ecotopianetwork

Tür Ayrımcılığından Eşitliğe – Joan Dunayer

Ne zaman kafeste bir papağan, akvaryumda bir japon balığı yada zincire bağlı bir köpek görseniz, tür ayrımcılığını görüyorsunuz demektir. Eğer bir kaplumbağanın ya da bir yaban arısının bir insana ya da tilkiye kıyasla yaşamaya ve özgür olmaya daha az hakkı var diye inanıyorsanız, ya da insanların diğer hayvanlardan üstün olduğunu düşünüyorsanız, o zaman tür ayrımcılığı yapıyorsunuz demektir. Eğer su hapisanelerini ve hayvanat bahçelerini ziyaret ediyor, inek derisi ve koyun tüyü giyiyor, hayvan eti, hayvan yumurtası yada inek sütü ürünleri yiyorsanız o zaman tür ayrımcılığı uyguluyorsunuz demektir. 

Tür ayrımcılığı tam olarak nedir? Psikolog Richrd Ryder tür ayrımcılığı sözcüğünü 1970 yılında ortaya attı. Terimi tam olarak tanımlamadıysa da tür ayrımcılarının insanlarla diğer hayvanlar arasında keskin bir ahlâki ayrım çizdiğini belirtti. Ryder gibi Peter Singer ve Tom Regan gibi düşünürler de tür ayrımcılığını insan olmayan bütün canlılara yönelik bir önyargı olarak tanımlıyorlar. Ancak bu tanım çok dar. Irkçılık beyaz ırktan olmayan insanlara yönelik değil sadece; her türden ırktan insana (meselâ Asyalılar hariç bütün beyaz ırka ait olmayan insanlara, sadece siyahlara ya da Amerikan yerlilerine ya da sadece Avustralyalı Aborjinlere) yönelik önyargıları da içerir. Bunun gibi, tür ayrımcılığı sadece insan olmayan canlılara yönelik bir önyargıyla sınırlı değil; bir çok hayvan türüne yönelik bir önyargı söz konusu; meselâ büyük kuyruklu maymunlar (ape) hariç her hayvan türüne, memeli olmayan bütün hayvanlara ve bütün omurgasız hayvan türlerine yönelik bir önyargı söz konusu.

Ryder, Singer ve Regan’ın “tür ayrımcılığı” dediği şey aslında sadece tür ayrımcılığının bir çeşiti; en eski ve en ağır biçimi, buna ben “eski tarz tür ayrımcılığı” adını veriyorum. Bu eski tarz tür ayrımcısı insanlar insan türüne dahil olmayan hiç bir canlının temel yasal haklara ; meselâ yaşama ve özgür olma gibi yasal haklara, veya insanlar gibi ahlâksal itibarlara sahip olamayacağına inanır. İnsanların çoğu bu tarz tür ayrımcısıdır.

Eski tarz tür ayrımcılardan farklı olarak sayıları giderek artan bir çok insan ahlâkî ve legal hakların kendi türümüzün ötelerine uzanması gerektiğine inanıyor. Ancak bu insanların çoğu eşitlikçi değil; bu insanlar benim “yeni tarz tür ayrımcılığı” adını verdiğim bir tür ayrımcılığını hayata geçiriyorlar. Yeni tarz tür ayrımcıları sadece insan olmayan bazı canlıların hak sahibi olmasını savunuyor, özellikle de insanlara en çok benzeyen hayvanların. Çoğu insanın insan türünden olmayan bütün canlılardan üstün olduğuna insanan bu yeni tarz tür ayrımcıları hayvanlar alemini insanların en üstte yer aldığı bir hiyerarşi gibi görüyor. Şempanze, yunus ve diğer seçme memeli hayvanları da insan türüne dahil olmayan diğer canlılardan daha önemli kabul ediyorlar. Ayrıca memelileri kuşların; kuşları sürüngen, amfibiyen ve balıkların; ve omurgalıları da omurgasız hayvanların üzerine yerleştiriyorlar.

Peter Singer bu yeni tarz tür ayrımcılğına bir örnek. Ona göre en azından normal bir zekâ seviyesine sahip insanlar bütün canlılardan daha fazla bir değere sahip. Dahası, Singer yaşama ve özgür olma hakkının sadece insanlara ait bir hak olduğunu savunuyor, Singer’a göre diğer büyük kuyruklu maymunlar, ve olasılıkla bazı memeliler de normal bir insan çocuğunun sahip olduğu türden bir öz farkındalık gösterdikleri takdirde bu hakka sahip olabilir. Neden normal bir insan? Neden normal bir ahtapot veya normal bir karga değil? Singer’ın kriteri açık açık insan merkezci ve insandan yana önyargılıdır: yani tür ayrımcısıdır. Singer memeli olmayan bütün hayvanların yerine yenisinin gelebileceğine inanıyor (kendi sözleri). Memeli olmayan canlılar üzerinde dirikesim uygulanmasına kategorik olarak karşı değil. Ayrıca,  eğer içinde bulundukları koşullar altında sürdükleri yaşamları keyifli ise (en uç derecede imkânsız) ve hemen, hiç acısız bir şekilde öldürülürlerse(bu da imkânsız) kuşların, balıkların ve memeli olmayan diğer canlıların gıda amaçlı yetiştirilmesine de ahlâki anlamda olumlu gözle bakıyor. Singer, binlerce  insanın öldürülmesinin milyonlarca tavuğun öldürülmesine kıyasla daha trajik bir şey olduğunu düşünmenin bir  tür ayrımcılığı olmadığını iddia ediyor. Elbette ki bunu iddia etmek bir tür ayrımcılığıdır.

İnsanın üstünlüğü nosyonunu reddeden tür ayrımcılığı karşıtları, hissetme yeteneği bulunan bütün canlılar için temel hakları savunuyor. Tür ayrımcılığı karşıtları insan türünden olmayan bazı canlıların fahri insanlar olmasını istemiyor; onlar hak sahibi olmanın temelinde kıstas olarak insan olmak yerine hissetme yeteneği alınmasını istiyorlar.

Hissetme yeteneği(sentiens) temel yasal hak sahibi olmak için yeterli olmalı; çünkü duyguları olan herkesin hayatta kalmakta, sıhhat ve refahını korumakta çıkarı var demektir; yasaların amacı da zaten (bireylerin) çıkarları(nı) korumaktır. Hukuk açısından  mental anlamda en yetersiz insanlar dahi korunması gereken çıkarlara sahiptir. Dahası, onların çıkarları normal ya da yüksek IQ’lu insanların çıkarlarından daha az önemli değil. Dil ya da soyut akıl yürütme yeteneği bulunmayan insanların da hakları bulunur. O halde insan türünden olmayan canlıların neden hakları olmasın? Her türden ve dereceden bir bilinç korunmaya gereksinir. Hissetme yeteneği/duyguları bulunan her canlı acı çekebilir. Yoksunluk ve acıdan uzak bulunma hakkı goril ve  insanlar için olduğu kadar, yılan ve ıstakozlar için de önemlidir.

Tür ayrımcılığı karşıtları insan olmayan bütün canlıların insan mülkü ve eşyası olmak yerine hükmi şahıslar olarak kabul edilmesi gerektiğini düşünüyorlar. Kişi olma durumu/hakkı bu canlıları insanlara hizmet etmekten kurtarırdı; çünkü insanlar bu canlıları kendilerine hizmet etmek için onları rekabet etmeye, emek harcamaya ya da performans sergilemeye yasal olarak zorlayamazlardı. Artık atlar arabaları çekmez, kaplanlar çemberlerden atlamaz, filler sırtlarında insanları taşımazdı. Yasalar insanların insan olmayan canlılara sahip olmasını yasaklardı. İnsanlar insan olmayan canlıları dirikesimden gıda üretimine evcil hayvan üretmekten tut yok olma tehlikesi altındaki hayvanların  çoğaltılmasına kadar farklı amaçlarla yetiştiremez, satın alamaz, satamazdı.

Kurtuluş zamanı geldiğinde halkın çok daha büyük bir oranı hayvan eşitliğini destekleyip vegan olurdu; ve çok daha az hayvan esir tutulurdu. Kediler, köpekler ve diğer “evcil” hayvanlar gene kendilerini seven ve sorumluluklarını taşıyan insanlarla beraber yaşardı. Sömürüden ve diğer istismarlardan özgürleştirilen diğer “evcilleştirilmiş” hayvanlar –mesela yumurta fabrikalarından kurtarılan tavuklar, dirikesim laboratuarlarından özgür bırakılan fareler gibi hayvanlar- gerekli veteriner bakımını alır, eğer tedavisi mümkün olmayan bir ızdırap içindelerse  ötenazi uygulanır ya da durum böyle değilse barınaklarda ve özel evlerde insanlar tarafından edinilene dek bakıma tabii tutulurlardı. İnsanlar tarafından bakıma alınan bu canlılar temelde çocuklarla aynı yasal haklara sahip olurdu.

Hayvan esareti aşamalı olarak bitirilirdi. Mümkün olan en uç noktaya dek “evcilleştirilmiş” hayvanların (kedi ve köpekler de dahil) üremeleri önlenirdi- meselâ kısırlaştırılırlardı. Böylece “evcilleştirilmiş” hayvan sayısı hızla düşerdi.

Evcilleştirilmemiş esir hayvanlar ise gerekli rehabilitasyondan sonra özgür bırakılırdı, böylece insanların müdahalesi olmaksızın ve uygun yaşam alanı da bulunuyorsa kendi kendilerine gelişebilirlerdi. Eğer bu söz konusu değilse, o zaman barınaklarda sürekli bakım altında tutulurlardı. Bu barınaklarda doğal ve onları memnun edecek çevrelerde yaşarlardı.Evcilleştirilmiş hayvanlar gibi evcilleştirilmemiş esir hayvanların da üremesi engellenirdi. Sonuç olarak insan olmayan bütün canlılar insanın müdahalesi olmadan doğal yaşam alanlarında ve artık evcilleştirilmemiş hayvanlar olarak yaşardı.

Hayvanlara kişilik haklarının tanınması, gerekli bütün yasal haklarının da tanınması anlamına gelirdi, meselâ yaşama hakkı gibi. Diğer bütün hayvan hakları gibi, bir hayvanın yaşama hakkı hayvanların değil insanların davranışını kısıtlardı. İnsanlar özgürce yaşayan hayvanlarla avcı-av ilişkisine girmezlerdi. İnsanlardan farklı olarak avcılar hayatta kalmak için öldürmek zorundadır. Tür ayrımcısı olmayan yasaların koruması altında bir insanın bilerek bir hayvanı sıradışı koşullar haricinde öldürmesi yasa dışı olurdu.Eğer donmuş buz kesmiş yerlerde sıkışıp kaldıysanız ya da yiyecek bitkinin olmadığı bir kıtlık bölgesindeyseniz ve açlıkla yüzyüzeyseniz o zaman yemek için hayvan öldürmeye hakkınız olurdu. Eğer bir aslan size saldırıyorsa o zaman meşr-u müdafaa hakkınız olurdu. Bir köpeğin sağlığını tehdit edn iç parazitleri öldürmeye hakkınız olurdu, çok acı çeken bir hastalığa yakalanan bir kediye ötenazi uygulama hakkınız olurdu. Buna karşılık, deney yapmak adına fare öldürmek, etleri çin inekleri öldürmek, spor için balıkları öldürmek, kürkleri için minkleri öldürmek, tiksinti sebebiyle örümcekleri ya da anlamsız sebepler dolayısıyla diğer hayvanları öldürmek yasa dışı olurdu.

Kişilik hakkının tanınması hayvanlara özgürlük hakkı verirdi: hem bedensel bütünlük hem de fiziksel özgürlük hakkı. Evcilleştirilmiş hayvanların geçici olarak istisna kabul edilmesi ile beraber, kurtuluş anında esir olarak bulunan bazı evcilleştirilmemiş hayvanlar da dahil, bütün hayvanlar tamamen özgür olurlardı. İnsanlar hayvanları kafese tıkarak, zincire vurarak, binalara kapatarak ya da diğer biçimlerde esir edemezlerdi. Hayvanlara işkence etmek ya da onları cinsel olarak istismar etmek yasa dışı olurdu, vücutlarına zarar vermek, yaralamak da öyle- meşr-u müdafaa hariç.

Tür ayrımcılığı karşıtı bir yasa, hayvanların mülk hakkını da kabul ederdi. Kendi bedenlerinin ve emeklerinin ürünlerine kendileri sahip olurdu. İstiridyeler incilere, kızılgergedanlar kendi yumurtalarına ve bal arısı kolonileri de ürettikleri bala sahip olurdu. Hayvanlar kendi yuvalarını, kovanlarını, çukurlarını kendileri sahiplenirdi.  Bir porsuk ailesinin kurduğu bir sete gene kendi ailesi ve çocukları sahip olurdu. İnsanların olarak hayvanların kendi doğal yaşam alanları içinde ürettiği şeyleri bilerek alması ya da ona zarar vermesi yasa dışı olurdu. Dahası, hayvanlar kendi yaşam alanlarına da sahip olurdu. Belli bir toprak ya da su alanında yaşayan hayvanlar o çevreye legal olarak sahip olurdu, orası onların ortak mülkü olarak kabul edilirdi. Hem insanlar hem de hayvanlar tarafından ortaklaşa paylaşılan çevreler gene aynı kalırdı; ama insanların hayvanların alanlarına daha fazla yayılmasına izin verilmezdi (meselâ sadece hayvanların yaşadığı yerlere insanların ev yapmasına izin verilmezdi). “Az gelişmiş” yaşam alanlarının bilinçli olarak yok edilmesi ya da değiştirilmesi yasa dışı olurdu.

Adil olmak için, yasalar tür ayrımcısı olmamalı. Dünyada yaşayan canlıların çoğu insan türünden değil. Tür ayrımcılığı en derinlere kök salmış ve en çok zarar veren bir adaletsizlik çeşiti.

Hem bir tavır hem de bir pratik olan tür ayrımcılığı, türe dayalı her türden önyargı ve ayrımcılık anlamına geliyor. Hayvanların sırf insan değiller diye ya da tam insan gibi değiller diye eşit bir tavıra lâyık görülmemesi, saygı görmemesi tür ayrımcılığıdır. Adalet hakkı anlamında hissetme yeteneği ve duyguları bulunan bütün canlılar eşittir. Hayvanlar sadece, ahlâki anlamda, yaşama ve istismardan uzak olma hakkına sahip değiller; eşit bir hakka da sahipler aynı zamanda.

Çeviri: CemCB

http://hayvanozgurluguhareketi.wordpress.com/2011/06/09/tur-ayrimciligindan-esitlige/

Advertisement

June 29, 2011 Posted by | somuru / tahakkum, türcülük, doğa / hayvan özgürlüğü | 4 Comments

Hayvanlara Zarar Vermenin Sosyolojisi

Bir çok hayvan hakları eylemcisi dirikesimcinin şeytan, çiftçinin de hasta olduğunu ilan ediyor. Sosyal süreçlerin, yapıların, kurumların kavranması bu tür hataları düzeltebilir. Dirikesimciler ve diğer hayvan kölecileri hasta ya da kötü insanlar değiller- her anlamda tür ayrımcısı olan toplumların sosyalleşmiş bireyleri onlar. Bu yüzden hayvan haklarını savunanların bireysel  hayvan kullanıcılarının patolojisine değil kültürel tür ayrımcılığına dikkat çekmeleri gerekiyor. 

Sosyologlar toplumsallaşma süreçlerinin asla sona ermediğini söylüyor; insanlar doğar doğmaz (hatta rahimde) başlayan bu süreçler insanlar ölene dek devam ediyor. Bu süreçlerin sosyal etkileri toplumsallaşma terimiyle karıştırılarak kullanılan kültürleme gibi terimlerde görülebilir, kültürleme insanların ait oldukları toplumdaki bilgiyi edinmeleri anlamına geliyor, bir de kültürel aktarıma dair antropolojik bir kavram olan kültürleşme var.

Sosyoloji öğrencileri ilk toplumsallaşmanın aşırı derecede önemli olduğunu öğreniyor; çünkü insanların sosyal dünyada hareket edebilmesi için temel bir sosyal bilgiyi ortaya koyuyor. Bireylerin uzun ve yoğun sosyalleşme süreçleri insanların diğer hayvanlarla nasıl bağlantı kurduğunu görmede son derece önemlidir. Bu süreçler sosyal tavırları ve pratikleri biçimlendirir.

Bir  çok sosyal bilimci ilk ve başlangıç sosyalleşme sürecinin insanın toplumdaki yaşam kariyeri anlamında son derece önemli. Sosyal filozof Zygmunt Bauman “grubun” kişinin oluşmasına nasıl yardımcı olduğunu gösteriyor. Sosyal etkileşime ve dile yoğunlaşarak önemli kuramcı Jürgen Habermas sosyalleşme sürecinin öznelerarasılığa dair bir dil yapısı içerisinde hayata geçirildiğini bildiriyor.”Edilgen insanlık” bakışının aşırı sosyalleşmiş görüşünü hatırlatan bazı düşünceleri kabul ederken sosyalleşme süreçlerinin insanlar üzerinde güçlü bir etkisi olduğuna dair iddia ise tamamen meşru görülüyor.
Ayrıca Bauman öncelikle insanların dönüştürüldükleri şeyi değiştirmek için en nihai bir çabayı sarfetmeleri gerektiğini öne sürüyor. Bu yüzden direnme ve değiştirme yönünde bir istek; efor, kararlılık ve sabır gerektirir: açıkçası, insanın kendini akışa bırakması ve konformizme boyun eğerek ve uysalca yaşaması daha kolaydır.

Konuya yönelik sosyopsikolojik bir yaklaşım hem içselleştirilmiş hem de kurumlaşmış boyutları anlamamıza yardımcı oluyor. Örneğin;  Piaget toplumsallaşmanın bilişsel gelişimdeki önemli rolünün altını çizerken, Freud aile düzeninin sağlam bir ahlâki ve kişisel kimliğin edinilmesini sağladığını söylerken sosyolog Herbert Mead ise  benlik ve sosyal kimlik kavramının eş zamanlı edinilmesine işaret ediyor.

1984 yılında şair, oyun ve metin yazarı Maureen Duffy insan ve  insan olmayan canlıların arasındaki ilişkiler üzerine bir kitap yazdı, bu kitaptan söz eden neredeyse hiç kimse yok artık. Ancak kitabı “Men and Beasts: An Animal Rights Handbook” mükemmel bir şekilde çocuk yetiştirmenin sosyolojik boyutlarından söz ediyor. Örneğin, bazı modern İngilizlerin ampirik gerçekliğini ifade ederken şöyle yazıyor, “ ben et yiyen bir dünyada büyüdüm”. Sosyal antropolog Nick Fiddes et yemenin gerekliliği ve hatta iyiliğiyle  ilgili bir çok mitolojiler(et-olojiler) bulunduğunu gösterdi. Duffy etin kendi içinde iyi olduğuna inanarak yetiştirildiğini söylüyor ve et barındırmayan bir yemeğin de içinde iyilik taşımadığına inanıyordu. Genç Maureen Duffy için et tanıdığı herkesin yemeyi istediği birşeydi, bazıları için ekonomik anlamda zor olsa bile.

Eğer bazı insanlar insan yemiyorsa o zaman bunun sebebi bu insanların ancak başka bir sosyal sınıfa ait olduklarındandı. Oların etten “o nazik kaçınışları” bir çeşit sosyal duruş sağlıyordu bu insanlara ya da daha pratik olarak aslında genelde tükettikleri rosto oyunundan farklı bir varyasyon sağlıyordu. Beyaz ekmek gibi bazı temel besinlerin sadece mide doldurmaya yaradığı kabul ediliyordu ama “et yemekleri”nin kesinlikle büyümek ve sağlıklı olmak için gerekli olduğu düşünülüyordu, öyle ki sanki ölü bir hayvanı yemenin o hayvanın gücü ve kuvvetini onu yiyen insana transfer edilmesi gibi bir durum söz konusu oluyordu.

Duffy denizleraşırı yolculuklar yaparak İngiltere’de yabancıların yiyeceği diye kabul ettiği şeyin yavaş yavaş normal kabul edilmesini gözlemlemesi üzerine  et yemeyi de içeren dünyaya dair bir açıklama bulması gerektiğini hissetti. Elbette halihazırda hayvanlara zarar vermeyi açıklayan bir çok geleneksel açıklama vardı, en dinsel, felsefi ve hayvan refahçılığı görüşler de bu açıklamalara dahildi, Duffy bu bakış açılarını tek tek edindiğini söylüyor.

Eğer davranışın sosyolojik örüntülerinin, uzun vadeli sosyal görüşlerin ve yaygın olarak kabul edilen tavırların ve oryantasyonların temelindeki sosyolojik örüntüleriyle  ilgili geçerli bir kavrayışa ulaşılmak isteniyorsa toplumsallaşma gibi toplumsal süreçlerin etkisi göz ardı edilmemelidir. Bireylerin hepsini bir arada tutan gruba bağımlı olduğunu söyleyen Bauman son derece doğru konuşuyor olabilir, öte yandan David DeGrazia dominant değerlere ve düşüncelere direnmenin hem sıradışı bir şekilde zihinsel bağımsızlık hem de büyük bir efor gerektirdiğini söylüyor.

Ancak insanlar toplumsallaşma sürecinden kopabilirler ve koparlar; tür ayrımcısı insanlar arasında hayvan haklarını savunanların bulunması bu iddiayı kanıtlıyor.

Ancak; tam da toplumsallaşma süreçlerinin güçlü sosyal etkileri olduğu için, insanların hayvan hakları taleplerinin hem yaygın hem de sık sık duyulduğu bir dünyada sosyalleşmeleri hayvan hakları davasına oldukça faydalı olurdu. Ne yazık ki günümüz toplumunda insanların gerçek hayvan hakları görüşlerine dair bir şeyler duyabilmesi oldukça zor. Bu tür görüşler genelde yeni refahçı görüşlerin kakafonik retorikleri arasında kaybolup gidiyor. Hayvan refahçılığı ve  onun yasal düzenlemeleri tamamen kendini akışa bırakmaktan ibaret. Geleneksel hayvan refahçılığı arzu edilen türden bir insan-insan olmayan canlılar ilişkisi kurmak adına hiç bir derin ve kök değişimlerin gerekli olmadığını düşündürüyor insanlara. Yeni refahçılık sözde radikal bir değişim talep ediyor, ama pratik anlamda hem ağır ağır işliyor hem de “gerçekçi” reformlar talep ediyor, o kadar. Toplum ise refahçı nosyona göre içinde zulüm barındırmayan hayvan sömürüsündeki bütün gereklilikleri yerine getirecek sosyal kontrol mekanizmalarının gerçekliğine dair ekstra bir çaba görmek istiyor.

Sosyal süreçlerin sosyolojik anlamda kavranışı ile beraber bu oryantasyonun neden bir çok insan için göz boyayıcı bir imaj çizdiğini anlamak hiç zor değil. Ancak, hayvanları koruma toplumunda ya da başka topluluklarda bulunan bir çok insanın refahçı yönergeler içerisinde çalışmak yerine kültürel tür ayrımcılığına karşı koyup meydan okuyacak iddialar ve taleplerde bulunmak için gerekli bütün araç gereci ve olanakları bir araya getirmesi gerekiyor.

http://human-nonhuman.blogspot.com/

Çeviri: CemCB

http://hayvanozgurluguhareketi.wordpress.com/2011/06/26/hayvanlara-zarar-vermenin-sosyolojisi/#more-1191

June 29, 2011 Posted by | anti-otoriter / anarşizan, türcülük, doğa / hayvan özgürlüğü | 2 Comments

Tahta Kasalardaki Bebekler – Karen Davis

Komşunuz yavru köpeğini sürekli bir kafeste tutsaydı, asla dışarı salıp oynamasına izin vermeseydi ne yapardınız? Eğer o kafes dar bir kapalı bölme olsaydı ve yavru köpek bacaklarını uzatarak yatamasın ya da sağa sola dönemesin diye boynundan zincirli olsaydı peki? Herhalde polise haber verir ve hayvanlara yönelik bir zulüm olduğunu bildirirdiniz. 

İşte veal danaların çoğunluğuna böyle davranılıyor. (Veal- özellikle dana eti olarak yenmek adına öldürülen hayvanlara verilen isim) Sırf bu anlamda tamamen yasal bir durum söz konusu- yasal; çünkü çoğunluğa yapılan şey bu ve bu yüzden de standart bir tavır olarak kabul ediliyor. Standart tarım pratikleri bir çok eyalette ve ülkede hayvan zulmüyle ilgili maddelerden muaf tutuluyor.

Veal danalar süt endüstrisinin bir atık ürünü. Doğumdan bir ya da  iki gün sonra bu yavrular annelerinden koparılıyor ve bu kasalara kapatılıyorlar. Sırf anemi olmaları için içinde demir barındırmayan besinlerle besleniyorlar; bunun sebebi ise demir eksikliği sebebiyle renklerinin oldukça hafif olması, midesine düşkün pezevenkler için ise bu çok hoş bir şey. Veal dana üretim dergisi okurlarını şöyle uyarıyordu “ lütfen kasalardan demiri muhakkak uzak tutun”. Demir çivi bile kullanamıyorlar, çünkü zavallı danalar bu demir çivileri yalıyor ve böylece etlerinin o hafif rengini bozmuş oluyorlar.

Veal danalar hayatlarının on altıncı haftasında öldürüldüklerinde yürüyemeyecek kadar hasta oluyorlar. Her on vealden biri bu kasalarda esaret içinde  ölüyor.

nonhumanslavery.com

http://hayvanozgurluguhareketi.wordpress.com/2011/06/26/tahta-kasalardaki-bebekler/

June 29, 2011 Posted by | anti-endustriyalizm, savaş karşıtlığı, somuru / tahakkum, türcülük, doğa / hayvan özgürlüğü | Leave a comment

Hediye Olarak Satın Alınan Köleler

 

Uzun zamandır yaşayan varlıkların sahibi olabileceğimizi düşünen insanların sorunları üzerine düşünüyorum. Dünyanın her tarafında erkeklerin kadınların sahip olduğu bir çok bölge var. Başka bölgelerde aileler çocuklarının sahibiler, bu çocuklar köle olarak satılıyorlar. Bir canlı bir metaya dönüştüğü an bu canlının sahibi bu metaya canı ne isterse yapmaya yasal olarak hak sahibi oluyor.

 

Bu blogu okuyan herkes hiç bir insanın bir eşya olmadığı ve hiç bir insanın bir eşya olarak satın alınmaması ve satılmaması gerektiği konusunda hemfikirdir. Burada bir sorun yok. Ancak pek de net olmayan başka birşey var, söz konusu insan  türünden olmayan canlılar olunca çizgiyi nerede çekmemiz gerektiğini bilemeyebiliyoruz. Evine, atına ya da köpeğine baktığımız insanlardan birisinin bir arkadaşı dün ineklerini otlamaları için araziye getirdi. Önce anneleri getirdi. Anneler stres altındaydı; çünkü yavruları yanlarında değildi. İki saat sonra adam bu sefer yavruları getirdi, her anne koşan çocuklarına doğru koşturdu, yavruları da onlara doğru koşuyordu. Ardından hem anneler hem de yavrular yük vagonundan mümkün olduğu kadar uzaklaştılar…tepelere doğru gidiyorlardı. Bu çiftçi kendini bu hayvanların sahibi olarak görüyor. Onların sahibi olarak, bu çiftçi onları ne zaman ayırmak gerektiğine ve onlardan birini ne zaman mezbahaya yollamak gerektiğine karar verecek.

 

Bir canlı varlığa sahip olmanın mantıksal ya da şefkat içeren bir açıklamasını bulamıyorum. Köpeğimizi umursuyoruz elbette; ama onun “sahibi” değiliz, o bizim bir eşyamız değil.

 

Heifer İnternational ve Outreach International gibi kuruluşlar canlı varlıkların harika hediyeler olduğunu düşünüyor, bu yüzden de bu kuruluşlar kendi yapılanmalarını canlı varlıkların(insan türünden olmayan canlı kölelerin) eşya gibi sahiplenilmesi gibi bir düşünce üzerine oluşturmuş. Her iki kuruluşun da insan türünden olmayan canlıların satışı, nakliyatı ve öldürülmesini içermeyen değerli programları da bulunuyor. Heifer’ın topluluk bahçelerine odaklanan programları var. Outreach Int’ın ise topluluklara eğitim, dikiş makinesi, giysi, su kuyuları, fırın, marangoz aletleri, tıbbi ilaçlar ve meyva ağacı ile arazi alanları sağlayan programları var.

 

Eğer Outreach Int kölelik içermeyen programlar sürdürürse onlara destek verip diğerlerinin de aynı şeyi yapmasını isterdim; ama mutlu insanların sevimli hayvanları kucaklarken gösteren fotoğrafları satın alıp bu hayvanları da topluluklara gönderdiğiniz zaman, işte bu kuruluşlar esas parayı orada kırıyorlar.

 

Diğer değerli programların yeterli olması yerine, keçiler, koyunlar, tavuklar, inekler, bufalolar, balıklar ve diğer canlılar güya bu topluluklara yardım etmek adına acı çekiyor ve  ölüyorlar.

Lütfen şu an ile önümüzdeki tatil sezonu için bu haberi yayın. Hayatınızdaki insanların sürdürülebilir seçimleri destekleyen, şefkat barındıran kuruluşlara bağışta bulunabileceklerini bilmelerini sağlayın. Canlıların bir eşya gibi kullanılmasını savunmayan bir çok gruba bağış yapabilirler. Ayrıca, eğer bu tür köleliğin sona erdirilmesi sizin için önemliyse lütfen canlı varlıkları “hediye” diye satan kuruluşlarla bağlantı kurun ve canlı varlıkların satışına son vermedikleri sürece programlarına destek vermeyeceğinizi bilmelerini sağlayın.

Bir eşya gibi düşünülmek istemem. En iyi fiyatı veren birisi tarafından satın alınmak ya da ona satılmak istemem. Bir birey olarak davranılmak isterim, gereksiz acı ve ızdıraptan uzak bir hayat yaşamak isterim. Bu sözlerim bütün canlılar için geçerli. En küçük bir sinek bile öldürmekten kaçar, hayatı seçer.

Hayatımın bir döneminde bir grup hayvana bakıp sadece onların bir tür olduğunu düşünüyordum. Bir grup inek, bir grup keçi, bir kuş gibi… Ama artık benim için herşey daha farklı. Onların bir çoğuyla yüzyüze, birebir tanıştım. Şimdi,  bu arazide eşya gibi sahiplenilmiş canlıların gözlerine bakıyorum, ve eşya değil onlarda bireyler görüyorum.  Bu canlıları ürün olarak pazarlayıp satan kataloglara baktığım zaman da aynı şey oluyor; orada türleri görmüyorum, bireyleri görüyorum. 

Rae Sikora /Plant Peace Daily/Hindistan

Çeviri: CemCB

http://hayvanozgurluguhareketi.wordpress.com/2011/06/28/hediye-olarak-satin-alinan-koleler/#more-1195

June 29, 2011 Posted by | anti-otoriter / anarşizan, somuru / tahakkum, türcülük, doğa / hayvan özgürlüğü | 1 Comment

Komünalist Proje – Murray Bookchin

Qijika Reş Dergisi / Sayı:3
 
Çeviren: Bilgesu Sümer[1]
 
Yirmi birinci yüzyılın en radikal zamanlara mı yoksa en gerici zamanlara mı tanıklık edeceği –ya da sadece zavallı bir sıradanlığın griliğine doğru mu sürükleneceği– büyük ölçüde sosyal radikallerin geçmiş iki yüzyıllık devrimci çağ boyunca birikmiş olan teorik, örgütsel ve siyasal zenginliğin içerisinden ne tür bir sosyal hareket ve program yaratabileceklerine bağlı olacaktır. İnsanlığın gelişiminin kesişen muhtelif yolları arasından seçeceğimiz istikamet, yaklaşan yüzyıllar için türümüzün geleceğini pekâlâ belirleyebilir. Bu akıldışı toplum bizi nükleer ve biyolojik silahlarla tehlikeye attığı sürece, bütün insani teşebbüslerin yıkıcı bir sonla karşılaşabileceği olasılığını göz ardı edemeyiz. Askeri endüstriyel kompleksin zarifçe tasarladığı detaylı teknik planların mevcudiyetinde, bu binyılın şafağında kitlesel medyanın kurguladığı gibi fütürist senaryolarda insan türünün kendini imha etmesi olasılığı da –yani insan geleceğinin sonu gibi–hesaba katılmalıdır.
 
Bu yorumlar çok kıyamet benzeri görülmesin diye, aynı zamanda insan yaratıcılığının, teknolojisinin ve hayal gücünün olağanüstü maddi gelişmeler üretebilme kapasitesinin olduğu ve de Saint-Simon, Charles Fourier, Karl Marx ve Peter Kropotkin gibi sosyal teorisyenlerin tasarladığı en dramatik ve en özgürleştirici vizyonun bile erişmeyi tahayyül ettiği özgürlük seviyesinin kat ve kat üstünde bir toplumu bahşedebilecek bir çağda yaşadığımızı da vurgulamalıyım.(1)Postmodern dönemin birçok düşünürü ahmakça bilim ve teknolojiyi insanlığın iyiliğine ve refahına karşı en temel tehdit olarak kabul etmiş olsa da, birkaç disiplin insanlığa maddenin ve yaşamın en gizli saklı sırları hakkında muazzam bir bilgi sunmuş bulunmaktadır, ya da bu disiplinler, türümüzün gerçekliğin önemli her veçhesini değiştirebilme kabiliyetine katkı sağlamıştır ve insani ve gayri-insani yaşam türlerinin hayatlarını iyileştirmiştir.
Bulunduğumuz konum itibariyle ya ucunda “tarihin sonunun” olduğu merhametsiz bir patikayı takip edip içi boş olayların bayağı bir şekilde art arda sıralandığı ve gerçek ilerlemenin yerine geçtiği bir yola gireceğiz ya da tarihin gerçek ve doğru bir şekilde vuku bulacağı bir yolda insanlığın gerçek anlamda akılcı bir dünyaya doğru ilerlediği bir patikadan geçeceğiz. Muhtemelen tarihin nükleer olarak yok edildiği bir felaketi içeren alçakça bir son ile tarihin akılcı olarak yerine getirileceği estetik güdülerle inşa edilmiş özgür ve bereketli toplum arasında tercih yapacağımız bir konumdayız.
 
Her ne kadar hâkim sınıfın (yani, burjuvazinin) rekabet halindeki şirketlerinin teknolojik harikaları bir ötekinin üstünde hegemonya kurmak için gelişiyor olsa da, mevcut toplumdaki öznel doğanın çok azı bunu kendi için kurtarabilir. Bir tür olarak, insanlık durumunda ve de insani olmayan doğal dünyada hayret verici nesnel ilerlemelere ve gelişmelere yönelik –özgür ve akılcı bir toplumun geliştirilebilecek türden ilerlemelere–araçlar üretme kapasitesine sahip olduğumuz bir zamanda, kesinlikle, fiziksel yok oluşumuza ziyadesiyle yol açacak sosyal güçlerin saldırısı karşısında ahlaken neredeyse çırılçıplak duruyoruz. Gelecek hakkındaki teşhislerin çok kırılgan olması anlaşılabilir ve bunlara kolayca güvenilmez. Kültürün yok olma noktasına kadar dehşet verici şekilde geriye gittiği kapitalist sosyal ilişkilerin insan zihninde daha önceden hiç olmadığı kadar kök salmasıyla kötümserlik çok yaygın hale geldi. Bugün birçok insan için, 1917-18 Rus Devrimi ve 1939’da sona eren İspanya İç Savaşının arasındaki yirmi yıllık dönemdeki umut dolu ve çok radikal kesinlikler neredeyse naif gözükmektedir.
 
Ama gene de daha iyi bir toplumu yaratma kararımız ve bunu nasıl yapacağımıza dair tercihimizbizim içimizden gelmelidir, bir ilahın yardımı olmaksızın, mistik olan “doğanın kuvveti” veya karizmatik liderlerin varlığı olmaksızın. Eğer daha iyi bir geleceğe yönelik bir yol seçeceksek, tercihimiz yeteneğimizin sonucu olmalıdır –ve sadece kendi yeteneğimiz– ve geçmişin maddi derslerinden öğrenmeli ve gelecek için gerçek ümitleri takdir etmelidir. İnsanlığın bilinç ve akıl doğrultusunda kendini gerçekleştirmesinden alıkoyan sosyal patolojiler ve tesadüfî hadiselerin karşısında, batıl inançların karanlık cehenneminden, ya da saçma bir şekilde, akademinin açtığı vadiden büyüyle gelen hayaletimsi aşırılıklara değil, tam da insanlığımızı oluşturan yaratıcı özelliklere ve doğal ve sosyal gelişmeye sebep olan temel özelliklerimize başvurmamız gerekecektir. Tarihi neredeyse her şeyin en azından maddi doğada mümkün olduğu bir noktaya getirerek –ve insan hayal gücünün ürettiği mistik ve dinsel varlıkların ideolojik olarak nüfuz ettiği bir geçmişi geride bırakarak– insanlığın daha önceden karşılaşmamış olduğu yeni bir meydan okuma ile yüz yüzeyiz. Bilinçli olarak kendi dünyamızı yaratmalıyız, şeytani fantezilere göre değil, düşüncesiz geleneklere göre değil, yıkıcı önyargılara göre değil, ama eşsiz bir şekilde sadece türümüze ait olan akıl, tefekkür ve de söylemin ölçütlerine uygun olarak bunu yapmalıyız.
 
Kapitalizm, Sınıflar ve Hiyerarşiler
 
Tercihimizi yaparken ne gibi faktörler belirleyici olmalıdır? İlk olarak, en büyük öneme sahip şey bugünün devrimcileri için hazır bulunan engin sosyal ve siyasal deneyim birikimidir, doğru düzgün kavrandığında, bu bilgi ambarı, bizden öncekilerin yaptığı korkunç hatalardan kaçınmak ve insanlığı geçmişteki başarısız devrimlerin korkunç musibetlerinden uzak tutmak için kullanılabilir. Ve vazgeçilemez derecede önemi olan şey ise fikirler tarihi tarafından yaratılmış olan ve oluşmakta olan radikal hareketleri, mevcut sosyal koşulların içinden insanlığın özgürleşmesinin besleneceği bir geleceğe fırlatabilecek yeni bir teorik sıçrama tahtasının potansiyelidir.
 
Ama karşılaştığımız sorunların kapsamından da tamamen haberdar olmalıyız. Net ve açık bir şekilde mevcut kapitalist düzenin gelişiminde nerede durduğumuzu anlamalıyız ve acil sosyal sorunları kavramalıyız ki yeni hareketin programında bu sorunlara bir karşılık bulabilelim. Kapitalizm, hiç kuşkusuz, tarihte belirmiş en dinamik toplumdur. Anlam açısından, emin olmak gerekirse, her zaman satılmak ve kâr için üretilen nesnelerin çoğu insan ilişkilerini istila ettiği ve vasıta olduğu bir meta değişim sistemi olarak kalacaktır. Fakat kapitalizm yüksek derecede değişken bir sistemdir, şirketlerin rakiplerinin aleyhine büyümediği takdirde ölmesi gerektiğine dair merhametsiz düsturu devamlı olarak geliştirmektedir. Böylece “büyüme” ve devamlı değişim kapitalist varoluşun en temel hayat kanunu olmaktadır. Bu, kapitalizmin hiçbir zaman sadece tek bir biçimde devamlı olarak kalmayacağı, her zaman temel sosyal ilişkilerden doğan kurumları dönüştürmek zorunda olacağı anlamına gelir.
 
Her ne kadar kapitalizm toplumda sadece son birkaç yüzyıl içerisinde baskın toplum haline gelmiş olsa da, önceki toplumların çeperinde uzun süredir var olmuştu: kentler ve imparatorluklar arasında büyük oranda ticari bir biçimde yapılanmış şekilde; Avrupa’nın Orta Çağı’nda zanaat biçiminde; bizim zamanlarımızda geniş çapta endüstriyel biçimde; yakın dönem kâhinlerine inanacak olursak, gelecek dönemde enformasyon biçiminde. Sadece yeni teknolojiler yaratmakla kalmadı, atölyeler, fabrikalar, endüstriyel ve ticari kompleksler gibi oldukça çeşitli ekonomik ve sosyal yapılar da oluşturdu. Kesinlikle Sanayi Devriminin kapitalizmi, aynı bir önceki dönemden kalan ve tamamen unutulmaya teslim olmuş izole köylü ailesi ve küçük zanaatkâr gibi bütün olarak yok olmadı. Geçmişin büyük bir kısmı şimdiki zamana dâhil edilir; hakikaten, Marx’ın ısrarla uyardığı gibi, “saf kapitalizm” yoktur ve yeni sosyal ilişkiler radikal olarak kurulana ve kuvvetle baskın olana kadar kapitalizmin erken biçimlerinin hiçbiri yok olmayacaktır. Ama bugün kapitalizm, her ne kadar kendi amaçları için kapitalizm öncesi kurumlarla birlikte var olsa da ve bu kurumları kullansa da (Marx’ın Grundrisse eserini bu diyalektik ilişkiyi görmek için inceleyin), banliyölere ve taşraya alışveriş merkezleri ve yeni tarz fabrikaları ile şimdi ulaşabilmektedir. Gerçekten, bir gün gezegenimizin ötesine de ulaşabileceği hiçbir şekilde manasız ve anlaşılmaz değildir. Her durumda, sadece yeni metalar üreterek, yeni istekleri yaratmak ve beslemekle kalmamıştır, ama aynı zamanda yeni sosyal ve kültürel meseleler de yaratmıştır ve bunlar mevcut sistemde yeni taraftarlar ve karşıtlar bulabilmiştir. Marx ve Engels’in ünlü Komünist Manifesto yapıtının kapitalizmin mucizelerini kutladıkları ilk kısmını burjuvazinin gelişmesiyle üretilen kapitalist başarıları –tabi ki neden olduğu korkunçlukları da– takip edebilmek için periyodik olarak yeniden yazmaları gerekirdi
Batı dünyasında bugün kapitalizmin en dikkat çekici özelliklerinden birisi oldukça basitleşmiş olan iki-sınıflı yapısıdır –burjuvazi ve proletarya–, Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’da öngörmüş olduğu gibi “olgun” kapitalizm safhasında baskın olacak bu yapının (ve neyin “olgun” olduğunu hâlâ bilemiyor olsak da, en azından “geç” ya da “ölüm döşeğinde” bir kapitalizmdir) yeniden kurulum sürecine girdiğidir. Ücretli emek ve sermaye arasındaki çatışma hiçbir şekilde yok olmamıştır, fakat en azından geçmişte olduğu gibi her şeyi kapsayan önemini yitirmiştir. Marx’ın beklentilerinin aksine, endüstriyel işçi sınıfı sayısal olarak azalmaktadır ve bir sınıf olarak geleneksel kimliğini durmadan kaybetmektedir –bu tabi ki hiçbir şekilde kapitalist sosyal ilişkilerin karşısında toplumun bir bütün halinde potansiyel olarak daha da genişlemiş ve belki de çatallanmış bir çatışmadan ayrı tutmamaktadır. Ağırlıkla sendikalistlerin ve Marksistlerin gerçekten de mistik bir anlam yükleyerek odaklandığı geleneksel proletarya, günümüz kültürü, sosyal ilişkileri, kent manzaraları, üretim şekilleri, tarımı ve taşımacılığı ile zihniyetinin kendi burjuva ütopyacılığının altında “tüketmek için tüketmek” şiarını edinmiş geniş ölçekte bir küçük burjuva tabakasına dönüştürdü. Yakasının renginden ya da üretim bandındaki konumundan bağımsız olarak proletaryanın yerine otomasyonun geçeceği ve hatta beyaz önlüklü makine ve bilgisayar operatörleri tarafından işletilen minyatürleşmiş üretim araçlarına dönüşeceği zamanları öngörebiliriz.
 
İlaveten, geleneksel proletaryanın yaşam standartları ve maddi beklentileri (sosyal bilincin oluşumunda hiç de küçük bir faktör değil!) muazzam şekilde değişti, bir ya da iki nesil önce yoksulluk seviyesinden göreceli olarak yüksek derece maddi bolluğa yükseldi. Eskinin çelik ve otomobil işçilerinin ve kömür madencilerinin hiçbir proleter sınıf kimliği taşımayan çocukları ve torunları lise diplomasını yeni sınıf statülerinin bir simgesi olan üniversite diploması ile değiştirdiler. ABD’de bir zamanlar çelişki içindeki sınıf çıkarları öyle bir noktaya geldi ki neredeyse Amerikan ailelerinin yüzde 50’si hisse ve bonoya sahip, öte yandan çok geniş bir kesim ise ev, bahçe ve kırda yazlık sahibi; kısacası o ya da şu şekilde bir mülk sahibidir.
 
Bu değişimleri göz önünde bulundurursak, geçmişin radikal posterlerinde resimlenen elinde kemik kıran cinste bir çekiç tutan, kol adaleleri kasılmış sert işçi erkek ve kadın yerine nazik ve terbiyeli (sözüm ona) “çalışan orta sınıf” geldi. Geleneksel olarak “Dünyanın bütün işçileri birleşin!” diye haykırmanın eski tarihsel manası giderek daha anlamsız hale geliyor. Marx’ın Komünist Manifesto ile uyandırmaya çalıştırdığı proletaryanın sınıf bilinci durmaksızın kan kaybediyor ve birçok yerde görüntü olarak yok oldu. Daha varoluşsal olan sınıf mücadelesi bertaraf edildi, emin olmak gerekirse, mevcut insanlık durumunda yer çekiminin burjuvazi tarafından bertaraf edilmesinden hiçbir farkı yok, ama eğer bugünkü radikaller sınıf mücadelesinin bireysel fabrikaya ya da ofise sıkıştırıldığınınfarkına varmazlar ise, karşımızda duran daha genelleşmiş mücadelelerin içinden yeni, belki de daha geniş bir sosyal bilinç biçiminin ortaya çıkabileceğini göremeyeceklerdir. Aslında, bu yeni sosyal bilinç biçimine, 1789 Devrimini ve geniş çaptaki hümanist sosyallik duygusu için çok önemli olan citoyen(yurttaş) kavramının yeniden doğması gibi yeni ve taze bir anlam verilebilir ki bu biçim Fransa’nın kırmızı horozunun daha sonraki devrimcileri barikatlara çağırmak için hitap şekli olmuştur.
Bir bütün olarak bakıldığında, kapitalizmin bugün üretmiş olduğu sosyal durum Marx ve Fransız devrimci sendikacılarının ortaya koyduğu basitleşmiş sınıf öngörüleriyle çok zıt durmaktadır. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, kapitalizm geniş çaplı yeni sosyal sorunları olağanüstü bir hızlılıkta yaratarak muazzam bir dönüşüme girdi, bu sorunlar iyileştirilmiş maaş, çalışma saatleri ve çalışma koşulları gibi geleneksel proleter taleplerinin de ötesine geçiyor: özellikle çevre, toplumsal cinsiyet, hiyerarşi, kentsel (civic) ve demokratik meseleler. Kapitalizm, aslında, tehditlerini tüm insanlık içingenelleştirdi, özellikle de dünyanın çehresini değiştirebilecek iklimsel değişikliklerle, küresel çaptaki oligarşik kurumlarıyla ve her yere yayılmış hızlı şehirleşme ile kentsel yaşamın temeli olan tabandan gelen (grassroots) siyaseti aşındırıyor.
 
Hiyerarşi, bugün, sınıf gibi telaffuz edilen–yöneticilerin, bürokratların, bilim insanlarının ve benzerlerinin görünürde hâkim gruplar olarak ortaya çıktığını belirleyen pek çok sosyal analizin genişliğine tanıklık ettiği– bir mesele haline geliyor. Statü ve çıkarların yeni ve ayrıntılı derecelendirmeleri yakın geçmişte olmadığı ölçüde önemli kabul ediliyor; geleneksel sosyalistler tarafından daha önceden merkeze konulan, açıkça tanımlanan ve militanca sürdürülen ücretli emek ve sermaye arasındaki çatışmayı bulandırıyor. Sınıf kategorileri artık ırk, cinsiyet, cinsel tercih ve kesinlikle ulusal ve bölgesel farklılıklara dayanan hiyerarşik kategorilerle birbirinin içine geçmiş durumdadır. Hiyerarşinin karakteristikleri olarak statü farklılaşmaları, sınıf farklarıyla birleşme eğilimi gösteriyor ve toplumun gözünde sınıf farklarının önemini sıkça aşan etnik, ulusal ve cinsiyet farklarının olduğu daha da her şeyi kapsayan bir kapitalist dünya ortaya çıkıyor.Bu fenomen tamamen yeni değil: Birinci Dünya Savaşı sırasında sayısız Alman sosyalist işçi proletaryanın kızıl bayrağı altında birleşmeye olan bağlılığını bir yana bırakarak, iyi beslenmiş ve parazit iktidarlarının ulusal bayraklarının altında toplandı ve süngü ve tüfeklerini Fransız ve Rus sosyalist işçilere doğrulttu –aynı şekilde, bunun karşılığında Fransız ve Rus işçilerin de kendi zalimlerinin ulusal bayraklarının altında yaptığı gibi.
 
Aynı zamanda, kapitalizm yeni, belki de devasa bir çelişki üretti: sonu gelmez büyümeye dayalı bir ekonomi ve doğal çevrenin kurutulması arasındaki çatışma.(2) Bu mesele ve onun dallanıp budaklanmış sonuçları artık insanların yemek ya da havaya ihtiyacı karşısında küçültülemez, hele hiç de göz ardı edilemez. Halen, sosyalizmin doğduğu Batı’daki en ümit verici mücadeleler gelir ve çalışma koşullarının yerine nükleer enerji, kirlilik, ormansızlaşma, şehirlerdeki keşmekeş, eğitim, sağlık, toplumsal yaşam ve az gelişmiş ülkelerde insanların bastırılması gibi konular üzerinde tecelli etmektedir –(her ne kadar seyrek de olsa) küreselleşme karşıtı hareketlerde görüldüğü gibi mavi ve beyaz yakalı “işçiler”, orta sınıf hümaniterlerle aynı saflarda yürümekteler ve ortak sosyal endişelere karşı odaklanmışlardır. Proleter savaşçılar orta-sınıftan gelenlerden ayırt edilemez olmuştur. Ayırt edici özellikleri mücadeleci bir militanlık olan güçlü kuvvetli işçiler, “ekmek ve kukla” tiyatro performansları arkasında yürümekte ve genel olarak ortak oyunculuktan görece az nasiplenmektedir. İşçi ve orta sınıftan gelenler artık birçok farklı sosyal şapkalar takmaktadır, yani, kapitalizmi kültürel olduğu kadar ekonomik temellerde dolaylı olduğu kadar doğrudan da meydan okumaktadırlar.
Bir yandan da, hangi yolu seçeceğimizde karar verirken, kapitalizmin eğer kontrol edilmezse gelecekte –ve illa ki çok ileri bir gelecekte değil– fark edilebilir bir şekilde bugün bildiğimiz sistemden farklılaşacağı hakikatini göz ardı edemeyiz. Kapitalist gelişmenin önümüzdeki yıllarda sosyal ufku geniş çapta değiştireceği beklenebilir. Yirmi birinci yüzyıl bitmeden önce fabrikaların, ofislerin, kentlerin, yerleşim alanlarının, sanayinin, ticaretin ve tarımın şöyle dursun, ahlaki değerlerin, estetiğin, medyanın, popüler arzuların ve benzerlerinin yoğun bir şekilde değişeceğini farz edebilir miyiz? Geçen yüzyılda, kapitalizm her şeyin üstünde, sosyal meseleleri –tabi ki, sınıflara bölünmüş ve sömürü içindeki insanlığın eşitlik, otantik uyum ve özgürlük temelli bir toplum yaratıp yaratmayacağına dair tarihsel sosyal sorun– on dokuzuncu ve erken yirminci yüzyılın özgürleşmeci sosyal teorisyenlerinin nadiren öngördüğü kesimlerin çözüm önerilerini de kapsayacak şekildegenişletti. Sınırsız yelpazede “taban çizgileri” ve “yatırım tercihleri” içeren bizim dönemimiz şimditoplumu büyük ve sömürücü bir pazar yerine dönüştürmekle tehdit etmektedir.(3)
 
İlerlemeci sosyalistlerin ilgilenmek zorunda olduğu toplum da radikal şekilde değişiyor ve gelecek yıllarda da değişmeye devam edecektir. Kapitalizmin getirdiği değişiklikleri ve ürettiği yeni ya da daha geniş çelişkileri anlamakta gecikmek son iki yüzyıldaki devrimci hareketlerin hemen hemen hepsinin yenilgisine neden olan tekrar eden felaket suçu işlemek olacaktır. Yeni bir devrimci hareketin geçmişten öğrenmesi gerek en öncelikli derslerden biri yeni popülist programıyla orta sınıfın geniş kitlelerini kazanmak olmalıdır. Kapitalizmin yerine sosyalizmi getirme çabalarının hiçbiri, isterentelijansiya olsun, ister Rus Devrimindeki üniformalı köylüler olsun, ya da entelektüeller, çiftçiler, dükkân sahipleri, memurlar, sanayideki idareciler ve hatta 1918-21 yılları arasındaki Almanya’daki ayaklanmalardaki yönetim şeklinde olsun, hoşnutsuz küçük burjuvazinin yardımı olmadan en ufak bir başarı şansı olmayacaktır. Geçmiş devrimci döngülerin en umut veren dönemlerinde bile, Bolşevikler, Menşevikler, Alman Sosyal Demokratlar ve Rus Komünistler yasama kuvvetlerinin mutlak çoğunluğunu hiçbir zaman elde edemediler. Sözde “proleter devrimler” istisnasız azınlık devrimleriydi, genelde hatta proletaryanın kendisinin içinde gerçekleştiler; başarılı olabilenler (genelde kısaca, bastırılmadan önce ya da devrimci hareketten tarihsel olarak uzaklaşmadan) burjuvazinin kendi askeri kuvvetlerinin etkin desteğinden yoksun olduğu ya da basitçe moralinin bozulduğu durumlara dayanıyordu.
 
Marksizm, Anarşizm ve Sendikalizm
 
Bilinen tanık olduğumuz değişimlere ve hâlâ şekillenen olaylara göre, sosyal radikaller tekstil fabrikasının sahibinin birincil hasmının fabrikadaki proleter olduğu ilk Endüstriyel Devrim sırasında doğmuş ideolojileri ve yöntemleri kullanarak vahşi (aynı şekilde oldukça yaratıcı) kapitalizme karşı duramazlar. (Fakirleşmiş köylüler ve feodal ve yarı feodal toprak sahipleri arasındaki çatışmadan çıkmış ideolojileri de kullanamayız.) Geçmişte anti-kapitalist olduğu iddia edilen ideolojilerin hiçbiri –Marksizm, anarşizm, sendikalizm ve sosyalizmin daha genel biçimleri– kapitalist gelişmenin ve teknolojik gelişmenin erken dönemlerindeki değerini ve geçerliliğini sürdürmemektedir. Ne de kapitalizmin zaman içinde tekrar tekrar yarattığı yeni meselelerin, fırsatların, problemlerin ve çıkarların çokluğunu kapsayabileceklerini umut edebilirler.
 
Marksizm sistematik bir sosyalizm biçimi oluşturmak için en kapsamlı ve bütünlüklü çabaydı, yeni bir toplumun hem maddi hem de öznel tarihsel önkoşullarına vurgu yapıyordu. Bu proje, mevcut kapitalizm öncesi iktisadi çözülme ve entelektüel kafa karışıklığı, görecelilik ve öznelcilik çağında yeni barbarlara hiçbir zaman teslim olmamalıdır. Bu yeni barbarların birçoğu kendini ideolojik gerilimin bir zamanlar bariyeri olan yerde yani akademi içinde evinde hissediyor. Marx’ın bize sağladığı, metanın ve meta ilişkilerinin bütünlüklü ve uyarıcı bir analizi, eylemci bir felsefe, sistematik bir sosyal teori, nesnel olarak temellendirilmiş ya da “bilimsel” bir tarihsel gelişme kavramı ve esnek bir siyasal strateji geliştirme çabalarına çok borçluyuz. Marksist siyasal fikirler, korkunç derecede yolunu kaybetmiş bir proletaryanın ihtiyaçları ve 1840’larda İngiltere’de, daha sonra Fransa, İtalya ve Almanya’da ve Marx’ın yaşamının son demlerinde son derece öngörülü şekilde gibi Rusya’da endüstriyel burjuvazinin uyguladığı hususi baskılar açısından fazlasıyla geçerliydi. Rusya’daki halk hareketinin yükselişine kadar (en ünlüsü, Narodnaya Volya), Marx, Avrupa ve Kuzey Amerika’da nüfusun çoğunluğunun ortaya çıkmakta olan proletarya olacağını ve kapitalist sömürü ve sefilleşme sonucu kaçınılmaz olarak devrimci bir sınıf savaşına gideceğini bekliyordu. Ve özellikle Marx’ın ölümünden bir hayli sonra 1917 ve 1939 yılları arasında, Avrupa hakikaten yükselen sınıf savaşı tarafından çevrilmişti ki işçilerin apaçık isyan ettikleri bir noktaya gelmişti. 1917’de, koşulların olağanüstü şekilde bir araya gelmesi hasebiyle –özellikle de Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla Avrupa’daki yarı-feodal sosyal sistemlerin fena halde istikrarsızlaşmasıyla– Lenin ve Bolşevikler, Marx’ın yazdıklarını kullanarak iktisadi olarak geri kalmış ama Avrupa’dan Asya’ya kadar on bir saat dilimini kapsayan büyük bir imparatorlukta iktidarı ele geçirmeye çalıştılar.(4)
Ama en geniş ölçüde, gördüğümüz gibi, Marksizm’in iktisadi öngörüleri on dokuzuncu yüzyılda fabrika kapitalizminin ortaya çıktığı döneme aittir. Sosyalizmin maddi önkoşulları ile ilgili göz alıcı bir teori olarak, ekolojik, kentsel ve öznel kuvvetlere ya da insanlığı devrimci bir sosyal değişime doğru harekete geçirebilecek etkili davalara hitap etmiyordu. Tam tersine, Marksizm yaklaşık bir yüzyıl boyunca teorik durgunluk yaşadı. Marksist teorisyenlerin ortaya çıkan ve geçen gelişmeler karşısında kafaları sıkça karışıyordu ve 1960’lardan beri teorisyenler çevreci ve feminist fikirleri kendi işçiciformülasyonlarına mekanik olarak iliştirdiler.
Aynı şekilde, –kendi otantik biçimini radikal şekilde kısıtlanmamış bir yaşam tarzını teşvik eden oldukça bireyci bir görüşle temsil ettiğine inandığım, genelde kitlesel eylemine yerine ikame edilen– anarşizm, Proudhoncu, basit aileye dayalı köylü ve zanaatkâr dünyasını ifade etmek için modern şehirden ve endüstriyel çevreden daha uygun düşer. Ben şahsen bu siyasal etiketi bir zamanlar kullandım, ama üzerine daha fazla düşünmek benim şu sonuca varmamı sağladı; kendini sıkça yenileyen aforizmaları ve öngörülerine bakılmaksızın, basitçe söylersek anarşizm bir sosyal teori değildir. Önde gelen teorisyenleri, eklektizme ve “paradoks”un ve hatta “çelişki”nin özgürleştirici etkilerine, Proudhoncu abartıyı kullanmaya görünüşteki açıklığını kutluyorlar. Buna göre, birçok anarşist eylemin içtenliğine dair hiçbir ön yargı beslemeden, “anarşizm” adına geçmişte oluşturulan birçok sosyal ve iktisadi yeniden inşa fikirlerinin çoğu genellikle Marksizm’den çekip alınmıştır (benim kullandığım “kıtlık-sonrası” kavramı dâhil ki konu üstüne okuyan birçok anarşisti anlaşıldığı kadarıyla kızdırmıştır). Maalesef, sosyalist terimlerin kullanılması genel olarak anarşistleri bize ne olduklarını anlatmalarından ve hatta ne olduklarını anlamamızdan alıkoymuştur: özerklik kavramının sosyalözgürlük yerine kişisel serbestliğin kuvvetle dayandığı bireyciler veya yapılandırılmış, kurumsallaşmış ve sorumluluk sahibi sosyal örgütlenmelere kendini adamış sosyalistler. Anarşizmin kendini düzenleme (auto-nomos) fikri Nietzsche’nin her şeyi kapsayan iradesinin radikal bir kutlamasına neden oldu. Gerçekte bu “ideolojinin” tarihi, birçok genç insanı ve estetikçiyi hiç de şaşırtıcı olmadık şekilde kendine çeken, acayipliğin sınırlarını zorlayan kendine has karşı koyma eylemleriyle bezenmiştir.      
     
Gerçekte, anarşizm, devlete kahramanca karşı koyulmanın kutlandığı, liberalizmin kısıtlanmamış özerklik ideolojisinin en aşırı formülasyonunu temsil etmektedir. Anarşizmin kendi kuralını koyma (autonomos) mitosu –toplumun üzerindeki veya hatta karşısındaki birey ve kolektif refaha karşı kişisel sorumluluğun olmaması hakkındaki radikal savı– Nietzsche’nin ideolojik yolculuğunun temelinde duran her şeye muktedir iradenin radikal bir onaylanmasına gitmektedir. Bazı kendinden menkul anarşistler hatta kitlesel sosyal eylemin faydasız olduğunu ve kendi özel meselelerine yabancı olduğunu ilan etmişlerdir ve İspanyol anarşistlerin grupçuluk (grupismo) dediği, sosyal olmaktan ziyade yüksek derece bireysel olan küçük-grup tarzı eylemi fetişleştirmişlerdir.
Anarşizm sıkça devrimci sendikalizmle karıştırılmıştır; devrimci sendikalizm oldukçayapılandırılmış ve sağlam temellerde geliştirilmiş bir özgürleştirici emek sendikacılığının kitleselbiçimidir ve anarşizmin aksine demokratik usullere, (5) eylem disiplinine, kapitalizmi elimine etmek için uzun vadeli ve örgütlü devrimci pratiğe bağlıdır. Anarşizmle olan yakınlığı güçlü özgürleştirici eğiliminden gelir ama Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’daki hemen her ülkedeki anarşistler ve sendikalistler arasındaki tatsız antagonizmanın uzun bir tarihi vardır. Yirminci yüzyılın başındaki İspanyol CNT ve Tierra y Libertad arasındaki; Rusya’daki 1917 devriminde anarşist ve devrimci sendikalist gruplar arasındaki; ABD ve İsveç’teki IWW arasındaki gerilimlerin tanık olduğu gibi özgürlükçü emek hareketlerinin tarihinden birçok renkli duruma da referans verebiliriz. Joe Hill’in Utah’daki idamının arifesindeki meydan okuyan düsturu “Yas tutmayın. Örgütlenenin!” karşısında birden fazla Amerikalı anarşist gücenmişti. Hâşâ, küçük gruplar ne Joe Hill’in ne de İspanyol özgürlükçü hareketinin çok ağır şekilde yanlış anlaşılmış idolü Salvador Seguí’nin aklındaki “örgütlenmeler” değildi. Biraz aklı karışmış anarşistler ve devrimci sendikalistlerin aynı örgütlenmede buluşmalarını mümkün kılan şey büyük ölçüde ortak kullanılan özgürlükçü(liberter)kelimesiydi. İspanya’da FAI’nin, anarşist Federica Monstseny tarafından temsil edildiği şekilde eğer hakikaten var olmuşsa da tam anlamıyla kafa karışıklığının örgütü olan CNT-FAI içerisinde Juan Prieto’nun temsil ettiği sendikalistlerle birlikte durmasının nedeni ideolojik anlaşılırlıktan öte sözsel bir karmaşaydı.
 
Devrimci sendikalizmin kaderi ouvrierisme, ya da işçicilik adı verilen bir patolojiye farklı derecelerde bağlıydı. İşçiciliğin içerdiği felsefe, tarih teorisi ya da siyasal iktisat Marx’tan, genelde parça parça ve dolaylı olarak alınmıştır –hakikaten, George Sorel ve erken yirminci yüzyılın diğer kendini geliştirmiş devrimci sendikalistleri olsun kendilerini açıkça Marksist olarak görüyorlardı ve pek çok diğeri de anarşizmden uzak olduğunu dile getiriyordu. Dahası, devrimci sendikalizm genel grev dışında sosyal değişim için bir stratejiden yoksundur. Rusya’da 1905 yılında Ekim ve Kasım aylarındaki devrimci ayaklanmalarla ilişkili genel grevler ortalığı karıştırsa da nihayetinde etkisiz olmuşlardır. Aslında, devletle doğrudan çatışmanın bir peşrevi olarak genel grev ne kadar değerli olsa da, sosyal değişim bağlamında devrimci sendikalistlerin grevlere yükledikleri mistik kapasiteye sahip değildirler. Genel grevlerin kısıtlamaları barizdir. Doğrudan eylemin dönemsel biçimleri olarak genel grevler,ne devrimle ne de kitlesel hareketi varsayan ve uzun oluşum yılları ile doğrultuya dair açık bir mantık gerektiren derin sosyal değişimlerle eşitlenebilir değildir. Hakikaten, devrimci sendikalizmin tipik birişçici anti-entelektüel damarı vardır, bu damar maksatlı bir devrimci yön çizme ve proleter “kendiliğindenliğe” saygı duyma çabalarını hor görür ki bazı zamanlar kendini derinden yok eden durumlara yol açmıştır. Kendi koşullarını analiz etmek için araçlardan yoksunken, İspanyol sendikalistlerin (ve anarşistler) 1936 yazında Franco’nun güçlerine karşı kazandıkları zaferin ardından kendilerini buldukları konumlarını anlamak için asgari kapasiteye sahip olduğu ve işçinin ve köylünün kuracağı yönetimi kurumsallaştırmak için “bir sonraki adımı” atabilmek için hiçbir kapasitelerinin olmadığı ortaya çıktı.
 
Bu gözlemler Marksistlerin, devrimci sendikalistlerin ve otantik anarşistlerin, siyaseti kentsel arena ve insanların demokratik olarak ve doğrudan kendi topluluk meselelerini idare ettikleri kurumlar olarak anlamaları gerekirken, siyaset mefhumunda aldanmış olduğu noktasına çıkıyor.Gerçekten de Sol, devlet idaresi ve siyaset arasındaki fark konusunda defalarca hataya düştü ve bu iki olgunun sadece radikal olarak farklı değil, aynı zamanda radikal olarak gerilimde–hakikaten, birbirinin karşısında– olduğunu anlamak konusunda ısrarla yanıldı.(6)Başka bir yerde yazdığım gibi, tarihsel olarak siyaset –ayrıcalıklı sınıfın çıkarları doğrultusunda yurttaşlığa tahakküm kurulması ve yurttaşlığın sömürüsünün kolaylaştırılması için profesyonel bir makine olarak tasarlanan bir aygıt olan– devletten türemedi. Daha ziyade, siyaset, adeta tanımı gereği, kendi şehre ait meselelerini ele almalarında ve kendi özgürlüklerinin savunulmasında özgür yurttaşların etkin yükümlülükleridir. Siyasetin, Fransız devrimcilerin 1790’larda civicisme dedikleri şeyin “somutlaşmış” hali olduğu tam olarak söylenebilir. Gayet uygun şekilde, gerçekten, politika kelimesi Yunanca “kent” ya da polis, kelimesini barındırır ve klasik Atina’da, demokrasi ile birlikte kullanımı kentin yurttaşlar tarafındandoğrudan yönetilmesiyle anlamına gelir. Özellikle sınıfların oluşumun işaret ettiği, yüzyıllar boyunca süren kentsel çözülme, devletin üretilmesi ve siyasal alanın devlet tarafından aşındırılarak emilmesi için zorunluydu.
Marksistlerin, anarşistlerin ve devrimci sendikalistlerin siyasal alan ve devletçi alan arasında, prensipte, hiçbir farkın var olmadığı inancı tam da Solun ayırt edici bir özelliğidir. Siyasal iktidarın olduğu kadar iktisadi gücün de bulunduğu mahal olarak ulus-devlete –“işçi devletini” de kapsayarak– vurgu yaparak, Marx (özgürlükçüler gibi) işçilerin, güçlenmiş bir bürokrasi ve özünde devletçi (ya da eşdeğer olarak, özgürlükçülerin dediği gibi yönetime bağlı) kurumların arabuluculuğu olmaksızın devleti nasıl tamamen ve doğrudan kontrol edebileceklerini göstermekte feci şekilde başarısız oldu. Bunun bir sonucu olarak, Marksistler kaçınılmaz şekilde,“işçilerin devleti” olarak gösterilen siyasal alanı tek bir sınıfın, proletaryanın, çıkarlarına görünüşte dayalı olan, baskıcı bir varlık olarak gördüler.
 
Devrimci sendikalizm, kendi içinde, işçi komitelerinin fabrikayı idare etmesine vurgu yapar ve sosyal otoritenin mahalli olarak konfedere ekonomik konseyleri önerir, böylece ekonominin dışında var olan herhangi bir halk kurumunu basitçe bertaraf eder. Acayip bir şekilde, 1936 İspanyol Devrimi deneyiminde test edilen bu intikam peşindeki ekonomik determinizmin tamamen etkisiz olduğu kanıtlandı. Reel yönetim iktidarının geniş bir kesimi, askeri meselelerden adaletin idaresine kadar, İspanya’nın liberallerinin ve Stalinistlerinin eline geçti, onlarda ellerindeki otoriteyi özgürlükçü hareketle birlikte 1936 Temmuz’undaki sendikalist işçilerin devrimci kazanımlarını yıkmak için kullandılar, ya da bir romancının sertçe betimlediği şekilde “İspanyol Anarşizminin Kısa Yazı.”
Anarşizme gelince, Bakunin 1871 yılında takipçilerinin tipik görüşünü, yeni sosyal düzenin “kentlerde ve ülke çapında işçi sınıfının sosyal gücünü siyaset dışı ve siyasete karşı örgütlemek ve geliştirmek üzerinden” yaratılabileceğini, böylece aynı yılda İtalya’da tasdik ettiği belediye siyasetinin karakteristik tutarsızlığını ret ederek yazdığında ifade ediyordu. Buna uygun olarak, anarşistler heryönetimi bir devlet olarak gördüler ve buna göre kınadılar –bir görüş olarak sosyal yaşamın herörgütlü biçiminin ayıklanması için bir reçete. Devlet, baskıcı ve sömürücü sınıfın düzenlediği ve zor kullanarak sömürülen sınıfın davranışlarının hâkim sınıf tarafından kontrol edildiği bir araçken,yönetim –ya da daha iyi bir şekilde, yönetim biçimi– düzenli ve umutlu ve adil bir şekilde ortak sosyal yaşamın sorunlarıyla ilgilenmek için tasarlanmış kurumların topluluğudur. Toplumsal sorunları çözmek için bir sistem teşkil eden her kurumsallaşmış birliktelik –devletin mevcut olduğu ya da olmadığı– muhakkak bir yönetimdir. Tezat olarak, her devlet, ne kadar bir yönetim biçimi olsa da, bir kontrol ve sınıf baskısı kuvvetidir. Benzeşen Marksistler ve anarşistler için ne kadar sinir bozucu olsa da, sorumlu ve duyarlı bir yönetim için anayasa ve hatta yasaya nomos–yazılı olmaları yönünde!– atılan çığlıklar, yüzyıllarca monarkların, asillerin ve bürokratların kaprisli bir şekilde kullandıkları idareye karşı ezilen kesimler tarafından atılmıştır. Özgürlükçülerin, yönetimden hiç bahsetmiyorum bile, kanunlara karşı muhalefeti kendi kuyruğunu yiyen yılan kadar saçma bir görüntüdür. Geriye kalan şey varoluşsal bir gerçekliği dahi olmayan retinada zuhur etmiş bir görüntüden başka bir şey değildir.
Gelecek sayfalarda değinilen konular akademik bir ilgiden ötedir. Yirmi birinci yüzyıla girerken, sosyal radikallerin –özgürlükçü ya da devrimci– sosyalizme ihtiyacı var. Bu sosyalizm ne anarşizmin temelinde yatan köylü-zanaatçı temelli “birlikçiliğin” bir uzantısıdır ne de devrimci sendikalizm ve Marksizm’in çekirdeğini oluşturan proletaryacılıktır. Genç insanlar arasında bugün her ne kadar geleneksel ideolojiler (özellikle anarşizm) moda olsa da, özgürlükçü ve Marksist fikirlerden beslenen ama bu eski ideolojileri aşan gerçek anlamda ilerici sosyalizmin entelektüel liderlik sağlaması gerekmektedir. Bugün siyasal radikallerin, Marksizm, anarşizm ya da devrimci sendikalizmi basitçe diriltmeleri ve bu fikirlere ideolojik ölümsüzlük bahşetmeleri gerekli radikal hareketin gelişmesi için engelleyici olacaktır. Yeni ve kapsamlı bir devrimci görüş gereklidir, bu görüş sistematik olarak durmadan gelişen ve değişen kapitalist sistemin karşısında toplumun geniş bir kısmını potansiyel olarak muhalif hale getirecek genel meselelere hitap edebilmelidir.
Sınırsız gelişme temelli yağmacı bir toplum ve insani olmayan doğa arasındaki çatışma mevcut sosyal kriz ve anlamlı radikal değişimin açıklanması için ortaya çıkan bir fikirler topluluğuna sebep olmuştur. Sosyal ekoloji, insanlığın uygarlaşmasında hiyerarşi ve sınıfın ortak etkisiyle birbirini sarmış olan bütünlüklü bir sosyal gelişme vizyonu olarak sosyal ilişkileri doğal dünya ile koruyucu bir dengede yaşayabilmemiz için yeniden düzenlememiz gerektiğini yıllardan beri iddia etmektedir.(7)
 
“Eko-anarşizmin” basitleşmiş ideolojisinin aksine, sosyal ekoloji, ekolojik yönelimli bir toplumun geriye dönük olmaktan daha çok ileriye dönük olabileceğini iddia eder, primitivizme, sadeliğe ve ret etmeye değil, maddi zevklere ve rahatlığa güçlü bir vurgu yapar. Eğer bir toplum, üyeleri için hayatı oldukça zevkli kılabileceği kadar toplumdaki bireylerin canlı bir siyasal hayat ve uygarlığın oluşturulması için gerekli olan entelektüel ve kültürel gelişimleri için de faaliyetler yapabilecekleri kadar vakitlerinin olacağı şekilde kurulacaksa, teknik ve bilime iftira atmamalı hatta insan mutluluğu ve refahı vizyonu çerçevesinde değerlendirmelidir. Sosyal ekoloji, açlığın ve maddi imkânsızlığın değil bolluğun ekolojisidir; atıkların ve fazlalığın da, yeni bir değerler sistemi ile kontrol edildiği akılcı bir toplumun yaratılmasını hedefler; ve akıldışı davranışlar sonucunda eğer kıtlıklar oluşursa şayet, halk meclisleri demokratik süreçler üzerinden tüketimin akılcı standartlarını belirler. Kısaca, sosyal ekoloji, bireysel tuhaflıklardan kaynaklanan düşüncesiz davranış biçimleri yerine demokratik olarak halk meclisleri tarafından formüle edilen idare, planlama ve düzenlemeyi tercih eder.
 
Komünalizm ve Özgürlükçü Belediyecilik
 
Benim tartıştığım ve geldiğim noktaya göre Komünalizm, özgürlükçü belediyecilik ve diyalektik doğalcılık dâhil üzerinde detaylı ve tamamen düşünülmüş sistematik bir görüş olarak sosyal ekolojiyi kapsamak için en uygun ve çevreleyici siyasal kategoridir.(8)Bir ideoloji olarak Komünalizm daha eski Sol ideolojilerin –Marksizm ve anarşizmin, daha da uygun olarak özgürlükçü sosyalist geleneğin– en iyi kısımlarından beslenir ve günümüz için daha geniş ve geçerli bir bakış sunar. Marksizm’den, felsefe, tarih, iktisat ve siyaseti birleştiren akılcı, sistematik ve bütünlüklü bir sosyalizmi kurgulamaya dair temel projeyi alır. Açıkça diyalektiğe dayanarak, teori ve pratiği birleştirmeyi hedefler. Anarşizmden, devlet karşıtlığına ve konfederalizme bağlılığın yanı sıra hiyerarşinin yalnızca özgürlükçü sosyalist bir toplum tarafından üstesinden gelinebilecek bir temel sorun olduğu kabulünü alır.(9)
 
Yirmi birinci yüzyılda sosyalizmin felsefi, tarihi, siyasi ve örgütsel parçalarını kapsaması içinKomünalizm teriminin tercihi hafif bir tercih değildir. Kelimenin kökü, sadece Paris kent konseyini ve konseyin idari alt yapılarını savunmak için değil de cumhuriyetçi ulus-devletin yerine ülke çapında kentleri ve kasabaları bir konfederasyonda birleştirecek bir yapıyı kurmak için Fransız başkentinin silahlanmış halkının barikatlar kurduğu 1871 Paris Komününe dayanır. Komünalizm bir ideoloji olarak, anarşizmin sıkça açığa vurduğu akılcılık karşıtlığı ile veya Marksizm’in tarihsel yükü olan otoriterliğin Bolşevizm’de vücut bulduğu haliyle kirlenmemiştir. Ne fabrikaya birincil sosyal alan olarak ne de endüstriyel proletaryaya esas tarihsel fail olarak odaklanmaz ve geleceğin özgür toplumunu cafcaflı bir ortaçağ köyüne indirgemez. En önemli hedefi klasik sözlük tanımında açıkça verilmiştir: TheAmericanHeritage Dictionary of the English Language sözlüğüne göre Komünalizm, “görünürdeki otonom yerel toplulukların federasyon üzerinden zayıf bir bağla birbirine bağlı olduğu bir yönetim teorisi ya da sistemidir.”(10)
 
Komünalizm, siyasetin anlamını en geniş şekilde, en özgürleştirici yanlarıyla yeniden kazanmayı arar, aslında, zihnin ve söylemin gelişeceği arena olarak belediyenin tarihsel potansiyelini gerçekleştirmeyi hedefler. Belediye, en azından potansiyeli itibariyle, organik evrimin ötesindesosyalevrimin gelişeceği ve dönüşeceği alan olarak kavramsallaştırır. Kent, arkaik kan bağının sadece aileler ve kabilelere kısıtlı tutulduğu ve yabancıların dışlandığı –en azından yasal olarak– yer olmaktan çıkmıştır. Akrabalık, cinsiyet ve yaşa dayanan dar ve sosyo-biyolojik özellikler temelli hiyerarşilerin elimine edilip, paylaşılan ortak insanlığa dayalı özgür bir toplumla değiştirildiği bir alan olmuştur. Potansiyel olarak, bir zamanlar korkulan yabancının,–başlangıçta ortak yurdun korunan sakini ve zamanla kamusal arenada siyasi kararların oluşmasına katıldığı yurttaş olarak– topluluk tarafından tamamen özümsenebildiği alan olmaya devam etmektedir. Her şeyin üstünde, kurumların ve değerlerin zoolojide temellerinin olmadığı, medenî insan faaliyetine dayandığı alandır.
 
Bu tarihsel işlevlerin ötesine baktığımızda, fikirlerin özgürce mübadele edildiği, yaratıcı gayretin özgürlüğün hizmetinde bilinç kapasiteleri kazandırmasına dayanan bir birliğin kurulduğu yegâne alan belediyedir. İnsanlığın ve biyosferin sınıflar ve hiyerarşiler yoluyla boyun eğdirilmekte olduğu çevresel, sosyal ve siyasal aşağılanmaya son verecek bir bakışla, dünyaya –doğrusu yine de akılla oluşturulacak ve şekil verilecek bir dünyaya– yönelik proaktif, akılcı müdahalenin, mevcut ve önceden verili çevreyehayvani uyumu kökünden alt edebileceği alandır. Maddi sömürüden olduğu kadar tahakkümden özgürleşmiş –aslında, hayatın her yönünde insan yaratıcılığı için akılcı bir arena olarak yeniden yaratılmış– belediye iyi yaşamın etik mekânı olacaktır. Komünalizm bu yüzden bir düşünürün icadı olan saf hayal ürünü değildir: siyasal yaşamın, sosyal gelişmenin ve aklın diyalektiği ile kurulmuş kavram ve pratiklerine bağlılığı da ifade etmektedir.
 
Açıkça siyasi bir fikirler kütlesi olarak, Komünalizm, en büyük potansiyelleri ve tarihsel gelenekleriyle uyumlu bir biçimde, kentin (ya da komünün) gelişmesini yeniden kazanmaya ve ilerletmeye çalışır. Bu Komünalizmin belediyeciliği bugün olduğu haliyle kabul ettiği anlamına gelmez. Tam aksine, modern belediye birçok devletçi vasfı barındırır ve genel olarak burjuva ulus devletin bir faili olarak çalışır. Bugün, ulus-devletin hâlâ en muazzam varlık olarak görüldüğü zamanda, modern belediyelerin ellerindeki haklar, daha temel ekonomik ilişkilerin birer yan tesiriymiş gibi reddedilemez. Gerçekten de, büyük ölçüde, bunlar, halkın zorla kazandığı ve tarih boyunca –ve hatta burjuvazinin de karşısında– yönetici sınıfların saldırılarına karşı savundukları haklardır.
 
Komünalizmin somut siyasal boyutu, daha önceden kapsamlı bir şekilde yazdığım gibi, özgürlükçü belediyeciliktir.(11)Özgürlükçü belediyecilik programı içinde, Komünalizm, devletçi belediye yapılarını kararlı bir şekilde yok etmeye çabalar ve bu yapıların yerine özgürlükçü bir yönetim biçiminin kurumlarını koymaya çalışır. Kentlerin yönetim kurumlarını, semtlerde, kasabalarda ve köylerde konumlanan halkın demokratik meclislerine radikal bir şekilde dönüştürmeye çabalar. Bu halk meclislerinde, yurttaşlar –işçi sınıfı olduğu kadar orta sınıfın da dâhil olduğu– toplumsal meseleleri yüz yüze olma kaydıyla ele alırlar, doğrudan demokrasi içinde siyasal kararları verirler, hümanist ve akılcı bir toplum idealine gerçeklik kazandırırlar.
 
Asgari düzeyde, eğer tahayyül ettiğimiz türden özgür sosyal yaşama sahip olacaksak, demokrasiortak siyasal yaşamımızın bir biçimi olmalıdır. Bir belediyenin sınırlarını aşan sorunlara ve meselelere değinmek için, sırasıyla, demokratikleşmiş belediyeler daha geniş kapsamlı bir konfederasyon oluşturmak için birleşmelidir. Bu meclisler ve konfederasyonlar, tam da var oluşlarından ötürü, devletin ve devletçi iktidar biçimlerinin meşruiyetine meydan okuyabilir. Devlet iktidarını ve devletçiliği ortadan kaldırmayı, yerine halk iktidarını ve sosyal açıdan akılcı dönüştürücü bir siyaseti koymayı açıkça hedefleyebilirler. Ve sınıf çatışmalarının dindirildiği ve sınıfların yok edildiği arenalar haline gelebilirler.
 
Özgürlükçü belediyeciliği savunanlar, profesyonelleşmiş iktidar yerine halkın iktidarını getirme girişimlerini devletin ılımlı şekilde karşılayacağı konusunda kendilerini kandırmasınlar. Devletin kasabalar ve kentler üzerindeki egemenliğini çiğneyecek haklar talep edecek bir Komünalist harekete yönetici sınıfların kayıtsızca izin vereceği hususunda hiçbir yanılsamaya sığınmazlar. Tarihsel olarak, bölgeler, yöreler ve hepsinin üstünde kasabalar ve kentler, devletten (her ne kadar her zaman yüksek görüşlü amaçlar için olmasa da) kendi yerel egemenliklerini geri kazanmak için umutsuzca mücadele ettiler. Komünalistlerin, kasaba ve kentlerin iktidarını yeniden kurma çabası ile bunları konfederasyonlar olarak birbirine örme hedeflerinin ulusal kurumlardan gelecek artan bir direnişi tetikleyeceği tahmin edilebilir. Yani, devlete karşı bir ikili iktidarı/ gücü somutlaştıracak yeni halk meclislerinin oluşturduğu belediye konfederasyonlarının giderek artan bir siyasal gerilimin kaynağı haline geleceği apaçıktır. Ya Komünalist hareket bu gerilim yoluyla radikalleşip bunun tüm sonuçlarıyla tereddütsüz yüzleşecekti ya da kuşkusuz değiştirmeyi hedeflediği sosyal düzenin içine geri çeken bir tavizler bataklığına gömülecektir. Hareketin bu zorlukla nasıl karşılaşacağı onun mevcut siyasal sistemi ve kamusal eğitim ve liderliğin kaynağı olarak sosyal bilinci değiştirme değiştirmekteki arayışındaki ciddiyetinin net bir ölçüsüdür.
 
Komünalizm hiyerarşik ve kapitalist toplumun bütünlüklü bir eleştirisini yürürlüğe koyar. Toplumun sadece siyasal yaşamını değil, aynı zamanda iktisadi yaşamını da değiştirmek için çabalar. Bu açıdan, amacı ekonomiyi millileştirmek ya da üretim araçlarının özel mülkiyetine el koymak değil, ekonomiyi belediyeleştirmektir. Şöyle ki, her üretici teşebbüsü, topluluğun bir bütün olarak çıkarlarını karşılamak için nasıl işlev göreceğine karar veren yerel meclisin etki alanına dâhil etmek üzere, üretim araçlarını, belediyenin varoluşsal yaşamı ile bütünleştirmeyi amaçlar. Modern kapitalist ekonomide yaşam ve iş arasındaki ayrılık öylesine hüküm sürer ki yurttaşların arzu ve ihtiyaçlarını, üretim süreci içindeki yaratımın kurnaz meydan okumalarını ve üretimin düşünceye biçim vermek ve kendini tanımlamaktaki rolünü kaybetmeyecek şekilde bunun üstesinden gelinmesi gereklidir. V. Gordon Childe’in Neolitik dönemin sonundaki şehir devrimi ve kentlerin yükselişini anlatan kitabı “Kendini Yaratan İnsan” başlığına atıfta bulunacak olursak, bunu sadece entelektüel ve estetik olarak değil, aynı zamanda insan ihtiyaçlarının yanı sıra bu ihtiyaçları tatmin etmek için üretim yöntemlerinin genişletilmesiyle de yapar. Kendimizi –potansiyellerimizi ve onların gerçekleşmesini– sadece doğal dünyayı dönüştürmekle kalmayan aynı zamanda kendimizi oluşturmamıza ve kendimizi tanımlamamıza giden yaratıcı ve yararlı çalışma vasıtasıyla benliklerimizi keşfederiz.
 
Rus ve İspanya devrimlerindeki “kolektifler” gibi, birçok öz-yönetimli girişimlere bela olmuş dar görüşlülükten ve en nihayetinde mülk sahipliği arzularından da kaçınmalıyız. Öz-yönetimli “sosyalist” işletmelerin, hatta sırasıyla devrimci Rusya ve devrimci İspanya’nın kızıl ve kara-kızıl bayraklı işletmelerinin bile, en sonunda bunların birçoğunun birbirleriyle ham madde ve piyasa için rekabet etmelerine yol açan kolektif kapitalizm biçimlerine saptıkları hakkında yeteri kadar yazılmadı.(12)
 
En önemlisi, Komünalist siyasal yaşamda, farklı mesleklerden işçiler, halk meclislerinde işçilerolarak –baskıcılar, sıhhi tesisatçılar, metal işçileri ve benzerleri olarak kendi mesleki çıkarlarını koruyacak şekilde– oturmayacaklar, ama yaşadıkları toplumun genel yararı konusunda kaygıları ve ilgileri ağır basan yurttaşlar olarak yerlerini alacaklar. Yurttaşlar, işçiler, uzmanlar ve kendi hususi çıkarlarıyla birincil olarak alakalı fertler olarak hususi kimliklerinden özgürleşmelidirler. Belediye yaşamı, yurttaşların oluşturulduğu okul haline dönmeli, hem yeni yurttaşları içine almalı hem de gençleri eğitmeli ve bu arada meclislerin kendileri, yalnızca sürekli karar-verme kurumları olarak işlememeli aynı zamanda da insanları karmaşık kentsel ve bölgesel meseleler konusunda çözüm üretmeye dair eğiten arenalar haline de gelmelidir.(13)
 
Komünalist yaşam yolunda, fiyatlar ve kıt kaynaklara odaklı geleneksel iktisadın yerini insan ihtiyaçlarını ve iyi yaşamı dert edinen etik almalıdır. İnsan dayanışması –ya da Yunanlıların dediği gibi filia– maddi kazanımların ve bencilliğin yerine geçecektir. Belediye meclisleri sadece kentsel (civic) yaşamın ve karar almanın canlı arenaları olmayacak aynı zamanda ekonomik lojistiğin gölgeli dünyasının, uygun şekilde koordine edilen üretimin ve kentsel işlemlerin üzerindeki perdenin indirilip açığa kavuşturulduğu ve bir bütün olarak yurttaşlığın katılımına ve denetlemesine açık olacağı alanlar olacaktır. Yeni yurttaşın ortaya çıkması geleneksel sosyalizmin çıkarcı sınıfını ve Rus devrimcilerinin bir şekilde ulaşabileceklerini umut ettikleri “yeni adamın” aşılmasını işaret edecektir. İnsanlık artık on dokuzuncu yüzyıldaki büyük ütopya düşünürlerinin ve Marksistlerinin çabalarının getireceğini düşündükleri evrensel bilinç durumuna ve akılcılığa ulaşabilecektir. Bu insanlığın tür olarak maddi çıkar yerine akıl ve mantığa büründüğü ve kıtlık ve maddi yetersizlik ahlakı tarafından dayatılan haşin ahenk yerine maddi kıtlığın ötesine gücünün yeteceği yolu da açacaktır.(14)
 
Batının demokrasi geleneğinin kaynağı olan milattan önceki beşinci yüzyılın klasik Atina demokrasisi insanların komünal meclislerde ve bu belediye meclislerinin konfederasyonlarında vuku bulan yüz yüze karar verme süreçlerine dayanıyordu. İki bin yıldan fazla bir süredir, Aristo’nun siyasal yazıları kentin, insanların akıl, öz bilinç ve iyi yaşamı sağlayacakları arena olacağına dair farkındalığımızı defalarca yükseltmeye yaradı. Buna uygun olarak, Aristo polis’in –insanların en temel hayvansal ihtiyaçlarını karşıladığı ve otoritenin en yaşlı erkekte olduğu ihtiyaçlar alanı olan– aileden ya da oikos’tan çıkışının izini sürdü. Ama birden fazla ailenin bir araya gelmesinin “günlük ihtiyaçların karşılanmasından daha fazla bir şeyi hedeflediğini” gözlemledi(15); bu hedef en erken siyasal oluşum olarak köyün kurulmasını tetikledi. Aristo, en meşhur ifadesiyle, insanı (yani yetişkin Yunan erkeğini(16)) bir “siyasal hayvan” (politik onzoon) olarak tanımladı. Bu insan diğer aile fertlerini sadece maddi ihtiyaçlarını karşılamak için yönetmiyordu aynı zamanda aile, düşüncesiz eylemlerin, geleneklerin ve şiddetin yerine söylemin ve aklın öne çıktığı siyasal yaşama katılabilmesi için maddi önkoşulları sağlıyordu. Böylece, “birkaç köy, neredeyse ya da tamamen kendine-yeterli olmaya yetecek büyüklükte tek ve bütün bir toplum (koinonan) etrafında birleştiğinde, yaşamın çıplak ihtiyaçlarındankaynaklanarak ve iyi yaşamın var olması için devam ettirilen polis ortaya çıktı.”(17)
 
Aristo’ya göre ve antik Atinalılar için de aynısını farz edebiliriz, belediyenin uygun işlevleri böylece ne katı bir şekilde araçsaldı ne de hatta ekonomikti. İnsanların ortaklaşmasının yeri olarak belediye ve orada yaşayan insanların kurguladığı sosyal ve siyasal düzenlemeler insanlığın telos’u, insanlığın, tarihsel süreç içerisinde akıl, öz-bilinç ve yaratıcılık potansiyellerini gerçekleştirebilecekleri fevkalade bir arena idi. Böylece antik Atinalılar için siyaset, sadece yönetim biçiminin pratik meselelerinin ele alınmasını değil, aynı zamanda kişinin topluluğuna yönelik ahlaki yükümlülüklerinin bulunduğu kentsel etkinlikleri de ifade ediyordu. Bir kentin tüm yurttaşlarının kentsel etkinliklere etik varlıklar olarak katılması bekleniyordu.
 
Belediyeci demokrasi örnekleri sadece antik Atina ile kısıtlı değildir. Tam aksine, sınıf farklılaşmasının devleti oluşturmasından çok daha önce, görece seküler birçok kasaba yerel demokrasinin en erken kurumsal yapılarını oluşturmuştu. Antik Sümer kentlerinde, yedi ya da sekiz bin yıl önce “şehir devrimi” denilen şeyin başlarında halk meclisleri var olmuşlardı. Halk meclisleri bariz şekilde Yunanlılar arasında da görülmüştü ve Gracchus kardeşlerin yenilmesine kadar, cumhuriyet dönemi Roma’sında halkın iktidar merkezleriydi. Ortaçağ Avrupa kentlerinde ve hatta Rusya’da, bir süre boyunca özellikle Slav dünyasının en demokratik kentlerinden olmuş Novgorod ve Pskov kentlerinde, halk meclisleri neredeyse her yerde bulunuyordu. Halk meclisi, altı çizilmelidir ki, Büyük Devrimin hakiki itici gücü haline geldiği ve yeni bir siyasi örgütlenme için bilinçli faillerin oluştuğu 1793’teParis’in mahalle seksiyonlarında gerçek modern biçimine yaklaşmaya başladı. Özellikle demokratik Marksist eğilimler ve devrimci sendikalistlerin oluşturduğu demokrasi literatüründe hak ettikleri ilgiyi hiçbir zaman görmemeleri devrimci gelenekte var olan kusurların dramatik bir kanıtıdır.
 
Bu demokratik belediye kurumları, sıkça kanlı çatışmalar sonucu bastırılana kadar, normal olarak açgözlü kralların, feodal beylerin, zengin ailelerinin ve korsan işgalcilerin olduğu kavgacı bir gerilim içerisinde var oldular. Radikal tarih içinde ne kadar önemli olmuş olsa da sınıf çatışması içinde boğulmuş modern tarihteki her büyük devrimin kentsel bir boyutunun olduğuna ne kadar vurgu yapılsa azdır. Bu yüzden, 1640’lardaki İngiliz Devriminde Londra’nın devrimin esas mekânı olduğu belirtilmeden, ya da, aynı şekilde Fransa’daki farklı devrimler üzerindeki tartışmalarda Paris’e odaklanmadan, ya da Petrograd’a eğilmeden Rus Devrimini anlamak, ya da Barselona’nın 1936 İspanya Devrimindeki en ileri sosyal merkez olduğundan bahsetmeden düşünülemez. Kentin bu kadar merkezi olması salt bir coğrafi olgu değildir; her şeyin üstünde, devrimci kitlelerinin toplandığı ve tartıştığı, kitleleri besleyen kentsel geleneklerin geldiği ve devrimci görüşlerin yeşerdiği en derininde siyasal bir olgudur.
 
Özgürlükçü belediyecilik Komünalist çerçevenin tamamlayıcı bir parçasıdır, tıpkı sistematik bir devrimci düşünce bütünü olarak Komünalizm gibi, doğrusu onun pratiği de özgürlükçü belediyecilik olmaksızın anlamsızdır. Komünalizm ile otantik ya da “saf” anarşizm, arasındaki farklar Marksizmi bir kenara bırakalım, anarkososyalneo ve hatta özgürlükçü gibi ön adların kapsayacağından çok daha geniştir. Komünalizmi anarşizmin bir türevine indirgeme çabası iki fikrin de bütünlüğünü inkâr etmek olacaktır –aslında, demokrasi, örgütlenme, seçimler, yönetim ve benzeri kavramların iki farklı fikir tarafından kullanımı arasındaki farklılığı görmezden gelmek olacaktır. Bu siyasal terimi ortaya atan Paris Komünü mensubu Gutsa ve Lefrancais katı bir şekilde “anarşist değil, Komünalist olduğunu” ilan etmişti.(18)
 
Her şeyin ötesinde, Komünalizm iktidar sorunuyla bağlanmıştır.(19)Kendilerinin anarşist olduğunu belirtenlerin tercih ettiği “halk” garajları, basım evleri, gıda kooperatifleri ve ev bahçeleri gibi çeşitli türden Komüniter girişimlerine belirgin tezatla, Komünalizm taraftarları potansiyel olarak önemli olan iktidar merkezleriyle –belediye meclisi– seçimler üzerinden bir ilişki kurmak konusunda kendilerini seferber ederler ve bu merkezleri yasama kudreti olan mahalle meclisleri oluşturmak için zorlamaya çalışırlar. Bu meclisler, vurgulanması gerekiyor ki, mevcut durumda köyleri, kasabaları veya kentleri kontrol eden devletçi organları gayri meşru kılmak ve bu organlardan kurtulmak için her çabayı göstereceklerdir, bunun ardından da iktidarın tatbik edildiği gerçek motorlar olarak rol oynayacaklardır. Bir miktar belediye komünalist çizgide demokratikleştikten sonra, düzenli olarak belediye birliklerinde konfedere olup halk meclisleri ve konfedere konseyler yoluyla ulus-devletin rolüne karşı koyabilir, ekonomik ve siyasi yaşam üzerindeki kontrolü ele geçirmeye çalışabilirler.
 
Son olarak, anarşizmle karşılaştırıldığında Komünalizm çok sayıda insanın karar verebilmesi için tek eşitlikçi yol olarak çoğunluğun oylamasının karar verme sürecinde kullanılmasını açıkça önerir. Otantik anarşistler bu ilkenin –azınlığın çoğunluk tarafından “yönetilmesinin”– otoriter olduğunu ve konsensüse dayalı kararlar vermektense kararlar öne sürdüğünü iddia eder. Tek tek bireylerin çoğunluk kararlarını veto edebildiği konsensüs, toplumu bu şekilde ortadan kaldırmakla tehdit eder. Özgür bir toplum, üyelerinin Homeros’un bahsettiği lotus yiyiciler gibi hafıza, baştan çıkma ya da bilgi olmadan memnun mesut yaşadığı bir toplum değildir. İster beğenin ya da beğenmeyin, insanlık bilginin meyvesini yemiştir ve hatıraları tarih ve deneyimle yüklüdür. Yaşanan bir özgürlük halinde –kafe sohbetlerinin aksine– azınlıkların muhalif görüşlerini ifade etme hakları, çoğunluğun hakları kadar korunacaktır. Bu haklarda en ufak bir azalma bile topluluk tarafından düzeltilecektir –umarım ki nazikçe, ama eğer kaçınılmazsa, güç kullanarak– bu olmazsa eğer sosyal yaşam bariz bir kaosa sürüklenir. Aslında, yeni kavrayışların ve oluşmaya başlayan hakikatlerin potansiyel kaynakları olarak azınlıkların görüşlerinin değeri bilinecektir, eğer bunlar kısıtlanırsa toplumu yaratıcılık kaynaklarından ve gelişmenin ilerlemesinden yoksun bırakacaktır. Zira genel olarak yeni fikirler ilham gelmiş azınlıkların belirli bir zaman ve yerde hak ettikleri merkeziyeti aşamalı olarak kazanmaları sonucu ortaya çıkar –bu süreye kadar, gene, bu fikirler dönemin yok olmakta olan geleneksel aklı ile çarpışırlar ve bu fikirlerin donmuş ortodoks fikirlerin yerine geçmesi gerekmektedir.
 
Örgütlenme ve Eğitim İhtiyacı
 
Geriye şu soru kalıyor: bu akılcı toplumu nasıl başaracağız? Bir anarşist yazar iyi toplumun (ya da “doğal insanın” da dâhil, meselelerin gerçekten “doğal” eğilimi) uygarlığın baskıcı yükünün altında, tıpkı karın altındaki bereketli toprak gibi yattığını yazıyor. Bu mantıktan yola çıkarsak hepimizin iyi bir toplumda yaşayabilmesi için bir şekilde kardan kurtulmamız gerekiyor, yani kapitalizm, ulus-devlet, kiliseler, geleneksel eğitim kurumları ve o ya da bu şekilde bir tahakkümü ahlaksızca barındıran sonsuz türden kurumların hepsinden. Galiba anarşist bir toplum –bir kere devletin, yönetimin ve kültürel kurumların yalnızca ortadan kaldırılmasıyla– bir bütün olarak hazır şekilde ortaya çıkacak ve özgür bir toplum olarak işleyecek ve gelişecektir. Böyle bir “toplumu”, eğer buna bir toplum denilebilirse, ileriye yönelik olarak yaratmamız gerekmeyecek: sadece karın erimesini beklememiz yetecek. Özgür Komünalist bir toplumu akılcı olarak yaratma süreci özünde, yazık ki, Aborijin yerlilerinin masumiyet ve saadetine dair gizemli tasavvurlara sarılmaktan daha çok düşünce ve çalışma gerektirecektir.
 
Komünalist bir toplum, her şeyin ötesinde, dünyayı değiştirecek yeni bir radikal örgütlenmenin gayretleri üzerinde duracaktır, bu örgütlenmenin amaçlarını açıklayabilecek yeni bir siyasal lügate ve hedeflerini tutarlı kılan yeni bir programa ve teorik çerçeveye sahip olacaktır. Bu, her şeyin üstünde, eğitimin sorumluluklarını yüklenmeye gönüllü ve evet önderliğe kendini adamış bireylere ihtiyaç duyacaktır. Kelimeler tamamen gizemli olmadıkları ve gözlerimizin önündeki gerçekliği karartacak hale gelmediği sürece, en azından önderliğin her zaman var olacağının ve yok olmayacağının hakkını vermeliyiz çünkü İspanya’da olduğu gibi “militanlar” ve “etkili militanlar” gibi üstü kapalı sözlerle bulutlanmaktadır. CNT gibi erken ortaya çıkan gruplardaki birçok birey sadece “etkili militanlar” değillerdi, aksine deneyim, bilgi ve hikmet sahibi oldukları kadar etkili bir rehberlik sağlayabilmek için psikolojik yetilere sahip oldukları için görüşlerine daha fazla değer verilen –ve bunu hak ediyorlardı!– apaçık önderlerdi. Önderliğe ciddi bir özgürlükçü yaklaşım liderlerin gerçekliğini ve can alıcı önemini –liderlere duyulan saygının suiistimal edilmesi durumunda ya da önderliğin iktidarı kötüye kullanmaya başlaması durumunda diğer mensupların liderleri geri çağırabileceği ve liderlerin faaliyetlerini etkin şekilde kontrol edebilen ve değiştirebilen gerekli resmi yapıları ve düzenlemeleri kurabilmeyi, hem de fazlasıyla– gerçekten onaylar.
Özgürlükçü belediyeci hareket ciddiyetsiz ve değişen üyelere dayanarak değil, ama hareketin fikirlerinin, usullerinin ve faaliyetlerinin okulunda yetişmiş insanlarla işlemelidir. Bu insanlar, doğrusu, örgütlenmelerine –yapısı açıkça resmi bir anayasa ve uygun tüzükler ile düzenlenmiş bir örgütlenmeye–ciddi bir bağlılık göstermelidir. Üyelerinin ve liderlerinin sorumlu tutulduğu demokratik olarak biçimlenen ve kabul gören bir kurumsal çerçeve olmadan, açıkça ifade edilmiş sorumluluk standartları var olamaz. Aslında, tam da üyelerin anayasal ve düzenleyici koşullara karşı artık sorumlu olmadıkları zaman otoriterlik gelişir ve nihayetinde hareketin yok olmasına yol açar. Otoriterlikten [kurtulmuş bir –çn.] özgürlük en iyi şekilde iktidarın açık, özlü ve ayrıntılı bir paylaştırılmasıyla sağlama alınabilir, yoksa iktidar ve liderliğin “yönetim” biçimleri olduğuna dair yüksekten atmalarla ya da onların gerçekliğini gizleyen özgürlükçü metaforlarla değil. Tam da bir örgütlenme bu düzenleyici ayrıntıları ifade etmekte başarısız olduğu zaman hareketin yozlaşma ve çürüme koşulları ortaya çıkar.
 
İşe bakın ki, düzenleme karşısında kendi iradesini uygulama özgürlüğünü talep etmekte hiçbir sosyal tabaka şefler, krallar, soylular ve burjuvazi kadar ısrarcı olmamıştır; çok benzer şekilde, iyi niyetli anarşistler bile bireysel özerkliği uygarlığın “yapaylıklarından” özgürleşmenin gerçek ifadesi olarak görmektedir. Gerçek özgürlüğün alanında –yani, bilinç, bilgi ve ihtiyaç sonucunda somutlaşmış özgürlükte– gerçeklik karşısında ne yapıp neyi yapamayacağımızı bilmek yaşanan dünyanın sınırlarını bilme sorumluluğundan kaçınmaktan daha temiz, dürüst ve doğrudur. Yüz elli yıldan daha uzun bir süre önce çok bilge bir adam şöyle demişti: “İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama sırf kendi keyiflerine göre yapmazlar.”
 
Yeni Bir Sol Yaratmak
 
Uluslararası solun Marksist, anarşist, sendikalist veya muğlâk sosyalist bir çerçeveden Komünalist bir çerçeveye cesaretle ilerlemesinin gerekliliği bugün özellikle daha zaruridir. Sol siyasal fikirlerin tarihi içinde nadiren ideolojiler bu kadar vahşice ve sorumsuzca bulanmıştır; nadiren ideolojinin kendisi bu kadar küçük düşürülmüştür; nadiren “Birleşelim!” sloganları bu kadar umutsuzlukla atılmıştır. Şüphesiz, kapitalizme karşı gelen çeşitli eğilimlerin piyasa sisteminin itibarını sarsmak ve sonunda onu yok etmek için verdikleri çaba etrafında gerçekten birleşmelidirler. Böyle amaçlar için birlik paha biçilemez önemde bir arzulanan hedeftir: tüm Solun birleştiği bir cephe, meta üretimi ve değişimine dayalı kökleşmiş sisteme –tabi ki, kültüre– karşı koymak için ve baskıcı yönetimler ve sosyal sistemlerin karşısında kitlelerin önceki mücadeleleriyle kazandığı hakların geriye kalanlarını savunmak için gereklidir.
 
Fakat bu ihtiyacın aciliyeti, harekete dâhil olacakların birbirlerini eleştirmekten vazgeçmelerini ya da antikapitalist örgütlerde mevcut olan otoriter özelliklere dair eleştirilerini içlerine atmalarını gerektirmez. En azından çeşitli programlarının bütünlüğü ve kimliği konusunda uzlaşmasağlanmasına mecbur bırakır. Bugünkü harekete müdahil kişilerin büyük çoğunluğu postmodern görecelilik çağında büyümüş deneyimsiz genç radikallerden oluşmaktadır. Bunun bir sonucu olarak, hareket bugün deneysel tercihlerin kaotik olarak nesnel temeller üzerinde oturması gereken ideallerle görücü usulü evlendirildiği şevk kırıcı bir eklektizme bürünmüştür.(20)Fikirlerin açıkça belirtilmesinin değer görmediği ve terimlerin uygunsuz kullanıldığı, münakaşanın “saldırgan” daha da kötüsü “bölücü” olarak hor görüldüğü bir ortamda, tartışma zemininde fikirler oluşturmak zor olmaktadır. Fikirler, ideolojik anaokulunun kontrollü ortamında ve sessizlikte değil, görüş ayrılığı kargaşasının ve karşılıklı eleştirinin olduğu yerde büyür ve olgunlaşır.
Geçmişin devrimci sosyalist pratiklerini takip ederek, Komünalistler kitlelerin aciliyeti konusunda endişe duydukları konularda tatmin edilmesini talep eden asgari bir programın oluşturulmasına çalışırlar, bu asgari konulara örnek olarak daha yüksek maaşlar, barınma imkânı veya yeterli garaj alanı ve ulaşım hizmetleri verilebilir. Bu asgari program kitlelerin en temel ihtiyaçlarını karşılamayı ve gündelik yaşamı katlanabilir kılacak kaynaklara ulaşmalarını rahatlatmayı hedefleyecektir. Azami program ise, aksine, özgürlükçü sosyalizm altında insan hayatının nasıl olacağına dair bir görüntü sunacaktır, bu en azından görünüşte hiç bitmeyen endüstriyel devrimlerin etkisi altında mütemadiyen değişen dünyada ne kadar öngörülebilir toplum olabilecekse tabi.
 
Üstelik dahası, ne olursa olsun, Komünalistler programlarını ve eylemlerini bir süreç olarak görecektir. Hakikaten, her yeni talebin, daha radikal ve sonunda devrimci taleplere yol açacak yükselen talepler için sıçrama tahtası sağlayacağı bir geçiş programıdır. Geçiş dönemi talepleri arasında en çarpıcı örneklerden bir tanesi on dokuzuncu yüzyılda İkinci Enternasyonal’in profesyonel ordu yerine halkın milislerinin yaratılması için program niteliğinde yaptığı çağrıdır. Diğer durumlarda da, devrimci sosyalistler demiryollarının özel mülkiyete dâhil olup, özel olarak işletilmesi yerine kamulaştırılmasını (ya da, devrimci sendikalistlerin talep edebileceği gibi, demiryolu işçileri tarafından kontrol edilmelerini) talep ettiler. Bu taleplerin hiçbir tanesi kendi içinde devrimci değildi, ama devrimci mülkiyet ve işletme biçimlerine siyaseten geçiş yolları açtılar, bunun karşılığında da hareketin azami programına ulaşabilmek için bir tırmanma olacaktı. Bazıları adım adım yapılan uğraşları “reformist” olarak eleştirebilir ama Komünalistler, Komünalist bir toplumun yasamadan doğması için savaşmıyorlar. Bu taleplerin elde etmeğe çalıştığı şey, kısa vadede, insanlar ve sermaye arasında yeni ilişkilenme kurallarıdır –bu kurallar “doğrudan eylem” ile gündemi tamamen egemen sınıflar tarafından belirlenmiş protestoların karıştırıldığı bir zamanda çokça gereklidirler.
 
Bütün olarak, Komünalizm gözden kaybolmakta olan ya da çoğunlukla anlamsız hale gelen polisle çarpışmalara indirgenmekte veya hiçbir öğretici etkisi olmayan, ne kadar sanatsal olursa olsun ciddi konuları basitleştirmiş performanslara indirgeyen sokak tiyatrosu haline gelmekte olan kamusal bir eylem ve söylem alanını kurtarmaya çalışır. Aksine, Komünalistler, gerçek dünyada toplumsal olarak dönüştürücü bir rol oynayabilen uzun ömürlü örgütlenmeler ve kurumlar kurmaya çalışırlar. Kayda değer bir şekilde, Komünalistler belediye seçimlerinde aday olmaktan çekinmezler ve eğer seçilirlerse, seçilmiş olmaktan gelen iktidarlarını halk meclislerinin oluşturulması için gerekli yasamanın yapılması yönünde kullanırlar. Bu meclisler, yeri geldiğinde, en sonunda şehir görüşmeleri yönetiminin etkili biçimlerini yaratmak için iktidarı alacaklardır. Çünkü kentin –tabi ki kent meclislerinin de– ortaya çıkması, sınıflı toplumun ortaya çıkmasından çok öncedir, halk meclislerine dayalı konseyler doğası gereği devletçi yapılar değillerdir; belediye seçimlerine ciddi olarak katılmak, belediye konfederasyonlarının tarihsel özgürlükçü bakış açısını pratik, mücadeleci ve siyasal olarakgüvenilir bir halk alternatifi olarak önermek yoluyla reformist sosyalistlerin devletçi delegeler seçme girişimlerine eşit kuvvetle karşı çıkar. Gerçekten, parlamenter adayların fırsatçı olduklarını açıkça ilan eden Komünalist adaylar,özgürlükçü sosyalizmin nasıl yaratılacağı konusundaki tartışmayı –yıllardır cansız kalmış olan bir tartışmayı– hayatta tutar.
 
Varolan akıldışı toplumumuzu akılcı bir topluma dönüştürmenin bir aracı olarak mevcut fırsatlar hakkında hiç kimse kendini kandırmamalı. Varolan toplumu nasıl değiştireceğimize dair seçeneklerimiz hâlâ tarih masasının üstünde durmakta ve uçsuz bucaksız sorunlarla karşı karşıyadır. Ancak, şimdiki ve gelecek nesiller, mide bulandırıcı hesaplamalara dayanan kültüre ve biber gazı ve tazyikli su sıkan polislere tamamen teslim olmadıkça, elimizdeki özgürlükleri korumak ve nerede bir fırsat ortaya çıkarsa onları özgür bir topluma doğru genişletmekten vazgeçemeyiz. Şu anda bildiğimiz her ölçekte, ekolojik yıkım için eldeki tüm silahların ve araçların ışığında, radikal değişime duyulan ihtiyaç süresiz olarak ertelenemez. Açık olan şey şudur ki insanlar akılcı bir topluma sahip olmamak için fazlasıyla zekidir; yüzleştiğimiz en ciddi sorun ise insanların böyle bir toplumu gerçekleştirmek için yeterince akılcı olup olmadığıdır.
 
Bu yazı ilk olarak International Journalfor a RationalSociety Dergisi, Sayı 2, Kasım 2002’de yayınlanmıştır.
 
Notlar:
1.Listeye birçok, az tanınmış isim eklenebilir, ama özellikle bir tanesini hepsinin dışında tutmak istiyorum, o da Rus halkına 1917-18 yılında uygulanabilir devrimci bir program sunarken destekçilerinin gerçekte yalnız kaldığı Sol Sosyalist Devrimci Parti’nin cesur lideri Maria Spiridonova’dır. Kendi siyasal öngörülerini uygulayamamaları ve (ilk Sovyet yönetiminin kurulmasında en başta birleştikleri) Bolşeviklerin yerine geçememelerini, gelecek yüzyıldaki devrimci hareketlerin felaketle sonuçlanan yenilgilerine sadece yol açmadı aynı zamanda da katkıda bulunmuştur.
 
2.Açıkçası bu çelişkiyi –on dokuzuncu ve erken yirminci yüzyılda Marksistlerin oldukça belirleyici bir rol yüklediği bir çelişki olarak– kâr oranının genelde fark edilmesi zor olan azalma eğilimi ve bu yüzden de kapitalist değişimi işlemez kılmasından daha temel olduğunu düşünüyorum
 
3.Yeni teknolojik gelişmeler gösterme kapasitesini tükettiği vakitte bir toplumun yok olacağına dair Marx’a ait iddianın aksine, kapitalizm durmaksızın teknolojik devrimin olduğu –zaman zaman o kadar ürkütücü– bir safhadadır. Marx bu konuda hata yaptı: sosyal ilişkiler sistemini yok etmek için teknolojik durağanlıktan daha fazlası gereklidir. Yeni meseleler tüm sistemin geçerliliğine meydan okurken, siyasal ve ekolojik alanlar daha da önemli olacaktır. Alternatif olarak, kapitalizmin tüm dünyayı yok edebileceği –kısaca, Rosa Luxemburg’un “Junius” makalesinde uyardığı gibi “kapitalist barbarlığa” ulaşacağı– ve geriye sadece küller ve yıkıntından başka bir şey bırakmayacağı olasılığıyla yüz yüzeyiz.
 
4.Olağanüstü kelimesini kullanıyorum çünkü Marksist standartlara göre Avrupa 1914 yılında nesnel olarak sosyalist bir devrime hazır değildi. Kıtanın büyük bir kısmı, gerçekte, kapitalist piyasa veya burjuva sosyal ilişkiler tarafından sömürgeleştirilecekti. Proletarya –hâlâ köylüler ve küçük üreticiler denizindeki nüfusun çok bariz şekilde azınlığı olan– sınıf olarak önemli bir güce sahip olacak şekilde olgunlaşacaktı. Plekhanov, Kautsky, Bernstein ve diğerlerine yağdırılan aşağılamalara rağmen, onlar Marksist sosyalizmin kendini proletaryanın bilincine işlemesindeki başarısızlığı Lenin’den daha iyi anlamıştı. Her durumda, Luxemburg hem sözde “sosyal-yurtsever” hem de “enternasyonal” cepheyi kendi Marksist parti işleyişi görüşüne uyduruyordu, Lenin’le karşılaştırıldığında, şartlar ne olursa olsun “proletarya diktatörlüğünün” kurulmasına hazırlıklı olan savaş dönemi sosyalistlerinin içinde olduğu Sol’daki “örgütlenme sorunu “ hususunda Luxemburg başlıca rakipti. Birinci Dünya Savaşı hiçbir şekilde kaçınılmazdı ve proleter devrimlerin aksine demokratik ve milliyetçi devrimler doğurdu. (Rusya, bu açıdan, Macar ve Bavyera “sovyet” cumhuriyetlerden hiç farkı olmayan bir “işçi devletinden” daha fazlası değildi.)1939’a kadar, Avrupa bir dünya savaşının kaçınılmaz olduğu bir konumdaydı. (O zamanlar ait olduğum) Devrimci Sol açıkçası sözüm ona “enternasyonalist” konum alıp Müttefikleri (her ne kadar emperyalist patolojileri baki olsa da) dünya faşizmin öncüsü Üçüncü Reich’a karşı desteklemeyi ret ettiğinde derin bir hata yapmıştı.
 
5.Kropotkin, mesela, demokratik karar alma usullerini ret ediyordu: “Çoğunluğun yönetimi, diğer her yönetim türü kadar sakattır” diye iddia ediyordu. Kaynağı için şuraya bakın: Peter Kropotkin “Anarchist Communism: ItsBasisandPrinciples,” Kropotkin’sRevolutionaryPamphlets içinde Roger N. Baldwin editörlüğünde (1927; New York: tekrar basım Dover, 1970), s. 68.
 
6.Siyaset ve devletçilik arasında bir ayrım yapıyorum, şu kaynaklara bakabilirsiniz; Murray Bookchin,FromUrbanizationtoCities: Toward a New Politics of Citizenship (1987; London: Cassell, tekrar basım 1992), s. 41-3, 59-61.
 
7.Sosyal ekoloji üzerine, şu kaynaklara bakabilirsiniz; MurrayBookchin, TheEcology of Freedom: TheEmergenceandDissolution of Hierarchy (1982; Warner, NH: Silver Brook, tekrar basım 2002); The Modern Crisis(Montreal: Black RoseBooks, 1987); ve RemakingSociety (Montreal: Black RoseBooks, 1989).Son iki kitabın basımı bitmiştir; bazı baskıları Vermont’taki InstituteforSocialEcology in Plainfield (ise@sover.net) tarafından istenebilir.
 
8.Birkaç yıl önce, kendimi hâlâ bir anarşist olarak tanımlarken, “sosyal” ve “yaşam tarzı” anarşizmi arasındaki farkı ifade etmeye çalıştım ve Komünalizmin “anarşizmin demokratik boyutu” olduğunu savunduğum bir makale yazdım (bakınız Left Green Perspectives,sayı 31, Ekim 1994). Komünalizmin, anarşizmin demokratik ya da başka şekilde, salt bir “boyutu” olduğunu artık inanmıyorum; bunun yerine, Komünalizm henüz keşfedilmesi gereken kendi devrimci geleneği olan ayrı bir ideolojidir.
 
9.Şüphesiz, bu noktalar Komünalizm altında değişime gider: örneğin, sınıflı toplumların ortaya çıkışını anlatan Marksist tarihsel materyalizm, hiyerarşinin antropolojik ve tarihsel ortaya çıkışını anlatmak için sosyal ekoloji tarafından genişletilir. Marksist diyalektik materyalizm, gene, diyalektik natüralizm tarafından aşılır; ve anarko-komünist bir tanım olan çok gevşek bağlarla oluşturulmuş “özerk komünler federasyon” yerinebileşenleri yurttaş meclisleri vasıtasıyla demokratik tarzda işleyen, sadece konfederasyonun bir bütün olarakonayıyla geri çekilebildiği konfederasyon getirilir.
 
10.Bu az ve öz olan sözlük tanımında ilginç olan şey genel kesinliğidir: sadece “özerk” ve “gevşek bağlar” tanımlamalarına itiraz etmek istiyorum çünkü sınırlı ve tikelci hatta bir bütün olarak konfederasyonun parçaları arasındaki sorumsuz ilişkiden bahsetmektedir.
 
11.Özgürlükçü belediyecilik üzerine yazdıklarım 1970’lerin başına dayanıyor, özellikle de şu makaleme “Spring Offensi ve sandSummerVacations,” Anarchos, sayı 4 (1972). Daha önemli çalışmalarım arasında şunları sayabiliriz; FromUrbanizationtoCities (1987; London: Cassell, tekrar basım 1992), “Theses on LibertarianMunicipalism,” OurGeneration [Montreal], cilt 16, sayı. 3-4 (Bahar/Yaz 1985); “RadicalPolitics in an Era of Advanced Capitalism,” GreenPerspectives, sayı 18 (Kasım 1989); “TheMeaning of Confederalism,”GreenPerspectives, sayı 20 (Kasım 1990); “LibertarianMunicipalism: An Overview,” GreenPerspectives, sayı 24 (Ekim 1991); ve TheLimits of the City (New York: HarperColophon, 1974). Kısa ve kapsamlı bir özet için, şu kaynağa başvurabilirsiniz; JanetBiehl, ThePolitics of SocialEcology: LibertarianMunicipalism (Montreal: Black RoseBooks, 1998).
 
12.Bu tarz bir tartışma için, şu kaynağa bakınız; MurrayBookchin, “TheGhost of Anarchosyndicalism,”Anarchist Studies, cilt 1, sayı. 1 (Bahar 1993).
 
13. 1917 Rus Devrimi ve 1936 İspanya Devriminin en büyük trajedilerinden biri kitlelerin sosyal lojistik ve modern toplumda yaşamın gerekliliklerini idame etmek için gerekli karmaşık bağlar hakkında en ufak bilgiyi dahi elde etme konusunda yaşadıkları başarısızlıktır. Çünkü üretici teşebbüsleri idare etmeye ve kentleri işlevsel kılmaya muktedir uzmanlığa sahip olan eski rejimin taraftarlarıydı, işin hakikatinde işçiler fabrikaların tam kontrolünü ele geçirememişlerdi. Bunun yerine işletmelerin idaresi için “burjuva uzmanlara” bağımlı kalmak zorunda olmuşlardı. Bu uzmanlar işçileri durmaksızın teknokratik elitin kurbanları haline çevirmiştir.
 
14.İşçilerin sadece bir sınıf mensubu olmaktan yurttaşlara dönüşümünden başka yerlerde önceden bahsetmiştim; FromUrbanizationtoCities (1987; London: Cassell, tekrar basım 1995), ve “Workersand the Peace Movement” (1983), The Modern Crisisiçinde basılmıştır (Montreal: Black RoseBooks, 1987).
 
15. Aristo, Politics (1252 [b] 16), çevirmen: Benjamin Jowett, The Complete Works of Aristotleiçinde, Gözden Geçirilmiş Oxford Çevirisi, editör: JonathanBarnes (Princeton, NJ: Princeton UniversityPress, 1984), cilt 2, s. 1987.
 
16.İnsanlığın geleceği için özgürlükçü bir ideal ve özgürlüğün gerçek alanı olarak Atina’daki polis, şehrin nihai vaadinden çok uzakta kalmaktadır. Nüfusu köleler, bastırılmış kadınlar ve kentsel haklardan yoksun yerleşik yabancılar da içeriyordu. Sadece bir grup erkek yurttaş azınlık kamusal haklara sahipti ve şehri, geri kalan nüfusunun büyük kısmına danışmadan yönetiyorlardı. Maddi olarak, polisiçerisindeki istikrar yurttaş olmayanların emeğine dayanıyordu. Daha sonraki belediyelerin düzeltmesi gereken bazı muazzam hatalardan birkaçı bunlardır. Polis önemlidir, fakat özgürleşmiş bir topluma örnek olamaz ama o toplumun özgürkurumlarının başarılı şekilde çalışmasına örnek teşkil edebilir.
 
17. Aristo, Politics (1252 [b] 29-30), çevirmen: Jowett; vurgular eklenmiştir. Orijinal Yunanca metindeki kelimeler şu kaynakta bulunabilir; LoebClassical Library baskı: Aristo, Politics, çevirmen: H. Rackham (Cambridge, MA: Harvard UniversityPress, 1972)
 
18.Lefrancais’e Peter Kropotkin şurada atıf yapar; Memoirs of a Revolutionist (New York: Horizon Press, 1968), s. 393. Ben de kendimi aynı yorumu yapmakla zorunlu hissediyorum. 1950’lerin sonunda, anarşizm henüz ABD içinde esamisi okunmazken, sosyal ekoloji gibi daha sonradan diyalektik doğalcılık ve özgürlükçü belediyeciliğe zamanla dönüşecek felsefi ve siyasi fikirleri geliştirebileceğim ölçüde açık bir alan gibi gözüküyordu. Bu görüşlerin geleneksel anarşist fikirlerle tutarlı olmadığını çok iyi biliyordum, en azından kıtlık sonrası maddi olarak ilerlemiş önkoşulların yaşandığı modern özgürlükçü bir toplumu ima ediyordu. Bugün anarşizmin her zaman olduğu gibi çok basitleşmiş, bireyci ve akılcılık karşıtı bir psikolojinin içinde kaldığını görüyorum. Benim anarşizmi “sosyal anarşizm” adı altında kurtarma çabam büyük ölçüde bir başarısızlık oldu ve şu anda fark ediyorum ki fikirlerimi açıklamak için kullandığım terimler yerine anarşist ve Marksist geleneğin en görülür özelliklerinin de ötesine giden ve bu özellikleri bütensel olarak birleştiren fikir olarak Komünalizm demek zorundayım. Anarşizm kelimesinin yakın tarihte bolca görülen ve bu terim altında toplanan ve hatta “farklılıklara” açıklığını kutlarken çelişkili farklılıkları en aza indirmek ve tesviye etmek için kullanılması, anarşizme aslında birbiriyle keskin çelişkiler gösteren tüm eğilimlerin nüfuz etmesiyle sonuçlanmıştır.
 
19.1936 İspanya Devrim’de anarşistlerin iktidardan kaçınmasının yarattığı gerçek sorunların tartışması için, bu makalenin eki olan“Anarşizm ve İspanya Devriminde İktidar Sorunu” kısmına bakınız.[Bu yazının hemen ardından aşağıda yer almaktadır. -e.n.]
 
20.Nesnel derken sadece mevcut olan varlıklara ve olaylara atıfta bulunmadığımı, ama akılcı olarak kavranabilecek, geliştirilebilecek ve zamanla bizim dar anlamda dediğimiz gibi gerçekliklere dönüşebilecek potansiyellerden bahsettiğimin altını çizmeliyim. Eğer nesnel teriminin anlamı sırf cismani mevcudiyeti olanlardan ibaret olsaydı, hiçbir ideal ya da özgürlük umudu burnumuzun önünde mevcut olmadığı sürece nesnel olarak geçerli bir hedef olamazdı.
 
Ek:
 
Anarşizm ve İspanya Devriminde İktidar Sorunu – Murray Bookchin
Çeviren: Ahmet Sezer
 
Bugün anarşizm radikal çevrelerde le motdujour [her günkü sözcük]haline geldiğinde, anarşiye dayalı bir toplumla sosyal ekolojinin ilkelerine dayalı bir toplum arasındaki fark açıkça belirginleşir. Otantik anarşizm her şeyden önce bireysel kişiliğin tüm etik, siyasal ve toplumsal bağlardan özgürleşmesi arayışıdır. Fakat bunu yaparken tüm devrimcilerin toplumsal bir ayaklanma döneminde karşısına çıkan, çok önem taşıyan ve çok somut olan iktidar konusuna yönelmekte başarısız olur. İktidarın nasıl kazanılacağı ve özgürlükçü bir toplumda eşit bir şekilde nasıl dağıtılacağına yönelmektense, anarşistler iktidarı ele geçirilmemesi, imha edilmesi gereken özü itibarı ile kötücül bir şey olarak düşünürler. Örneğin Proudhon bir zamanlar iktidarı hiçbir sınır olmaksızın böleceğini ve tekrar böleceğini söylemişti, ta ki sonuçta var olmaya son verene kadar. Proudhon iyi bir şekilde, bireyin üzerinde otorite uygulayan yönetimin en küçük bütünlüğe kadar indirgenmesi gerektiğine yönelik iyi niyet beslemiş olabilir, ancak bu saptama iktidarın var olmasının gerçekten sona erebileceğini, yerçekiminin ortadan kaldırılabileceği mefhumu kadar saçma olan bir yanılsamayı devem ettirir.
Anarşizme başlangıcından itibaren sıkıntı veren bu yanılsamanın trajik sonuçları en iyi şekilde, 1936 İspanyol Devrimi’ndeki yaşamsal bir olayın incelenmesiyle anlaşılabilir. Temmuzun 21inde, İspanya’nın en büyük endüstriyel bölgesi Katalonya’nın ve özellikle başkenti Barselona’nın işçileri General Fransisco Franco’nun kuvvetlerini yenilgiye uğrattılar ve böylece Akdeniz kıyıları boyunca uzan an, birçok önemli şehir ve İberya yarımadasının kalbindeki hatırı sayılır bir kırsal bölge dâhil İspanya’nın en büyük eyaletlerinden birisi üzerinde tüm kontrolü ele geçirdiler. Kısmen özgürlükçü bir yerli kültürün ve kısmen de İspanya’nı kitlesel devrimci sendikalist işçi birliği CNT’nin etkisinin bir sonucu olarak, kırsal yörede daha radikal bir köylülük (tarımsal nüfusun oldukça büyük bir parçası) toprağı ele geçirir ve kolektifleştirirken, Katalan proletaryası, büyük bir savunma, komşuluk, tedarik, ulaşım ve diğer komite ve topluluklardan oluşan bir ağ organize etmeye başladı. Katalonya ve onun nüfusu, herhangi bir karşı saldırıya karşı genelde arkaik olan silahlarına rağmen yeterince iyi silahlanmış bir devrimci milis tarafından korundu ki bunlar iyi eğitimli ve iyi tedarikli ordu ve polis gücünü yenmişti. Katolonya’nın işçileri ve köylüleri gerçekte bir burjuva devlet makinesiniparçalamışlar ve kendilerinin yaratmış oldukları kurumlar yoluyla kamusal ve ekonomik ilişkiler üzerinde doğrudan kontrolü kendilerinin gerçekleştirdikleri ve radikal olarak yeni bir yönetim yarattılar. Çok açık terimlerle konuşulursa: Onlar iktidarı almışlardı –basit bir şekilde hâlihazırdaki baskıcı kurumların isimlerini değiştirerek değil, fakat gerçek anlamda tüm bu eski kurumları yıkarak ve kitlelere biçimleri ve içerikleri ile bölgelerinin ekonomi ve yönetim işlemlerini nihai olarak belirleme hakkını veren radikal olarak yeni olanlarını yaratarak.(1)
 
Büyük ölçüde olayların gidişatı nedeniyle, CNT’nin militan üyeleri kendi birliklerine (union) devrimci bir yönetim oluşturmak ve ona siyasal bir yön sağlamak için yetki verdi. Disiplinsizlikleri ile ünlü olmalarına rağmen, CNT üyelerinin çoğunluğu veya cenetistaslar, anarşist olmaktan ziyade özgürlükçü sendikalisttiler; kendilerini güçlü bir şekilde iyi planlanmış, demokratik, disiplinli ve koordine edilmiş bir organizasyona adamışlardı. 1936 Temmuzunda yalnızca ideolojiye gereken saygıyı göstererek değil fakat çoğunlukla kendi inisiyatifleriyle, devrimci harekete dayatılan herhangi bir dogmatik ideolojinin önceden belirlenmiş kalıplarını kırmak yoluyla mahalle konseyleri ve meclisleri, fabrika meclisleri ve aşırı derecede gevşek komitelerin büyük bir çeşitliliği gibi kendi özgürlükçü biçimlerini yaratmak için hareket ettiler.
 
23 Temmuzda, işçilerin yerel Francocu ayaklanmayı yenmelerinden iki gün sonra, CNT’nin Katalan büyük genel kurul toplantısı, işçilerin sendikanın eline verdikleri muazzam siyasal kontrol ile ne yapacaklarına karar vermek için Barselona’da toplandı. Kentin dış bölgeleri üzerinde kurulu militan Bajo de Llobregat bölgesinden birkaç delege ateşli bir şekilde toplantının özgürlükçü sosyalizmi ve eski siyasal ve toplumsal düzenin sonunu beyan etmesini istediler: yani, CNT’nin önderlik ettiği işçiler, genel kurul toplantısına, onların ele geçirdiği ve militanlarının dönüştürmeye başladığı topluma iktidarın verilmesini öneriyorlardı. 
Ona önerilen bu iktidarın kabul edilmesiyle, genel kurul, hali hazırda CNT’nin fiili yönetimi altında olan İspanya’nın oldukça hatırı sayılır ve stratejik bir bölgesindeki tüm toplumsal düzeni değiştirmek zorunda olacaktı. Eğer bu “Paris Komünü”nden daha sürekli olmasaydı bile, böyle bir adım çok daha hatırlamaya değer boyutları olan bir  “Barselona Komünü” doğurabilirdi. Fakat birliğim şaşkınlık içindeki çoğu militanına karşın, genel kurul üyeleri bu belirleyici önlemi almakta isteksizlerdi. Bajo de Llobregat delegeleri ve CNT militanı Juan García Olivier, devam eden itibarlarına dayanarak, genel kurulun zaten sahip oldukları iktidarı talep etmesine çalıştılar, fakat (iki CNT lideri olan) Federica Montseny’nin hitabeti ve Abad de Santillán’ın argümanları genel kurulu bu hamleye girişmemeye, bunu “iktidarın Bolşevik el geçirilişi” olarak ilan ederek ikna etti.
 
Bu hatanın anıtsal tabiatı bütünüyle kavranılmalıdır, çünkü anarşist ideolojinin içsel çelişkisini bütünüyle gözler önüne sermektedir. Bir yönetim şekli ile bir devleti ayırmayı başaramayarak, (büyük kısmı anarşist eğilimli Abad de Santillán ve Montseny rehberlik edilen) CNT liderleri işçilerin yönetimini kapitalist bir devletle karıştırdı, bu nedenle gerçekte kendi ellerinde olduğu bir zamanda Katalonya’da siyasal iktidarı reddetti. İktidarı uygulamayı reddederek zaten elde etmişlerdi, genel kurul iktidarı bu şekilde ortadan kaldırmadı, onu yalnızca kendi ellerinden en kalleş “müttefiklerinin” ellerine aktardı. Vurgulamaya gerek bile yok ki eski yönetici sınıf bu ölümcül kararı kutladı ve yavaş yavaş, 1936 sonbaharında işçilerin yönetimini bir yıllık bir süre zarfında “burjuva-demokratik” devlete dönüştürmeye devam etti, ardından verili koşullarda, gittikçe otoriterleşen bir Stalinist rejimin kapılarını açtı.
Tarihsel CNT genel kurul toplantısı, vurgulamak gerekir ki, birliğin kendi üyelerinin önemli bir kısmının hayatı pahasına kazandığı iktidarı basitçe reddetmekle kalmamıştı. Toplumsal ve siyasal yaşamın hayati bir niteliğine pek çok yeniyetme tarzda sırtını dönerek, yalnızca işçilerin CNT’nin ellerine zaten verdiği siyasal iktidarı reddetmekle kalmadılar, aynı zamanda iktidarın tam da meşruluğunu onaylamayıp –özgürlükçü, demokratik bir biçiminde dahi– ortadan kaldırılması zorunlu, hiç yok edilemez bir şeytan olarak bu şekilde suçlayarak gerçekliğin yerine bir hayali geçirmeye çalıştı. Hiçbir vaka, eğer Abad de Santillán’ın ütopyacı incelemesinin başlığını yazarının genel kurul toplantısındaki kendi davranışına karşı kullanacak olursak, “devrimden sonra” ne yapılacağını farkında olan en üstünkörü kanıtı, genel kurul –ya da CNT önderliğinin– kadar vermez. CNT, sonuçta, devrimleri ve teatral ayaklanmaları yıllarca çoğalttı; 1930ların başlarında, Gerçekte İspanya toplumunu değiştirmeye yeterli en küçük beklenti olmaksızın tekrar tekrar silahları eline aldı –fakat sonunda nihayet toplumda belirgin bir tesiri olduğunda, bunun etrafında kafası karışık bir şekilde durdu, kendi retoriğine gömülü olan hedeflerine ulaşmakta neredeyse tam da kendi kendi işçi sınıfı üyelerinin başarısı yüzünden kimsesiz kaldı. Bu bir cesaret eksikliği değildi; bu CNT-FAI’nin teorik kavrayışının, fiilen kazandığı iktidarı sürdürmeyi üstlenmek zorunda olabileceğini tartmaya dönük teorik kavrayış eksikliğiydi –gerçekten de, sürdürmekten korktu (ve anarşizmin mantıksal çerçevesi içinde asla almamalıydı) çünkü o iktidarı ortadan kaldırmaya çabalar, yalnızca proletarya ve köylülük tarafından kazanılmasını değil.
Eğer CNT liderliğinin bu hayati hatasından öğreneceğimiz bir şey varsa, o da iktidarın ortadan kaldırılamayacağıdır –o daima toplumsal ve siyasal yaşamın belirleyici bir niteliğidir. Kitlelerin ellerinde olmayan iktidar kaçınılmaz olarak onları baskı altında tutanların ellerine düşecektir. Onu içine tıkacağımız ne bir gömme dolap, ne onu buharlaştırabilecek büyü töreni, ne onu yollayabileceğimiz insanüstü bir yer vardır –ve ne de onu ahlaki ve mistik sihirli sözlerle gözden kaybedecek basitleştirici bir ideoloji. Kendi-tarzlarındaki radikaller, CNT liderlerinin Temmuz 1936′da yaptığı gibi, onu ihmal etmeyi deneyebilir, fakat o her toplantıda saklı kalacak, halk etkinliklerinde gizlenmiş olarak yer alacak ve her toparlanmada ortaya çıkacak ve yeniden ortaya çıkacaktır.
Tekrara düşme riskine rağmen, vurgulamama izin verin; anarşizmin karşı karşıya olduğu gerçekten yerinde olan sorun iktidarın olup olmayacağı değil, bir elitin elinde mi yoksa halkın elinde mi olacağıdır –ve en gelişkin özgürlükçü ideallere uygun bir biçim mi verileceği veya gericiliğin hizmetine mi verileceğidir. Kendi üyeleri tarafından önerilen iktidarı reddetmek yerine,  CNT genel kurulunun, bunu kabul edip, İspanyol proletaryasının ve köylülüğünün ekonomik ve siyasal iktidarlarını korumaları için zaten kendi yarattıkları yeni kurumları meşrulaştırması onaylaması gerekirdi.
 
Bunun yerine, metaforik iddialar ve acı verici gerçekler arasındaki gerilim sonunda dayanılmaz hale geldi, kararlı CNT işçileri Mayıs 1937′de Barselona’da iç savaşın içinde kısa fakat kanlı bir savaşta burjuva devlet ile açık bir çarpışmaya sürüklendiler(2). Sonunda, burjuva devleti sendikalist hareketin en büyük son ayaklanmasını, eğer binlerce değilse de yüzlerce CNT militanını doğrayarak bastırdı. Kaç kişi öldürüldüğü asla bilinmeyecek, fakat biz biliyoruz ki anarko-sendikalizm adı verilen içsel olarak çelişkili ideoloji 1936’nın yazında sahip olunanın ardından büyük kısmını kaybetti.
 
Toplumsal devrimciler, kendi görüş alanlarından iktidar sorununun çıkarmaksızın, iktidara nasıl somut bir kurumsal özgürleştirici biçim verecekleri problemine odaklanmak zorundadır. Bu soruya saygı duyarak sessiz kalmak ve günümüzün aşırı ısınmış kapitalist gelişmelerine uygun olmayan modası geçmiş ideolojilerin arkasına saklanmak yalnızca devrim yapıyormuş gibi oynamaktır, hatta onu başarmak için ellerindekinin tümünü veren sayısız militanın hatırası ile dalga geçmektir.
 
Notlar:
1. Bu devrimci sendikalistler, bu dönüşümü ortaya çıkardıkları araçları doğrudan eylemin bir biçimi olarak düşündüler. Birçok anarşistin bugün “doğrudan eylem” olarak göklere çıkardıkları kargaşa çıkarmaların, taş fırlatma ve şiddetin aksine onlar bu terimi kamusal ilişkilerinin doğrudan yönetimini içeren etkinlikler için kullandılar. Onların gözünde, doğrudan eylem, –otantik anarşistlerin bireysel “irade” ya da  “özerkliğin” kısıtlanması olarak gördüğü– bir yönetim biçiminin yaratılması, halk kurumlarının oluşturulması ve hukukun, düzenlemelerin ve benzerlerinin formülleştirilmesi ve tesis edilmesi anlamına geliyordu. 
 
2. Araya giren yıllarda, CNT liderleri Katalan proletaryası ve köylülüğü adına iktidarı reddetmelerinin bireyler olarak kendileri için bir iktidarı reddetmeyi gerektirmediğini keşfettiler. Birkaç CNT-FAI lideri gerçekte fiilen burjuva devletine bakan olarak katılmayı kabul etti ve Barselona’da çarpışmanın bastırıldığı bir zamanda, Mayıs 1937′de ofislerdeki yerlerini muhazafa ettiler.

[1] Bu makaleyi bize öneren ve redaksiyon aşamasında titiz bakışını, yoğun emeğini esirgemeyen Kürşat Kızıltuğ’a teşekkür etmeyi bir gönül borcu biliriz.
 

June 16, 2011 Posted by | anti-kapitalizm, anti-otoriter / anarşizan, sistem karsitligi, somuru / tahakkum | 1 Comment

Frontex nedir? İrfan Akalp

Yüzyıllarca Ortadoğu ve Afrika’nın yer altı ve yerüstü kaynaklarını sömüren Avrupa, kaynakları sömürülmüş bu bölgelerde yaşayan insanların iş, aş ve ekmek umuduyla Avrupa ülkelerine yönelen göç hareketlerini kontrol etmek için kısa adı Frontex olan ‘İnsan-göçmen avcıları’ birliğini 2005 yılında oluşturdu.

Frontex (Fransızca: Frontières extérieures, dış sınırlar) ya da Avrupa Birliği Sınır Güvenliği Birimi, anlamını taşıyor. Asıl amacı Avrupa Birliği’nin birliğe üye olmayan komşu ülkelerle olan sınırlarının güvenliğinin sağlanması, ulusal sınır muhafızları arasında işbirliği yapılması ve sınırlarla ilgili risk analizleri oluşturulması olsa da Frontex in faaliyetleri, Afrika’dan tekne ve botlarla gelen göçmenleri henüz daha karaya ulaşmadan Akdeniz üzerinde durdurmak. 3 Ekim 2005 tarihinde hizmete giren kurumun genel merkezi ise Polonya’nın başkenti Varşova’da bulunuyor.

Frontex, Avrupa birliği ülkelerinin polis ve ordularından oluşuyor. Frontex, Avrupa’nın dış sınırlarında güvenliği dışarıdan girişleri engellemek üzere kuruldu. 2005 yılından bu yana faaliyet gösteren Frontex, Schengen “serbest dolaşım sistemini” tamamlayıcı bir mekanizma olarak hizmet veriyor. Schengen sistemi AB içinde sınırların kaldırılmasını gerektirdiği gibi birliğin dış sınırlarının da olabildiğince yükseltilmesini öngörüyor. AB’nin söz konusu sınır politikalarını tanımlamak için kullanılan kavram ise “Kale Avrupası” (Fortress Europe). Bu kavram, AB içinde üye Devletlerarasında ulusal sınırları ortadan kaldırma savıyla AB’yi çevresinden ayıran sınırlara daha yüksek duvarlar örülmekte olduğu gerçeğini anlatmak için kullanılıyor. Rakamlar AB sınırlarının göçmenler için bir cehenneme dönüşmüş olduğunu ortaya koyuyor. Kesin rakamlar hiçbir zaman bilinemese de 1988 yılından bu yana Avrupa sınırlarında ölen göçmen sayısının yaklaşık 14 bin 700 kişi olduğu hesaplanıyor.

Frontex’in Hızlı Sınır Müdahale Ekipleri’nin yanı sıra bunları tamamlayan hava ve deniz gücü de bulunuyor. Bu küresel ordu 20 Uçak, 30 Helikopter ve 100 gemi ile faaliyetlerini sürdürüyor. Üye ülkeler Frontex’e savaş gemileriyle katılıyorlar. Frontex’in deniz gücü özellikle önemli. Çünkü böylece göçmenler henüz AB üyesi ülkelerin kara sularına girmeden (yani ulus devletlerin başına bela olmadan) uluslarası sularda durdurulabiliyorlar. Oysa İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin 14.maddesi şöyle diyor:

Madde 14

  1. Herkes zulüm karşısında başka memleketlerden mülteci olarak kabulü talep etmek ve memleketler tarafından mülteci muamelesi görmek hakkını haizdir.
  2. Bu hak, gerçekten adi bir cürüme veya Birleşmiş Milletler prensip ve amaçlarına aykırı faaliyetlere müstenit kovuşturmalar halinde ileri sürülemez.

Frontex in kullandığı teknolojiler ve tekniklerin hayata geçirilmesi tamamen militarist olduğu gibi düzensiz göçü sadece ve sadece askeri yöntemlerle çözeceği bir sorun olarak görerek sorunun sosyalojik, ekonomik, psikolojik birçok faktörünü görmezlikten geliyor. Mültecilerin bot ve teknelerini batırmak hiçbir cezai yaptırıma uğramıyor. Hareketli sınırlar içerisinde egemenliğin nasıl kurulacağı göçmenler üzerinden test ediliyor. Devletlerin düşman algısı da değişerek Devletin düşmanı insan öznesi haline geliyor.

Türkiye’nin AB üye ülkeleriyle sınırları da Frontex’in yakından ilgilendiği sınır bölgeleri arasında bulunuyor. Yunanistan’ın talebi üzerine Türkiye-Yunanistan sınırına AB’nin dış sınırlarını korumakla görevli, Avrupa’ya insan göçünü önlemek amacıyla “insan avcılığı” yapan Frontex’e bağlı timler yerleştirildi. Bu timler 200 kilometreyi aşkın sınır boyunca görev yapacaklar. Meriç sınırında devriye gezecek olan Frontex timi kendi ülkelerinin üniformalarını giyecek, AB kolluğu takacak. Tim tüfek ve tabanca taşıyabileceği gibi, silahlı bir saldırıya uğraması durumunda “karşılık vermekle yetkili” olacak. Tim herhangi bir saldırıya uğrayacak olursa yapılan saldırının Yunan askerlerine yapıldığı varsayılacak. Bu yetkilerle donatılan tim, kaçak göçmenleri rahatlıkla “avlayabilecek.”

AB’ Türkiye’yi, Frontex’in Ege’deki Avrupa deniz ve hava operasyonlarına da ortak etmeyi amaçlıyor. Konuyla ilgili açıklama AB Dönem Başkanı İsveç’ten geldi. İsveç, AB ile Türkiye arasında olası bir anlaşmaya ilişkin müzakerelerin sürdürüldüğünü belirterek, “Söz konusu anlaşmada bilgi teatisinin yanı sıra Türk makamlarının Frontex’in ortak görevlerine katılımının da öngörüleceğini” açıkladı.

İsveç tarafından yapılan açıklamanın önemli yanlarından biri, AB ile Türkiye arasında henüz içeriği kamuoyuna yansımayan sınırların korunması ve vize muafiyeti gibi konuları kapsayan görüşmelerin meyvelerini vermekte olduğunu göstermiş olması.

 AB, Türkiye’ye vize muafiyeti için iki önşart koşmuştu. Bunlardan biri biyometrik pasaport kullanımına geçilmesiydi. Türkiye bu uygulamayı başlattı. İkincisi olarak ise, Türkiye’den kaçak göçmenler konusunda yeni düzenlemeler hayata geçirmesi bekleniyor. Bu yeni düzenlemeler bugün AB ile Türkiye arasında müzakere ediliyor.

Geri Kabul Anlaşması

Düzenlemelerin başında “Geri Kabul Anlaşması” geliyor. Bu anlaşma “güvenli” olarak tanımlanan üçüncü ülkelerden transit olarak geçerek Avrupa’ya giden kaçak göçmenleri kendi ülkelerine göndermeyi öngörüyor. Anlaşmanın imzalanmasıyla Türkiye “güvenli ülke” sayılacak. Böylece Türkiye’den geçerek AB’ye girmeyi başaran kaçak göçmenler, yakalandıklarında ya da iltica talebinde bulunduklarında Türkiye AB tarafından “güvenli ülke” sayıldığı için Türkiye’ye geri gönderilecekler.

Zaman içerisinde Türkiye üzerinden Avrupa’ya geçen göçmenlerin sayısında büyük artış kaydedildi. Bu göçmenlerin güzergâhlarının başında Türkiye-Yunanistan sınırı geliyor. Türkiye’den Yunanistan’a her gün 35-40 kişi geçmeye çalışıyor. Yunanistan’a sadece 2010 yılında girmeye çalışan göçmen sayısı 128.000.Göçmenler ya deniz yoluyla Yunanistan’a geçmeye çalışıyorlar ya da Trakya-Yunanistan kara sınırını kullanıyorlar.

Avrupa göçmenleri öldürüyor

Türkiye basınında, Türkiye -Yunanistan sınırında bir toplu mezar bulunmasının gündeme gelmesi, AB’nin göçmenlere karşı insanlık dışı uygulamalarını bir kez daha akıllara getirdi.

Göçmenleri ucuz emek gücü olarak görüp zor koşullarda çalıştıran, kazandıkları az miktarda parayla oldukça güç şartlarda yaşamalarına neden olan birçok Avrupa ülkesi, mülteci kamplarındaki insanlık dışı uygulamalarla ve “sınır güvenliği” bahanesiyle görevlendirdiği silahlı askerlerle konuya kendince çözüm buluyor.

İstatistikler göçmenlerin çoğunun, kötü hava şartları, yolculukta kapılan hastalıklar, bindikleri deniz taşıtlarının aşırı yüklemeden ötürü batması gibi sebeplerden ziyade sınırlarda görev yapan güvenlik timlerinin müdahalesiyle öldüğünü ortaya koyuyor.

Yunanistan duvar çekiyor

Yunanistan’ın açıkladığı sayılara göre son 4 yılda 512.000 göçmen yasadışı yollardan Yunanistan’a giriş yaptı. Bu sayının önemli bir kısmını Türkiye üzerinden girenler oluşturuyor. 2010 yılında 50 binin üzerinde kaçak göçmenin Türkiye üzerinden Yunanistan’a geçtiği belirtiliyor. Türkiye üzerinden geçen göçmenlerin önemli bir kısmı Meriç nehri üzerinden ülkeye ulaşıyor. 2009’da 43 bin kişinin bu yolu kullandığı tahmin ediliyor. Yunanistan bu verileri sebep göstererek sınıra duvar ve tel örgü çekmeye hazırlanıyor. Yunanistan Türkiye üzerinden ülkeye giren göçmenleri engellemek için 12,5 kilometrelik tel örgü çekeceğini açıklayan Yunanistan’ın duvarı örmeye başladığı bildiriliyor.

20 yılda 15 bin göçmen öldü

Her yıl milyonlarca kaçak göçmen Avrupa’ya geçebilmek için çeşitli yollar deniyor. Ancak, Avrupa’nın köklü bir çözüm bulmak istemediği göçmen sorununda her gün yeni dramlar yaşanıyor. Fortress Europe derneğinin açıklamasına göre 1988 yılında beri Avrupa sınırları boyunca en az 15 bin insan öldü. Bunların arasında denizde kaybolan 6 bin 344 kişi de var.

Akdeniz ve Atlas mezar oldu

Kaçak mülteciler Avrupa’ya geçebilmek için en çok deniz yolunu kullanıyor. En fazla ölüm de bu yolculuklar sırasında gerçekleşiyor. Bu yolculuk sırasında denizler sadece küçük, iğreti teknelerle geçilmeye çalışılmıyor. Kayıtlı vapurlar ve kargo gemileri de kaçak göçmenleri Avrupa’ya taşıyan araçlar arasında. Kötü şartlarda yapılan bu yolculuklarda geçen yıl 153 göçmenin havasızlıktan boğularak hayatını kaybettiği biliniyor. Bunun dışında, yapılan araştırmalar son 20 yılda Akdeniz’den ve Atlas Okyanusu’ndan Avrupa’ya geçmek için kullanılan üç belirgin güzergâhta 9 bin ila 10 bin göçmenin hayatını kaybettiğini gösteriyor.

Libya ve Tunus’tan Malta ve İtalya’ya uzanan rota üzerindeki Sicilya Kanalı’nda 3 bin 118 göçmen kaybolduğu, 138 kişinin Cezayir’den ve Sardinya’ya gitmeye çalışırken boğulduğu, Moritanya, Fas ve Cezayir’den İspanya’ya ulaşmaya çalışan 4 bin 286 göçmen Cebelitarık Boğazı’nda ya da Kanarya Adaları açıklarında hayatını kaybettiği, bunların 2 bin 167’sinin hala bulunamadığı biliniyor.

 

June 16, 2011 Posted by | sistem karsitligi, somuru / tahakkum, sınırlara hayır | 1 Comment

Meksika Körfezi’ni kurtaracak bir çamaşır makinesi aranıyor! Erkin Güldiken

Kapitalizmin klasikleşmiş ‘kendi suçunu bizimle paylaşma çabasına’ ikna olup bulaşık makinesini değiştirenlerin, BP’nin verdiği zararı telafi etmek için kendilerine kaç arkadaş daha bulmaları gerekecek sizce?

meksika-korfezi-bpKapitalizmin toplum projesinde sık sık vurguladığı bir hedef var: Bilinçli bireyler yetiştirmek… Buna göre bilinçli bir birey olmanın başlıca koşullarından biri de bilinçli tüketici olmak… Aile ile birlikte, en geç eğitim hayatının başlaması ile hayat bilgisi, ev ekonomisi gibi derslerle eğitim organlarında, toplumun bilinçli tüketici yetiştirme çabası da başlar. Tüketici olmak başlı başına zaten bir ‘meziyettir’; yüzyılımızda ise tüketici olmak meziyetin kendisidir.

21. yüzyılda insanlığın yüz yüze kaldığı, en büyük tehditler arasında küresel ısınma ve ekosistemin bozulması var. Bu tehditlerin tüketim alışkanlığımızı nasıl etkilediğinin farkında olmamız; o, sürekli elde edilmeye çalışılan ‘bilinçli tüketici’ olmanın da gereği aslında…
Derslerde, “su muslukları kapatılmalı” ve “sızdırmalara karşı sürekli bakım yapılmalı”, “ışıklar lüzumsuzsa söndürülmeli” ve aydınlatmaya yardımcı olması için “kapalı mekanların duvarları açık renk boyalarla boyanmalı”, “toplu taşıma tercih edilmeli” gibi; ancak ilkokul çocuklarının “aaa!.. evet, neden böyle yapmıyoruz?” demelerine neden olacak şekilde anlatılanlardan bahsetmiyoruz. Biz kapitalizmin neticesi olarak ‘bilinçli bireye’ kazandırılan tüketim alışkanlığını sorguluyoruz. Günümüzde bu alışkanlık fark edilemeyecek şekilde değiştiriliyor. Şöyle ki çevreci ürünlerin kullanılması, “çevreci bilinçli tüketici” olunmasını sağlarmış gibi gösteriliyor. Oysaki tasarruflu ampul kullanarak, A ve A’dan da öte A+, A++ beyaz eşya kullanarak, led teknolojisine sahip televizyon kullanarak çevreci olunmaz; küresel ısınma engellenemez. Sera gazı salınımı ne olacak? Endüstiriyel atıklar ne olacak? Olmaz ya, herkes evindeki buzdolabını, A++ çevreci bir buzdolabı ile değiştirirse, eski buzdolapları ne olacak? Geri dönüşüm mü? Ne kadar geri dönebilir ki? Bazı geri dönüşüm işlemleri sonucu tekrar endüstriye kazandırıldı diyelim, ya geri dönüşümü olmayan maddelerin çevreye verdiği kirlilik ne olacak? Kazancımızdan fazla kaybımız olmaz mı?

Şirketler, tüketici alışkanlığımızı değiştirme politikaları gereği, kendilerini de örnek alınacak düzeyde çevreci-imiş gibi gösterirler. Oysaki şirketler genellikle ‘sorun çözmek’ için değil ‘sorun çıkarmak’ için sahneye çıkarlar! Örneğin; 20 Nisan 2010 Salı günü lisansı BP’ye ait olan Meksika Körfezi’ndeki MC252 petrol sahasında, Transocean şirketine ait Deepwater Horizon platformundaki patlama ve yangının ardından, platformun batması sonucu oluşan petrol sızıntısı; yüzyılımızın en büyük çevre felaketlerinden birine yol açtı. Ciddi bir sorunumuz var ve bu sorunun baş sorumlusu çevreci bir petrol şirketi… İnternette sayfasında , politikasını ve vizyonunu “Hedefimiz, insana ve çevreye zarar vermeden, herhangi bir kazaya neden olmadan faaliyetlerimizi gerçekleştirmek.” olarak tek cümle ile özetleyen bir kuruluşun telafi edilemez bir çevre felaketine sebep olması nasıl bir ironidir? (1) BP, adeta günah çıkartmak için; Meksika Körfezi’ndeki petrol sızıntısından kaynaklanan masraflar için 32.2 milyar dolar karşılık ayırdığını ve gelecek 18 ayda değeri 30 milyar doların üzerinde varlık satmayı planladığını açıkladı (2). Ayrıca; CEO Tony Hayward, Bp yönetimi tarafından günah keçisi ilan edilip Sibirya’ya gönderildi. BP’nin bunları keyfinden ya da bitmek tükenmek bilmeyen çevre aşkından yaptığını söyleyecek değiliz elbette! Koca denizi petrole buladıktan sonra halkın tepkisi karşısında hükümetin zorlaması sonucu varılan anlaşmanın koşulları bunlar…

Televizyonda, gazetelerde, reklam panolarında gözümüze sokulan ödevlerimizi yeniden hatırlayalım ve kendi sorumuzu soralım şimdi: Kapitalizmin klasikleşmiş ‘kendi suçunu bizimle paylaşma çabasına’ ikna olup bulaşık makinesini değiştirenlerin, BP’nin verdiği zararı telafi etmek için kendilerine kaç arkadaş daha bulmaları gerekecek sizce?

Dipnot:
(1) http://www.bp.com/retailhomepage.do?categoryId=6050
(2) http://www.milliyet.com.tr/bp-hayward-i-sibirya-ya-suruyor/ekonomi/haberdetay/28.07.2010/1269132/default.htm

http://www.yarinlar.net/sayi-29-agustos-2010/meksika-korfezini-kurtaracak-bir-camasir-makinesi-araniyor.html

June 15, 2011 Posted by | anti-endustriyalizm, sistem karsitligi, yeşil kapitalizm | 1 Comment

Çirkin Gerçekleri Gizlemek – Jim Mason

“An Unnatural Order”

Üstünü örtmek, duygusal olarak kopmanın doğal partneridir. Tarım toplumlarının hayvan kullanmanın iyice çirkin yüzünün ortaya çıktığı köpek barınaklarını, mezbahaları ve diğer mekânları gizlemek için yaptığı işbirliğinden ortaya çıkar. Bugün, artık çiftlikler de görünmüyor ortalıkta, binlerce hayvanın penceresiz binalarda, anonim, otomat mekânlarda gözlerden gizlenmesi gibi gözümüzden ıraklar.

 

Aksaray Üretim Tesisi

Aksaray tesisleri …

İnsanlar otobanlarda bu yerlerin yanı başlarından geçiyorlar arabalarıyla, bu “esaret” tesislerini makinelerin bırakıldığı yerlerle karıştırıyorlar. Çiftçi için söz konusu gizleme kendini sayılarda belli ediyor.  Binlerce hayvana baktıkları için hiç bir hayvanla doğrudan bir aşinalık sağlanacak türden hiç bir olanak yok. Ve son olarak, sözel olarak üstünü örtmek de insanlığın vicdanını rahatlatıyor. Biftek, pirzola, gibi sözcükler yüzyıllardır hayvanların kas dokusunun kökenini gizledi. Tavukların, ördeklerin, kazların etleri içinse başka sözcükler kullanmaya gerek kalmadı; çünkü bu  hayvanlar küçükler ve aynen kuşlar gibi, insana akrabalık anlamında daha uzak bir noktada bulunuyorlar.

Karacabey Üretim Tesisi

Karacabey tesisleri

Sözel örtbas hayvan sömürüsünün diğer alanları için de son derece kullanışlı bir araç. Bu yüzden evcil hayvan endüstrisi bir yandan köpek yavrularının yetiştirildiği özel yetiştirme tesislerindeki satışlarla büyük para kazanırken köpek barınakları da reddedilen, terkedilen hayvanları topluyor ve onları “uyutuyor”lar. Ve bilim hâlesini yeni ürünlerin geliştirme çabalarının üzerine yerleştirmek adına ise ister şampuan , ister fırın temizleyici, ister mucizevi bir ilaç ya da başdöndürücü cerrahi prosedürler olsun, hayvan deneyleri yapanlar hayvanları laboratuarlarda “kurban” ediyorlar.

Çeviri: CemCB

nonhumanslavery.com

http://hayvanozgurluguhareketi.wordpress.com/2011/05/26/cirkin-gercekleri-gizlemek/

June 7, 2011 Posted by | somuru / tahakkum, türcülük, doğa / hayvan özgürlüğü | 1 Comment

Tür Ayrımcılığı Nasıl Sürdürülüyor ?

Bu yazı benim insan ve insan olmayan canlılar arasındaki ilişkilere yönelik sosyolojik analizimdeki bildik bir temaya bir kez daha bakıyor: kültürün tür ayrımcılığını nasıl yapılandırdığı ve bu yapının nasıl sürdürüldüğünü inceliyor. Bir kaç senedir hayvan hakları konularını bir çok forumda tartışa tartışa bir çok insanın, özellikle de Kuzey Amerikalıların farklı konularla ilgili düşüncelerinin sadece kendi düşünceleri olduğunu sandığını keşfettim.

 

Sosyolojik olarak bu durum aşırı derecede bir naiflik örneği. Sosyal hayvanlar olarak insanlar aynı anda hem özgürdür, hem de özgür değildir. John (Lennon) ve Yoko’nun 1970’li yıllarda doğru bir şekilde tespit ettiği gibi, bizler bir  hapisanenin içine doğuyoruz, bir hapisanede büyüyoruz, ve okul adı verilen bir hapisaneye gidiyoruz. Ayrıca bir hapisanede seviyor, ağlıyor ve düş görüyoruz. Daha sosyolojik anlamda, belki insanın özne ve eyler  oluşunun sürekli olarak bir çok sosyal güç tarafından kısıtlandığını söyleyebiliriz. Berger ve Berger’in sosyolojiye biyografik bir yaklaşımın bir versiyonu olan kitaplarının kapağında bir kafes içinde gazete okuyan bir adam resmi vardır, adamın hemen yanında da bir televizyon ve fırın görürüz. Lennon ve Ono’nun hapisane dediği şeye Berger ve Berger kafese konulmak ve kontrol edilmek diyor.

Elbette kendimiz hakkında şöyle düşünmek hoşumuza gitmeyebilir. “Ah, hayır, ben değil, ben orijinalim. Özgürüm, bir benzerim daha yok”. Sosyolojik olarak bu olsa olsa bir hüsn-ü kuruntudur: öyle ya da böyle bir dereceye kadar hepimiz toplumun normları ve değerleri  tarafından şekillendiriliyoruz. İşte hayvanları koruma hareketinde ve toplumda hayvan refahçılığının bu kadar yaygın olmasının en temel sebeplerinden birisi  ya da o temel sebebin kendisi, budur.

O halde, bir dereceye dek, bizi toplum yaratır ve toplum şekillendirir. İnsan ve insan olmayan canlıların arasındaki ilişkiler açısından; felsefe, teoloji, günlük toplumsal pratikler ve ideoloji, devam eden sosyal söylem etkili bir şekilde yeterli farklılık denen şeyi inşa eder, bu da karşılık olarak insanlar ve diğer hayvanlar arasında anlamlı ahlâki bir mesafe  yaratır.

Gerçekten de, zaman içinde, insanlar ister kapasite, ister akıl kullanma becerisi, dil ya da alet kullanımı gibi diğer farklılıklar olsun, her türden farklılığın altını çizerek hepsinin ahâken bağlayıcı ve  önemli olduğunu  ilân etti, bunu yaparak da milyarlarca hissetme yeteneğine sahip canlının statüsünü geçersiz kılmış ve  insan türünden olan ve  insan türünden olmayan hayvanlar arasındaki evrimsel akrabalığın bağlarını çok etkili bir biçimde hasara uğrattı.

Jasper haklı olarak modern insanların diğer hayvanlara iki sömürü oryantasyonu ile yöneldiğini söylüyor. Birinci oryantasyon diğer hayvanların kaynak olarak kullanılmasının kabul edilmesidir; diğeri ise daha çok duygusal bir oryantasyondur, meselâ evcil hayvanların “beslenmesi” gibi; aslında bu ikinci kategoride de araçsal bir niyetten söz edilebilir, örneğin hayvanlar pet showlara, hatta yetenek yarışmalarına sokuluyorlar.

İnsan ve hayvanlarla ilgili dominant insan hakları pozisyonlarına eklenen, ve çoğunlukla ekonomik olarak sürdürülen hayvan kullanımından yana argümanlar ahlâki statükoya yönelik oryantasyonları sürdürmeyi amaçlar.  Çeşitli refahçı grupların hayvanların insanlar tarafından sömürülmesini finansal ve ideolojik olarak meşrulaştırma amacını güttüğü ortada.

Sosyologlar sık sık  insan ve insan olmayan canlıların etik statüleri ile ilgili tavırların korunması adına ömür boyu süren toplumsallaşma süreçlerinin yaşamsal öneme sahip rolünün altını çizerler. Günlük deneyimler diğer hayvanlara yönelik toplumsal oryantasyonları çoğaltırken, kendi yaşam alanları ve kimlikleri diğer hayvanları kullanmaya bağlı hale gelmiş insanların profesyonel toplumsallaşması ise bireylerin hayvan refahından yana kavramsallaştırmalarını daha destekler bir  hâl alıyor.

Bu tür faktörlerin ışığında yapılan sosyolojik bir analiz, bireylerin “pratik eden tür ayrımcıları” şeklinde toplumsallaşması olgusunun-yani modern toplumlardaki insanların büyük çoğunluğunun- herşeye uzanan sonuçlarını görmezden gelemez.

Diğer hayvanları rutin olarak sömüren diğer kültürlerde “hayvanlar ne yaptıklarını bilmez” şeklindeki cümleler aynen çocuklara da uygulanabilir. Her gün, hissetme özelliği bulunan diğer canlılara “et” şeklinde yaklaşıp ve öteki varlıkları “oyuncak” ya da kişisel/aileye ait eşyalar olarak adlandırıyorlar. Sosyal öğrenmelerinin bir çok alanında çocuklar hayatlarının ilk yıllarından itibaren herşeyi kapsayan ve derin   bir tür ayrımcısı ideoloji ile hayvanların insanlar tarafından kullanılmasını akla gelebilecek bütün biçimleriyle kabul ediyorlar:hayvanların et, oyuncak, alet ve eğlence aracı olarak kullanılmasını kabul ediyorlar.

İnsanlar bu değerleri içselleştiriyorlar, bu değerlerden bağımsız olmak hem zor hem de bunun bedeli ağır, insanlar bu değerleri kendi insan oluşlarının içsel parçaları olarak algılıyorlar. Bu yüzden hiç bir vegan varlıklarının diğer insanlar tarafından küçümsenmesine ya da sosyal anlamda bir sapma olarak görülmesine şaşmamalı.

Hayvan haklarını savunanlar açısından bu durumun önemi son derece açık; çünkü kök sosyal değerler söz konusu olunca çoğu insanın yaptığı en basit  şey o değerlere uymaktır.

İşte insan ve insan olmayan canlılar arasındaki ilişkiler söz konusu olunca çoğunluğun dominant sosyal değerler hakkında yaptığı şey budur, hayvan haklarını savunanlar kendi kişisel dönüşümlerinin bir istisna olduğunu anlamak zorundalar. Bir çok insan kendini akışa bırakır, o kadar.

Belki de hayvan haklarını savunanların insan ve insan olmayan canlılar arasındaki ilişkilerde yaygın olan ideolojiden ne kadar “sapmış”oldukları,  hayvanları koruma hareketinin insanların hayvanları maruz bıraktığı davranışlarla ilgili iddialarına rağmen hayvan refahçılığının ne kadar yaygın olduğu gerçeğinde görülebilir.

Bu tavırlar insan üstünlüğü iddialarının sosyal kavranışına, tür bariyerinin önemine ve  bu bariyerin oluşturduğu nosyonun zararlı kullanımları üzerine yapılandırılır. İnsanlar arasındaki sömürüye dayalı ilişkiler insanlıktan çıkarma süreçleriyle hayata geçirilir, bu tür sömürüleri savunanlar ve insan haklarını savunanlar, insanların insanları sömürüp, zarar verdiği ve  öldürdüğü gibi “öteki”leri de sömürüp onlara zarar verdikleri ve  öldürdükleri tür ayrımcısı kavramsallaştırmaları da kabul etmek zorunda.

İnsan toplumları sistematik olarak diğer hayvanları nesneleştiriyor; onları meta haline getiriyor, değişik tüketim araçları haline dönüştürüyor, yasa nezdinde onları legal nesneler ve mülk örnekleri olarak algılıyorlar. Eğer bir insan bir hayvana “hasar verirse”, onu öldürürse, o kişiye suç işlediği şeklinde dava açılabilir; yani bir başka insana ait bir “eşya”ya zarar verildiği gerekçesiyle suçlanır. Bir zaman legal kölelik biçimleriyle olduğu gibi, bu tür sosyal güçler sömürüye dayalı ilişkileri sürdürürler. Bunlar ayrıca gençlerin rutin şekilde sosyalleştirildiği ve çocukların hayvanlardan nefret eden hayvan sever toplumların normlarını öğrendiği tür ayrımcısı bir dünyanın değişik yönleridir.

Bizler durmaksızın İnsanın kral olduğu şeklindeki ideolojinin altını kalın kalın çizen toplumlar tarafından, hayvanlara zarar veren hayvan severler olarak toplumsallaştırılırız.Irkçılık ve cinsiyet ayrımcılığı gibi nitelikleri böylesine belirgin olan bu dünya tekrar tekrar bize dünyadaki herşeyin sadece insanlar  için var olduğunu ilân eder: insanlar hariç (pratikte insanlar da dahil) her bir şeyin insanlar kullansın diye var olan kaynaklar olduğunu söyler.

Dil, insanların diğer hayvanları ve hayvan hayatını nasıl sevdiğini, onlardan nasıl nefret ettiğini yansıtır, eşitliğe dayanmayan insan ilişkilerini sürdürmek için geleneksel insan-insan olmayan canlılar oryantasyonlarını kullanır. Bir insana “hayvan” demenin o insana negatif bir etiket vermek olduğu görülmüştür: seri katiller popüler medyaya göre insan değildir: insan olma etiketinin yüceliğini üzerlerinde taşımalarına izin verilemez, bu yüzden bu insanlara hayvan isimleri verilir, “hayvan” olarak adlandırılırlar. Bu tür insanlar sonuçta “hayvan gibi davranırlar”. Toplumlar bu tür etiketleri en zalim insanlar için rezerve ederler.

Elbette, yukarıdakilerin hiç biri ortodoks hayvan refahçılığının iddialarıyla çelişmiyor.  Tam tersine, hayvan refahçılığı pratiği ve yürürlüğünün normatif rolünün mutlak anlamda gerekli olduğunun altını çizer. İdeolojik hayvan refahçılığı teologların ve düşünürlerin son derece “doğal bir düzen” olarak bir “varlık zinciri” kurmakta haklı olduğu fikrini destekler.

Ortodoks hayvan refahçılığı şu anda var olan ilişkiler aracılığıyla hem insan hem de hayvanlar için bir çok fayda sağlandığını öne sürer. Devam eden ve tamamen kurumlaşmış sosyal süreçlerin bir ürünü ve, insanın tarım faaliyetlerinin bir parçası olan hayvan hakları insanlarla diğer hayvanlar arasındaki ilişkiler hakkındaki yerleşik ortodoks görüşlere meydan okuma konusunda zorluk çekiyor.

Şu anda, İngiltere’de ve diğer bir çok ülkede on yıllardır süren retorik hayvan hakları savunuculuğuna rağmen (daha doğrusu bu yüzden) geleneksel hayvan refahçılığının ortodoks yapısı; güvenli, çok amaçlı ve görünüşe göre sürekli uyumlanabilir bir çerçeve sağlayarak sürüp giden endüstriyel hayvan sömürüsü sistemlerini ve diğer hayvan sahipliği olgusunu desteklemeye yarıyor.

Hayvan refahçılığı, hayvanlarla ilgili hem duygusal hem de geleneksel araçsalcı tavırların köklerini sağlamlaştıran sömürücü akıl yürütmeleri ifşa edip ciddi ciddi sorgulamak yerine, onları korumaya yardım ediyor.

Şu anda hayvan hakları duruşunun hem hayvanları koruma hareketinin içinde hem de dışında yer alan ortodoks pozisyonlarla söylemsel bir tartışma içinde olduğu ortada; özellikle 2006 yılında Gary Francione kölelik karşıtı hayvan hakları duruşunu internet aracılığıyla yeniden ortaya sürdüğünden beri durum böyle. Ancak hayvan refahçılığı öylesine kök salmış, öylesine yaygınlaşmış ve normalleşmiş ki günümüzdeki bir çok hayvan hakları savunucusunun komple bir hayvan hakları talebinde bulunurken zorluklarla karşılaşmaması neredeyse imkânsız- ya da aslında refahçı bir tavır sergilemeyen hiç bir yaklaşımın zorluk yaşamaması imkânsız.

Refahçı olmayan yaklaşımlar söz konusu olduğu sürece şunu söyleyebiliriz, hayvan haklarının tamamını savunmak hayvan hakları hareketinde taktik ve stratejik seçimlerinin bir sonucu olarak görülmüştür, bir çerçeve çizme sorunu olarak görülmüştür bugüne dek. Ancak, bu konudaki isteksizliğin sebebi olarak,hayvan refahçılığının hayvan hakları duruşunu aslında hayvanların refahı sınırının ötesine geçen gereksiz görüşler olarak sunması olduğunu da söyleyebiliriz. Hahyvan haklarının yaşadığı temel bir zorluk olarak ortodoks yaklaşımın kendi pozisyonunu normal, geleneksel, akılcı ve doğru yaklaşım olarak sunma konusundaki baskın becerisine bağlayabiliriz.

Sırf bu nedenden bile, ortodoks hayvan refahçılığı kolay, kendinden emin, aşırılıktan uzak (hatta artık “terörist olmayan”) bir araç olma özelliği taşıyor, gazeteciler, yorumcular ve hayvan haklarını savunan insanlar, hayvan kullanmaktan yana politikacılar, hayvanların insanlar tarafından kullanılmasından ve maruz kaldıkları davranışlardan bu araca başvurarak söz ediyorlar. Tamamen moral bozucu bir biçimde hayvan refahçılığı bir çeşit bariyere dönüşmüş durumda, ya da bir tür filtre oldu, ve insanların gerçek ve hakiki bir hayvan hakları felsefesi üretmesini engelliyor ya da onu yumuşatıyor.

Hayvan refahçılığı hayvan hakları söyleminin son derece düzenli bir şekilde ortadan kaybolduğu, yanlış ifade edildiği, çarpıtıldığı ve yeniden yönlendirildiği bir sise dönüştü. İnsan ve insan olmayan canlılarla ilgili görüşlerinin toplum tarafından nasıl algılandığını test etmek isteyen hayvan haklarını savunan insanlar her kavşakta derinden derine içselleştirilmiş bir refahçı zihniyet tarafından , hem de aslında değişmelerini istedikleri insanlar tarafından  köşeye sıkıştırılıyorlar. Giderek daha çok sayıda insanın hayvan refahçılığı içine gömülü kalmış ideolojik esaretten uzaklaşabilmesini ümit etmek zorundayız.

http://human-nonhuman.blogspot.com

Çeviri:CemCB

http://hayvanozgurluguhareketi.wordpress.com/2011/06/05/tur-ayrimciligi-nasil-surduruluyor/#more-1136

June 7, 2011 Posted by | sistem karsitligi, somuru / tahakkum, türcülük, doğa / hayvan özgürlüğü | Leave a comment

   

%d bloggers like this: