ecotopianetwork

DOĞA VE İNSAN SÖMÜRÜSÜ ÜZERİNE KURULU BİR SİSTEM

kap

Artık kapitalizmin, insanlığı ve doğayı bir parazit gibi sömüren bu sistemin barbarlığı konusunda daha fazla kanıta gerek yok. Kapitalizmi hareket halinde tutan tek güç, kâra geçme ve buna bağlı olarak, sürekli büyüme zorunluluğu. Kapitalizm büyük bir savurganlıkla gereksiz ürünler yaratıyor, doğayı yok ediyor ve geriye sadece zehirler ve çevreyi kirleten ürünler veriyor. Kapitalist sistemde tek başarı ölçüsü, günde, haftada, yılda ne kadar daha fazla satış yapıldığı. Daha fazla satış yapılsın diye, doğrudan insanlara ve doğaya zararı olan, etrafa hastalık yaymadan üretilmesi olanaksız olan, üretimleri esnasında soluduğumuz oksijeni üreten ormanları mahveden, ekosistemleri yok eden, suyumuza, havamıza ve toprağımıza sanayi atıklarının kanalizasyonu muamelesi yapılmasına neden olan ürünler, büyük miktarlarda ortaya dökülüyor.

Kapitalizmin yağma ve sömürüyü kuşatıcı ve sistematik bir bütünsellikle gerçekleştirebilmesi için artık kendi yüzü haline gelmiş bazı kurumlara ihtiyacı var. Bu ihtiyacın büyük bir kısmını ise II. Dünya Savaşı’nın hemen akabinde oluşturulan Bretton Woods Kurumları olan IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü karşılamaktadır. Tabii her zaman olduğu gibi ruh ikizleri olan Devlet ile el ele.

Bu kurumlardır toprağın sistematik olarak yağmalanmasını, küçük çiftçilerin topraklarının ellerinden alınmasını ve büyük kentlerin varoşlarının doldurulmasını sağlayan. Ve bu kurumlardır patent yasaları, terminatör tohumlar ve kimyasal ilaçlarla tarımın global işletmelerin kontrolüne verilmesini sağlayan. Bir zamanların kendine yeterli çiftçileri artık kredi ve kimyasal bağımlılarına, Afrika’nın yerli çobanı safari kamplarındaki dilencilere dönüşmüştür.

İnsanın insan ve doğa üzerindeki tahakküm ve sömürüsünü her geçen gün derinleştiren kapitalizmin büyüme gereksinimi, bireysel girişimden, sistemin tümüne kadar, her aşamada karşımıza çıkıyor. Şirketlerin doymak bilmez açlığı doğaya, ucuz emek gücüne ve yeni pazarlara el atıyor. Kapitalizm doğuşundan beri ekolojik olarak yıkıcıydı ancak yaşadığımız zamanlarda, dünyaya yönelik bu tahribat daha da hızlandı.

Sermaye dünyadaki insanların çoğunu salt bir emek gücü deposuna çevirirken geriye kalanların büyük kısmını işe yaramayan ya da tükettiği kadar işe yarayan baş belaları olarak bir kenara atar. Sermaye, tüketimcilik ve depolitizasyondan oluşan küresel kitle kültürü yoluyla, toplulukların bütünlüğünü ihlal etti ve bu bütünlüğün altını oydu. Servet ve güç eşitsizliklerini insanlık tarihinde görülmemiş bir düzeye getirdi. Yozlaşmış ve körü körüne itaat eden bağımlı devletler (buradaki yerel elitler bastırma görevini yürütürlerken ılımlı kimseleri bu eziyetten esirgediler) ağıyla yakın ilişki içinde hareket etti. Kapitalist merkeze itaati sağlamak amacıyla devasa bir askeri aygıtı beslerken, çevrenin özerkliğini ortadan kaldırmak ve onun borç batağına saplanmasına neden olmak için Batılı güçlerin ve süper güç ABD’nin kapsamlı gözetimi altında, IMF, Dünya Bankası ve DTÖ’nün başını çektiği bir uluslarötesi örgütler ağını harekete geçirdi.

Ekolojik yıkım kapitalizmin rastlantısal bir özelliği değildir, sistemin DNA’sında vardır.
Doymak bilmeyen, kârları arttırma ihtiyacı reformlarla düzeltilemez. Kapitalizm her zaman ekolojik açıdan yıkıcı olmuştur. ABD’deki enerji santrallerinden Endonezya’daki ormanlara, Kanada’daki asfalt kumsallarından Nijerya’daki petrol kuyularına, küresel kâr dürtüsü doğaya tarif edilemeyecek zararlar vermeyi sürdürüyor. Kapitalizm, insanlık da dâhil olmak üzere, doğanın başlıca düşmanıdır. Onu yok etmek hiçbir zaman şu ankinden daha acil olmamıştır.

Kapitalist sistem varoldukça üretim ve onu kontrol eden bürokrasiler sürekli merkezileşmek zorundalar. Bu, şirketlerin üretim teknolojilerini kendi tekelleri altında tutmalarından kaynaklanıyor. Paylaşılan teknolojiler daha fazla kâr elde etmeyi olanaksız kılar. Elinizdeki teknolojiyi daha iyi uygulayan rakibiniz sizin yerinizi alabilir. Dolayısıyla sahip oldukları teknolojiyi “şirket sırrı” olarak patentlerle, fikri ve sınai mülkiyet haklarıyla, hukuku çıkarlarına göre dizayn ettirerek saklayıp kar maksimize ederler.

Kapitalizmin yarattığı bu çarpık teknolojiler ve üretim birimleri hammaddelerin, ürünlerin ve yarı mamullerin sürekli olarak ülkeden ülkeye, kıtadan kıtaya taşınmasına yol açıyor. Sonuç ise fosil yakıtların tüketimine dayanan korkunç boyutta bir ulaşım gereksinimi… Yalnızca zengin azınlık ile yoksullar arasındaki uçurumu artıran pazar ekonomisini yürütmek amacıyla yaratılmış olan yapay işlerde köleleştirilen milyonlarca insan… Kapitalizmin merkezi kontrolünü gerçekleştiren bürokrasilerin yerleştiği devasa gökdelenler…

1855’te topraklarını satın almak fikrine karşı Dwam Kızılderilileri reisinden şu cevabı aldığında ABD hükümetinin ( Dünyayı en fazla kirleten ülke olarak) şaşkınlığını düşünün: “Gökyüzü nasıl alınır da satılır? Biz havanın temizliğini ve suyun pırıltısının sahibi değiliz. Bunları bizden nasıl satın alacaksınız? Anlarımız ve tecrübelerimizle dünyanın her köşesi halkım için kutsal ve yücedir. Beyaz adamın bizim adetlerimizi anlamadığını biliyoruz. O, gece gelip, topraktan ihtiyacı olan her şeyi alan yabancıdır. Dünya onun dostu değil, düşmanıdır ve dünyayı ele geçirdikçe ilerler. Dünyayı çocuklardan çalar. İştahı, dünyayı hırsla yutar ve geriye çöl kalır. Bütün hayvanlar yok olduğunda, ruhumuzun büyük yalnızlığı nedeniyle öleceğiz, hayvanlara ne olduysa bizim başımıza da o gelecektir. Her şey bir birine bağlıdır. Dünyanın başına ne gelirse, aynısı dünyanın çocuklarının da başına gelecektir”.

İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ

Şiddetli kasırgalar, yüz binlerce can alan seller, gıda güvenliği ve kitlesel açlık tehlikesi ile ilgili felaket haberleri rutin hale geldi. Kuraklık ve okyanus seviyelerinin yükselmesi sonucu muhtemel büyük göç hareketleri sinyallerini vermeye başladı. Kanamalı Kırım Kongo virüsü ile başlayan sıtma, kolera, tavuk gribi ve domuz gribi gibi daha pek çok ölümcül salgın hastalık, toplumun doğru düzgün sağlık güvencesi ve geliri olmayan özellikle en yoksul kesimlerini vuruyor. Jeopolitik açıdan iklim değişikliğinin yaratacağı sonuçlar, dünya haritasında önemli değişikliklere gebe görünüyor. Dünyanın sömürü altında açlık ve yoksulluğa terk edilen ülkeleri, şimdi de ekolojik bir sömürü dalgası ile karşı karşıyalar.

Tek başına dünyadaki sera gazlarının dörtte birini üreten ABD’nin Kyoto Protokolü’ne karşı tutumu ve Kyoto sürecinin bir aldatmaca ve neoliberal sahtekarlığa dönüşmesi, anti-kapitalist olunmadan ekolojik krizle baş edilemeyeceğinin en açık kanıtıdır. Sudan sonra havayı da metalaştıran, karbon borsaları yaratan ve yoksulların temiz havasına göz diken Kyoto ile artık geri sayımı başlayan gezegen düzeyindeki yok oluşu durdurma şansı yok. Türkiye’deki hükümetlerin iklim değişikliği ile mücadele ve Kyoto karşısındaki tavırları, bu neoliberal ikiyüzlülüğün klasik bir örneğidir. Kyoto süreci ve sonrasında yaşananlar, iklim değişikliğine kapitalist taktiklerle çözüm bulunamayacağını göstermiştir. Bir yandan yetersiz indirim hedefleri getirip, diğer yandan emisyon ticareti ile “yasal süreçle kumar oynayan”, havayı metalaştıran, yaşam hakkımızı fiyatlandıran piyasa mekanizmasıyla, küresel ısınmanın önüne geçilemez.

Kapitalizmde kırla kent arasındaki yarılma kentleri çöp ve atık üreten bir uygarlık tasarımı haline getirdi.
Kapitalizmle birlikte tarımsal alanlar çiftliklere dönüştürüldü ve tarım endüstrileşti. Köylüler, topraklarında şirketlerin işçisi durumuna düştüler, topraktan kazandıkları azaldıkça yaşayamamaya başladılar ve kente göç etmek zorunda kaldılar. Bununla birlikte her geçen gün büyüyen şehirler, gelişen kapitalizmin göstergesi oldu. Şehirlerin kıyısında yaşamaya başlayan emekçi yığınları, kötü yaşam koşullarına ve köle gibi çalıştırılmaya katlanmak zorunda bırakıldılar. Büyüyen kentleri beslemek için topraktan daha fazla ürün elde etmek kaçınılmaz hale geldi. Toprağın doğal çevrimi bozulurken kentler; fabrikalar, hava kirliliği, asit yağmurları ve atık sorunları ile birer kirlilik kaynağına dönüştüler.

Kapitalizm kendini bir hijyen ideolojisi ekseninde inşa ederken diğer yandan uygarlığın pisliği olarak adlandırdığı yoksulların ülkesine çöplerini, atıklarını, yaşam formlarını ve en önemlisi yaşamı algılama biçimini ihraç ediyor. İşte emeğin parçalanması bir yandan doğa ile insanı birbirinden kopartıp, toplumsal serveti metaya indirgerken, diğer yandan da yaratılan hijyen kültürü üzerinden yoksullar ötekileştiriliyor. Ekolojik kriz, kır ve kenti parçalayan özel mülkiyet, buna dayalı hijyen kültürü ve artık-atık üretim tarzının kendisidir.

Bu nedenle sorun basitçe enerjinin hangi kaynaklardan üretileceği, hangi kaynakların kullanılacağı sorunu değildir. Öncelikle dünyayı hammadde deposu haline getiren pratikle hesaplaşmak, sonra da neyin nasıl ve kimin için üretildiği ve nasıl toplumsallaştığı meselesini ortaya koymak gerekir. Mesele artık atık uygarlığıyla bir üretim tarzı ekseninde hesaplaşma meselesidir. Ekolojik kriz, basitçe “bir çevre tahribatı-doğanın yok oluşu” olarak görülemez.

Doğaya ve onun ekolojik dengesine dayanarak hareket ediyormuş gibi yapan rejim, kârlılığı sürekli genişletme zorunluluğuyla beraber, ekosistemleri dengeyi bozucu atıklarla karşı karşıya bırakıyor, organizmaların gelişmesini sağlamak için milyarlarca yıl boyunca evrim geçirmiş olan habitatları yok ediyor ve doğanın duyulara hitap eden canlığının yerine sermaye birikimi için gerekli olan kaba bir değiş tokuş edilebilirliği koyuyor.

Ekolojik krizin sürmesine neden olan sistemin, aynı zamanda bu tartışmanın kavramlarını da koyması bizi şaşırtmamalı. Zira sermaye atmosferdeki karbonu havayı metalaştırarak kontrol ettiği gibi bilgi üretim araçlarını da kontrol ediyor. Ve sermayenin hatasını anlayıp kendisini ekolojik açıdan makul bir üretim sistemine dönüştürmesi de düşünülemeyeceğinden, yeryüzünde açtığı yaraları sanki iyileştirebilirmiş gibi davranması gerekiyor. Bu nedenle sermayenin politikacıları, bürokratları, ekonomistleri ve profesörleri, her birinin yolu ‘dünyadaki ekolojik tahribatın, serbest pazarı ve dünya ekonomisini yöneten sermaye birikim sistemini kesintiye uğratmadan da tamir edilebileceği’ ana fikrinde kesişen sonsuz öneriler ileri sürmekteler.

Bu rejimin vahşiliğini örten hafifletmelerin ve propaganda amaçlı yumuşatmaların tümünü reddediyoruz: Sebep olunan ekolojik maliyetlere yeşil dostu gibi bir süs verilmesi, demokrasi ve insan hakları adı altında beşeri maliyetlerin gizlenmesi. Bunun yerine, sermayenin gerçekten ne yaptığını gören bir bakış açısından, ısrarla sermayeye odaklanmanın üzerinde duruyoruz.

Kapitalist dünya sistemi tarihsel olarak iflas etmiştir!
Sistem, çalışması imkansız bir imparatorluğa dönüşmüştür ve onun aşırı hantallığı, altında yatan güçsüzlüğü açığa vurmaktadır. Bu durum ekolojinin diliyle, son derece sürdürülemezdir ve temelden değiştirilmelidir, ve yaşamaya değer bir gelecek istiyorsak büyük ölçekli Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ), IMF ve Dünya Bankası gibi varlıklarıyla bile ekolojik kriz sebebi olan kurum ve kuruluşlar ortadan kaldırılmalı. Bunun yanı sıra yerelliğin ve kendi kendine yeterliğin yaşamsal sorunların çözümüne kaynaklık edecek bir alternatif olduğunu iyi kavramak gerekir. Ekosistemlerin onarılması ve insani gereksinimler üzerinden hareket etmek ve gezegenin kaynaklarını ve insan gücünü bu gerçek gereksinimler üzerinden harekete geçirmek gerekir. İnsanlığın beslenme ve yasam tarzı üzerinde oynanan tarım, gıda ve suya ilişkin oyunları topyekun durdurmak gerekir. Kentleşme olgusunun yeniden ele alınıp insanlığın megakentlerde, mega alışveriş merkezlerinde önüne geleni yok eden tüketim makinesi bir canlı türü olarak evrilmesine yol açan anlayışı frenlemek gerek. Tüketim toplumu olgusu için gereken enerji miktarlarına boyun eğmek yerine gezegenle uyumlu ve gerçek ihtiyaçlar temelinde yeniden doğayla bütünleşmeyi sağlayacak bir yaşamın gereği olan bir enerji politikasına geçişi öne çıkartmak gerek.

TARIM, GIDA VE SU

Tarım, şimdilerde küresel şirketlerin egemenliğine geçiyor / geçiriliyor. Tarımsal ürünlerin alınıp satılmasında büyük bir merkezileşme söz konusu. Dünya tahıl ticareti, muz ticareti, et ticareti ve daha birçok ürün 3–4 şirketin kontrolüne geçti. Dış ticarette ülkelerin ve çiftçilerin bağımlı olduğu bu şirketlerin, aynı zamanda ilaç, gübre, tohum üreten ve pazarlayan, uluslararası nakliye için gerekli donanıma sahip olanlar olduğunu da düşündüğümüzde; tarım dış ticaretinin pazarlama ve üretim girdilerinde ne kadar merkezileştiği ve gıdanın nasıl kontrol altına alındığı anlaşılacaktır.

İşte Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) bu bağımlılaştırmayı tarımda uluslararası gıda-tarım-kimya şirketlerinin çıkarları doğrultusunda düzenlemeye girişmiş bir yapı. IMF ve Dünya Bankası hükümetlerle elele vermiş azgelişmiş ülke tarım sektörlerinde şirketlerin egemenlik kurması için ön açıcılık görevini yürütüyorlar. Oysaki doğru olan, gıda ve tarımsal ürün üretim egemenliği ve dış ticaretinin, şirketlere bırakılamayacak önemde ve yerelleşme dışında çözümü olamayacak bir olgu olduğudur.

DTÖ, IMF, DB ve AB OTP ile ilerleyen/ilerletilen süreç, gelişmiş ülke desteğindeki ulusaşırı tarım ve gıda şirketlerini azgelişmiş ülke tarım sektörlerinde egemen kılmaktadır. Şirketlerin egemen olduğu oranda çiftçi mesleğini yitirmekte ve sektörü terk etmekte veya işçileşmektedir.

Çünkü tarım artık şirketleş(tiril)iyor. Çiftçilik mesleği gereksiz görülüyor. Tohum pakete, gübre çuvala, ilaç kutuya hapsediliyor. Tarımın geliştiriciliği arazide değil, laboratuarlardaki genlere yapılan müdahalelerle belirleniyor. Tarımsal üretim, artık çiftçiler ile değil, profesyonel kadrolar tarafından sevk ve idare ediliyor.

Sermaye çevreleri bir yandan dünyadaki açlığı gidermek bahanesiyle genetiği değiştirilmiş ürünleri pazarlarken, öte yandan dünyadaki açlığın baş sorumlusu olan kapitalizm ve onun üst kurumları IMF, Dünya Bankası ve DTÖ, gelişmekte olan ülkelerin kendi halkını doyuracak ürünleri ekmesini engelleyip, endüstrileşmiş ülkelerin isteklerine uygun tek tip tarım yapılmasını dayatıyor.

Kapitalist toplum 1960-70 arası “modern tarım tekniklerí” adı altında kimyasalların yaygın kullanıldığı Yeşil Devrim’i dayatmıştı. Bu yolla tarımda tek tür ekimi (mono-kültürü) gündeme getirip dünyanın birçok yerinde toprakları çoraklaştırdı. Şimdi de ABD ve AB tekellerinin arkasında olduğu genetiği değiştirilmiş endüstriyel tarım ürünlerinin ekimini dayatıyor.

Tabiî ki bu hedeflere ulaşmak birden bire olmamaktadır; toplumların damak tadını değiştirme girişimlerinden tutunda, tarımsal ürün çeşitliliğini azaltma, tarımsal üretimi su ve enerjiye daha çok bağımlı hale getirme çalışmaları, tohumu kısırlaştırma girişimleri, bitkilerin genleriyle oynama araştırma ve uygulamaları, tohumları patentlemeye dönük yasal düzenleme ve uygulamalar, uluslararası ticaret kurallarının değiştirilmesi v.b bir dizi sürecin ürünüdür. Uluslararası sermaye bu süreçteki taleplerini IMF, Dünya Bankası, DTÖ gibi kuruluşların aracılığıyla uygulattı. Türkiye’nin de imzacı ülkeler arasında bulunduğu, 1993 yılında imzalanan DTÖ Uruguay Turu Tarım Anlaşması’nın 1994 yılında yürürlüğe girmesiyle birlikte dünya tarım ticareti yapısı da hızla değiştirilmeye başlandı. Bu anlaşma “ tarımsal üretim ve ticaret koşullarının liberalize edilmesini” hedeflemiştir. Bu politikaların ortaya çıkarttığı sonuç ise çiftçilerin gıda egemenliğine saldırı, küçük çiftçilerin tasfiyesi ve tarımın şirketleştirilmesidir. Tarımın şirketleştirilmesi küresel ısınmaya neden olan sera gazı salınımının çoğalması, toprağın ve suyun kirlenmesi, su kaynaklarının tükenmeye başlaması, bitkisel çeşitliliğin yok olması, küresel salgın hastalıklar (kuş gribi, domuz gribi gibi), yaygınlaşan kanser vakaları v.b. yeni belaları da dünyanın başına sarmıştır.

GDO’lu ürünler aynı zamanda ekolojik bilincin gelişmemiş olduğu ülkelere “biyo-yakıt” adı altında empoze edilmektedir. Bir başka deyişle kapitalizm kendi yarattığı ekolojik krizi kullanma peşinde. Her şeyi yeşile boyayıp satmaya çalışmakta. Oysa GDO’lu tarım da polenlerin rüzgâr ve fırtınalarla kilometrelerce ötelere taşındığını biliyoruz. Üstelik sel ve yeraltı suları vasıtasıyla okyanus ötesine taşınması da söz konusu.

GDO’lu tohumlar, toprakta ilk başta yüksek verim artışlarına neden olurken kısa sürede toprağın çoraklaşmasına yol açıyor, biyolojik çeşitliliği ve ekosistem yaşamını olumsuz etkiliyor. Tohum üzerindeki patent hakları ile sermaye tarımı tamamen kendi denetimine alarak yoksul ülkeler ve küçük üreticiler, uluslararası tarım tekellerinin insafına terk ediliyor. GDO’ların canlıların genleri üzerinde yarattığı etkinin besin zinciri yoluyla yol açacağı ekolojik tehlikeler de ortada. Bu sefer kemik ve nitrattan farklı olarak GDO’lar yeryüzünde sınırını kendilerine sahip şirketlerin bile kestiremediği büyük ekolojik yıkıma neden olmak üzere. Geleneksel tarım ve tıp bilgisi göç ve endüstrileşme ile yok ediliyor. Geleneksel kültür ve ziraat bilgisi hiçleştiriliyor. TRIP anlaşmaları ile yerel halkların geleneksel tarım ve tıp bilgisi tarım ve ilaç tekelleri tarafından gasp ediliyor. Biyoçeşitlilik yok edilerek gen kaynakları şirketlerin ARGE’lerinde toplanıyor. Bilgi şirketlerin tekeline geçiyor. Enerji elde etmek için biyolojik yakıtlara yönelinmesi, gıda güvenliğine açık bir saldırıya dönüşüyor. Zenginlerin arabaları için yoksulların gıdaları ellerinden alınıyor. Endüstriyel tarım, yüz binlerce dönümlük plantasyonlarda üretim yaparken kendi kendine yeterliliğin ortadan kalkması anlamına geliyor. Endüstriyel tarım; kuş gribi, Sars gibi salgın hastalıkların ortaya çıkmasında ve yayılmasında da başlıca etken.

Monsanto, Cargill, Sygenta gibi tarım şirketleri eliyle doğayla uyumlu geleneksel tarım yok edilirken aynı şirketler eliyle organik tarım şirketleri kuruluyor ve toprağından sökülen köylü bu ürünleri alamıyor. GDO’lu ürüne muhtaç hale geliyor. Kanser ilacı üreten şirketin dünyada kanserin artmasına neden olması örneği sermayenin ürettiği tüm teknolojiler için geçerli hale geliyor. Köylüler, sözleşmeli tarımla kendi topraklarında ucuz iş gücü olarak çalıştırılıyorlar. Köylülerin çok azı, ya topraklarını, su kaynaklarını yok eden barajlarda ve maden şirketlerinde her türlü güvenceden yoksun olarak iş bulabiliyor. Çoğunluğu ise şehirlerde her geçen gün yaşamanın zorlaştığı, iş güvencesinin yok edildiği şartlarda, ucuz iş gücü olarak sermayenin ihtiyacına koşuluyorlar. Sermaye bir yandan toprağı kullanılmaz hale getirirken küresel ısınma gibi ekolojik sorunlar nedeniyle ortaya çıkan kuraklık ve susuzluktan karını daha da arttırmaya çalışıyor. Türkiye’de pirinç kıtlığı yaşanırken, Akdeniz açıklarında bekletilen pirinç yüklü gemiler bunun kanıtlarıdır. Dünyadaki açlık, gıda kaynaklarının yetersizliğinden değil, adil bölüşülmemesinden kaynaklanıyor.

Tarım emekçilerinin yüzyüze ilişkiye dayanan çiftçilik mesleği artık bir kültür değil, tarım işletmeciliği haline getiriliyor. Yine benzer bir şekilde hayvanlar, endüstriyel çiftliklerde ayakları toprağa bile değmeden, çabuk kilo alsın sıkış tepiş bir ortamda, sürekli ilaç ve kimyasala maruz bırakılarak, birbirine zarar vermesin diye gagaları, vs kesilerek ve yaratılan tüm kimyasal kirlilik doğaya, akarsulara verilerek pazarlanıyor. Tarım gittikçe büyük çiftliklerde makineler vasıtasıyla insan yüzü görmeden yürütülecek mekanik bir faaliyete dönüştürülüyor.. Dolayısıyla şimdiki “yeşil devrim” küçük değil, büyük işletmeleri zorunlu kılıyor. Bir başka deyişle kapitalizmin büyü ya da öl politikası. Apaçık ki; AB’nin dayattığı tarım işletmeleri politikası küçük çiftçileri silip süpürmeyi amaçlıyor. Çiftçiye değil işletmeciye gerek duyulduğundan küçük çiftlikler ya topraklarını büyüklere devredecek ya da ortadan silinecektir.

AB de çiftçilik mesleğini ortadan kaldırma yolundadır. Yerine tarımın şirketleşmesi doğrultusunda ilerleyişini ortak tarım politikaları (OTP) aracılığıyla sürdürülmektedir. Bu köylülüğün ve çiftçiliğin tasfiyesiyle paralel bir süreçtir. Bazı AB ülkelerinde kilometrelerce uzanan endüstriyel tarlaların yakınında bazen tek bir köye bile rastlanamamaktadır. AB’li çiftçiler iflas ettikçe topraklarını en büyük toprak sahiplerine satılma zorunluluğu getirilmesi, büyük toprak sahiplerini daha da irileştirilecektir. Topraklar büyük toprak sahiplerinde biriktikçe endüstriyel tarım uygulaması AB’de dönüşü olmayan yolda ilerlemeye devam edecektir. OTP’na göre kimin ne ekip biçeceğine de “büyük başlar” karar verecek. Örneğin Türkiye’nin bu yıl bilmem kaç ton soya fasulyesine ihtiyacı olmasa da birileri istiyor diye onu ekmek zorunda kalacaktır. Sonra da ürün fazlası çöp bidonlarını boylayabilir ve çiftçi aç kalabilir, o OTP’yi uygulayanların derdi değil. Yunanistan AB’ye katıldıktan sonra bu tür durumlarla karşı karşıya kaldı. Oysa AB bütçesinin yaklaşık üçte ikisi OTP kapsamındaki harcamalara ayrılıyor. Uygulanan söz konusu politikalar mali yük oluşturmanın yanında bir de yukarıdaki bahsedilen tehlikeler yaratılıyor.

AB, OTP’nın Yunanistan’daki yansımalarına bakarsak büyü ya da öl baskına dayanamayan küçük çiftçi iflas ediyor. İşini kaybeden küçük tarım işletmeleri yine OTP yaptırım ve politikaları sonucu büyük işletmelerle birleştirilmekte. Ek olarak OTP’nin bu politikaları tarımla uğrasan nüfusun azalmasana neden olmuştur. Yani 200 dönüme sahip bir çiftçi iflas sonucu ya meslek değiştirmek zorunda kalıp bulabilirse turistik yerlerde hizmetçilik yapma yolları aramaktadır. Arazisini de o yöredeki en büyük arazi sahibine satmak durumundadır. Örneğin; ‘200 dönüm arazisini satacak olan çiftçi arazisini eğer varsa 500 dönüme sahip olana değil de 5000 dönüm arazisi olana satmak zorundadır. Bu yolla büyük toprak sahiplerinin toprakları sürekli büyütülüyor. Ek olarak, Yunan halkı kendi ihtiyaçlarına dönük değil, AB’nin çıkarlarına yönelik ekim yapmak zorunda kaldı. Üretilen meyvelerin %50-60’ı yok edildi ya da pazardan geri çekilmek zorunda kalındı’. Başka bir deyişle OTP politikalara küçük çiftçileri öğütmüş, büyük çiftçilerin topraklarını büyütmüştür. OTP’deki söz konusu politikalar sonucu kırsalda nüfus azalmış ve silinecektir.

Dolayısıyla AB tarafından dayatılan tarım politikalarının Yunanistan’da topluma maliyetine bakarsak; kırsal nüfusun (geçim sıkıntısı nedeniyle) azalmasının yanında rakamlarla ifade edilemeyecek bir toplum sağlığı sorunuyla yüz yüze gelindi. Çünkü kullanılan kimyasallar nedeniyle insanlar sayısız hastalıklara yakalandı. Ayrıca geniş ölçekli bir çevre maliyetini de göz önüne almak gerekir. Bu nedenle Yunan tarımı yukarıda sayılan maliyetler söz konusu edilmeksizin Avrupalılaştırıldı.

IMF ve Dünya Bankası Şirketlerinin Genetiği Değiştirilmiş tohumlarına, biz atalarımızın tohumlarına sahip çıkıyoruz!

• Almanya, Fransa, Avusturya, Macaristan, Yunanistan ve Lüksemburg GDO içeren mısır tohumunun ithalatını ve üretimini yasaklamış ve tüm Avrupa’da GDO’lara karşı kamuoyu tepkisi büyürken, hayvanlar üstünde yapılan deneyler, genetiği değiştirilmiş organizmaların kısırlık, bağışıklık sisteminin çökmesi, çeşitli alerjiler ve büyüme sorunlarına yol açtığını kanıtlarken, genetiği değiştirilmiş organizmalı tohumların, rüzgâr ve toprak yoluyla, akrabaları olan yerel tohumlara bulaşıp, milyonlarca yıllık genetik mirası tehlikeye attığı gözlemlenmişken, Türkiye’ye genetiğiyle oynanmış tarım ürünlerinin girmesini kim istiyor? Bu soruyu cevaplarken, dünyada GDO’lu ürünlerin yayılmasını dayatan kurumların adını anmak gerekiyor.

• 2003 yılından beri, dünyanın önde gelen genetiği değiştirilmiş ürün ambarlarından ABD, Arjantin ve Kanada, Avrupa Birliği ülkelerinin GDO’lu ürünlere uyguladığı tedbirleri, DTÖ’yü kullanarak delmeye çalışıyor.

• Hint tarımı, Dünya Bankası ve IMF reçeteleriyle DTÖ’nün çarkına sokuldu ve Hindistan’ın tohum sektörü Dünya Bankası’nın yapısal reformlarıyla dev şirketlere açıldı. Artık çiftçilerin hangi ürünleri yetiştireceğine onlar karar veriyorlar. Ülkenin GDO’lu pamuk yetiştirilen bölgelerinde, ipoteğini ödeyemeyen ve toprağını kaybedenlerin intiharları salgın boyutuna ulaştı. 1997 – 2007 arasında intihar eden çiftçilerin sayısı 182 bin 936. 2008 rakamları 16 bin olarak tahmin ediliyor. 2009’da ise hayatına son veren çiftçi sayısı iki bini geçti. Sadece geçen ay Chattisgarh eyaletinde 1500 çiftçi intihar etti. Üstelik bu kayıtlar kesin olmaktan uzak. Zira kadınlar gibi ‘çiftçi’ tanımının dışında tutulanlar da kayıtlara geçmiyor.

• Arjantin’de 1989’dan itibaren artan borç yükü, ülkenin ekonomik programını ulus üstü finans kurumlarının ülke koşullarına yabancı ve ilgisiz kararlarına açtı. IMF ve Dünya Bankası’na göre, Arjantin’in borçlarını kapatması için tek çare, genetiği değiştirilmiş soya fasulyesi yetiştirmekti. 1996’da Monsanto Arjantin’de Roundup Ready (RR) soya fasulyesi tohumlarının dağıtım lisansını aldı. On yıldan kısa bir sürede mısır, buğday ekili alanlar soya tarlalarına dönüşmüş, Arjantin’in tarımsal çeşitliliği yok olmuştu. Soya dışında kendi gıdasını yetiştiremez durumda kalan Arjantin 2002’deki ekonomik krize de savunmasız yakalandı. Açlık başladı. GDOlu soya yetiştirilen bölgelerdeki hayvanlar ölüyor, insanlarda tiroit, solunum sistemi bozuklukları, akciğer ödemleri, deri hastalıkları gelişiyordu. Soya tarlalarının yakınında yaşayanlar her kimyasal gübrelemeden sonra şiddetli migren, göz yaşarması, mide bulantısı, eklem ağrıları yaşıyordu. Havadan yapılan ilaçlama yüzünden Arjantin’de Monsanto soyası dışında başka bir şey yetişmez oldu.

• ABD Irak’ı işgal ettikten sonra Kissenger’in danışmanlık şirketinden Paul Bremer yönetimindeki işgalci otorite 100 kanun çıkarttı.”Bremer Kanunları” diye anılan kanunların 81.si ile Irak’ın bütün tohum ve gen bankalarına el konulduğu gibi Irak’ta tarımsal üretim yapmak isteyen herkes ABD şirketi Monsanto’nun büyük ölçüde de GDO’lu olan tohumlarını kullanmak zorunda bırakıldı. Iraklı çiftçilerin kendi tohumlarını kullanması yasaklandı. Eski Dışişleri Bakanı Henry Kissenger’ın “Enerjiyi kontrol edersen ülkeleri, yiyeceği kontrol edersen insanları kontrol edersin” sözü karşılık bulmaya başladı (Bkz. Ölüm Tohumları- Bilim ve Gönül Yayınları).

• 2001’de Türkiye’nin IMF ile imzaladığı anlaşmanın en önemli maddelerinden biri de, tarımda yeniden yapılanma politikaları olmuştu. Küçük çiftçilerin ve ürün çeşitliliğinin yok edilmesine yönelik politikaların son halkası da, GDO’lu tohumların ülkemize sokulması olacaktır. Türkiye, Ekim ayında IMF ile yeniden masaya oturmaya hazırlanıyor. Ama insanların sağlıklı yaşama isteği, tohumların varoluşlarını sürdürme gücü, canlıların binlerce yıllık birbirini var etme deneyimi, o masanın davetsiz misafiridir. Dünya Bankası ve IMF’nin hayal ettiği gelecekte, genetiği değiştirilmiş tohumların zinciriyle gıda ve kimya şirketlerine bağlanmış küçük çiftçiler, yapay gübre, haşarat ve yabani ot zehirleriyle tükenmiş topraklar, özü piyasa keyfine göre şekillenmiş tohumlar olabilir. Bu, bizim geleceğimiz değildir.

Türkiye de tarımın özelleştirilmesinin tarihine bakarsak 24 Ocak karalarına dayandığını görürüz. O zamana kadar küçük ve orta boy çiftçi ürettiği üzüm ve zeytin ve zeytinyağı gibi mamullerini TARİŞ’e, fındığını Fiskobirlik’e, Tütününü TEKEL’e satarak geçinip gidiyordu. Fakat daha sonraki yıllarda tarım da (başlangıcı Turgut Özal dönemine rastlayan) neo-liberal politikalarla özelleştirmenin pençesine düştü. Dolayısıyla IMF ve Dünya Bankası ve sonrada DTÖ yaptırımlarına göre KİT’ler ve Tarım Satış Kooperatifleri Birlikleri (TSKB) gibi en temel tarım kuruluşları dahi özelleştirildi. Köy hizmetleri genel müdürlüğü “Tarım şirketleştirileceğine, çiftçi yok edileceğine göre artık köye ve köylüye hizmet götürmeye gerek yoktur” mantığıyla kapatıldı. Tarımsal Araştırma Enstitüleri birer birer kapatıldı. Su ürünleri, Gıda kalite kontrol, Veteriner işleri, Ziraat işleri, Zirai ilaçlama ve Karantina, Toprak-Su genel müdürlükleri kapatıldı. Tarım arazileri kar amaçlı olarak konut ve sanayiye açıldı. Şeker Yasası, Tütün Yasası gibi yasalar çıkarılarak bu alandaki üreticilerin tarımsal üretimi bırakmaları zorlandı

“Tohumculuk Yasası” adıyla bilinen yasa ile devlet tohum üretimi alanının dışına çıkarıldı. Devlet, tohumun sertifikalandırma ve ticaret denetimini şirketlere bıraktı. Böylelikle de çiftçilerin tohum ihtiyacını şirketlerden karşılamasına mecbur bıraktı. (Daha ayrıntılı bilgiler için Çiftçi Sendikalarının çıkarttığı “Her 50 saniyede bir çiftçi iflas ediyor” broşürüne bakabilirsiniz)

Şimdi de GDO’lu üretime izin verecek olan “Biyogüvenlik Yasası”nı çıkartma hazırlığı içindeler. Ayrıca gıda üretim alanlarını enerji üretimi (tarımsal yakıt üretimi) için kullanılmasını yaygın hale getirmek istiyorlar. Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’ndan “Köyişleri”ni çıkartıp “Tarım ve Gıda Bakanlığı” yaparak bakanlığın köye ve köylüye olan sorumluluklarını ve bağını tamamen kopartmak istiyorlar.

Tarımın şirketlerin denetimine geçmesine dönük uygulama ve zorlayıcı yasa örneklerini çoğaltmak mümkün. Ama yukarıdaki örnekler bile süreci anlatmakta yeterli.

Tarım ve gıda egemenliğinin çiftçilerden şirketlerin egemenliğine geçmesi sadece çiftçilerin sorunu değildir, tüketicilerin de sorunudur, tüm halkın sorunudur. Bu nedenle üretici ve tüketici çıkarına tarım sektörü yeniden düzenlenmelidir. Bunun için de, tarımda küresel kapitalizm karşıtı çıktılar olan;

– Yiyecekte kendine yeterlilik,
– Genetiği Değiştirilmiş Organizmalara (GDO) karşı mücadele,
– Biyoçeşitliliği korumak için çiftçilerin farklı tohum çeşitlerini kullanmasını sağlama,
– Toprak reformu için mücadele gezegenimizde sürmektedir.

Bu amaçla;
– Tecrübe paylaşımı,
– İletişim,
– Kapasite oluşturma,
– Tohumları, bilgiyi ve farkındalığı yeniden ele geçirme,
– Doğal yöntemlerle araştırma-geliştirme, ıslah, deneyim arttırma,
– Tarımın şirketleştirilmesine karşı aile çiftçiliğini savunma, gibi argümanlar geliştirmektedirler.

Ayrıca;
– Küreselleşmenin dinamikleri olan, IMF, DB, DTÖ, AB-OTP’larını teşhir etme,
– Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu’nda köylü haklarının tanınması için çalışmalar yapma,
– Gıda güvenliğini garanti eden ilişkiler geliştirmek,
– Genç insanların kırsal alanda kalması için teşvik,
– Kadınların hak kısıtlılıkların kalkması için mücadele,
– Kadın, gençlik, işçi ve çevre hareketleri ile ilişki içinde olma,
– Yerel örgütlülüğü geliştirip, güçlendirme gibi, önlemlerle giderilebilmesi yönünde adımlar atılması gerekmektedir.

Tarım, kapitalizmin istemlerini sorgulayan, daha insani, daha ekolojik ve daha eşitlikçi bir yaşam tarzı için politik çıkış olarak görülebilecek niteliktedir. Haiti’de başlayan ve hızla 37 ülkeye yayılan açların isyanı gibi, yakın zamanda su ve gıda konusunda kıyametin kopacağının işaretleri fazlasıyla var

Bu bakımdan küresel kapitalizmin eleştirisinde ve siyasasında birbirinden beslenerek büyüyen tarım (gıda), iklim ve enerji krizine ve yoksullaştırmaya karşı birleşik bir mücadele hattı küresel kapitalizm karşıtı yaklaşımlar için kritik önemdedir.

SU

Yirminci yüzyıl sonlarına doğru da su, küresel sermayenin istemleri doğrultusunda, “canlıların yaşam hakkı” olmaktan çıkarılıp “meta” haline getirilmeye çalışılmış, sermayenin suya egemen olma isteği başlı başına bir politik tutum olarak bütün hükümetlere dayatılan bir olgu olmuştur. Sadece sömürge/yeni sömürge ülkeler değil gelişmiş ülkelerde de su içme suyundan başlayarak özelleştirme kapsamına alınmıştır. Bu gün birçok ülkede su kaynakları ve suyollarının özelleştirilmesi girişimleri de yasal düzenlemelerle güvence altına alınmaya çalışılmaktadır.

Küresel sermayenin talepleri gıda ile de sınırlı değil; suyu da ticari bir meta haline getirip denetimini kendine bağlamak istiyor. Suyun ticari bir meta haline getirilmesi sadece içme suyunun özelleştirilmesini sağlamayacak tüm su kaynaklarının ve suyollarının uluslararası su tekellerinin denetimine geçmesi anlamını taşıyacaktır. Suyun piyasa ekonomisine açılması halinde tarımsal üretimin en önemli girdisi olan ve verimlilik üzerinde büyük etkisi bulunan su paralı duruma gelecek. Dünyada kullanılabilir suyun yüzde 70’e yakınının tarımsal üretimde kullanılıyor olduğunu göz önünde bulundurduğumuzda bunun ne anlama geleceği açık. Tarımsal üretimde de parası olan suyu kullanabilecek. Suyun paralı duruma gelmesiyle birlikte çiftçi suyu kullanamayacak, tarımsal üretim gerileyecek, verimlilik düşecek, gıda fiyatları yükselecektir.

Halihazırda dünya nüfusunun üçte biri güvenli içme suyundan mahrum olarak yaşıyor. Her gün sayıları on binlerle ifade edilen insan bu yüzden ölüyor. Afrika’nın büyük bölümü, Ortadoğu ve Meksika gibi bölgelerde mevcut su rezervleri hızla tükeniyor. Mevcut su kaynakları tükenirken suya olan bağımlılık ve kişi başına su tüketimi gittikçe artıyor. Su sorunu büyüdükçe de sermayenin suyu ticarileştirmesi ve suyun pahalılaşması paralel ilerliyor. Sermaye, krizini bir fırsata dönüştürerek buradan da kârına kâr katmaya çalışıyor. Çok uluslu şirketler, bir yandan su kaynaklarının kirlenmesine ve yok olmasına yol açarken aynı şirketler, su ticareti yapan şirketlerin de başını çekiyor. Dünya Su Konseyi’nin de bu şirketlerin suyun özelleştirilmesi politikalarını hayata geçirmek için kurulan paravan bir örgüt olduğu biliniyor. Dünya Bankası ve yerel hükümetler, bu şirketlerin kirli yatırımlarına ve su şirketlerine kredi, teşvik ve alım garantileri ile her türlü kolaylığı sağlıyor.

Su ‘sanayinin’ kârı, şimdiden petrol sanayinin kârının yarısına ulaştı. Suyun piyasalaştırılması, dünyadaki gelir eşitsizliği ile birlikte tam bir su adaletsizliğine yol açmakta. Dünyada kullanılan suyun yüzde 85’ini nüfusun yüzde 12’si tüketmektedir. Aynı bölgede yaşayan farklı toplulukların suya erişimlerinde de adaletsizlikler var. Yoksullar hem gelişmiş ülkelerde hem de Üçüncü Dünya ülkelerinde kuraklıktan, su kirliliğinden, ya da aşırı tüketiminden doğan olumsuz sonuçlara en çok maruz kalanlar.

Elit’lerin Getirdiği Çözüm

DTÖ, IMF, DB, ABD ve AB şimdiki gıda krizi için birkaç çözüm önerdiler. Teklif ettikleri en temel çözüm önerisi ticareti daha çok liberalleştirmek oldu. Böylece ülkelerde gümrük olarak kalmış koruyucu bariyerlerin bile tamamen yok edilmesini teklif ediyorlardı. Bize söylenen bunun gıda fiyatlarını düşüreceği idi. Söylemeye gerek yok ki tarımsal çokuluslu şirketler kendilerini bundan çıkar sağlamaya hazırlıyorlar. Ticaretin daha fazla serbestleşmesi gıdanın fiyatını düşürmek bir yana çokuluslu şirketlerin insan gıda zinciri ve gıda fiyatları üzerindeki kontrolünü genişletecektir. Bu çeşit daha fazla liberalizasyon dürtüsü ABD, AB ve bunların kontrolünde bulunan kurumlardan sorumlu neo-liberal ideologların umursamazlığını açığa çıkarmaktadır. Serbest ticaretin gerçekte problemin nedeni olduğu düşünüldüğünde şimdiki krizin tedavisi olarak daha çok ticaret liberalizasyonu simsarlığı yapmak açıkça kötü niyetliliktir.

Aynı zamanda genetikleri değiştirilmiş (GD) ekinlerin açlığa son vereceği fikrini teşvik edilmektedir. Gerçek şu ki GD ekinler çözüm değildir. Genellikle değiştirilmemiş ekinlere göre veriminin daha düşük olduğu ispatlanmıştır. Ayrıca GD ürünlerin sağlığa verdikleri zarar uzun vadede bir felaket olabilir.

Halkın Getirdiği Çözüm

Latin Amerika’da Venezüella, Bolivya ve Nikaragua gibi bazı ülkeler gıda krizine neo-liberalizmin dayatmalarını kırarak çözüm getirmeye çalıştılar. Bu ülkeler Küba ile birlikte Bolivarian Alternatives for the America’s –ALBA’yı (Amerika için Bolivarcı Alternatifler) kurarak serbest ticarete karşı geçerli bir bölgesel alternatif oluşturma girişiminde bulundu. ALBA yoluyla bu devletler soya fasulyesi, pirinç, kümes hayvanları ve süt ürünleri üreten beş ana tarımsal proje yarattılar. Bu projelerin hedefi ALBA’ya üye ülkelerde gıda güvenliğini garanti etmek. Gerçekte Venezüella bu projeleri milyonlarca insana bedava veya desteklenmiş gıda sağlamak için kullandı. Ayrıca küçük-ölçekli çiftçilere 2 milyon hektar arazi dağıttı. Bununla bağlantılı olarak Venezüella devleti son üç yıldır tarımsal üretime ayırdığı harcamaları %728 arttırdı. Daha yakın bir zamanda da ALBA ülkeleri gıda fiyatlarındaki patlamanın bu ülkelerdeki yoksullara etkisini azaltmak üzere mısır ve pirinç gibi temel gıdalar için yüz milyon dolarlık bir fon ayırdılar. Özel spekülatörleri devreden çıkarmak için bu devletler bir halk gıda dağıtımı ağı kurma ve gıda fiyatlarını düzenleme konularında anlaştılar. Maalesef Güney devletlerinin büyük çoğunluğu, neo-liberal hükümetleri nyüzünden halklarının yararına benzer adımlar atmakta başarısız kaldılar. Öyle görünüyor ki bu ülkelerde kronik gıda sıkıntısı ve az ve kötü beslenme probleminden kurtulmak için halkın kendisinin büyük ölçekte harekete geçmesi gerekiyor.

Tüm dünyaya yayılan yeni protestolar insanların kendi yaşamlarını değiştirmek ve gıdaya ulaşabilmek için gerçekten aktif hale geçtiklerinin bir göstergesi. Dünya yoksulları tüketiciler olarak gıda ve ona eşlik eden onur haklarını talep ederek ayağa kalkıyor. Ancak bu mücadele yeni değil. La Via Campesina, MST, Zapatista’lar, ve Piqueteros gıda hakları için on yıllardır savaş veriyorlar. Ancak son protesto dalgaları gıda için mücadelenin artık daha yaygın ve yoğun geçebileceği gerçeğine işaret ediyor.

Daha önce bahsedilen hareketlerin mücadeleleri aynı zamanda kapitalizmin dışında ona alternatif başka ekonomiler yaratmak için olmuştur. Gerçekten de bu kavgalar herkes için gıda hakkının kapitalizm içinde elde edilemeyeceğinin kavranmasını getirmiştir. Zapatista ve MST gibi hareketlerin Chiapas ve Brezilya’da arazi işgalleri yapmaları gibi etkinlikler sonucu bu çeşit anlayışlara ulaşılabilinmiştir. Bu hareketler bu arazilerde insanların gıda gereksinmelerini karşılamak için kooperatifler ve kolektifler kurmuşlardır. Bu yolla demokrasi, dayanışma ve eşitliğe dayanan kendi ekonomilerini yaratmışlardır. Aynı zamanda halkın yaşamını geliştirmek için alternatif ticaret ağları kurmuşlardır. Piqueteros gibi hareketler de Arjantin’in şehir bölgelerinde arazi işgal etmiş ve şehir çiftlikleri kurmuştur. Buna ek olarak mahallelerde kendi mutfaklarını yaratarak bu bölgelerdeki halkın tümünün beslenmesini garanti altına almışlardır. Bu faaliyetlerin arkasındaki fikir, gereksinimleri küresel şirket kontrolündeki ekonominin dışında yerel olarak karşılamak için yerel üretime öncelik vermek olmuştur. Eğer önümüzdeki dönemde yüz milyonlarca insan açlıktan ölmekten kurtulmak istiyorsa öyle görünüyor ki tüm dünyada bu hareketlerin faaliyetleri halklar tarafından benimsenmeli ve uygulanmalıdır. Şirketlerin gıda zincirini kontrol etme güçlerinin kırılması gerekir ve bunu yalnız halk yapabilir. Gerçekten de yalnızca insanlar kendi eylemleri yoluyla bir özgürlük, demokrasi, onur, ve eşitlik dünyası – parası olmayanın açlıktan ölmeyeceği bir dünya- yaratabilir.

Alternatifler bir dizi planı gerektirir. Öncelikle dünyanın geleceği için tarımın eskiden olduğu gibi tamamen organik halde çeşitli ekimin birbirini ve toprağı dengeleyeceği biçim olan günümüzün ekolojik kavramıyla perma-kültür (permaculture) prensibine dayanmalıdır. Bu tür çiftliklerin tarım işletmeciliği amaçlı değil de yerel ekonomiye hizmet etmesi amaçlanmalıdır. Yurt genelinde çiftçiler “organik çiftçi kooperatifleri” altında örgütlenebilir. Bu örgütlenme yurt genelinde doğal tarım yapanların dayanışmasını sağlayacağı gibi kapitalist Küreselleşmenin yıkıcılığına tarımda güçlü bir tavır almayı sağlayacaktır.

Hindistan’daki gibi tohum kooperatifleri kurulabilinir. Bu birliktelik ulus ötesi tohum şirketlerinin hakimiyetine bir direniş yaratacaktır. Hindistan’da GDO’lu organizmaları dayatan ulus ötesi şirketler için küreselleşme karşıtı gösterilerde dahi sesleri duyulan büyük bir örgütlenme var. Örneğin, 1995 yılında Hindistan’ın bağımsızlık gününde binlerce çiftçi GATT’ın uygulamalarına tarım ses yükseltti. Monsanto vb ulus ötesi şirketlerin hakimiyeti sonucu bugün 200 pirinç çeşidinden yalnızca 70 çeşit pirinç olduğu söylense de. bu dayanışma vasıtasıyla köylüler birbirleri arasında tohum değiş tokuşu da yapıyorlar. Böylece tohumlarının geleceğini yapabilecekleri tohum kooperatifleri kurdular.

Merkezileşen ve ticarileşen tarımda aile işçisi olarak çalışanlar ile diğer tüm çalışanlar siyasi, ekonomik ve sosyal haklarını elde edebilmeleri için örgütlenebilir. Çünkü görüldüğü üzere şirketlerin tek yanlı egemenlik kurmaları sonucu çiftçilik mesleği ortadan kalkmak zorunda kalacaktır. Görünen o ki; eski tadları bilen ya da anlatılanlardan duyup öğrenenler zamanla biyolojik ye da organik çiftçiliğe yönelecektir. Çünkü ticari pazar dışında kendileri, aileleri, komşuları ve yerel tüketici için zehirli kimyasalları içeren yiyecekleri sunmak istemezler. Çiftçi aynı zamanda genetiği değiştirilmiş organizmaların endüstriyel çiftliklerde üretilmesine karşı da uyanık olacağı için biyolojik çeşitlilik (hepsi olmasa da zamanla bir kısmı) geri kazanılabilir. Bununla birlikte ülke tarımı ortak tarım politikaları ve DTÖ’nün yargılamalarından da uzak duracaktır. Üstelik pazarcılar yerel ekonomi ve yerel pazar için olan ürünleri ve orada üretilen malı satmaktan memnun olacaktır.

Tüketicilere kimyasallarla kirletilmiş hatta genleriyle oynanmış ürünler dayatılıyor. Üretici ile tüketici arasında olan üçüncü kişi olan süpermarket politikası onların karşılıklı bağımlılıklarını ortadan kaldırıyor. Böylelikle küreselleşme kapsamında tarımın ticarileştirilmesine karşı çıkarken endüstriyalist kapitalizmin süpermarket zincirine de karşı olmak gerekir Onların yerini rengârenk yerel pazarlar almalı. Dolayısıyla çiftçilerin kendi bulundukları çevreyi korudukları, kendi ihtiyaçlarına ve yaratıcılıklarına göýe geliştirdikleri, bölgelerinde ve yakın çevredeki öteki kooperatiflerle ve topluluklarla ilişki geliştirdikleri bir politikaya gereksinin olduğu açıktır.

Bugünkü gidişatla (ürünün ekolojik olarak onaylanması) ekolojik pazar yalnız yüksek fiyatlarla ürün alınabilen zenginlerin işine yarıyor. Yerel üretici-tüketici kolektifleri veya yerel değişim üzerine kurulu toplumsal bir sistem yaratılarak daha geniş ölçekte gereksinimleri tatmin etmek olasıdır. Bu tür bir yöntem izlenerek bugünkü fabrika tarımına karşı Anadolu’nun geleneksel tarımı geri çağrılabilir. Böylece çevresinde ve dünyada olup biten hakkında fikir sahibi olan bilinçli ekolojik üretici ve ekolojik tüketici ağı yaratılacaktır.

Bu modelle ekonomik küreselleşmeye karşı olan ve geleceğin toplumunda kendi kendine yeten organik bir toplumunun nüvesi yaratılacaktır. Bu çiftçiler yukarıda bahsedildiği gibi yurtta ve dünyadaki genel sosyal hak arayışı hareketine de katkı sağlayacaklardır. Bu da doğrudan demokrasinin hayata geçirildiği kapitalist küreselleşmeye karşı bir hareket demektir. Görüldüğü üzere burada esas olan organik çiftlikler, organik üreticiler ve organik tüketiciler arasında birbirini bütünleyen bir ağ yaratmaktır. Ab içinde her ne kadar ilerici ve demokratik unsurlar varsa da böylesi bir yapılanmayı ab den ya da dışardan beklemek sadece hayalperestlik değil safdillik olur.

Ekolojik üretim ve ekolojik tüketim anlayışını yerel kooperatifler vasıtasıyla harekete geçirmek için insanın insan ve insanın doğa üzerindeki tahakkümünün kalkması gerekir. Kısacası doğayla bütünleşmiş bir tarım kültürünün yanında sosyal olarak da kültürün köklü bir değişikliğe ihtiyacı olduğu görülüyor.

ENERJİ

Kapitalizm, bir enerji ekonomisi olma niteliğini petrol ve enerji savaşları ile yaşanan nükleer facialara karşın arttırarak sürdürüyor. Enerjinin sistemin varlığı için başat rolü nedeniyle; enerji konusunda sermayenin denetim çabası siyasal rejimlerin gittikçe otoriter ve anti demokratik bir hal almasına yol açıyor. Bugün nükleer ideolojiye karşı çıkmak için yarattığı tehlikeler yanında tek başına anti demokratik niteliği yeterli bir gerekçe oluşturmaya yeter. Nükleer silahlar bir yana üretilen enerjinin denetimi ve kontrolü nedeniyle nükleer santraller her zaman güçlü, merkezi ve otoriter rejimlerle hayata geçirilebiliyor. Sermayenin aşırı merkezileşmesi, üretim sürecinin gittikçe büyüyen ölçek sorunu ve büyük enerji girdilerine olan ihtiyacı, kriz derinleştikçe var olan enerji kaynaklarını denetlemek ve büyük nükleer santral projelerini hayata geçirebilmek için merkeziyetçi ve otoriter rejimlere daha fazla ihtiyaç duyuyor. Türkiye’de de nükleer santral projeleri, rejimin anti demokratik uygulamaları ile at başı gitmektedir. Nükleer teknoloji, enerji ihtiyacını karşılaması yanında büyük miktarlarda sermaye gerektirmesi, piyasa oyunlarına elverişliliği ve nükleer silahlarla diğer enerji kaynakları üzerinde denetim sağlama olanağı yaratması açısından var olan krizde artan bir öneme sahip oluyor.

Şirketlerin üniversiteler ve ARGE faaliyetleri ile bilimi temellük etme çabaları yanında sermayenin üzerinde mülkiyet kurmasına olanak tanımayan hiçbir teknolojinin rağbet görmesi mümkün değil. Buhar makinesinin teknolojik evrimi tam da özel mülkiyete göre biçimlendirilmiştir. İki yüz yıl önce bulunan güneş pillerinin geliştirilmemesinin nedeni, bu teknolojinin özel mülkiyete olanak tanıyacak bir teknolojik sunumunun şimdiye kadar yaratılamamış olmasıdır. Kömürün ikamesi olarak geliştirilen hidroelektrik enerjisi, yenilebilir özelliklerine rağmen, baraj projelerinin kurulduğu yörelerde yok ettiği tarım alanları ve hidrolik döngüde yol açtıkları bozulma nedeniyle sermayenin elinde ekolojik açıdan zararlı projeler haline gelmektedir. Yarın güneş ve rüzgâr enerjilerinin aynı akıbete uğramayacağının hiçbir garantisi yok.

Kapitalizmde seçilen teknolojiler, emeğin ücretli emek halinde ve doğal varlıkların kâr ve piyasada mübadeleye olanak vermesi şeklinde daha fazla sömürülmesine olanak verdiği ölçüde gelişebilmiştir. Fabrikada işgücünün disiplin ve hiyerarşi ile organizasyonunun kendisi de bir teknoloji olmak üzere, sömürü ve şiddet kapitalizmde bir arada olmaya devam ediyor. Sermayenin aşırı merkezileşmesi gibi, sanayi tesislerinin ölçek sorunu ve büyük enerji girdilerine olan ihtiyacı göz ardı edilmemelidir. Rüzgar ve güneş gibi alternatif enerjilerin yenilenebilir potansiyeli mevcut şirket güdümlü teknolojiler içinde ekolojik krize çözüm bulabilmeleri için herkes tarafından kullanılabilir, kolay ve yerinde denetime, kendi kendine yeterliliğe uygun olması gerekir. Emekçilerin denetim ve karar alma süreçlerine katılım talebi olmadan, sermayenin memurluğunu yapan hükümetlerin elindeki rüzgâr ve güneş enerjisi ile elektik üreten teknolojilerin, bir sihirli değnek gibi enerji sorununu kendiliğinden çözmesini beklemek aşırı saflık olur.

DÜNYA YALNIZ BİZİM Mİ?

İnsanları toplama kampları ve fabrika çiftlikleri arasında benzerlikler bulmak gibi sinirlendiren az şey var. İnsan ve insan olmayan türlerin çektiği acıların birbirine benzediğini görmeliyiz. Theodor Adorno’nun söylediği gibi, “Auschwitz, birisinin bir mezbahaya bakıp da ‘onlar sadece hayvan’ diye düşündüğü noktada başlar”.

İktidar ve tahakküm sadece politik ve ekonomik fenomenler değildir; çünkü çok önemli psikolojik bir yönleri de bulunmaktadır. Ayrıksı bir insan patolojisi örneği olarak, doğayı, dünyayı, hayvanları, kendi bedenlerimizi küçümsemeyi, bunları bir korku ve iğrenme objesi haline getirmeyi sayabiliriz. Dahası, iktidar sistemleri ideolojileri meşrulaştırmaya ihtiyaç duyar, kapitalizmin insanların doğuştan rekabetçi olduğu inancına tutunmasını buna örnek verebiliriz. Benzer bir şekilde, günümüzdeki etobur pratikler insanların doğaları gereği et yediği, Tanrı’nın bizlerden et yememizi istediği ve bütün hayat biçimlerinin diğer hayat biçimlerini son derece doğal bir şekilde öldürdüğü şeklindeki mitolojilerden beslenmektedir.

Hayvanlar kendi acılarından söz edemezler, ancak hayvan sömürüsü yoluyla türcülüğün doğasını, insan şiddetinin anahtar yönlerini görebilir ve toplumun şu anda karşı karşıya olduğu öteki düşmanlığını, toplumsal ve çevresel krizi aydınlatabilir. İnsan ve hayvanların yaşadığı baskı arasındaki yakın ilişkiyi kavramak, hayvanlarla ilgilenen insanlara “peki ya insanların çektiği acı ne olacak?” şeklinde gösterilen tepkiyi bloke etmek açısından önemlidir. İster idrak etsinler ister etmesinler, veganizmi ve hayvan haklarını savunan eylemciler fiilen insan dünyasında var olan bir dizi kompleks problemle yüzyüze demektir; çünkü insanlar hayvanlara şiddet uyguladığında birbirine karşı da şiddet uygular; hayvanları kendi tüketimleri için sıradan kaynaklar haline dönüştürdüğünde, insanlar kendilerinin psikolojik anlamda büyümelerini ve merhamet kapasitelerini de engellemiş olur; hayvanların doğal alanlarını ortadan kaldırdıklarında insanlar kendilerinin de muhtaç olduğu ekolojik sistemlere zarar vermiş olurlar; dünyadaki açlık sorununu daha da çoğaltmış olurlar, insanlar çevresel krize muhtelif şekillerde katkıda bulunur, kendi sağlıklarını mahveder ve insanların hayat kaynaklarını yok ederler.

Hayvanların yaşadığı sömürü, insanların köleleştirilmesi ve insanlıktan çıkarılması için gerekli modeli, metaforları, teknolojileri ve pratikleri, sağlar. Hadım etmekten zincirlemeye, damga vurmaya ve kulak kopartmaya, beyazlar uzun bir zaman süresince hayvanları siyahlar yerine koymaya çabaladılar. Artık bir hayvan olarak görüldükten sonra siyahlara bu bilgiye göre davranıldı. Dahası, farklı ırktan insanları “yük hayvanı” olarak aşağıladıktan sonra bir hayvan metaforu ve sömüren bir gelenek oluştu, bu da kölelik kurumunu meşrulaştırdı.

Birçok antropolog on bin yıl önce hayvanların tarım toplumunun başlangıcında zalimane şekillerde evcilleştirilmesinin insan kültürünün bağrına şiddet ektiğini ve bunun da hiyerarşi, devletçilik ve diğer insanların sömürülmesini kolaylaştıran bir kavramsal model oluşmasını sağladığına inanıyor. Bu açıdan, kölelik ve kadınların metalaştırılması, aslında insanların hayvanları evcilleştirmesinin bir uzantısıdır. Patterson, Masson ve daha birçok yazar hayvanların sömürülmesi olgusunun insan toplumunu ve onun doğal dünyayla yaşadığı sorunlu ilişkiyi sıkıntıya sokan krizi, onun sebep ve sonuçlarını anlamak için hayati öneme sahip olduğunu düşünüyor.

Türcülüğü sınıf ayrımı, ırkçılık, cinsiyet ayrımcılığı, homofobi ve diğer ayrım türleriyle karşılaştırdığımızda benzer bir mantığa sahip olduklarını görüyoruz. Her birinde farklı gruplar arasında sert bir düalizm görüyoruz (mesela beyazlar ve siyahlar, erkekler ve kadınlar, insanlar ve hayvanlar gibi) ve bu düalizm aralarındaki ortak noktaları reddediyor. Ancak bu düalizmler masum değiller ve bu ayrımlar bir grubu diğerine üstün kılıp diğerini aşağı kılan bir hiyerarşi tarzında düzenleniyor. Her iktidar sisteminin bir bahanesi olduğu gibi düalistik hiyerarşiler de marjinalleştirilmiş grupların sömürüsü ve tahakküm altına alınması eyleminin teorisinden başka bir şey değildir. Her iktidar sistemi Öteki denen bir kategori oluşturur, muhafaza edilen bazı ihlalleri korumaya alır. Ancak her baskı unsurunda olduğu gibi iktidarın suç mazereti tamamen keyfi bir şey olup savunulması mümkün rasyonel bir tavırdan çok önyargıya ve ayrımcılığa dayanır.

Yaşanan zulümlerin benzerlikleri, insanın ahlaki bilincinin tarihini anlamamıza yardım eder ve kültürümüzdeki ahlaksal ilerlemenin ortaya çıkışını da ortaya serer. Bazı derin ekolojistler dünyayı bütün yönleriyle içerecek şekilde bir tanım yapmışlardır, yani bizim gerçek toplumumuz kasabamız, şehrimiz, ulusumuz veya dünya milletleri değil, tersine, bütün gezegendir. Yani bizim gerçek toplumumuz biyotoplumumuzdur, hayatı sürdüren, yaşayan ve yaşamayan varlıklardan oluşan toplumdur.

TOPYEKÛN SÖMÜRÜ NEREYE KADAR?

Neoliberal politikalarla sosyal devletin tasfiyesi, kuraklık, açlık, gıda güvenliği, kasırgalar, enerji savaşları, göç ve salgın hastalıklar dünyanın öncelikle ve en fazla yoksullarını vururken ekonomik ve ekolojik kriz karşısında adalet sorunu da yeni içeriklere kavuşuyor. Ücretlerin geri çekilmesi ve çalışma koşullarının kötüleşmesi ile iç içe olmak üzere bugün dünyada bir iklim adaletsizliğinden, su adaletsizliğinden, gıda adaletsizliğinden bahsediliyor. Yaşanan ekonomik krizlerin bedelini yoksullar, zannedildiğinden daha ağır ödüyor. Yoksul ülkeler, artan dış borç yükleri karşısında emperyalist ülke ve kurumların kredilerine ve borçları ertelemelerine karşılık, özelleştirmelere, sularının ve ormanlarının sermayenin hizmetine sokulmasına, doğal varlıklarının yağmalaması için şirketlerin önündeki engellerin kaldırılmasına olanak sağlayan yasalar yapmaya zorlanmaktalar.

Sömürgecilik ve yağmanın sınırları yoksul güneyin doğal varlıklarının telafi edilemez şekilde yağmalanmasını gerektiriyor. Yapısal uyum programları sanayileşmiş Batı’nın kirli teknolojilerin çevrenin daha az korunduğu ülkelere kaydırılmasını ön görüyor. Çöp teknolojilerin yoksul ülkelere transferinden emperyalist ülkeler büyük kârlar elde ediyor. İşbirlikçi hükümetler ise her türlü çevreci tepkiyi ülkenin kalkınmasına karşı çıkmakla bir tutuyor. Örnek olarak gösterilen Çin’in yakaladığı sanayileşme hızı sonucunda şu anda ülkede susuzluk, çölleşme, yaklaşan enerji krizi had safhalara geldi. Özellikle Çin’de çevre yasalarının gevşek uygulanması nedeniyle Batılı şirketler kirli yatırımlarını bu ülkeye kaydırdılar ve ortaya çıkan ekolojik krizde önemli bir pay sahibi oldular. Büyük baraj projeleri, nükleer santraller, çimento fabrikaları, madencilik faaliyetleri v.b. çevre sorunları nedeniyle yoksul ülkelerde kalkınmanın tek seçeneği ekolojik yağmadan geçiyor. Bu ülkelerde özellikle tarımın çok uluslu tarım tekelleri lehine düzenlenmesi ülkelerin ekolojik yıkıma doğru baş aşağı gitmelerine yol açıyor. Son 15 yılda yüzün üzerinde ülkede yabancı şirketlerin madencilik faaliyetleri konusundaki ulusal denetimleri azaltan maden yasası değişiklikleri yapıldı.

Türkiye de yaşadığı ekonomik krizlerden yabancı sermayeyi çekme ve kalkınma adına dünyanın diğer geri bırakılmış ülkeleri ile yarışa girmiş ülkeler arasında. Aynı yapısal uyum programı ile Türkiye tarımı çökertilirken bütün kirli yatırımlar ülkeye gelmeye başladı. Altın madenciliği, nükleer, HES, termik, Çimento, GDOlar, suyun ticarileştirilmesi, hangi başlık ele alınırsa alınsın, bütün bu başlıklarda Türkiye’nin giderek daha fazla emperyalist merkezlere bağımlı hale geldiğini görüyoruz. Hükümet, kendisini iktidarda tutan sermaye gruplarına karşı diyetini ülke topraklarını kirletme hakkı tanıyarak ödüyor. Özelleştirmeler ile sermayeye peşkeş çekilen kamu kaynaklarından sonra kamusal varlıklar olan toprak, hava, su da özelleştiriliyor ve sermayeye peşkeş çekiliyor. Türkiye bir orta kuşak ülkesi olarak Asya, Afrika ve Latin Amerika’nın yoksul ülkeleri gibi iklim değişikliğinden ilk etkilenen ülkeler arasında yer alıyor. Küresel ısınmanın yol açtığı sorunları çok daha doğrudan ve yıkıcı bir şekilde yaşamak zorunda kalacak bir ülkede yaşıyoruz. Dünya’da sera gazı emisyonları 1990’dan bu yana en hızlı artan ülke olan Türkiye, “onlar kirletti, biz niye kirletmeyelim” mantığıyla Cumhuriyet tarihi boyunca kurulan kapasitenin beş katı çimento fabrikası ve kömürlü termik santrali son üç yılda kurmaya başladı. (Bu bölüm iklim başlığı altına)

Türkiye’nin toplumsal mücadele geleneği içerisinde çevre hareketlerinin de içinde olduğu yeni bir sayfa açılıyor. Bergama Köylüleri ile başlayan Eşme, Artvin, İda Dağları, Sinop, Fırtına Deresi, Fındıklı, İkizdere, Munzur, Hasankeyf, Silopi, Pazarcık, Çaldağı, Efemçukuru, Ulukışla, Kurşunlu Köylüleri, Osmaniye, Akkuyu, Amasra, Ergene Havzası, Gönen, Karasu derken artık saymakla bitmeyen Türkiye’nin hemen hemen her ilinde yerel ve kendi yerel inisiyatifleri oluşmuş, genelde yoksul köylü tabanlı, sadece açılan davalara hasredilmemiş, toplumsal talepleri de olan, antikapitalist direniş odakları kendini gösteriyor.

Ekolojik kriz ile ekonomik krizin birlikte yarattığı sonuçlara karşı doğalgaz, su, elektrik zamları ve bunlardan alınan dolaylı vergilerle ücretlerinden kesinti yapılan, açlığa, kirli havaya, soğuğa, evsizliğe, işsizliğe ve onursuzluğa terk edilen işçilerin mücadelesini çevre hareketiyle birleştirmek gerekiyor. Çevre/ekoloji mücadelelerini ezilenlerin mücadelesi ile birleştirmek, çevrecilere müttefik kazandırmanın yanında geleneksel sınıf hareketinin mücadele birikim ve deneyiminin de çevre hareketine kazandırılmasını sağlayacaktır. İnsanların çevreci olması için mutlaka AB’den fonlanan STK’lardan sertifika almaları gerekmiyor. Ekolojinin adını bile duymamış Çaldağı Köylüleri’nin ekoloji mücadelesi vermediklerini kim iddia edebilir? Üçüncü dünya ülkesi yarı aydın bakışıyla Türkiye’de çevre bilinci yok diyerek çevre mücadelesi uzmanların işi olmaktan kurtarılmalıdır.

Küreselleşme saldırısı ile gelen ekolojik yıkımın doğrudan hedefi olan varoşlar ve kırların binlerce yıllık sahibi köylüler, bir yandan madenlerin, barajların, termik santrallerin, çimento fabrikalarının bilimsel-teknik boyutunu yaşam hakları ekseninde öğreniyor. Diğer yandan yaşam haklarına yapılan bu saldırıyı küresel düzeyde sorgulayan bir bilince kavuşuyor. Yeni dönem köylü hareketinin en temel karakterinden biri, bu küresel ölçekteki mücadele bilincidir. Diğer toplumsal muhalefet dinamikleri ile buluşmaya yatkın olmayan köylüler, ulusal ve uluslar arası ölçekte önemli örgütsel zeminler kurdular. 30-40 yıl önce köylerine yapılacak fabrikaları davul zurnayla karşılayacak köylüler, şimdi; “deremizi, ovamızı bize bırakın gerekirse elektriksiz ve işsiz yaşamaya razıyız.” “Temiz havamız, suyumuz, bağımız, bahçemiz bizim en büyük zenginliklerimiz” diye durduk yerde karşı çıkmıyor. Boşuna, karşı çıkanların çoğunluğu o yörelerde yaşayan en yoksul insanlar değil.

Dogmatik pozitivist anlayışla hesaplaşıldığında, Anadolu’nun kadim halklarının kültürlerinde, insan-doğa ilişkisi açısından nasıl bir hazine olduğunu görülmektedir. Çeşitli ayaklanmaların “toprakta tohumda hakça” yaşamak için başlatıldığını, toprağın bilgeliğini, her varlığa sevgiyle yaklaşanları kendi tarihi olarak görülecektir.

Ulusal güvenlik bahanesiyle nükleeri savunmak, nükleere karşı “ulusal kaynak” diye kömürü savunmak, iklim değişikliğine karşı “rüzgar, güneş bize yeter” demek, AB uyum sürecindeki mevzuat değişikliklerinden medet ummak v.b. Hep aynı ulusalcı ve küreselleşmeci akıl tutulmasının örnekleridir. Kyoto kampanyası, Başbakan’ı “çevrecilerin daniskası” yaptı. İklim değişikliğine karşı çözümü rüzgar ve güneş enerjisine sıkıştırmak ta; Çevre Bakanı’na “bunlar gaz lobisi” dedirtti. Çevre, ekoloji hareketi, sermeyenin ve onun emrindeki hükümetlerin şu ya da bu eğilimine yedeklenmeden, ekolojik krizin doğrudan ve dolaylı olarak mağdur ettiği milyonlarca ezilenin gücüne dayanmalıdır.

Kapitalistlerin ekolojik kriz karşısında düşünebilecekleri tek şey, krizden nasıl daha fazla kâr elde edebilecekleridir. Bu yüzden ekolojik krize karşı mücadele kapitalist sistem ortadan kaldırılmadıkça başarıya ulaşamayacaktır. Yine çevreci gibi görünmesine rağmen, son derece liberal bir talep olan şirketlerden ekolojik maliyet talepleri sadece kapitalizmin kalıcılaşmasına yol açıyor. Doğayı fiyatlandırmak insani-doğal varlıkların bir para kazanma aracı haline getirilmesini meşrulaştırıyor. Petrol ve balık konusundaki arz sorunu, olsa olsa sermayenin iştahını kabartıyor ve fiyatları daha da artıyor.

Kapitalizmin krizlerinin yeni bir veçhesi olan ekolojik krizin, kapitalistleri kendiliğinden sistem içinde reform yapmaya, krizi düzenlemeye dönük bir takım geri adımlar atmaya yönelteceği boş bir beklentidir. Çevre hareketleri içinde ekolojik vergiler şeklinde taleplerle ekolojik krizin önüne geçileceği yönündeki talepler, aksine kapitalizmin meşrulaşmasına ve kalıcılaşmasına krizin daha ölümcül hale gelmesine yol açacaktır. Krizin yarattığı ek maliyetler ve azalan enerji ve hammadde kaynakları nedeniyle sermayenin azalan kâr marjlarını emekçilerin sırtına yükleyeceğinden de kuşku duyulmamalıdır. Özellikle çevre vergileri yoluyla bunu sağlama eğilimi gittikçe güçlenmektedir. Ne nüfusun durağan hale gelmesi, ne de fosil yakıtlara tüketicilerin daha az rağbet etmesi ekolojik krizi, açlık ve yoksulluğu ortadan kaldırmayacaktır.

Neoliberal politikalarla sosyal devletin tasfiyesi, kuraklık, açlık, gıda güvenliği, kasırgalar, enerji savaşları, göç ve salgın hastalıklar dünyanın öncelikle ve en fazla yoksullarını vururken ekonomik ve ekolojik kriz karşısında adalet sorunu da yeni içeriklere kavuşuyor. Yoksul ülkeler, artan dış borç yükleri karşısında emperyalist ülke ve kurumların kredilerine ve borçları ertelemelerine karşılık, özelleştirmelere, sularının ve ormanlarının sermayenin hizmetine sokulmasına, doğal varlıklarının yağmalaması için şirketlerin önündeki engellerin kaldırılmasına olanak sağlayan yasalar yapmaya zorlanmaktalar.

Türkiye Ekoloji/Çevre Hareketi artık lokal ve tematik bir yapıdaki yerel hareketler toplamından çıkmaya başlamaktadır. Hareketin ortak bir politik eksene ve örgütlülüğe sahip olmaması büyük resmin görülmesini zorlaştırmakla birlikte, yerel hareketler arasında son yıllarda azımsanmayacak bir deneyim aktarımı ve eylem birlikteliği sağlanmaya başladı. Egeçep, Doğu Akdeniz Çevre Platformu, Derelerin Kardeşliği Platformu, İda Dağları’nı kurtarmak için kurulan platformlar, Hasankeyf ve Allinoi’nin birlikte kurtarılmaya çalışılması gibi çabalar, yerel hareketlerdeki daha geniş zeminlerde bir araya gelme eğilimlerinin somut göstergeleridir. Sorunun kaynağı ortak olduğu için mücadelede ister istemez ortaklaşmaktadır. Vezirköprü’deki çimento fabrikası için Çanakkale’ye termik santral yapılıyor. Şavşat’taki HES’e karşı çıkmamaları için Ankaralıların doğal gaz zamlarına boyun eğmeleri isteniyor. İnsanlar İzmir de arsenikli su içerken Efemçukuru’na siyanürlü maden kuruluyor, tarım çökertilirken İnaylılar’ın suyu maden şirketine akıyor. Madencilik, çimento, termik, su, enerji, nükleer alanında faaliyet gösteren sermaye grupları güçlerini birleştirirken bunlara karşı yürütülen mücadelenin de birleşmesi kaçınılmazdır.

Türkiye’de yaşanan çevre sorunlarının hepsini kesecek ortak paydalar vardır. Amasra’daki termik santralden kurtulmanın çaresi, Sinop ve Akkuyu’ya nükleer santral yapılması değildir. Birlikte mücadele zorunludur. Sinop’ta nükleer santral kurulsa da memleketin her karışına altın madeni kurulsa da halk kitleleri daha yüksek elektrik faturaları ödeyecektir. Nükleer santraller, HES’ler, termik santraller, rüzgâr ve güneş santralleri, sermayenin enerji ihtiyacını azaltmayacak sadece kapitalistlerin bu alandan daha fazla kâr elde etmesini sağlayacaktır.

Bergama Köylüleri, Türkiye’de çevre mücadelelerinin halklaşmasının kapısını aralamakla kalmamış, Türkiye Çevre Hareketi açısından halen en büyük deneyim barındıran ve en fazla ders çıkartılması gereken bir pratiği de kazandırmıştır. Eylem tecrübesi, elde edilen bilimsel ve hukuksal kazanımlar, Eşme’de İda Dağları’nda, Munzur’da, Artvin-Cerattepe’de, Gümüşhane’de siyanürlü altın madenciliğine karşı verilen mücadelelerle sınırlı kalmaksızın Türkiye’nin dört bir tarafındaki yerel çevre hareketlerine katkı sunmaya devam etmektedir. Halen Bergama’da sermayenin oynadığı oyunlar ve buna karşı verilen mücadele, Türkiye’nin diğer yerellerindeki mücadelelerin de kaderi üzerinde tayin edici bir role sahiptir.

Hükümetler, Cargill, Tüpraş, Pektim, Seydişehir, Karadeniz Sahil Yolu v.b. davalarda yargı kararlarını uygulamamayı ve kararların arkasından dolanmayı adeta bir hükümet politikası haline getirmiştir. Bunun yanında artan ekolojik saldırının boyutları, tek tek davalarla baş edilemeyecek kadar artmıştır. Eşme’de işletmeci firma kaybettiği davayı bile kazanmış gibi göstererek Çevre ve Orman Bakanlığı’ndan yeniden faaliyete başlamak için olur alabilmiştir. Sadece Artvin İli’nde yapılacak hidroelektrik santrali sayısı 150’yi geçmiştir. Bergama’da şu ana kadar yüze yakın dava kazanılmasına rağmen altın madeninin halen çalışmaya devam ettiği düşünüldüğünde, bırakın dava açmayı ve dava harçlarını bulmayı, Artvin’e onlarca yeni mahkeme kurulması gerekmektedir.

Çevre yasaları çevreyi korumaktan ziyade kirliliği düzenlemeye dönük uygulamalar getiriyor. Hukuksal alandaki asıl tehlikeli yönelim, kapitalist zihniyetin her alandaki sonucu gibi hukuk sisteminin de gittikçe atomize olmasıdır. Bağımsız idari otoriteler ve özel yasalarla idari ve adli süreçler sermaye açısından özerk bir yapıya kavuşturuluyor. Petrol Yasası, Maden Yasası, Nükleer İhale Yasası ve enerji mevzuatı, bu sektörlerdeki şirketlerin elini kolaylaştırmak için özerk birer cumhuriyet yaratıyor. Sosyal devlet tasfiye edilirken hukuk ta sermayenin çıkarına hizmet ederek özelleştiriliyor. Hukuk sistemi, uygulanmayan yargı kararlardan daha fazla bu atomizasyonla kirletiliyor.

Tarihimizde insanlarımız nasıl fındığına, çayına, tarlasına, fabrikasına sahip çıkarken patronlara, ağaya, tefeciye karşı mücadele etmişlerse bugün de aynı antikapitalist mücadele stratejilerine ihtiyaç vardır. Toprak ve fabrika işgalleri, Tariş direnişi, Köy-Koop, “Boğaza Değil Zap’a Köprü Kampanyası”, Orman Kanunu ile ilgili kampanyalar ve benzeri deneyimler hatırlandığında, siyanürlü altın madenciliğine karşı mücadele ederken Yeraltı-Maden-İş’in deneyim hazinesine başvurmak hiç de zor olmayacaktır.

Sonuç olarak ekoloji mücadeleleri milyonlarca ezilenin yaşam mücadelesi ile iç içe bir mücadele olarak ele alınmalı ve birbirinden soyutlanmamalı, tüm mücadeleler ortaklaştırılmalıdır. İşbirliği yerine rekabeti, uzlaşma yerine tahakkümü savunan kapitalizme karşı mücadele için her düzeyde dayanışma zorunludur.

DirenEkoloji-Direnİstanbul

KAYNAKLAR

http://gdohp.blogspot.com/

Karasaban


http://www.ekolojistler.org
http://www.yesiller.org
http://www.internationala.org/

KAPİTALİZMİN EKOLOJİK TAHRİBATINA KARŞI
KÜRESEL DİRENİŞ!

Eğer bugün bir yeryüzü laneti varsa herhalde o da kapitalizmdir. Malların kullanım amacıyla değil, yalnız ve yalnızca pazarda alınıp satılarak kâr elde etmek için üretildiği, bu kıyasıya bir rekabet içinde gerçekleştirildiği ve her türden insani etkinliğin de bu pazarlığa tabi kılındığı, doğa ve insan sömürüsüne dayalı bir kabus.

İnsanın insan ve doğa üzerindeki her türlü tahakkümünü ve sömürüsünü her geçen gün derinleştiren kapitalizm büyük bir savurganlıkla gereksiz ürünler yaratıyor, doğayı yok ediyor ve geriye sadece zehirler ve çevreyi kirleten ürünler veriyor. Ekolojik yıkım kapitalizmin rastlantısal bir özelliği değildir: Sistemin DNA’sında vardır. Doymak bilmeyen, karları arttırma ihtiyacı reformlarla düzeltilemez. Kapitalistlerin ekolojik kriz karşısında düşünebilecekleri tek şey, krizden nasıl daha fazla kar elde edebilecekleridir. Bu yüzden ekolojik krize karşı mücadele, kapitalist sistem ortadan kaldırılmadıkça başarıya ulaşamayacaktır.

Kapitalizmle birlikte köylüler, topraklarında şirketlerin işçisi durumuna düştüler veya ücretli köleler olarak kentlerdeki ucuz işgücü ihtiyacını karşılamak için kırdan kente göç etmeye başladılar ve her geçen gün büyüyen şehirler, gelişen kapitalizmin göstergesi oldu. Şehirlerin kıyısında yaşamaya başlayan emekçi yığınları, kötü yaşam koşullarına ve köle gibi çalıştırılmaya katlanmak zorunda bırakıldılar. Büyüyen kentleri beslemek için topraktan daha fazla ürün elde etmek kaçınılmaz hale geldi. Böylelikle büyütülen “Endüstriyel tarım”; doğanın ve insanın zehirlenmesinde; kuş gribi, domuz gribi ve Sars gibi salgın hastalıkların ortaya çıkmasında ve yayılmasında da başlıca etken oldu. Toprağın doğal çevrimi bozulurken kentler; fabrikalar, hava kirliliği, asit yağmurları ve atık sorunları ile birer kirlilik kaynağına dönüştüler. Ekolojik kriz, kır ve kenti parçalayan özel mülkiyet, buna dayalı hijyen kültürü ve artık-atık üretim tarzının kendisidir.

Bilgi üretim araçlarını da kontrol eden sermayenin, politikacıları, bürokratları, ekonomistleri ve profesörleri, her birinin yolu “dünyadaki ekolojik tahribatın, serbest pazarı ve dünya ekonomisini yöneten sermaye birikim sistemini kesintiye uğratmadan da tamir edilebileceği” ana fikrinde kesişen sonsuz öneriler ileri sürmekteler. Bu rejimin vahşiliğini örten hafifletmelerin ve propaganda amaçlı yumuşatmaların tümünü reddediyoruz.

Kapitalizm köylülerin ortak topraklarını çevirerek ve insani bir etkinlik alanı olan çalışmayı metalaştırarak hakim bir sistem haline gelebildi. Bugün bu hakimiyetini son derece inceltilmiş, bilinç altına nüfuz edebilen ve yaşamın simülasyonu olmaya çalışan mekanizmalar ve yanılsamalar yaratarak devam ettirmeye çalışıyor.

Ama bunu kuşatıcı ve sistematik bir bütünsellikle gerçekleştirebilmesi için artık kendi yüzü haline gelmiş bazı kurumlara ihtiyacı var. Bu ihtiyacın büyük bir kısmını ise II. Dünya Savaşı’nın hemen akabinde oluşturulan Bretton Woods Kurumları olan IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü karşılamaktadır. Tabii her zaman olduğu gibi ruh ikizleri olan Devlet ile elele.

Bu kurumlardır toprağın sistematik olarak yağmalanmasını, küçük çiftçilerin topraklarının ellerinden alınmasını ve büyük kentlerin varoşlarının doldurulmasını sağlayan. Ve bu kurumlardır patent yasaları, terminatör tohumlar ve kimyasal ilaçlarla tarımın global işletmelerin kontrolüne verilmesini sağlayan. Bir zamanların kendine yeterli çiftçileri artık kredi ve kimyasal bağımlılarına, Afrika’nın yerli çobanı safari kamplarındaki dilencilere dönüşmüştür.

On binlerce yıldır insanlığın ortak mirası olan tohumlar yeryüzünden silinmeye başlıyor, sofralarımız ne olduğunu bilmediğimiz genetiğiyle oynanmış ucubelerle donatılıyor, içeceğimiz bir bardak su boğazımızda kalıyor. Biz bunları bir zamanlar karamsar bilim-kurgu kitaplarında okur, filmlerinde seyrederdik. Bugün bunlar artık hayal ürünü değil, hepimizin gerçek yaşam öyküleridir.

Küresel ısınma cehennemi yaşadığımız kente, mahalleye ve evimize getiriyor ve artık kaçacak yerimiz kalmadı. 3G teknolojisinin yaşadığımız mahallede daha fazla baz istasyonu kurulacağı, nükleer ve termik santrallerin, 3. köprünün, barajların, madenlerin ve kentsel dönüşümün daha fazla ekolojik ve sosyal yıkım olduğu anlamına geldiğini anladığımızda da kaçacak yerimiz kalmayacak.

Kent havası insanı özgürleştirirmiş, derler. Ama kentler artık soluk alamadığımız, toprağın üstünün betonla kaplandığı, estetikten mahrum binaların, gökdelenlerin ufku kararttığı, insanların değil taşıtların hakim olduğu bir mekan haline dönüştü.

Vahşi yaşamın git gide daraldığı, ormansızlaşmanın bir yangın gibi yayıldığı, her geçen gün yüzlerce hayvan ve bitki türünün neslinin tükendiği, iklim değişimi nedeniyle toprakların çoraklaştığı ya da seller altında kaldığı ve yeni yeni hastalıkların türediği bir çağda kapitalist endüstriyalizmin aç gözlü uygulamalarına karşı direnmek hepimiz için bir ölüm-kalım meselesine dönüşmüştür. Kapitalist dünya sistemi tarihsel olarak iflas etmiştir. Ekolojinin diliyle, son derece sürdürülemezdir ve temelden değiştirilmelidir ve yaşamaya değer bir gelecek istiyorsak yerine yenisi konmalıdır.

Hiçbir zaman özgürlük, eşitlik ve “doğrudan demokrasi”ye bu kadar ihtiyacımız olmamıştı. İnsan, doğa ve barışın başlıca düşmanı olan kapitalizmi yok etmek hiçbir zaman şuankinden daha acil olmadı.

İstanbul! Bugün bunlara “dur” deme sırası sende…yaratma sırası da sende…

Hepinizi 2 Ekim’de IMF ve Dünya Bankasına karşı Küresel Ekolojik Direniş’e davet ediyoruz.

http://overseas.ov.funpic.org/bildiri/ekoloji/eko-brosur2.pdf

October 13, 2009 - Posted by | ekoloji, isyan

6 Comments »

  1. çok kötü aradıgım hiç bir şeyi bulamadım:(

    Like

    Comment by ezgi | April 26, 2010 | Reply

  2. Teşekkür ederim

    Like

    Comment by Yavuz | August 23, 2010 | Reply

  3. Ben buldum teşekkür ederim. Çok güzel bir yazı…

    Like

    Comment by yasemin | February 1, 2014 | Reply

  4. SOFT AND FAST LOAN OFFER. Düşük faizli acil kredi teklifi, Yatırım kredisi? İşletme Kredisi? E-posta: dealae@usa.com

    Like

    Comment by DEA LAE | March 6, 2018 | Reply

  5. DO YOU NEED A LOAN TO START UP A BUSINESS EMAIL: DEALAE@USA.COM

    Like

    Comment by Dea Lae | May 7, 2021 | Reply


Leave a comment