ecotopianetwork

Ekososyalist Bir Kır Kent Hareketine Doğru (Fevzi ÖZLÜER)

Sonunu müjdeleyen bir çağda yaşıyoruz. Uygarlığımız, bugüne kadar görmediği bir gücü, sıkışmış bir gücü barındırıyor damarlarında. Bu birikmiş güç ve enerji nereye akacağını kestiremediğimiz bir hoyratlıkla dünyamızın dehlizlerinde dolaşıyor.

Bu güç, dünyayı, yeniden yaşanabilir kılacak bir enerjiye de dönüşebilir; dünyayı top yekûn bir yok oluşa da sürükleyebilir. Bu sonun nasıl yaşanacağı sorumluluğu ise, bu çağın emekçilerinin omuzlarına biniyor. Tekil kurtuluşlar, varoluşlar ve hatta yıkılışlar çağı kapandı. 

Kapitalist uygarlık ve burjuva sınıfı, vaat ettiği özgürlük ve eşitlik dünyasının iflasını dünyanın dört bir yanına yaydığı  savaşlarla ilan ediyor. Bir yanda muazzam bir sermeye birikimi diğer yanda da yoksulluk, açlık, doğanın yıkımı yaşanıyor. Kapitalizmi meşrulaştıran tüm ahlaki, toplumsal, ekonomik, kültürel olgular yıkılmaya yüz tutuyor. Emekçileri ücretli köle haline getirerek onları geçim araçlarından kopartan kapitalizm, toplumu bir arada tutan ve kapitalizmin varlık koşulları olan değerleri de temelinden sarsıyor. Toplumsal yaşamın üstünde bir güç olarak kar düzenini yaşatmak için ise, tüm bu değerleri yeniden üretmekte gecikmiyor burjuva sınıfı.  

Toplumsal yaşamın maddi varlık koşullarını yıkmak pahasına, sermaye birikimi “kendinde anlamlı” bir güce dönüşüyor. Topluma ve doğaya rağmen büyüyen sermaye, yarattığı toplumsal çelişkinin bedelini emekçilerin ve doğanın omuzlarına yüklüyor. Yarattığı savurgan uygarlık doğanın maddi varlıklarına rağmen hükmünü sürdürmeye çalışıyor. Emekten ve doğadan çaldığı geçim araçlarının egemenliğiyle toplumsal tahakkümünü perçinleyen burjuva sınıfı her gün emeğin yeteneklerini, doğanın olanaklarını iğdiş edecek şekilde emeği ve doğayı üretimin saflarından tüketimin raflarına gönderiyor. Üretim salt bir tüketim nesnesi haline geliyor. 

Emekçiler, üretim araçlarını yitirdiği gibi, toplumsal var olma koşullarını  da yitiriyor. Neyi, nasıl, ne kadar, kimin için ve ne için ürettiğini sorgulamaktan uzaklaştırılıyor. Aldığı ücretle, plazma televizyon hayali ikilemine sıkışmış yoksullar, kapitalizmin soysuzlaştıran kültürü karşısında en temel yeteneği olan dünyayı değiştirme becerisi körelmiş, toplumsal ve biyolojik bedenine, emeğine ve doğaya yabancılaşmış, her türden gerici ideolojiye tutsak bırakılmış bir kütleye dönüştürülüyor. 

Emekçiler, dünyayı kucaklamanın baharından geçiyor.

Bütün dünyayı  saran ve yıkan uygarlık ateşi, makinelerin yaratımında bir dünya tahayyül ediyor. Bugüne kadar edindiğimiz tüm insancıl yetilerimizi bir yandan yitiriyor, toprağı tanıyamaz hale geliyoruz. Büyük şirketlerin denetim ve mülkiyetlerine aldıkları bilgi, insanların geleceklerini çizen yeni tanrıya dönüşüyor. Bilim de bu tanrının kutsal kitabı, vahiyleri indiren ise kapitalizmin teknisyenlerine dönüşmüş bilim insanları. 

Ekmek yapmayı  bilmiyoruz, tohumlarımız yok. Buğday üretemiyoruz. Tarlamız var süremiyoruz,  çünkü hazır yapılmışı, sürülmüşü  var. Evler inşa etmekten kopalı hayli zaman olmuş, ustaları var, ekolojik olanı olmayanı var çünkü. Tüm bedenimiz paramparça. Ellerimizle birlikte ayaklarımız da iğdiş ediliyor. Otomobil uygarlığı bizi istediğimiz yere götürmeyi vaat ediyor. Kara taşımacılığı binlerce can alsa da iklimleri değiştirse de, yakını uzak yapsa da otomobil istiyoruz. Ama gidemesek de dünyanın öteki ucuna, belgesel kanalları gitmediğimiz görmediğimiz şehirlere yerleştirdiği kameralarıyla, canlı yayında bize dünyayı tanıtıyor. Her şeyden çok ama çok var, yeter ki satın alacak paranız olsun. Paramız olmasa da borçlanarak alıyoruz, eşya sofrasının çıkma parçalarını. Sularımız akmasa da hepimizin evinde çamaşır ve bulaşık makinesi kalkınmışlık ikonu oluyor.  Mekanla iş-işsizlik arasında sıkışmış bir topluma esir ediliyoruz. Ölmüş bir uygarlığı sevdirmeye çalışıyorlar. Bir tür ölü sevicilik kol geziyor. Ölen bir kültür, yoksullara taksitle satılıyorlar. Bedelini ise peşin peşin ödetiyorlar. 

Hareket etmenize hiç ama hiç gerek yok diyor burjuva ideologları, çünkü  kapitalizm kendin menkul aklıyla hep daha fazlasını arzuluyor bizim yerimize. Piyasa dengesini bulur diyorlar. Ancak tüm bir umursamazlık ve çöküş çağı içinde, tarihin bu gerileme devresinde, devrimci bir değişime de ebelik etmenin tedirginliğini yaşıyoruz. Bütün bu toplu barbarlık projesi yeniden ve yeniden üretilirken dünyanın farklı köşelerinde çoban ateşleri alevleniyor. 

Sermayenin, 21. yüzyılın bu eşiğindeki saldırganlığı karşısında yeni direniş odakları da tohumlarını filizlendiriyor. Bu tohumların toplumsal ve siyasal karakteri ve gücü, sermayenin muazzam saldırısını alt üst edecek bir örgütlülüğe sahip olmasa da kendi özgün deneyimleriyle, yeni bir uygarlık projesi üzerine kafa yoruyor. Tüm bu saldırganlığın karşısında, yeni sömürgecilik rejimlerine, kapitalizme direnen on binlerce insan hayatı yeniden anlamlı kılmanın, doğayla ve emekle birlikte eşitlikçi, toplumsal adaleti savunan, özgürlükçü, doğayla birlikte yaşamı kurgulayan bir dünya yaratmanın olanaklarını arıyorlar.

Doğayla birlikte geleceği yeniden yaratabilmek için, bugün sermaye düzenini ve onun siyasal biçimlerini alaşağı etmemiz şart. Yönetim ile üretim arasındaki yarılmayı giderecek bir siyasal devrim mümkün. Kent ile kır arasındaki çelişkiyi aşacak bir toplumsallığa yönelmiş bu siyasal iktidar, tüm toplumsal meşruiyetini tarih ve doğa birliğinden alan emekçilerin iktidarı olarak kendini yeniden kurmalıdır. Ancak bu koşullarda toplumsal varoluşumuz, canlı varlığımızı tehdit etmeyen bir yönelime sıçrayabilir.  Bugün ki toplumsallaşma biçimi, sermayenin toplumsallığı, canlılığımızı tehdit etmektedir.

Bütün tarihimizi ve doğayı yeniden kazanma arzusu, hareket etme heyecanı  dünyayı kucaklamak için zorunlu görünüyor. Bu arzu dünyayı  yeniden yaşanabilir kılma bilinciyle birleştiğinde, insanlar öz yeteneklerini yeniden kazandıklarında, geleceklerini yapabilecek üretim araçlarına ulaştıklarında, kendi uygarlıklarını yeniden değiştirebilecekler.  
 
 1.EKOLOJİK KRİZİN TARİHSELLİĞİ

1.1.DOĞANIN VE EMEĞİN TEMELLÜKÜ

Kapitalist üretim tarzının iki temel belirleyici özelliği bulunmaktadır. Bunlardan birincisi, üretim araçları mülkiyetinin burjuva sınıfının elinde olması ve toplumun, üretim araçlarından yoksun kalmasından dolayı, emek gücünü, iş gücü olarak piyasada satmak zorunda kalmasıdır.  Bu geniş kitle, yaşayabilmek için çalışmak-emek gücünü satmak- “zorunda” bırakılır. “Özgürlük alanı” olarak varsayılan-piyasa- tam bir zorunluluk alanına dönüşür. Çalışmak bir etkinlik olmaktan çıkarak bir zorunluluğa dönüşür.

Bu nesneleştirme ve metalaştırma süreci, insanların çok yönlü etkinliklerinin ve ilişkilerinin tek bir ilişkiye yararlılık ilişkisine indirgenmesine yol açar. Kişi, iş gücü haline getirilerek, hesaplanabilir, kontrol edilebilir, denetlenebilir bir hesaplar sistemi temelinde, rasyonel ve nesnel bir makine haline getirilir. Makine imgesi, tüm toplumsallaşma biçimlerini sembolize eden bir imge haline getirilir. Kişilere dayanmayan, evrensel ve rasyonel olduğunun imgesini yaratan bu üretim biçimi kutsallığını ilan eder. Makineleşen ya da makinenin bir uzvu haline gelen kişi, tek amacı biriktirmek olan sistemin içinde, nesneleşerek yer bulur. Bu nesneleşme, insanın kendini biyolojik ve toplumsal olarak yenileyebilmek, yaşamak için yaptığı tüm etkinlikleri tüm duygularından arındırır. Emeği tek tipleştiren, birikim rejimi, bu şekilde, kendi düşünsel temeli homo economicusa dayanan akılcılığı da yeniden üretir. Hayatı tüketmek pahasına biriktiren bu sistem, her türlü insani etkinliği ekonomik bir değere dönüştürebildiği ölçüde kendi varlığını sürdürebilir.

İş güçlerine ihtiyaç duyulmayan ve artık nüfus olarak adlandırılan kesimse, piyasa koşullarında sefalete mahkûm edildikleri gibi üretim maliyetleri koşullarında çalışanların işsiz kalma tehdidi ve onların düşük ücretle ve kötü yaşam koşullarında çalışmaya zorlamanın aracı olarak kullanılırlar. Bu artık nüfus olarak adlandırılan kesim her türlü toplumsal bozulmanın da biricik sorumlusu gösterilmek üzere yedeklenir. “Artık” üretme ideolojisi kökenini buradan alır. Toplumsal zenginliğin paylaşılması konusundaki sermayenin cimriliği, emeğin artık haline getirilmesinde sermayenin savurganlığına dönüşmektedir. Sermaye, büyümek için, emeğin maddi zenginliğini yok etmek zorundadır. Daha fazla kar elde etmek için daha ucuz emek kullanma ihtiyacı, her defasında, tarihsel olarak, üretimi emekten özgürleştirme çabasına iter. Ancak üretimin teknolojiye dayandırılması bir yandan başlangıçta karlı gibi görünse de, sermayenin eninde sonunda emeğin artı değerine el koyması zorunluluğu kapitalist üretimin büyümek için emek sömürüsüne olan ihtiyacını daha fazla derinleştirir. Bu durum, sermayeyi daha sık krizlere sürüklemektedir.

Kapitalist üretim tarzının ikinci belirleyici özelliği, toplumsal zenginliğin bileşeni olan doğayı, bir hammadde-doğal kaynak olarak görmesidir. Kapitalizm koşullarında doğanın, üretim için bir girdiden başka bir değeri yoktur. Oysaki toplumun maddi zenginliği, emek ve doğanın ürünüdür. Kapitalist üretim, daha fazla kar elde etmek için emeği olduğu gibi doğayı da daha ucuza mal etmenin yollarını geliştirmektedir. Emek gücü nasıl ki kapitalist üretim tarzında iş gücü ise, doğa da hammadde ve kaynaktır. Sermaye birikimi ve büyüme ancak, emeğin işçileştirilmesi doğanın da hammadde haline gelmesi ile mümkün olmaktadır. Bu açıdan sermaye, el konulan emek ve doğadan başka bir şey değildir. Kapitalist üretimde her defasında bu el konulan toplumsal zenginliği-emeği ve doğayı- sermayedarların elinde en çoklanmasının sağlanmasıyla varlığını sürdürür.

Doğayı  hammadde deposu ve kaynak olarak daha ucuza mal etme arayışı,  aynı zamanda sermayenin de varlık koşullarını tehdit etmektedir. Sermaye, doğanın kendi varlık koşullarını yenileyebilme olanaklarını ortadan kaldıracak şekilde tüketir. Enerji, toprak, su, hava, tohum birer hammadde haline geldikçe, metalaştıkça, sermaye bu varlıkları daha ucuza mal ederek daha fazla kar elde edebilecektir. Bu nedenle, sermaye büyümek için her defasında emeği olduğu gibi doğayı da yok etmek zorundadır. Doğa varlıklarının, “doğal kaynak” haline getirilmesi süreci ile emeğin “işçileşmesi” süreci, kapitalist büyüme ve akılcılığın kaçınılmaz sonucudur.

Doğa, bir kez metalaştığında- kaynak haline geldiğinde- üretimde kullanılan bir tüketim nesnesi haline gelir. Sermaye açısından doğanın başka hiçbir değeri yoktur. Ama aynı zamanda sermaye kendini yeniden üretebilmek için kullandıkça atık haline getirdiği doğayı da yeniden kullanılır kılmak zorundadır. Sermaye, yeniden üretim süreçlerinde bu atığı bir kez daha düşük maliyetle bir hammadde haline getirmeyi dener. Ancak her defasında, doğa bir önceki seferinden daha geri dönülmez ve kullanılamaz halde atığa dönüştürülür. 

Bu artık ve atık üreten meta düzeni kullanım değeri yaratma mantığına göre değil her seferinde daha fazla değişim değeri, kar elde etme mantığı üzerinden işler. Daha fazla kar elde etme mantığına dayanan kapitalizm, üretim için gerekli olan girdileri ya da maliyetleri en düşük seviyede tutma refleksini de sistemin mantığı gereği barındırır. Bu durum, toplumsal yaşamın varlık zemini olan emeğin ve doğanın kendini yenileyebilme olanakları için gerekli koşullar ile sermayenin büyümesi için gerekli koşulların karşı karşıya gelmesi sonucunu doğurur. Doğanın toplumsallaştırılması için kullanımı ile kar için kullanımı arasındaki temel fark da buradadır. Kara dayalı toplumsal yaşamda, doğa kendini yenileyebilme olanaklarını yitirmektedir.

Emeğin bu doğal ve toplumsal formlarının, kullanım değerinin bu bileşenlerinin sermaye birikimi sürecine tabi olması ve birikim zorunluluğunun kapitalist üretim tarzının motoru haline gelmesi eş zamanlı  işleyen bir süreç ve ilişki olarak kavranmalıdır. Kapitalist üretim bu nedenledir ki aynı zamanda kendi maddi üretim koşullarını bozmaya meyillidir. Sermayenin büyümesi bu maddi gerçekle mümkün olabilir. Bu sermayenin aynı zamanda ekolojik krizinin olgunlaşma ve derinleşme zeminidir.

Oysa ki çalışma dediğimiz etkinlik bir yandan biyolojik ve toplumsal bir güç olan bedenin yeniden üretilmesidir. İnsan kendini yeniden anlamlandırma, yaşam alanını tanıma ve var olduğu yaşama alanına uyum için maddi etkinlikler de bulunur. Bu etkinlik alanı ise insanın toplumsal bedeni olan, fiziki ve toplumsal etkinliğinde cisimleşir. Çalışma bir zorunluluk haline geldiğinde ise, kişi hem biyolojik bedenine hem de kendi toplumsal bedenine – emeğine ve onun maddi var oluş koşullarına yabancılaşır.

Bu açıdan söyleyecek olursak, ekoloji mücadelesi, emeğin ve doğanın maddi yaşam ve var olma koşullarını yeniden üretme süreci olarak örgütlenecekse, bu süreç hem üretimin hem de yönetimin arasındaki yarılmayı ortadan kaldırmayı hedeflemelidir.

1.2.TOPLUM VE DOĞANIN YARILMASI

Sermaye sistemine içkin akıl, insan ile doğa arasındaki ontolojik bir karşıtlıktan hareketle hiçbir tarihsel bağlama oturmadan, her türlü insani etkinliği,  doğa üzerinde temellük ilişkisiyle bir tutar. İnsan doğanın dışında bir gerçeklik olarak ifade edilir. Bu algı düzeyi öyle bir hegemonya kurmuştur ki, modern ve rasyonel olarak gösterilen zihniyetin kendisi oluverir. Sermaye kendini tarih dışı ilan ederken, doğanın dışına attığı geniş bir kitleyi de doğanın düşmanı ilan ediverir. Şehirleri ele geçiren, kırı mahveden, gıdayı pervasızca tüketen ve açlığa neden olan yoksullar olur.

Bu yaklaşım, insanı doğa dışında tanımlayan, ilişkiselliği görmezden gelen,  tam da bu nedenle de onu biyolojik bir varlığa indirgeyen bir yaklaşımdır. Bu bakış doymak bilmez bir “insan doğası” inanışından, kaynakların kıt ama ihtiyaçların sınırsız olduğu tezini işleyen liberal akıldan beslenir. Diğer yandan da sermayenin aklı, bu çıplak insanı, doğanın dışında konumlandırırken, kovulan bu çıplak insanı, “doğanın yasaları” olarak ilan ettiği kurallar bütününe de tabi kılar. Doğayı “kaynak” haline getiren ideoloji tam da bu biçimde kaynakların da kıt olduğuna yönelik görüşe toplumsal meşruiyet zemini sağlar.

Sermaye toplumu, bir yandan doğa bilimlerinden elde edilen bilgileri toplumsal ilişkilere giydirmeye çalışır. Larvadan kurbağaya geçişi hızlandıracak laboratuar teknikleri üretici güçlerin geliştirilmesinin yöntemi olarak görülür ve bu yasalar evrenselleştirilir. Larvalıktan iribaşlığa geçecek kurbağanın gelişimin nasıl hızlandırılacağını açığa çıkartan bilim insanın bilgisi hemen topluma uyarlanır. Eğer ki topluma dışardan bir bilinç taşınırsa, bir öncünün müdahalesi olursa toplumsal yaşam tarihsel olarak gelişecektir. Bu şekilde tarih ilerlemeci bir hatta oturtulmuş olur. Üretici güçleri iğdiş eden sermaye tam da bu nedenle ilerici görülüverir. Üretici güçleri temellük eden ve yağmalayan üretim tarzı birden bire tarihin “dinamosu” oluverir. 

Toplumsal yaşamın belli bir evresine tekabül eden ve bu anlamda da tarihsel alana ait bir kavram olan “rekabet, yarış, ezme ve ezilme v.b..” kavramlar doğanın kuralları haline getirilir. Rekabetçi burjuva yaşamının getirdiği ilişki ağları, doğanın yasası haline dönüştürülür. Aslanlar, karınlarını doyurmak için diğer aslanlarla “rekabet eder”. “Katil” balinalar yok eder. “Avcı” şahin “avını” bir lokmada yer. Oysa rekabet eden liberal toplumdur. Katil olan balina değil, onu katil olarak gören rasyonel modern sermayenin toplumsal aklıdır.

Doğal seçilim tezleri de bu dolayımda, toplumsal bir ilke haline gelir. Güçlüler kazanır, zayıflar ölür. Sermayenin kuralı budur. Sermaye, liberal aklına bir de muhafazakâr aklı ekleyerek kendi rasyonalitesinin sınırlarını genişletir. Toplumsal yaşamın diline tercüme ettiği bu kavramsallaştırma, sermaye düzeninde emeğin ve doğanın, sürekli bir baskı altında kalmasına, toplumsal yaşamında her defasında totaliter ve denetimli bir rejime tabi kılınmasına yol açar.

Bir yandan insanı doğa dışına iten ve fakat bu insanı doğallaştırılan toplumsal yasalara tabi kılan modern akıl, aynı zamanda modern türcülüğün kök salmasına da zemin hazırlar. Kavga da kaybeden, büyük insan kitleleri nasıl yok edilmeyi hak ediyorsa, insan türünü temsil eden uygarlık bekçileri de aynı zamanda yanlarına aldıkları yalı köpekleriyle bir uygarlık halesi kurarlar. Fokları derileri için öldürmeyi hak olarak görürken, bu foklardan kendi kedi ve köpeklerine de kayış yapmayı ihmal etmezler. Modern türcülük, kapitalizm öncesi türcülüğünden farklılaşır. Artık, zenginler, insan türünün temsilcisi olarak kendilerini tüm bir doğaya ve topluma dayatırlar. Onlar dışında diğer türlerin ve hatta kendi türlerinden olsa da bu yok edilmesi gereken artık kitlenin var olmalarının hiçbir değeri yoktur. Binlerce hayvan, ilaç sanayinin kobayı oluverir. İlaç sanayinde binlerce insan açlıkla boğuşabilir. Ancak büyük insanlık ailesinin yegâne temsilcileri için bu dramlar doğaldır. Doğanın yasaları acımasızdır. Her koyun kendi bacağından asılır.

Acı çekme-çektirme pratikleri, sömürme-ezme- yok etme deneyimleri bir var olma biçimi haline getirildiğinde zenginler dışında kalan türler için eziyet gündelik bir rutine dönüşür. Bu rutin katlanılması gereken, cenneti ızdırapta gören ama cehennemi de ızdırap çekenlere lütfeden bir uygarlığın tezahürüdür. Ancak, bu doğallaştırma hiçbir evrensellik niteliği taşımaz. Izdırap tarihseldir.

Bu açıdan insanın etkinliklerinin evrensel bir karakter taşıdığı tek bir süreç vardır. O da insanın doğaya ilişki kurduğu emek sürecidir. Bunun dışında insanın toplumsal faaliyetleri ve bu faaliyetlerin sonuçları hiçbir şekilde evrensel bir nitelik göstermez. Bu faaliyetler üretim ilişkileri ölçeğinde ve belirli bir üretim tarzında anlamlandırılabilinir. 

Toplumsal varlığımızın zeminini oluşturan biyolojik özelliklerimiz, toplumsallaşmamızın içinde yeniden üretilir ve toplumsal yaşamımızı da yeniden üretir. Bununla birlikte toplumsallaşmamızı sağladığımız emek sürecinde, doğayla ilişkimize de özgül karakterini kazanır. Bu demektir ki her emek sürecine özgü olarak toplumun doğayla farklı bir ilişkisi vardır. Her emek sürecinin şekillendiği farklı bir toplumsal ilişkiler bütünü vardır, her toplumsal ilişki biçiminde, her toplumsal yaşam tarzında insanlar doğayla farklı bir ilişki kurarlar.

Bu toplumsal evrim her tarihsel süreçte ve toplumsal üretim tarzında yeni bir doğa imgesi yaratırken aynı zamanda insan emeğini, dolayımlı olarak  doğanın bilinci haline de dönüştürür. Bu bilinç, her toplumsal üretim tarzında doğayla ilişki kurmanın farklı veçhelerini  yaratırken, emeğin olanaklarının evrimine doğal ve aşılamaz sınırlar çizmez. Emek, insanın yarattığı uygarlıklara da, doğayla ilişkilenme tarzında, bir öz denetim mekanizması sağlar. Doğa, toplumsal uygarlığımızın turnusol kâğıdıdır. İnsan, doğayla ilişkisini yıkıma götüren; emeğinin toplumsal örgütlenme tarzlarını,  insan uygarlıklarının sınırlarını, doğayla ilişki kurduğu her an  anlayabilme ve kendi örgütlenmesini  değiştirebilme potansiyelini de barındırır. Bu potansiyelin açığa çıkartılıp çıkartılamayacağı ise politik bir sorundur.   

Ekolojik kriz tarihsel düzeyde, belli bir üretim ilişkileri ölçeğinde ve belirli bir üretim tarzında anlamlandırmak bu nedenle oldukça önemlidir. Bugün, beden ve doğa arasındaki yarılmanın kökeni verili üretim-tüketim ve yeniden üretim tarzıdır. Bu süreçte ekolojik kriz, toplumsalın sınırlarına kadar genişlemiştir. Bu demektir ki, ekolojik kriz karşısında toplumsal emeğin, yaşam mücadelesi örgütlenmelidir. Bu açıdan da emek hattı ekoloji mücadelesinin biricik politikleşme zemini olacaktır. Kapitalist yaşam tarzından farklı bir toplumsal yaşam tarzında insanların doğayla ilişki tarzları da farklılaşacaktır. Bunun için de emeğin doğayla ilişkiye geçtiği emek sürecinin de farklı örgütlenmesi gerekir. Bu bağlamda üretim araçları ve üretici güçler de farklı toplumsal yaşamlarda farklı yapılara bürünecektir. Nükleer santrallerin, biyo teknolojinin… geleceğin toplumunda kullanılmasının bu açıdan yeri olmayacaktır.  
 
 Modern uygarlık bir diğer açıdan, emeğin, insan ve doğa birliğinin hep yeniden oluşturulması anlamına geldiğini de yok sayar. Oysa ki, insan ile doğa arasındaki ilişki karşılıklı ve farklılaşmış bir ilişkidir. Doğa olanla toplumsal olan arasına bir karşıtlık koymadan oluşturulacak politik hat aynı zamanda cinsiyete dayalı toplumsal işbölümünün de yeniden sorgulanmasını mümkün kılar. Kadın erkek arasındaki eşitsizliklerin kökenini biyolojik bedenin farklılaşmasında gören ve eşitsizliği buraya gömen yaklaşımlar da eninde sonunda modern aklileştirmeye yaslanan toplumsal üretim sistemidir. Biyolojik farklılaşmayı toplumsal  eşitsizliklerin temeline yerleştiren siyasal yaşam, özel alan kamusal alan ikiliğini de tarih aşırı, evrensel bir ikiliğe büründürür. Liberalizmde en keskin ifadesine kavuşan bu kavrayış, patriarkanın görünmez kılınmasına da hizmet eder.

Patriarkanın bu özgül biçiminde, kamusal alanın içine çekilerek tahakküm altına alınan ve sömürülen kadınların, kamusal alana çağrılmasının  ön koşulu, hem bir yurttaş hem de eşitsiz cinsel sözleşmeyle kurulmuş ailenin bir üyesi olmasıdır. Kamusal alanda kadın, hem bir yurttaş hem de aile üyesidir. Temsil mekanizmalarında kadınların sayısının önemine endekslenmiş kamusal alan anlayışları da, niceliksel vurgularını ön plana çıkardığı her anda, kadını toplumsal denetim altına alacak mekanizmaları da harekete geçirirler. Bu anlamda modern kamusal alan özel alan ayrımı, kadını kamusalın dışında tutarak değil kadını içererek ezer, sömürür ve tahakküm altına alır. 

Kadınlar, kamusal alanda, cinsiyetçilik temelinde çifte bir denetime tabi tutulur. Hem biyolojik hem de toplumsal bedenlerinin zorunluluk alanına dahil edilmesiyle beraber ve fakat biyolojik bedenlerinin imgesine sıkıştırılarak toplumsallaşırlar. Statü ve erk sahibi olurlar. Kamusal alan her ne kadar piyasanın- devletin dışında tanımlanmaya çalışılsa da, siyasal olandan yalıtılmış her toplumsal alan eninde sonunda piyasanın tahakkümü altında kalmaktadır. Bu açıdan piyasaya- liberal kamusal alana çağrılan, bu zorunluluk alanında var olmaları koşuluyla toplumsallaşmalarına olanak tanınan toplumsal sınıflar, ücretli emeğiyle geçinenler, işsizler, kadınlar..bu alanda siyasal olanla ekonomik olan arasındaki yarılmayı ortadan kaldıracak bir zeminden de kopartılmış olurlar. Toplumsal ve biyolojik bedeninden dışlananlara sunulan kamusal alan, etik ve hukuk geriliminde örüldüğü sürece de, kamu bir söylenceden öte değer taşımaz. Bu kamusal alanda hareket eden kişilere de hiçbir zaman, özel-devlet mülkiyeti arasındaki gerilimi ve sıkışmayı aşacak, üretim ile yönetim arasındaki parçalanmayı ilga edecek çok özneli bir kamusallık zemini sağlanmaz. Bu nedenle liberal kamu, doğa ve toplumsal beden arasındaki yarılmanın görünüm alanlarında ortaya çıkan eşitsizlikleri, sömürüyü ve tahakküm biçimlerini yeniden üretir. Bu nedenle, piyasanın kamusu altında yok sayılan bedeni yeniden özgüleştirecek olan biricik hatlardan biri de kapitalist kamusallığı alt üst edecek, karşılıklı yardımlaşma, dayanışma ve öz yönetim biçimlerinin, bu ikilikleri aşacak tarzda geliştirilmesi ile mümkün olacaktır.

1.3. KENT İLE KIR ARASINDAKİ ÇELİŞKİ

Emeği işgücüne-artığa, doğayı hammadde deposuna-atığa dönüştüren kapitalist sermaye birikim süreci aynı zamanda, her zaman genişleme, merkezileşme, yoğunlaşma eğilimini de barındırır. Sermaye birikim sürecinin sürekli kar arayışı, daha ucuza işgücü ve hammadde ihtiyacını perçinler. Sermaye birikimin önüne çıkan her türlü maddi engeli kaldırmak için de sosyal, siyasal, ekonomik ve hukuki her türlü yordamı hayata geçirir. Sermaye girdiği her coğrafyanın sosyal, kültürel, tarihi, ekonomik yaşamını ters yüz eder. Hammadde haline gelen doğayı ve ucuz emek gücünü bir kıtadan bir başka kıtaya taşır. Milyonlarca insan bir yerden bir başka yere harekete geçer.

Aynı  zamanda ülkelerin sınırları değişir. Tek amacı kar olan kapitalist sistem bu koşulu yaratabilmek için mekanı ve zamanı da türdeşleştirmek zorundadır. Dünyanın her yerinde kendi kurallarının geçerli olacağı bir yaşam örgütlemek zorundadır. Doğayı ve emeği tek tipleştiren sermaye aynı zamanda kendini biriktirmek için, zamanı ve mekanı da tek tipleştirmeye eğilimlidir. Bu süreç merkezileşme ve yoğunlaşmanın yaşandığı alanlarda kimi kısmi avantajlara yol açsa da bir bütün olarak mekanın ve zamanın ortadan ikiye bölündüğü bir çağı da beraberinde getirir. 

Kentlerin, sanayi, hizmet, ticaret alanlarında yoğunlaşması veya bunların belirlenimine girmesi, büyük bir nüfusun giderek tarımsal üretimden kopmasına neden olmaktadır. Bu merkezlerde biriken yoğun nüfusun gıda, barınma, ulaşım… gibi ihtiyaçlarının kent tarafından yerine getirilememesi ve sermayenin bu ihtiyaçları karşılamak için kırsala yönelmesi, giderek daha fazla oranda kırın,  kentin hizmetine sunulmasına neden olmaktadır. Kırsal toprağı bu eksende giderek daralmakta, bu alanlar yerleşime açılmaktadır. Sular, bir yandan şişelenerek şehir merkezlerine taşınmakta, diğer yandan da enerji haline gelerek, kentlerin askeri ve sınai ihtiyaçlarına yanıt verecek şekilde düzenlenmektedir.

Kırın havası  da bir turizm nesnesi olarak, kentin hizmetine sunulmaktadır. Ancak yine de kapitalist kent kendi içinde de çelişkilerini derinleştirmekte, temellük ettiği mekân ve zamanı da bölmektedir. Kent hizmetlerinin üretiminde kullanılan ucuz emek, aynı zamanda her zaman kötü yaşam koşullarına mahkûm kalır. On dokuzuncu yüz yılda işçi konutlarında, yirmi birinci yüz yılın barakalarında yaşamaya mahkûm bırakılır. Sağlıklı içme suyu kullanmazlar. Çalışma bir etkinlik olmaktan çıkıp bir zorunluluğa dönüştükçe, kentin havasını “özgürleştiren” kamusal mekânlardan da yaralanamazlar. İnsanları bir araya getiren, karşılıklı olarak sorunlarını konuştukları ve çözdükleri varsayılan her türü “kamusal alan” da giderek parçalanır. Kapitalist kent kendi kamusunu bir kabus haline getirir. 

Kapitalist yoğunlaşma ve merkezileşmenin yaşandığı alanlar, bu merkezlere iş gücü, hammadde, gıda, hava, su, enerji sağlayan mekânların da daha fazla yoksullaşmasına yol açar. Kırın ve kentin kapitalistleşmesine paralel olarak, bir yandan kent kırı, diğer yandan kır kendi içinde kırı, kent de kendi içinde kenti sömürmeye başlar. Sanayileşmenin hızlanması, tarımın kapitalistleşmesine paralel olarak, daha fazla tarımsal ürüne ihtiyaç duyulur. Tarımsal ürünlerde bu talep artışı, giderek daha kısa sürede daha fazla üretimin sağlanmasını zorunlu kılmaktadır. Daha fazla üretim, tarım da daha kısa sürede üretilen belli tarımsal ürünler üzerine yoğunlaşmaya neden olur.  Bu da tarımda tek tip ürün üretimine neden olur. Geniş coğrafyalarda kapitalist tarımsal üretim aynı zamanda biyolojik çeşitliliğin daralmasına, türlerin binlerce yılda karşılıklı evrimiyle kazandıkları birikimin yok olmasına neden olur. 

Tarımın kapitalistleşmesi, tarım tekelleri ile rekabet etme olanağı kalmayan binlerce çiftçinin giderek topraksızlaşmasına ya da toprağı her defasında bir öncekinden daha yoğun bir şekilde gübreye boğmasına neden olmaktadır. Toprakta aşırı gübre kullanımına dayalı üretim, toprağın ve suyun giderek yoğun bir biçimde atık haline gelmesine neden olur. 

Toprağın kapitalist üretime endekslenmesi, kültürel ve türsel çeşitliliklerin de yağmalanmasını hızlandırır. On sekizinci yüzyılda bitki toplama faaliyetlerinin sistematik hale gelmesinden bugüne kadar, bitkiler de sömürü alanın etkisi altına girer.  Sağlık, tıp, gıdanın sanayileşmesi, kapitalistleşmesi ile birlikte daha fazla bitkinin üretimde kullanılmasına yol açar. Aynı zamanda bu alanda “verim” artışına dayanan teknolojik uygulamalar, bitkilerin tek tipleşmesine yol açacak gelişmelerin de doğmasına neden olur. Genetiği değiştirilmiş organizmalara dayalı olarak yapılan tarımsal üretim, top yekûn yaşamı ortadan kaldıracak tek tipleşmeyi tetikler. Gıda ve tarım tekelleri tarafından daha çok üretim ve kar ihtiyacı, her yıl binlerce türün yok olmasına, milyonlarca insanın yoksullaşmasına, on binlerce kilometrekare tarım arazisinin yok oluşuna, yeni kırsal alanların tarım arazisi haline gelmesine yol açmaktadır.   

Kapitalist yaşam biçimi insanların başta beslenme ve giyim olmak üzere pek çok yaşam alışkanlığını da değiştirmektedir. Sermaye birikim süreci yaşamı giderek hızlandırırken, geleneksel besin maddelerinde giderek daralmaya yol açmaktadır. Bedenin enerji ihtiyacını karşılamak için karbonhidrat ve protein ihtiyacının sanayi ürünlerinden karşılanması, giderek daha fazla hazır besinin piyasaya girmesine, bu besinlerin de giderek daha fazla bedeni ele geçirmesine yol açmaktadır. Hazır besin sanayi, binlerce yıldır insanların toprakla ilişkisini de bozmaktadır. Toprağın doğal besleyicisi olan insan artıkları, sermaye birikim süreci ile birlikte toprağa geri dönüşü mümkün olmayan milyonlarca ton çöpe dönüşmektedir. Toprağın geri besleme sistemlerindeki bozulma, doğa ve insan arasındaki metabolizmanın da kendini yeniden üretmesini engellemektedir.

Kent yaşamın sonucunda ortaya çıkan binlerce ton insan artığı toprağa kazandırılamamaktadır. Kentlerin aşırı merkezileşmesi, yoğunlaşması ve genişlemesi sürecinde doğa varlıkları da kapitalizmin hizmetine sunulmaktadır. Kentlere hammadde ve iş gücü taşıyan kara, hava ve deniz taşımacılığı her gün daha fazla toprağı parçalamaktadır. 

Bitkilerin, hayvanların kitlesel tüketimi ve uyum sağlayamayacakları ekosistemlere taşınması, taşınan ekosistemleri tek tipleştirmekte, gittikleri ekosistemlerin de tahribatına yol açmaktadır Ekosistem, ticari avcılık, balıkçılık nedeniyle yok olmaktadır. Kürk ticareti binlerce hayvanın türsel haklarını ihlal ettiği gibi varlıklarını da ortadan kaldırmaktadır.       

Burjuva kültürü  bir yandan atık, artık ve çöp üreten bir kültür haline gelirken diğer yandan da bunlardan nefret eden ve toplumsalın dışına öteleyen ve belki de sorunu geleceğe havale ederek, kendini yeniden üretmenin olanağını sağlamıştır. Kırla kent arasındaki yarılma kentleri çöp ve atık üreten bir uygarlık tasarımı haline getirmiştir. Bu tasarımda bir tür modernleşme modeli olarak tüm dünyada kutsanmakta ve bu tasarım tüm dünyayı kuşatmaktadır.

Kapitalizm kendini bir hijyen ideolojisi ekseninde inşa ederken diğer yandan uygarlığın pisliği olarak adlandırdığı yoksulların  ülkesine çöplerini, atıklarını, yaşam formlarını ve en önemlisi yaşamı algılama biçimini ihraç ediyor. Kırın toplumsal artığı haline getirilenler kentin çeperlerine biriktikçe, milliyetçi, ırkçı dürtüler de yeniden üretilir. İşte emeğin parçalanması bir yandan doğa ile insanı birbirinden kopartıp, toplumsal serveti metaya indirgerken, diğer yandan da yaratılan hijyen kültürü üzerinden yoksullar ötekileştirilir. Bu açıdan ekolojik krizin bir tezahürü de, kır ve kenti parçalayan özel mülkiyet, buna dayalı hijyen kültürü ve artık-atık üretim tarzının kendisidir. Kır ile kent arasındaki parçalanmanın toplumsal yaşamın hijyenleştirilmesi ve soylulaştırılması, her türlü yoksulu ve yoksullaşmayı ötekileştirmektedir. Emeği, bitkileri, hayvanları, halkları tek tipleştirdiği gibi mekanı ve zamanı da tek tipleştirmektedir.  

21.yüzyılın bu eşiğinde bir yandan kent giderek kırın içine girerken, kır da eskisinden daha fazla kentin etki alanında kalmaktadır. Kır bir yandan kentleşirken, kentte kırsallaşmaktadır. Kıra ve kente atfedilen, evrensel kategoriler bir birinin içine girmekte ve harmanlanmaktadır. Bu açıdan kır ve kent arasındaki çelişki mekânsal bir çelişki olmaktan çok, maddi ve entelektüel uzmanlaşmaya-iş bölümüne dayalı tarihsel bir çelişki olarak karşımızda durmaktadır. 

Bir yanıyla bu çelişkinin, kent merkezlerindeki görünümlerinden biri de işle mekân arasındaki parçalanmadır. Aynı zamanda bu çelişki üretimin ve yönetimin mekânsal parçalanmasını da karakterize etmektedir. Kır,  pastoral öğelerle süslü bir natürmort olmaktan çıkmıştır. Kentte artık liberal demokrasinin ve kamunun beşiği değildir. Karşılıklı olarak bir çöküş yaşanmaktadır. Bu çöküşte kır ve kentin dışlanma eşikleri arasına kültürel, sosyal, sınıfsal, ideolojik, dinsel, etnik konumlandırmalarla sıkışmış milyonlarca insan yaşamaktadır. Toplumsal yaşam için bir tehdit haline dönüştürülen bu kitleler, renklerinden, dillerinden, etnik kökenlerinden dolayımlanarak bir kriminalizasyona tabi tutulurlar. Türkiye’de Kürtler, İngiltere’de Türkler, Meksika’da yerliler, Hindistan’da Pakistanlılar potansiyel suçlular haline gelirler.  Bu insanlar artık ve atık sisteminin tüm toplumsal acılarını yaşamaktadır. Diğer yanda ise özel güvenlik ve korumalarıyla, hijyen mekanlarında yaşayan yeni bir sınıfın siteleri doğmaktadır. Kentler kendi artıklarını yaratırken, kentin kaleleri içinde yaşayan sınıflar içinse bu artıklar bir tedirginlik ve korku imgesidir. Aynı zamanda kaybetmekten korktukları mekânların,  hizmetlerini de artık sınıflar yerine getirmektedir.

Bu açıdan kır kent çelişkisi ekolojik krizin odak noktalarındandır.  Dünyayı tek tipleştiren ve parçalayan kapitalist pratikle hesaplaşmak, sonra da neyin nasıl ve kimin için üretildiği ve nasıl toplumsallaştığı  meselesini ortaya koymak gerekir. Mesele atık-artık uygarlığıyla bir üretim tarzı ekseninde hesaplaşma meselesidir.  

2. EKOLOJİK KRİZİN DÖNEMSELLİĞİ

Bugün içinden geçtiğimiz çağın sosyal, siyasal, ekonomik, sınıfsal görünümlerini açığa çıkartmak, ekolojik kriz çağını aşmanın da ipuçlarını verecektir. Bu nedenle kapitalizmin birikim krizlerini esas alacak şekilde bir açılım yaratmanın esas alınması suretiyle yaşadığımız çağın olanak ve sınırlılıklarını, politik müdahale biçimlerini ve tarzlarını hayata geçirmek açısından gereklidir.

Kapitalizmin dönemsel olarak yarattığı krizleri kendi tarihselliği açısından karakterize etmek gerekir. Bu açıdan kapitalizmin ilk ekolojik krizi, Birinci dünya savaşı ile 1929 Bunalımı evresinde tüm toplumsal, siyasal ve ekonomik sonuçlarını açığa çıkartmıştır. 1929 bunalımı ardından, İkinci dünya savaşıyla birlikte kapitalizmin yeniden düzenlenmesi süreci ikinci bir ekolojik kriz dalgasını tetikledi. İkinci Dünya Savaşında sermayenin yeniden birikimin olanakları tetiklendi. Milyonlarca insan öldü, binlerce kent yıkıldı. Ancak insanlık tarihi ilk kez kullanılan nükleer bombalar ve savaşın yarattığı toplumsal tahribat ile kendi yarattığı kapitalist uygarlığın sonuçlarıyla derin bir biçimde yüzleşmek zorunda kaldı. İkinci dünya savaşı, insanlık tarihi için bir dönüm noktasıydı.

Bu süreç  bir yandan kapitalist büyümeye ve örgütlenmeye dayalı toplumsal yaşamın değerlerinin sorgulanmasına yol açarken öte yandan insanlığın yarattığı modern uygarlığın toptan reddine dayalı düşünsel ve siyasal sorgulamaları da güçlendiren ve bu sorgulamalara yeni bir politik açılım sunan süreçleri tetikliyordu. Akıl çağına,  bilime ve bilim ahlakına yöneltilen sorgulamalar, yeni bir toplumsal yaşamın kurucu ilkelerinin neler olması gerektiği sorularını da yeniden açığa çıkartıyordu. Tüm bir toplumsal uygarlığı reddeden ve romantizmden beslenen akımlar “parçası olduğumuz” doğaya dönüşün ve onun “yasalarına” uygun yaşamanın, doğanın nükleer tehdide ve toplumsal körleşmeye karşı tek kurtuluş yolu olduğunu yeniden gündeme getiriyordu. Buna karşın toplumsal uygarlığı reddetmeden, modernitenin olanaklarını doğayla birlikte yaşamanın olanaklarına sevk edecek yol arayışları da vardı.   

Modern yaşam, insanlığın kendi yeteneklerini geliştirmesi için olanaklarını  toplumların karşısına yığarken, bu bilgilerin her seferinde toplumun dışında ve toplumu kuşatan bir tarzda sermaye sınıfının egemenliği ve elinde anlam ve değer kazanmasıyla; toplum, burjuva değerlerinin  içinde,  kendini tanımlayamaz, kendine anlam veremez bir dünyaya sürükleniyordu.

1970’li yıllarla birlikte üçüncü ekolojik kriz dalgasında, Kitlesel üretim, kitlesel tüketime dayalı refah toplumu kendi kriziyle yüzleşmek sorunda kalacaktı. Büyüme anlayışı,  maddi yaşam araçlarının sınırsız sömürüsü fikrine dayalı olarak emeği ve doğayı köleleştirirken,  bilim ve teknoloji dolayımıyla da yaşamın iki kurucu öğesi üzerinde ideolojik tahakkümünü perçinliyordu.

Bu kriz döneminin yeni toplumsal hareketleri, nükleer savaş tehdidine karşı barışı, doğaya egemenliğe karşı biyosferin geleceğini, sömürüye karşı eşitliği v.b savunan bir hat izliyordu. Bu hareketlere düşünsel yatak hazırlayan ve bugün de hala politik saflaşmaların izleğini yaratan akımlar ortaya çıkıyordu. Bu akımlardan bugün içinde geçer akçe sayılan derin ekolojist felsefe, doğa korumacı romantikler, alman faşizminin natüralist damarlarını harmanlayarak; Muhafazakârlığa, “doğaya dönüş söylemiyle” siyasal  yapı taşı hazırlıyordu. Doğaya dönüş ise kutsal olanın sarsılmaz iktidarını perçinleyecek kurallar ve yaşama biçimleri manzumesiydi. Bu gelenek, uygarlığı, tarihsel bir kavram olan bilimi ve değerlerini tarih dışı bir perspektifle ve söylem düzeyinde alaşağı ederken, yerine koyduğu uygarlık tezi de, kapitalizmin getirdiği yaşama alışkanlıklarını ve kültürünü en uç noktasına götürüyordu: Yaşanan ekolojik krizin tüm sorumlusu insanlardı, Evet Sermaye sınıfı da ezilen sınıflar da insandı, savaşları bu insanların kötülük ruhları çıkartıyordu, kötülük ruhları sınırsız sandıkları doğayı sömürüyordu!!..O halde bu insanların ruhları terbiye edilmeli ve nüfusları kontrol edilmeliydi..Terbiye edilmesi gerekenlerse hep “düşük ahlaklı, eğitimsiz” emeğinden başka satacak hiçbir şeyi olmayanlardı. Artık olarak ilan edilen bu nüfus, kalkınmanın önündeki en büyük engel olarak görülüyordu. Yoksullar da tıpkı bedensel engelliler gibi bir tür politik öjeniye tabi tutuluyordu. Yoksul ülkelerin nüfuslarını denetim altına alma politikaları da bu dönemde hızlandı.

Bu hareketler ekolojik krizi tarihselleştirememiş ve romantik bir anlatıya dönüştürmüştür. Her şeyi her şeyle açıklayarak hiç bir şeyi izah edemeyenler,  kendi grup ve sınıf çıkarlarını evrenselleştiriyor, bilimle mesafesini tanımlarken onun nasıl üretildiği üzerine değil toplumsal sonuçlarına odaklanıyordu. Böylece bireyi ve bilimi tanrısallaştıran, onu doğanın içinde eriten ve tüm egemen değerleri bu dolayımla sahiplenen sermayeyi çözümün bir parçası olarak meşrulaştırıyordu. Bugün Türkiye’de elinizi attığınız her taşın altından çıkan bu çevreci simyacıların ataları işte bunlardı. Hala bunlar sermayenin bahçesinde sivil toplumculuk yapıyor.

Oysa ki, toplumsal zenginliğin egemen sermaye sınıfının ve muhafazakar elitlerinin elinde toplanmasını ve iğdiş edilmesini, bu zenginliğin sermayenin askeri-mali-siyasi iktidarını sağlamlaştırmak için kullanılan bir araca dönüştürülmesini, doğanın ve emeğin sömürülmesini eleştiri eksenine alan tarihsel materyalist perspektif ekolojik krizi dönemselleştirecek birikimi yaşatıyor. Modernleşmeye eleştirel bir tutum olarak güncelliğini bugün için de koruyor.

Türkiye’de 80’li yıllarla birlikte sermaye birikim rejiminin niteliğinde köklü bir dönüşüm yaşanmaya başladı bilinmektedir. On iki eylül darbesi, 24 Ocak ekonomik kararları ile birlikte tüm toplumsal, ekonomik ve siyasal yaşam köklü bir dönüşüme uğratıldı. Dünyanın pek çok yerinde yaşanan darbe dalgasından Türkiye’de kendi payına düşeni aldı. Sermaye birikim sürecinde dönüşümü de işaret eden bu süreçte, bu dönüşüm iki temel üzerinde şekillendi. Bunlardan birincisi, toplumsal üretim ilişkilerinin liberalleştirilmesine yönelik yapısal reformlar, iktisadi, hukuksal ve toplumsal dönüşümlerdir. Bunlardan ikincisi ise, devlet-toplum ve toplum-birey ilişkilerinin, toplumsal örgütlülük biçimlerinin ve niteliğinin liberalleştirilmesine yönelik idari, mali, finansal, hukuki, teknik dönüşümlerdir. 

En temelde ekonominin ve politikanın, üretimin ve yönetimin liberalleştirilmesini içeren bu süreç de, uluslararası dinamikler kadar içsel dinamikler de belirleyici oldu. İthal ikameci dönemde etkinlik alanı artan ve sosyal bir devlet anlayışı doğrultusunda hareket eden devletin liberalleştirilmesi, hem iktisadi ve sosyal alanda ki faaliyetlerinin piyasaya bırakılmasına hem de devletin yönetsel ve politik açıdan liberalleştirilmesine dayanıyordu. Bu liberalleştirme ekonomik liberalizmin ve yeni liberal düşüncenin tezleri doğrultusunda hayata geçiriliyordu. İktisadi ve sosyal alandaki liberalleştirme, ücretlerin düşürülmesi, özelleştirme, deregülasyon, sosyal devlet harcamalarının kısılması gibi bir dizi yapısal düzenlemeyi barındırıyordu. Dünyayı etkisi altına alan küresel kapitalizm ve liberal-muhafazakâr siyasal rejim, dünyanın enerji, hava, su, toprak, gıda varlıkları üzerinde şekillenen paylaşım savaşlarını da keskinleştirmekteydi. Bu varlıkları birer kaynağa ve mala dönüştürüp el koyarak kendi varlığını sürdüren sermaye açısından yeni birikim alanları yaratmak giderek zorlaşmaktaydı. 1982 Anayasası sonrasında Türkiye de, özelleştirme politikaları hız kazandı. Bu süreç 2000’li yıllara kadar devam etti. Bu şekilde, 1982 Anayasası, kamu varlıklarının özelleştirilmesinin hukuki alt yapısına olanak tanıdı. Ancak kamu varlıklarının özelleştirilmesine dayanan sermaye birikimi tarihsel sınırlarına dayandı. Yeni birikim alanları için mevcut siyasal yapıyı da içine alacak top yekûn değişimler, bölgeyi de içine alacak bir dönüşüme eşiklik ediyor.

Önümüzdeki yıllarda içinde bulunduğumuz coğrafyada sermayenin yeni birikim alanları genetik, biyolojik çeşitlilik, su, orman, toprak, gıda, enerji, hava, olduğu sermayenin yoğunlaştığı alanlardan da anlaşılmaktadır. Sermaye, bu alanlarda hukuki olarak tam bir serbestliğe kavuşma ihtiyacı duymaktadır. 2000’li yıllara kadar özelleştirmelerle, ülkeyi borçlandıranların borçları kapatılmaya çalışılmıştır. 2000’li yıllardan itibaren de doğa ve kültür varlıklarının satışı bu borç politikasını yönetmenin, sermaye birikiminin yeni politik müdahale alanıdır. Son yıllarda hızını arttıran kentsel dönüşüm mantığının arkasında da bu gerçek vardır. Bu gerçek aynı zamanda temel hakları budayan, sağcı ve liberal eğilimini  dışa vurmuştur. Bu açıdan 1982 anayasasının mantıki sonuçlarına kavuşturulması gerekmektedir. Bu mantıki sonuç, 1980’li yıllarda Türkiye’nin devlet politikası olarak yöneldiği kapitalist ve liberal politikaların mantıksal sonuçlarıdır. Bu nedenle mevcut siyasal ve iktisadi rejimden bir kopuşu değil, sermaye birikimi açısından bir sürekliliği temsil edecek dönüşümler yaşanmaktadır.

Devletin, politik ve yönetsel açıdan liberalleştirilmesi ise hukuksal, idari, sosyal, mali, finansal ve teknik yapılandırılmasıyla sağlanıyordu. Devletin politika belirlemekte ve uygulamaktaki merkezi ağırlığının göreli olarak değişmeye başladığı bu süreçte, toplumsal yapılar da liberal politikalardan etkilenmektedir. Devletin sosyal politikalarda göreli etkinliğinin daralmasına karşın, piyasayı düzenleme görevinin sürmesi nedeniyle eskisinden daha bürokratik, hantal, daha otoriter bir zor aygıtı olarak yeniden tarih sahnesinde yerini alıyor. Bir yandan değersizleştirilerek, şirketlere devredilen kamu varlıkları, diğer yanda otoriter gücü perçinlenen ve büyüyen bir devletle karşı karşıya kalınıyor. Yeni liberal politikalar mali ve askeri bir zeminde büyümesini gerçekleştirebilmek için, ulus devletleri de askeri savaş stratejisinin parçası olarak örgütlüyor. Bu savaş tüm bir insanlığa ve doğaya karşı yürütülen bir savaş haline geliyor.

Dönüşüm bununla da sınırlı değil. Toplumsal mücadele dinamikleri farklılaşıyor, yönetişim yaklaşımı ekseninde mücadele örgütleri ehlileştiriliyor. Piyasa, ekonomik denge kurma rolünün yanı sıra aynı zamanda yönetim dengesini de kurma sorumluluğuyla donatılıyor. Devlet de olduğu gibi toplumsal örgütlenmelerde de piyasalaşma hız kazanıyor. Bu süreçte, toplumun örgütlü kesimlerinin kullandığı politik dil, siyasal hedefler, ekonomik ve sosyal beklentiler dönüşmeye başlamaktadır. Kısaca liberal dönüşüm sadece devleti değil aynı zamanda tüm bir toplumsal örgütlüğü dönüştürdü. Bu dönüşüm insanlık tarihi için tam çöküntü döneminin ortaya çıktığı, kimin hangi dille konuştuğunun anlaşılamadığı, politik dile pelesenk olmuş terminolojinin nasıl bir dünya görüşüne karşılık geldiğinin bulanıklaştığı bir dönemin kapısını açtı. Kapitalist dünyanın politik dili, tartışmasız ve kabul gören bir nesnellik düzeyine sıçratıldı. Özelleştirmeler, savaş, sömürü, piyasalaştırma sermayenin sürdürülebilirliği açısından zorunluluk haline getirilmiştir. 

2.1.YENİ  SÖMÜRGECİLİK: KALKINMA YALANLARI

Kapitalizmin 70’li yıllarla yaşattığı krizi, yeniden yapılanma politikalarıyla aşma çabası, doğa ve emek değerlerinin kendilerini yeniden üretmelerini de olumsuz etkiledi. Yeni liberal düşünce ekseninde kalkınmacı yaklaşım için, çevrenin “ortak mal” oluşu ve “kamusal niteliği” serbest piyasada tam rekabet koşullarının oluşmasının önündeki en büyük engeldi. Aynı zamanda bu engel, doğanın tahribatının da nedeni olarak görülüyordu. 

Bu koşullarda çevrenin korunmasının ve kapitalistleşmenin birbirini dışlamadığı anlayışı, egemenliğini, uluslararası kuruluşlar aracılığıyla kurmaya hazırlanıyordu. Bu konuda uluslararası toplumun ortak bir tutum geliştirmesini, en azından sorunun asgari müşterekleri üzerinde bir eksen çizilmesini sağlamak üzere pek çok konferans yapıldı. Bu süreç aynı zamanda Sermaye birikim sürecinde ulus devletler üzerinde etkili olacak uluslararası kuruluşların da etkinliğinin perçinlendiği bir süreci olgunlaştırdı. 

1970’li yıllarla başlayan bu uluslar arası konferanslar sonrasında kapitalistleşme sürecinin yatay ve dikey gelişimi, merkezileşmesi ve yaygınlaşması açısından önemli adımlar atılmıştır. Özellikle zengin ve yoksul ayrımı yapılmaksızın, katılımcı tüm ülkeler tarafından, küresel çevre sorunlarının boyutlarına dikkat çekilmiş, tehdidin tüm insanlığa yönelik olduğu kabul edilmiş ve sorumluluğun paylaşılmasında uzlaşma sağlanmıştır. Kapitalist birikim, yoksul halkların onayı alınarak “aklanmaya” çalışılmıştır.  Kapitalist sermaye birikim süreci bir yandan doğayı top yekûn temellük ederken diğer yandan da emeği mülksüzleştirmenin iki yönlü kriziyle karşı karşıya kalmıştır. Savaş sanayine dayalı büyüme ve mali piyasaları güçlendirme arayışları hem doğanın yağmalanmasını hızlandırmaktadır. Dünyanın pek çok yerinde küçük meta üreticileri, köylüler, göçmenler, işçiler büyük bir yoksullaşma ve mülksüzleşme dalgası altında proleterleşirken, bu kitle maddi zenginliği bölüşüm yoluyla bile ulaşma olanaklarını yitirmiştir. Diğer yandan da maddi yaşam koşulları bozulan insanlar kitlesel bir iç ve dış göç yaşamışlardır. Maddi olarak bu doğa varlıklarına bağımlı olan kapitalist üretim diğer yandan da arz yönlü bir krizle karşı karşıya kalmıştır. İklim değişikli, kuraklık, susuzluk, genetiği değiştirilmiş organizmalarla, kimyasal atıklarla kullanılamaz hale gelen topraklar, su varlıklarının barajlar, termik santrallerle yok olmaya yüz tutması sonucunda milyonlarca insanı yersiz yurtsuz bırakmıştır. Kent ve kır da yaşanan hızlı mülksüzleşme, proleterleşme ve doğanın yağması süreci aynı zamanda sermayenin bu sorun alanına yeni müdahale tarzları geliştirmesini de zorunlu hale getirmiştir.

Kamusal alanın tasfiyesine yol açan yeni sömürgecilik döneminin ekolojik krizi artık insanlığı bir uygarlık krizi ile karşı karşıya bırakmıştır. Geniş toplumsal kesimleri yersiz yurtsuz ve güvencesiz bırakan bu liberal dalga, kentlerin çeperlerine yığılan bu geniş kesimi, güvenlik önlemleri ışığında istiflemekle birlikte bu yığınları piyasaya yeniden kazanmanın yollarını da aramıştır. Ancak otoriter ve askeri stratejilerle genişleyen sermayenin bu birikim rejimi her türlü demokratik mekanizmayı ve katılımcılığı da ilga ettiğinden kendi modern kamusunu da yok etmenin sıkıntısını yaşamaktadır. Katılımcılık ancak piyasa mekanizmalarına katılım olarak örgütlendiğinden, hizmetleri yerellere devreden küresel sermaye, geniş halk kesimlerinin barınma, ulaşım, su, ısınma, eğitim, sağlık gibi hizmetlerine ulaşabilirliğini olanaksız hale getirmiştir. 

Doğayı  yeniden kullanma ve yoksul halk kesimlerinden piyasaya kazanılabilecek olanlarına yönelik temel stratejiler, sürdürülebilir kalkınma anlayışı ekseninde, başta “ortak geleceğimiz” raporu olma üzere pek çok uluslar arası belge de dillendirilmiştir. “Ortak Geleceğimiz” adlı raporda sürdürülebilir kalkınma “bugünün ihtiyaçlarını, gelecek kuşakların da kendi ihtiyaçlarını karşılayabilme olanağından ödün vermeksizin karşılamak” biçiminde tanımlanıyordu. 

Yeni dönem sermaye birikim rejiminin, sürdürülebilir kalkınmacılığın temel argümanları arasında da yer alan temel ihtiyaçlar yaklaşımı, klasik liberal iktisadın “kıt kaynaklara karşı sınırsız ihtiyaçlar” anlayışından türetiliyordu. İnsanların sınırsız ihtiyaçları olduğu, buna karşı kaynakların sınırlı olduğu varsayımına dayanan sürdürülebilir kalkınma yaklaşımı, geçim araçları ve gelecekleri hakkında karar verme yetileri ellerinden alınmış insanlara; her defasında talep edilecek yeni ürünler sunarak onları malların birer tüketicisi pozisyonuna sokuyordu. Bir yandan tüm bir maddi zenginliği savaşlarda pervasızca harcayan bir uygarlık diğer yanda sürekli kıt kaynaklar ekonomisi ile toplumu denetleme mekanizmaları hayata geçirildi. 

Bu da aynı  zamanda insanlarda yoksulluk algısının üretilmesine ve pekiştirilmesine hizmet etti. Tarlasında kimyasal ürün kullanmadan tarım yapan bir çiftçi kimyasal ürün kullanan bir çiftçiden ya da sadece geçim amacıyla üreten bir orman köylüsü, artı değer elde etmek için üreten kişiden daha yoksul olarak tanımlanmaya başlandı.. Daha az ve etkin enerji tüketen, işine yürüyerek gidip gelen insanların yaşadığı bir toplum da, otomobile dayalı bir toplumsal yaşamdan daha yoksul olarak görülmeye başlandı. Yaşamın niteliği gözetilmeden yoksulluk, mallara niceliksel olarak sahip olabilme biçimine dönüştürüldü. Farklı üretim tarzlarında, kültürel düzeylerde ya da toplumsal yaşam biçimlerindeki insanlar, piyasadaki ortalama bir “soyut ihtiyaçlar sahibi bireye” göre konumlandırıldı. Bu bireyin ihtiyaçlar sepetine nelerin konulacağına karar verense, her zaman temel ihtiyaçları belirleme gerekliliğini hisseden piyasa düzenleyicileri oldu.

İnsanın kendini yaşam çevresi ile birlikte yeniden üretebilmesi, mekân ile zamanın yarılmasının aşılması, ev ile iş arasındaki çelişkinin giderilmesi, ihtiyaçlar toplumu için ciddi bir tehdit olarak algılandı. Çünkü böyle bir dünyanın potansiyel olarak belirmesi bile ihtiyaçlar ideolojisinin varlık temellerini sarsacaktı. Bu ihtiyaçlar kümesinin belli bir yaşam biçiminin ve kültürünün ürünü olduğu bilgisinin görünür hale gelmesine neden olacaktı. Bu nedenle sürdürülebilirlik ideolojisi her defasında kendini toplumsal eşitsizlikler ve adaletsizlikler üzerinden inşa etti. Bu eşitsizliklerin olmadığı yerde sürdürülebilirliği de ihtiyaç olmayacaktı. Bu nedenle içinden geçtiğimiz son yirmi yıl belki de insanlık tarihinin gördüğü en büyük yıkımlara, savaşlara ve kültür, doğa yağmasına neden olmuştur.

Yeni sömürgecilik olarak beliren sürdürülebilir kalkınmacılık yaklaşımı  bu nedenle, kişilerin geçim araçlarından koparılması ile doğanın ve emeğin sermaye tarafından temellük edilmesinin sonuçlarını (yoksullaşma, göç, doğanın tahribatı..), ekolojik krizin ve her türden krizin nedenine dönüştürür ve bu durumu yoksulluk olarak tanımlar. Toplumların giyecek, yiyecek, barınak ve iş bulamamasının altında yatan mülksüzleştirme, doğasızlaştırma, proleterleştirme rejiminin de görünmez kılınmasına neden olur. Bu durumda da yoksulluk üretimin tarzından ve toplumsal karakterinden bağımsız olarak kişilerin bireysel alanlarına dâhil birer olguya büründürülür. Geçim araçlarından yoksun olanlar içinse “geçim araçlarına sahiplik” koşullarının yaratılmasını gerektiren tam bir eşitlik anlayışı yerine kişilere “temel ihtiyaçlarını” karşılamak için “fırsat eşitliği” tanınmaktadır. Fırsat eşitliği yaklaşımı da tam rekabet edebilen bir toplumsal yaşam gerektirir. Ancak yeni sömürgecilik diğer yandan tüm kamu ve doğa varlıklarını tekelleştiren ve şirketlerin mülkiyetine sunan yapısıyla fırsat eşitliğine bile olanak tanımaz. Böylelikle bireysel rekabetçilik ile toplumsal tekelciliğin saldırganlığı arasına sıkışan büyük kitleler “toplumsallıktan yalıtılmış” birey-meta tarih olarak sahnesine çağrılır. Yoksulluklarından başka kaybedecek hiçbir şeyi olmayanlar aynı zamanda kapitalizmin yeni mezar kazıcıları olacaktır.

Böylece içinden geçtiğimiz ekolojik kriz çağında tüm şeyleri birer temel ihtiyaca dönüştürmek mümkün hale gelmektedir. Pratik açıdan bunun anlamı, hem sanayileşmiş hem de gelişmekte olan ülkelerde daha hızlı bir ekonomik serbestleştirme, kuralsızlaştırma, özelleştirme, mali piyasalara tam bir tekelleşme, daha yoğun kriz, daha çok kirli teknoloji, daha hızlı bir biçimde doğanın hammadde haline gelmesi, atık ve artık transferi ve hem imtiyazlı hem de ticari olarak çok daha büyük bir sermaye akımı demektir. 

Toplum hiç  ulaşamayacağı Kaf dağının arkasındaki inciyi bulması için daha çok çalışmalı ve bu artık değer asgari ihtiyaçların karşılanmasına da olanak sağlamalıdır. Bir avuç toprak, bir soluk nefes, bir bardak su artık piyasa malıdır. Bu mala ulaşmak içinde önce büyümek- ki yok etmek de denilebilir- sonra da bu malları satın almak gerekir. İşte yeni refah toplumu sonrası kalkınmacılığı budur.

Sömürüyü  sürdürülebilir kılmak için bir diğer açılım da tekno merkezci bir politikanın hayata geçirilmesi zorunluluğudur. Yüksek teknolojiye dayanan, esnek üretim sistemleri bir yandan emeği değersizleştirirken diğer yandan da çevre ve büyüme dengesini sağlamak için teknoloji başat bir role kavuşturulur. Sürdürülebilir kalkınmanın teknolojik indirgemeciliğini ve belirlenimciliği, sermaye birikiminin emeğin ve doğanın yoğun sömürürsüne dayalı artı değere el koyma mekanizmaları, endüstri toplumun yeni sömürgecilik politikalarında da hız kazanmıştır. Bir yandan maliyetleri kısmak için teknolojiye yönelmek diğer yandan da sermaye birikimi için emeğe bağımlı olmak kapitalizme içkin bir çelişkidir. Kapitalizm açısından bu çelişki, aşılamaz bir içsel çelişkidir. Bu açıdan üretimin teknoloji merkezli gelişimi, hem istihdamı daraltırken aynı zamanda sermaye birikiminin de göreli olarak azalmasına neden olmaktadır. 

Güvenlik devleti yaklaşımları ise diğer yandan savaş teknolojileri maliyetlerini arttırmakta, çevreciliği kendinden menkul teknolojilere ayrılan pay ise daralmaktadır. Çalışan nüfusun işsiz kalma korkusu altında sürekli sömürülmesi ve ücretlerin aşağıda tutulması da bu kapitalist teknik sayesinde daha olanaklı hale gelmektedir. Diğer yandan da çalış(a)mayan nüfusun bir toplumsal “artık” olarak gerektiğinde hem “gelişmenin” önünde bir tehdit olarak sunulmasına hem de bu nüfusun çalışan nüfusu-işlerinden edebilecek potansiyel olarak- baskı altında tutan bir araç halinde kullanılma mekanizmaları tüm dünya genelinde etkin olmaya başlamıştır. Kalkınmacılığın bir fetiş haline gelerek tüm ülkeleri ele geçirmesi, pazarların tekellerin kontrolüne girmesi, borçlandırma politikaları, doğa ve kamu varlıklarının üzerindeki baskılanma, tüm hizmetlerin piyasalaştırılması, su, gıda, tarım, enerji alanlarının da bir bir bu ileri teknoloji himayesinde sermayenin kontrolüne girmesini hızlandırmaktadır. Sonuç ise ortadadır: Ne kadar çok yoksulluk o kadar çok kâr demektir. 

Sürdürülebilir kalkınmaya dayalı yeni sömürgecilik döneminin ekolojik krizi, bütün yönleriyle yaşamı ortadan kaldıracak bir tehdide ulaştığı  gibi, doğanın ve emeğin niteliksel ve niceliksel olarak temellüküyle milyonlarca insanı kısa bir sürede proleterleştirmiştir. Doğanın ve emeğin kendini yeniden üretme zeminleri daralmış, toplumsal olarak hayatta kalma mücadelesi daha keskinleşmiştir.  Sömürü toplumsal bedenin sınırlarına kadar genişlemiş, tüm bir yaşamı işçileştiren, milyonlarca insanı yoksullaştıran, işsiz bırakan ve havasız, susuz ve topraksız bir üretim sürecine girilmiştir. Bu nedenle yeni dönemin toplumsal özneleri de bu mülksüzleştirme ve yağmalama zeminlerinde ortaya çıkmaktadır. 

2.2. SİVİL TOPLUMLA KALKINMA 

Sürdürülebilir kalkınma anlayışının hükümet, şirket ve sivil toplum ortaklığına dayalı politikaları etkinliğini arttırırken, sermaye birikim sürecinin yarattığı yoksulluk ve doğa tahribatına bulunan çözümler noktasında kapitalizm içi politikalar ağırlık kazanıyordu. Dünya Bankası’nın 1989 yılında ‘yönetişim krizi’ olarak kavramsallaştırdığı hat uygulamaya konuluyordu. Bu anlamda yönetişim anlayışının katılım sürecinde, kalkınmanın sağlanmasında etkin olması beklenen tarafları kesen ortak bir politik hat olduğu ön kabulünden hareket edilmekteydi. 

Bu hattın hayata geçirilmesi sürecinde ise, toplumsal örgütlenmeler,  gönüllü ve profesyonel çalışanlar üzerine kurulu bir çalışma anlayışına sahip olmaya başladı. Kamu idarelerinin çoğunda olduğu gibi profesyonelleşme, sivil toplum kuruluşlarında da genel olarak STK ve profesyoneller arasında kurulan ücretli iş ilişkisi temelinde gelişiyordu. Böylelikle toplumsal örgütlenmelerde da daha iyi bir kontrol mekanizmasının doğacağına inanılıyordu. Özellikle geniş coğrafyalar ve büyük nüfus kitlelerini ilgilendiren toplumsal projeleri küresel politik aktörlerle kotaran bu sivil toplum kuruluşlarını yönetsel açıdan denetlemenin başka bir yolu yoktu. Bununla birlikte bu durum STK’leri istihdam sağlayıcı kuruluşlar olmaya zorluyordu.  

Bu sivil toplum eksenli örgütlenmenin politik ekseni, hareket noktası kabul edilen kalkınma ve yönetişim söylemince çizilirken bu hattın uygulamaya geçirilmesi ve örgütün yapılandırılması da proje temelli etkinliklerle mümkün oluyordu.

Türkiye’de STK’lerin esnek yönetim ilişkilerinin karakteristiğine uygun olarak birbirine zayıf bağlarla bağlı birimlerden oluşan yatay bir örgütlenme perspektifine sahip olmaları gerektiği kuramsallaştırılmasına karşın; STK’lerin ekonomik düzeyle ilişkilenme zorunlulukları ve örgütün profesyonellerin etkinliğinde biçimlenmesi oldukça güçlü bir merkezi ve hiyerarşik işleyişin korunması zorunluluğunu perçinledi. Bu durum zorunlu olarak, dar bir çekirdek kadro  –yöneticiler, profesyoneller ve uzmanlar- dışında gönüllülerin örgütsel işleyiş ve karar alma süreçlerindeki etkililiğini de zayıflattı.

Bununla birlikte de örgüt içi demokrasi ve örgütsel sorumluluk, yönetim kuruluna veya bir üst yönetime sorumluluk şeklinde somutlaşmaktı. Kamuya karşı sorumluluk ise, örgütsel amacın en verimli ve etkin bir biçimde yerine getirilmesi şekline dönüşecektü. Verimlilik, etkinlik, araç olmak yerine git gide amaç niteliğine bürünecek ve demokratik yönetimin tanımlayıcı öğeleri olarak gündeme getirilmeye başlandı.

Son tahlilde, gerek uygulamada, gerekse sınırlı da olsa teoride piyasa ekonomisinin kaynak kullanmadaki verimliliği ve etkinliğinin toplumsal örgütlenmelerde ön plana çıkmaya başladığı görülmektedir. Bununla birlikte aynı zamanda STK’lerin şirket modeli doğrultusunda örgütlenmesi, bu örgütlerin Taylorist bir yönetime doğru yöneldiklerini açığa çıkarmaktadır.

Sürdürülebilir kalkınmayı gerçekleştirmek için kullanılan yoksulluk, çevre, kadın, iş, sosyal güvenlik gibi fonlarda, STK’lerin deneyiminin göz önünde bulundurması ve fona bağlı faaliyet alanlarındaki teknik bilgi yoğunluğu, fonlardan yararlanmak için gerekli projelerin hazırlanması, projelerin yürütülmesi sürecindeki bilginin özelleşmiş olması toplumsal örgütlerde uzmanlara duyulan ihtiyacın artmasına neden olmaktadır. Uzmanlaşmanın belli konularda derinlemesine bilgi sahibi olmak gibi avantajlar sağlamasına karşın,  politik örgütlenme bütünlüğü içinde, örgütün uzmanların güdümüne girmesi ve taban inisiyatifinden kopması yol açmaya başladı.

Toplumsal tabandan koparak, politik düşüncelerini pazarlamaya yönelen bu örgütlenmeler önümüzdeki dönemde tüm sendikaları, meslek odaları, demokratik kitle örgütlerini kapsayarak genişliyor. Proje merkezli ve sorun odaklı toplumsal müdahale biçimlerinin varacağı en son nokta mali kaynak sağlamak için, bir fikrin pazarlanmasıyla somutlaşmaktadır. Politik fikrin pazarlanılabilir bir mala dönüşmesiyle birlikte, toplusal örgütlenmede hızlı bir çözülmeye yol açmaktadır. Geleneksel sendikalar, meslek odaları, kitle örgütlerinden bir kaçış ortaya çıktığı gibi aynı zamanda yeni ortaya çıkan örgütlenmelerde toplumsal bir tabanla buluşmakta sıkıntılar çekmektedir.

Ancak sayıları  her gün hızla artan bu örgütler fon kaynaklarına ulaşmada ciddi bir rekabeti tetiklemektedirler. Aynı zamanda toplumsal rekabet bu kuruluşların dışındaki örgütlenmelere de yansımıştır. Bu rekabet ortamında kamuoyunda adını daha iyi duyurabilen örgütün ön plana çıkacağı gözetildiğinde, örgütsel rekabet hızla artmaktadır. Kapitalizm bir kez daha kendi suretinden bir dünya yaratmaktadır. Kendi örgütünü ayakta tutmak için kamuoyunda duyulma zorunluluğu, örgütlere, sorunlar karşısında iş birliğinden ve dayanışmadan çok rekabet ilkelerine göre hareket etmeyi dayatmaktadır. Bununla birlikte toplumun vicdanı olarak toplumsal sorunlara müdahale etmesi beklenen bu örgütler bir süre sonra birer yardım kuruluşuna dönüşmeye, yanı sıra toplumsal sistemin dışında alternatifler geliştirme ufuklarını da yitirmeye başlayacaktır. Bununla birlikte ekolojik krizin sonuçlarının aynı zamanda örgütleri maddi olarak ayakta tutan bir işleve de sahip olmaya başladığında bu örgütler kendi nesnesini yaratmış ve metalaştırmış olacaktır. Ekolojik krizden geçimlerini elde eden, bu sorunlar üzerinden sosyal ve siyasal bir statü elden bir seçkinler grubu ortaya çıkmaya başlıyor. Bunlarla birlikte de ekolojik krize kökten çözümler geliştirme yerine, sorunu sürekli dolaşıma sokma yaklaşımı ön plana çıkacaktır.

Kendilerine sivil toplum örgütü desinler ya da demesinler, sivil toplum merkezli faaliyet örgütleri zorunlu olarak, para ve meta ilişkisi içine çekmektedir. Siyasetin bir tür ticarete, bir profesyonel faaliyete dönüşmesinin, son tahlilde, piyasa mekanizmasının toplumsal sonuçlarının eleştirisinin piyasa toplumunun güçlenmesine yol açması gibi çelişkili bir sonucu var. Bu çelişkinin bir nebze olsun aşılması, dayanışma girişimlerinin önem ve yararının külliyen reddedilmesini, bu alanın geleneksel devlet yapılarına terk edilmesini gerektirmiyor elbette. Dayanışma idealinin metalaşmasına direnerek, piyasa toplumunun bu alanı da egemenliği altına almasına karşı çıkarak, dayanışmayı alternatif bir toplum yapısının kurucu ilkesi olarak tasarlamak da mümkün. Bu noktada da ekolojistlerin iddiası, hem politikanın hem de örgütlenmenin bir özyönetim deneyimi olarak geliştirilmesine yönelik çabaları esas kurucu kamusallık yönelimi olarak açığa çıkarması yönündedir.

Çevrenin nesneleşmesini de içine alacak şekilde genişleyen sivil toplum ekseni, pazar ekonomisine dayalı sürdürülebilir kalkınma yaklaşımıyla ekonomi ve çevre arasındaki ilişkinin yeniden üretilebileceği düşüncesi çevreci düşünce geleneği içinde egemenliğini ilan etmiştir. Ancak bu erken zafer ve eksen sermaye birikim rejimine dayalı kapitalist büyüme anlayışının sorgulanmasına olanak tanımadığı ölçüde kendi toplumsal örgütlülüğünün de yok oluşuna zemin hazırlamaktadır. Buna tehlikeye karşı geliştirilen yönetişim yaklaşımı ve katılım mekanizmaları ise gerçek anlamda sorunlara çözüm bulmaktan çok sorunları geleceğe ötelemektedir. Egemen kalkınma ve yönetim anlayışı piyasa mekanizmalarıyla yaşamı kuşatmaya devam ettiği gibi aynı zamanda çevreci örgütlenmenin de yeni bir biçimini doğurmaktadır. Bu örgütlenme anlayışı çevre sorunlarını çözmekte yeterli olmamaktadır. Pazar mekanizmasına dayanmayan bir çevreciliğin geliştirilmesi için de bugün politik öncüller haline gelmiş olan sivil toplum ekseninin, sürdürülebilir kalkınma ve yönetişim anlayışının sorgulanması ve bu doğrultuda gelişen çevreciliğin kendini sorgulaması gerekmektedir. 

Eninde sonunda yabancılaştırma-yoksullaştırma ve yoksunlaştırma sürecinde mücadele bir takım maddi pratikler içinde açığa çıkar. Bu maddi pratiklerin siyasal, toplumsal ve ekonomik görünümleri olabilir. Önemli olan bu görünümleri açığa çıkartmak ve bu alanlarda mücadele etmektir. Verilecek mücadelenin kapitalizm karşıtı bir mücadele olduğunu kabul ettiğimiz anda bu mücadelenin açığa çıktığı bir takım maddi pratiklerin özgüllüklerini de ortaya koymak gerekir. Yoksa tek başına kapitalizm karşıtlığını anlamanın olanağı kalmayacaktır. 

İçinden geçtiğimiz çağda, toplumsalın dışında görülebilecek dolayısıyla politika dışı sayabileceğimiz herhangi bir alan yoktur. Ancak politika her şeyden önce kurucu bir nitelik taşıdığına göre yapılan her etkinliğin politika olduğu anlamına gelmez. Politika, eninde sonunda, şu ya da bu, bir yaşam biçimini açığa çıkartmak için verilen mücadeledir.

Kapitalizme karşı insanın toplumsal bedeni olan emek, tüm olanak ve sınırlılıklarıyla bu mücadelenin var olma alanıdır. Bu mücadele alanında emeğin yeniden kuruluşu süreci kendini farklı veçheleriyle açığa çıkartabilir. Bu hareketler, kimi zaman bir kadın hareketi kimi zaman bir ekoloji hareketi kimi zaman kentli-köylü yoksullar hareketi kimi zaman da işçi hareketi olarak nitelenir ya da nitelendirilir. Ancak bir tür toplumsal hareketçilikle malul bu kategorik ayrımın birbirlerinden hangi noktalardan ayrıldığını açımlamak pek mümkün olmaz. Emeğin özgürleşme mücadelesi, bir kez fabrika ideolojisi olarak mahkûm edildikten sonra onun dışında kalan tüm pratikler de yeni toplumsal hareketler olarak adlandırılabilir. Ancak bu ucuz ve basit sınıflandırma aslında emek mücadelesini fabrikaya sıkıştırmaya çalışanların ya da tüm bir yaşamın fabrika haline geldiğini görmek istemeyenlerin başvurduğu egemen bir eğretilemedir. Bu nedenle kapitalizme karşı emeğin mücadelesi, kapitalizmin kol gezdiği tüm kriz alanlarının biricik politik hattını imler. 

Ekoloji mücadelesi de bu anlamda emeğin toplumsal özgürlük mücadelesinin görünüm alanlarından biridir. Bu mücadele alanının bir bileşeni ve cephesidir. Bu mücadelenin niteliği ve açığa çıkma biçimi ise asıl üzerine odaklanılması ve düşünülmesi gereken noktadır. Ekoloji mücadelesi de, emeğin toplumsal özgürlük mücadelesi zemininde yeni bir yaşam mücadelesi verebildiği ölçüde kapitalizm karşıtı politik bir karakter kazanır. Her emek mücadelesi kendinde devrimci ve ilerici bir karakter taşımaz. Eğer her emek mücadelesi devrimci bir karakter taşısaydı emeğin görünümlerinden olan sermaye için de devrimci demek gerekirdi. Sermayenin özgürlük mücadelesi ve devrimciliği ise toplumsal bir yıkıcılıktan başka bir şey değildir. Bu nedenle barbarlık sistemi kendini yıkıcılıkla ve varlık koşullarını iğdiş ederek dışa vururken emeğin toplumsal özgürlük mücadelesinin bileşenlerinin mücadele hattı, sömürüsüz, tahakkümsüz, sınıfsız, toplumsal adalete dayalı, özgürlükçü bir toplum projesi olmalıdır. 

Kent ve kır arasındaki yarılmanın derinleştiği, Ortadoğu’daki sermaye hareketinin, gayrimenkulleri menkul değerlere çevirme sürecine yöneldiği bu dönemeçte, Maraş-Pazarcık’ta çimento fabrikasına, hidroelektrik santrallere, kentsel dönüşüme, Bursa’da, Antalya’da taş ocaklarına karşı direnenlerin mücadelesini daha nesnel bir zeminde kavramak mümkün hale gelebiliyor. Sermaye birikiminin özelleştirmeler, kamu kaynaklarının yağması yoluyla perçinlendiği yirmi yıllık bir süreçten; birikimin kır ve kent toprağının, havanın, enerjinin, ve suyun bu anlamda yaşamın tüm maddi güçlerinin yağmalanmasına kaydığı bir sürecin en keskin günlerini yaşıyoruz. Bu siyasal saldırganlığın arka planında da işte bu hesaplaşma yatmaktadır. Bu kaynakların hangi çıkar çevresi tarafından yağmalanacağı üzerine yapılan pazarlıklar. Bu anlamda, Maraş’a yapılan Ortadoğu’nun en büyük çimento fabrikası bir yandan yıkılan Irak’ın yeniden inşaasına hammadde sağlarken diğer yandan da ucuz emek gücünün istihdamı yoluyla kar maksimizasyonunun yukarılara çekilmesi anlamına geliyor. Bu açıdan da Çimento fabrikasına karşı direniş hareketleri hem ucuz iş gücü kullanımına, hem Irak’ın sömürgeleştirilmesine hem de köylülerin topraklarının kirlenmesine karşı bir mücadele karakteri taşıyor. 

Bu mücadeleler aynı zamanda toplumsal bir demokrasinin de kurucu bir nitelik taşıdığını göstermesi açısından son derece önemlidir. Birlikte karar alan ve aldıkları kararları uygulayan bir siyasal gücün açığa çıkması, demokrasiyi müşteri piyasasına katılıma indirgeyen liberal demokrasiye de bir cephe olarak görülebilir. Bu örgütlenmeler parlamenter sistemin tüm sınırlılıklarına karşın kendi milletvekili adaylarını da çıkartarak, “yaşamımızı yönetebiliriz” diyorlar. İşte bu uğrakta ekoloji mücadelesi alternatif bir yaşam mücadelesi olarak değil “kurucu bir toplum yaşamı” ufkuyla emeğin özgürleşme tahayyülünü zenginleştiriyor. İşle evin arasında yarılmayı, kırla kent arasındaki parçalanmayı, yöneten ve yönetilen arasındaki çelişkiyi, üretim ve yönetim arasında ki bölünmeyi tüm bu maddi pratiklerde deneyimliyor. Bitkileri tek tipleştiren, toplumu tek tipleştiren, halkları tek tipleştiren kapitalizm karşısında ekoloji mücadelesi, toplumsal demokrasi, barış, toplumsal adalet, eşitlik, özgürlük, kardeşlik, sömürüsüz ve sınıfsız bir dünya özlemiyle zor bir dönemece giriyor. Bu dönemeçte emek hattının başarılı olmasının tek yolu: bu birleşik mücadele eksenini hem bir maddi pratiğe hem bir programatik eksene hem de kurucu bir toplumsal demokrasiye ve yaşama dönüştürme mücadelesinden geçmektedir.

SONUÇ

Son 30 yılda kentlerde yaşanan dönüşüm, yeni liberal-muhafazakâr politikaların, yerelleşme, serbestleştirme ve özelleştirme dinamikleri doğrultusunda ve bu dinamikleri geliştirecek bir biçimde olgunlaşmaktadır. Bu doğrultuda, kentsel “Kamu Hizmetlerin” piyasalaşması ve özelleştirilmesi Türkiye’nin liberalleşme sürecinin 80’li yıllarla birlikte deneyimlemeye başladığı bir süreç olarak görülebilir. Kentsel hizmetler özelleştirmeler yoluyla meta değeri kazanırken diğer yandan kent mekânı da –kent mekânı olmaktan kaynaklı niteliğiyle- kapitalistleştirilerek bir meta değerine kavuşmaya başlamıştır. Kentsel toprak giderek daralırken, yap sat dönemi kentsel büyüme doğal sınırlarına ulaşmıştır. Bu süreç bir bütün olarak kent toprağının ve mekânının yeniden örgütlenmesini zorunlu kılmıştır. Kentsel mekânın ve toprağın kapitalist yeniden üretim süreci, yasal, ekonomik ve toplumsal dönüşümleri de beraberinde getirmiştir. Kentin bir kapital olarak yeniden üretilmesi “zorunluluğu”, doğal sınırlarına ulaşmış ve giderek kapitalizmin mekânsal gelişiminin önünde bir engel olmaya başlamış kentsel mekânın yeniden örgütlenmesini, sosyal ve ekonomik hakların yeniden tanımlanmasını ve planlamanın yasal boyutunda yenilikleri gündeme getirmiştir.

Yasal ve yasa dışı süreçleriyle kentsel mekânda sermaye birikiminin yoğunlaşmasıyla birlikte bu birikimin coğrafi sınırları aşarak toplumsallaşması süreci de pek çok yeni sorunu beraberinde getirmiştir. Özellikle toplumsal mülkiyet konusu olan toprak rantının, planlama süreçleri gibi araçlarla, özel sektöre devredilmesi kentlerin sosyal, siyasal ve ekonomik olarak parçalanmasını derinleştirmiştir. Kent merkezlerinden giderek çeperlere savrulan ve kent olanaklarından yararlanma olanağını yitiren sınıfları içinde barındıran yeni bir kültürel ve siyasal iklim doğmuştur. Kentlerin çeperlerinde büyük yapı kütlelerinin oluşmasına araç olmuştur. Böylelikle hem ulaşım, altyapı ve kentsel maliyetler artmış, hem de büyük kentlerin makroform gelişmesinin üst ölçekli planlarla yönlendirilebilirliği azalmıştır.

Kentlerde olgunlaşan yeni liberal politikalar bir yandan, modern ve homojen “kentdaşlık bilinci” etrafında biçimlendirilmeye çalışılan sermaye birikim rejiminde bir dönüşüme işaret etmekle birlikte, sermaye, gelişimini merkezden çeperlere doğru kaydırma zorunluluğu altında, bu mekânları da dönüştürmeyi ufkuna koymuştur. Kent çeperlerinde biriken artık nüfusu asimilasyona ve dışlamaya dayanan politikalar yeni milliyetçiliklerin hortlamasına zemin hazırlamaktadır.

Burjuvazi, bir yandan kamu mallarının, hizmetlerinin ve işletmelerinin özelleştirilmesi süreci üzerinden büyürken diğer yandan da şu ya da bu nedenle tüketim nesnesi haline gelen, kent yaşamını, kültürünü, toprağını farklı veçheleriyle pazarlamanın olanaklarına sahip olmaya başlamıştır. Yapı üretim sürecinin serbestleştirilmesinde mevcut planlama anlayışının sınırlılıklarının aşılmaya başlanması,  mekânın, özellikle de çeperdeki kentsel rantın piyasa mekanizmasına dâhil edilmeye başlanması, taşınmaz rantının menkulleştirilmesi süreci, imar ve mülkiyet haklarının sermayenin elinde toplulaşması, sermayenin kentlerde büyük toprak parçaları üzerinde hareket etmesine olanak sağlamıştır. Böylece Türkiye kentlerinde 90’lı yıllarla birlikte sermaye, yeni bir birikim evresinin (yık-yap) örgütlemesinin olanaklarını yaratmıştır. 

Bu süreç  bir yandan kentsel rantın,  kamu otoritesi eliyle sermaye tarafından temellükü sürecini hızlandırmıştır. Özellikle TOKİ tarafından yürütülen projeler bir kez daha göstermektedir ki yeni liberal dönemde devlet, küçülmemiş aksine daha bürokratik ve piyasacı bir görünüm altında genişlemiştir. Tek tip yapı üretim süreci, konut stoğu ihtiyacını karşılamaya yönelik değil, gayrimenkullerin mali piyasalara kazandırılması yaklaşımıyla geliştirilmektedir. Kent toprağını sadece bir arsa olarak gören, tek tip yapı üretme pratikleri kentleri birbirine benzeten sonuçları da doğurmaktadır. Kentleri kendi özgün kimliklerinden mahrum bırakan bu anlayış aynı zamanda kamu arazilerinin, ormanların, tarım alanlarının da imara açılmasını hızlandırmaktadır.  

Başta kentlerin kır üzerindeki baskısını kaldıracak bir yapılanmaya ihtiyaç vardır. Bu ihtiyacı karşılamak için öncelikli olarak, tarımsal yapıların geliştirilmesi gerekmektedir. Diğer yandan tüketime endeksli kent yaşamından köklü bir kopuş zorunluluk haline gelmiştir. Kenti besleyecek tarımsal alanlar, su kaynakları giderek azalmaktadır. Kentin havasını yenileyen vadiler yapılaşmaya açılmakta bu nedenle de kentin havası bozulmaktadır. Kentlerin çeperlerinde gelişecek tarımsal alanlarda kentin gıda ihtiyacını ve toplumun gıda egemenliğini karşılayacak tarımsal üretim sistemleri geliştirilmelidir. Bunun için Orman ve tarım çiftliği bir model olarak geliştirilmelidir.  Su havzaları, vadiler, kent toprağı ekolojik demokratik bir planlama anlayışı ile iyileştirilmelidir. Bu alanlardan kentte yaşayan insanların eşit ve adil bir biçimde kullanma hakkı sağlanmalıdır. Kentlerin kendini yenileyebilen doğal çevreye kavuşturulması gerekmektedir. Başta metropol kentleri olmak üzere tüm kentlerde, kır ve kent yaşamının uyumlu birlikteliğini sağlayacak bir toplumcu planlama anlayışıyla gelişmesi zorunluluk haline gelmiştir

Kentsel sorunlarımızın  çözümü için özyönetime dayalı, demokratik bir kamusallık acil ihtiyacımızdır.  Bu nedenle yönetim süreçlerine halkın doğrudan veya dolaylı katılımı önem kazanmaktadır. Bunun için de kentsel hizmetlerden yaralanamayanların sosyal ve ekonomik durumlarının iyileştirilmesi gerekmektedir. Yerel yönetimlerde karar alma süreçlerine katılmak bir ayrıcalık olamaz. 

Belediyelerin planlama alanında kurumsal eksiklikleri ve verilen yetkiyi kullanmakta yeterli donanıma sahip olmamaları, parçalanmış kentsel yaşamda, dönüşümün paydaşı olarak görülen özel sektör, kamu ve halkı ortaklaştıracak bir proje anlayışı, kentin zayıf çıkar gruplarının temsil kabiliyetini daraltmıştır. Belediyeler, zayıf toplumsal grupların çıkarlarını koruyan bir anlayışıyla donatılmalıdır. Kent yoksulları, kadınlar, engelliler, çocuklar, yaşlıları gözeten bir kent yönetimi anlayışı geliştirilmelidir. Bu anlayışın gelişmesinde etkin araçlardan biri de belediyelerin aldıkları karalarda, halka hesap verme ve halkın sorma mekanizmalarının etkinleştirilmesi olacaktır. Belediye Meclisi ve İl Özel İdareleri tarafından alınan kararlar halka en hızlı şekilde ulaştırılması gerekirken süreç bu şekilde işlememektedir. Belediye Meclisi tarafından alınan kararlardan, Kamu kurumlarıyla yapılan anlaşmalardan, İhalelerden, Üretilen Hizmetlerin üretim fiyatlarından, satış fiyatlarından bu hizmetleri alanların ve bu kararlara tabi olan halkın bilgisi yoktur.  Halkın en temel haklarından olan bilgi edinme hakkı tüm yönetim işlemlerini kapsayacak şekilde genişletilmelidir. Bu aynı zamanda etkin bir hak arama bilincinin geliştirilmesi ile sağlanabilir. Bununla birlikte bu kararlara halkın müdahil olabileceği araçlar geliştirilmelidir.

Modern kamunun parçalanmasına paralel olarak, her ne kadar katılım söylemleri ön plana çıkmış olsa da halkın belediye yönetimlerine katılımı daraltılmıştır. Belediyelerin geleneksel himaye ve adam kollama işleyiş tarzı nedeniyle halkın kent yönetimine katılımı olanaklı olamamaktadır. İnsanların sorunlarını çözebilecekleri tartışabilecekleri, değerlendirebilecekleri ve uygulayabilecekleri organlar geniş halk kesimlerinin temsil etmemektedir.

Bugün  önümüzde duran toplumsal sorumluluk kentlerin ve kent yönetimlerinin demokratikleştirilmesi ve yaşanılabilir kılınması sorumluluğudur.  Yoksullarını dışlamayan bir belediyecilik yaklaşımı acil bir diğer ihtiyaçtır. Yoksulları himmet kültürü ekseninde, ezerek yedekleyen bir belediyecilik değil yoksulları insanca yaşam koşullarına kavuşturacak bir belediyecilik anlayışını kurmak gerekiyor.  

Başta Büyükşehir Belediye Meclisleri ve bu meclisin bir danışma kurlu haline gelen kent konseylerinin niteliği ise anti demokratiktir. Belediye Meclisleri Belediye Başkanının ve özel girişimcilerin isteklerini karar altına alan bir onay merci haline gelmektedir. Oysa Belediye Meclisleri halkın çıkarını korumalıdır. Bu nedenle özyönetime dayalı kent yönetimi anlayışının geliştirilmesi, ekonomik, sosyal ve siyasal yaşamın katılımcı kılınması gerekmektedir. Bu nedenle demokratik, özyönetime dayalı yeni kent örgütlenmeleri geliştirilmelidir. Bu örgütlenmeler, kent ve kır sorunlarının çözümü için kamusal görünümlü-yasama meclisi olarak yapılanmalıdır. Bu tarz örgütlenmeler, talep eden bir örgütlenme değil, kentin müdahil-yasama organı ve çok özneli bir kurucu kamusallığın görünümlerinden birisi olacaktır. 

Tüm bu kentsel dönüşüm diğer yandan kentsel hizmetlerde köklü dönüşümlere yol açmıştır. Kentsel hizmetler son yıllarda özel girişimler eliyle yürütülmekte ve bu hizmetler kamu hizmeti niteliğinden uzaklaştırılmak istenmektedir. Bu tarz bir belediyecilik yaklaşımı ile kentte yaşayanların su, gıda, sağlık, eğitim, barınma, ısınma, enerji, ulaşım, imar,  alt yapı, kültür gibi kentsel ihtiyaçlarının karşılanamadığı ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle Belediye Bütçelerinin kamu hizmeti anlayışıyla hazırlanması, kentsel hizmetlerin herkesin yararlanabileceği şekilde üretilmesi gerekmektedir.

Kamuya ait olan kent kaynaklarının yine kamunun yararlanabileceği şekilde örgütlenmesi halinde, kentsel hizmetlerin daha adil dağıtımı söz konusu olacaktır. Yoksul kent halkının sosyal ihtiyaçlarının giderilmesinde insanları kendi emeklerinden başka hiçbir şeye muhtaç etmeyecek bir anlayış geliştirilmelidir. Toplumsal eşitlik sadece bölüşüm de değil üretimde de eşitliği esas alacak şekilde geliştirilmelidir. Sosyal yardımlar bu ölçekte yapılmalıdır. Kentsel hizmetlerden yaralanan halktan bu hizmetlerden yararlanmaları karşılığında yalnızca katılım bedeli alınmalıdır. Kent hizmetlerinden ücret yerine katılım bedeli alındığında, bu hizmetler hem daha nitelikli hem de daha ulaşılabilir olacaktır. Aynı zamanda bu katılım bedeli yine kent hizmetlerinde kullanılmak üzere bütçelendirilmelidir. 

Kent hizmetlerine kullanım oranında katkı koyma anlayışı yerine fiyatlandırma yaklaşımın tamamen egemen olmasıyla birlikte kentteki sosyal sorunlar da daha fazla derinleşmiştir. Bu durum hizmetlerin niteliğini düşürmekte, kentlilerin bu hizmetlerden yararlanmasını zorlaştırmaktadır. Belediyelerin kamu gücünü kullanarak sundukları ısınma, su, alt yapı hizmetleri ücretlendirildikçe daha niteliksizleşmekte ve pahalılaşmaktadır. Belediyeler, bu hizmetleri maliyetlerinin çok üzerinde bir fiyatla kentlilere satmaktadır. Çöp toplama, temizlik, sağlık, barınma gibi hizmetlerden elde edilen gelir de kamuya dönmemektedir. Bu nedenlerle kentler kamucu bir belediyecilik yaklaşımı altında kır ve kent bütünlüğünü koruyacak esaslarla yeniden örgütlenmelidir.

Kent ölçeğinin genişlemesi, kentin parçalanması, rant odaklı politikalara karşı bugün kamusal bir kenti yaratmak gerekiyor. Kentlerin tek tipleştirilmesine karşı, kentlerin kültürel farklılık içinde birliğini yaratacak bir yaklaşım gerekmektedir. Bu yaklaşım, zayıf toplumsal grupların dışlanmasını engelleyecek bir bütünleşmeyi de barındırmalıdır. Kentleri çok uluslu şirketlerin emrine sunan kentsel dönüşüm yaklaşımları karşısında, kenti dayanışma ve eşitlik temelinde yeniden kuracak kamusal fikrin hayata geçirilmesi gerekmektedir.

Ortaya çıkan yeni siyasal mücadeleler bugün için top yekûn bir kurtuluş mücadelesini sırtlanacak güçte ve çapta olmasa da artık biliyoruz ki, yirmi birinci yüzyılın yeni dünyası bu siyasal hareketlerin toplumsallaşma, sermayenin ekonomik ve siyasal karakterleriyle hesaplaşma zeminlerinden açığa çıkacak. Bu hareketler aynı zamanda çok özneli bir siyasallaşma sürecinin yeni bir toplumsal örgütlenme formunun da ipuçlarını sunuyor. 

İnsanı insanca yaşatacak, onu nesneler dünyasından kurtaracak, insanı doğayla barıştıracak, tekellerin ve sömürgecilerin karşısında yeni bir dünyayı kuracak olan toplumsal mücadeleler yükselirken, geleceğin toplumuna duyduğumuz inançla, emeğin ekolojik dünyasına katkı sunanları sahiplenmek ve katkı sunacaklarla birlikte yürümektir dert. 

Bugün için canlılığın ve toplumsallığın kurtuluşunu açığa çıkartacak maddi koşulların önünde sermayenin muazzam saldırganlığı kadar bu saldırganlığı aşacak politik eksenin yoksunluğu önemli bir sorun olarak durmaktadır. Bu çağı ilga etmenin yolu, katı olan her şeyin buharlaştığını bir kez bir kez daha ısrarla görünür kılmak, yaşamı örgütlemek ve sermaye çağını aşmaktır. 

Bunun için emeğin ekolojist bir karakterde yeniden örgütlenmesini sağlayacak politik ve örgütsel donanımı yaratmak gerekiyor. Bu yaratım sürecinde, ortaya çıkan yeni emek hareketlerinin toplumsal ve siyasal karakterlerini, sermayenin karşısında doğayı ve emeği özgürleştirecek tarzda örgütlemesinin yollarını geliştirmek, çok özneli bir kamusal karakterde yaşamı siyasallaştırmak gerekmektedir.

Bu nedenle sermayenin ilga ettiği “kamu”yu yeniden inşa etmek, öz örgütlenme deneyimleriyle kendi kendini yönetme deneyimlerini geliştirmek, diğer yandan emeğin siyasal mücadelesi ile gelişecek sermaye karşıtlığını, üretimin toplumsal karakterini vurgulayacak, doğayı sömürüden ve tahakkümden kurtaracak bir potansiyelle örgütlemek gerekiyor. Bu açıdan da içinden geçtiğimiz ekolojik kriz çağının hem tarihsel hem de dönemsel karakteristiğini ortaya çıkartmak gerekiyor. 

Ekolojik kriz karşıtı bir mücadele, emeğin ve doğanın özgürleşmesi, modern türcülüğün aşılması, toplumsal adalet, barış, kolektivizm, eşitlik, hakların kardeşliğine dayalı bir toplumun yaratılması çabası olarak örgütlenmelidir. Bu mücadele üretim ve yönetim arasındaki yarılmayı ortadan kaldıracak, emeğin ve doğanın; kırın ve kentin birliğini sağlayacak bir politik yönelimi de barındıracaktır. 

Fevzi Özlüer- Ekoloji Kolektifi

http://www.ekolojistler.org/ekososyalist-bir-kir-kent-hareketine-dogru-fevzi-ozluer.html

Advertisement

December 14, 2009 Posted by | anti-kapitalizm, bu topraklar, ezilenler, kent yasami, kir yasami, sistem karsitligi, somuru / tahakkum, yerli - yerel halklar | Leave a comment

Katılımcı Ekonomi Seminer Metni – Taylan Doğan, Özgür Efe

Bir vizyon olarak Katılımcı Ekonomi:

Berlin duvarının yıkılması (1989) Marksizmin geniş kesimlerin gözünde bir seçenek olmaktan çıkmasına yol açtı. Tabii daha önceden de güçlü kuşkular vardı. 1990’ların sonunda Marksizmden pek o kadar esinlenmeyen, hatta onu karşısına alan başka bir muhalefet dalgası ortaya çıktı. Bu, alternatif küreselleşme hareketi olarak adlandırıldı.

Alternatif küreselleşme hareketi, daha çok dünyadaki gelir uçurumunun artmasına yol açan uluslararası düzeydeki kurumları (IMF, Dünya Bankası-DB, Dünya Ticaret Örgütü-DTÖ vs.) eleştiren bir protesto hareketi olarak doğdu.

Katılımcı Ekonomi, bu hareketi desteklemekle birlikte aynı zamanda eleştirir. Eleştirisinin temel unsuru toplumlara sunabilecek bir gelecek vizyonundan yoksun oluşudur. Hareket çok başarılı olacak olsa bile, en fazla IMF, DB veya DTÖ’nün yerine daha reformcu kuruluşlar geçecektir. Oysa her toplumda insanlar çok iyi bilmektedir ki, büyük şirketler, hiyerarşik üretim mekanizmaları, pazarlar varolduğu ve toplumu “kâr peşinde koşma” dürtüsü yönlendirdiği sürece bu kazanımlar geçici olacak, kalıcı ve radikal bir toplumsal dönüşüme yol açmayacaktır.

Katılımcı Ekonomi kapitalizmin yerine hem ekonomik açıdan uygulanabilir, hem de insanların özlem duyduğu değerleri yaşama geçirebilen bir ekonomik vizyon önermedikçe, alternatif küreselleşme hareketinin başarısız olacağı görüşündedir. İnsanlar bize “peki siz ne istiyorsunuz?” diye sormaktadır. Küresel kapitalizmin kötülüklerini sayıp dökmek dışında bir yanıt alamadıkları için de pasifize olmakta, “çok kötü” olduğunu bile bile kapitalizme razı olmak dışında bir çıkar yol bulamamaktadırlar. Katılımcı Ekonomiye göre, alternatif küreselleşme hareketinin tıkanmasında rol oynayan en büyük faktör de böyle bir gelecek vizyonundan yoksun oluşudur.

Katılımcı Ekonomi kendini gelecekte kurabileceğimiz alternatif bir ekonomik vizyon olarak sunarken, aynı zamanda bugünü de etkilemeye çalışır. Hareketin bugün bir vizyona sahip olması, şimdiki örgütlenme ve eylemlere de kılavuzluk edecektir. Toplumu ne yöne doğru değiştirmek istediğimizi bilmeden, kalıcı reformlar peşinde koşamayız ve giderek toplumsal bir dönüşüm sağlamakta başarısız kalırız.

Seminer Nasıl İlerliyor?

Katılımcı Ekonomi öncelikle insanlığın özlemleri diyebileceğimiz bazı ahlaki değerler ortaya koyar. Bunlar, hakkaniyet, dayanışma, çeşitlilik ve öz-yönetim’dir. Sonra gerek kapitalizmin, gerekse koordinatörist ekonominin türevleri olarak adlandırdığı pazara ve merkezi planlamaya dayalı sosyalizmin bu değerleri nasıl çiğnediğini göstermeye çalışır. Buraya kadar daha çok negatif bir analiz yapmış oluruz. Ardından bu değerlerin hangi ekonomik kurumlarla hayata geçirilebileceğini tartışmaya başlar. Burada aşama aşama katılımcı ekonomi modeli kurulmaya başlanır.

Önce toplumda hakkaniyet ilkesinin hangi ücretlendirme/ödüllendirme yoluyla hayata geçebileceği tartışılır. İnsanlara ücret öderken kriter olarak neyi almalıyız? “Gayrete ve fedakarlığa göre” Katılımcı Ekonominin ilk kurumsal ilkesidir.

Ardından, işyerlerinde (işletmelerde) ve yaşam birimlerinde (mahallelerde, şehirlerde vs.) gerçek bir taban demokrasinin nasıl oluşturulabileceği tartışılır. İşçi ve tüketici konseyleri ile “herkesin kararlara, o kararlardan etkilendiği ölçüde katılması” ilkesi bu bölümde elde ettiğimiz sonuçlardır.

Gel gelelim işçi ve tüketici konseylerinin kurulmasının, gerçek bir taban demokrasisinin oluşumu için yeterli olmadığı ortaya çıkar. Bunun nedeni, gerçek bir sınıf karakteri taşıyan “koordinatör” sınıftır. Bu bölümde doğası ve sınıf çıkarları açısından koordinatör sınıf analiz edilir ve ortadan kaldırılması gerektiğine karar verilir.

İşlerin dengeli bir şekilde dağıtılması ya da “dengeli iş düzenleri” hem gerçek bir işyeri demokrasisini hayata geçirebilir; hem de ekonomik açıdan ciddi bir verimlilik kaybına yol açmaz. İşçi ve tüketici konseyleri + dengeli iş düzenleri ile Katılımcı Ekonomi modelinin kurulmasında bir hayli yol almış oluruz.

Geriye ekonominin üretim ile tüketim arasındaki ana halkası kalır. Bu, tahsisattır. Katılımcı ekonomide kaynaklar, girdiler ve iş gücü nasıl tahsis edilecek, hangi üründen ne kadar tüketilecektir? Yanıt, Katılımcı Planlamadır. Katılımcı Planlama aynı zamanda toplumda dayanışma ilkesini hayata geçirmek açısından kritik bir öneme sahiptir.

Konu Başlıkları: – Değerler (Hakkaniyet, Dayanışma, Çeşitlilik ve Öz-yönetim) – Kapitalizm ve Sosyalizm türleri bu değerleri nasıl çiğniyor? – Bu değerleri hangi kurumlarla hayata geçirebiliriz? – Hakkaniyet – Özyönetim – demokrasi – Koordinatör sınıf – İş düzenleri – sınıfsız bir toplum – Katılımcı planlama – Dayanışma

i) Değerler

1) Hakkaniyet

Kapitalist ekonomilerde ve pazara veya merkezi planlamaya dayalı ekonomilerde hakkaniyet şu şekillerde ayaklar altına alınır:

– Kapitalizmde üretim araçlarının özel mülkiyeti, bunların miras yoluyla devredilebilmesi hiç çalışmadan kazanmanın yolunu açar. – Üretim araçlarının özel mülkiyeti kaldırılsa bile, pazara veya merkezi planlamaya dayalı ekonomiler bireylerin ekonomiye ürün bazında yaptığı katkıyı ödüllendirirler. Bu hakkaniyetli değildir. İnsanlar farklı eğitim düzeylerine sahiptir. Çalıştıkları iş yerleri daha ileri ya da geri bir verimlilik düzeyine sahip olabilir. Mesai arkadaşları daha az ya da daha çok çalışabilir. Bunun ötesinde, kişiler genetik olarak devraldıkları farklı fiziksel özelliklere sahiptir; farklı yetenekleri vardır.

Örnek: Ahmet, Mehmet’e göre daha iri yapılı ve güçlüdür. Her ikisi de şeker kamışı kesmeye giderler. Doğal olarak aynı çalışma süresi içinde Ahmet daha çok şeker kamışı kesmiş olacaktır. Kapitalist ve sosyalist ekonomiler bu durumda Ahmet’i, Mehmet’e göre daha çok ödüllendirecektir. Peki bu hakkaniyetli midir? Hayır, değildir. Bu tartışmaya 2. bölümde daha ayrıntılı şekilde gireceğiz.

2) Dayanışma Dayanışma, bireylerin birbirlerinin durumundan haberdar olmaları, bunun sonucu olarak kendilerini başkalarının yerine koyabilmeleri (duygudaşlık veya empati) ile mümkündür. Bireylerin aldığı kararlar başkalarını (gerek aynı iş yerindeki çalışma arkadaşlarını, gerekse daha geniş tüketici kitlesini) nasıl etkilemektedir? Ya da tüketiciler bir ürünü tüketmek isterken, o ürünü üreten işçilerin durumunu ne ölçüde göz önüne alırlar?

– Pazar ekonomileri, alıcı ile satıcıyı karşı karşıya getirirken toplumun geriye kalanını yapılan mübadelenin sonuçlarının tamamen dışında bırakır. Bir otomobil satıcısı otomobili en uygun fiyata alıcıya satmak ister. Aynı şey alıcı için de geçerlidir. Burada otomobil teknolojisinin yarattığı çevre kirliliği, trafik vs. sorunlar her iki tarafın da umurunda değildir. – İşçiler, tüketiciler üzerinde olumsuz etkileri olabilecek bir ürün üretirler (örneğin kanserojen madde içeren bir ürün). Burada çoğu kez işçiler yalnızca aldıkları ücretle ilgilenir ve üretimlerinin toplumsal sonuçlarını göz önüne almazlar. – Daha çarpıcı olan ise, bir çarşıya çıktığınızda karşılaşacağınız manzaradır. Pek çok satıcı dünya kadar ürünü satmaya uğraşmaktadır. Peki bu ürünleri üreten işçiler nerededir? Hangi koşullarda üretmişlerdir? Tüketim zevklerine hitap eden bir ürün (örneğin Nike spor ayakkabıları) çocuk emeğinin aşırı sömürülmesiyle üretilmiş olabilir. Ama tüketici bu gerçeğin farkında değildir; çoğu zaman da umursamaz.

Bu örnekler, pazar ekonomilerinde dayanışma ilkesini hayata geçirmenin imkansız olduğunu gösterir.

3) Çeşitlilik – Bir işyerinde x ürününü belirli bir miktarda üretmenin – aynı zamanda çalışma yaşamının kalitesini koruyarak (ya da yükselterek) – en iyi yolu nedir? Bunu önceden tam olarak bilemezsiniz. Bu nedenle, belirli bir üretim kalıbını tercih etmiş olsak bile, buna karşı çıkanların görüşleri saklı tutulmalı, hatta bu yönde araştırmalar sürdürülmelidir. Çoğunluğun tercih ettiği üretim kalıbı beklenen parlak sonucu vermeyebilir. Bu nedenle çeşitli alternatiflerin korunması tercih edilmesi gereken bir özelliktir. Gel gelelim, işveren veya (sosyalizmde) merkezi planlamacılar adına üretim süreçlerini denetleyen koordinatör sınıf (işyerindeki mühendisler, işletmeciler, hatta forman denilen usta başları) çoğunluk/azınlık görüşleri tartışmasına bile girmez. Hiyerarşinin üst-basamaklarında daha önce alınmış bir kararı sonuna kadar uygulamaya çalışır – Kapitalizm kendi içinde üç sınıf (burjuvazi, koordinatör sınıf ve işçi sınıfı); sosyalizm ise iki sınıf (koordinatör sınıf ve işçi sınıfı) üretir. Bu sınıflar birbirlerine karşı düşmanca, küçümsemeyle veya nefretle yaklaşırlar. Ama sınıflar kendi içlerinde bir homojenlik üretme eğilimdedir. Bir işçi sınıfı alt-kültürü, koordinatör sınıfın yuppie kültürü, burjuvazinin ise kendine özgü “yüksek” kültürü, aslında birbirlerine çok benzer bireyler üretir. Oysa bu tercih edilir bir durum değildir. Sınıfsız bir toplumda çeşitliliğin artma ihtimali çok daha fazladır.

4) Öz-yönetim – Öz-yönetim, biçimsel demokrasinin ötesinde, doğrudan ve yerel demokrasiyi akla getirir. Merkezi planlamaya dayalı sosyalist ekonomilerde, plancılar aşağıya doğru bazı öneriler sunarlar. Daha sonra tek tek üretim birimlerinden geri-besleme ilişkisi içinde veriler alırlar. Sonra öneriler talimatlara dönüşür ve uygulanması istenir. – Kapitalist ekonomilerde, işverenlerin adına üretim süreçlerini denetleyen koordinatör sınıf olduğu sürece iş yeri demokrasisinden bahsedemeyiz. (Bu konuya daha sonra döneceğiz). – Ayrıca ister kapitalist, isterse pazara-dayalı sosyalist olsun, pazar ekonomilerinde karar zaten verilmiştir. Amaç maliyetlerin düşürülmesi ve kârın azamileştirilmesidir. Her finansal güçlük durumunda, zaten işe işçilerin ücretlerinin kısılmasıyla başlanacaktır. (Pazara dayalı öz-yönetimsel bir modelin benimsendiği eski Yugoslavya’da olduğu gibi) bu kararı bizzat işçi konseylerinin vermesi fazla bir şey değiştirmez.

ii) Katılımcı Ekonomi bu değerleri hangi ilkeler ve kurumlar çerçevesinde hayata geçirebilir?

A) Gayret ve Fedakarlığın Ödüllendirilmesi – Hakkaniyet

İnsanların sahip oldukları üretim araçları ya da mülkleri (dolayısıyla kudretleri) karşılığında ödüllendirilmesinin hakkaniyetli olduğunu savunmak oldukça güçtür. Çağımızda daha çok şu kriter öne çıkıyor gibi gözükmektedir: İnsanları, ekonomiye yaptıkları katkıya – yani ürettikleri ürüne göre – ödüllendirelim.

Bireylerin ürettikleri katkının değerini arttıran faktörler arasında;

  • Çalıştıkları işyerinin üretkenliği
  • İnişe geçen bir sektör yerine, yükselişe geçen bir sektörde çalışmak gibi şans faktörü
  • Doğuştan gelen yetenek ve beceriler
  • Eğitim düzeyi
  • Ve bir mal veya hizmet üretirken gösterdiğimiz gayret ve fedakarlık vardır.

Bunlardan, eğitim ve gayret-fedakarlık dışındaki bütün faktörler insanın kendi denetiminin dışındadır. Dolayısıyla kendimizin denetleyemediği faktörler yüzünden daha fazla veya daha az ödüllendirilmek hakkaniyetle bağdaşmaz.

Ben bir malı çoğunlukla tek başıma üretmem. Benim işverenimin yaptığı yatırım, mesai arkadaşlarımın üretkenlik düzeyi, kullandığım girdilerin veya benim sektörümde iş gücünün daha mı bol; yoksa daha mı kıt olduğu, çalıştığım sektörün ekonomik krizlerden etkilenme derecesi, benim ürettiğim malın değerini topluca belirleyen unsurlardan bazılarıdır. Ama ben sadece ne kadar uzun ve/veya yoğun çalıştığıma bağlı olarak ödüllendirilmeliyim.

Bu argümana karşı çıkmak zordur. Ama modern toplumlarda koordinatör sınıfın vasıfsız işçilere göre çok daha yüksek ücretler alması özellikle eğitim gerekçesiyle haklılaştırılmaya çalışılır. Buna beyin cerrahı/çöpçü problemi diyoruz. Bir beyin cerrahının ne kadar çok çalışırsa çalışsın, zahmetli koşullarda son derece bıktırıcı bir iş yapan çöpçüye göre daha çok gayret göstermediği açıktır. Buna karşın toplumsal önyargı beyin cerrahının çok uzun bir süre eğitim görmek zorunda kaldığını; dolayısıyla ona hayat boyu ödenen yüksek ücretin bir nevi katlandığı bu zahmetin karşılığında bir tazminat olduğunu öne sürer. Gerçekten böyle midir?

  • Bir kere hangi koşullarda eğitim görmüş olursa olsun, cerrahın karşılaştırılması gereken kesim koordinatör sınıfın diğer kesimleri değil, çöpçüdür. O eğitim görürken, çöpçü halihazırda zor koşullarda çalışmaktadır.
  • İkincisi, eğitim çok büyük ölçüde bütün toplumun sağladığı bir altyapıyla (binalar, laboratuarlar, öğretmenler) gerçekleştirilir.

Dolayısıyla, sadece daha çok eğitim gördüğü için bir beyin cerrahının bir çöpçüye göre daha fazla gelir elde etmesi haklılaştırılamaz.

Bu konuda eğitim görenler arasında bir karşılaştırma yapılabilir. Eğer Ahmet, Mehmet’ten daha zahmetli koşullarda, daha çok çaba gerektiren bir eğitim kurumunda okumuşsa (ya da eğitim masraflarını kendisi karşılamışsa), o zaman tabii ki Ahmet daha fazla ödüllendirilmelidir. Ama bu Ahmet’in yaşam boyu daha yüksek bir geliri hakketmesi anlamına gelmez. Yalnızca mesleki kariyerinin başlangıcında bir telafi ücreti olarak Ahmet’e, Mehmet’e göre biraz daha fazla ödeme yapılmasını gerektirir – ama o kadar!

Okula gitmenin bir işte çalışmaktan daha zahmetli olduğu durumlar ise yok denecek kadar azdır.

Diğer yandan, beyin cerrahı çöpçüye göre manevi tatmin sağlayan başka imkanlara sahiptir: zaten yaptığı iş ona toplumsal bir prestij sağlamaktadır; mesleki formasyonunu geliştirmek için kongrelere vs. katılması onun insani potansiyelini de geliştirir. Bütün bunların üzerine bir de daha yüksek ücret alması toplumsal olarak hakkaniyetli bir yaklaşım sayılmaz.

Öyleyse katılımcı ekonomi ödüllendirmede hakkaniyet ilkesini şöyle hayata geçirir: kim daha fazla ve/veya daha yoğun çalışıyorsa ya da daha zahmetli koşullarda, (itfaiyeciler gibi) daha tehlikeli koşullarda çalışıyorsa; daha rutin, aptallaştırıcı, manevi tatmini düşük işlerde çalışıyorsa, onun daha fazla ödüllendirilmesi gerekir.

İhtiyaç kriteri: Katılımcı ekonomi gayret ve fedakarlığa ek olarak bir de ihtiyaç kriteri getirir.

Bazı insanlar çalışamayacak durumdadır (özürlüdür) veya kaza geçirip artık çalışamayacak duruma gelirler. Onlara toplumsal tüketim ortalamasına göre ihtiyaç temelli bir gelir sağlanır.

B) Öz-yönetim – gerçek demokrasi

Katılımcı ekonomi, adem-i merkeziyetçi ve doğrudan demokrasiye mümkün olduğunca yakın bir öz-yönetim biçimini savunur. Bununla birlikte, temsili demokrasiye ait öğeleri de barındırır.

İşçiler ve tüketiciler en küçük birimlerden başlayan ve daha geniş birimlere doğru yükselen konseyler şeklinde örgütlenirler. Bir işyerinde özel bir iş için örgütlenmiş bir çalışma ekibinden tutalım, o işyerini kapsayan konseye, o sanayiyi (örneğin basın-yayın sektörü) kapsayan konseye ve nihayet ulusal ekonomiyi kapsayan konseye kadar çeşitli düzeylerde konseyler vardır.

Benzer şekilde, tüketiciler de bir öncelikle bir mahalle konseyinde, bir semt konseyinde, kırsal bir yönetim birimi konseyinde, bir şehir konseyinde, bir vilayet ve nihayet ülke çapında bir konseyde örgütlenirler.

İşçiler hangi düzeyde bir işe karar vereceklerse (örneğin bir işyerine yatırım yapılması) o düzeyde tartışır ve karar verme süreçlerine katılırlar.

Tüketiciler de, örneğin bir mahalleye yüzme havuzu yapılması gibi bir öneriyi mahalle konseyinde öne sürerler ve karara varmaya çalışırlar.

Bununla birlikte, katılımcı ekonomiyi herhangi bir biçimsel demokratik işleyişten ayıran önemli bir ilke vardır: herkesin kararlara, o karardan etkilendiği oranda katılması. Bu ilke, özellikle karmaşıklaşmış modern toplumlarda önem taşır; çünkü günümüz toplumlarında bir çok şey iç içe geçmiştir ve çoğu zaman bir (üretim/tüketim) biriminde alınan kararlar, başka birçok (üretim/tüketim) birimini de etkilemektedir.

Çeşitli düzeylerde konseylerin ve konseyler federasyonunun olmasının nedenlerinden birisi de budur.

Örneğin A işyeri büyük bir demir-çelik fabrikasıdır ve oradaki işçi konseyi büyük bir yatırım yapma kararı alır. Bu karar nihai bir karar olamaz; çünkü kararın sonuçları bu yatırım için gerekli olan girdileri üretecek işyerlerini de – en az A işyerindeki işçiler kadar – etkilemektedir. Sözgelimi bu girdileri sağlayacak B, C ve D işyerlerindeki işçiler bir dönem için çalışma saatlerini arttırmak zorunda kalacaklardır. O halde A işyeri konseyi “yatırım önerisini” ayrıntılandırıp bir üst düzeydeki sanayi konseyine iletir. Orada karar alma sürecine artık B, C ve D işyerleri konseylerinin temsilcileri de katılırlar. Karşılıklı müzakerelerle bir sonuca varılır ve bu sonuç mutlaka “yatırım önerisinin” olduğu gibi kabul edilmesi biçimini almak zorunda değildir.

Tüketicilere dönük de bir örnek verebiliriz. A şehrinin enerji ihtiyacı yoğun bir kirlilik üreten termik santrallerle karşılanmaktadır. A şehri tüketici konseyleri federasyonu, kendisine yakın olan ve büyükçe bir nehrin geçtiği B şehri civarında bir baraj yapıp, enerji ihtiyacını hidro-elektrik enerji üretimiyle karşılamayı kararlaştırır. Böylece A şehrinin halkı hava kirliliğinden kurtulacaktır.

Fakat bu karardan B şehri civarındaki nüfus da etkilenecektir. Çünkü belirli sayıda köy ve kasaba boşaltılmak zorunda kalınacaktır. Bu durumda, doğal olarak B şehrinin tüketici federasyonu da karar sürecine dahil olur. Konu bölge tüketici konseyine taşınır. Burada A şehrinde yaşayanlar, boşaltılmak zorunda kalınacak köy ve kasabaların başka bir yerde kurulması için gerekli maliyeti üstlenmeye zorlanırlar. Böylece A şehri tüketici konseyleri federasyonu baraj maliyetine ek olarak yeni yerleşim yerlerinin inşaatı için gerekli masrafları da “baraj önerisine” dahil etmek zorunda kalır. Öneri şu ya da bu şekilde (reddedilme şıkkı dahil) karara bağlanır.

Temel ilke, yukarıda belirtildiği gibi, bir karardan etkilenen bütün birey veya kesimlerin – o karardan etkilendikleri oranda – karar alma sürecine katılımının sağlanmasıdır. Bunun için söz konusu kararın sonuçlarına dair bilgilerin şeffaf biçimde ilgili bütün kesimlere ulaşabilmesi gerekir. Bir kararın sonuçları hakkında yeterli bilgiye sahip olmadan, o karar hakkında alacağımız kolektif kararlar demokratik olmayacaktır. İkincisi, karar alma sürecine katılan bireylerin eğilimlerinin de bilinmesi gerekir. İnsanlar bir kararın sonuçları hakkında yeterli bilgiye sahip olduktan sonra ne düşünmektedir? Bunlar sağlandıktan sonra, işyeri veya tüketici konseyinde duruma göre konsensüs veya herkese bir oy üçte/iki çoğunluk ya da basit çoğunluk aranması gibi oylama yöntemlerine başvurulabilir.

Mikro bir örnek: İşçilerin geceli gündüzlü birbirlerine çok yakın şekilde çalıştığı küçük bir işyeri düşünelim. Buraya yeni bir işçi alınacaktır. İşyeri konseyi nasıl bir oylama yöntemi izlemelidir?

İşyerindeki işçilerden birisi, yeni işe alınacak işçiyi önceden tanımakta ve ondan hiç hoşlanmamaktadır. Daha önce aralarında bir gerilim yaşanmıştır. Bu durumda alınacak karardan – diğer işçilere göre – en çok o etkilenecektir. Diğer işçilerin etkilenme derecesi ise daha düşük olacaktır. Eğer herkese bir oy/nitelikli çoğunluk kuralı benimsenirse, söz konusu işçi tek tek işçilerin çoğuna derdini anlatmak ve işçinin işe alınmaması için onların desteğini kazanmaya çalışmak zorunda kalacaktır. Oysa bu durumda en uygun yöntem veto hakkını içeren konsensüs olabilir. Yeni işe alınacak işçiden hoşlanmayan işçi kararı veto eder ve kararın ağır sonuçlarına katlanmaktan kurtulur.

C) Güçlendirici ve güçlendirici olmayan işler – koordinatör sınıf

Koordinatör Sınıf – İş Organizasyonu ve İş Bölümü:

Modern toplum tarafından tüketilen mal ve hizmetler oldukça karmaşıklaşmış bir ilişkiler ağı içerisinde üretilmektedir. Her bir işyeri kendine has karakterler taşımakla birlikte, genel dokuda güçlü bir işbölümü ve uzmanlaşma geleneği bulunmaktadır.

Her bir işyerinde yapılan işler, belirli görevlerin bir araya getirilmesiyle oluşmaktadır. Örneğin bir tahsildar, o gün yapması gereken “tahsilatların listesini teslim alır”, “tahsilat yapacağı işyerlerini dolaşır”, aldığı tutarlara karşılık “makbuz düzenler”, tüm tahsilatlar tamamlandıktan sonra o günkü tahsilatlar için bir “tahsilat raporu hazırlar” ve “tahsilatı vezneye iade eder”. Bu durum için tahsildarlık işinin 5 görevden oluştuğunu söylemek mümkündür. Bu görevlerin bazılarının son derece basit, bazılarının ise daha fazla gayret ve kişisel katkı gerektiren işler olduğu kolayca görülebilir.

Her iş, basit ve karmaşık görevlerin farklı bir oranda birleşmesiyle oluşur. İçinde ağırlıklı olarak daha fazla zihinsel faaliyet; analiz, planlama ve değerlendirme unsurları barındıran işleri “Güçlendirici” işler; daha fazla basit ve rutin görevlerin oluşturduğu işleri ise “Zayıflatıcı” işler olarak adlandıracağız.

Mekanik olan ve zihinsel faaliyet gerektirmeyen işler öz-saygı, güven ve öz-yönetim becerilerini yok eder. Heyecan verici ve yeteneklerin kullanılmasını teşvik eden işler ise ekonomik alternatifleri analiz etme ve değerlendirme yeteneğini zenginleştirir.

Dolayısıyla söz konusu işler, bu işçilere sağladığı yaşam kalitesi ve güç bakımından olduğu kadar ilgili ücret ve statü bakımından da bir hiyerarşi oluştururlar. Bu hiyerarşi sıradan bir işçi, bir bekçi, bir ustabaşı, bir yönetici, mühendis ya da yönetim kurulu başkanı olmak arasındaki farkı belirler. Üretim, Tahsisat ve Tüketim karşısında işgal ettikleri konumlar açısından yeterince benzer koşullara, maddi çıkar ve motivasyonlara sahip olan bu iki grubu iki ayrı sınıf olarak tanımlayacağız: İşçi sınıfı ve Koordinatör Sınıf.

Koordinatörler

Koordinatör sınıf, mülk sahibi sınıf adına yöneten ve bu yönetim hakkını “doğal”/ “eğitimle kazanılmış” becerilerden kaynaklanan “haklı” nedenlere dayandıran, sahip olduğu belirli “uzmanlıklar” sayesinde emeğine karşı ücret alan bir gruptur. “Uzmanlıklarına” dayanarak kendilerini daha güçlü kılan işleri yaparlar ve bu işleri yapabilme becerilerini, bilgileri tekellerine almaları sayesinde muhafaza ederler.

Koordinatör sınıf, kategorik olarak “çalışan sınıf”ın bir parçası olmakla birlikte, “Analiz Eden”, “Karar Veren”, “Planlayan”, “Değerlendiren” konumlar üzerinde kurduğu tekelle, kapitalist sınıf ve işçi sınıfının arasında konumlanarak bu iki sınıfla da karşıtlıklar yaşar:

Bilgi ve karar alma süreçleri üzerindeki tekellerini kendi çıkarları doğrultusunda, kimi zaman kârlılıkla ters düşecek şekilde kullanırlar. Böylelikle kariyerlerini/yaşam standartlarını iyileştirmeye çalışırken kapitalist sınıfla karşıtlık yaşarlar. Firmanın faaliyetlerini pratik olarak “rehin” aldıkları için bu eylemlerinden dolayı ceza görmeleri pek de muhtemel değildir.

İşverenler tarafından işe alınmış “profesyonel” çalışanlar olarak işverenlerin programlarını işyerinde hayata geçirmenin aracı olarak da işçi sınıfıyla karşıtlık yaşarlar. Bu rolleriyle kapitalist sınıfın işçi sınıfıyla karşıtlığını miras almışlardır. Taşeron kullanımı, üretimin kirinden kurtularak pazarlama şirketlerine dönüşüm, kitlesel işten çıkarmalar, ücretleri baskı altında tutarken şirket adına fedakarlık talep etmek, işçi ve diğer hizmetli sınıfın tepkilerini kontrol altında tutmak; sendikalaşmayı engellemek vs. bu sınıfın “patronlar” adına icra ettiği olağan görevlerdendir.

Bu karşıtlıklar bir işyerinde dayanışmayı engeller ve onun yerine husumet ve birbirini denetleme eğilimini geliştirir.

Meşrulaştırma Mekanizmaları

Kapitalist sistem meritokrasiyi, “yeterince iyi olanın” ödüllendirilmesini ön plana çıkararak; daha yüksek konumlarda bulunan kişilerin daha iyi oldukları ve daha fazla çaba sarf ettiklerini ileri sürerek, “haksızlık” olarak adlandırdığımız sonucun aslında normal olduğunu ima eder. “İyi olmak”, herkesin eşit şartlarda katıldığı yarıştan galip çıkmak anlamına gelmektedir. Hayat tarafından eşitsiz şekilde sunulan tüketim olanaklarını her durumda en iyiler toplayacaktır: İyi bir okuldan mezun olmak, belirli disiplinlerde kabiliyetli olmak, daha yetenekli ya da daha yaratıcı olmak, hep en iyi olma yolundaki doğal avantajlar olarak değerlendirilir.

Farklı işyerlerini birbirlerine karşı, aynı işyerindeki çeşitli işleri de kendi aralarında karşılaştırırız. Yapılan işe, ortaya konan ürüne ve bunların zorunlu kıldığı uzmanlıklara zihnimizde belirli değerler atfederiz. Bu şekilde şartlandırılmamız da benzer bir sürecin ürünüdür: Örneğin, uçak üretmek, tekerlekli sandalye üretmekten daha yüksek katma değer yaratan bir iştir ve çalışanlarına daha fazla kazandırır. Bunu “normal” bir olgu olarak karşılarız (uçak sektöründe çalışan işçi çok daha “vasıflıdır”). Benzer şekilde, aynı fabrikada çalışmalarına karşın, bir uçağın motorunu imal eden işçi de koltuklarını üreten işçiden daha fazla kazanır. Oysa çoğu durumda, bir iş yerinde alacağınız görev tesadüfler tarafından belirlenir ve bu tesadüfler belirli yaşam standartlarını beraberlerinde getirir.

İşçi sınıfının gözüyle “Yöneten sınıf farklıdır”. Çünkü onlar kendileri gibi değildir. Daha akıllıdır; daha zekidir; belirli ince işler konusunda kendilerinin sahip olmadığı becerilere sahiptir. Bu doğaldır. Kaçınılmazdır. Kaderdir. Bu duruma “içerlenerek boyun eğilir”. Koordinatör sınıfın kibirliliği ve kendini yüksek görmesi ise nefretle karşılanır.

Koordinatör sınıf gözüyle işçi sınıfı, bu işleri gerçekleştirebilecek “yeteneğe” sahip değildir. Yüksek nitelikli işlerin bu sınıf tarafından yapılmasını beklemek işi tehlikeye atar; üstelik bu sınıfı taşıyamayacağı bir yükün altına sokar. Kendilerinin yaptıkları işler, başkaları tarafından kolayca yapılamayacak/öğrenilemeyecek kadar karmaşık, yorucu ve özeldir. Basit işleri ve basit zevkleri olan işçi sınıfı gerçekten de aşağı/sıradan bir tabakadır. Yaptıkları işi herkes yapabilir. Yaşama dair ince zevkleri yoktur. Hayatları, yaptıkları iş doğrultusunda basit bir düzeyde geçer. Dolayısıyla koordinatör sınıf üyeleri şöyle düşünür: “Bu özverimiz karşılığında en büyük pay bizim olmalı.”

Koordinatör sınıfın varlığı öz-yönetimi nasıl tehdit ediyor?

Gerçek bir işyeri demokrasisi yaratmak için çalışanlarımızın her birine birer oy hakkı verdiğimizi ve her kararı oylamaya sunduğumuzu varsayalım. Bu, kararların alınması sürecini nasıl değiştirecektir?

  • Oy kullanmanın bir formaliteden öteye geçebilmesi, oy verecek kişilerin oylanacak konularla, oylama sonucunda oluşabilecek durumlarla ilgili bilgiye sahip olmasına bağlıdır. Bir işyerinde olup bitenler hakkında bilgi sahibi olmayan kişiler, sahip oldukları oyları doğru kararlar alacak şekilde kullanamayacaklardır.
  • Bilginin belirli bir grubun tekelinde olması, bu grubun “gerçek”e ilişkin resmi dilediği gibi sunabilmesi, bilgiden yoksun olan kişileri kolayca maniple etmesini mümkün kılar. (Çoğu kez kararlar önceden alınmıştır bile.) Bir yayınevinde, yayınlanacak kitapların seçilmesi süreçlerinden uzak tutulmuş mizanpaj yapan bir teknisyen, yeni dönem için yayınlanacak kitapların seçiminde sahip olacağı oy için nasıl karar verecektir?
  • Parçası olduğu üretim süreciyle ilgili bilgi akışından izole edilen işçi sınıfı doğal olarak “karar süreçlerinde” pasifleşecektir. Modern Batı toplumlarında, genel parlamento seçimlerinde katılım düzeyinin düşüklüğü buna bir örnek teşkil eder. Hakkında bir şey bilmediğiniz ve sonucu değiştiremeyeceğiniz seçimlere neden katılasınız ki?
  • Kimi durumlarda mesleki örgütler, kendi alanlarını “dışardan gelebilecek” olanlara karşı kıskançlıkla korurlar: Akademiler, Barolar, Tıp Örgütleri, Mühendislik Odaları vs. Bunları bir tür modern lonca örgütleri olarak görmek mümkündür. Mesleğe giriş ve mesleğin icrasında uyulacak kurallar titizlikle işletilir. Bir hemşirenin, doktor tarafından yapılması gereken bir işe burnunu sokması “profesyonellik kuralları” tarafından engellenir.

Sorun oylamaya katılma ya da oy hakkına sahip olma sorunu değildir. Zayıflatıcı işlerle köreltilmiş çalışanlar, her biri üçer oy hakkına bile sahip olsa karar sürecinin kuklaları olma akıbetinden kurtulamazlar.

Öz-yönetim nasıl sağlanacak ?

Eşit ve adil bir çalışma hayatı özlemi duyanlar, klasik sosyalizmin bu konudaki sorunları çözebileceğine dair derin bir inanç beslediler. İster pazar ekonomisine dayalı, isterse merkezi planlamaya dayalı olsun klasik sosyalizmin sınıf analizi iki kutupludur. İki sınıflı bir savaşta eşitlik, adalet ve mutluluğun “mülk sahibi” zorbaların yenilgiye uğratılmasıyla sağlanacağı öngörülür. Öngörülen mutluluğun yaşanan deneyimler tarafından sağlanamamış olması, “kaçınılabilir” işleyiş kusurları olarak değerlendirilir ya da yozlaşmış bürokrasilere bağlanır.

Klasik sosyalizm analizinde “koordinatör sınıf” yer almamaktadır. Bu eksiklik nedeniyle sosyalizm, üretimin maddi araçlarına bireysel olarak sahip olma koşullarını ortadan kaldırırken, üretim sürecini denetleme/yönetme kabiliyetinden kaynaklanan tekeli olduğu yerde bırakma hatasına düşmüştür. Merkezi planlamada da tıpkı pazar ekonomileri gibi sınıf bölünmesi ve hiyerarşi yaratır. Merkezi planlama farklı olarak bu bölünmeyi “planlamacılar” ve onların planlarını “uygulayanlar” arasındaki ayrım üzerine inşa eder: Merkezi planlama, bu ayrımdan hareket ederek daha güçlü kılınmış ve güçsüzleştirilmiş işçiler yaratır.

Parti bürokratları, mühendisler ya da planlama uzmanları, neyin nerede, hangi yöntemlerle, ne kadar üretileceğine ve kime, nerede, ne kadar tahsis edileceğine dair önemli ekonomik kararları alan gruplardır. Değerlendiren, karar veren ve uygulatan bu koordinatör sınıf her zaman sıradan işçilere göre daha yüksek yaşam standartlarına sahiptir, daha zevkli koşullarda çalışır.

Katılımcı ekonomi, güçlendiren-zayıflatan işler karşıtlığının ortadan kaldırılmasını ve görevlerin zorluk düzeylerini ve güçlendirici etkilerini dikkate alarak dengeli ve adil bir şekilde yeniden kurulmasını esas alarak, koordinatör sınıfın oluşabileceği maddi koşulları ortadan kaldıracaktır. Önerilen çözümün detayları ise, biraz sonra “Dengeli İş Düzenleri” başlığı altında sunulacak.

D) Dengeli İş Düzenleri – sınıfsız bir toplum

Yukarıda açıklandığı gibi, güçlendirici işler koordinatör sınıfın denetiminde kaldığı sürece, gerçek bir işyeri demokrasisinden ve nihayetinde sınıfsız bir toplumdan bahsedemeyiz.

Katılımcı ekonominin bu soruna önerdiği çözüm gerçek anlamda bir katkıdır ve yaşanmış olan sosyalizm deneyimlerinin neden başarısız olduğunu önemli ölçüde – en azından işyerleri düzeyinde – aydınlatır.

Marksizm iki sınıflı bir ekonomik analize dayandığından, koordinatör sınıfın nasıl ortadan kaldırılabileceği sorusunu kendisine sormaz. Katılımcı ekonomi ise, gördüğümüz gibi, üç sınıflı bir ekonomik analiz yapar ve koordinatör sınıfın ortadan kaldırılması gerçek bir sorun halini alır.

Katılımcı ekonomi işçilerin güçlendirici işler bakımından da eşit kılınması gerektiğini söyler ve dengeli iş düzenlerini önerir.

Güçlendirici işleri yapanlar biraz da rutin işler yapsa, bıktırıcı ve zahmetli işleri yapanlar ise biraz düşünsel ve planlama benzeri işler yapsa işleri dengelemiş olmaz mıyız?

Örneğin bir hastanede, beyin cerrahı da dahil doktorlar mesailerinin belirli bir bölümünde yerleri temizleyebilirler. Basit muhasebe işleri yapabilirler. Ya da hasta kayıtlarını tutabilirler. Hastabakıcılara da belirli bir düzeyde tıp eğitimi sağlayabiliriz. Böylece onların da zaman içinde belirli doktorluk bilgi ve becerisi kazanmasını sağlayabiliriz. Bu sayede, hastabakıcılar öğleye kadar daha basit hastalıkları olan hastaları tedavi edebilirler. Öğleden sonra hastaların sürgülerini değiştirebilirler. Haftada bir gün de hastanenin idaresiyle ilgili bir görev üstlenebilirler.

Böylece güçlendirici görevler ile bıktırıcı görevler bütün işçiler arasında az çok eşit şekilde paylaştırılmış olur ve (eğer görevlerden oluşan “işlere” not verecek olursak) her işin notu ortalamaya doğru yaklaşır. Buna, dengeli iş düzenleri diyoruz. Bu sayede, işçilerin hepsi hastanenin nasıl idare edildiğini bizzat yaparak öğrenecek, belirli bir düzeyde doktorluk hizmetleri vererek kendi potansiyellerini geliştirmiş olacak, fakat usandırıcı/rutin işler de yapılmaya devam edilecektir.

Hastanenin işleyişiyle ilgili kararlar alınırken de, işçi konseyindeki her işçi hastanenin genel işleyiş sürecine dair bir hakimiyet kazanmış olacak, hastaların tedavisi, masraflar vs. konularında benzer bilgilere sahip olacaklardır. İşçilerin hepsi belirli ölçüde de olsa nitelikli işler yaptığından, öz-güvenleri benzer düzeyde olacaktır. Dolayısıyla herhangi bir konuda karar verilirken, her işçi benzer avantajlara sahip olarak karar alma sürecine katılabilecektir.

Gerçek bir işyeri demokrasisi ancak böyle sağlanabilir. Koordinatör ayrıcalıklar da ortadan kalktığından, aslında sınıfsal farklılıklar da silinmiş olur.

– İşlerin işyerleri içinde ve arasında dengelenmesi Katılımcı ekonomide işlerin dengelenmesi, herkesin her önüne gelen işi yapması demek değildir. Esas olarak daha güçlendirici işlerde çalışanların arada bir gidip çöpçülük yapması da değildir. Herkesin bir “esas işyeri” vardır ve işlerin dengelenmesi burada gerçekleşir. Örneğin, bir yayınevi orada çalışan bütün işçilerin “esas işyeri”dir. Yayınevindeki görevler (editörlük, kitap basımının planlanması, dağıtımı, okuyuculara katalog gönderilmesi, dizgi işi, ofisin gündelik bakım işleri vs.) orada çalışan işçiler tarafından dengelenir. Her işçi için dengeli bir iş düzeni yaratılır.

Bununla birlikte, bazı işyerlerinin ortalama notu diğerlerine göre daha yüksektir. Örneğin bir yayınevinde işleri ne kadar dengelerseniz dengeleyin, yapılan en rutin iş bile bir maden ocağında yapılan vasıfsız bir iş kadar zahmetli olamaz. Bu noktada, işlerlerin işyerleri arasında da dengelenmesi gerekir. Ortalama notu daha yüksek olan işyerlerinde çalışanlar, toplumsal ortalamayı yakalamak – yani biraz da zahmetli işler yapmak – için haftanın belirli saatlerinde esas işyerlerinin dışında daha rutin bir iş yaparlar. Tabii bunun tersi de geçerlidir. Ortalama notu daha düşük olan işyerlerindeki işçiler, belirli aralıklarla daha vasıflı işlerin yapıldığı işyerlerinde bir görev üstlenirler.

– Verimlilik kaybı oluşur mu? Dengeli iş düzenlerine getirilen başlıca eleştiriyi şöyle ifade edebiliriz: katılımcı ekonomi uzmanlaşmayı engeller; dolayısıyla verimliliği düşürür.

Katılımcı ekonominin bu temel eleştiriye yanıtları şöyledir:

Uzmanlık

Öncelikle katılımcı ekonomi uzmanlığa karşı değildir. Beyin cerrahlığı, bilimsel faaliyet, avukatlık, editörlük kendi başlarına ele alındıklarında birer “uzmanlık fonksiyonlarıdır”. Katılımcı ekonomi fonksiyonların kendisine karşı çıkmaz. Bunların belirli kişilerin – koordinatör sınıfın – elinde tekelleşmesine karşı çıkar. Dolayısıyla uzmanlıkları dengeli iş düzenlerinin bir parçası haline getirir ve toplum tabanına yaymaya çalışır.

İkinci yanıt şudur: Evet, bu dünyadaki üst düzey uzmanları dengeli iş düzenleri yapmaya zorladığımız için belirli bir ölçüde de olsa bir verimlilik kaybı yaşanabilir. Örneğin bir beyin cerrahı haftanın dört günü 6 ameliyat yapıyorsa, dengeli iş düzenlerine geçildiğinde haftada sadece iki gün 3 ameliyat yapacaktır. Diğer günler hastaların sürgülerini değiştirecektir, hasta giriş-çıkış dosyalarını tutacaktır vs. Bu durumda bir verimlilik kaybı sök konusu olabilecektir.

Burada daha genel tercihler devreye girer. Bu göreli verimlilik kaybını göze alarak, hakkaniyetli, öz-yönetime dayalı, insanların birbirlerine ve üretim/tüketim süreçlerine yabancılaşmadığı bir toplumu mu tercih ederiz? Yoksa verimlilik kaybı yaşamadığımız, ama hiyerarşik, sınıfsal ayrımların varolduğu, insanların egoist ve atomize bireyler haline getirildiği bir toplumu mu?

Katılımcı ekonomi üçüncü yanıtında ise şunları söyler: kapitalizmde nüfusun aşağı yukarı yüzde 1’i üretim araçlarını ve servetin çok büyük bölümünü elinde bulunduran burjuvazidir. Geriye kalan yüzde 19’u yüksek yaşama standartlarına sahip olan, bir ölçüde değerli mülkler edinebilen, yeteneklerini açığa çıkarıp kullanabildiği işler yapan koordinatör sınıftır. Son dilim olan yüzde 80 ise hem oldukça kötü koşullarda yaşar; hem de insanın üretim pratiği kişisel durumunu belirlediği için yetenekleri bastırılmış, vasıfsızlaştırılmıştır. Dengeli iş düzenlerine geçince toplumun bu çok geniş kesimi eğitim olanaklarına kavuşacak, güçlendirici görevler üstleneceği için yeteneklerini açığa çıkarma olanağına kavuşacaktır. Bunun sonuçlarını önceden bilemeyiz. Ama mevcut toplumlarımızda gizli kalan bu potansiyelin açığa çıkması pekala uzmanların sayısını şimdiki duruma göre önemli oranda arttırabilir.

Beyin cerrahı örneğine geri dönecek olursak, herkesin beyin cerrahi olamayacağı doğrudur. Ama kapitalist ekonomilerde beyin cerrahı olabilecek herkesin beyin cerrahı olamadığı da doğrudur. Dolayısıyla katılımcı ekonomide muhtemel sonuç, tek tek her beyin cerrahının daha az ameliyat yapması, bunun yerine rutin görevleri de yerine getirmesi; ama beyin cerrahı sayısı artacağı için yapılan ameliyat sayısının, en azından aynı kalması, hatta artması olacaktır.

D) Katılımcı Planlama – birbirinin koşullarına ilgi gösteren bireylerden oluşan bir toplum.

Tahsisat (allocation), girdilerin, kaynakların ve iş gücünün hangi üründen ne kadar üretileceğini belirlemek üzere nasıl dağıtılacağını düzenleyen mekanizmadır. Ama tahsisat aynı zamanda, üretilen ürünlerin kimler tarafından, hangi oranda tüketileceğini de düzenleyen bir mekanizma olarak karşımıza çıkar.

Pazar ekonomilerinde, tahsisat pazarlar aracılığıyla gerçekleştirilir. Merkezi planlamaya dayalı sosyalizmde ise tahsisat mekanizması, merkezi planlama sürecidir.

Katılımcı ekonomi tahsisatı katılımcı planlama yoluyla gerçekleştirir. Böylece hem kaynakların verimli bir şekilde dağılmasını, yani israf yapılmamasını temin eder; hem de bireylerin birbirlerinin durumlarıyla ilgilenmesini teşvik eder, yani dayanışmayı güçlendirir.

Katılımcı planlama süreci yerel işçi ve tüketici konseylerinden başlar. İşyerlerinde işçiler o yıl içinde ne kadar ürün üretmek istediklerini, hangi girdileri kullanacaklarına karar verirler. Aynı zamanda çalışma yaşamının kalitesini arttırmak için, çalışma ve boş zaman arasında bir denge kurmaya, yani çalışma saatlerini toplumsal ihtiyaçları göz önüne alarak kısaltmaya çalışırlar. Yine rutin ve bıktırıcı işleri azaltmak için işyerinde üretkenliği arttıracak yatırımlar yapmayı isteyebilirler.

Diğer yanda, mahalle veya şehir tüketici konseyleri o yıl ne kadar bireysel tüketim, ne kadar kolektif tüketim yapmak istediklerini formüle ederler. Kolektif tüketim, yüzme havuzu, çocuk parkı, kültür merkezi gibi kamusal olarak faydalanılan ürünleri kapsar.

Bir önceki yılın planına bakarak, işçiler ve tüketiciler üretim ve tüketim düzeylerine ilişkin tahminlerde bulunabilirler.

Süreç genellikle işçi ve tüketici konseyleri arasında müzakereler ve sıkı pazarlıklarla ilerler. İlk başta tüketiciler, tüketim ihtiyaçlarını abartarak işçilerin üretmeyi düşündüğünden daha fazla tüketim talebinde bulunur. Daha seyrek olarak da, işçiler istenilen tüketim düzeyinin üzerine çıkan bir üretim düzeyi önerebilir. İlki talep fazlası, ikincisi ise arz fazlasıdır. Kaynakların verimli şekilde dağıtılabilmesi için arz ve talep arasında bir denge kurulması gerekir.

Örneğin tüketicilerin x malından geçen yıla göre daha çok tüketmek istediklerini düşünelim. Bu, x malını üreten sektördeki işçilerin geçen yıla göre daha çok çalışmasına ve çalışma yaşamının kalitesini arttırmaya dönük yatırımları ertelemesine yol açacaktır. Dolayısıyla ilgili işyerlerinin işçi konseyleri talep edilen tüketim düzeyinin fazla olduğunu ve çok acil bir ihtiyaç da olmadığını öne sürerek, kendi çalışma koşullarını gözetmeye çalışırlar. Burada tüketiciler bir karar vermek zorunda kalırlar: ilk baştaki tüketim taleplerinde ısrar ederek işçileri daha çok çalışmaya mı zorlamalı, yoksa taleplerini daha ılımlı hale mi getirmeleri gerekir?

Bu, kapitalist ve/veya koordinatörist ekonomilerde rastlayamayacağımız bir durumdur. Katılımcı ekonomide tüketiciler, işçilerin çalışma koşullarıyla ilgilenmeye ve tüketim taleplerinin sonuçlarını göz önüne almaya zorlanırlar. Buna karşın tabii ki önerdikleri tüketim düzeyinin gerçekten zahmetli çalışma koşullarına yol açıp açmayacağını araştırmak hakları ve imkanları vardır. Bilgiler bilgisayarlarda saklıdır ve herkesin erişimine açıktır. Belirli bir sektörde bir maldan y miktar fazla üretilmesinin, çalışma yaşamını ne kadar zorlaştıracağı bilgisayar programları aracılığı ile kolayca hesaplanabilir.

Diğer yandan, işçiler de öne sürülen tüketim talebinin gerçekten acil olup olmadığını araştırabilirler. Çünkü acil talepleri karşılamayı kabul edecek ve üretim süreçlerini buna göre ayarlayacaklardır.

Somut bir örnek verebiliriz. Demir-çelik sanayinde çalışan işçilerin bu sene, önceki senelere göre oldukça yüksek bir çelik talebiyle karşılaştıklarını varsayalım. Bu talep belirli bir demir-çelik tesisindeki işçileri şaşırtır ve talebin kaynağını araştırmaya yöneltir. Bilgisayarlarda saklı duran verilerden öncelikle talebin çelik kullanılan bütün ürünlerden mi kaynaklandığını, yoksa belirli sanayilerde üretilen ürünlerle mi sınırlı olduğunu öğrenmeye çalışırlar. Tüketici konseylerinden gelen talebin sanayilere göre dökümünü çıkartırlar. Talep, çeliğin hammadde olarak kullanıldığı bütün ürünleri içermemekte, sadece iki sanayiden gelmektedir. Bunlar otomobil ve buzdolabı sanayileridir. Çelik talebindeki şaşırtıcı artışın kaynağı böylece açıklığa kavuşmuş olur.

Şimdi sırada otomobil ve buzdolabı talebindeki artışın genel bir karakterde mi olduğu, yoksa yerel bir özellik mi gösterdiğini araştırmak vardır. Otomobil talebi özellikle ülkenin daha soğuk olan Kuzey bölgesinden gelmektedir. Yüksek buzdolabı talebi ise ülkenin hemen her yerinden kaynaklanmaktadır.

Söz konusu işyerindeki işçiler araştırmalarını biraz daha derinleştirmek için buzdolabı ve otomobilde oluşan aşırı talebin ardındaki nedenleri öğrenmeye çalışırlar. Ülkenin Kuzey bölgesindeki işçi ve tüketici federasyonlarından gelen bilgiye göre, yeni bir otomobil modeli geliştirilmiştir ve karlı havalarda seyahat etmek bu yeni modelle daha konforlu ve daha ekonomik hale gelmiştir. Bu nedenle, tüketiciler daha fazla yeni model otomobil üretilmesini talep etmektedir.

Diğer yandan, ülkenin hemen her yerinde insanların ellerindeki buzdolaplarının arızalanmasından şikayetçi olduğunu öğrenirler. Şu anda kullanılan buzdolabı modeli beş yıl önce üretilmiş olan bir modeldir ve şikayetler çok arttığına göre demek ki üretiminde ciddi bir hata yapılmış olmalıdır. Zaten tüketiciler de bu nedenle ellerindeki buzdolaplarını yeni model buzdolaplarıyla değiştirmek istemektedir.

Bu durumda, sözü edilen iş konseyindeki işçiler nasıl bir üretim önerisi formüle ederler? Büyük ihtimalle, buzdolabı ihtiyacının acil olduklarını öğrendikleri için çelik üretimi kapasitesini buna göre düzenlemeyi kabul ederler. Ama otomobil talebini de karşılamaya kalktıkları durumda, iş yüklerinin çok artacağının farkındadırlar. Üstelik otomobil talebinin çok da aciliyeti yoktur ve gelecek yılı bekleyebilir.

Bu işyerindeki işçi konseyi çelik üretimine dönük önerilerini çelik sanayi işçi konseyine iletir. Başka demir-çelik işyerlerindeki işçiler de benzer tartışmalar yapar ve bütün farklı öneriler çelik sanayi işçi konseyinde toplanır. Öneriler buradaki temsilciler tarafından birbirlerine yaklaştırılarak bir karar halinde formüle edilir ve tüketici konseyleri federasyonlarına iletilir.

Katılımcı planlama süreci, işçileri ve tüketicileri birbirlerinin çalışma koşulları ve gereksinmeleriyle ilgilenmek, buna göre kararlar vermek zorunda bırakır. Böylece birbirine yabancılaşma yerine, bireyler arasında kendini başkalarının yerine koyma duygusu, dolayısıyla dayanışma gelişecektir.

iii) Geçiş Sorunu

Katılımcı Ekonomi seminerlerini dinleyen insanlar haklı olarak şu soruyu soruyorlar: “Peki, bu düzene nasıl geçilecek?” Buna geçiş sorunu diyoruz.

Katılımcı Ekonomi yukarıdan aşağıya politik bir devrimle ekonomik bir modelin uygulanmasını öngören klasik sosyalizmden ayrılır. Çünkü yukarıdan aşağıya yapılacak herhangi bir devrim yoktur.

O halde mevcut sistem içinde, yerel deneyimler gelişecek; bunlar giderek daha geniş işyerlerini/yaşama birimlerini kapsayacak ve kapitalist toplumun altı oyulmaya çalışılacaktır. Bir yerde denge Katılımcı Ekonomi lehine dönecektir.

Öyleyse Katılımcı Ekonomi parçalı bir biçimde ve kısmi olarak uygulanmaya başlanacaktır. Bu çerçevede, Katılımcı Ekonomiyi hem bir yayınevi gibi küçük işyerlerinde hayata geçirebileceğimiz bir model olarak düşünebiliriz. Hem de daha geniş bölgeler ve işyerleri için bir model olarak düşünebiliriz.

Örneğin, günümüzde Arjantin’de yaşanan deneyimler, Katılımcı Ekonominin bazı ilkelerinin pratikte cisimleşmesi açısından önemli olanaklar sunuyor. Arjantin’de yaşanan büyük ekonomik kriz sonrası bir çok büyük fabrikanın sahipleri fabrikalarını bırakarak kaçtılar. Bu işyerlerini, üretimi sürdürerek geçinmek isteyen işçiler işgal etti ve işletmeye başladı. Bu şekilde çeşitli öz-yönetim deneyleri gelişti. Eğer Arjantin’de “Katılımcı Ekonomici” bir toplumsal hareket olsaydı, işçilerin kendilerini ücretlendirme kriteri olarak neyi seçebileceğini, dengeli iş düzenlerini, pazar mekanizmasını aşmanın yollarını tartışmaya açma imkanı bulabilirdi.

http://www.bgst.org/keab/ttoe001204.asp

December 14, 2009 Posted by | anti-endustriyalizm, anti-kapitalizm, kooperatifler vb modeller, ozyonetim, sistem karsitligi, somuru / tahakkum | Leave a comment

Koordinatör Sınıf Üzerine – Derleyen: Esra Aşan

Bu çalışma, Boğaziçi Üniversitesi Oyuncuları’nın (BÜO), 2009 sezonunda sahnelemeyi planladığı “İş Ararım İş…” oyununun dramaturgi tartışmalarına katkı sunmak amacıyla Aralık 2008’de BÜO’lu tiyatroculara sunulmak üzere hazırlanmış; Michael Albert’in Katılımcı Ekonomi çalışmaları üzerine yapılan okumalardan derlenerek oluşturulmuştur.

Michael Albert, katılımcı toplum üzerine yürüttüğü çalışmalarda seçkin ve imtiyazlı bir azınlık kesimin toplumu yönetmesi anlamına gelen devletin yerine halkın katılımını ve iradesini esas alan yönetimlerin nasıl hayata geçirilebileceğini tartışmaktadır. Katılımcı Ekonomi, hakkaniyeti, dayanışmayı, çeşitliliği ve öz-yönetimi ilke edinen alternatif bir ekonomik model sunarken var olan ekonomik sistemlere, kapitalizme ve sosyalizme, eleştirel bir bakış geliştirir ve her iki sistemin de bu temel ilkeleri nasıl ihlal ettiğini göstermeye çalışır. Bu sunumda Michael Albert’in Katılımcı Ekonomi üzerine yürüttüğü çalışmalarından hareketle kapitalizm ve sosyalizmde var olan sınıflar ve bu sınıfların birbirleriyle ilişkisi tanımlanmaya çalışılmış; ağırlıklı olarak koordinatör sınıf üzerine bir tartışma yürütmek amaçlanmıştır.

1- Klasik Marksist teze göre kapitalist ekonomide iki temel sınıf vardır:

Kapitalist sınıf ve İşçi sınıfı

Kapitalist sınıf, üretim araçlarının sahibidir. Kapitalizmde üretim araçları özel mülkiyete tabidir. Sanayilerin, makinelerin, kaynakların, tarım arazilerinin tamamı nüfusun küçük bir kesiminin, kapitalistlerin elindedir. Bu mülklerin kullanım hakkını ve kullanım biçimini denetim altında tutar. Mülklerin üretkenliğinden kâr elde eder. Çalışmanın amacını ve niteliğini belirler; işçileri ve yöneticileri işe alıp işten çıkarır.

İşçi sınıfının, sahip olduğu tek şey çalışma yeteneğidir. Bunu da kapitalistlere ücret karşılığı satar. Ezber ve tekrara dayalı işlerin görev olarak dayatıldığı bu sınıf iktidarın uzağında konumlandırılır. Karar alma mekanizmalarında söz sahibi değildir.

Klasik Marksist teze göre ücret oranları, işsizlik düzeyleri, çalışma koşulları, daha genel anlamda kültürel ve siyasi politikalar nedeniyle mülk sahipleri ile işçiler arasında ortaya çıkan çatışma sınıf mücadelesini oluşturur.

Kapitalistler, kârı azami düzeye çıkarmaya, mümkün olan en fazla emeğin harcanması karşılında en düşük ücreti ödemeyi amaçlar. Mümkün olan en düşük maliyetli çalışma koşullarını sağlar.

İşçiler ise sefalet içinde yaşamamak, yaşam koşullarını düzeltmek için mümkün olduğu kadar yüksek ücret kazanmayı amaçlar. Mümkün olan en yüksek ücrete karşılık mümkün olduğunca az çalışmayı, daha iyi çalışma koşulları elde etmeye çalışırlar.

Sosyalist ekonomilerde ise üretim araçlarının özel mülkiyeti ortadan kaldırılarak kapitalist sınıfın varlığına son verilmiştir. Özel mülkiyet ortadan kalkınca ve üretim araçları kamunun malı olarak kodlanınca işçiler iş koşulları, ürettikleri mallar, bu malların ne kadar üretileceği gibi konular üzerine karar alma hakkını elde etmiş midir? Peki ya tüketiciler, tüketecekleri nesnelerin neye göre belirlendiği, hangi koşullarda, hangi miktarlarda üretildiği gibi konularda karar alma hakkına sahip olmuş mudur? İş yaşamında konumlanmayanlar kendi yaşamlarının kurgulanışı üzerine söz sahibi olmuş mudur?

Katılımcı ekonomi taraftarlarına göre, Doğu Bloğu’nda işçiler kendi ekonomik hayatlarını hiçbir zaman yönetmediler. Tıpkı kapitalist tesislerdeki işçiler gibi çalıştıkları tesiste alınan alt ya da üst düzey kararlarda çok küçük bir söz hakkına sahiptiler. Doğu Bloğu ülkelerinde, işçilerin ve tüketicilerin ekonomik kararlara katılımını engelleyen hiyerarşik bir planlama dayatılmıştı. Kararların alınması, yükseköğrenim görme olanağı ve maddi ayrıcalıklar, koordinatörlerden oluşan yönetici bir sınıfın tekelindeydi. Sıradan işçilerin neyi nasıl üretecekleri konusunda söz hakkı varsa bile çok azdı. Neyin üretileceği, üretim yapılırken hangi malzemenin kullanılacağı, teknik gelişmenin hangi yöne kanalize edileceği, işçi ücretlerinin işletmenin kârlılığına göre ne kadar artacağı, işletmenin yönetim yapısının nasıl işleyeceği gibi konularda söz hakları yoktu.

Katılımcı ekonomiciler kapitalist sistem ve sosyalist sistemdeki benzerliklere dikkat çekerek her iki sistemin de dayanışmayı, özyönetimi, çeşitliliği ve hakkaniyeti gözeten bir ekonomik model kurgulamadıklarının altını çizer. Katılımcı ekonomi klasik Marksist tezin ikili sınıf tanımını tartışmaya açar ve kapitalist sistemde işçiler ve kapitalistler arasında yer alan üçüncü bir sınıfın varlığını ortaya koyar. Üretim araçlarının özel mülkiyetini ortadan kaldıran sosyalist ekonomide, koordinatör sınıfın karar alma ve denetleme mekanizmalarını elinde tutan egemen sınıfa dönüştüğünü söyler. Marksizm koordinatör sınıfın üçüncü bir sınıf olarak varlığını görmezden gelmekte, koordinatör sınıfın hem işçi sınıfıyla hem de kapitalist sınıfla karşıtlığına çok az değinmektedir.

Kapitalizmde kapitalist sınıf egemenken sosyalizmde koordinatör sınıf hâkim pozisyondadır. Yukarıdan aşağı işleyen karar alma süreçlerinden, pazarlara veya merkezi planlamaya dayalı tahsisata eşlik eden şirket tarzı işbölümünden vazgeçilmemiştir. Ödüllendirme pazarlık gücüne ve çıktıya bağlıdır. Kararlar koordinatör sınıf tarafından alınır. Kapitalizmde emek ve sermaye arasında yer alan koordinatör sınıf, işçilerin üzerinde hâkimiyet kuran egemen sınıfa dönüşür. Michael Albert, pazar sosyalizmi ve merkezi planlamaya dayalı sosyalizmi hâkim sınıfının adıyla tanımlamayı tercih eder ve bu sistemi koordinatörizm olarak adlandırır.

2- Peki kimdir bu koordinatör sınıf, hangi kesimlerden oluşur? Koordinatör sınıfa kimler mensuptur? Gücünü nereden alır? Hangi işleri yapar? Kapitalizmde ve sosyalizm/ koordinatörizmdeki pozisyonu nedir?

Kapitalizmde sadece kapitalistler ve işçiler yoktur. Bu iki sınıf arasında kendilerinden aşağı konumdaki işçiler karşısında sahip olduğu avantajları korumaya çalışan, kendilerinden yukarı konumdaki kapitalistlere karşı ise pazarlık güçlerini arttırmak için mücadele eden bir grup vardır. Buna koordinatör sınıf diyoruz.

Kapitalizmde işçi sınıfı tekdüze ve itaatkârlık gerektiren işler yaparken, koordinatör sınıf gündelik karar alma süreçleri ve güçlendirici işler üzerinde göreli bir tekele sahiptir. Koordinatör sınıf, ekonominin içinde yetkilendirme görevlerini büyük ölçüde tekelleştiren ve gelişmiş bir ekonomide nüfusun yüzde % 20’sini oluşturan, avukatlar, doktorlar, yöneticiler, mühendislerden oluşur. Bu sınıf üyeleri, işin nasıl yapılacağı bilgisine sahiptir ve bilgiyi iktidar aracı olarak kullanır. Koordinatör sınıf üyeleri olan yöneticiler, doktorlar, avukatlar, mühendisler vs. kendi çalışma koşullarının yanı sıra kendi altlarında çalışan insanların çalışma koşulları üzerinde de esaslı bir denetime sahiptir. Koordinatör sınıfı, işçi sınıfından temel olarak ayıran şey, ekonomideki güçlendirici konumları kolektif olarak tekeline almış olmasıdır.

Kapitalist ekonomide ekonomik gücün geçer akçesi mülkiyet iken, koordinatör ekonomide enformasyon-bilgidir. Koordinatör ekonomik eliti güçlü kılan etken, bilginin denetlenmesidir. Kararların alınmasında vazgeçilmez önem taşıyan enformasyon ile hiyerarşik çalışma ortamlarının denetlenmesinde gerekli becerileri tekellerinde barındıranlar onlardır. Enformasyon ve denetim becerileri üzerinde tekele sahip olmak konusunda kendi konumlarını korumaya çalışırlar.

Koordinatörist Ekonomide, uzmanlar, teknokratlar ve zihin işçilerinden meydana gelen bir sınıf karar alma yetkisini kendi tekelinde tutarken, bu sınıfın verdiği emirlerin düz işçiler tarafından yerine getirildiği bir düzen kurulur. Koordinatörler, kapitalizmde bir ara sınıfken, sosyalist ülkelerde hâkim sınıf durumundadır. Şeklen demokratik olduğunu varsaysak da işçi sınıfının kararlar üzerindeki etkisi yok denecek kadar sınırlıdır. Merkezi planlamaya dayalı sosyalist ekonomilerde, merkezi plancılar aşağıya, işyerlerine bazı öneriler sunarlar. Daha sonra tek tek üretim birimlerinden geri-besleme ilişkisi içinde veriler alırlar. Başlangıçta yapılan öneriler sonradan talimatlara dönüşür ve uygulanması istenir.

Koordinatörizmde iş organizasyonu ve işbölümü
Her işyeri kendine has karakterler taşımakla birlikte, genel dokuda güçlü bir işbölümü ve uzmanlaşma geleneği bulunmaktadır. Her işyerinde yapılan işler, belirli görevlerin bir araya getirilmesinden oluşmaktadır. Her iş, basit ve karmaşık görevlerin farklı bir oranda birleştirilmesiyle oluşur.

Bu görevlerin bazıları son derece tekdüze, bazıları ise daha fazla zihinsel yaratıcılık gerektiren işlerdir. M. Albert, içinde ağırlıklı olarak daha fazla zihinsel faaliyet; analiz, planlama ve değerlendirme unsurları barındıran işleri “güçlendirici işler”; daha ezbere dayalı ve rutin görevlerin oluşturduğu işleri ise “zayıflatıcı işler” olarak adlandır. Koordinatörizm üretim sorumluluklarını öyle bir şekilde paylaştırır ki, koordinatörler esas olarak zihinsel, idari ve yaratıcı görevleri üstlenirlerken, işçiler esas olarak başkalarının belirlediği rutin işleri yaparlar. Böylece ilk grup, ikinci grubu yönetir.

Mekanik olan ve zihinsel faaliyet gerektirmeyen işler, öz-saygı, güven ve öz-yönetim becerilerini yok eder. Heyecan verici ve yeteneklerin kullanılmasını teşvik eden işler ise ekonomik alternatifleri analiz etme ve değerlendirme yeteneğini zenginleştirir.

Dolayısıyla söz konusu işler, bu işleri yapan işçilere sağladığı yaşam kalitesi ve güç bakımından olduğu kadar ücret ve statü bakımından da bir hiyerarşi oluşturur. Bu hiyerarşi, sıradan bir işçi, bir bekçi olmakla, bir ustabaşı, bir yönetici, mühendis ya da yönetim kurulu başkanı olmak arasındaki farkı belirler.

3- Kapitalizmde bir ara sınıf olan koordinatör sınıf, kapitalistler ve işçilerle nasıl bir ilişki içindedir? Diğer sınıflarla nasıl çatışmalar yaşar?

Koordinatör sınıf, kategorik olarak “çalışan sınıf”ın bir parçası olmakla birlikte, “Analiz Eden”, “Karar Veren”, “Planlayan”, “Değerlendiren” konumlar üzerinde kurduğu tekelle, kapitalist sınıf ve işçi sınıfının arasında konumlanarak bu iki sınıfla da karşıtlık yaşar.

Kapitalizmde koordinatör sınıf, kapitalistler için çalışır. Bu sınıfın iş koşullarını ve ücretlerini kapitalistler belirler; ancak koordinatör sınıfın üyeleri, eğitimli olmaları ve becerileri nedeniyle iş koşulları ve ücretler konusunda geniş bir pazarlık payına sahiptir. Kapitalistlerce belirlenen işleri, işçilere uygulatırlar. Kapitalistler adına işçileri denetler ve iş takibi yaparlar. Patronun onlardan –işçilere kıyasla –vazgeçmesi kolay değildir; ancak vazgeçilmez de değillerdir.

Koordinatör sınıf, güçlendirici işler üzerinde göreli bir tekel kurmasıyla tanımlanır. Kendi iş koşullarının kontrolünü büyük ölçüde elinde tutar. Kendi altında çalışan işçilerin durumunu da büyük ölçüde kontrol eder ve tanımlar. Sahip olduğu konforu ve gücü arttırmaya ve bu avantajlarını hem yukarıdaki sermayeye hem de alttaki işçilere karşı savunmaya çalışır. Tabii yukarıdakilerin de emirlerini yerine getirir.

Bu sınıf, kapitalistleri, kişisel dehalarını tam olarak geliştirmelerinin önündeki can sıkıcı engeller olarak görür. İşçileri ise göz kulak olunması gereken, aşağı konumda tutulması gereken budalalar olarak görür.

Bilgi ve karar alma süreçleri üzerindeki tekellerini kendi çıkarları doğrultusunda, kimi zaman kârlılıkla ters düşecek şekilde kullanırlar. Böylelikle kariyerlerini/yaşam standartlarını iyileştirmeye çalışırken kapitalist sınıfla karşıtlık yaşarlar. Firmanın faaliyetlerini pratik olarak “rehin” aldıkları için, bu eylemlerinden dolayı ceza görmeleri pek de muhtemel değildir.

İşverenler tarafından işe alınmış “profesyonel” çalışanlar olarak, işverenlerin programlarını işyerinde hayata geçirmenin aracı olduklarından işçi sınıfıyla da karşıtlık yaşarlar. Bu rolleriyle, kapitalist sınıfın işçi sınıfıyla olan karşıtlığını miras almışlardır. Taşeron kullanımı, kitlesel işten çıkarmalar; şirket adına fedakârlık talep ederek ücretleri baskı altında tutmak; işçi ve diğer hizmetli sınıfın tepkilerini kontrol altında tutmak; sendikalaşmayı engellemek ya da sendikalaşmanın işyerinin çıkarlarına zarar vermemesini sağlamak vs. bu sınıfın “patronlar” adına icra ettiği olağan görevlerdendir.

İşçi sınıfının gözüyle, “koordinatör sınıf farklıdır.” Çünkü onlar kendileri gibi değildir. Daha akıllıdır; daha zekidir; belirli incelikli işler konusunda kendilerinin sahip olmadığı becerilere sahiptir. Bu doğaldır. Kaçınılmazdır. Kaderdir. Bu duruma “içerlenerek boyun eğilir.” Diğer yandan, koordinatör sınıfın kibirliliği ve kendini yüksek görmesi ise nefretle karşılanır.

Koordinatör sınıf gözüyle, işçi sınıfı güçlendirici işleri gerçekleştirebilecek “yeteneğe” sahip değildir. Yüksek nitelikli işlerin bu sınıf tarafından yapılmasını beklemek işi tehlikeye atar; üstelik bu sınıfı taşıyamayacağı bir yükün altına sokar. Koordinatör sınıf üyelerinin yaptıkları işler, başkaları tarafından kolayca yapılamayacak/öğrenilemeyecek kadar karmaşık, yorucu ve özeldir. Basit işleri ve basit zevkleri olan işçi sınıfı gerçekten de aşağı/sıradan bir tabakadır. Yaptıkları işi herkes yapabilir. Yaşama dair ince zevkleri yoktur. Hayatları, yaptıkları iş doğrultusunda basit bir düzeyde geçer. Dolayısıyla koordinatör sınıf üyeleri şöyle düşünür: “Bu özverimiz karşılığında en büyük pay bizim olmalı.”

Bu karşıtlıklar işyerinde dayanışmayı engeller ve onun yerine husumet ve birbirini denetleme eğilimini geliştirir.

4- Koordinatör sınıf ile işçi sınıfı üyelerinin yaşam koşulları nasıl farklılıklar gösterir?
 

Tablo 1. Koordinatör sınıf ile işçi sınıfı üyelerinin yaşam koşulları arasındaki farklar

Koordinatör Sınıf İşçi Sınıfı
• Kapitalist sınıfa bağımlı olsalar da işçilerin ekonomik yaşamlarını yönlendirme hakları vardır.  • Ekonomik yaşamlarını kendileri yönlendirmezler. Çalışma dışsal bir süreçtir.
• Kazançları işçilerden daha yüksektir, sosyal güvenceleri vardır. • Düşük ücretlerde çalıştırılırlar, çoğu kayıt dışı ve sosyal güvencesi olmayan işlerde çalışır ya da kısıtlı olarak sosyal güvenlikten faydalanırlar.
• İyi semtlerde, konforlu dairelerde otururlar, mülk sahibidirler. Evleri iş yerlerine yakın ya da ulaşım imkânları rahat ve konforludur. • Kentin varoşlarında, kamu hizmetlerinin yetersiz olduğu yerlerde ikamet ederler. Konforsuz dairelerde otururlar. Evleri işlerine uzaktır ve kısıtlı, konforsuz ulaşım imkânları vardır.
• Sağlık hizmetlerinden rahatlıkla faydalanabilirler, özel hastanelerde, yurt dışında tedavi olabilirler. • Sağlık hizmetlerine ulaşma imkânları sınırlıdır, devlet hastanelerinde bürokratik bir sürü işle boğuşmak zorunda kalarak tedavi olabilirler.
• Çocuklarını iyi okullarda okutabilirler; kendileri de yüksek öğretim yapmıştır ve yurt dışında iyi okullarda eğitim imkânları vardır. • Çocuklarını iyi okullarda okutamazlar, hatta çalışmak için çocuklar okuldan ayrılmak zorunda kalabilir. Yüksek öğretim imkânları vardır, ancak sınırlıdır.
• Beslenme imkânları geniştir. Hatta beslenme fiziksel bir ihtiyaçtan öte haz kültürü, hedonizmle ilişkilendirilir. İşyerinde daha iyi yemekler yerler. • Aç kalmamak için yemek yerler. Fabrika kantinlerinde çıkan yemekleri yemek zorundadırlar.
• Yaptıkları iş fiziksel ve zihinsel enerjilerini geliştirir. Onlara prestij sağlar. • Yaptıkları işle fiziksel ve zihinsel enerjilerini özgürce geliştiremezler. Bedenlerini yıpratıp zihinlerini mahvederler. Çalışmaları gönüllü değil, zora dayalıdır. Yaptıkları işlerde kendilerini mutsuz hissederler.
• Daha fazla tatil imkânları vardır. • Tatil günleri sınırlıdır.

 

5- Koordinatör sınıf kendi konumunu nasıl meşrulaştırır?

Kapitalist sistem meritokrasiyi, “yeterince iyi olanın ödüllendirilmesini” ön plana çıkararak; daha yüksek konumlardaki kişilerin daha iyi oldukları ve daha fazla çaba sarf ettiklerini ileri sürerek, bizim “haksızlık” olarak adlandırdığımız sonuçların aslında normal olduğunu ima eder. “İyi olmak”, herkesin eşit şartlarda katıldığı yarıştan galip çıkmak anlamına gelmektedir. Hayat tarafından eşitsiz şekilde sunulan tüketim olanaklarını her durumda en iyiler toplayacaktır: İyi bir okuldan mezun olmak, belirli disiplinlerde kabiliyetli olmak, daha yetenekli ya da daha yaratıcı olmak hep en iyi olma yolundaki doğal avantajlar olarak değerlendirilir. Böylece sahip olunan eğitim derecesi ve vasıflar gerekçe gösterilerek koordinatör sınıfın güçlendirici işler üzerindeki hâkimiyeti meşrulaştırılır.

Koordinatör sınıf, mülk sahibi sınıf (kapitalist sınıf) adına yöneten; bu yönetim hakkını, “doğal”/ “eğitimle kazanılmış” becerilerden kaynaklanan “haklı” nedenlere dayandıran; sahip olduğu belirli “uzmanlıklar” sayesinde emeğine karşı ücret alan bir gruptur. “Uzmanlıklarına” dayanarak kendilerini daha güçlü kılan işleri yaparlar ve bu işleri yapabilme becerilerini, gerekli bilgileri tekellerine almaları sayesinde muhafaza ederler.

Kapitalist sistemin olağan işleyişi içinde, farklı işyerlerini birbirleriyle, aynı işyerindeki çeşitli işleri de kendi aralarında karşılaştırırız. Yapılan işe, ortaya konan ürüne ve bunların zorunlu kıldığı uzmanlıklara zihnimizde belirli değerler atfederiz. Bu şekilde şartlandırılmamız da benzer bir sürecin ürünüdür: Örneğin, uçak üretmek, tekerlekli sandalye üretmekten daha yüksek katma değer yaratan bir iştir ve çalışanlarına daha fazla kazandırır. Bunu “normal” bir olgu olarak karşılarız (uçak sektöründe çalışan işçi çok daha “vasıflıdır”). Benzer şekilde, aynı fabrikada çalışmalarına karşın, bir uçağın motorunu imal eden işçi, uçağın koltuklarını üreten işçiden daha fazla kazanır. Oysa çoğu durumda, bir işyerinde alacağınız görev tesadüfler tarafından belirlenir ve bu tesadüfler belirli yaşam standartlarını beraberlerinde getirir.

Eski Doğu Bloğu ülkelerinde koordinatör sınıf iktidarı nasıl meşrulaştırıldı?

Koordinatörler sermayeyi iktidardan etmek ve kendi bağımsız üretim tarzını tesis etmek için, kapitalizmin bütün yurttaşları, özellikle de işçileri nasıl sömürdüklerinin altını çizerler. Kapitalistleri yerinden etme sürecinde işçileri kendi askeri birlikleri/yedek güçleri gibi görürler. Ama bir kez sermayeye karşı zafer kazanıldı mı işçi sınıfını satacaklardır. M. Albert, Bolşevizmin tam da bunu yaptığını söyler.

Troçki’ye göre, merkezi yöneticiler işyerlerini x “işçilerin çıkarları” doğrultusunda yönettikleri sürece, Bolşeviklerin bilinen fabrika hiyerarşisine hiç dokunmamaları iyi olacaktı. Troçki fabrikalarda “tek adam” yönetimini insan doğasına vurgu yaparak meşrulaştırır: “İnsanın işten kaçmanın yollarını araması doğaldır. İnsan tembel bir hayvandır” der. Dolayısıyla toplumun merkezinde bulunan yoldaşlar, bazen tembel hayvanlara kendi çıkarları için baskı yapmaktan geri durmamalıdır.

Lenin, fabrikalardaki bütün otoritenin, fabrika yönetiminin elinde toplanmasının mutlak bir zorunluluk olduğunu söyler. Ayrıca sendikaların, işletmelerin yönetimine müdahale etmesinin “izin verilemez bir durum” olduğunun altını çizer. Lenin, koordinatörizmi modern teknolojiye başvurarak meşrulaştırır. Sosyalizmin merkezi üretim kaynağı ve temeli olan büyük ölçekli makine sanayi, mutlak ve katı bir irade birliğini dayatmaktadır. Bu katı irade birliği, binlerce iradeyi tek bir iradeye bağımlı kılarak sağlanır. Lenin, uzmanlığın zorunlu olarak merkezileşmeyi öngördüğüne ve onu gerekli kıldığına inanır.

Devrim sürecinde öncü partiye biçilen rol, istekli ama geri kalmış proleterleri devrimci siyaset üzerine eğitmekti. Kitleler, özelde ise işçi sınıfı beden haline gelir, öncü parti ise beyindir. Lenin öncü partiyi cahillerden oluşan geniş ama disiplinsiz bir ordunun genelkurmayı olarak düşündü. Kaba kuvvet karşısında zekâ, karmaşa karşısında akıl yürütme, işçi karşında yönetici, öğrenci karşısında öğretmen, ast karşısında üst, amatör karşısında profesyonel, çete karşısında ordu neyse, işçi sınıfı karşısında öncü parti de odur.

Lenin proletaryanın gerekli ve derinlikli bilimsel bilgiden yoksun olması nedeniyle bilimin taşıyıcısının burjuva aydın tabakası olduğunu düşünür. Marksist Leninizm, işçi sınıfı için geliştirilmiş bir teori ve strateji olmaktan çok uzaktır. Gerçekte koordinatör sınıf için geliştirilmiş bir teori ve stratejidir. Leninist süreç, koordinatörlerin eski egemen sınıfın yerini alarak işçiler üzerinde otorite kuran bir sınıfa dönüşmesine yol açar.

6 – Ekonomi toplumu şekillendiren tek faktör mü?

Marksizm, ekonomik ilişkiler arzu edilir hale getirildiğinde diğer toplumsal ilişkilerin de yerli yerine oturacağını varsayar. Marksist düşünce, ekonomiyi birincil konuma yükseltirken sınıf başlıca önemli mesele haline gelmiş; emperyalizm, hâkim konumdaki düşmana dönüşmüştür. Aktivistler, gettoların durumunun, ergenlerin cinsel yaşamının, alkol bağımlılığının yol açtığı kötülüklerin ve suçun kökenlerinin öncelikle birer sınıf meselesi olduğunu düşündüler. Onlara göre toplumsal cinsiyet, cinsiyet, ırk ve kültür gibi meseleler ikinci sıradaki üstyapı kurumları olarak ele alınmalıydı.

Marksizm bir alanı hâkim alan konumuna yükseltip diğer alanların önceliğini gözden kaçırmıştır. Çözüm ekonomiye daha az ilgi göstermek değil, diğer alanlarla (ırk, milliyet, cinsiyet, toplumsal cinsiyet) ve karşılıklı tanımlayıcı etkileriyle daha fazla ilgilenmek ve bunu yaparken de birinin öncelikli ve başat olduğunu varsaymamaktır.

Dolayısıyla, Marksizmin şu noktayı tartışması gerekir:

1- Bütün toplumu ve tarihi değil, esas olarak ekonomiyi kavramsallaştırmış olduğunu;
2- Feminist, çokkültürcü, anarşist kavramsallaştırmaların tarihe ve topluma ilişkin eşit derecede önemli kavrayışlar sunduğunu ve bunların da ekonomik ilişkileri temel düzeyde şekillendireceğini.

7- Anti-kapitalist olmak sınıfsız topluma ulaşmak anlamına gelir mi?

Hareketler anti-kapitalist olabilir, hatta kapitalizme son verebilirler; ama yine de sınıfsızlığa, dayanışmaya, hakkaniyete, çeşitliliğe ve özyönetime ulaşmayabilirler.

Mesela, sunumun başında da bahsettiğimiz gibi, sosyalist ekonominin hâkim olduğu Doğu Bloğu ülkeleri üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti kaldırmış; kapitalist sınıfın varlığına son vermiş, dolayısıyla kapitalizmi ortadan kaldırmışlardı. Sosyalizm, anti-kapitalist bir hareket olabilir; ancak sınıfsız bir toplumu değil, koordinatör sınıf iktidarını hedefler. Sosyalist ekonomiler ise kendini iki sınıf üzerinden temellendirir. Kapitalist sistemde kapitalistlerin işçiler üzerinde tahakküm kurması gibi, merkezi planlamacı ve piyasaya dayalı sosyalizminde de koordinatörler işçiler üzerinde tahakküm kurmaktadır. İşçileri değil koordinatörleri yönetici konuma getirerek de anti-kapitalist olunabilir. Dolayısıyla toplumsal aktivistlerin karşı karşıya olduğu seçenekler kapitalizm veya sınıfsızlık değil; kapitalizm, koordinatörizm ve sınıfsızlıktır. Yani anti-kapitalist aktivizmin koordinatör sınıf hâkimiyeti yerine sınıfsızlığa ulaşabilmek için kendini çok dikkatli şekilde yönlendirmesi gerekmektedir.

Tablo 2. Ekonomileri şekillendiren dinamikler

  Kapitalist Ekonomi Pazar Sosyalizmi – Merkezi Planlamaya Dayalı Sosyalizm Katılımcı Ekonomi
Mülkiyet İlişkileri Özel Mülkiyet Kamu ve devlet mülkiyeti Toplumsal mülkiyet
Tahsisat Kurumları Tahsisatın pazarda yapılması Tahsisatın pazara ya da merkezi planlamaya göre yapılması Katılımcı planlamaya dayalı tahsisat
İş Bölümü Şirket içi hiyerarşik iş bölümü Hiyerarşik iş bölümü Konsey yapısı ve dengeli iş düzenleri
Ödüllendirme Gücün ve çıktının ödüllendirilmesi Ürünün ve/veya gücün ödüllendirilmesi Gayret ve fedakârlığın ödüllendirilmesi
Karar Alma Kapitalist sınıfın egemenliği Koordinatör sınıfın hâkimiyeti Sınıf farkının olmadığı katılımcı özyönetim

Kapitalist ve sosyalist ekonomileri şekillendiren dinamikler benzerlik gösterir:

Sosyalist ekonomiler de, kapitalist ekonomiler gibi,

– Şirket tarzı iş bölümünü taklit eder;
– Rekabetçi ve otoriter bir ödüllendirme mekanizması kullanır;
– Şeklen demokratik olsa da koordinatör sınıfa mensup kişilerin hâkimiyeti altındaki karar alma mekanizmalarını kullanır.
– İşçi sınıfının değer ve tercihleri yerine koordinatör sınıfın değer ve tercihlerini yüceltir.
– İşçileri koordinatörlerin tahakkümü altına sokar.

Hareketlerin yapması gereken;

– Şirket tarzı iş bölümünü reddedip onun yerine dengeli iş bileşenlerini tercih etmeli
– Rekabetçi ve otoriter bir ödüllendirmeyi reddedip gayret ve fedakârlığı ödüllendirmeli
– Otoriter karar alma mekanizmaları ve şeklen demokratik de olsa birkaç üyenin hâkimiyeti altında olan karar alma mekanizmaları yerine öz-yönetimi tercih etmeli
– Bazı üyelerin daha çok sahip olduğu toplumsal bilgi ve beceri avantajlarını önce dikkatli bir biçimde azaltmalı, sonunda ortadan kaldırmalı.
– Koordinatör sınıfın değil işçi sınıfının değer ve tercihlerini yüceltmeli.
– Rekabet yerine dayanışmayı temel almalı.
– Kendini koordinatörlerden çok işçilere yakın hissedip onları güçlendirmeli.
– Yönünü gerçekten sınıfsızlığa çevirmiş bir hareket olmalı.

Kaynakça:

– Umudu Gerçeğe Dönüştürmek, Michael Albert, çev. Taylan Doğan, BGST Yayınları, 2007; Yararlanılan bölümler: 1. Bölüm: Katılımcı Ekonomi; 14. Bölüm: Strateji, 15. Bölüm: Marksizm.
– Geleceğe Bakmak, Michael Albert ve Robert Hahnel, çev. Osman Akınhay, Ayrıntı Yayınları, 1994.
– Koordinatörizm , Michael Albert.
-Sınıf mı Çokluk mu? , Michael Albert.
– Katılımcı Ekonomi Seminer Notları , Özgür Efe, Taylan Doğan.

http://www.bgst.org/keab/ea20090222.asp

December 14, 2009 Posted by | anti-endustriyalizm, anti-kapitalizm, kooperatifler vb modeller, ozyonetim, sistem karsitligi | Leave a comment

Ekolojik Bir Topluma Doğru – Murray Bookchin


İnsan, çevresi ile birlikte insandır. Tek başına var olması ve varlığını sürdürmesi beklenemez. Hiç kimse yoktur ki çevresine –hem fiziksel, hem de zihinsel- duyarsız kalarak yaşayabilmiş olsun. Aynı şey, yalnız insanlar için değil canlı cansız tüm varlıklar için de geçerlidir. İşte çevrebilim (ekoloji), bu ortak yaşanacak olan “çevre”nin bilinçle değerlendirilmesi, dengesidir.

İnsan, belki doğasında bulunan belki sonradan kazandığı bir yeti ile tahakküm ve zorlamayı sever ve kendinden zayıf olana hükmetme arzusunu içinde taşır. Bu yüzden mücadele eder ve bu yüzden hayatta kalma savaşı verir. “doğayı tahakküm altına alma” fikri de buradan doğmuştur denebilir. İnsanlık, hayatını kolaylaştıran tüm doğa kaynaklı etkenleri bir kenara bırakmış ve doğanın gücünü zorlama yoluna gitmiştir. Günümüz toplumlarının içinde bulunduğu kapitalizmin de en büyük vurgusu bunun üzerinedir: doğayı kontrol et, hayatını kolaylaştır.

Modern insana aşılanan bu duygu, insani değerleri körelterek hassasiyetleri ortadan yavaş yavaş kaldırmaktadır. Bunun en önemli ayağını da kendinin dışında kimseyi, hiçbir canlıyı ve cansızı düşünmeden bencilce yaşaması oluşturur. Bu bencillik sebebiyle de doğal dengeyi sarsacak, düzenleri bozacak hareketlerden geri durmamıştır.

Ekoloji, salt bir çevre hareketi değil, bir toplum ve bilim felsefesi, anti-hiyerarşik ve anti-otoriter bir toplum projesi, bir eylem ve yaşam tarzıdır.

Bu uzun girişten sonra kitabın içeriğinden bahsedebiliriz. Kitabın özü: bugün yüz yüze olduğumuz çevreyle ilgili sorunların özünü yakalama çabasıdır: yani toplumsal ilişkilerde tahakküm ve ekonomik ilişkilerde rekabet. Bu çok önemli iki etken, bize dünyanın hor kullanılmasını açıklayan en kısa ve anlamlı ifadelerdir. Genel tema olarak bu tespitlerin yanında, esas hedefin konuya, tutarlı, özgürlükçü ve diyalektik bir bakış açısıyla bakmaya duyulan ihtiyaç olduğu söylenebilir. Zira ekoloji, çoğu kez dillerde sakız olmuş bir kavram olagelmiş, gerçek anlamının ötesinde hatta tam tersine doğanın kullanımını kolaylaştırdığı önyargısından kurtarılmalıdır.

20. yüzyılın ikinci yarısı yani düşünsel arayışların ve yeni toplumsal hareketlerin ortaya çıkışına tanık oldu. Sınıf, cinsiyet, ırk, milliyet ve düşünce ayrımlarını sorgulayan bu hareketler arasında en büyük etkiyi ise ekoloji hareketi yaptı. Artık özgürlük ve bilinçte temellene bir ekolojik toplumsal felsefeyle bir ekolojik doğa felsefesini birleştirmenin zamanı gelmiştir.

Ekoloji hareketi, insanın zorlanıp doğaya teslim olması savunusu değildir. Ekolojik dengenin insanın lehte ya da aleyhte görünen her türlü korunumu aslında insan da dahil tüm canlıların lehinedir. Teknoloji ve bilim elbette var olacak ve elbette insanlığın gelişimi için çabalayacaktır. Ancak görevimiz, teknolojinin vaatlerini, yani yaratıcı potansiyelini, onun tahrip kapasitesinden ayırmaktır. Böyle yapınca, sorun olarak gördüğümüz birçok mesele kendiliğinden hallolmuş olur. Yani insanın gerek duyduğu şey ileri teknolojileri toptan devre dışı bırakmak değil teknolojiyi yeni çevre dengesine sahip dünyanın ahengine katılacak şekilde düzenlemek ve geliştirmektir.

Devrim yalnız kurumları ve ekonomik ilişkileri değil, canlı ya da cansız tüm evrenle girdiğimiz ilişkileri, bilinci, yaşamı yorumlayışımızı, arzularımızı da kucaklamalıdır. Bunun için yalnız ataerkil aileye değil, tüm toplumsal sınıflara ve mülkiyet biçimlerine karşı olan özgürlükçü bir bilinç ve eylem tarzı geliştirmelidir.

Toplumla ekolojinin ilişkilerini iyi okumak ve bu ilişkinin seyrine doğru, anlamlı yönlendirmelerde bulunmak gerekir. Modern toplum, kendine has kültürel birikimi sayesinde, insanın doğayla kavgasını endüstri öncesi toplumlardan kızıştırmaya yatkındır. İnsanlık, ekolojiye müdahale etmekten hiçbir zaman geri durmamıştır ancak endüstri devrimi sonrasındaki zamanlarda çevrenin üzerindeki baskı, doğal görünmeye ve dolayısıyla rahatsızlık vermemeye başlamıştır. Teknik, doğru yer ve zamanda yerince ve yeterince kullanılmalıdır. “teknoloji insanlığın bir uzantısı olmaktan çıkar; insanlık teknolojinin uzantısı halinde gelir” (sh.46)

Elbette çevreye karşı bu acımasız yaklaşımın kaynağı ihtiyaç ambalajına saklanıyordur. Buna karşı biz, yeni bir ihtiyaç anlayışı geliştirmeliyiz. Bu, medyanın dikte ettiği “ihtiyaçlar”a değil, sağlıklı bir yaşamı destekleyen ve bireysel isteklerimizin ifadesi olan ihtiyaçlara dair bir anlayış olmalıdır. (sh.47)

Ekolojik hareketin hedefleri bellidir; hareket bugün bazı bakımlardan gemi azıya almış çevre tahribatına karşı geciktirme eylemi yürütmektedir. Diğer taraftan ekolojinin aslında hayatın neresinde olduğunu diğer insanlara da anlatan, çevreci bilim ve teknolojiyi savunarak insanın doğayla ilişkilerini devrimci bir yaklaşımla yeniden yaratıcı bir hareketin içindedir.

Doğal dünyanın, zenginliğini ve potansiyellerini ortaya serip gerçekleştirebilmesi için, belli bir oranda kendiliğinden bir gelişmenin dümen suyuna girmesine izin verilmelidir; elbette, doğanın öz bilinçli ve öz etkin kıldığı insan bilincinin ve yönetiminin bilgisi ışığında.

Toplum ile doğa ilişkisini değerlendirirken dikkat edilmesi gereken şey, doğaya hükmetmenin insanın insan üzerindeki tahakkümünden kaynaklandığını, doğal dünya ile ahenkli bir ilişki kurma yolunun toplumsal dünyanın ahenkli kılınmasından geçtiğini görmemiz gerek.

Ekoloji, yalnız boş kırları, ormanları değil daha çok ve daha yoğun şehirleri ilgilendirir. Ve şehrin doğa içindeki yerinin bilinmesi, aslında çevre bilincinin yaygınlaşması açısından olağanüstü önem taşır. İdealle gerçek arasında sıkışan kent planlaması, bir mit olarak ortaya çıkmaktadır. Söz konusu mit, bu görünüşteki disiplinin kendine yakıştırdığı soy ağacı ve adlandırma sisteminden, bizzat “kent planlama” teriminden kaynaklanır. Planlama sözcüğü, kaba bir ihlal eylemini anlatır yalnızca. Modern zihniyet için “planlama” düzensizliğe düzen getiren, tesadüf ve olumsallığı insanca anlamlı tasarım içinde örgütleyen rasyonalite ve kavramsal amaçlılık demektir. Bu durumda doğallığı istenen ve ekolojinin önemli faktörü olan kent nerede kaldı?

Ekoloji konusunda Marksizm de kapitalizmden aşağı kalır bir tahribata sebep olmamıştır. Marksizm sınıflar, ekonomi ve iktidar eksenine hapsolarak bir kapitalizm (devlet kapitalizmi) haline gelmiştir. Bir bütün olan hiyerarşi ve tahakküme imkân veren temellere inmesi ve bunların ortadan kaldırılması gerekir.

Bunun için de doğrudan eyleme, özyönetime ve eko-cemaatlere ihtiyaç vardır. Doğrudan eylem, özgür yurttaşlardan oluşan cemaatler yoluyla kamusal alanı doğrudan yönlendirebilen aktif öncelik amaçlar; aynı zamanda kendisi de böyle bir sürecin sonucudur. Tahakküm ve hiyerarşi ilişkilerinin yerini özyönetimin alması yeni bir tür yurttaş öznenin, yani özgür ve kendi kaderini belirleyen yurttaşın sahneye çıkması, devlete karşı yurttaş örgütlerinin ve halk meclislerinin oluşturulması anlamına gelir.

İkinci dünya savaşı ve sonrası kuşağı biyosfere kendinden önceki tğm kuşakların verdiği toplam zarardan daha fazlasını vermiştir. Radyoaktif/kimyasal atıklar, zehirli katkı maddeleri, tıkanan yollar, yaşanmaz hale gelen kentler… Her alanda ekolojik bir tahribat almış başını gidiyor ve artık toplumun ve doğanın seslerine kulak vermek zorundayız. Çünkü bu çark, devrilirken herkesi içinde götürüp öğütecektir. Zaman dolmadan ve her şey yitip gitmeden, nesilleri eğitmeyi ve uyanık kalmayı da ihmal etmeden gerçek ve köklü ekolojik hareketin sesini yükseltmesi, halk ve burjuvanın yeterli ve dengeli düzeyde bu konuda bizzat bulunması gereklidir.

Yazar: Murray Bookchin / Çeviren: Abdullah Yılmaz / Ayrıntı Yayınları–1996

http://yasinramazan.wordpress.com/2008/07/09/ekolojik-bir-topluma-dogru/

December 14, 2009 Posted by | anti-kapitalizm, sistem karsitligi, somuru / tahakkum | Leave a comment

Doğayla uyum içinde yaşamak… Günseli TAMKOÇ

İnsanın hayal gücünü aşan biçimde gelişen çevre ve doğa tahribatını durdurmak için bilimciler, eğitimciler, politikacılar ve tüketiciler kollarını sıvadılar diye duyuyoruz ve buna inanmak istiyoruz. Fizikçi Fritjof Capra, “1990’lar çevre çağını açıyor, çünkü artık sorun tek bir sorun değil, yaşamımızın, iş dünyamızın politikalarımızın oturduğu genel içeriktir” diyor.

Çevre sorunlarını çözümlemek bugün artık ön planda olmak gereken gişimlerdir ve hemen hemen tüm dünyada bunun böyle olması da kaçınılmazdır. Gezegenimizin kaynaklarını düşüncesizce ve savrukça harcamaya başlayışımız endüstri çağının başlangıcına dayanır. Endüstriyalizmde ne kadar başarılı olduysak, doğadaki dengeyi bozmakta da o kadar başarılı olduğumuz kuşkusuz. Yaşam koşullarımızı neredeyse yok etmeyi bilinçli olarak yapmadık ama, yalnızca kısa vadeli çıkarlarımızın verdiği başarı sarhoşluğuna kendimizi ne denli kaptırdık ki bugün nefes aldığımız havanın, içtiğimiz suyun niteliğini bozmuş, topraklarımızı tüketmiş durumdayız.

Çevremizi korumanın ötesinde, onu kurtarmak, hatta kendimizi kurtarmak gibi çok yaşamsal girişimlere şiddetle gereksinimiz olduğu yadsınamaz. Bilimsel çevre korumayı “ekoloji” olarak anmaya yönelmemiz oldukça yeni sayılır. Her yaşayan varlığın ötekilerle bağımlı olduğu gerçeğine, ekolojiye Batı’da son on, onbeş yıldır daha da yeni ve önemli bir bakış açısı eklenmiştir. Bu bakış açısı sorunların derin boyutlarının gözönüne alınmasını yeğlemektedir. “Derin ekoloji” diye adlandırılmış olan bu tutum veya bakış açısına göre sorun gezegenimizin tüketmekte olduğumuz doğal kaynaklarını korumak veya kurtarmaktan çok daha ötede bir görüştür. Derin ekoloji yanlılarına göre, tüm ekosistemlerin ve canlıların insan girişiminden arınmış bir özgürlüğe hakları vardır ve bu hak onların varoluşlarında saklıdır. Doğal kaynakların korunması,, çevremizin havası, suların ve topraklarının temizlenmesi her ne kadar önemliyse de; derin ekoloji yanlılarına göre bu tip girişimler genellikle yüzeysel kalmaya yönelik girişimlerdir. Halbuki sorunlarımız özüne, derinlemesine inen sorunlarla karşı karşıya olduğumuza göre daha köklü, çözüm yolları aramak zorundayız. Yalnızca insanlar faydalandıkları için değerli görülen bir dağın veya bir nehirin bu fayda durumuna bağlı görülen yaşamları aslında her zaman tehdit altında demektir.

Dünyamıza, İngiliz bilimcisi James Lovelock’un ileri sürdüğü Gaia varsayımı açısından bakan derin ekoloji yanlılarına göre dünyamız üstünde yaşayan tüm canlı türleri ile yaşayan muazzam bir organizmadır. Bazı düşünürlere göre müthiş bir dengeli yaşam örneği olan dünyamızı kurtaracak ögeler ona karşı duyacağımız saygı ve sevgidir. Hatta bazılarına göre çok eski çağlarda yaşamış olan atalarımızın sezgileriyle elde ettikleri bilgelik sonucu gezegende var olan herşeyi kutsal bilmelerini bugün yeniden elde etmeye çaba göstermeliyiz. Ancak bunu başarabilirsek geleceğimizi garanti altına alabiliriz. Kısacası kendimizi arzın merkezi gibi görmekten vazgeçersek yepyeni bir voroluş olgusunu yakalayarak yaşamımızı sonsuza kadar sürdürülebiliriz. Öyle anlaşılıyor ki dünyamızın güneş sisteminin merkezi olmadığını kabul ettiğimiz gibi biz insanların da arzdaki yaşamın merkezi olmadığımızı benimsememiz gerekmektedir. Derin ekoloji yanlıları böyle bir durumu insan merkezli (Anthropecentric) değil, yaşam merkezli (bio-centric) olmak diye ifade etmekteler. Özellikle Batı uygarlığı insanları kendini çok uzun süreden beri yaratılmışların egemeni ve yaşam piramidinin en üst noktasındaki bir tür olarak görmeyi benimsemiştir. Böyle bir görüş de insanların doğayı rahatlıkla sömürmesine yol açmıştır. Herşeyin her yaratığın kendi emrinde ve kendi çıkarları için varolduğu kanısı ile haraket eden insanlarda yüzseksen derece bir dönüşle yaşam- merkezli (bio-centric) bir değişmeyi beklemek bugün için belki gerçekçi bir bekleyiş olamaz. Fakat derin ekoloji yanlıları bunun öyle pek de güç olmayacağı kanısındadırlar. Çünkü uzun süredir egemen olan insan-merkezli (anthropo-centric) inanış bugün artık bu inançta olmayan insanların da yaşamını tehdit etmektedir. Gereken değişme “kendini beğenmişlikten” cayıp gezegeni hatta evreni begenip sevmek, onunla özdeşleşmek gibi bir değişme gerektirmektedir. Bütün sorun kendimizi doğanın dışında, ondan ayrı görmeyip onun içinde ve bir parçası olarak görebilmekte yatıyor olmalı.. Ancak böyle bir bakış açısı bizim kendimizin ve gezegenimizin bir bütün oluşturduğumuz gerçeğine bizi kavuşturduğu zaman yine tümü ilgilendiren korkunç bir sonuçtan kurtulabileceğimizi düşünebiliriz.

Görüldüğü gibi derin ekoloji kavramı aslında öyle pek kolayca kabul edilebilecek bir kavram, bir tutum gibi görünmüyorsa da Doğu dinlerinin tümünde, sufizm ve şamanizmde egemen olduğu bir gerçektir. Eko-sistemdeki tüm yaşayanlarda özdeşleşmenin sonucu gezegenimizi ve kendimizi kurtarabileceğimizi söyleyen ve adı derin ekoloji yanlılarının başında anılan Profesör Arne Naess’e göre, böyle bir özdeşleşme doğal olarak politik değişmeler getirecektir. Sekiz maddelik derin ekoloji platformunun birinci maddesi kanımca en önemlisidir. Zira öncelikle ortaya “yarar” görüşü ile taban tabana zıt bir “değer” sorunu atılmaktadır. Gezegendeki tüm insan ve insan dışı canlıların sağlığı ve gelişmesinin başlı başına bir değeri olması ve bu değerin insan amaçlarına yararlığı ile bağlı olmadığı ifadesi vardır. Bir başka deyişle, öteki canlıların yaşamının bir değer ifade etmesi için insana yararlı olması gerekmemektedir. Çoktan yerleşmiş olan ancak bize yararlı olanların korunmasının önemli görülmesi kanısını kökünden sarsan bu tutumun kolay kolay destek bulamayacağı kuşkusuz çok açıktır. Bilindiği gibi hem bilim hem de geçerli dini inançlara göre tutumlarımızda bütünsellik değil ikilik egemendir. Madde ve ruh ikilemi, biz ve Tanrı ikilemi, biz insanlar ve doğa ikilemi gibi. Arne Naess derin ekoloji platformunun bu radikal görüşünün çok önemli olduğunda iddialı görünüyor. Çünkü Naess’e göre ancak bu görüşü benimseyebilirsek, bize yararlılığını bilemediğimiz yaratıklarla hatta cansız varlıklarla özdeşleşmemiz olanağı ortaya çıkabilir. Ancak böyle bir özdeşleşmeye dayanan girişimlerle bütünü kurtaracak ekonomik ve politik değişmeleri gerçekleştirebiliriz. Böyle bir yaşam hakkı ve her türlü var oluşa yaşam hakkı tanımak aslında biz insanlara mı düşüyor sorusunu sorduğumuz zaman bu “değer” görüşünü daha da karmaşık yapıyoruz kanımca. Ama varoluşun nedenlerine inmeden, madem var o halde değeri kendinde veya içindedir diyebilmenin de o kadar güç olmadığını görüyorum.

Buraya çağımızın ileri gelen düşünür ve psikiatristlerinden olan R. D. Laing’in şu sözlerini eklemek gereksinimini duydum:
“Kopernik’in getirdiği devrimci düşünce ile gezegenimiz, Ptolem dünya görüşünü geride bırakarak öteki gezegenlerin arasında ki yerini bulmuştur. İnsan da evrenin merkezi olmadığını anlayarak kendi gözündeki o üstün yerini yitirmiş bunun sonucu olarak da bir olgunluğa erişmiştir, Aynı biçimde bizim de şimdi artık doğadaki hak ettiğimiz yeri bilmemiz gerekir. Bu yer hovarda bir ‘patron’un, sömüren ve ganimet paylaştıran bir kralın oturduğu yer değildir. Bu yer, dünyadaki türlerin birbiri ile ahenk içinde yaşadığı bir yerdir.”

Derin ekolojinin ikinci önemli ögesi çeşitli yaşam biçimlerinin bu değerlerin gerçekleşmesine katkıda bulunması ile ilgilidir. İnsanların bu tür ve cins zenginliğini tüketip yok etmeye hakları olmamakla beraber hepsi de yaşam gereksinimlerini karşılamak üzere birbirinden yararlanmak zorundadırlar. Önemli olan, insanların insan dışı yaratıkların dünyasından aşırı biçimde yararlanarak türlerin tükenmesine yol açmamasıdır.

Derin ekolojiye göre insan yaşamının ve kültürlerinin devamı bakımından nüfus kısıtlaması da bir ön koşuldur. İnsan dışı yaşamın da devamı yine nüfus artışının durdurulmasına bağlı görülmektedir. Bütün bu olumsuzlukların çözümü için politikalarda köklü değişikler gerekmektedir ve ancak bu yapılırsa eldeki sonuçlar şimdiki tehlikeli durumu önleyebilecektir.

Derin ekoloji ögelerinden bir başkası da ideolojik değişmelerin başında gelmesi gereken bir husus; gittikçe yükselen bir yaşam düzeyi yerine biz insanların yaşamımızın niteliğine önem vermemizdir. Sade ve nitelikli yaşam koşullarına razı olursak yaşamımızı; herşeyin artması, büyümesi ile değil nitelikli bir yaşam düzeyi sağlamasıya değerlendirebiliriz. Arne Naess’e göre derin ekoloji yanlıları ileri sürülen bu görüşleri koşulsuz üstlenirlerse gereken değişmelerin gerçekleşmesi için çaba göstereceklerdir. Kanımca derin ekolojinin bu önerilerini benimseyebilmek için önce insan cinsinden olmanın kibir ve azametinden hiç olmazsa, bir parça ödün vermemiz gerekir. İnsan olarak geliştirdiğimiz benlik bilincimizi aslında sorgulamak bile bir “bio-spiritual” biyolojik tinsellik yolculuğuna çıkmamızı gerektirecektir. Böyle bir yolculuk sonunda elde edeceğimiz genişlemiş bir benlik, dağları, ormanları, denizleriyle tüm Gaia’yı hatta evreni bile kapsamı içine alacaktır.

Tinsel bir içsezi ile birlikte duygularımızında bir hayli gelişip gürleştiği bir dünyada karşılıklı bağımlılık kavramı yalnızca bilimsel bir veri olmakla kalmayıp yüreklerimizde de yerleşmiş olursa “bio-centric”, bio-merkezci bir eşitliğe kavuşmak gerçek dışı sayılmayacaktır. Derin ekoloji yanlıları biz insanlarda böyle bir yeteneğin potansiyeline dayanarak kişiliğin ötesinde (transpersonal) bir varoluşun bizi tüm yaşam ile birleştirebileceğini vurgulamakta ve bunu önümüzdeki üçüncü binyılda olanaklı görmektedirler. Bu dar kişilik, kendisi dışında var olan yaşamı yadsımakta ve kendisini hem çok farklı hem üstün gördüğü için öteki yaşayanları rahatlıkla sömürmeyi ve onları esiri saymayı kendisi için bir hak bilmektedir. Joanna Macy’e göre Batı insanı şimdilerde artık kendi farklılığını yeni bir biçimde algılayarak bu dar kimlikten geniş benliğe yönelmekte ve “yeşermektedir”. Bunu yaparken de, Avustralya, Güney ve Kuzey Amerika kıtalarında yaşayan yerli halkların geleneksel yaşam felsefelerinden esinlendiklerini ifade etmekten kaçınmamaktadırlar. Bu kültürlerin insanlarının yaşam biçimlerini çoğumuz “ilkel” buluyor olabiliriz. Buna rağmen inançlarının ve bu inançlar ışığında gelişmiş olan yaşam biçimlerinin dünyamızı yok etmediğini ve edemeyeceğini gözönünde tutmalıyız. “Yeşil” olmanın böyle bir tinselliği kapsaması bazılarınca us dışı bulunabilir. Ayrıca, Arne Naess’in önerdiği politik ve ekonomik atılımlar ve girişimler böyle tinsel bir yolculuğu benimseyen kişiler tarafından mı gerçekleştirilecek diye sorulabilir. Naess’e göre tüm biyosfer’le özdeşleşebilirsek kendimizi savunmamız doğa ve doğal yaşam için de savunmamız olacaktır. Böyle bir ekolojik benliğe kavuştuğumuz zaman kendimizi koruyup sevmekle, doğayı korumak ve sevmek arasında hiçbir ayrıcalık olmayacaktır. Bu görüşü Avustralyalı derin ekoloji yanlısı John Seed şöyle anlatıyor: “Geliştireceğimiz stratejiler dar benliğimizin çerçevesi içinde değil, çok geniş ve görkemli bir çerçeveye yer küreye dayanarak, onun ilhamı ile biçimlenmişse, ki bu dört milyon yıllık bir evrimi kapsar, o zaman sonuçları çok daha kuvvetli, çok daha cesur ve çok daha inatçı ve kuşkusuz çıkar gözetmeyen bir atılımla elde etmiş olacağız. Çoğumuzu felce uğratan bir vurdumduymazlık genellikle kavrulmuş, küçülmüş bir benlikle yetinmemizin sonucudur.”

http://www.hayvanozgurlugu.com/news.php?item.8.2

December 14, 2009 Posted by | ekoloji, türcülük, doğa / hayvan özgürlüğü | Leave a comment

Çocuk Eğitiminde Hayvan Özgürlüğü

“Bir insanın bakış açısını değiştirmek,
o insana yeni bir dünya armağan etmektir…”

Eğitimin tanımında ısrarla vurgulanan bir nokta, davranışlarımızın “kalıcı izli” olması gerektiğidir. Yani bir çocuğun aldığı eğitim, onun yetişkinlik yaşantısında sergileyeceği davranışların temel belirleyicisi olacaktır. O nedenle bugün “hayvan hakları” söz konusu olduğunda neredeyse herkesin ortak bir tavır (kayıtsızlık) sergilemesi şaşırtıcı olmamaktadır. Çünkü Rönesans’la birlikte ortaya çıkan hümanist görüşler, ne yazık ki günümüzde de hala daha geçerliliğini korumaktadır. Hümanist bir bakış açısıyla eğitim alan insanların da, bugün doğa ve hayvan hakları konusunda sergiledikleri vurdumduymaz davranışlarının sanırız eğitimin kalıcı izli davranış değişikliği olduğu yönündeki tanımının somut ifadesidir.

Bugün insan-merkezli yaşam tarzının bizi getirdiği son nokta tüm dünyayı ve içindeki canlıları tehdit eden küresel ısınma felaketidir. Bu acı sonuç insan-merkezli eğitimin sonucudur. Ulus devletlerin iki temel üzerinde (ideal vatandaş ve vasıflı/ara işgücü) insanı eğitmesi sonucunda birey, evrensel bir insan olmaktan ziyade bir vatandaş ya da işgücü olmaktan öteye gidememiştir. Bireyin evrensel bir insan olabilmesi için, insan-merkezli eğitimden bir an önce vazgeçilip, biyo-merkezci bir eğitim hedeflenmelidir. Yani insan, artık dünyanın sahibi olduğu (dünyanın, onun için yaratıldığı) yanılgısından uyanıp, bu dünyanın diğer canlılarla birlikte bir paylaşımcısı olduğunu anlamalıdır. Aksi halde yakın bir gelecekte (İngiliz bilim adamları küresel ısınma bu hızla devam ederse 50 yıl sonra su savaşlarının başlayacağını öngörüyorlar) değil hükmedecek, paylaşacak bir dünya kalmayacak…

Şimdi dilerseniz çocuk eğitiminde – farkında olarak ya da olmayarak – gerçekleştirilen bazı hatalı çalışmalardan bahsedelim. Bu hataların kaynağında yine ne yazık ki, hümanist bir bakış açısı yatmaktadır. Birçok anaokulunun, okul öncesi ya da çocuk gelişimi öğretmeni yetiştiren bölümlerin ve birçok anne-babanın çocuklarına hayvan sevgisi kazandırmak isterken düştükleri bazı hatalar:

HAYVANAT BAHÇELERİ (HAYVAN HAPİSHANELERİ)

Bugün birçok anaokulu, öğrencilerini toplu halde hayvanat bahçesine ziyarete götürmekte, pek çok ebeveyn bir hafta sonu çocuklarını alıp bu yerleri birlikte ziyaret etmektedirler. Aslında bu faaliyet ilk etapta hayvan sevgisini çocuklara aşılamaya çalışan yetişkinlerin iyi niyetli bir faaliyeti olarak görülebilir. İyi niyetle yapılan bir faaliyet olduğundan kuşkumuz yok; ama iyi niyet her zaman yeterli olmuyor.

Hayvanat Bahçeleri olarak bilinen bu yerlere gözümüzün önündeki perdeyi kaldırarak baktığımızda, sevimli bir bahçeden ziyade hayvanların tutsak edildikleri birer hapishane olduklarını görürüz. Birçok hayvan doğal yaşam alanlarından koparılarak kendileri için uygun görülen kafeslere kapatılmaktadır. Bu yerlerin en önemli özelliği, o coğrafyada bulunmayan hayvanların görülebilmesidir.

Örneğin, bir filin coğrafi olarak yaşam alanı ve yaşam şartları bellidir. Bu şartlar gereği bu hayvanın bizim coğrafyamızda yaşaması söz konusu değildir. Ama bu gibi yerler sözüm ona gerekli şartları hazırlayarak buna benzer pek çok hayvanı kendi yaşam alanlarının çok uzağında yaşamaya zorlamaktadırlar.

İnsan türü de dahil olmak üzere pek çok hayvan sosyal canlıdır. Yani tek başına değil, bir topluluk halinde yaşamaya ihtiyaç duyarlar. Yine fillerden örnek verecek olursak; filler de sosyal bir türdür. Ama gelin görün ki, pek çok hayvan hapishanesinde bir ya da en iyi ihtimalle iki fil vardır. Bu örnek diğer sosyal hayvan türleri için de geçerlidir.

Tutsak edildikleri kafeslerin şartları ise içler acısıdır. Afrika’nın en hızlı hayvanını on metrekarelik bir kafesin içinde görebilirsiniz. Pek çok kafes, temizliğinin kolay olması amacıyla beton zeminle kaplıdır. Yani kocaman bir fili beton bir zemin üzerinde ve minik bir alanda tek başına öne arkaya dönüp dururken görebilirsiniz. Her gün belli bir kilometre koşması gereken bir hayvanı bu kafesler içinde dört dönerken izleyebilirsiniz.

Gerek bakıcıların, gerek hapishane yöneticilerinin, gerekse bu yerlerin ziyaretçilerinin kafeslerin içindeki CANLILARI bir meta olarak görmesi hüzün vericidir. Şayet bu hayvanlar bir meta değil de bir canlı olarak görülüyor olsalardı, hiçbir insanın, hayvanların bu haline razı olmaması gerekirdi.

Şimdi bu konuda sorulması muhtemel soruları cevaplamaya çalışalım.

Hayvanlar tutsak edildiklerini hissedebiliyor mu?

Hayvanların Sessiz Dünyası’nın (TÜBİTAK Yay. – 1999) yazarı Marian S. Dawkins, “öteki türler, bizim kendi yaşantılarımızda “haz”, “neşe”, “tatmin” olarak sınıflandırabileceğimiz mutlu duygusal durumları da bilmektedirler” (Sy. 252) diyor. Dolayısıyla, bunun karşıtı olan durumları da, hayvanlar da bizim gibi hissetmektedirler. Yine aynı kitapta hayvanların akıl yetileri ile ilgili çok çarpıcı araştırmalardan bahsedilmektedir. Kısacası hayvanların bir kısmında gelişmiş bir akıl yetisi bulunmakta, hayvan türlerinin geneli ise hissedebilmektedir.

Peki, hayvan sevgisini çocuklarımıza nasıl kazandırabiliriz?

Öncelikle hayvanseverlik konusunda bir açıklama yapmak gerekiyor. Hayvanseverlik, insan-merkezli bir bakış açısının ortaya çıkardığı bir kavramdır. Kimse hayvan sevmek zorunda değildir. Burada önemli olan nokta dünyadaki tüm canlıların yaşam hakkının savunulmasıdır. Örneğin, bir kişi yılanlardan nefret edebilir. Ama bu yılanların yaşam hakkını savunmasına engel değildir. Bir canlı, diğer bir canlı kendi yaşam alanına (beslenme, barınma veya çiftleşme bölgesine) müdahale ettiği anda saldırganlaşmaktadır. Oysa insan türü, durup dururken diğer canlıların yaşamlarına müdahale etme hakkını kendinde görmektedir. Hatta bu müdahaleyi “hayvan sevgisi” adına yapabilmektedir.

O nedenle bizlerin çocuklarımıza kazandırmamız gereken bakış açısı, sevsek de sevmesek de bu dünyayı diğer canlılarla paylaşmak zorunda olduğumuzdur. Kendi yaşamımızı tehdit etmediği sürece de, diğer canlıların özgürce yaşamalarını, bu yaşam hakkına saygı duymamız gerektiğini öğretebilmeliyiz. Tabii böyle bir bakış açısını da tutsak ettiğimiz hayvanları ziyaret ederek gösteremeyiz. Hayvan hapishaneleri, çocuklara ancak kötü birer örnek olarak, olmaması gereken bir şey olarak gösterilebilir. Sağlıklı bir insan aklı bunu gerektirir.

Peki, hayvanat bahçeleri olmazsa, çocuğuma zürafayı nerede gösterebilirim?

Çocuğunuzun zürafayı görme ihtiyacı zorunlu bir ihtiyaç mıdır? Yani çocuklarımız bir fili, aslanı ya da zürafayı hayatları boyunca görmeseler ne kayıpları olur? Ya da şöyle soralım, çocuklarımız fili, aslanı veya zürafayı gördükleri zaman hayatlarında ne gibi değişiklikler yaşanır? Sakın onların bu deneyimden sonra hayvan sevgisi kazanacaklarını söylemeyin. Çünkü böylesi bir sevgi olmasın daha iyi… Bu sevgi, iyi niyetli kötücül bir sevgidir.

Kaldı ki, sevgiyi neden kıtalar ötesinde aramamız gerekiyor? İnsanlar yaşadıkları coğrafyayla uyum içinde olmayı, yaşadıkları coğrafyayı sevmeyi öğrenmeleri gerekir. Çocuklarımız gündelik yaşamlarında ne bir fille ne de bir zürafayla karşılaşamayacaklardır. Ama her gün okula giderken, bahçede oynarken, seyahat ederken pek çok farklı canlı türüyle karşılaşmaktadırlar. Çocuklarımızın uyum sağlaması ve birebir tanıması gereken canlı türleri aynı coğrafyayı paylaştıkları canlı türleridir. Diğer canlı türlerini kitap, CD gibi materyallerden tanıyabilir, zoolojiye merak salanlar da gidip o türleri doğal yaşam alanlarında inceleyebilirler.

Hayvanat bahçeleri nasıl kapatılır?

Hayvanat bahçesi adı verilen hapishaneler, ziyaretçileri olduğu sürece açık kalacaklardır. Açık kaldıkları sürece yeni hayvanlar doğal yaşam alanlarından koparılıp, kafeslere tıkılacak ve ömürlerini hiçbir suçları olmamasına rağmen tutsak halde geçireceklerdir. Yine bu hapishaneler açık kaldıkları sürece, hayvanların orada üremeleri sonucunda doğacak yavruları da tutsak olarak yaşayacaklardır. Bunun için öncelikle artık ziyaretçilerin bu yerleri ziyaret etmemesi, çocuklarının sağlıklı gelişimi için bu gibi yerlerden çocuklarını uzak tutması gerekir. Ziyaretçisi olmayan hayvanat bahçesi en kısa zamanda kapanacaktır.

SİRKLER

Yine pek çok anaokulunda, okul öncesi ve çocuk gelişimi öğretmenliği programında veya ebeveynlerin bakış açısıyla “sirkler” eğlenceli yerlerdir. Gerek ebeveynler tarafından gerekse çocuk eğitimcileri tarafından sirkler olumlanan yerlerdir. Anaokulları öğrencilerini, ebeveynlerse çocuklarını sirklere götürerek yine “iyi niyetli” faaliyetler gerçekleştirirler. Amaç çocuğun hem eğlenmesi hem de hayvanların ilginç gösterilerini izleyerek hayvan sevgisini kazanmasıdır.

Oysa hayvanların o ilginç gösterileri gerçekleştirebilmesi, işkence dolu bir sürecin getirisidir. Bizlere sanki “şeker karşılığı” yapılıyormuş gibi gösterilen hareketlerin altında çok çeşitli işkence yöntemleri ve bu yöntemlerin hayvanları korkuyla yönlendirmesi yatmaktadır. Kullanılan bazı işkence aletleri ve yöntemleri şunlardır;

Zincirler:

Filler eğitim zamanları, nakiller sırasında ve sık sık şov aralarında ön ve arka ayaklarından zincirlenirler. Bu durum sık sık, bacaklarda çeşitli yaralanmalara (ayak çürümesi, çatlak tırnaklar, epiderm) sebep olur.

İp:

Yavrulama bölümünde doğmuş bebek filler eğitim için annelerinden zamanından önce uzaklaştırılıyorlar. Ayırma işlemi sırasında, yavrular izole tutulur, ön ve arka ayaklarından iple bağlanır. Baskıya karşı direndikleri için ip yanıkları oluşur.

Fil Kancaları:

Fil kancaları uzun bir tutaç ve keskin metalden kancaya sahiptir. Filleri disipline etmek için kullanılır. Fillerin derileri kalın olduğu için, bir böcek ısırığını hissedebilecek kadar duyarlıdır. Eğitmenler kancayı kulakların arkasındaki yumuşak doku içerisine, ayakların etrafındaki veya çenenin altındaki yumuşak bölgelere ya da ağız içerisine yerleştirirler.

Kamçılar:

Kamçı sızıları şiddetli ve kalıcı acıya ve ağrıya sebep olur.

Elektrik Şoku:

Kamçı gibi, elektrik şoku da dayanılmaz şekilde acı vericidir. Gösteri öncesinde veya gösteri sırasında, çeşitli boylardaki elektrik verici alteler kullanılarak hayvanlar “eğitilir” veya şov yapmaları sağlanır.

Sopalar:

Sopalar, balta sapları, beysbol sopaları, metal borular gibi aletler yoluyla hayvanlar üzerinde otorite kurulur. İstenmeyen hareketleri yapan hayvanlar bu sopalarla dövülür.

Ateşli Silahlar:

Sirklerde bulunan vahşi hayvanlar, kimi zaman insanın verdiği acı ve ıstıraba karşı gelir ve bunun hesabını canıyla öder. Bu tip durumlarda ateşli silahlar kullanılarak hayvan öldürülür.

Ağız Bağları:

Ayı gibi hayvanlar, kendilerini tehdit altında hissettiklerinde hayvanların kendilerini koruma cesaretlerini kırmak için ve hayvanları bastırılmış olarak tutabilmek için ağız bağları giymeye zorlanırlar. Bağlar, görme, solunum, yeme ve içmeyi engeller.

Bu konuda daha detaylı bilgiye ulaşmak ve gizli çekilmiş işkence (eğitim)görüntülerini izlemek istiyorsanız www.petatv.com adlı siteyi ziyaret edebilirsiniz.

5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu, hayvanların eğlence amaçlı kullanımını yasaklamıştır. Ama gelin görün ki, yasanın hiçbir yaptırım gücü yoktur. Çünkü bu yasaya karşı işlenen suçlara sadece 250 YTL para cezası konmuştur. Burada çözüm yine çocuk eğitiminde yatmaktadır. Çocuklarımıza hayvanların bir eğlence nesnesi olmadığını öğretebilmemiz gerekiyor. Bunun için de sirkler, ancak kötü örnek olarak, yapılmaması gereken şeyler olarak çocuklarımıza sunulabilir.

HAYVAN TİCARETİ (PET SHOP)

Birçok eğitim kurumunun, ebeveynin ve hatta hayvanseverin içine düştüğü bir hata da evcil hayvan konusudur. Evinde hayvan besleyen insanların hayvan sevgisiyle, bizim bahsetmiş olduğumuz her canlının yaşam hakkının savunulması çok farklı konulardır. Evcil hayvan kavramı yine insan-merkezli bir bakış açısının sonucudur. Bu bakış açısıyla hayvan yine bir meta olarak görülmektedir. Evimizde beslediğimiz, çocuğumuza arkadaş olan, gelişmiş bir oyuncak gibidir.

Evcil hayvan kavramının ortaya çıkmasıyla hayvan ticareti büyük boyutlara ulaşmış ve bunun sonucunda yine olan hayvanlara olmuştur. Doğada bir karşılığı bulunmayan ara (melez) türler üretilmiştir. Bu ara türlerin üretiminde en çok köpek türü kullanılmıştır.

Yine bu ticaret sayesinde pek çok hayvan bir ülkeden başka bir ülkeye transfer edilmiş bu transferler sırasında yarıya yakını yolda ölmüştür. Hayvan ticaretinin yapıldığı pet shop adı verilen dükkanlarda onlarca hayvan zar zor dönebildikleri kafeslerde tutsak edilmektedir. Bir hevesle bu pet shoplardan alınan hayvanlar, çocuğun hevesi geçince ya da bakımında zorlanınca sokağa terk edilmektedir. Bu durumda terk edilen hayvanların hissettikleri duygusal çöküntüyü de bir kenara bıraktık, bu hayvanların belediyeler tarafından zehirlenerek öldürülmesiyle bu evcil hayvan serüveni son bulmaktadır. 5199 Sayılı yasa belediyelerin hayvanları zehirlemesini yasaklayıp, belediyelerin barınak kurmasını zorunlu kılsa da, bahsi geçen yasanın yaptırımı yok denecek kadar azdır.

Burada önemli olan, barınak kurarak havuzun dibindeki deliği kapatmaya çalışmak yerine, havuzu dolduran çeşmeyi kapatmaktır. Bu çeşme, hayvan ticaretidir. Hayvan ticaretine sebep olansa “evcil hayvan” beslenmesidir.

Evcil hayvan beslemek, beslediğimiz canlı üzerinde hakimiyet kurmak ve kendi bencil duygularımızı tatmin etmektir. Bu bencil tatmin, beslediğimiz hayvanın bize bağımlı yaşar hale gelmesine ve duygusal açıdan bize bağlanmasına sebep olmaktadır. Bir kedinin ömrü ortalama on üç yıldır. Bir çocuğun heves etmesiyle alınan bir kedi, on üç yıl sürecek sorumluluk demektir. Barınaklar, alındıktan iki üç yıl sonra çeşitli sebeplerle sokağa atılan kedi ve köpeklerle dolu… Evcil hayvan seven herkes bir kez bile olsa bir pet shop’a gitmiştir. Ama pek az kişi şehirlerinde bulunan bir hayvan barınağını ziyaret etmiştir. Hatta şehrinde bir barınak olup olmadığını bile bilmemektedir. Çünkü ne yazık ki, kapitalist kültür, tüketiciliği had safhaya ulaştırmış ve pet shopların ışıklı dükkanları bize cazip gelirken, barınakların (parasızlıktan) pis ve kokulu durumları bize çekici gelmemektedir.

Şayet çocuklarımıza hayvanları sevdirmek istiyorsak, bu işe sokağımızda bulunan hayvanlardan başlayalım. Çocuklarımıza, mülkiyetçi bir zihniyetle hayvanları bir eşya gibi sahiplenmek yerine, hayvanları yaşadıkları sokakta besleyerek, başlarını okşayarak ve ihtiyaçları olduğu zaman veterinere götürerek sevgimizi ve yaşamı paylaşmayı öğretelim. Çocuklarımızı pet shopa götürmek yerine, şehrimizde bulunan hayvan barınağını ziyaret edelim ve ordaki hayvanlara karşılıksız yardım ederek sevgiyi paylaşmayı, önceki neslimizin açtığı yarayı sarmayı öğretelim.

Sevgili anaokulu/sınıf öncesi eğitimcisi, bu broşür senin için özel olarak tasarlandı. Bugüne kadar yaptığın şeyler için seni suçlamıyorum. İyi niyetine ve samimiyetine inanıyorum! Ama bugünden sonra yapacaklarından sorumlusun. Hiç kimse doğarken bilgilerle kuşanarak doğmaz. Yaşadıkça öğreniriz. Yaşadıkça gözlerimizin önündeki perdeler birer birer kalkar. Perdeler kalktıkça kendimizle baş başa kalırız. Nitelikli bir eğitimcinin en büyük amacı da işte bu körleştirici perdeleri bireylerin gözünün önünden kaldırabilmesine yardımcı olmaktır. Bugünden sonra o minik bıcırıklarla baş başa kaldığında şunu unutma; onlar için sen ne dersen o’dur. Bugüne kadar sirkler, hayvanat bahçeleri, pet shoplar çoğumuza “normal” gelmiştir. Çünkü bize normal olduğu söylendi. Bugünden sonra bu normları değiştirebilecek güce ve konuma sahip olduğunu unutma!..

Yazan: Sinan İzmir

Bu yazının broşür formatına ulaşmak isterseniz, sinanizmir@gmail.com adresinden isteyiniz.

http://www.hayvanozgurlugu.com/news.php?item.3.2

December 14, 2009 Posted by | somuru / tahakkum, türcülük, doğa / hayvan özgürlüğü | Leave a comment

KAPİTALİZM İLE EKOLOJİK KRİZ ARASINDAKİ İLİŞKİ NEDİR?


Çevresel tahribat alarm verici boyutlara ulaşmıştır. Küresel ısınma, ozon tabakasının delinmesi, üst toprağın kaybı, yağmur ormanlarının temizlenmesiyle oksijenin tükenmesi, asit yağmurları, zehirli atıklar, besinlerdeki ve sudaki böcek zehiri kalıntıları, doğal türlerin hızlanan tükenme oranı, vb. vb. şeylerin büyüklüğü hakkında neredeyse günlük olarak yukarıya doğru revize edilmiş tahminler yapılıyor. Bazı bilim adamları, hayati ekosistemlerin tamir edilemez bir biçimde tahrip olması ve kitlesel insan ölümlerinin başlamasından önce harekete geçmek için 35 yıl gibi kısa bir zamanın olabileceğine inanıyor (Donella M. Meadows, Dennis L. Meadows, ve Jorgen Randers, Beyond the Limits: Confronting Global Collapse, Envisioning a Sustainable Future, Chelsea Green Publishing Company, 1992). Veya, Kirkpatrick Sale’in ifade ettiği üzere, “gezegen küresel bir ekolojik tahribat [ecocide, ekolojik intihar] yolunda ilerliyor, belki de bunun tam eşiğinde.” (“Bioregionalism –A Sense of Place,” The Nation, 12: 336-339).

Çoğu anarşist, ekolojik krizin köklerinin, Geç Cilalı Taş Devri sırasında ataerkilliğin, köleliğin ve ilk ilkel devletlerin ortaya çıkmasıyla beliren tahakküm psikolojisinde yattığını düşünür. Eko-anarşizmin öncülerinden birisi olan Murray Bookchin (bakınız Kısım E) şunu belirtiyor, “toplumsal tahakkümle birlikte ortaya çıkan hiyerarşiler, sınıflar, mülk sahibi biçimleri, ve devletçi kurumlar, kavramsal olarak insanlığın doğayla ilişkisine aktarıldı. Doğa da giderek latifundium [Eski Roma’daki büyük araziler] köleleri gibi acımasızca sömürülecek basit bir kaynak, bir nesne, bir hammadde olarak görüldü.” (Toward and Ecological Society, s. 41). Ona göre, tahakküm psikolojisini söküp atmaksızın ekolojik felaketin gerçekleşmesini önlemeye yönelik tüm girişimler büyük olasılıkla sadece palyatif [kısmen rahatlatıcı] olacak ve bu nedenle de başarızlığa mahkum olacaktır.

Bookchin şöyle devam ediyor, “insanlık ile doğa arasındaki çatışma insan ile insan arasındaki çatışmanın bir uzantısıdır. Ekoloji hareketi, tüm yönleriyle tahakküm sorununu kucaklayamadığı müddetçe, zamanımızın ekolojik krizinin kökenindeki sebeplerin ortadan kaldırılmasına yönelik hiçbir katkıda bulunmayacaktır. Eğer ekoloji hareketi, genişletilmiş bir devrim kavramının gerekliliği ile radikal bir şekilde uğraşmaksızın, sadece kirlilik ve [vahşi hayatı] koruma kontrollerindeki reformizme –sadece ‘çevrecilik’e– bağlı kalırsa, mevcut doğal ve beşeri sömürü sisteminin güvenlik supabı olarak hizmet edecektir.” (a.y., s. 43)

Kapitalizm, tahakküm psikolojisinin ekolojik olarak en tahripkar çıkış yerini bulduğu araç olduğu için, çoğu eko-anarşist kapitalizmin yıkılmasına en birincil önceliği verirler. “Sistem, hiç abartısız doğayı bitip tükenmez bir şekilde hırsla yutmasıyla, bütün biyosferi çöl ve arktik canlı topluluklarının kırılgan basitliğine indirgeyecektir. Bitki örtüsü ile hayvan topluluklarını giderek karmaşık biçimlerde ve ilişkilerde farklılaştırmış olan organik evrim sürecini tersine çevirecek, böylece de daha basit ve daha az istikrarlı bir yaşam dünyası yaratmış olacağız. Bu korkunç gerilemenin sonuçları uzun vadede yeterince tahmin edilebilir bir şeydir –biyosfer, en sonunda insan yaşamının gereklilikleri noktasında çökecek ve insan yaşamı için gerekli olan organik önkoşulları ortadan kaldıracak şekilde fazlasıyla kırılgan bir hale gelecektir. Her ne kadar ne zaman gerçekleşeceğini tahmin etmek imkansız olsa da, yalnızca üretim amacıyla üretim yapmaya dayanan bir toplumdan bunun ortaya çıkması … sadece bir zaman meselesidir.” (a.y., s. 68)

Kapitalizmin ortadan kaldırılması gerektiğinin, çünkü “yeşil” kapitalistlerinin iddialarının aksine “çevre dostu” haline gelecek şekilde kendisini reforme edemeyeceğinin vurgulanması önemlidir. Bunun sebebi, “kapitalizm yalnızca pre-kapitalist doğaya tahakküm kavramlarını geçerli kılmakla kalmaz, doğanın talanını toplumun yaşam kanunu haline getirir. Bu tür bir sistemle onun değerleri hakkında tartışma yapmak, büyümenin sonuçları hakkındaki öngörülerle onu korkutmaya çalışmak, bizzat onun metabolizması ile tartışmaktır. Yeşil bir bitkiyi fotosentez yapmaktan vazgeçmeye ikna etmek, burjuva ekonomisini sermaye birikiminden vazgeçirmekten daha kolaydır.” (a.y., s. 66)

Bu nedenle, kapitalizm, tahakküm (insanın insan üzerinde ve böylece de insanın doğa üzerinde) ve sürekli, sonsuz bir büyümeye (büyüme olmaksızın kapitalizm öleceği için) dayandığı için ekolojik tahribata yol açar.

KAPİTALİST FİRMALAR NEDEN “YA ÖLMELİ YA DA BÜYÜMELİ”DİR?

Endüstriyel üretim 1950’den bu yana elli kat artmıştır. Sınırlı [sonu olan] bir çevre içerisinde böylesi bir genişlemenin, felaketvari sonuçlar olmaksızın sonsuza kadar süremeyeceği açıktır. Ancak, yukarıdaki alıntının akla getirdiği üzere, kapitalizmin büyüme bağımlılığından kurtulması ilkesel olarak imkansızdır.

Kapitalizm kar için üretime dayanır. Bir firma karlı kalabilmek için, aynı endüstrideki diğer firmalarla rekabet edebilmek amacıyla mal ve hizmetleri yeterince ucuz üretmek zorundadır. Eğer bir firma üretkenliğini arttırırsa (tüm firmalar aynısını yapmak zorunda oldukları için), daha ucuza üretebilecek, böylece fiyat kırarak rekabeti zayıflatacak ve piyasadan daha fazla pay kapacaktır –en sonunda daha az karlı firmaları iflas etmeye zorlayana kadar. Üstelik, daha yüksek üretkenliğe/karlılığa sahip olan firmalar büyüdükçe, genellikle ölçek ekonomilerine ulaşırlar (yani daha büyük hammadde miktarlarını toptan fiyatlardan [bulk rates] almak), böylece de daha az üretken/karlı olan işletmeler karşısında daha da fazla rekabetçi avantaj elde ederler. Yani, sürekli olarak artan üretkenlik ayakta kalmak için hayatidir.

Üretkenliği arttırmanın iki yolu vardır; işçilerin sömürülmesini arttırmak (örn. daha uzun [çalışma] saatleri ve/veya aynı ücret karşılığında daha yoğun çalışma) veyahut aynı ürün veya hizmeti üretmek için gerekli emek miktarını azaltacak yeni teknolojilerin uygulamaya geçirilmesi. İşçilerin sömürü düzeyindeki artışları engellemeye yönelik mücadeleleri nedeniyle, kapitalizmde üretkenliği arttırmanın ana yolu yeni teknolojilerdir (her ne kadar kapitalistler verili teknolojiyle işçiler üzerindeki sömürüyü diğer araçlarla daima arttırmanın yollarını arasalar da).

Ancak yeni teknolojiler pahalıdır; yani, sürekli geliştirmelerin maliyetini karşılamak için firma ürettiğinin daha fazlasını satmalı, böylece de sermayesini (makinalar, işletme sahası [floor space], işçiler, vb.) sürekli büyütmelidir. Aslında, kapitalizmde olduğu yerde durmak krize davetiye çıkarmaktır –bu nedenle firma sürekli olarak daha fazla kar için uğraşmalı ve dolayısıyla daima genişlemeli ve yatırım yapmalıdır. Diğer bir deyişle, firma yaşamak için, sermayesini büyütmeye ve geliştirmeye devam etmesine yetecek kadar satabilmek için, sürekli olarak sermayesini ve üretim seviyesini büyütmeli ve geliştirmelidir –yani, “büyü ya da öl”, veya “üretim için üretim”.

Bu nedenle kapitalizm açısından ekolojik krizi çözmek ilke olarak imkansızdır, çünkü “büyü ya da öl” onun doğasına içkindir:

“Kapitalistik piyasa ekonomisinde ‘büyümenin sınırları’ndan bahsetmek, savaşçı bir toplumda savaşın sınırlarından bahsetmek kadar anlamsızdır. Birçok iyi niyetli çevreci tarafından seslendirilen ahlaki dindarlıklar, çokulusluların ahlaki dindarlıklarının manipülatif olması kadar naiftir. Kapitalizmin büyümeyi sınırlamaya ‘ikna edilmesi’, bir insanoğlunun nefes almayı bırakmaya ‘ikna edilmesi’ne benzer. Kapitalizmi ‘yeşilleştirme’, onu ‘ekokojik’ kılma girşimleri, sonsuz bir büyüme sistemi olan sistemin doğası nedeniyle başarısızlığa mahkumdur.” (Murray Bookchin, Remaking Society, s. 93-94)

Kapitalizm varolduğu müddetçe, “insan yaşamının organik önkoşulları”nı ortadan kaldırıncaya kadar, kaçınılmaz olarak “sonsuz bir şekilde doğayı hırsla yutmaya” devam edecektir. Bu sebeple, kapitalizmle hiçbir şekilde uzlaşılamaz: bizi yok etmeden önce onu yok etmeliyiz. Ve zaman giderek tükeniyor.

Kapitalistler, doğaldır ki bu sonucu kabul etmezler. Çoğu kanıtları göz ardı eder veya durumu pembe renkli gözlüklerle görür; ekolojik sorunların göründükleri kadar ciddi olmadıklarını veya çok geç olmadan önce bilimin bunu halletmenin bir yolunu bulacağını savunur. Sağ liberterler bu yaklaşıma sahip olma eğilimindedirler, ancak onlar aynı zamanda gerçek bir serbest piyasa kapitalizminin ekolojik krize karşı çözümler sağlayacağını da söylerler. Kısım E’de, bu argümanların neden çürük olduğunu ve liberter sosyalizmin neden ekolojik felaketi önlemede en iyi umudumuz olduğunu göstereceğiz.

Çeviri: Anarşist Bakış

http://www.hayvanozgurlugu.com/news.php?item.34.7

December 14, 2009 Posted by | anti-kapitalizm, sistem karsitligi, somuru / tahakkum | 1 Comment

UCU KIR-A DAYALI ŞEHİR ÖRGÜTLENMESİ


Yaşamlarımıza KIR-da devam etmeyi, yaşamsal ihtiyaçlarımızı kendi emeğimizle üretmeyi kurtuluş olarak görmekle beraber; mücadelemiz sadece kurtuluş değil özgürlük mücadelesidir. Çünkü dünyada savaşlar, adaletsizlikler sürerken kapitalizm veya başka bir iktidar varken özgür olamayacağımızın bilincindeyiz. Birimiz bile özgür değilse hepimiz tutsağız sözünü tümüyle yüreğimizde hissediyoruz. Bizlerce mücadele; şehirde isyanı örgütlemek ve şehrin KIR-ılması için yıkıcı faaliyetler yürütmek, devlet denen yapının gaddarlığını, anlamsızlığını ve gereksizliğini gözler önüne sermekle beraber yaşamları KIR-a komüne evriltmek olmalıdır. Bu mücadele şekilleri birbiriyle eşgüdümlü olarak sürmeli ‘Şehir yıkarak yaratmalı, Komün yaratarak yıkmalıdır’.

‘Kapitalizme karşı mücadele’ bu topraklar için çok da yeni bir söylem olmasa gerek; şuan ki iktidara karşıt pek çok görüş söz konusu olsa da bu iktidarın yıkılıp yerine, içeriği her ne olursa olsun iktidarı araç olarak kullanmakta dâhil, yaşadığımız ve düşlediğimiz hayatta yeri olmayan otoritenin mülkiyetin KIR-ılması noktasında olumlu sonuçlar alınamamıştır. Komün yaşamının ulaşılması imkânsız bir ütopya olmadığını yaşamımızla örneklemek, anti-otoriter bir yaşama evrilmek bizlerce hiyerarşik olmayan ilişki biçimlerinin bugünden hayata geçirilmesi ile mümkün olacaktır.

Kapitalizme yani tüketim kültürüne karşı verilecek mücadele içinde KIR-a dönüp bugünkü kapitalist hayatı komün hayatıyla yer değiştirip satmadan ve satın almadan mülkiyetsiz bir yaşamı mümkün kılacak pratiğe erişmeye çalışmak gerektiği inancındayız. Kapitalizme düşünsel olarak karşı olsak dahi üretime geçmediğimiz, takas ekonomisini hayata geçirmediğimiz, satarak ve satın alarak yaşadığımız sürece aslında kapitalist ekonomiden sıyrılmak mümkün değildir.

Yaşadığımız hayatta memnun olmadığımız sorunların temelinde mülkiyet otorite cinsiyetçilik ve şehir hayatı yatmaktadır kıranarşi inisiyatifi olarak mevcut sistemden rahatsız herkesi isyana değişime sosyal dönüşüme davet ediyoruz ve bu isyanı hemen şimdi istiyoruz. Hayat sen yarınlar için plan yaparken başından geçenlerden ibarettir şimdi ayağa kalkmaya ve yaşantına müdahale eden tüm kurumları tüm yapıları KIR-mak için isyan etmeye sahip olman gereken tek şeye hayatına sahip çıkmaya çağırıyoruz. Hayat şimdi yaşanandır…

KırAnarşi kiranarsi@hotmail.com

http://www.hayvanozgurlugu.com/news.php?extend.62

December 14, 2009 Posted by | anti-kapitalizm, kir yasami, kooperatifler vb modeller, ozyonetim, sistem karsitligi | Leave a comment

   

%d bloggers like this: