ecotopianetwork

Ütopyada İkirciklilik: “Mülksüzler” Judah Bierman (Çev: Canay Özden)

mulksuzler.jpg

Ursula K. Le Guin’in ütopik masalı Mülksüzler, yalnızca bilimkurgu semalarında yeni bir anarşist komün tasarısı olmakla ve dünyaya çivi çakmış tadı kalmamış demokrasilerimizden veya hemen her yerde bitiveren faşist tiranlıklardan, dolayısıyla tüm sorumluluklarımızdan bir kaçış önermekle kalmıyor. Parlak fizikçi Shevek’in ‘İkircikli bir ütopya’ altbaşlıklı bu ruhsal otobiyografisi ve ütopyacı arayışı aynı zamanda anarşist-sosyalist ütopya düşüncesinin bazı çıkmazlarını da masaya yatırıyor. Dahası, Plato ve More gibi, Le Guin de ütopyacı bir tasavvurun ‘bilen kişi’ için nasıl bir toplumsal sorumluluğu ve yabancılaşmayı dayattığını inceliyor. Ben Mülksüzler’in Anarres dünyasının iki anlamda okunabileceğini iddia ediyorum: Birincisi bu dünyanın yalnızca ikircikli bir biçimde iyi olduğu yönünde, ikincisi ise bu ikircikli durumun, kendi içindeki düzenleyici ilke doğrultusunda, hâkim yaşam tarzının kalıcı olarak belirlenmediği ve önüne geçilemez toplumsal ve çevresel değişikliklere izin verdiği hatta bunları talep ettiği şeklinde. Le Guin’in daha evvelce kaleme aldığı bilimkurgu eserleri ve büyücü hikâyeleriyle açıktan açığa bağlantılı olsa da aslında Mülksüzler diğer çağdaş ütopik hikâyelerle beraber okunması lazım gelen ahlaki bir alegoridir. Bu kitap, aynı zamanda planlı bir toplumda bilginin, ileriyi görenlerin ve bilimcinin sorumluluğu hakkındaki tartışmaya övgüye değer bir katkıdır.

Ütopyanın, ‘hayali ve ideal bir yer’ olarak yapılagelen tanımlarının ötesine geçen açılımları, fiziksel yalıtılmışlık, siyasi bir topluluk, toplumsal iyilik gibi tümü birçok başka formülün parçası olabilecek genel özellikler olan kriterlerle başlar. Fakat bu açılımlar her zaman sözü geçen o ‘başka ülkeye’ ait kurumların, yazarın kendi içinde yaşadığı dünyadakilerden daha iyi, daha arzu edilebilir olarak sunulması durumunun etrafında biçimlenmelidir.

Bu ülkeyi farklı kılan gelişme, özel bir koşula-şansa dayalı durum, tarihteki bir eylem veya daha çok belli bir düzenleyici ilkeye olan bağlılıktan kaynaklanıyor gibi görünür. Hiç de ikircikli olmayan bu açık seçik anlamında, Shevek’in Ay kolonisindeki evi ve mülksüzlerin ülkesi Anarres bir ütopyadır. Anarres, yani şeylerin (res) ötesindeki ve şeylerden bağımsız olan yer, Odo’nun takipçilerinin eyleme geçmesinden iki yüz yıl önce kurulan anarşist bir Ay kolonisidir. Sakinlerinin tümü Odocudur; oraya başka hiç kimse giremez. Anarres sakinlerinin yaşam pratiklerinin kutsal kitap niteliğindeki ilkelerini sağlayan, Odo’nun yazdıklarıdır. Bu ilkelerin en kayda değerleri, kişisel seviyede mutlak şiddetsizliğe dayanan bir bireysel özgürlük ve toplumsal seviyede de kârdan bağımsız, ihtiyaç merkezli bir ekonomidir. İnsanlar bunu sever ve dünyalarının var olanlar içinde en iyisi olduğuna inanır. Böylelikle Anarres geleneksel bir ütopya olmak için gerekli bütün kriterleri yerine getirmektedir. Öyleyse Anarres’i ‘ikircikli bir ütopya’ olarak adlandırırken kastedilen nedir?

Anarres’in, ziyaretçisini böylesine etkileyen şey aslında zaten bilindik olan kurumlar değil, dünyanın ta kendisidir. Anarres’te devamlı tartışılan, devamlı tarif edilen ve atıfta bulunulan sahne, oyunun kendisini belirliyor. Çünkü bu ütopya, kıtlık hatta neredeyse mahrumiyet üzerine kurulmuş. Bu mukaddes topluluğu yaratan ve onu hâlâ ayakta tutan şey, paylaşım yönünde yapılmış ahlaki bir seçim; ancak kurumların iş görmesini çoğunlukla basit ihtiyaçlar sağlıyor. Çöl koşullarına dayalı bir zorunluluk bu; ütopya coğrafyasının hiçbir yerinde, insan varlığına bu kadar kökten biçimde elverişsiz bir ada bulunmuyor. Dolayısıyla, en basit anlamıyla Le Guin’in alegorisinin söylediği şey, bütün ütopyacı sicile ve insanın yarattığı cennetlere karşıt olarak ideal bir yerin illa ki bolluk üzerine inşa edilmesi gerekmediği, hatta bunun tercih edilir bile olmadığıdır. Fakat üzerinde bir tek yeşil yaprak dahi olmayan bir toprak parçasını ütopya olarak adlandırmak elbette bu terimin, hatta tüm ütopya düşüncesinin üzerine ikircikliliğin gölgesini düşürmek anlamına geliyor. Tüm diğerleri gibi bu da kendi yaratıcı dürtüsünü içinde taşıyan bir ikirciklilik. Bu durum, okuyucuyu, bolluğun ne demek olduğunu, ‘uysal ilkelci’ ve diğer fantazi imgelerin ötesinde, yeniden düşünmeye itiyor.
Bolluğun eksikliği, ütopyacı kurguda kayda değer merkezi bir detayda kendini gösteriyor. Shevek’in doğumundan çocukluğuna, ailevi koşullarından her şeyi öğrenme süreci olarak geçen yeniyetmeliğine uzanan biyografisi, onu bilgisini bir kaldıraç olarak kullanarak evreni dönüştürmeyi deneyecek olan münzevi bir pazarlıkçı haline ustaca hazırlıyor. Arayışındaki ilk kritik engel Shevek’in karşısına bir fizikçi olarak yetiştirildiği resmi eğitiminde çıkıyor: Deha, fakirleşmiş ülkenin sınırlı olanaklarının sınırlarını zorlamakta gecikmiyor. Bu noktada, aşırı vatansever ve milliyetçi kurumların yerine geçecek dünya çapında bir bilim cemiyetine dair bir savunmadan çok daha fazlası vardır. Faydalı bir toplumsal düzenin faydalı bir doğa gerektirmediğini iddia etmek mümkün olabilir. Fakat Shevek’in özel durumu, dehanın beslenmesinin yani bilimsel ilerlemenin, mutlaka onu destekleyen bir bilim cemiyetini ve bolluğa dayalı bir rahatlıktan kaynaklanan malzeme ve etkileşim fırsatlarını gerektirdiğini açıkça gözler önüne seriyor. Dehanın yeşeremediği bir yeri ütopya olarak adlandırmakta gerçek bir ikirciklilik var. Bu, ütopyacıların şimdiye dek üstünü örttükleri bir ikirciklilik halidir. Ütopyalar, iyi vatandaşlar, iyi askerler yetiştiriyorlar fakat ne zaman yazarlarının kendi dehalarından başka, yeni yeşeren dehalara ev sahipliği yapmışlar ki?
Öyleyse Anarres, alışıldık anlamdaki iyi kurumları, başarılı olmanın alışıldık gereklerinin yokluğunu dayatan bir ortamda sunduğu için ikircikli bir ütopya olarak değerlendirilebilir. Özet niteliğindeki tanımsal araştırmasında Darko Suvin ütopyanın sözel bir yapı olarak anlaşılmasının gerektiğini iddia ediyor: “Ütopya sosyopolitik kurumların, normların ve bireysel ilişkilerin yazarın ait olduğu toplumda olduğundan daha mükemmel bir ilke çerçevesinde düzenlendiği belli bir yarı-insan topluluğunun sözel inşasıdır ve bu inşa alternatif bir tarihsel hipotezden kaynaklanan bir yabancılaşma temelinde yükselir”. Mülksüzler’deki ideal toplumun da yukarıdaki faydalı tanımın kriterlerini, ikircikli de olsa, bazı açılardan yerine getirdiğini gördük.

Yapısal olarak çoğu ütopyacı hikâye, var olana dair bir eleştirel diyalog ve olması istenene dair bir sunum söylemi içerir. Bu iki parça yalnız More’un Ütopya’sında birbirinden ayrılmıştır. More’un İngiltere’nin cezai kurumlarıyla ilgili özel eleştirileri ve kapitalist ve savaş kışkırtıcı topluma dair daha genel ithamları ütopyacı diyaloğun iyi bir örneğidir; Bacon’un Yeni Atlantis’inin ikinci bölümünde yer alan bilimsel makineler ve aktiviteler kataloğu ise sözünü ettiğim sunum söyleminin ham bir örneğidir: “Bizde bu var, bu var, şu da var” diye devam eden neredeyse turistik bir gösteridir bu. Mülksüzler’i ‘ikircikli bir ütopya’ olarak adlandırmanın asgari anlamı, çağdaş toplumun kusurlarını ve kötülüklerini tartışmanın ve olası iyi alternatifleri göstermenin yanı sıra okuyucuyu var olan kötülükleri ve olası iyi alternatifleri hiç de mükemmel olmayan o narin dengeyi vurgulayacak şekilde tartmaya zorlayacak bir diyalog ve söylem bileşimi olmasına dairdir. Le Guin en azından bunu yapmıştır. Eğer ütopyalar insan kabiliyetinin alegorileri iseler, bunun için kullanılması gereken araçlar daha ideal toplumsal yapılardır ve gidişat daima işe ve oyuna davet eden bir hayat yönündedir. Shevek’in öyküsü, böylesi bütün kurgulara gerekli olan merkezi bir ikirciklilik halini basmakalıp bir açıklıkla içeriyor: ‘toplumunun düzenleyici ilkesinin mümkün olanların en iyisi olduğuna ne kadar inanmış olsa da ruhunun ritmi ideal toplumsal yapıyla pek de senkronize titreşemeyen bir adam.’ Eğer ütopya bir insanın daha ideal bir yerden dem vurmak istediğinde anlattığı hikâye ise Le Guin, bir devamlı değişim ve seçim süreci içinde, hem mekanın varoluşsal koşulu hem de hikâyenin kendisinin düzenleyici ilkesi çerçevesinde sürekli ikircikli bir durum içinde yaşamak istediğini göstermiş bulunmaktadır. Le Guin’in zaman ve değişime yaklaşım tarzının devamlı seçim yapma halini insani koşulun, külfetin ve neşenin merkezine yerleştirmiş olması ütopyacı kurgusunun çarpıcılığının bir ölçüsüdür. Geçmiş, şimdi ve gelecek ayırt edilebilir fakat birbirlerinden ayrılamazlar. Kendinden emin bir seçim yapmanın o anki berraklığı yalnızca gerekli olan bir yanılsamadır; buna ‘yanıtlayıcı’ denir.

Le Guin’in öykülerindeki ‘yanıtlayıcı’ derhal hissedilen ve anında zaptedilen bilginin, iletişimin, insanları ayıran zaman ve mekânların ötesinde beraber hissedebilme ve düşünebilme amacının karşılığıdır. Le Guin’in Mülksüzler’i, pek çok yerinde kendine has tarzıyla bizi ütopyacı arayışa dair basit bir biçimde söze dökülmüş ancak oldukça çarpıcı olan şu ifadeye hazırlar: “Araçlar insanların peşinde koştuğu amaçlardır.”

İkirciklilik, bu denemede, altbaşlıkta olduğu gibi meşrulaştırılmış bir karmaşaya övgü anlamında kullanılmıyor. Le Guin öyle pek de basit ve sıradan bir hikâyeci değildir. Mülksüzler onun ‘tek tipliliği’ ihlal ettiği, karmaşık bir ütopyacı hikâyedir. Hikâye, Shevek’in Urras’a özel görevle gerçekleştirdiği seyahatiyle başlar. Shevek ikinci bölümde, Anarres’te doğar. Üçüncü bölüm onun Urras’taki görevine değinir, dördüncü bölüm ise Anarres’teki biyografisinin üstünden geçer ve bu böyle devam eder. Nihayet kitap Shevek’in yanındaki Hainli adam Ketho ile Anarres’e geri dönmesi ile beraber yeniden başlamak üzere sona erer. Değişimli olarak birbirini takip eden bu bölümlerin yapısı, geçmişin ve geleceğin şimdinin birer parçası olduğu devamlılığı vurgulamak üzere bir araç olmanın ötesinde başka bir anlam daha taşır. Bu, romansın ve yerginin, arayışın ve reddedilişin birbirine eklemlendiği iki farklı seyahate dair bir üsluptur. Shevek’in Anarres’te başlayan ruhsal biyografisi, onu kendi mücadeleleri yoluyla anarşist cenneti keşfetme ve hayallerin pratikteki sınırlarını fark etmeye doğru iter. Kriz yaşadığı anda Shevek toplumda alabileceği rol hakkında enine boyuna düşünür. “Sağlıklı bir toplum” onun “hücresel işlev”ini, yani “bireyselliğini, en iyi yapabileceği işi” yürütmesine izin verecektir. İyi bir toplum, kuvvetini ve meşruiyetini böyle muhtelif işlevlerin eşgüdümünde bulur. Eğer Odocu toplum bu ideale pek de uymuyorsa bu sadece onun bireysel sorumluluğunu arttırır.

“Devlet mitosunun ortadan kalkmasıyla toplum ve bireyin gerçek karşılıklılığı ve alışverişi açığa çıkmıştı. Bireyden fedakârlık istenebilirdi ama hiçbir zaman uzlaşma istenemezdi; çünkü güvenlik ve dengeyi yalnızca toplum sağlayabildiği halde ahlâki seçimin gücüne yalnızca birey sahipti –değiştirme gücüne, yaşamın temel işlevine. Odocu toplum kalıcı bir devrim olarak tasarlanmıştı, devrim ise düşünen bir akılda başlar.”

Dolayısıyla hayat yalnızca daima bir sonu olan hazların peşinde sürekli bir arayış değildir, bu kapalı döngünün dışında “şansın ve cesaretin yardımıyla ruh, bu manzara içinde sadakatin kırılgan, geçici, umulmayan yollarını ve kentlerini kurabilir: insanların mekân tutabileceği bir manzaradır bu”. Ütopyacı bir toplum çoğu kez bu ütopyadaki hâkim kurum veya norma göre değerlendirilebilir. Anarres’teki kalıcı ve sürekli devrimin kurumu, bireyin ahlaki seçim kuvvetine eşlik eden anarşist sendikadır. Fakat asıl paradigma ‘inisiyatif sendikasıdır’, kurgunun belkemiği odur. Karar verme mekanizmasının yapısıdır ve dolayısıyla hikâyenin ta kendisidir.

Urras’a dair bölümlerden oluşan ikinci seyahatte, Shevek arayışını dünya sathına yayar. Bu, kapitalist kâr toplumunun eleştirildiği bölümdür. Burada bizim için önemli olan Le Guin’in Shevek’i iyiyle kötünün dengelenmesiyle karşı karşıya gelmeye zorlayışıdır. Bu yarı dramdaki kriz anında Shevek alternatif tarafla yüz yüze gelir. Shevek’e Urras’a sığınmasını öneren Arz’lı elçi Keng, Shevek Urras’ı bir cehennem olarak adlandırdığı vakit, ona Urras’ı bundan çok uzun yıllar önce yok edilmiş olan Dünya (Arz) ile karşılaştırarak cevap verir:

“Bana ve bu gezegeni gören bütün Arz’lılara göre Urras, üzerinde hayat olan bütün dünyalar arasında en şefkatli, en çeşnili, en güzel olanı. Cennet’e en yakın olabilecek dünya o…

Kötülüklerle, insan adaletsizliğiyle, hırsla, budalalıkla, israfla dolu olduğunu biliyorum. Ama aynı zamanda iyilikle, güzellikle, canlılıkla, başarıyla dolu. Bir dünyada ne olması gerekiyorsa var! Canlı, son derece canlı –bütün kötülüklere karşın canlı, umutlu; doğru değil mi?
Benim dünyam, benim Arz’ım bir yıkıntı. İnsan ırkı tarafından berbat edilmiş bir gezegen. Hiçbir şey kalmayana dek çoğaldık, tıkındık ve savaştık, sonra da öldük. Ne hırsımızı ne de şiddetimizi denetledik; uyum göstermedik. Kendimizi yok ettik. Ama önce dünyayı yok ettik. Benim dünyamda hiç orman kalmadı. … Burası canlı bir dünya, bir uyum. Benimki ise uyumsuzluk. Siz Odocular bir çölü seçtiniz; biz Arz’lılar bir çöl yarattık…”

Keng’in sunumunun ağırlığı insanların Anarres’tekine benzer bir toplum yaratma şanslarını nasıl kaybettiklerine dair yitirilmiş bir fırsattan dem vurmasında yatıyor. Bu, elbette alegorik uyarının bir parçası. Ancak benim en acil kaygım, eşzamanlılık kuramına dair formüllerini ‘yanıtlayıcı’yı mümkün kılmak için sunmak üzere olan, bilgisini sadece kendi toplumuna ya da kapitalist Urras’a değil, bütün insanlığa, savaşa değil barışa vermek yönündeki ahlaki seçimi yapmak üzere olan Shevek ile ilgili:

“‘Zamanın ne olduğunu anlamıyorsunuz,’ dedi. ‘Geçmişin yittiğini, geleceğin gerçek olmadığını, değişim olmadığını, umut olmadığını söylüyorsunuz. Anarres’in ulaşılmayacak bir gelecek olduğunu düşünüyorsunuz, geçmişinizin değiştirilememesi gibi. O halde şimdinin dışında, Urras’ın o zengin, gerçek, dengeli şimdisinin, şu anın dışında hiçbir şey yok. Ve bunun sahip olunabilecek bir şey olduğunu sanıyorsunuz! … Ama aslında gerçek değil, biliyorsunuz. Dengeli değil, sağlam değil –hiçbir şey öyle değil. Her şey değişiyor, değişiyor. Hiçbir şeye sahip olamazsınız… Hele şu ana hiç sahip olamazsınız –eğer onunla birlikte geçmiş ve geleceği de kabul etmezseniz. … Anarres’in gerçekliğini, kalıcı gerçekliğini kabul etmeden Urras’ı elde edemezsiniz, hatta anlayamazsınız bile.”

Ve böylece kendi muhasebesine dayanarak baştan beri kendi insanlarının haklı, kendisinin ise haksız olduğunu fark eder. “Size gelemeyiz. Bize izin vermezsiniz. Değişime, evrime inanmıyorsunuz. Bizim gerçeğimizi –umudun olduğunu!- kabul etmektense bizi yok etmeyi yeğlersiniz! Size gelemeyiz. Yalnızca sizin gelmenizi bekleyebiliriz”. Bu alegorinin ilk tınısı, bugüne değin toplumumuzda bazılarına yalnızca hazzı ve umutsuz sona dair belli belirsiz bir öngörüyü verirken diğerlerine yepyeni bir başlangıcın umudunu biçen ayrışmaya işaret ediyor. Ama bana öyle geliyor ki, bu kurgu Yeats’in The Second Coming (İkinci Gelen) eserinde gücümüzün yettiği ölçüde hissettiğimiz o belirsizlik, dehşet ve umut haline dairdir.

Burada Le Guin’in ikircikliliği ve ütopyacı spekülasyonu bir araya getirdiği iki ana hattı belirlemeye çalıştım. Bunlar Le Guin’in en göz kamaştıran savında, tüm Odocuların bilgi ve inançlarında, yaşam ilkelerinde bir araya geliyor: Araçlar amaçlardır ve öyle de olmaları gerekir. Ve bu fikri bir kez kavradığımız vakit artık dünyayı, sanki birbirimize yabancıymışızcasına seninki ve benimki diye bölemeyeceğimiz, bilgiye ve iktidara ayrı alanlar ayıramayacağımız açık değil midir? Odocular için sürekli oluş halinde olmak, varlıklarının ta kendisidir. Evinize geri dönebilirsiniz, tabii ancak bu evin henüz gitmediğiniz yer olduğunu bilirseniz. Eşzamanlı fizik ve ‘yanıtlayıcı’, yıpranmış doğal manzara gibi, ikircikliliği hayatın merkezi bir kuvveti haline getiren yabancılaşma ortamının parçası olan kurgusal aygıtlardır.
Ursula Le Guin’in bilimkurgu alanında verdiği eserler arasındaki en muazzam parça olan Mülksüzler, kuşkusuz onun diğer yaratılarından ayrı olarak düşünülemez. Mülksüzler, aynı ahlaki bakışın izlerini taşıyan, aşırı uçları aynı derecede zorlayan alegorik manzaralarla doldurulmuş bir romandır ve aynı yabancılaşma ortamından faydalanır. Bu ortak sahneler, hepsinin ardında süregiden ortak bir maksat olduğuna işaret eder. Gerçekten de eğer Mülksüzler’den Rocannon’un Dünyası’na dönecek olursak, Le Guin’in kendi evrenini inşa ettiği, kendi zamanının krizlerini keşfe çıktığı ve bu evreni inşa ederken hepimizi kurtarabilecek tek bir ruhsal evrimi vaaz ettiği ortaya çıkar. Le Guin’in evreninde insanlar, bunun farkında olsalar da olmasalar da ahlaki öznelerdir: Eylemlerinin sonuçları vardır. Kişisel eylemler ahlaki imkânların yapısını oluştururlar, bir fark yaratırlar. Kişisel eylemlerin önemi Mülksüzler’de Le Guin’in önceki yapıtlarına göre elbette daha merkezidir. Mülksüzler’i bir ‘terminus ad quem’ olarak görmek ne anlama gelir? Rocannon’dan Genly Ai ve Ged vasıtasıyla Shevek’e doğru yol alan gelişim bariz gözüktüğü oranda gerçek midir?
Rocannon’un görevi, bir bilginin dünyayı tehdit edecek biçimde kötüye kullanılmasına sebep olan yanlışı düzeltmektir. O, eyleme girişmiş bir bilimci-gözlemcidir. Kitabın hâlihazırdaki tanıtım yazısının da ifade ettiği gibi “Etrafındaki ilkel yerlileri bir araya toplayarak Rocannon, teknolojinin, cesaret ve özgürlük aşkına rakip olamayacağını kanıtlamaya koyuluyor”. ‘Kötü’, burada, bizim dünyamızda da olduğu gibi, daha kuvvetli bir ahlaki sebep olmaksızın kullanılan üstün teknoloji olarak resmediliyor. Rocannon’un sorunları, emperyal sömürgeciliğin duyarlı herhangi bir gözlemcisininkilerle aynıdır. Fakat bozulmuş olan ayarı ne kadar tamir etmeye uğraşsa da Rocannon’un olumlu bir alternatif imkâna dair herhangi bir tasavvuru bulunmamaktadır. Onun, yalnızca nostaljik, soluk bir umudu vardır. Rocannon, amansız yabancılaşma ortamında, sürgünde ölen bir yabancı, iyi bir savaşın kahramanıdır.
Karanlığın Sol Eli ile Rocannon’un Dünyası, tehdit edici bir ortamın tehlikeleriyle yüz yüze gelen insan bilincinin heyecanı temasını paylaşır. Bunun ötesinde paylaştıkları şey insani, toplumsal çatışmaların tuhaf bir evrende tekrarlandığını gözlemlemenin getirdiği duygusallıktır. Dehşet verici bir coğrafyanın önemi, entrikalarla ve heyecan verici hareketlerle bu kadar dolu bir kitapta gözden kaçabilir. Örneğin, eğer ütopyacı spekülasyon bağlamından söz ediyor olsaydık, ‘kemmer’ olgusunun toplumsal ilişkilerde kayda değer bir etkisi olacağını beklememiz gerekirdi. Herkesin çiftcinsiyetli (hermafrodit -ç.n.) olduğu bir toplumda ‘organize toplumsal şiddet’, özellikle de savaş mümkün olmamalıydı. Kış-Gethen dünyası bildiğimiz kadarıyla savaştan yoksundur ama pek de bu sebepten değil:
“Eski Hainliler insan dışında hiçbir memelide rastlanmayan sürekli cinsel kapasite ve örgütlü toplumsal saldırganlık özelliklerinin birer neden ve sonuç olduğunu mu düşünmüşlerdi? … [savaşın yokluğunun] Androjen psikolojileriyle hiç ilgisi olmayabilir… Kış’ın hava şartları öylesine tahammül edilmez, … dayanma sınırına öyle yakın ki, belki de savaşçı ruhlarını soğukla savaşmaya hasrediyorlar. … Ve sonuçta, Gethenlilerin hayatındaki baskın etken cinsellik veya herhangi insani bir şey değil! Çevre koşulları, soğuk dünyaları. Burada insan kendisinden bile acımasız olabilen bir düşmanla karşı karşıya.”
Bu karmaşık kitabın bütün toplumsal ve ahlaki çıkarımları arasından bu küçük, neredeyse saklanmış denebilecek noktaya dikkat çekmemin sebebi fiziksel ortamın Mülksüzler’de kritik bir faktör haline gelmesi. Le Guin’in daha önce belirttiğimiz gibi Mülksüzler’de de beliren ve gelişen bu türden evrenlerine dair bir diğer noktaya da değinmek lazım. Buz üzerindeki dehşetli ve sürükleyici yolculuklarının sonlarına doğru Estraven nihayet neden Ekumen’in sadece Ai’yi gönderdiğini, dönüşüm işinin neden bu kadar zora sokulduğunu bilmek istiyor. Genly Ai ise cevap veriyor:
“Tek başıma dünyanızı değiştiremem. Ama o beni değiştirebilir. [Tek başımayken konuşmak kadar dinlemeliyim de.] Tek başıma bir ilişki kurmayı başarırsam bu kişisellikten yoksun ve sadece politik bir ilişki olmaz; bireysel ve kişisel bir ilişki olur. … Biz ve Onlar değil. Ben ve O da değil; Ben ve Sen. Politik ya da pragmatik değil, mistik bir ilişki. Bir bakıma Ekumen de politik bir organ değil mistik bir organdır. Başlangıçlara çok önem verir. Başlangıçlara ve araçlara. Ekumen’in öğretisi, amaç aracı meşru kılar öğretisinin tam tersidir.”

Shevek’i harekete geçiren felsefe işte tam da bu.
Ancak Rocannon gibi, Genly Ai de temel olarak birer yabancıdır. O, daha iyi bir dünyanın inşası hakkında daha bilinçli olarak müdahil olabilirdi; ne var ki, hikâye daha çok arzu edilir bir alternatife dair çekici bir tasavvur önermiyor. Elbette bu gerekmiyor da. Tıpkı ütopyacı kurguların bilimkurgulardan illa ki daha iyi olması gerekmediği gibi. Fakat bir ahlaki alegoristin, seçim yapan ve yaptığı bu seçimler, dünya için belirleyici olmasa bile hikâye açısından merkezi önem arz eden bir roman karakteri yaratması gerekir. Bir seyirci ya da bir ziyaretçi yeterli değildir.

Ahlaki seçim, Yerdeniz’in ‘çocuk fantazisi’ denebilecek dünyasının da tam merkezinde yer alır. Bu da bir yabancılaşma ortamıdır ve Yerdeniz’deki ahlaki alegorinin çalışma şekli, Le Guin’i Shevek’e, Urras’a ve Anarres’e getiren gelişim çizgisinin bir kanıtı olarak okunabilir. Bu sınırlı ve yer yer soluk ışığın altında görüldüğü kadarıyla, Ged’in ruhsal soruşturmaları, bilginin yükümlülüklerini (ki Roke’un sihri yalnızca ismi farklı bir tür bilimdir) iktidara öğretmek için ortaya konmuştur. Ged, eğitiminin yarıda kalması ve sanatını tatbik etmeye fırsat bulamamak endişesinden hareketle, kendi gizli gücünü kullanırken aşmaması gereken sınırları bilmek için kendini idare etmeyi öğrenmek zorundadır. Ve ikincisi, (Archmage ve diğerlerinin yaptığı gibi) toplumsal dokuyu korumak ve dünyanın duvarındaki deliği kapamak için elinden geleni yapmalıdır. Belki de en tamamlanmış yapıtı olan Yerdeniz Üçlemesi’ini yazarken Le Guin, yabancılaşma ortamının ahlaki alegorinin çerçevesini ortaya koyduğu farklı toplumsal dünyaların sadece gözlemcisi değil, merkezi karakterleri de olan bireylerin eylemlerindeki ahlaki seçimlerin ağırlığına odaklanmayı öğrenmiştir.
Shevek’i Le Guin’in önceki hikâyelerinin kahramanlarından ayıran şey ne insanlığı ne de sadece siyasi niyetlerle donanmış bir gözlemci olmak yerine kendi evreninin bir aktörü olmasıdır. Onu diğerlerinden ayıran şey, yaşadığı dünyadır. Anarres’te insani kapasitenin bölünmesi farklı ırklar ve hatta çekişen farklı uluslar arasında dahi söz konusu değildir. Anarres ve Urras’taki insanların nitelikleri, değişik geleneklerine ve değişik kılıklarına rağmen yaklaşık olarak aynıdır. Ancak ifade ve başarı araçları, toplumsal yapıları ve siyasi kurumları farklıdır. Shevek, kendi ütopyacı evreninin ilkelerinin ürünüdür; onların vücuda gelmiş halidir.

Anarres’teki bazı insanların, hatta bazı bilim insanlarının bile eylemleri iktidar nedeniyle yozlaşmıştır. İktidar, anarşist bir toplumda dahi yozlaşsa da, henüz tohumları yeni atılmış bir bürokrasi içinde aynı sekteye uğratıcı çatışmalar meydana gelse de, yine de eylemlerin kendileri hâlâ topluluğun ütopyacı doğrusunun birer parçasıdır. Elbette bu, artık kurucularının hayallerindeki kadar saf olmayan bir topluluktur. Ama Anarres hâlâ, çalışmanın ve üretimin, değişim ilişkisine girmek için yapılmadığı, insani bir hizmet, toplumsal bir görev olduğu özel yerdir. Anarresliler’in sloganı olan “Bütün olmak parçası olmaktır” ifadesi, Zamyatin’in Biz’deki faşist Birleşik Devletinin sloganı olan “Hiç kimse biri değil, içimizden biridir” sözünden daha iyi gözükmeyebilir. Fakat eğer Plato’nun ütopyacı soruların kökeni olan “Bir topluluk için hangi örgütlenme biçimi en ideal olandır ve bir insan kendi hayatını en iyi nasıl düzenleyebilir?” ifadesini “İnsan enerjisi ve kapasitesini açığa çıkarmak için hangi toplumsal model en iyisidir?” şeklinde yeniden düzenlersek aradaki farkı belki biraz daha iyi kavrayabiliriz. Bu, kendi kaderine yön vermeye çalışan teker teker her insanın, peşinden koştuğu araçlarının amaçlarına tekabül ettiği ve yine her insanın kaderinin diğer kadınlar ve erkekler arasında kendi yerini bulmasıyla ilgili olduğunu ortaya koyan bir fark değil midir?

Nihayet, Le Guin’in Mülksüzler’de (kitabın arka kapağında da dendiği gibi) “bilimkurguyu yetkin hümanist edebiyat seviyesine çıkardığı” yargısını hak eden nokta, kitabın kurgusunun, ahlaki seçimin sorumluluğuna odaklanıyor olmasıdır. Ütopyacı kurgu bilimkurguyla yabancılaşma ortamını, onun iktidarını ve sınırlarını paylaşır. Fakat asıl kökensel ve sosyolojik yakınlıkları, sahip olduğu bilgi aynı anda hem fırsatlara hem de tehlikelere yol açan bilimcinin toplumsal sorumluluklarına yönelik ortak temalarında görülür. Bilginin, hem iktidarın kabiliyetini geliştiren bir yönü hem de iktidar karşısında ahlaki bir sorumluluğu vardır; bu sorumluluk ikircikli ama gerçektir, belki de hayatta kalması için zaruridir.
Ütopyacı spekülasyonun merkezi paradoksunu bu denli canlı bir biçimde cisimleştiren bir kurgu bulmak için Herbert Read’in The Green Child (Yeşil Çocuk) veya Hermann Hesse’nin Boncuk Oyunu yapıtlarına geri dönmek gerekir. Çünkü “Düzenli bir toplumun ideal biçimi nedir?” sorusu yararcı, basit bir cevaptan fazlasını gerektirir. Soru aynı zamanda “Düzenli toplum, önderinin dışında başka ‘yaratıcı’ bireyleri nasıl üretebilir ve destekleyebilir?” diye sorar ve belki de daha derin başka bir soruyu da içinde barındırır: “Yararlı düzen, özgürlük ve yaratıcılık arasındaki ilişki nedir?”. Bir ütopya yaratmak için yola çıkan ya da ütopyanın kıyılarında dolaşan daha yeni ve popüler kurgulardan Walden Two ve Ada her şeyden önce ütopyacı spekülasyonun en uzun ömürlü önkabullerinden ‘ilerleme-olarak-bilim’in birer parçası iken, Biz, 1984 ve onların yolundan giden diğerleri bu spekülasyonun ‘yozlaşmış iktidar’ tarafına demir atmışlardır. Bunların tamamı araçların anlamına dair isabetli bir kaygıya işaret eder fakat hiçbiri düzen tasavvurunun, yaratıcı ve meraklı birey üzerindeki baskısını tahlil etmeye girişmez. Mülksüzler bu hiç yok olmamış, hep süregitmiş geleneği canlandırıyor olsa da bunu diğer önde gelen ütopyacı kurgular gibi yapıyor ve bizi ancak hayatın ve toplumun tehlikeye düştüğü an geri dönebileceğimiz zihinsel bir yolculuğa çıkarıyor. “Bütün olmak parça olmaktır, gerçek yolculuk geri dönüştür”. Shevek, ütopyacı bir tasavvurun yabancılaştırıcı olmayabileceği umuduyla derin bir nefes alıyor.

Eğer bu spekülasyonlar biraz olsun isabetliyse Le Guin’in yolculuğunun onu bundan sonra nereye götüreceğini tahmin etmek mümkün olmalı. İnşa ettiği evrenin içsel mantığının çok gecikmeden ‘ilk sebepler’e dönmesine dair duyduğu ihtiyaç beni şaşırtıyor. Mülksüzler’de elçi Keng, benim hissettiğim bu şeyin o evrenin bir sonraki veya yakında ele alınacak bir parçası olduğunu iddia ediyor. Bu, sıkça bahsedilen Hain dünyasıdır.

“Şimdi burada, başka dünyalarda, başka insan toplumlarıyla eşit ilişkiler kuruyorsak, bu yalnızca Hain’lilerin sayesinde. Geldiler, bize yardım getirdiler. Gemiler yapıp mahvolmuş dünyamızdan ayrılabilmemiz için bize verdiler. Bize nazik, merhametli, güçlü bir insanın bir hastaya davrandığı gibi davranıyorlar. Hain’liler çok garip insanlar, hepimizden daha eskiler; cömertlikleri sonsuz. Başkalarını düşünüyorlar. Bütün suçlarımıza karşın anlamakta güçlük çektiğimiz bir suçluluk duygusuyla hareket ediyorlar. Sanırım bütün yaptıklarında geçmişlerinden, sonsuz geçmişlerinden etkilenerek hareket ediyorlar.”

Bana öyle geliyor ki Le Guin Hainlilerin suçluluk hissini ve geçmişini araştırmaya geri dönmeli; umarım öyle yapar. Eğer yaparsa eminim böyle bir kitap Mülksüzler’de olduğu gibi temaya dair lirik bir davetle başlayacaktır:

“Bir duvar vardı. Önemli görünmüyordu. Kesilmemiş taşlardan örülmüş, kabaca sıvanmıştı; erişkin biri üzerinden uzanıp bakabilir, bir çocuk bile üzerine tırmanabilirdi. Yolla kesiştiği yerde bir kapısı yoktu; orada yerin geometrisine indirgeniyordu; bir çizgiye, bir sınır düşüncesine. Ama düşünce gerçekti. Önemliydi. Yedi kuşak boyunca dünyada o duvardan daha önemli bir şey olmamıştı.
Bütün duvarlar gibi iki anlamlı, iki yüzlüydü. Neyin içeride neyin dışarıda olduğu, duvarın hangi yanından baktığınıza bağlıydı.”

http://www.davetsizmisafir.org/index.php/2008/01/20/utopyada-ikirciklilik-mulksuzler/

Advertisement

January 16, 2011 Posted by | anti-otoriter / anarşizan, ekotopya heterotopya utopyalar | Leave a comment

Bookchin’in Kentsiz Kentleşme’si üzerine – Gün Zileli

Tavla Tahtasında Satranç Oynamak…

Murray Bookchin’in yeni basılan kitabı, Kentsiz Kentleşme – Yurttaşlığın Yükselişi ve Çöküşü [orijinal adı: Urbanization Without Cities – The Rise and Decline of Citizenship] (Ayrıntı Yayınları, çev: Burak Özyalçın, İstanbul, 1999, 387 sayfa), doğrudan kent ve kentleşmeyle ilgili olmaktan çok, antik Yunan’dan günümüze kadar kentler çevresinde gelişen doğrudan ya da katılımcı demokrasiyle merkeziyetçi yapılar ve ulus-devlet arasında geçen uzun tarihi mücadelenin bir yeniden ele alınışı niteliğinde. Bookchin’in bu konudaki temel tezi, demokrasiyi ve yurttaş insiyatifini temsil eden kentle, çağdaş kentleşmenin karşıtlığı üzerine inşa edilmiş.

Gerçi bu yazı, bir tanıtma yazısından çok, bir eleştiri yazısı olacağından, Bookchin’in kent ve kentleşme, doğrudan demokrasi ve ulus-devlet, yurttaş ve seçmen karşıtlığı konusundaki tezlerini uzun uzadıya özetleyecek değilim. Bu yüzden, Bookchin’in tezlerinde katıldığım bir çok noktaya, kısa bir örnek verecek olursam, “burjuva demokrasisi” deyişini eleştirirken yaptığı, tamamen hemfikir olduğum saptamalarına da değinmeyeceğim. Ben, bu yazıda, daha çok, Bookchin’in tezlerinde, kafama takılan ya da katılmakta zorluk çektiğim bir kaç nokta üzerinde duracağım.

Kent ve Kentleşme Zıtlığı

Gerçi, Bookchin’in bütün kitap boyunca ısrarla üzerinde durduğu bu zıtlık, Türkçeye çeviri dolayısıyla, kanımca, özünden kısmen bir şeyler yitirmiş gibidir. Bu iki kavram, görüleceği gibi İngilizcede, “City” ve “urbanization” gibi iki farklı sözcükle ifade edilmektedir. “Urbanization”ın sözlük tanımında, bölgenin kırsal özelliğini ve kalitesini kaybetmesinden (The New Shorter Oxford, Ed. Lesley Brown, Clarendon Press, Oxford, 1993) söz edilmektedir. Oysa “City”nin tanımında böyle bir özellikten söz edilmemektedir. Türkçede her iki olgunun tek sözcüğün farklılaşması yoluyla ifade edilmek zorunda kalınması, aradaki nüansı kısmen ortadan kaldırmakta ve okuyucuda adeta bir sözcük oyunu izlenimi bırakmaktadır.

Buna rağmen, Bookchin’in, “city” ile “urbanization” arasındaki zıtlığı vurgularken, gerçek durumun ötesine geçtiğini ve tezini ispatlamak için kısmen ideolojik bir çarpıtmada bulunduğunu düşünüyorum. Bunda, Bookchin’in, batı kültürünün, antik Yunan kentine her zaman abartılı bir vurgu yapan tavrını olduğu gibi benimsemesinin rolü olduğu da anlaşılıyor:

“Bir kentin ya da kent devletinin yurttaşların etik bir birliği olduğunu söyleyen Antik Yunan düşüncesine inandığım için, kentin yalnızca belli bir zamanda ne olduğunun değil, genelde ne olması gerektiğinin üzerinde duran bu müdahaleci görüşe kendimi adamış bulunuyorum.” (s.19)

Evet ama, Bookchin’in benimsediği kent örnekleri antik Yunan kentlerinden ve bir kısım ortaçağ kent devletinden öteye gitmiyor. Kendisinin de anlattığı gibi, kapitalizmin gelişmesiyle birlikte, “city” ile “urbanization” arasında, sözünü ettiği zıtlık ortadan kalkıp, bunun yerini eski tarımsal değerleri yok eden bir özdeşlik alıyor:

“bir tarafta özgürlüğe, katılımcı bir politikaya ve etkin bir yurttaş kitlesine önem veren tarımsal kökenli, kapitalizm öncesi ilkeler yer alıyor, diğer tarafta ise yeni ulusun liman kentlerinde ve iç bölgelerdeki pazar kasabalarında yükselmekte olan ticari öğelerin teşvik ettiği aç gözlü bir bireyciliği içeren, bütünüyle kapitalist nitelikteki düşünce biçimleri görülüyordu.” (s.302)

Görüldüğü gibi, kapitalizm çağında, artık “city” ile “urbanization” arasında bir zıtlıktan söz etmek pek mümkün değildir. Daha doğrusu, Bookchin’in sözünü ettiği, katılımcı demokrasinin temsilcisi kentler varken, kapitalizm çağında gördüğümüz türden, önüne gelen her şeyi silip süpüren bir kentleşme yoktu. Kapitalizmle birlikte bu tür bir kentleşme başladığında ise, artık kentler, katılımcı demokrasinin temsilcileri olmaktan çıkmış devasa kapitalist yerleşim birimleriydi. Nitekim, Bookchin, kitabın 300′lü sayfalarında, New England’ın özgürlükçü ortamını anlatırken, buralardaki kentlerden değil, kentlere karşı direnen kırların mücadelesinden söz etmek zorunda kalmıştır. Kısaca ifade edecek olursam, kısmen abartılı ele aldığını düşünmekle birlikte, Bookchin’in sözünü ettiği antik Yunan kentlerinin katılımcı demokrasiyi temsil ettiğini kabul etsek bile, bu tür kentlerin, zamanımızın kapitalist kentleriyle bir benzerliği olmadığını, zamanımızda ise kentle kentleşme arasında bir zıtlık değil, bir özdeşlik olduğunu herhalde Bookchin de kabul edecektir. Bookchin’in, zamanımıza ilişkin bu olgunun üzerinden atlayıp sürekli olarak eski çağ kentiyle, yeni çağ kentleşmesini karşı karşıya getirmesi, belki bilerek, belki bilmeyerek yapılmış bir ideolojik çarpıtmanın ötesinde, bizim Kemalistlerin, “dine” değil “dinciliğe” karşı oldukları iddialarını hatırlatmaktadır. Oysa, nasıl dinciliğin temeli dinse, zamanımızdaki kentleşmenin temeli de kenttir.

Tarihsel Determinizme Karşı Çıkalım Derken…

Aslında Bookchin’in yöntem olarak tarihsel materyalizmden oldukça etkilendiğini ve yararlandığını düşünüyorum. Ancak, konuyu dağıtacağı için, buna bu yazıda değinmeyeceğim. Ben burada, Bookchin’in kitabında yer yer dikkatimi çeken tam tersi bir olgudan söz edeceğim. Bookchin, tarihsel materyalizmin determinizmine karşı çıkayım derken, yer yer çocukça bir hayalciliğe ya da iradeciliğe kapılmaktadır. Anlattığına göre, “1384 yılında kurulan Suebya Birliği… üyesi kentler, İsviçre Konfederasyonu’na katılma talebinde” bulunmuştur. Ne var ki, İsviçre Konfederasyonu bu taleplere cevap vermemiştir. Eğer “cevap verseydi, belki de Avrupa tarihinin akışı değişebilir, milliyetçiliğin yerini konfederasyon sistemi alabilirdi.” (s.208) Bookchin’in kuşağından “önceki bir devirde Avrupa’da ortaya çıkmış olan konfederasyon alternatifi, 1914 ile 1945 yılları arasında dehşet verici bir şekilde ortaya çıkan ‘ulusal birlik’leri önleyebilir” miş. Bookchin bu alternatifin kaybolmasına hayıflanmaktadır (s.211).

Tarihsel konularda bu kadar ciddi saptamalar yapan, bu kadar önemli düşünceler getiren bir yazardan bu ölçüde naif sözler duymak insanı gerçekten irkiltmektedir. Oysa tarih, deterministlerin çizdiği gibi, insan iradesinden ve eyleminden tamamen bağımsız bir demir yasalar kütlesi olmadığı gibi, isteyenin keyfine göre düzenleyebileceği bir tesadüfler yığını, sebep sonuç ilişkilerinden azade bir kurmaca da değildir. Şu kadarını sormak yeterlidir: konfederasyon alternatifi, dehşet verici bir şekilde ortaya çıkan “ulusal birlik”leri önleyebilirmiş de neden önleyememiş? Önleyemediğine göre, demek, o günün koşulları “ulusal birlik”lerin gelişmesine elvermiş. Bu yüzden, diz dövüp hayıflanmak yerine, bu koşulları tahlil etmek, Bookchin’in her fırsatta övdüğü “akılcılığa” daha uygun bir davranıştır.

Peki ya köleler ve kadınlar?

Yukarda da belirttiğim gibi, Bookchin’in antik Yunan demokrasisini abarttığı kanısındayım. Bununla birlikte, Bookchin, bu kent demokrasilerinin, temelde köleci ve ayrımcı olduğu gerçeğini de belirtmekten geri kalmamaktadır:

“Atina’daki yurttaşlık idealinin eksik yanları vardır (kadınlara ve yabancılara davranış biçimleri, köleliğe dayalı iş gücünün yaygın şekilde kullanımı); ancak bu ideal, her gün uygulanabilecek bir politikanın içine kök salmıştır.” (s.123)

Bookchin, İtalyan kent devletlerinden söz ederken pleblerin demokrasinin dışında tutulduğunu belirttikten sonra, “bu bir demokrasiyse yalnızca tüccarların, noterlerin, serbest meslek sahiplerinin ve usta zanaatkârların demokrasisiydi; onüçüncü yüzyılın ‘proleterlerini’ oluşturan gezginler, dokumacılar, boyacılar, hizmetçiler ve vasıfsız işçiler, bu demokrasinin kapsamı içinde yer almıyordu… Halk demokrasisi, el sanatlarıyla uğraşan, gününün büyük bölümünü idari, ticari ve hukuki işlere ayıran erkekleri kapsıyordu,” (s.152) diyerek, o günün olgusunu bütün açıklığı ile ortaya koymaktadır.

Ancak, bütün bu saptamalara rağmen Bookchin, bütün kitap boyunca antik Yunan demokrasisini ve İtalyan kent devletlerini göklere çıkartmaktadır. Hatta, yukardaki, zıt yöndeki saptamaları, biraz da, gelecek ters yöndeki eleştirileri göğüslemek için yaptığı izlenimini vermektedir. Nitekim bu saptamaları yapmakla yetinmekte, bunun ötesinde, bu ayrımcı uygulamaları derinlemesine eleştirmemektedir. Zaten, yukardaki alıntılarda da görüleceği gibi, Bookchin, kölecilik ve ayrımcılık gibi, demokrasiyi aslında temelden ortadan kaldıran ve bir ayrıcalıklılar “demokrasisi”ne yol açan uygulamaları mümkün olduğu kadar minimalize etme eğilimindedir. Kadınlara ve yabancılara ayrımcılığı ve köle emeği kullanmayı yurttaşlık idealinin “eksik yanları” olarak nitelendirmesi bunun en açık kanıtıdır. Ne demektir “eksik yan”? Bu öyle bir “eksik yan”dır ki, küçük bir azınlık yurtaşlar grubunu, ezilenlerin, köleleştirilenlerin ve ayrımcılığa uğrayanların omuzları üzerinde yükseltmektedir. Bu durumda, böylesi bir ayrıcalıklılar “demokrasisi”nin, günümüzdeki, yurttaşları kağıt üzerinde eşit seçmenler haline getirerek yurttaşlıktan yoksun bırakan “demokrasilerin” karşısında öyle pek de özlenecek bir şey olmadığını düşünmeden edemiyor insan.

Bookchin, doğrudan demokrasinin köklerini ilkel topluluklarda ya da dinsel sektlerde arama eğiliminde olanları eleştiriyor. Evet ama, bu “primitivist” eğilimden pek mi farklıdır, Bookchin’in, demokrasiyi köleci ve ayrımcı antik düzenlerde araması. “Primitivist”ler, nasıl idealleştirdikleri ilkel düzenlerin içindeki baskıcı öğeleri görmezden gelmekteyse, Bookchin de idealleştirdiği antik demokrasilerin baskıcı ve ayrıcalıklı öğelerini küçümsemekte, önemsememektedir.

Yerel Düzlemdeki Sınıf Farkları Ne olacak?

Bookchin, daha çok, önerdiği yerel demokrasi sistemiyle ilgili bölümlerde, yerel düzlemdeki yurttaşı “politikanın çekirdeği” olarak görür, sistemini onun üzerine dayandırır. Ona göre, bu “yurttaşlık bilinci” karşısında, yerel plandaki sınıfsal farklar önemini yitirmektedir:

“Amerikan tarihinin hiçbir döneminde bu kadar büyük çeşitliliğe sahip yurttaş grupları oluşturulmamıştır; bu gruplarda yer alan her sınıftan insan, çoğunlukla son derece yerel nitelik taşıyan sorunlara karşı ortak bir çaba göstermekte, bunu yaparken de yerleşimin bütününün kaderini ve refahını düşünmektedir.

“Nükleer reaktörlerin ya da nükleer artık depolarının yerlerinin belirlenmesi, asit yağmuru tehlikesi, zehirli atık depoları gibi Amerika’daki sayısız yerleşimi tehdit eden bir çok sorun, şaşırtıcı derecede çeşitliliğe sahip birçok insanı ortak bir amaca yönelik hareketler çerçevesinde bir araya getirmiş, böylelikle ritüel nitelikteki her ’sınıf analizini’ bütünüyle gereksiz kılmıştır. (s.328)

Ekolojik konularda, yerel düzlemde böyle bir çıkar ortaklığını kabul etsek bile (aslında bu konularda da sınıfsal ayrımların birbiriyle çatışan çözüm önerileri getireceğini düşünebiliriz), eğer yerel plandaki yerleşime dayalı bir doğrudan demokrasi düşlüyorsak, bu yerel meclislerde, bir dizi başka konuda sınıf çıkarlarından doğan çatışmaların çıkmasının kaçınılmaz olduğunu saptamalıyız. Bunu, bizzat yaşadığım bir örnekle ortaya koymak istiyorum.

Kuzey Londra’daki Clissol Park’ın yakınlarında bulunan Brownswood mahallesinin yerel kütüphanesi, Islington Belediyesinin kesintileri yüzünden kapısına kilit asmak zorunda kalınca, bu kütüphane, içlerinde anarşistlerin de bulunduğu, bölgedeki Squatçı (bina işgalcisi) gruplar tarafından işgal edildi. Çoğunluğu “homeless” olan squatçılar, kütüphaneyi evsizler için bir yerleşim yeri haline getirmenin yanısıra, oldukça geniş bir salonu olan kütüphaneyi çeşitli konserler, kültürel faaliyetler için de kullandılar. Haftanın belli günleri, mutfakta gönüllü olarak yemek hazırlayan gruplar, kütüphaneye gelen evsiz ve işsizlere, kâr amacı gütmeyen, son derece ucuza (tepeleme dolu bir tabak yemek için 1 pound alınıyordu) yemek sağlıyorlardı. Hatta squatçılar, Brownswood mahallesi halkıyla iyi ilişkiler kurmak ve onlara, kütüphanelerinin koruma altında olduğunu göstermek amacıyla, danslı ve müzikli bir gece bile düzenlediler ve mahalle halkını geceye davet ettiler.

Ne var ki, bütün bu çabalar, koca kütüphanenin kapısına kilit asmakta hiç bir sakınca görmeyen Belediye görevlilerinin takdirini kazanmadığı gibi, bir kısım mahallelinin de düşmanca nazarlarını üzerine çekti. Kütüphanenin derhal boşaltılması için karar alınan mahalle “meclisi” toplantısına, bir grup squatçıyla birlikte ben de katıldım. Bu yerel “meclis”te olup bitenler görülmeye değerdi. Squatçılar, söz alarak kendilerini savundular ve eğer kütüphane yeniden açılacaksa binayı derhal devretmeye hazır olduklarını belirttiler. Ama amaç, sırf onları binadan çıkarmak ve binayı yine kapalı tutmaksa, işte bu haksızlıktı. Çünkü bu binada çok sayıda evsiz ve işsiz insan barınıyordu. Mahallelinin bir kısmı squatçılardan yana çıktı. Ne var ki, “meclis”in iplerinin, giyimlerinden ve davranışlarından “iyi meslek” sahipleri ya da menajer oldukları derhal anlaşılan birkaç kişinin elinde olduğu anlaşılıyordu. Bu menajer takımı mahalle “meclis”ini “ikna” etmeyi becerdi ve kütüphanenin derhal boşaltılmasına karar verildi.

Bu örnekte de görüleceği gibi, Bookchin’in yapıverdiği gibi sınıf farklarını bir çırpıda ortadan kaldırıvermek, ya da yerel planda, sınıf farklarından arınmış bir eşit vatandaşlar kitlesini öyle hemencecik yaratmak, hele yaşadığımız koşullarda hiç de mümkün değildir. Menajer takımı, mahalli çıkarları dolayısıyla nükleer atıklara karşı çıkarken, “sosyal atıkları” uzaklaştırmayı da ihmal etmeyecektir.

Öte yandan, Bookchin’in yer yer kullandığı “sınıfsal” dil de oldukça rahatsız edicidir. Gerçi bu noktada, Bookchin’in, bir ölçüde, yine Türkçenin azizliğine uğradığını düşünüyorum. İngilizcedeki, “başıbozuk kalabalık” anlamına gelen “mob” sözcüğünün Türkçedeki karşılığının, ne yazık ki, “ayaktakımı” olması, bir talihsizliktir. Çünkü, “ayaktakımı” sözcüğü, “başıbozuk kalabalığın” ötesinde, “ayaklar baş oldu” deyişinde ifade edildiği gibi, “en alttaki kitle”yi de ifade etmektedir. Oysa İngilizceki “mob”, pekâla zenginlerin oluşturduğu bir başıbozuk kalabalık da olabilir. Ama Türkçede “ayaktakımı” dendi mi, doğrudan doğruya, bizim üst sınıfların, alt sınıflara bakışı akla gelir. Yine de, Bookchin, “mob” yerine, biraz daha dikkatli bir sözcük seçebilirdi. Çünkü onun kullanımında da, “mob”lar mülksüzleri imlemektedir (s.128). Nitekim, bu sözcüğün geçtiği bölümün devamında Bookchin, şu sözlerle gerçek düşüncesini ortaya koymaktadır:

“Maddi bağımsızlık duygusu ve özsaygının … yarattığı ahlaki özden yoksun insanların gerçekleştirdiği isyanlar, devrimci nitelikteki yapıcı eylemlere dönüşebileceği gibi, kolayca yozlaşıp nihilist nitelikteki karşıdevrimlere de dönüşebilir.” (s.238)

Bu satırları okurken, bir an, Stalin’in denetiminde yazılmış Bolşevik Partisi Tarihi adlı kitabı okuduğum hissine kapıldım. Bookchin kusura bakmasın ama, anarşist ve liberter literatürde, nihilizmin karşıdevrimci olarak nitelendirilmesine ilk kez rastlıyorum. Anarşistler, nihilizmi her zaman kardeş bir akım olarak görmüşlerdir, hatta bir kısmı onu, anarşist geleneğin içinde kabul ederler. Anarşist Bookfairlerde anarşist-nihilistlerin standını görmek her zaman mümkündür. Nihilizmi, karşıdevrimci olarak damgalama alışkanlığına sahip olanlar, Stalinistler ve Troçkistlerdir.

Polis ve Ordu mu?

Bookchin, kent demokrasisinin esenliği uğruna “ordu” ve “polis” gibi kurumları da, bunlara farklı nitelikler atfetse de, onaylamaktadır:

“Polisin, profesyonel ordunun ve hatta ulusal Muhafız Gücü (National Guard) adı verilen sahte milis gücünün yerine sahici bir milis gücünün, yani yurttaşlardan oluşan bir muhafız kuvvetinin getirilmesi gerekir; rotasyon sistemi çerçevesinde görev yapan polis devriyeleri ile özgürlüğe dışarıdan gelecek tehditlere karşı koymak üzere iyi eğitilmiş yurttaşlardan oluşan bir yurttaş ordusu, bu güçleri oluşturacaktır.” (s.357)

Bookchin, burada, anlaşılan, önerilerinin cerbezesine kapılarak kendinden geçmiş, “ordu” ve “polis” sözcüklerini dikkatsizce kullanmıştır. Ya da, bir başka ihtimal, kendi fikirlerinin doğruluğuna ve olgunluğuna o kadar güvenmektedir ki, bu sözcükleri kullanma cesareti göstererek, kendine ne kadar güvendiğini ortaya koymaktadır.

Her ne hal ise, devrimin en yüksek noktada olduğu günlerde yazdığı Devlet ve Devrim adlı kitabında, Lenin bile, bu kavramları daha dikkatli kullanmak gereğini duymuştur. Bu iş çocuk oyuncağı değildir. “Para”ya ne kadar farklı anlamlar yüklerseniz yükleyin para, yine de paradır, işlevleri bellidir. Devlete, “halk devleti” adını verdiğiniz zaman nasıl o devlet gerçekten “halk devleti” olmuyorsa, polise de “halk polisi” dediğiniz zaman polis, “halk polisi” olmaz. Ordu da öyle. Burada tartıştığım Marksist arkadaşlara, bütün tartışmaların sonunda tembihlediğim tek şey vardı: “Siz siz olun, eğer kazara bir gün iktidarı ele geçirirseniz, sakın bir ‘halk polisi’ kurmayın. Çünkü, size işkence yapan polisleri yeniden işbaşına getirmek zorunda kalırsınız.” Şimdi bu Marksist arkadaşlar, beni yakalayıp, “bak, senin Bookchin de ‘halk polisi’ kuracakmış,” derlerse ben ne diyeceğim onlara?

Sistem İçi mi, Dışı mı?

Bookchin’in beni en fazla tereddüte sevkeden görüşü, yerel halk meclisleri ile ilgili söyledikleridir. “Tereddüte sevkeden” diyorum, çünkü, bu noktada Bookchin’in önerdiği yerel halk meclisleri sisteminin, bugünkü kapitalist sistemlerde var olan yerel belediye meclisleri mi, yoksa bunlara alternatif olarak, sistem dışı örgütlenen, devrimci nitelikte halk meclisleri mi olduğu noktasında bir netlik yoktur. Örneğin aşağıdaki alıntılarda, sanki birinci türde, yani sistem içi meclisleri kasteder gibidir:

“Konfederasyona dayalı yerel yönetimleri savunanlara bilinçli bir şekilde harekete geçmeleri çağrısında bulunuyorum: bu kişiler yerel seçimlere katılarak kent ve kasaba yasalarını değiştirmeli, doğrudan demokrasi ortamı yaratacak yurttaşlık konumlarını yeniden yapılandırmalı ve üretim araçlarını, partikülarist sistemlerde olduğu gibi ‘işçilerin’ ya da devletin eline değil, yurttaşların kontrolüne vermelidir.” (s.23)

“yerel yönetimlerin konfederasyonunu savunanların yerel yönetimler için seçimlere katılmaları, aslında devletin, bölgenin ve ulusun yönetim organlarına ve kurumlarına karşı bir harekettir.” (s.24)

“bu yaklaşım, yerel yönetimlerin gücünün yavaş yavaş arttırılması ve belediye meclislerinin manevi güç kazanmalarını öngörür… Benim önerdiğim slogan şudur: ‘Cumhuriyeti demokratikleştir! Demokrasiyi kökten değiştir!’ ” (s.24)

Öte yandan Bookchin, kendi yerel halk örgütlenmesine örnek olarak, Rusya’yı, Almanya’yı, İspanya’yı ve Macaristan’ı vermektedir (s.309). Evet ama, sözü geçen ülkelerdeki halk örgütlenmeleri, sistem içi belediye meclislerinde örgütlenerek değil, sisteme karşı devrimci halk örgütlenmesi alternatifleri yaratarak gerçekleşmiştir. Rusya’daki Sovyetler, İspanya’daki yerel işçi ve köylü konseyleri, Macaristan’daki işçi komite ve konseyleri, sistemin kurumlarından tamamen farklı, onlara karşı halk ve emekçi insiyatifleri olarak ortaya çıkmıştır. Gerçi Bookchin, kitabın ilerleyen sayfalarında, başlangıçtakinden farklı olarak, bu tür devrimci meclislerin oluşturulmasını önerir gibidir:

“En başta yapılması gereken, yurttaşlar meclisinin tekrar yaşama geçirilmesidir; bunlar insani ölçekli yerleşimlerde kasaba meclisleri şeklinde, büyük ve hatta metropolitan kentlerde ise mahalle meclisleri şeklinde olabilir.” (s.324)

“Mahalle meclislerinin delegelerinden oluşan meclisin amacı, resmi Belediye Meclisi’nin yerini alarak Burlington’da sahici bir meclisi oluşturmak olmalıdır.” (s.341)

Şimdi, yerel yönetimlere dayalı meclislerden yana olan vatandaşlar olarak Bookchin’e sormamız gerekiyor: bunun için, kitabın ilk sayfalarında önerdiği gibi, yerel seçimlere katılıp belediye meclislerine mi seçilmeye çalışacağız, yoksa kitabın sonlarında önerdiği gibi, belediye meclislerinin yerini alacak sahici mahalle meclislerini oluşturmak için mi çaba göstereceğiz?

Bookchin, yerel düzlemi kastederek, “politik yaşamın bu indirgenemez nitelikteki temel birimini göz ardı” etmenin, “satranç tahtası olmadan satranç oynamaya” benzediğini (s.354) söylüyor. Doğru ama, sistem içi yerel meclislerle devrimci bir yöneliş sağlanamayacağını gözardı etmek de, tavla tahtasında satranç oynamaya benzemiyor mu?

Birikim
Ağustos/1999
Sayı: 124

http://www.gunzileli.com/1999/08/24/bookchin-2/

January 16, 2011 Posted by | ekolojist akımlar, ozyonetim | 1 Comment

Katil FRONTEX: AB Sınır Rejimine Saldırın!

 

FrontExplode: Sınır rejimine saldırın!

Bugüne kadar Avrupa sınırlarında yaptığımız Noborder Kampları’nın hiçbirinde geçen yıl Ağustos ayında Yunanistan’ın Midilli adasındaki kadar seyahat özgürlüğü için toplumsal mücadele ve politik protestonun bu kadar çaprazlamasına bağlantılı halini yaşamadık. Ve 1 Mart’ta İtalya’daki ”Göçmensiz Gün” eyleminde göçmenlerin iş mücadelesi yeni bir boyut kazandı. Her iki kampanyanın da sadece alışılmadık etkileri olmadı. Bu deneyimleri biz daha çok modern Apartheid’e karşı kapsamlı mücadelenin sağlamlaştırılması ve geliştirilmesi için köşe taşı olarak görüyoruz; ki modern Apartheit, göç rejimini, sınırdışı etme ve sınırlama ile işe alım ve sömürüyü birbirine bağlıyor.

“Hiç bir sınır sonsuz değildir” bu anlamlı cümle bir süre önce Network Welcome to Europe’un yayımladığı bir çağrının başlığıdır. Bu bir taraftan Göçmen Hareketi ve ağlarının ulus-devletlerin sistemlerine ve sabit sınır-rejimlerine karşı meydan okuma ve zayıflatma mücadelesine gönderme yapıyor. Diğer taraftan Noborder Ağı, her tarafa yayılan yapısına rağmen, 10 yıllı aşkın süredir uluslarötesi kampanyalar düzenlemekte ve merkezi olmayan faaliyetleri daha da canlanmaktadır. Bu yeni çağrı, Frontex’e karşı mücadelede ortak ve merkezi bir referans noktası ekseninde yeni mücadele halkaları oluşturmaya çalışıyor. “Beş yıl önce, Mayıs 2005’te Avrupa’nın sınır koruma ajansı tek tek pilot projelerle başladı. Bugünse Frontex, deniz ya da kara sınırlarında olsun, toplayarak sınırdışı etmelerin koordine edilmesinde olsun, sürekli askeri uygulamaları ile göçmen ve ilticacılara karşıdır. Frontex, Avrupa sınırlarının ötesinde bile, baskıcı göç kontrolünün itici gücüdür. Sözde kaçak göçe karşı mücadele onun görevidir, ki bunun için de Frontex binlerce ilticacının Akdeniz ve Atlantik’te ölümünü göze alıyor. Frontex bizim küresel seyahat özgürlüğü için mücadelemizde merkezi bir karşı güç rolünü sembolize ediyor.” (Çağrı için bkz. http://www.noborder.org) Crossing Borders’ın çok-dilli yeni sayısında Frontex’in rolü ve işleyişini bazı temel yönleriyle konu ediniyoruz. Bununla amacımız yaklaşan ve önümüzdeki aylardaki kampanya ve eylemliliklere katkıda bulunmaktır.

Bu arada, ABD’de 2006’daki büyük boykottan sonraki en büyük protesto 1 Mayıs 2010’da gerçekleşti. Binlerce göçmen ülkenin heryerinde eylemler yaptı ve ”hemen legalleştirme, hiç kimse illegal değildir ve sınırdışı etmelerin durdurulmasını” talep edip seslerini işçi olarak yükselttiler. Hareket 2006’daki kısmi başarısından sonra zayıflamış olarak görünüyordu. Ama en azından o zamana kadar gaddar bir kanun tasarısını engelleyebilmişti. Şimdi meşru beklentiler ve aciliyet yeni Arizona Kanunu’na karşı direniş yapmak için karışmıştır. Kaçak göçmenlerin yasallaştırılma devam etmekte ve bu mücadele uzun soluklu bir iştir. Ancak başka hiçbir yerde göçmen haklarının aynı zamanda işçi hakları olduğu ABD’deki kadar belirgin değildir.

Bu açık ki bizim Frontex’e karşı olan mücadelemiz uluslarötesi bir mücadeledir ve Avrupa ve Amerika’daki mücadeleyi birbirine bağlayan şey dayanışmanın ötesinde ve daha fazlasını ifade ediyor. Avrupa’nın içinde ve çevresinde olanlar, oyun masasında duran ne varsa, ve Amerika-Meksika sınırında ve dünyanın öbür sınır bölgelerinde olanlar bu bağlamda kavranmalı. İşgöçü küresel bir süreçtir. Heryerde aynı göç kontrol rejimleriyle herkesin özgürlüğünü tehdit ediyorlar. Ve işçi hareketinin zayıflıklarını hedef alıyorlar. Ama sınırlar heryerde ise biz de göç ve göçmen mücadelesini heryerde buluyoruz. Bu çok yönlü mücadelede uluslarötesi tepki vermek bize bağlı, ve bu bizim için önemli. Biz elimizden gelenin en iyisini yapalım. Destek verelim, Frontex’i yıkalım!

Frontex Sınırdışı etme Ajansı?

Frontex’in bilinen görevlerinden biri AB’nin sınırlarında ortak devriye ve operasyonlar yoluyla Göçmenlerin ‘yolunu kesme’ ve yakalanmasıdır. Ama asıl sorunlardan biri: AB üyesi ülkeler ‘yakalanan’ göçmenlerle ne yapacaklar? Onları, geldikleri AB üyesi olmayan ülkeye geri göndermek öyle kolay değil, hele bunlar transit geçiş yapan göçmenlerse ve bu ülke ile (AB arasında) bir Mülteci geri alma anlaşması yoksa. Ayrıca İnsan Hakları Örgütleri’nin eleştirilerine göre, yolu kesilip geri gönderilen göçmenlerin arasında ”gerçek” iltica/sığınma hakkına sahip olabileceklerin de var olabileceğidir. (Bu konuda bakınız: (Frontex’in) İtalya ile ortak devriyelerle Libya’ya yaptığı geri göndermelere kaşı İşkenceye Karşı Avrupa Parlamentosu Komıtesi’nin Kararı.) Göçmenleri geldikleri ülkelere geri göndermek hala çok zordur, eğer göçmenlerin (kimlik) belgeleri yoksa,ya da geldikleri ülke ile (AB arasında) bir Mülteci Gerialma Anlaşmsı yoksa. Ve hava yolu üzerinden sınır dışı etmeler pahalıdır, ve sıkçada dirnişlerle karşılaşıyor. Hemde sadece ‘sınırdışı edilecek’lerin değil, yolcu ve Mürettebatın da (direnişi) sözkonusu. Bütün bu nedenlerden dolayı AB üye ülkeleri bir dizi önlem icat ettiler:

o Elçilik ve şüpheli ‘uzmanları’ ile göçmenlerin köken/kimlik’lerini tespite çalışmak – ancak etkilenen göçmenlerin ve ırkçılık karşıtı grupların protestoları vardı.

o Üçüncü ülkelere, ‘İşbirliği Anlaşmaları’ imzalatmak için baskı uygulamak- ama burda da bir direniş vardı, ve devam ediyor. Hemde AB’deki kendi vatandaşlarının geri havalelerine ilgisi/ihtiyacı olan ülkelerden.

o ”joint return operations” (Ortak iade operasyonları) organize etmek- ancak Havaalanlarında eylem ve gösteriler vardı. Örneğin; 2008’de Hamburg, ordan Afrika ülkelerine en az sekiz Toplu sınırsışı gerçekleştirilmişti. 2009’da Londra ve 2010’da Viyana, ve Air berlin gibi Havayolları firmalarına karşı, bu (firma) Haziran 2009’da, insanların Polonya ve Almanya’da ifadeleri alındıktan sonra Vietnam gizli polisi ve Frontex’ten iki Çalışanın katılımı ile Vietnam’a sınır dışı edilmesine katıldı.

Frontex, meslek geliştirme organizasyonları, Charter sınırdışıları ve ifade alma uygulamaları, gibi önlemleri düzeltmeye ve koordine etmeye başladı. 2006’dan beri Frontex Charter sınırdışı edilmelere doğrudan katılıyor (Almanya’dan bir toplu sınırdışı uçağı burada anlatılıyor: http://www.zeit.de/2008/03/Abschiebeflug).

2009’da Frontex en az 1570 kişiyi kapsayan 32 ”joint return operations” u koordine ve (kısmen) finanse etti. Bu 2007 den beriki toplu sınır dışı etmlerin üç katı anlamına geliyor. Bu uçakların çoğunluğu Nijerya, Kamerun ve Gambia gibi Afrika ülkelerine, bir kısmıda Kosova ve Arnavutluk’a gittiler. İngiltere ve Fransa’da Irak ve Afganistan’a birlikte sınırdışı uçuşları düzenlemeye çabaladılar. 2009’da Frontex ”return cooperatıon” (Geri sürme/göndermek için birlikte çalışma) için 5,25 Milyon Avro harcadı. Bu Paranın 1,7 Milyon Avrosu, Göçmenlerin kökenleri ve kimliklerinin berlirlenmesi amacıyla ifade alımı ve (göçmenlere) Seyahat belgesi düzenlemek için harcandı. 2010 yılı için bu bütçe 9,341 Milyon Avroya yükseltildi ve Frontex istiyor ki 2009’un iki katı ortaklaşa sınırdışı uçuşlarını organize etsin ve kendi uçaklarını satın alsın.

Frontex 2009’da, Yunanistan’da ”return capacity builing” (geri gönderme kapasiteleri kurma) amaçlı, kısa adı Attika olan bir proje başlattı. Projenin amacı, (Yunanistan’da) kaçak kalan üçüncü ülke vatandaşlarının kimlik bilgileri ve aidiyetlerinin tespiti, seyahat belgeleri düzenlenmesi ve sınır dışı edilmelerini desteklemekti. Bir ana temada, konu uzmanlığını artırmak ve üçüncü ülkelerle daha iyi çalışmak için, ulusal düzeydeki geri gönderme işlemleriydi. Bu pilot proje üç ay sürdü, ve bu sürede tam kapasite çalışabilen bir Geri göndeme Koordinasyon Merkezi kuruldu. Nijerya ve Gürcistan Elçilikleri ile ilişkiler geliştirildi, ve (göçmenlerin) aidiyet ve kimlik tanımlama işlemleri artık ”düzgün” çalışıyor. Yunanistan, 22 sınır dışı edilecek göçmenle Nıjerya ve Gürcistan’a ortak sınır dışı etmelere katıldı. bu uygulamalara 2010 yılında da devam edilecek Midilli ve Sisam adası gibi Yunan adalarında Frontex çalışanları dökümanı olmayan göçmenlere yaklaşıp onların geldikleri ülkeyi tespit edebilmek ve /veya yaşı tutmayanların sınır dışı edilebilmesi için yaşını büyük göstermeye çalışmak amacıyla kendilerini İnsan hakları savunucusu, gazeteci ve ya tercüman olarak tanıtıyorlar. Yenilik, böyle bir ”Screening” (tarama-bölme) nin gerçekleşmiş olmasıdır. Bunun anlamı, Avrupa’da istenmeyenlerin, yani göçmenlerin iltica başvurusu yapmadan önce, gelir gelmez sınır dışı edilmek için taranıp ayrıştırılmasıdır. Hükümetlerin iddiası, uluslararsı İnsan hakları Sözleşmelerinin koşullarını yerine getirmektir. Ama bu gerçekten baskıcı ve selektif göçmen politikasının sadece modernize edilmesidir. Sisam adasındaki iltica kabul kampında kalan 150 göçmenden 120 si bu uygulamalara karşı ve güvenlik personelinin kötü muamelesine maruz kalan bir Göçmen için 12 Nisan 2010’da açlık grevi yaptılar )daha çok bilgi için: http://lesvos09.antira.info/2010/04/15/announcement-by-the-samos-group/ ).

Bu politikalara karşı, AB’nin değişik ülkelerrindeki Örgütler 1-6 Haziran 2010 tarihleri arasında ”sınır dışı makinesine karşı eylem haftası” adıyla herkesi eyleme çağırıyorlar (geniş bilgi için: www.noborder.org)

Deniz Operasyonları, EuroSUR ve Sınır Teknolojileri: Tekneli mültecilere ve kağıtsızlara karşı savaşın itici gücü olarak Frontex

AB Adalet ve İçişleri Komisyonu yeni beş yıllık programı için geçen Aralık ayında kabul edilen Stockholm Programı bağlamında açıkça ifade edildi: “Avrupa’nın, AB üye ülkelerin ulusal işgücü piyasalarının ihtiyaçlarını merkeze alan, esnek ve piyasa taleplerine odaklı bir işçigöçü politikasına ihtiyacı var… Avrupa stratejik olmalı, ve küresel atılımının mevcut tüm olanaklarını- göç profilleri ve projeler, göç ve kalkınma arasındaki işbirliği, hareketlilik ortaklıkları -merkezi göç güzergâhlarında seçilen üçüncü ülkelerle her düzeyde ve uzun vadeli birlikte çalışma lehinde sistematik olarak kullanmalı…” Karar verici aktör, metinde birçok defa vurgulandı: Frontex. Programa göre Avrupa Sınır Koruma Ajansı’nın güçlendirilmesi kilit bir role sahip.

Frontex için deniz sınırlarının özel bir anlam ifade ettiği, kurulduğu 2004 yılından beri açıkça belliydi. İlk büyük ortak operasyonlar denizde gerçekleşti, hızı ve kapsamı süreç içinde hızla gelişti. Ayrıca bütçeden de anlaşılır ki deniz operasyonları harcamaların sabit ve en büyük kısmını oluşturur. Frontex’in deniz sınırlarına verdiği özel önem, onun karakteri ile ilişkilidir: Orada sınırı belirleyen net bir sınır taşı ve sınır muhafızları yoktur. Aksine deniz, sınır yönetimi için yeni formlar bulmaya çalışan bir ajans için ideal bir deney alanı, test etmek ve sonunda kurmak için geniş ve yayılan ”adalet alanının akışkan sınırı’ bir alan olarak kalır. Göçmen hakları ve genellikle hayatları bu süreç içerisinde kaybolur. Binlerce göçmen illegal olarak geri-sınır dışı etme esnasında denizde ölüyor. Tekneli mültecileri yakalama ve geri çevirme Frontex’in günlük işidir: Batı Afrika sahillerinde (Hera Opersyonu), Ak Deniz’de (Nautilus Operasyonu) veya Ege’de Poseidon Operasyonu). Tabii ki İspanyol, İtalyan veya Yunan Sınır Polisleri, göçmen ve mültecilerin önünün kesilmesi ve Senegal’e, Libya’ya ya da Türkiye’ye geri sınırdışı etmede merkezi ve genellikle de kötü bir rol oynuyorlar. Ama militarize edilmiş Frontex Donanması sadece bu yaşamı tehdit eden, ‘insan avı’ ve haksız sınırdışı etme uygulamalarını hoşgörmekle kalmıyor. Fontex, caydırıcı bir rejim kurmak için mülteci ve göçmenlere karşı savaşın muhasebesini tutuyor, koordine ediyor ve yönetiyor.

“Ayrıca Frontex’in görevi, Avrupa Sınır Gözetleme Sistemi’nin (EuroSUR) geliştirilmesini üye ülkeler arasında koordine etmek ve 2013’e kadar doğu ve güney sınırlarındaki izleme verilerinin değiş tokuşunu temin etmektir.” (Stockholm Programı). Frontex’in bu güne kadar kara sınırlarında ve havaalanlarındaki operasyonları göreceli olarak sınırlıdır veya pilot proje bazındadır. Ama Stockholm Programı’nda özellikle vurgulandığı gibi ajans, ortak sorumluluk altında bir Avrupa sınır koruma yönetimini hızlandırmalıdır. EuroSUR, bütün teknik olanaklarla operasyon yapabilen kapsamlı ve iddialı bir izleme sisteminin adıdır. Uydular ve insansız uçaklar, bütün teknik donanımlar kullanılmalı ve bu sisteme entegre edilmelidir. Bu amaçla yüksek teknoloji firmaları uygun araçlar geliştirmek için teşvik edilmektedir. “Yeni teknolojiler, sınır koruma yönetimini daha etkili ve güvenli hale getirmek için büyük bir potansiyel sunuyorlar. Bu da diğer şeylerin yanısıra otomatik sınır geçiş kapılarını kapsıyor. Avrupa Konseyi bu alanda devam eden Frontex çalışmalarını ciddiye alıyor ve mümkün olan en iyi uygulamaları geliştirmesi için onu cesaretlediriyor…” Stockholm Programı’ndan alınan bu alıntı sadece (Avrupa’nın) dış sınırlarına vurgu yapmıyor. Gerek Avrupa Birliği Komisyonu, gerekse Frontex biliyorlar ki, AB sınırları içinde geçerli oturum belgesi olmadan yaşayanların çoğunluğu aslında yasal yollardan giriş yapmışlardı. Ama vize süreleri dolduktan sonra geri çıkış yapmadılar (overstayer). Sonuç olarak, illegal kalmaya zorlananların tespiti için her şeyden önce biyometrik teknolojiler temel alınarak devam eden Vize Bilgi Sistemi ile birlikte bir ”Entry-Exit” (Giriş-Çıkış) sistemi iki yıl önceden önerildi.

Frontex, geçmiş yıllarda giderek kirlenen imajını parlatmayı denemeye çalıştı ve öğrendi de. Frontex, sonuçta kendisini ”en iyi uygulamaları etkinleştirmek” için teknoloji sağlayan tarafsız bir kurum olarak sunuyor. Frontex insan hakları söyleminden yararlanarak, kendi önlemlerinin tekneli mültecilerin kurtarılmasına hizmet ettiğini söylüyor. Ama bunlar gerçek hedeflerin üstünü örtemeyecek kadar boş sözler. İster tekneli mültecilere karşı olsun, isterse AB içindeki ‘kağıtsız’ insanlara karşı olsun Frontex: ”yasadışı göçle mücadelede” birçok alanda oluşan anahtar bir role sahiptir. Dolayısıyla Welcome to Europe Ağı’nın yeni bildirisinde formüle ettiği şu cümle önemlidir: ”küresel hareket özgürlüğü için mücadelemizin merkezinde, Frontex karşı oyuncu rolünü temsil ediyor.” Gerekli tüm yollardan ve tüm araçlarla bu ajansa saldıralım!

Crossing Borders – Movements and Struggles of Migration Uluslarötesi Haber Bülteni 8. Sayı, Mayıs 2010′ dan alınmıştır.

http://www.noborder.org/crossing_borders/index.php

January 16, 2011 Posted by | ezilenler, somuru / tahakkum, sınırlara hayır | Leave a comment

   

%d bloggers like this: