ecotopianetwork

Kendimizi Korkunun Tuzağından Nasıl Serbest Bırakabiliriz? Derrick Jensen

1996’dan kırpılmış bir gazete parçası tutuyorum elimde. Kıvrımları yıpranmış, sayfa sararmış. Başlıkta şöyle yazıyor: “anne ayı trenlere saldırıyor.” İki oğlu trenler tarafından öldürülünce, anne bozayı geçen her trene saldırmaya başladı.

Önce bu gazete parçasını cüzdanımda taşıdım, daha sonra çalışma masama yazdım. Cesur olmanın, yaşıyor olmanın ne olduğunu hatırlamama yardımcı oluyor.

Dünyanın iktidardakilerin açgözlülüğü, nefreti ve deliliği yüzünden tahrip edildiğini düşünürdüm. Elbette hala –herkesin dikkat etmesi gerektiği gibi- öyle düşünüyorum ama kendi korku doluluğumuzun bu tahriple nasıl işbirliği içinde olduğunu her geçen gün daha iyi görmeye başladım.

Hayır, bunu aynı eski mısrayı kusarak, yani tuvalet kağıdı kullandığım için ormanların yok olmasında Wayerhaeuser’in CEO’su kadar kabahatli olduğumu söyleyerek açıklamıyorum. Gezegeni öldürenler için şefkat duymamız gerektiğini, evimizi yıkanları durdurmamız için önce tüm öfkemizi kendi kalplerimize yöneltmemiz gerektiğini de söylemiyorum. Hepimizin gezegenin tahrip oluşunda aynı sorumluluğa sahip olduğunu ve kişisel olarak benim ve bir takım çevrecinin kolektif olarak yeterince saf, iyi, sevgi dolu olmasının her şeyi gerçekten düzeltebileceğini ifade eden gerçekdışı düşünceyi tekrar etmiyorum.

Kesinlikle değil. Çünkü bu şekilde düzelmeyecek.

Anne boz ayının kendi yüreğindeki saflık için endişelendiğini sanmıyorum. O yalnızca sevdiklerini öldürenlere karşı eyleme geçmek için kendi yüreğini dinledi.

Ormanların yok olmasında benim kabahatim, tuvalet kağıdı kullanıyor olmaktan çok daha büyük. Ormanları yok edenleri fiziksel olarak durdurmamam, kendi evimi ve sevdiklerimin (insan ve insan olmayanlar) evlerini vahşice ve anne ayının gösterdiği sevgiyle savunmuyor olmam benim kabahatim.

Biz sevginin pasifizm olduğunu varsayan yanlış inançtan ötürü ıstırap çekiyoruz. Anne bozayıların ya da diğer birçok annenin bunu kabul edeceğinden emin değilim. Çocuklarına zarar vereceğimi sanan birçok anne at, inek, fare, tavuk, kaz, kartal, baykuş, sinekkuşu tarafından saldırıya uğradım. Çocuklarına zarar verenleri ya da verecek olanları öldüren birçok anne tanıdım. Eğer bir anne fare, kendisinin sekiz bin katı büyüklüğünde birine saldırarak kendi hayatını ortaya koymaya hazırsa, bu onun kalbi hakkında bizim kalplerimize ne söyler? (Anne fare kazandı bu arada)

Evimin yakınındaki akarsularda yüzen som balığını sevdiğimi söylüyorum, ancak som balıkları yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bırakılıyor, onlara yardım etmek için ne yapabilirim? Onlarla ilgili yazılar yazıp, şarkılar söylerim, kalkıp yaşlı gözlerle onların çamurlu akarsuda yumurtlamasını izleyebilirim, ama ne yapabilirim?

Sorun karmaşık değil. Eğer som balığını gerçekten önemsiyorsam, barajları ortadan kaldırmam gerekir, orman endüstrisini, ticari balıkçılığı, küresel ısınmayı durdurmam gerekir. Bunların tümü aslında basit teknik işler, ama ben bunları yapmıyorum.

Neden?

Bir sürü yarı entelektüel, yarı ruhani, yarı ahlaki nedenler gösterebilirim, ancak kendime karşı dürüst olduğumda asıl neden korkuyor oluşumdur. Etkili bir şekilde hareket edersem polis tarafından öldürüleceğimden ya da ömür boyu hapse mahkum edileceğimden korkarım. Etkili hareket edersem toplumdan dışlanacağımdan korkarım, birilerinin benden hoşlanmamasından, beni yargılamasından korkarım. İşte son zamanlarda düşündüğüm bazı sorular; eğer Naziler yahut başka faşistler Kuzey Amerika’yı işgal etselerdi- uzun bir duraksama, bir kaş kalkar- hepimiz ne yapardık? Mussolini’nin faşizm tanımını düşünün: “Faşizme daha uygun olarak şirketçilik (corporatism) denilmelidir, çünkü faşizm devletin ve şirketlerin gücünün birleştirilmesidir.” Peki, bu işgal edilmiş ülke kendisine demokrasi deseydi ve -çoğunlukla herkes seçimlerin hile olduğunu anlamıştır ama- vatandaşlara aynı faşist partinin farklı kanatlarını (ya da Mussolini, Şirket) seçme hakkı tanısaydı? Peki ya protestolara ya da diğer şiddetten arınmış muhalefet biçimlerine, süvari birlikleri ve gizli polis tarafından karşı konulsaydı? Onlarla savaşır mıydık? Ya da mevcut bir direniş hareketine katılır mıydık?

Peki ya iktidardakiler tesis ettikleri yasaların onlara izin vermesiyle 18-35 yaş arası Yahudi erkeklerin üçte birini toplama kamplarına tıktıklarında ne yapardık? Afrikan-Amerikalılarla Yahudilerin yerini değiştirip, aynı soruyu kendinize sorun.

Faşistler kırsal bölgelere radyasyon saçsalardı, yiyecek kaynaklarını zehirleselerdi, kıtayı ormansızlaştırsalardı, ya da nehirleri artık su içilemeyecek, yüzülemeyecek kadar kirletselerdi, onlara direnir miydik?

Yalnızca toprakları değil, sevdiklerimizin bedenlerini de diyoksinle -bilinen zehirli maddelerden biri-, çok sayıda kanserojenle zehirleselerdi? Konuşmalarımda, dinleyicilere aralarından kaçının sevdiği kişileri kanser yüzünden kaybettiğini sorarım. Neredeyse yüzde sekseni ellerini kaldırır. Şimdi soruyorum, iktidardakiler yalnızca sevdiklerimizi değil, kendi bedenlerimizi de zehirlerlerse onlara karşı direnir miyiz?

Eğer sevdiklerimiz ölürken, bedenlerimiz zehirlenirken savaşmayacaksak, ne zaman tavır alacağız? Hepimizin eşik sınırını, korkumuzdan kurtulduğumuz ve sevdiklerimizin yanında eyleme geçtiğimiz noktayı, bulması gerekiyor.

Neden bu kadar dehşete kapılmışız? Neden korkuyoruz? Bu soruların hiçbiri retorik sorular değil. Bunlar, bu noktada, kendimize sormamız gereken en önemli sorular.

En basit anlamda, korku bir şeyi kaybedeceğimiz yönündeki inançtır. Bir başka anlamda da elbette kaybedeceğimiz çok şey olduğunu gösterir. Hepimiz, iktidardakilerin kendilerini ya da sahip olduklarını tehdit eden kişilere ne yaptığını biliriz. Jeffrey Leuers* sembolik direniş amacıyla üç SUV’u yaktıktan sonra; tecavüzcülere, eşlerini ölümüne döven adamlara, birçok insanı kanser eden kimyasalların dünyaya salınmasına izin veren kimya şirketilerinin CEO’larına verilen cezalarla kıyaslanamayacak kadar yüksek olarak, 22 senenin üzerinde hapis cezasına çarptırıldı. Eğer ciddi biçimde iktidardakilerin canlı dünyayı satılmak üzere tüketici ürünlerine dönüştürme yetkilerini tehdit ediyorsak, bizi her türlü yöntemi kullanarak durdurmaya çalışacaklardır.

Ancak tüm bunlar da aynı şekilde korkudur. Biliyoruz ki bizler de –Amerika’da yaşayan, sömürüden birincil fayda sağlayanlar olarak- bazı tüketici ürünlerine olan erişimimizi yitireceğiz: Peki gezegenin tahribine karşılık, kahve, çikolata, arabalar, elektrikli battaniyeler gibi ürünleri kabul etmek bizim hakkımızda ne söylüyor?

Hepimiz seçimlerle karşı karşıya kalırız. Büyük ölçekte, ya arabalarımız ya da buzullarımız ve kutup ayılarımız olabilir. Barajlarımız, kağıdımız, kereste ürünlerimiz olabilir ya da som balıklarımız. Karton kutularımız olabilir ya da yaşayan ormanlarımız. Elektriğimiz ve madencilikle enkaza dönmüş dünyamız olabilir, ya da ikisi de olmaz (güneş enerjisi de endüstriyel bir altyapı gerektirir). İthal meyvelerimiz, sebzelerimiz, etimiz, kahvemiz olabilir ya da en azından Latin Amerika’da dokunulmamış insan ve insan olmayan topluluklar yaşamını sürdürebilir.

Bu umutsuzluğa düşmemiz anlamına gelir mi? Belki de. Umutsuzluk kesinlikle, umutsuz bir duruma verilecek uygun bir tepkidir. Bundan da fazlası, tüm bunların yine de gerçek seçimler olmadığını fark etmeliyiz; neredeyse varlıklarının yüzde doksan dokuzunu, insanlar, toplulukları ve gezegeni tahrip etmeden oldukça mutlu bir şekilde yaşadılar. Bu seçimler anormal ve açıkça tuhaf yaşam biçiminin sonuçlarıdır.

Daha kişisel bir düzeyde, bize hizmet etmeyen –asla bizi gerçekten mutlu etmeyen, rahat ve güvenli hissettirmeyen, ancak mutluluk, rahatlık ve güvenlik yanılsaması sunan- anaakım kültüre kapılıp gidebilir ya da çoğu zaman bizi rahatsız eden şeyi yapmaya başlayabilir; kimi, neyi sevdiğimizi ve kimin ve neyin uğrunda hayatlarımızı değiştirip, savaşabilecek ve yaşayabilecek kadar kendimizi güçlü hissettiğimizi kalplerimize sorabiliriz. Ya kendi mutluluğumuz? Uzun süredir insanlara mesleklerini sevip sevmediklerini sorma alışkanlığım vardır: yüzde 90’ını sevmediklerini söylerler. İnsanların büyük çoğunluğunun, uyanık oldukları saatlerin çoğunda yapmayı tercih etmedikleri şeyleri yapmalarının anlamı nedir? Ya kendi sağlığınız? Ya çocuklarınızın sağlığı? Onların mutluluğu? (sahip oldukları sayısız oyuncağı değil, gerçek yaşam kalitelerinden bahsediyorum) Ya üzerinde yaşadığınız dünyanın sağlığı ve mutluluğu? Ya bir gezegenin katledilmemesi? Sizin için en önemli olan şey ne?

Bunların hepsine sahip olamayız. Hepsine sahip olabileceğimiz inancı, bizi bu korkunç duruma getiren şeylerden biridir. Delilik, eğer, fiziksel gerçeklikle tüm işlevsel bağların kopması olarak tanımlanıyor ise, her şeye sahip olacağımıza inanmak- aynı anda hem bir dünyayı parçalayıp hem de üzerinde yaşayabileceğimize inanmak; daima güneşin sağlayabileceğinden daha fazla enerji kullanabileceğimize inanmak; dünyanın seve seve verdiğinden fazlasını alabileceğimize inanmak; sonlu bir dünyanın sonsuz bir refahı, gittikçe daha fazla canlıyı ölü nesnelere çevirerek (sanayi ürünü, özünde, canlıların -ağaçların, dağların- ölü nesnelere -bira tenekelerine- çevirerek) meydana getirdiği neredeyse sonsuz ekonomik büyüme ile sağlayabileceğine inanmak- deliliktir.

Derinlerde, hepimiz bunu biliyoruz. Ama halen kendimize bunu itiraf edemiyoruz, çünkü korkuyoruz. Sahip olduklarımızı kaybetmekten korkuyoruz.

Ve dolayısıyla dayanıyoruz.

Ancak biz başka bir şeyden korkuyoruz. Sahip olamamaktan. Bütün toplumsal sistem delirmiş olduğunda bile, hala o sistemden dışlanmaktan korkuyoruz. Daha dün annemi Wal-Mart’a artık çalışmayan yeni telefonunu değiştirmeye götürdüm. Şimdi bana ikiyüzlü diye bağırmadan önce, bilmelisiniz ki Wal-Mart bu küçük şehirde zaten zarar etti ve annemin tek diğer tek tercihi Radio Shack idi. Geri alım bölümünde sıra vardı ve hoş bir gündü, ben de dışarıda beklemeye başladım.  Banklardan birinde bir kadın oturmuş sandviç yiyor, bir diğerinde ise bir adam oturmuş sigara içiyordu. Burada asıl nokta şu: Etrafta yürüyenlerin, özellikle Wal-Mart çalışanlarının, benim resmi olmayan bir noktada oturuyor oluşumdan rahatsız olduklarını söyleyebilirim. Sorunun oturduğum yer olduğunu biliyorum: Resmi olmayan uzun bir saçım ya da resmi olmayan bir vücut kokum yoktu ya da resmi olmayan kirli kıyafetler giymemiş, resmi olmayan hoşnutsuz bir tavır takınmamıştım. Ama insanların benim gitmemi istediğini biliyordum, ve bu sebeple kendim de gidip sıraya tekrar girmeyi isteyebilirdim. Neredeyse zapt edilemez bir histi.

İtaate zorlayan aynı psikolojik baskılar, kitle iletişim dergileri rafında “Soldier of Fortune”, “Penthouse” ya da “Car and Driver” seçerken de iş başında olabilirdi. Sonraki aşamada, aynı baskı, elimde testereyi ihtiyar bir ağaca yöneltmiş dikiliyor olmamı ya da başka bir koşulda tabancamı kıvrılmış bedenlerle dolu bir çukurun yanında diz çökmüş bir Rus Yahudisine yöneltmeme de neden olabilirdi. İtaate yönelik içselleştirilmiş toplumsal baskının gücünü asla yabana atmamalıyız.

Nazilerin yaptığı en zekice şeylerden biri, ussallığı, umudu, kısa vadeli korkuyu tayin etmekti. Yolun her adımında, Yahudilerin en iyi ussal çıkarının direnmemek olduğunda, birçok Yahudinin iktidardakilerin kurallarına uyarlarsa yaşamlarının daha kötü olmayacağına, öldürülmeyeceklerine dair umutlarında –ki bu umut Naziler tarafından yerleştirilmişti- bu zekice kavrayış vardı. Şu sorularla yüzleştiler: bir kimlik kartı al, gettoya git, sığır arabasına bin ya da diren ve öl. Eğer kendimize aynı soruları sorarsak ne olur? Sağanakların altında kalmayı mı yoksa direnip, öldürülme riskini göze almayı mı tercih ederdik?

Uyum sağlayanlara oranla, Varşova Gettosunun ayaklanmasına katılanlardan –intihar eylemlerini düşünmeyi sürdürenlerde- hayatta kalanların sayısı daha yüksek olmuştur. Bunu asla unutmayın.

Önemli bir başka şey daha: Güney Afrika’da ırkçılık rejiminde yüksek rütbeli bir güvenlik görevlisi, daha sonra yapılan bir röportajda en çok korktuğu şeyin Afrika Ulusal Kongresi (African National Congress-ANC) adındaki asi grup olduğunu söylemişti. En çok korktuğu şey ise, ANC’nin şiddet eylemleri değil; ANC’nin, ezilen Afrikalı çoğunluğu “kanun ve düzen”i hiçe saymaya, yani kendilerini düşünmeye ve hissetmeye, ikna etmesi idi. Dünyanın en güçlü ve en iyi eğitim almış güvenlik güçlerinin bile bu tehdide karşı koyamayacağını söylüyordu. Ancak iktidardakilerin fermanlarının hiçbir özsel etik ya da ahlaki ağırlığı olmadığını görmeye başladığımızda, doğduğumuz günkü gibi, evet ve hayır deme yeteneğine sahip, özgür insanlar oluruz.

Şunu da hatırlayın.

16. yüzyılda, Šttiene de la BoÈtie bize, güçlü açgözlü olduğunda, itaatin ölümcül olduğunu –yani biz iktidardakilerin “kanun ve düzen”lerine daha fazla boyun eğdiğimizde, onların bizden daha fazlasını isteyeceklerini- hatırlattı. “Tiranlar daha fazla soydukça, daha fazlasını isteyecekler, daha fazla yıkacak ve imha edecekler; biri onlara daha fazla boyun eğdikçe, itaat ettikçe, daha fazla güçlenecek ve heybetlenecekler; yok etmeye, imha etmeye daha hazır hale gelecekler. Ama eğer bir şey onlara kazanç getirmezse, eğer şiddete gerek kalmadan yalnızca itaat etmezse, bir hiç gibi çırılçıplak kalacak, aynı kök besin sağlamadığında dalların solup, ölmesi gibi, mahvolacaklar.”

Elbette ki korkuyoruz, Korkacak çok şey var. Ama dünya gözlerimizden önce yok olurken, kaybedecek bir şeyimiz olduğu inancı yalnızca bir yanılsamadır. Beni bu yanılsamalardan kurtaracak en iyi yol göstericinin kalbim olduğunu biliyorum. Kalbimi takip etmek bana hiçbir zaman yanlış bir şey yaptırmadı.

O boz ayıyı çokça düşünüyorum, aynı sevdiklerini savunan atları, inekleri, fareleri, tavukları, kazları, kartalları, baykuşları, sinekkuşlarını düşündüğüm gibi. Hayatları pahasına, üzerime uçan, beni sokacak bir yol bulmak için saçlarımın arasına dalan ve evlerinden beni kovan arıların cesaretini düşünüyorum. Her yıl evine dönen ve onlara yaptığımız ya da yapılmasına müsaade ettiğimiz şeylerle karşı karşıya kalan som balığını düşünüyorum.

Ve onları koruyabilmem için önce, onların beni korumaları, bana sevginin ne olduğunu, korkuların ötesine adım atmanın, sevdiklerimi savunmak için hareket etmenin ne olduğu öğretmeleri ve hatırlamama yardımcı olmaları için onlara itimat etmem gerektiğini kavrıyorum.

*Çevirmenin Notu: Jeffrey Leuers, Craig “Critter” Marshall ile birlikte 2000 yılında aşırı tüketimi ve küresel ısınmayı protesto etmek için, Romanya Chevrolet bayiliğinde 3 kamyonu yaktı. (kaynak: wikipedia)

Çeviri: Kıvılcım İ.

Advertisement

January 25, 2011 - Posted by | anti-endustriyalizm, anti-kapitalizm, isyan

No comments yet.

Leave a Reply

Fill in your details below or click an icon to log in:

WordPress.com Logo

You are commenting using your WordPress.com account. Log Out /  Change )

Facebook photo

You are commenting using your Facebook account. Log Out /  Change )

Connecting to %s

%d bloggers like this: