Susuzluk, göç ve savaş I-II Mebruke Bayram
Son günlerin en önemli tartışma konularından biri su. Birçok şehirde barajlardaki doluluk oranı mevsim normallerinin çok altında. Bazı bölgelerde kuraklık nedeniyle tarımsal ürünlerde rekolte kayıpları yaşanıyor. Son 40 yılda Van Gölü’nün 3,5 katı büyüklüğünde sulak alanı kaybettik. Son 20 yılda kişi başına düşen su miktarı 4000 metreküpten 1430 metreküpe düştü. Türkiye su fakiri bir ülke olma yolunda hızla ilerliyor. Üstelik sorun yalnızca ülkemize ait değil. Birleşmiş Milletler Su Raporu’na göre 2050’li yıllarda 48 ila 60 ülkede, 2 ila 7 milyar insan susuzluktan etkilenecek.
Su kıtlığı ve kuraklıkla ilgili istatistikleri, rakamları sıraladığımızda felaket senaryosuna benzer bir tablo ile karşılaşıyoruz. Durumun vehameti konusunda herkes hemfikir, ancak sorunun gerçek kaynağı ve çözüm önerileri konusunda aynı şeyi söylemek mümkün değil. Kimi önerilere göre; damlayan musluklarımızı tamir ettirip, halı yıkamaktan vazgeçer, bir de elde bulaşık yıkamak yerine bulaşık makinası kullanırsak sorunu çözmüş olacağız. İşin gerçeği elbette böyle değil. Açlık sorunu nasıl insanların çok gıda tüketmesinden kaynaklanmıyorsa, susuzluk sorunu da çok su tüketiminden kaynaklanmıyor.
Su kimin malı?
Su sorununu konuşurken tartışılması gereken en temel soru şu: Su ortak mülk müdür, özel mülk mü? Kriz derinleştikçe su haklarının yeniden tanımlanmasına dair tartışmalar da hız kazanıyor. Küresel kapitalist ekonomi her şeyi olduğu gibi suyu da serbestçe alınıp satılabilecek bir özel mal haline getirmeye çalışıyor. Her türlü sorun karşısında bıkıp usanmadan önümüze sürdükleri reçete bu konuda da karşımıza çıkıyor; serbest piyasa.
Sorun, yaşamın temel kaynaklarından biri olan suyun kamusal bir ihtiyaç maddesi olarak algılanmaktan çıkıp ticari bir meta olarak algılanmasıyla başlıyor. Bu durumda suyun kaynağına sahip olmak bir zenginlik ve ayrıcalık haline geliyor. Yeni gündemimiz, su mülkiyeti ve kullanımı ile ilgili tüm sınırlamaların (tabii ki şirketler aleyhindeki sınırlamalardan söz ediyoruz) kaldırılması ve su piyasalarının oluşturulması. Önümüzdeki 20-30 yıl zarfında en fırtınalı tartışma konularından biri bu olacak.
Suya hükmetmek
Suyun kullanımı ve üzerindeki haklar tarihte de en çok tartışılan konulardan biri. Tarihte su hakları, kıyı hakları gibi konulardaki geleneksel kurallar, içinde bulunulan ekosistemin sınırları ve ihtiyaçlarına göre belirlendi. Su, çoğu toplumda ortak mülk olarak kabul ediliyor, yalnızca suyun kullanımına dair haklar düzenleniyordu. Örneğin Roma Hukuku, su ve diğer doğal kaynakları kamu malı olarak tanımlıyordu: “Doğa yasaları gereği bu şeyler –hava, akarsular, deniz ve haliyle deniz kıyıları- insanlığın ortak malıdır.”
Suyun ortak mülkiyet sayılması geleneği ilk kez Amerika kıtasının sömürgeleştirilmesi döneminde, ülkenin batısının yerleşime açılması sırasında bozuldu. Burada uygulanan “önce gelene tahsis” kuralı, su konusundaki mülkiyet haklarını ve suyun ticaretini mümkün kıldı. Su hakları, yerli Amerikalıların ya da bölgeye sonradan gelecek olanların hakları yok sayılarak madencilere ve sömürgecilere devredildi. Söz konusu haklar, nehirlerin yönünün değiştirilmesi, kurutulması ya da madencilik atıklarıyla fütursuzca kirletilebilmesini de içeriyordu. Sömürgeciliğin girdiği her yerde yerel su kullanım gelenekleri altüst edildi. Yerel su ve sulama sistemleri, teknikleri yok sayılarak yeni uygulamalar gündeme getirildi.
ABD Başkanı Roosevelt’in su programları baş danışmanı W. J. McGee, suyun denetiminin “insanlık doğanın efendisi olmadan önce atılması gerekecek en son adım” olacağını söylüyordu. ABD Islah Dairesi’nde çalışan su bilimci John Widtsoe da benzer fikirdeydi: “İnsanın kaderi tüm dünyaya hükmetmektir; ve dünyanın kaderi insana tabi olmaktır. Eğer geniş alanlar insanın yüce denetiminin dışında kalırsa, dünyanın nihai fethi ve insanlığın gerçek anlamda tatmini mümkün olmaz. Ancak dünyanın her parçası, mevcut en iyi bilgiye göre geliştirildiği ve insan denetimi altına alındığı zaman insanın doğaya hükmettiği söylenebilir. ABD … mevcut nüfusunu sulak bölgelerin sınırları içinde barındırabilirdi, fakat o durumda, bugünkü o büyük ulus olmazdı.”
Doğaya hükmetmeye dair bu heves su ve sulama sistemleri ile ilgili dev projelerin, barajların yapımını gündeme getirdi. Doğaya kafa tutmayan, yerel, ucuz ve kolay uygulanabilen su toplama, dağıtma tekniklerinin yerini büyük sermaye ve teknoloji gerektiren dev baraj ve sulama projeleri almaya başladı. Önce devletin kontrolü altına alınıp daha sonra özel şirketlerin yararına uygulanmaya başlanan büyük projeler çatışmaları da beraberinde getirdi.
Su ile ilgili çatışmalara ilk örnek Los Angeles’te yaşandı. 1890’ların sonunda Los Angeles, kendi yerel su kaynaklarını tüketmişti. Şehre komşu Owens Vadisi’nden 383 kilometre uzunluğunda bir su kemeri yapılarak su getirilmesi için bir proje oluşturuldu. Vadi sakinlerine danışılmadan yapılan bu proje Los Angeles ve Owens Vadisi sakinleri arasında ihtilafa neden oldu. 1924’te Owens Vadililer suyun Los Angeles’e çevrilmesini önlemek amacıyla su kemerini havaya uçurdular. Ardından 12 patlama daha oldu. Sonunda su kemerini “vur emri” verilen silahlı adamlar korumaya başladı. 1926 yılında Saint Francis Barajı inşa edildi, kısa bir süre sonra yıkılarak 400 kişinin ölümüne neden oldu. 1929’daki kuraklık sırasında yeraltı suyu azalmaya başladı, kısa bir süre sonra da 195 kilometrekarelik Owens Gölü kurudu.
Mühendis Kıtaları
ABD’deki büyük su projeleri ordu personelinden oluşan Mühendis Kıtaları tarafından yapılıyordu. Bir zamanlar dünyanın en büyük mühendislik teşkilatı olan bu örgüt 538’i baraj olmak üzere 4000 inşaat tamamlamıştı.
Kıta’nın su projeleri zaman içerisinde ABD sınırlarını aştı. Tarımda yaşanan “Yeşil Devrim” süreciyle birlikte Dünya Bankası tarafından yoksul ülkelere baraj projeleri dayatılmaya başladı. Dünyanın her yanına dayatılan bu projelerin büyük bir kısmı Mühendis Kıtaları tarafından inşa ediliyordu. Sözü edilen dayatmalar tehditlere kadar varıyordu. 1965 yılında ABD, Hindistan’ı ülkeye sulama ağırlıklı tarımı getirmediği takdirde buğday vermemekle tehdit etti. Yapılan propaganda meşhur “Yeşil Devrim” propagandasının aynısıydı. Bir an önce büyük sulama projeleri hayata geçirilemezse gıda konusunda kıtlık yaşanmaya başlayacak, dünya açlıkla yüz yüze gelecekti. Yeşil devrim yalnızca küçük çiftçileri daha çok yoksullaştırmak, açlığı artırmakla kalmadı, dünyadaki suyun tüketilmesine de büyük katkı sağladı. Yeşil devrimle ortaya çıkan hibrit tohumlar yüksek verimlerini sulama, gübreleme ve ilaçlamaya borçluydu. Normal tohumların birkaç katı su isteyen hibrit tohumlar küresel su kullanımını artırdı. Bunun yanısıra kurağa dayanıklı yerel çeşitlerin kullanımının azalmasına ve hatta kimi bölgelerde tamamen ortadan kalkmasına neden oldu.
1966’da ABD Başkanı Lyndon Johnson “Barış Suyu” adlı projesini başlattı. ABD başkanlarının “barış” kelimesinden neyi kastettiği tecrübeyle sabit. Johnson da bir konuşmasında aba altından sopayı gösteriyordu: “Felaket bir yarış içindeyiz. Ya Dünya’nın su ihtiyaçları karşılanacak ya da kitlesel açlık kaçınılmaz olacak … Eğer başarısız olursak, sizi temin ederim, Amerika’nın eşi benzeri görülmemiş askeri gücü dahi, barışı uzun süre korumakta yetersiz olacak.”
Barajlar ve göç
Büyük baraj projeleri yirminci yüzyılın ikinci yarısının simgelerinden biriydi. 45 binden fazla büyük baraj inşa edildi, dünya nehirlerinin neredeyse yarısına birer baraj kuruldu. Milyonlarca dolar yatırıma rağmen, barajlar milyonlarca insan için felaketten başka bir şey getirmedi. Maliyetler beklenenden yüksek, çevresel maliyetler ise son derece fazlaydı. Projeler hayata geçirilirken milyonlarca insan yerinden edildi. Hindistan’ın eski başbakanı Rajiv Gandhi, 1951’den sonra Hindistan’da uygulanan 246 sulama projesinin yalnızca %64’ünün 1986’ya kadar tamamlandığını, 1970’ten sonra uygulanan projelerden çok az bir fayda sağlanabildiğine işaret ederek ekliyor: “16 yıl boyunca para akıttık, ama halk hiçbir karşılık alamadı, ne sulama ne su ne üretim artışı, ne de gündelik hayatlarında bir yarar…”
Dünyaca ünlü Hintli araştırmacı, aktivist Vandana Shiva, Su Savaşları adlı eserinde durumu şöyle açıklıyor: “Anıtsal baraj inşaatlarının gerekçesi olan barış ve gıda, merkezi su denetimini, şiddeti, açlık ve susuzluğu miras bırakmıştır. Barış ve su ilkesi, bundan 30 sene önce ortaya atılmış olmasına karşın, bugün hâlâ, Mühendis Kıtaları’nın yerini alan dev şirketlerin su üzerindeki denetimini haklılaştırmak amacıyla kullanılmaktadır.”
Shiva’nın verdiği rakamlara göre; Hindistan’da son otuz yıl içerisinde 1554 tane baraj inşa edildi. Büyük ve orta ölçekli barajların yapımı için 1,5 milyar dolar harcandı. Barajların getirisiyse halen beklenenin çok altında. Sulanan arazilerin hektar başına en az 5 ton ürün vermesi beklenirken, bu değer 1,27 ton seviyesinde kalıyor. Beklenmedik su yetersizliği, ağır alüvyon birikimi, azalan hazne kapasitesi ve yeraltı suyu istilası gibi sorunlar nedeniyle büyük paralar yatırılarak hayata geçirilen dev projeler kısa bir süre sonra kullanılamaz hale geliyor. Hindistan’da yıllık ürün kayıpları 89 milyon doları buluyor.
Büyük barajlar Hindistan’da 16 ila 38 milyon insanı yerinden etti. Çin’de Yangtze Nehri üzeindeki baraj tek başına 10 milyon insanın yerinden edilmesine neden oldu. Dünya Barajlar Komisyonu, baraj projeleri nedeniyle dünya ölçeğinde 40 ila 80 milyon insanın yerinden edildiğini tahmin ediyor.
Dünyada baraj yapımında başı çeken Hindistan, Çin, ABD gibi ülkelerde baraj karşıtı halk hareketleri büyük direnişler sergiliyor. Afrika’daki Kariba Barajı inşaatına direnen Tonga halkı devletin şiddetiyle karşılaştı, çıkan olaylarda 8 kişi öldü, 30 kişi yaralandı. Nijerya’da Bakolori Barajı’nı protesto eden halka ateş açıldı. Hindistan’daki Koel Karo Barajı’na karşı direnen Koel Jan Sangathan hareketinin düzenlediği bir gösteride polisin halka ateş açması sonucunda üçü çocuk altı kişi olay yerinde öldü, 50 kişi yaralandı. Guatemala’da Chixoy Barajı inşaatı sırasında çoğunluğu kadın ve çocuklardan oluşan 376 kişi öldü.
Hindistan’da barajlara karşı başlatılan halk hareketinin öncülerinden olan tanınmış romancı Arundathi Roy durumu özetliyor: “Nükleer bombaların bir ulusun askeri cephaneliği için anlamı neyse, büyük barajların o ulusun kalkınması için anlamı odur. Her ikisi de kitlesel imha silahlarıdır. Her ikisi de hükümetlerin kendi halklarını denetlemek için kullandıkları silahlardır. Her ikisi de yirminci yüzyılın, insan zekâsının onun kendi yaşama güdüsünü saf dışı bıraktığı bir anına işaret eden simgeleridir.”
Su savaşları
1995 yılında Dünya Bankası Başkan Yardımcısı Serageldin, daha sonra birçok kez alıntı yapılacak, tartışmalara konu olacak meşhur cümleyi sarfetti: “Bu yüzyılın savaşları petrol için veriliyorsa, gelecek yüzyılın savaşları su için verilecektir.”
Günümüzde giderek derinleşen su krizi Serageldin’i haklı çıkaracak boyutlara doğru ilerliyor. ABD ve Meksika’nın Colorado nehir suları üzerindeki anlaşmazlığı, Türkiye, Suriye ve Irak’ın Dicle ve Fırat suları üzerindeki tartışması, İsrail ve Filistin’in Batı Şeria’daki Ürdün Nehri ile ilgili çatışmaları, Mısır, Sudan, Etiyopya ve civardaki birçok ülkenin Nil suları üzerindeki ihtilafları vb. pek çok su anlaşmazlığı dünyanın dört bir yanında mevcut. Dünya çapında 15 sorunlu su havzası var. Bu anlaşmazlıklar gelecekte karşımıza çıkabilecek daha büyük sorunlara işaret ediyor. Dünyada birçok önemli su havzası, doğal akışın değiştirilmesi, endüstriyel atıklar, komşu ülkeler üzerinde tehdit oluşturma gibi nedenlerle yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bırakılmış durumda.
Dünya Bankası ve elbette DTÖ’nün öncülüğünde dayatılan politikalar yoluyla su kıt bir kaynak olarak ilan edilerek, bu konudaki tüm tasarruflar uluslararası gıda tekellerinin eline bırakılmaya çalışılıyor. Dünya Bankası’nın yürüttüğü projelerden sonra uygulanan su özelleştirmeleri birçok yoksul ülkede felakete neden oldu. Her zamanki gibi güçlü olanlara fayda sağlanırken yoksullar kaybetti. Gana’da su ücretleri 2000 yılından beri %95 yükseldi. Hindistan’da aile bütçesinin %25’i su faturaları için harcanıyor. Peru’lular musluk suyu için ABD’lilerden 6 kat fazla para ödemek zorunda kalıyor. Su özelleştirmelerinin ardından Filipinler’de %400, Bolivya’da %300 fiyat artışları yaşandı.
Hem kirlet hem kazan
Temiz su temini ile ilgili sorunlar sayesinde tekeller için yeni tatlı kâr kapıları açılıyor. Bir yandan şirketlere akarsuları serbestçe kirletebilme hakkı sağlanır, pek çok temiz su kaynağı endüstriye kurban edilirken bir yandan da temiz su temini dünya çapındaki dev gıda şirketlerinin tekeli altına giriyor. Temiz su temini, su arıtma gibi sektörlerin milyarlarca dolar değerinde olduğu tahmin ediliyor.
Ülkemizde su krizi kapıda. Bu alanda birçok tartışma yaşanacak. Bunu şimdiden bilmekte ve çözüm olarak karşımıza konulacak projelere hazır olmakta fayda var. Dünyada birçok kez yaşanmış olan bir süreci biz de yaşayacağız. Tüm canlılar için yaşamsal bir ihtiyaç maddesi olan suyun geleceğinden sorumluyuz. Su herkese ait olan ve hiç kimseye ait olmayan bir madde olarak mı kalacak, yoksa birilerinin sahip olabildiği, kontrol edebildiği, alıp satabildiği bir meta haline mi gelecek?
Temmuz 2007
Kaynaklar:
– Vandana Shiva, Özelleştirme, Kirlenme ve Kâr – Su Savaşları, BGST Yayınları.
– John Madeley, Herkese Gıda, Çitlenbik Yayınları.
http://mebrukebayram.blogspot.com/2009/07/susuzluk-goc-ve-savas-i.html
Susuzluk kaderimiz değil!
Son günlerde su sorunu ile ilgili hararetli tartışmalara şahit oluyoruz. Geçen sayıda kriz derinleştikçe su haklarının yeniden tanımlanmasına dair tartışmaların da hız kazanacağını, her türlü sorun karşısında bıkıp usanmadan önerdikleri reçeteyi bu sorun karşısında da önümüze süreceklerini söylemiştik. Fazla uzun süre beklememize gerek kalmadı, yetkililer su krizinin çözümüne ilişkin dahiyane planlarını açıkladı; nehirler özelleştiriliyor.
Küresel kapitalizmin bir soruna, bizzat o soruna kaynaklık eden uygulamayı birkaç ekleme çıkarmayla tekrar gündeme getirerek çözüm üretmeye çalışmasıyla ilk kez karşılaşmıyoruz. Su krizinin çözümüne dair planlar da aynı komedinin tekrarı niteliğinde. Oysa sorunun temel kaynaklarından biri zaten suyun kamusal bir ihtiyaç maddesi olmaktan çıkıp ticari bir meta haline gelmesi.
Su pazarı
Günümüzde ambalajlanmış su sektöründe yer alan uluslararası şirketler dünya nüfusunun sadece yüzde 5’ine su satabiliyor. Buna rağmen, söz konusu tekellerin yıllık geliri petrol şirketlerinin yıllık gelirinin yarısı kadar. Her türlü su kaynağının hızla kirletilmekte olduğunu da hatırlayıp, su pazarının gelecekte ulaşabileceği potansiyeli hayal edersek durumu kavrarız. Dünyadaki her türlü doğal kaynağa el koymak için binbir çeşit yönteme başvuran uluslararası tekellerin suyu pas geçmesini beklemek safdillik olur.
Nitekim, su meselesi 80’li yıllardan bu yana DTÖ, Dünya Bankası gibi kuruluşların yoğun ilgisine mazhar oluyor. Dünya Bankası tarafından verilen su ile ilgili kredilerin en önemli özelliği özelleştirme şartı taşıması. 80’li yıllardan itibaren az gelişmiş ülkelere kamu kurumlarında reformlar yapılması için verilen yapısal uyum kredileri yoluyla adım adım su özelleştirmelerinin yolu açılıyor. 90’larda su tekelleri sadece 10-15 ülkede faaliyet göstermekteyken 2002 yılında bu şirketler 56 ülkede iş yapar duruma geldi. DTÖ’nün tüm dünyaya dayattığı temel anlaşmalardan biri olan GATS Anlaşması, 2000 yılında suyun çıkarımı, işlenmesi, su iletim sistemleri, enerji ve atık su işlemenin serbest piyasa koşullarında gerçekleşmesini kapsayacak şekilde genişletildi.
Ülkemizde su meselesi üzerinde koparılan fırtınanın temel nedenlerinden biri burada yatıyor. Türkiye’deki ambalajlanmış su pazarının büyüklüğü 2006 itibarıyla 1,2 milyar dolar civarındaydı, pazar 2000-2005 yılları arasında her yıl ortalama yüzde 10 civarında büyüme gösterdi. Sadece 2007 yılının ilk beş ayında pet su pazarı yüzde 30 oranında büyüdü. Kişi başına düşen ambalajlanmış su tüketimimiz yılda 91 litre. Fransa’daki yıllık tüketim 142 litre, İtalya’da 176 litre, İspanya’da ise 143 litre civarında oluyor.
Uluslararası tekellerin bu kadar cazip bir pazarı başıboş bırakması mümkün mü? Nitekim, IMF, Dünya Bankası, DTÖ gibi kuruluşların su konusu ile ilgili dayatmaları meyvesini vermeye başladı. 8. Beş Yıllık Kalkınma Planı, özelleştirme programının içerisine su konusunu da dahil ediyor.
Su krizi nasıl yaratıldı?
Su krizi elbette yalnızca su pazarının uluslararası tekeller tarafından kontrol altına alınmaya çalışılmasıyla açıklanamaz. Su ile ilgili sorunların önemli bir kaynağı da ekolojik kriz. Endüstriyel tarım, çarpık kentleşme, kirlilik, ormansızlaşma, yanlış su ve sulama politikaları vb. pek çok neden su krizini adım adım hazırladı.
Türkiye’deki su kaynaklarının dörtte üçü tarlaların sulanması için kullanılıyor. Suyun açık kanallarla taşınması, buharlaşma, sızmalar, kaçaklar vb. yollarla oldukça fazla miktarda su boşa gidiyor. Yanlış sulama teknikleri de bir başka sorun. Suyun tarlanın yüzeyine salınması yoluyla yapılan salma sulama tekniği ya da karıkla sulama, tava gibi yöntemler büyük oranda suyun buharlaşma yoluyla kaybedilmesine yol açıyor. Ayrıca, buharlaşan suyun içindeki minerallerin ve tuzun toprağın yüzeyinde birikmesi toprağın tuzlanmasını ve verimsizleşmesini sağlıyor. Oysa yağmurlama, damla sulama gibi suyu son derece tasarruflu kullanan sulama metodları mevcut. Bu tür teknikler sayesinde sulamada kullanılan suyu %50 ila %95 oranında azaltmak mümkün. Sağlanan tasarrufun yanısıra toprağın kalitesi de korunmuş oluyor.
Sorunun diğer bir kaynağı endüstriyel tarım teknikleri. Endüstriyel tarımda kullanınan kimyasal gübre ve ilaçlar topraktaki mikroorganizmaların ölümüne neden oluyor. Bu da toprağın azot bağlama kapasitesinin azalması ve tuzluluğun artması sonucunu doğuruyor. Doğayla dost tarım teknikleri kullanıldığında toprakta ve tarlada yaşayan canlıların hayatı ve birbirleriyle olan dengesi gözetildiği için su dengesi kuruluyor, organik maddeleri geri kazanan toprak suyu sünger gibi çekiyor.
Ayrıca, suyun tüketilmesinin en önemli suçlularından biri meşhur “yeşil devrim” ürünü, tarım ve gıda tekelleri tarafından piyasaya sürülen, paketli, patentli, “yüksek verimli” tohumluklar. Bu tohumluklar yetişmek için, kuraklığa, hastalıklara, dona vb. yerel ekolojik koşullara uyum sağlamış eski tohumlukların iki katı fazla su istiyor. Örneğin, bir kilo patates üretmek için 1000, bir kilo mısır için 1400, bir kilo buğday için 1450 litre su gerekiyor. Suyun yanısıra böcek öldürücü ilaçlar, yabani ot öldürücü ilaçlar, suni gübreler de cabası. Sözü edilen türlerin “yüksek verimli” olması tüm bu ön koşulların yerine getirilmesine bağlı, yoksa yerel akrabalarına oranla çok daha az verimli oluyorlar.
Kuraklığı artıran en önemli faktörlerden bir diğeri ormansızlaşma. Ormanların azalması sonucu toprağın su tutma kapasitesi de azalıyor. Toprak suyu yeteri kadar tutamadığı için yeraltındaki su kaynakları yeteri kadar beslenememiş oluyor. Ayrıca su toprağın yüzeyinden akarken üst tabakayı da götürerek erozyona neden oluyor.
Su kaynaklarının yitirilmesinin bir başka nedeni de çarpık kentleşme. Metropollerin barındırdığı insan nüfusu pek çok şehirde mantık sınırlarını zorlayacak kadar fazla. Bu durum doğal olarak kentin bulunduğu bölgede pek çok ekolojik sorunu beraberinde getiriyor. Su havzalarını besleyen nehir ve dere yataklarındaki yapılaşma bu su kaynaklarının birer birer kurumasına neden oluyor. Şehir içindeki ve civarındaki ormanların, ağaçların ve yeşil bitki örtüsünün yavaş yavaş kaybedilmesi toprağın su tutma kapasitesini de azaltıyor. Bu da yer üstü su kaynaklarının yanısıra yer altındakilerin de beslenememesini doğuruyor.
Tabloya bir de sanayi tesislerinin yarattığı kirliliği eklemek lazım. Sanayi atıklarının nehirlere, derelere boşaltılması, yeraltına gömülen atıkların sızarak yeraltı sularına karışması vb. pek çok nedenle su kaynakları kullanılamaz hale geliyor. Lağımların yeteri kadar arıtılmadan su kaynaklarına boşaltılması bir başka kirlilik nedeni. Dünyada 2,5 milyar kişi arıtılmamış kirli suları içmek zorunda kalıyor. Kirli sulardan bulaşan hastalıklar yüzünden haftada ortalama 35 bin kişi ölüyor. Dünya Sağlık Örgütü’nün raporuna göre yoksul ülkelerdeki hastalıkların %80’i kirli sular nedeniyle ortaya çıkıyor.
Konunun tüketim kültüründen kaynaklanan boyutunu da unutmamak lazım. Kapitalizmin kışkırttığı tüketim kültürü, her alanda olduğu gibi doğal kaynaklarda da gerekenden çok daha fazla oranda tüketimi doğuruyor. Örneğin, bir kişinin temizlik ve hijyen için kullanması gereken günlük su ihtiyacı 50 litre iken; bir ABD’li günde 500 litre, bir İngiliz günde 200 litre su tüketiyor. Batıda bir birey diş fırçalamak için günde ortalama 8 litre, sifonu çekmek için 10 ila 35 litre, duş almak için 100 ila 200 litre su kullanıyor.
Büyük baraj ve sulama projeleri çare mi?
Su krizinin çözümü olarak karşımıza konulan büyük baraj ve sulama projeleri su tekellerinin piyasaya hakim olmasını sağlamak dışında pek fazla bir fayda getirmiyor. Suyun kontrolü önce kamu tarafından ele alınıyor, ardından özelleştirme geliyor. Ekolojik dengeleri yeteri kadar gözönünde bulundurmayan, büyük sermaye ve teknoloji gerektiren bu dev projeler kısa bir süre için su sorununu çözmüş gibi görünüyor, ancak uzun vadede büyük ekolojik sorunlara yol açıyor.
Büyük sulama ya da baraj projeleri için suyun yönünün değiştirilmesi, büyük kentlerin su sorununu çözmek için uzak mesafelerden su getirilmesi gibi uygulamalar, bir bölgenin sorununu çözerken diğer bölgenin kuraklaşması, sulak alanların kuruması vb. sorunlar doğuruyor. Örneğin; sazlık, göl gibi sulak alanlar, kendilerini besleyen akarsuların baraj vb. su sistemlerine yönlendirilmesi sonucunda kuruyor. Sazlığın kuruması kuşların kaybolmasına, sazcılık ve balıkçılıkla geçinenlerin mesleklerini kaybetmesine yol açıyor. Sulak alandan kazanılan araziler bir süre tarımda kullanılabiliyor, ancak kısa sürede başlayan kuraklaşma bu arazileri kullanılamaz hale getiriyor. Her geçen gün biraz daha derine çekilen yeraltı suları bu bölgede yaşayan insanları susuzluk sorunu ile karşı karşıya bırakıyor.
Söz konusu projeler, yeşil devrim süreciyle eşgüdüm içerisinde, “ya dünyanın su ihtiyacı karşılanacak ya da kitlesel açlık kaçınılmaz olacak” propagandasıyla sunuldu. Zaten yeşil devrimle birlikte piyasaya sürülen “yüksek verimli” tohumluklar için de aynı propaganda yapılıyordu. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında Dünya Bankası projeleriyle birlikte tüm dünyaya yayılan büyük baraj ve sulama sistemleri için milyonlarca dolar yatırım yapıldı. Sonuç; milyonlarca insanın yerinden edilmesi, beklenenden yüksek maliyetler, çevresel sorunlar, şiddet, açlık ve susuzluktu. Tek kazanansa tarım, gıda ve su şirketleri oldu.
Çölü yeşertmek mümkün
Yüksek teknoloji ve sermaye yatırımı gerektiren dev baraj ve sulama projeleri yerel tekniklerin, bilgi sistemlerinin baltalanmasına neden oldu. Karşılarına çıkarılan yabancı teknolojik gereçler üzerinde etkinlikleri ve egemenlikleri kalmayan yerel toplulukların direnci zayıfladı, yoksullaştılar, çatışmalar ortaya çıktı.
Oysa, dünyanın pek çok yerinde denenmiş bazı küçük ölçekli sulama sistemleri ve teknikleri sayesinde son derece başarılı sonuçlar almak mümkün. Küçük barajlar, su depoları, sarnıçlar, sığ kuyular, yağmur suyunu tutma projeleri gibi pek çok proje yoksullara büyük projelerden çok daha fazla fayda sağlıyor.
Örneğin; Hindistan, Uttar Pradeş’te bir çiftçinin yöredeki mevcut malzemelerden inşa ettiği, enerjisini suyun akışından alan su çarkı, ilave küçük dişliler sayesinde bir santrifüj pompayı itecek hızda ayarlanıyor. Küçük bir baraj ve rezervuar yaratılarak pompanın rezervuardan su alması sağlanıyor ve yaklaşık 10 km.’lik mesafedeki alanlar sulanabiliyor.
Suyu idareli kullanma teknikleri 3 bin yılı aşkın bir zamandır biliniyor. Bugünkü Filistin, Ürdün, Sudan, Kuzey Hindistan gibi pek çok bölgede keşfedilmiş su saklama metodları var. Binaların çatılarına, siperliklere düşen yağmur suyunu toplamaya ve depolamaya dayanan bu tür sistemlerle elde edilen su, tarla ve hayvan sulamasında kullanılabiliyor.
Afrika’da ve Güney Amerika’da sis ve bulutlardan faydalanan, sabah çiyini toplayan, ya da ormandaki ağaçların su tutma özelliğini kullanan vb. pek çok yaratıcı su toplama sistemi mevcut. Örneğin; Kuzey Şili’nin kurak bir dağlık bölgesinde, çok küçük delikleri olan ince naylon ağlar, rüzgârın esme yönünde dikine geriliyor ve bulutlardan yakalanan su bir oluk aracılığıyla kaplara aktarılıyor, buradan da başka kaplara aktarılarak filtre ediliyor ve evlere dağıtılıyor.
Hindistan’ın Pakistan sınırına yakın Racastan eyaleti çok az yağış alan bir çöl bölgesi. Bölgede halkın kolektif emeği ve paylaşımıyla kurulan, kontrolü de halk tarafından kolektif olarak yürütülen su sistemi, yağmurun her damlasını korumaya dayanıyor. Kadim su teknolojilerinden esinlenerek kurulan sistem sayesinde bölgede su sıkıntısı yaşanmıyor. Sömürge döneminde getirilen modern sulama sistemleri yerine eski sulama sistemini canlandırmaya fikren öncülük eden Anupam Mishra şöyle anlatıyor:
“Eğer Racastan’ı dünyanın diğer çölleriyle karşılaştıracak olursak, yalnızca daha fazla nüfus barındırmakla kalmadığını, yaşamın varlığının her santimetre karesinde hissedildiğini görürüz. Aslında bu bölge dünyanın en canlı çölü olarak bilinir.
Bu yerel toplum sayesinde olmuştur. Racastan halkı, doğanın kendilerine biçtiği susuzluk karşısında yılgınlığa kapılmamıştır. Aksine, bunu bir mücadele olarak görmüşler ve göğüslemeye karar vermişlerdir. Öyle ki, insanlar suyun doğasını tüm basitliği ve akışkanlığıyla tepeden tırnağa özümsemişlerdir.”
Doğal dengeleri bozmayan, yerel, ucuz ve kolay uygulanabilen birçok su toplama ve dağıtma tekniği var aslında. Bu yöntemler diğer projelere göre çok daha başarılı sonuç veriyor. Küçük barajlar, yağmur suyunu değerlendiren sarnıçlar vb. pek çok teknik tarih boyunca su sorununu büyük başarıyla çözmüş durumda. Dünyanın birçok bölgesinde, kendine özgü yerel tekniklerle su sistemi oluşturup, çöl, bozkır gibi ortamlarda dahi su sıkıntısı olmadan yaşayan topluluklar mevcut.
Gıda, tarım vb. birçok konuda olduğu gibi su konusunda da sorunun temeli, kaynağın kıtlığında değil paylaşımın adil olmayışında yatıyor. Birilerinin kazançlarına kazanç katabilmesi için diğerlerinin kaybetmesi zorla dayatılıyor. Toprak, toprağın altındakiler, dağ, taş, su, hatta canlıların genleri birer birer ticari meta haline getirilmiş durumda. Bu yağmayı durdurmak için bir şeyler yapmaya başlamazsak soluduğumuz hava için kira ödeyeceğimiz günler uzak değil.
http://mebrukebayram.blogspot.com/2009/07/susuzluk-goc-ve-savas-ii.html
1 Comment »
Leave a Reply
-
Archives
- August 2011 (1)
- June 2011 (9)
- May 2011 (23)
- April 2011 (3)
- March 2011 (27)
- February 2011 (24)
- January 2011 (39)
- December 2010 (12)
- October 2010 (10)
- September 2010 (10)
- August 2010 (21)
- July 2010 (12)
-
Categories
- anti-endustriyalizm
- anti-kapitalizm
- anti-otoriter / anarşizan
- antinükleer
- antropoloji, arkeoloji
- bu topraklar
- e-kitap
- eko-savunma
- ekokoy – permakultur
- ekoloji
- ekolojist akımlar
- ekotopya heterotopya utopyalar
- ezilenler
- gorsel
- iklim
- isyan
- kadın ve doğa / ekofeminizm
- kent yasami
- kir yasami
- komünler, kolektifler
- kooperatifler vb modeller
- ozyonetim
- savaş karşıtlığı
- sistem karsitligi
- somuru / tahakkum
- Su
- sınırlara hayır
- tarim gida GDO
- türcülük, doğa / hayvan özgürlüğü
- totoliterlik / otoriterlik
- tuketim karsitligi
- Uncategorized
- yerel yönetimler
- yerli – yerel halklar
- yeşil kapitalizm
-
RSS
Entries RSS
Comments RSS
Hizli firsat!
Biz uluslararasi islem iyi güvenilir, güvenilir. Bu firsati kaçirmayin lütfen, buraya gelecek 2014 yili dogru yatirim baslatmak için bir firsattir. % 100 emin ol daha fazla bilgi için e-posta MMV (vandamariana111@gmail.com) Sen garanti. Banka havalesi için çevrimiçi banka çok hizli ve güvenligidir, önümüzdeki 2014 yili dogru yatirim için bu firsati kaçirmayin. (Bir kelime bilge için yeterlidir)
Eger tarim için bir kredi ihtiyacim var mi? Is için kredi? yapimi için kredi? Yatirim kredisi? Ögrenci kredi? Borç konsolidasyonu kredi? Bu bir firsattir, kullanimi ve yeni bir hayata baslamak. Daha fazla bilgi (mrsvandamariana@yahoo.co.uk) için e-posta MMV.
Allah lonca tüm.
M.M.V LTD.
LikeLike