Nükleer Alçaklık – ERDAL KALKAN
İnsanın doğa üstünde kurmaya çalıştığı hâkimiyet paranın hâkim olduğu özel mülk edinme döneminde, artık doğayı yıkıcı bir karakter kazanmıştır. Bilim ve teknolojinin sağladığı olanaklar, kapitalist emperyalist sisteminin elinde, birer doğa düşmanı makineye dönüşmüş ve onun bir parçası olan insan neslini yok eden bir döneme evrilmiştir. Çevre felaketleri, küresel ısınma, temiz suya erişim sorunu, gezegenin insan için yaşanabilir bir yer olmaktan çıkmaya başlaması eşitsiz paylaşımın, aç gözlü sermaye düzeninin sonuçları olarak görülmektedir. Böyle bir düzende kurallar ve açıklık siyasal ve ekonomik güç ilişkisini kendi lehine kullananların izin verdiği ölçüde gerçekleşebilecektir.
Sanki hayata pamuk ipliği ile bağlıyız. O kadar korunaksız ve ince bir bağ ki bu; kımıldamadan, nefes almadan, sadece baka kalıyoruz. Bir an sonrası cehennemi bir ateş, çamur ve radyasyon sanki. Korkudan çok bir utanç hâkim oluyor. Beyinlerimiz daha çok bir utanma çukurunda debeleniyor. ‘Cehaletin örgütlü bir güç’ olduğunu ve hayatımızı yönettiğini görüyoruz, sanki insan nesli karanlığın içinde kaybolan oyunculara dönüyor.
İnsan neslinin tamamını, küçük bir kaymak tabakanın himayesine sokma eyleminin, eşitsiz zenginleşmenin temel itici gücünün, hemen her araçla ve de ‘iliştirilmiş’ insanlarla, ona hizmet etme becerisinin gösterilmesi olduğunu biliyoruz. Bilinçler iğdiş edilerek, Japon halkının sağduyusu ve bağlılığı sömürülmüş, insanlar, çalışma koşulları değiştirilerek, mesai kavramı olmadan, işi bitiren, birer tamamlayıcı nesneye dönüştürülmüştür. Kalite çemberleri, hatasız üretim, hatanın yemek molalarında ve mesai saatleri dışında çözümü, (sınırı olmayan) daha fazla üretim için esnek çalışma gibi iş hayatına yeni sokulan son nesil çalışma biçimlerinin temel örnekleri burada, Japonya’da görülmüştür. ‘Çok çalışmaktan ölmek’ münferit bir olay olmaktan çıkmış, bu durum çalışma koşulları literatürüne Japonya’dan girmiştir. İnsanlar bu yoğunluğun altında ezilmişler, nükleer ise hayata hâkim olmuştur. İnsanların önemli çoğunluğu durumun denetlenemeyeceğini anlayamamışlardır. Gerçek büyük bir insanlık felaketiyle ancak anlaşılabilmiştir. Maalesef bugün felakete dönüşen Japon mucizesinin altında bunlar yatmaktadır.
İnsanın doğa üstünde kurmaya çalıştığı hâkimiyet paranın hâkim olduğu özel mülk edinme döneminde, artık doğayı yıkıcı bir karakter kazanmıştır. Bilim ve teknolojinin sağladığı olanaklar, kapitalist emperyalist sisteminin elinde, birer doğa düşmanı makineye dönüşmüş ve onun bir parçası olan insan neslini yok eden bir döneme evrilmiştir. Çevre felaketleri, küresel ısınma, temiz suya erişim sorunu, gezegenin insan için yaşanabilir bir yer olmaktan çıkmaya başlaması eşitsiz paylaşımın, aç gözlü sermaye düzeninin sonuçları olarak görülmektedir. Böyle bir düzende kurallar ve açıklık siyasal ve ekonomik güç ilişkisini kendi lehine kullananların izin verdiği ölçüde gerçekleşebilecektir.
Tedbirsizlikler, kârın bir kısmının heba olmasıyla çözülecekken felakete ve parçalanan insan bedenlerine ve aile dramlarına neden olmuştur. Elbistan Termik Santrali’nde ve sayısız iş kazasında yaşanan felaketler önceden rapor edilebilmiştir, fakat öngörü kamu denetimini sağlayamamıştır. Onca naklen kıyamete rağmen Bakanımızın ve Başbakanımızın sarf ettikleri sözler aslında kör, sağır edici, herhangi bir akıl ve bilgi kırıntısından yoksun kapitalist aklın, yağma düzeninin itirafı şeklindedir. İnsan böyle bir aklı neyle ifade edecek, aymazlıkla mı, aptallıkla mı, absürt komedi ile mi? Ama belli ki bu Memleket-i Putin ve hempalarına, Japon mucizesi altında yatan riyakarlığa teslim edenlerle İkitelliye nükleer atık bırakılmasına izin verenler aynı akla sahipler. Burada belirtelim, İkitelli’de nükleer atıkla temas eden aile üyelerinin bir tanesi ölmüştür, yaşayanlarsa tıpkı tahmin ettiğimiz gibidir.
Bergama’da siyanürle altın arayanların atık tankları patladığında ya da sızma görüldüğünde enerjiden sorumlu bakanımız, çevre bakanı veya başbakanımız ‘risksiz yatırım olmaz’ mı diyecekler? Kırk bin pınarlı İda dağlarının suyuna ve havasına siyanür karıştığında ‘biz bunu kalkınma için’ yaptık mı diyecekler? Akkuyu fay hattında, Sinop nükleer yatırımı içinse Karadeniz’ de fay olup olmadığı araştırılmış mıdır, yöre halkının ne kadarı bu projelere evet demiştir? Ülke topraklarının hemen hemen tamamı deprem kuşağında bulunan ülkemizde nükleer enerji tesisi yapmak hangi bilimsel kritere uygun.
Bilimi kullanıp silah sanayi yaratmak bilimden ne kadar uzaklaşmaksa ülkemize ‘son nesil nükleer enerji tesisi yapıyorum’ demek aynı şeydir. Yatırım, bizim gibi koca bir ülkede eski kapitalist ülkeleri aynı yöntemlerle taklit etmek değildir. Yeterince de taklit edilmiştir. Örneklerden sadece biri, anne sütünde ağır metallere rastlanan Dilovası’dır. İnsan neslini tehdit eden ve çoğu ülkede nükleer silahlar için kurulan nükleer teknoloji artık eski bir teknolojidir, yeni değildir olsa olsa alçaklıktır.
Çek Cumhuriyeti’nde Kürk Çiftlikleri – Michal Kolesar
2010 yılı Ekim ve Kasım aylarında bir kaç arkadaşla beraber Çek Cumhuriyeti tarafından sahiplenilen topraklardaki kürk çiftliklerini ziyaret ettik. Cehenneme 2006 ve 2007 yıllarında gitmiştim, şimdi farklı hayvanları aynı kafeslerde, aynı kaderi beklerken görüyordum. Besle ve öldür. Bir deri bir kemik kalmış cesedi at gitsin ya da bırak birisi yesin, geri kalanın da kanı iyice akıtılsın ve satışa çıkarılsın.
Fotoğraflarda ve videolarda gördüğünüz hayvanların çoğu birkaç hafta içerisinde anı olacak. Benim için acı dolu, net anılar. Yıllar geçse bile buna alışamadım..
Minkleri ve tilkileri mağazaların vitrinlerinde görüyorum, onlara sokaklarda rastlıyorum. Palto olarak, ceket olarak, kürk aksesuarı olarak, bot aksesuarı olarak.
Bana artık bitap düşmüş bir şekilde, başı öne eğik bakan bir tilkiyi düşünüyorum. Bir başkası aklıma geliyor, içinde bulunduğu o küçücük bölmede metal tabağı tırmalayıp duruyordu. Aklıma ölü bir mink geliyor, onu tozların arasından çıkarmıştım. Yaşayan bir başka mink geliyor aklıma, diğer bir minke sımsıkı sokulmuştu, beraber ısınmaya çalışıyorlardı. Bir de kaçan bir minki hatırlıyorum, kafeslerin arasında koşup duruyordu. Bütün o ağlamaları, bağırmaları, çığlıkları düşünüyorum.
Onların yuvalarını çaldılar, ormanlarını çaldılar, sularını çaldılar, hepsini ölümcül bir sıkıntıyla yer değiştirdiler, küçücük bir kafeste sonlarını bekliyorlar. Ardından gaz vererek ya da enjeksiyonla ölüm geliyor.
Bu çiftlikleri benimle beraber ziyaret eden ve benzin parasını karşılayan herkese teşekkür ederim.
Çeviri: CemC
Gıdada Dönen Oyunlar – Toprak üretim bandı değildir!
El değmemiş yörelere ulaşıp en kolay biçimde en çok kara ulaşmak isteğiyle Afrika’nın içlerine uzanan yolları inşa eden, madenler kazan beyaz adamın kestiği ormanlardan, kazdığı damarlardan hala oluk oluk kan akıyor. Kuzey Amerika’da ormanları yiyip tüketmek için yollar açanlar bugün dünya tarımının yok oluşuna giden yolu da aynı umursamazlık içinde inşa ediyorlar.
Her zaman olduğu gibi sağlığımızla ilgili bir tartışma, medya yayınlarının ve gazete yazarlarının, tekellerin yanında saf tutma çabaları ile bir karmaşaya döndü. Bizim popüler yazarlarımızın yazıları Red Kit’teki şarlatan doktorların ilaçlarına benziyor. Ambalajı çok süslü, büyük bir bağırış, şamata ve temaşa ile satışa sunuluyor ve “derde devadan gayrı” her işe yarıyor. Basınımızda sür git devam eden bağırtıya bakıyoruz “GDO hakkında her şey” başlıklı yazılarda her şey var; sadece şu sorulara cevap yok. GDO nedir? Ne işe yarar? Neden yapılır? Yapan nasıl yapar? Yiyen nasıl yer?
Yarınlar’ın çevre konusundaki tutumunu daha önceki yazılarımızda ilan etmiştik. Dileyen okurlarımız “Çevreye Saygılı Tüketiciler Olmayacağız” başlığı ile ilan ettiğimiz bu konudaki görüşlerimize internet sitemizden ulaşabilirler. GDO konusunda devam eden laf kalabalığına bakınca bu konuda bazı çizgilerin kalın biçimde çizilmesi gerektiğini ilan etmek ihtiyacı duyduk.
GDO, bir üretim tekniği değildir. Kapitalistlerin daha fazla kar amacı ile açtıkları ve sonunda kitlesel açlığa gidecek bir yoldur. Yağmur ormanlarını, “depo alanı açmak”, “ineklere otlak açmak” gibi aklın almayacağı bir gerekçeyle yok edenlerden başka bir şey beklemek saflık olurdu zaten. Onlar için üretim tekniğinin iki nedeni olabilir; birincisi kar maksimizasyonu, ikincisi askeri teknolojinin yükseltilmesidir. Para kazanmak ve adam öldürmek amaç olmadan adım atmaları mümkün değildir. Osmanlı’da yabancıların inşa ettiği ilk demiryolu hatlarına bakınız. El değmemiş yörelere ulaşıp en kolay biçimde en çok kara ulaşmak isteğiyle Afrika’nın içlerine uzanan yolları inşa eden, madenler kazan beyaz adamın kestiği ormanlardan, kazdığı damarlardan hala oluk oluk kan akıyor. Kuzey Amerika’da ormanları yiyip tüketmek için yollar açanlar bugün dünya tarımının yok oluşuna giden yolu da aynı umursamazlık içinde inşa ediyorlar.
Neden GDO?
GDO’ların içinde sakladıkları şey adında saklı, Genetiği Değiştirilmiş Organizma. “Duyarlı çevreciler” biraz da naif bir tutumla GDO’lu “şeylere” “Frankeştayn Gıda” adını takmışlar, oysa üreticiler bile ürettiklere şeylere “gıda” diyemedikleri için “organizma” diyorlar, eskiden sebze olan ama şimdi akrep veya balık geni taşıyan bir “şeye” nasıl olur da “gıda” dersiniz? Bir de sorun bulmuşlar hep birlikte bağırıyorlar, GDO alerji yaparmış. Soya fasulyesine alerjisi olmayan birisi, içinde bulunan ne idüğü belirsiz yaratık genine alerjisi olduğu için rahatsız olabilirmiş. Tabii bu düzeyde bir muhalefet yapıp, bir de üzerine cevizden, fındığa, baldan, yoğurda kadar bin bir tane ilgisiz ürünü de işin içine katınca pek muhterem yetkililerimiz de, “alerjisi olan yemeyiversin, yediyse karbonatlı suyla maden suyu içsin, o da olmadı gelsin ben öpüvereyim de geçsin alerjisi” demeye getiren açıklamalar yapmaya başladılar. “GDO nedir?” demeden, “fındıkta var mı?” “çayda yok mu?” “Binde dokuz mu var, yüzde iki mi var?” demeye başladık. Bu ülkede öldürücü dozda tarım ilacı kalıntısı bulunan sebze-meyve hallerde serbestçe satılıyor, ihraç edildiği ülke gümrüğünden sağlığa aykırı diye iade edilen yiyecekler zincir mağazalarda hemen yer buluyor, “siz hangi laboratuarda ne GDO’su tespit edeceksiniz ey zübükzadeler” diye soran olmadı, olanların da ne yazık ki sesi gür çıkmadı.
GDO tartışmalarında gözden kaçan en önemli gerçek GDO’nun neden ortaya çıktığıdır? Bu sorunun cevabı verilmeden GDO hakkında söz söylemek mümkün değildir. Bu soruya verilen cevapları inceleyelim.
GDO tezlerine cevaplar
Ortaya atılan savlardan birisi “Dünyada açlık olduğu bu nedenle üretimi arttırmak gerekliliği” iddiasıdır. Sadece ABD’de bulunan evcil hayvanları beslemek için kullanılan kaynakla dünyadaki açlık sorunu sona erebilir. ABD’de bulunan inekleri beslemek için kullanılan tarım ürünleri de dünyadaki açlığı sona erdirebilir. Fiyat politikası nedeniyle pazara sürülmeyen ürünler pazara sürülebilse, açlığın çözümü yolunda önemli bir adım atılmış olur. Fiyat politikası yüzünden ekilmeyen ürünler sorunu, (besin olarak kullanılabilen ürünler yerine süs bitkisi veya üst gelir grubuna yönelik minyatür sebze vb. yetiştirilmesi sorunu) ortadan kalksa açlık sorunu ortadan kalkar. AB’nin uyguladığı kotalar yüzünden atıl duran tarım arazileri kullanılsa veya Türkiye gibi ülkelerde çiftçinin ekonomik gücünün ortadan kalkması nedeniyle boş olan araziler ekilmeye başlansa açlık sorunu gene çözülebilir. Gördüğümüz gibi açlık konusunda bir çırpıda ne çok çözüm saydık, üstelik tüm bu çözümler sistem içi çözümlerdir. Batı dünyasının kozmetik sanayine ayırdığı sermayenin bu işe kanalize edilmesi halinde veya batının sömürgeci geçmişi nedeniyle sömürülen ülkelere hakları olan tazminatın ödenmesi halinde de dünyadaki açlık sorunu sona erdirilebilir. Ama bu yazıda kapitalist paradigmalar içinde kalmak tercih edilmektedir. Açıkça görüldüğü üzere kapitalistlerin umurunda olsa dünyadaki açlık sorununu ortadan kaldırmak mümkündür. Ancak açlık çekenlerin bir pazar olmaması nedeniyle kapitalist üretici onları ne görebilmekte ne de duyabilmektedir.
“Daha az zahmetle daha çok ürün elde etmek hedeflenmektedir.” Bu iddiaya göre GDO, değiştirilmiş genetiği sayesinde zararlılarla kendi kendine savaşacak ve bu sayede daha az tarım ilacına ihtiyaç duyulacaktır. Tarım ilacını para ile alıyor olmasak, bu yalana belki inanabilirdik, oysa modern çağda hiçbir firma, tek amacı para kazandıran bir sektörü ortadan kaldırmak olan bir icada imza atamamıştır. Bu tür buluşlar, yeni üretim teknikleri, patentinin satın alınması, hatta patent sahibi firmanın satın alınması gibi yöntemlerle buzdolabına kaldırılmıştır. GDO’lu ürün içeriğindeki canavar genler sayesinde bazı tarım “zararlılarını” bertaraf edeceğini doğru kabul etsek bile, tarım ilaçlarına yönelik ihtiyacı ortadan kaldırmayacağını tohum üreten firmalar dahi belirtmektedir.
“Ürünlerde standardizasyon sağlanacak, üretim takvimi şaşmaz bir kesinliğe yaklaşacaktır.” Bu iddianın şimdilik büyük ölçüde doğru olacağını kabul etmek gerekir. Ürünler aynı sürece tabi olacak, tohum atıldıktan kaç gün sonra çimleneceği, ne zaman hangi ilacın/hormonun verileceği, hangi boya kaç günde ulaşacağı ve ne zaman hasat edileceği önceden bilinebilecektir. Genetik bozulmanın çevre ve özellikle tozlanmayı sağlayan böcekler üzerinde yaratacağı etkiler, gen kaçması sonucu civar bitkilerde ve toprakta meydana gelen bozulmanın etkileri ile birleşince orta vadede bu “tanrısal takvim” hesabının tutmayacağını öngörmek kehanet değildir.
Ama biz bugüne bakıyoruz, ticari tüm bitki türlerinin tohumdan, hasada hangi süreçten geçeceğinin zaten biliniyor olduğunu, bu süreçte birkaç haftalık sapmalar yaşanmasının simsarlar/tüccarlar eliyle kar fırsatları yaratmak dışında bir zarar yaratmadığını göz önüne aldığımızda bu standardizasyon hevesine daha yakından bakmak gerekmektedir. Sürece biraz dikkatle bakan herkesin göreceği üzere kapitalizmin heveslendiği şey, toprağı bir üretim bandına çevirmekten başka bir şey değildir. Sermaye sahibi tüm girdi ve çıktıları kontrol altında tutacağı bir süreç yaratmak hevesindedir. Tohumun kimden alınacağı, sürecin hangi gününde hangi marka ilacın kullanılacağı, hangi aşamada hangi marka hormon kullanılacağı önceden belirlenmiştir. Emperyalist çağda kapitalistler kitaba tam anlamıyla uygun davranmakta, sermayenin tümüyle kendi elinde toplanmasını hedeflemektedir. Heveslendikleri şey tüm tarımsal üretimin, aynı sermaye grubunun farklı şirketlerine hizmet edilecek entegre bir sürece dönüşmesidir. Toprağın sahibi olan çiftçi sınıfsal konumunu kaybedecek, kendi toprağı üzerinde olmasına rağmen GDO’lu ürünün patent haklarını elinde tutan firmanın işçisi haline dönüşecektir.
Çiftçi üretim sürecine yabancılaşacak
GDO’nun tehlikesi alerji yapması değil, tohumun toprağa, çiftçinin tarıma yabancılaşacak olmasıdır. Tarih gözlerimizin önünde tekerrüre girişmiştir. Önümüzdeki dönemde yaşayacağımız şey çiftçinin üretim sürecine yabancılaşması olacaktır. Bugün bu tür bir iddia bize fütüristik gelebilir. Toprağı asırlardır eken biçen ellerin, tarımsal üretim sürecine yabancılaşması inanılması güç bir iddia gibi gelebilir. Oysa tohumluk ayırmayı bırakmakla başlayacak olan bu sürecin, çiftçiyi toprağın dilini anlamaz hale getirmesi sadece bir veya iki nesil sürecektir. Bugün kendi toprağının sahibi olan çiftçi, bu toprağın üzerinde sertifikalı tohumun boyunduruğu altına girecek, önce tohum fabrikasının acentesi, sonunda maaşlı elemanı görünümüne girecektir.
Çiftçi ürettiği mahsul içinden tohum alamayacak; mekanik biçimde, sertifikalı tohum paketinde yazan günde, paketin üzerinde yazan ilacı paketin üzerinde yazdığı biçimde uygulamak dışında hiçbir şey yapamaz hale gelecektir. Asırlardan süzülen tecrübe ile bildiği yöntemlerin pamuk veya domates görünümlü akrebin üzerinde bir işe yaramadığını hatta zararlı olduğunu görecek, sadece talimatları sıkı sıkıya uygulamak dışında bir seçeneğinin olmadığını fark edecektir. Bu durumun kitaptaki adı yabancılaşmaktır. Ürettiği parçanın takılacağı makine hakkında bilgisi olmayan bir işçi gibi çiftçi de yüzlerce yıla dayanan, nesillerden beri biriktirilmiş olan üretim tekniğini diğer bir deyişle bilgi sermayesini, (know-how) yitirecektir. Üstelik toprağının sahibi olan çiftçi cebine bir kuruş girmediği halde toprağını (sermayesini) tohum tröstlerine devretmiş olacaktır.
Etrafındaki tarlalarda GDO’lu ürün ekilen bir çiftçi, kendisi GDO’lu ürün ekmiyor olsa dahi, tozlaşma yoluyla gerçekleşen gen kaçması denilen genetik transferden ötürü tohumluk ayıramaz hale gelebilecektir.
Burada bazı okurlar haklı olarak, “ben domatesi daha ucuza yedikten üstelik çiftçinin cebine de para girmeye devam ettikten sonra sermayesinden kime ne” diyebilirler. Sözleşmeli çiftçiler kısa dönemde eskisinden daha çok para da kazanabilirler. Ancak GDO’lu ürünlerin uzun vadede nelere neden olacağı bilinmemektedir. Bugün çok verimli olduğu söylenen bir türün aradan on yıllar geçtikten sonra ne olacağını bilen hiç kimse yoktur. Bugün kar hırsıyla önüne geçen her şeyi ezen bir sel gibi akan bu tohumlar, normal üretim biçimini ve normal tohumları yok ettikten sonra ortaya çıkacak olan bir sorun, çok kısa sürede tarımsal üretimde kitlesel açlık tehlikelerine neden olabilecek bir mesele haline gelecektir.
Bu anlattıklarımız bazılarına kara ütopyalar gibi gelebilir. Onlara Türkiye’de 2001 krizinde canlı canlı gömülen piliçleri hatırlatmak isteriz. Adına “tavukçuluk” denildiği halde aslında “piliç taşeronluğu” olan bir sistem kurulmuştu ülkemizde. Yurtdışından gelen civcivler, yurtdışından gelen yemlerle beslenip 28 gün sonra “tavuk” oluyorlardı. Bu 28 gün boyunca onlara bakan kişilerin süreç hakkındaki bilgileri ithal piliçlere, ithal yemleri vermekten ibaretti. 2001 krizinde döviz bir anda aşırı değer kazanınca yem ithalatı durmak zorunda kaldı. Sözde tavuk çiftlikleri ellerindeki civcivlere 28 günün kalan kısmında bakıp, büyütme işini yapamadılar. İthal yem olmadığında yapacakları konusunda hiçbir bilgileri yoktu. Tavukları açtıkları çukurlara gömdüler. Kontrol etmek isteyenler için o günlerin gazetelerine ulaşmak çok kolay.
Kitlesel açlık tehlikesinin doğması içim mutlaka genetik bir felaket olmasına da gerek yok. Kapitalistlerin kar hırsıyla yaptıkları bu hesapsız saldırılar savuşturulamazsa; finanssal bir kriz, tohum şirketinin bir fikri mülkiyet davasına konu olması, hatta büyük hissedarı öldükten sonra karısı, çocukları ve metresi ile çocukları arasında çıkacak bir anlaşmazlığın doğuracağı bir dava bile milyonlarca insanı açlıkla burun buruna getirebilecektir.
http://www.yarinlar.net/sayi-25-aralik-2009/gidada-donen-oyunlar-toprak-uretim-bandi-degildir.html
Gösteriş Kurbanları: Hayvanları Giymek Acı ve Izdırap Giymektir – Marc Bekoff
Ocak 2011. Avcı, tilkinin göğsüne ve ciğerlerine basarak onu ezerek öldürüyor.
Bu masum zavallının göğüs kemikleri insanın dizi kullanılarak kırılmış.
Bir dağ aslanı yavrusu yakalandıktan sonra sopayla sindirilmiş durumda.
Marc Bekoff
Etoloji Yazıları
Öncelikle bu yazının korkunç özünden dolayı özür dilerim, öte yandan kürk endüstrisinin korkunçluğu ile ilgili gerçeği öğrenmek de yaşamsal bir öneme sahip. Born Free son zamanlarda ABD’deki kürk kapanlarının inanılmaz zulmü ile ilgili bir rapor yayınladı. Görünen o ki hayvanlar için durum son derece dehşet verici ve korkunç, insanın havsalasının alamayacağı kadar hem de. Bir çok canlı gaddarca davranışlara maruz kalıp bacak kapanlardan göğüs kafesi ezme, suda boğma, boğazlama ya da tuzağa düşürme yöntemleriyle öldürülüyor. Kürk kapanları hakkında çok az yasal düzenleme var, bu sayıca az düzenlemeler ya çok az bir tetkikle ya da hiç umursamadan ihlal ediliyor. Ayrıca çok fazla sayıda “zayiat” var; çünkü hedef olmayan hayvanlar da rutin bir şekilde öldürülüyor.
Bir insan birisini giymeye karar verdiğinde, bu bir seçimdir, neyi giydiği değil kimi giydiğine dair bir seçimdir. Birisinin vücudunu sıcak tutmak ya da gösteriş merakı adına gereksiz yere ölmüş bir hayvan giymeyi seçmiş oluyorlar insanlar. Ve, bunu yapmalarına hiç gerek yok.
Kürkünün işe yaramayacağına karar veren avcı bu güzel çakalı atmış…
Suda boğarak öldürülen hayvanlar
Kürkü kullanılmayan (Çin ya da Kore’de olmadığı için büyük olasılıkla) zavallı bir kedi de kablo kapanına yakalanınca boğularak ölmüş.
Çeviri:CemC
Uygarlığın sonunda gezintiler… Ergin Yıldızoğlu
IPAD için birbirinin üstüne çıkan, meta manyağı yapılmış insanlar bu uygarlığın ürünü. Fukuşima’da patlama noktasına gelen reaktörler de, tüp gazla reaktör arasındaki farkı bilmeyen, fay hattına bomba kurmaya kalkan siyasetçi de bu uygarlığın ürünü. Tsunami insanları kentleri önüne katıp götürürken borsada portföy boşaltmaktan başka bir şey düşünemeyenler de…
Günlük yaşamın, tüm çözülmeden birikmeye devam eden çelişkilerine karşın, dayanılabilir bir biçimde sürebilmesi için yok sayılması gereken “şey”lerden birinin aniden ortaya çıkması halimizin (G)erçeğini kısa bir süre için de olsa gözler önüne seriyor.
Japonya depremi ve tsunami tam da böyle bir duruma işaret ediyor. Bu vesileyle başımızı kaldırıp halimizin genel durumunun, ortalıkta pıtrak gibi boy göstermeye başlayan “semptom”larına bakınca da aslında epey bir süredir kapitalist uygarlığın sonunda dolaştığımızı, bir türlü bu kabustan çıkamadığımızı görüyoruz.
Sık sık aklıma Samuel Beckett’in End Game (Oyunun Sonu) yapıtı geliyor. Kör ve kötürüm Hamm iskemlesinde oturuyor. Uşağı Clov’a soruyor “ne oluyor ne oluyor”. Clov cevap veriyor, “Bir şey kendi seyrini izliyor”. Hamm yine soruyor “Clov… Biz… Biz bir anlam kazanmaya başlamış olabilir miyiz?” Clov: “Sen ve ben? Dalga mı geçiyorsun?” Belki de ben bu konuşmayı doğru anımsamıyorum, ama bir şey fark etmiyor. Kapitalist uygarlık da kör ve kötürüm Hamm’ın yaşamı gibi artık hiçbir anlam kazanamadan, bir anlam üretemeden seyrini izliyor, dokunduğu her şeyi, insanlar dahil, kar peşinde tüketip, moloza dönüştürerek ilerliyor.
Deprem, tsunami doğal felaketler. Bunu anladık, peki patlama noktasına gelen nükleer santraller neyin ürünü? Santraller patlama noktasına gelirken, panik halinde, borsada felaketi fırsata çevirmeye çalışanlar kim? Sonra gazete köşelerinde “Yoksulluktan kurtulmak istiyorsan nükleer enerji şart” diye yazanlar bu uygarlığın sonsuza kadar devam edeceğini var saymıyorlar mı? Enerji tüketimini artırmadan zengin olunamaz. Artırmak için tek yol nükleer enerji değil mi? Bu yüzden Çin ve Hindistan 218 yeni nükleer santral yapmayı planlamıyor muydu?
Neden olmasın? Tüm göstergeler, bugünkü trendlerin, geleneksel enerji kaynaklarının, yenilenebilir kaynakların, bu uygarlığın enerji gereksinimlerini karşılamasının olanaksız olduğunu söylemiyor mu? Kapitalist uygarlıkta yaşamaya devam ettiğimiz sürece…
‘Bakın gerçekçi olmak gerekiyor. Bize acilen enerji lazım, bize acilen sermaye fazlasını emecek devasa projeler lazım. Nükleer santral bu iki gereksinime de cevap veriyor. Bu kapitalist makineyi çalıştırmak için gerekirse fay hattının üzerine bile kurarız.’ İyi de bu makine bizi öğütüyor, bize ne oluyor, bu oyunu oynamak zorunda mıyız?
Hep gelip bu gerçekçilik duvarına çarpıyoruz. Bu duvar yıkılacak gibi görünmüyor. Üniversitelerden medyaya, en bilgicinden en cahiline sesler bize hep bunu söylüyor.
Ama dört ay önce Tunus, Mısır firavunlarının devrilebileceği kimin aklına geliyordu. Gerçekçiler için 17 Aralık gününe kadar böyle bir olasılık var mıydı? Sonra her şey değişmeye başladı, bir kapı açıldı tarihte, yeni olasılıklar döküldü ortalığa. Bu kapı hala kapanmış değil ki…
İnsanı, doğayı yavaş yavaş öldüren bir uygarlığın sonunda her şeyi yok edebileceğini hayal edebiliyoruz da, sıra onu ortadan kaldırarak kendimize yeni bir yol açmaya, başka bir yaşam kurmaya gelince, aklımızın enerjisi tükeniyor, zaman ve egemenlerin boyu gözümüzün önünde uzadıkça uzuyor, dönüp gerçekçi olmak gerektiğine karar veriyoruz sonunda; günlük zamanın yeknesak akışına kendimizi terk ediyoruz ve her şeyi tüketen o makine kendine yeni yakıtlar bularak yoluna devam ediyor.
Peki, hadi gelin iyice gerçekçi olalım. Derin bir mali kriz patlak verdi. Devletler ellerindeki tüm kaynakları bu krizi çıkaranları kurtarmaya yönlendirdiler, hani her yıl kendilerine milyarlarca dolar ikramiye verenler var ya onlara… Sonra kasalar boşaldı. En azından ekonomik büyümeyi teşvik edecek bir şeyler yaparak gelirlerini arttırıp, kasalarını doldurmaya çalışabilirlerdi değil mi? Hayır bu krizden en çok zarar görenlere, yoksullaşanlara işlerini kaybedenlere ve kaybedecek olanlara dönüp, “Hadi bakalım bir şeyler verin, hep birlikte fedakarlık filan…” diyorlar; bankaları batıranlar milyarlarına milyarlar katmaya devam ediyorlar, kasa bir türlü dolmuyor. Gerçeklik bu!
Mısır’da Tunus’ta halk sokaklara döküldü ya hemen ardından yetişip yönlendirmeye ‘demokratikleştirmeye’ çalışıyorlar. Libya karışınca daha da demokrat kesilip, Kosova’da, Afganistan’da, Irak’ta toplam milyondan fazla insanın canına mal olduktan sonra iflas etmiş, “Liberal emperyalizm” zırvasını anımsayıp, askeri müdahaleye, işgale zemin yaratmaya başlıyorlar. Libya’da muhalefet “Hayır gelmeyin, bu bizim işimiz” diyor, ama kimse dinlemiyor. Ne de olsa Libya petrolü tatlı petrol, güzel petrol…
Bu arada Bahreyn’in Sünni “kralı” demokrasi talebiyle sokaklara dökülen Şii halkını tekrar geri sokmak için Suudi Kralı’nın ordusunu yardıma çağırıyor, Körfez ülkelerinden binlerce Sünni asker onlarca zırhlı araç, helikopter, uçak, tank Bahreyn’i işgal etmeye başlıyor, Kuveyt bile bu fırsatı kaçırmıyor. Gazeteler gelen askerlerin göstericileri av tüfekleriyle öldürmeye başladığını yazıyor. Sünni-Şii düşmanlığının ateşine petrol dökülüyor. Yemen despotu fırsattan istifade katliama başlıyor. Dönüp bakan yok. Gerçeklik bu.
Bu gerçeklikte başka şeyler de var. Japonya’daki felaket uluslararası şirketlerin tedarik zincirlerini kırdı. Gazetelerin aktardığına bakılırsa “IPad 2”nin stokları tükenince, dükkânların kapılarında bir gece önceden kuyruğa girenler, kim bilir içlerindeki hangi boşluğu doldurmak için metalardan medet umanlar, “şoka” girmişler. Aletin fiyatı 800 dolardan 13 bin dolara fırlamış. Kuyruktakilerden biri yerini 900 dolara satıp eve dönmüş.
O eve dönmüş ama Fukuşima santralindeki reaktörlerin patlamasını engellemek için gece gündüz aç uykusuz, kabul edilebilir radyasyonun üç katı kirlenmiş, kirlenmeye de devam eden ortamda ölümle yarışarak çalışan 300 işçinin eve dönme şansı yok. Çocuklarına ailelerine veda ederek, oraya, ailelerini, dostlarını, komşularını, yurttaşlarını hatta dünya insanını kurtarma için ölmeye gittiler. Pers imparatoruna karşı topraklarını korumak için Termopil geçidine giden 300 Ispartalı gibi… Kendilerini var eden toplum, kolektif için…
IPAD için birbirinin üstüne çıkan, meta manyağı yapılmış insanlar bu uygarlığın ürünü. Fukuşima’da patlama noktasına gelen reaktörler de, tüp gazla reaktör arasındaki farkı bilmeyen, fay hattına bomba kurmaya kalkan siyasetçi de bu uygarlığın ürünü. Tsunami insanları kentleri önüne katıp götürürken borsada portföy boşaltmaktan başka bir şey düşünemeyenler de… (Tam bu üç noktayı koymuştum ki, e-postama Japonya’da yeni yatırım fırsatlarını ballandıra ballandıra anlatan bir mesaj düştü.)
Ama bu uygarlık bu kadar değil. Karın, dondurucu soğuğun altında varlıklarını kanıtlayan Tekel İşçileri de, Tahrir Meydanı’ndakiler de ve nihayet Fukuşima’daki 300 işçi de bu yapıya ait. Ama onların hepsi, aynı zamanda, insanın, bu benmerkezci haz odaklı, kar makinesine tutsak uygarlığa bir türlü sığamayan, sığdırılamayan, her seferinde bu uygarlıktan başka bir şeyin olabileceğini bize anımsatan özelliklerini temsil ediyorlar. Biz uygarlığın sonunda dolaşırken onlar bize, gerçekçi olanın değil, gerçekliğe sığmayanın değerini anımsatıyorlar.
19 Mart 2011/Sendika.org
-
Archives
- August 2011 (1)
- June 2011 (9)
- May 2011 (23)
- April 2011 (3)
- March 2011 (27)
- February 2011 (24)
- January 2011 (39)
- December 2010 (12)
- October 2010 (10)
- September 2010 (10)
- August 2010 (21)
- July 2010 (12)
-
Categories
- anti-endustriyalizm
- anti-kapitalizm
- anti-otoriter / anarşizan
- antinükleer
- antropoloji, arkeoloji
- bu topraklar
- e-kitap
- eko-savunma
- ekokoy – permakultur
- ekoloji
- ekolojist akımlar
- ekotopya heterotopya utopyalar
- ezilenler
- gorsel
- iklim
- isyan
- kadın ve doğa / ekofeminizm
- kent yasami
- kir yasami
- komünler, kolektifler
- kooperatifler vb modeller
- ozyonetim
- savaş karşıtlığı
- sistem karsitligi
- somuru / tahakkum
- Su
- sınırlara hayır
- tarim gida GDO
- türcülük, doğa / hayvan özgürlüğü
- totoliterlik / otoriterlik
- tuketim karsitligi
- Uncategorized
- yerel yönetimler
- yerli – yerel halklar
- yeşil kapitalizm
-
RSS
Entries RSS
Comments RSS