ecotopianetwork

Tahta Kasalardaki Bebekler – Karen Davis

Komşunuz yavru köpeğini sürekli bir kafeste tutsaydı, asla dışarı salıp oynamasına izin vermeseydi ne yapardınız? Eğer o kafes dar bir kapalı bölme olsaydı ve yavru köpek bacaklarını uzatarak yatamasın ya da sağa sola dönemesin diye boynundan zincirli olsaydı peki? Herhalde polise haber verir ve hayvanlara yönelik bir zulüm olduğunu bildirirdiniz. 

İşte veal danaların çoğunluğuna böyle davranılıyor. (Veal- özellikle dana eti olarak yenmek adına öldürülen hayvanlara verilen isim) Sırf bu anlamda tamamen yasal bir durum söz konusu- yasal; çünkü çoğunluğa yapılan şey bu ve bu yüzden de standart bir tavır olarak kabul ediliyor. Standart tarım pratikleri bir çok eyalette ve ülkede hayvan zulmüyle ilgili maddelerden muaf tutuluyor.

Veal danalar süt endüstrisinin bir atık ürünü. Doğumdan bir ya da  iki gün sonra bu yavrular annelerinden koparılıyor ve bu kasalara kapatılıyorlar. Sırf anemi olmaları için içinde demir barındırmayan besinlerle besleniyorlar; bunun sebebi ise demir eksikliği sebebiyle renklerinin oldukça hafif olması, midesine düşkün pezevenkler için ise bu çok hoş bir şey. Veal dana üretim dergisi okurlarını şöyle uyarıyordu “ lütfen kasalardan demiri muhakkak uzak tutun”. Demir çivi bile kullanamıyorlar, çünkü zavallı danalar bu demir çivileri yalıyor ve böylece etlerinin o hafif rengini bozmuş oluyorlar.

Veal danalar hayatlarının on altıncı haftasında öldürüldüklerinde yürüyemeyecek kadar hasta oluyorlar. Her on vealden biri bu kasalarda esaret içinde  ölüyor.

nonhumanslavery.com

http://hayvanozgurluguhareketi.wordpress.com/2011/06/26/tahta-kasalardaki-bebekler/

Advertisement

June 29, 2011 Posted by | anti-endustriyalizm, savaş karşıtlığı, somuru / tahakkum, türcülük, doğa / hayvan özgürlüğü | Leave a comment

Meksika Körfezi’ni kurtaracak bir çamaşır makinesi aranıyor! Erkin Güldiken

Kapitalizmin klasikleşmiş ‘kendi suçunu bizimle paylaşma çabasına’ ikna olup bulaşık makinesini değiştirenlerin, BP’nin verdiği zararı telafi etmek için kendilerine kaç arkadaş daha bulmaları gerekecek sizce?

meksika-korfezi-bpKapitalizmin toplum projesinde sık sık vurguladığı bir hedef var: Bilinçli bireyler yetiştirmek… Buna göre bilinçli bir birey olmanın başlıca koşullarından biri de bilinçli tüketici olmak… Aile ile birlikte, en geç eğitim hayatının başlaması ile hayat bilgisi, ev ekonomisi gibi derslerle eğitim organlarında, toplumun bilinçli tüketici yetiştirme çabası da başlar. Tüketici olmak başlı başına zaten bir ‘meziyettir’; yüzyılımızda ise tüketici olmak meziyetin kendisidir.

21. yüzyılda insanlığın yüz yüze kaldığı, en büyük tehditler arasında küresel ısınma ve ekosistemin bozulması var. Bu tehditlerin tüketim alışkanlığımızı nasıl etkilediğinin farkında olmamız; o, sürekli elde edilmeye çalışılan ‘bilinçli tüketici’ olmanın da gereği aslında…
Derslerde, “su muslukları kapatılmalı” ve “sızdırmalara karşı sürekli bakım yapılmalı”, “ışıklar lüzumsuzsa söndürülmeli” ve aydınlatmaya yardımcı olması için “kapalı mekanların duvarları açık renk boyalarla boyanmalı”, “toplu taşıma tercih edilmeli” gibi; ancak ilkokul çocuklarının “aaa!.. evet, neden böyle yapmıyoruz?” demelerine neden olacak şekilde anlatılanlardan bahsetmiyoruz. Biz kapitalizmin neticesi olarak ‘bilinçli bireye’ kazandırılan tüketim alışkanlığını sorguluyoruz. Günümüzde bu alışkanlık fark edilemeyecek şekilde değiştiriliyor. Şöyle ki çevreci ürünlerin kullanılması, “çevreci bilinçli tüketici” olunmasını sağlarmış gibi gösteriliyor. Oysaki tasarruflu ampul kullanarak, A ve A’dan da öte A+, A++ beyaz eşya kullanarak, led teknolojisine sahip televizyon kullanarak çevreci olunmaz; küresel ısınma engellenemez. Sera gazı salınımı ne olacak? Endüstiriyel atıklar ne olacak? Olmaz ya, herkes evindeki buzdolabını, A++ çevreci bir buzdolabı ile değiştirirse, eski buzdolapları ne olacak? Geri dönüşüm mü? Ne kadar geri dönebilir ki? Bazı geri dönüşüm işlemleri sonucu tekrar endüstriye kazandırıldı diyelim, ya geri dönüşümü olmayan maddelerin çevreye verdiği kirlilik ne olacak? Kazancımızdan fazla kaybımız olmaz mı?

Şirketler, tüketici alışkanlığımızı değiştirme politikaları gereği, kendilerini de örnek alınacak düzeyde çevreci-imiş gibi gösterirler. Oysaki şirketler genellikle ‘sorun çözmek’ için değil ‘sorun çıkarmak’ için sahneye çıkarlar! Örneğin; 20 Nisan 2010 Salı günü lisansı BP’ye ait olan Meksika Körfezi’ndeki MC252 petrol sahasında, Transocean şirketine ait Deepwater Horizon platformundaki patlama ve yangının ardından, platformun batması sonucu oluşan petrol sızıntısı; yüzyılımızın en büyük çevre felaketlerinden birine yol açtı. Ciddi bir sorunumuz var ve bu sorunun baş sorumlusu çevreci bir petrol şirketi… İnternette sayfasında , politikasını ve vizyonunu “Hedefimiz, insana ve çevreye zarar vermeden, herhangi bir kazaya neden olmadan faaliyetlerimizi gerçekleştirmek.” olarak tek cümle ile özetleyen bir kuruluşun telafi edilemez bir çevre felaketine sebep olması nasıl bir ironidir? (1) BP, adeta günah çıkartmak için; Meksika Körfezi’ndeki petrol sızıntısından kaynaklanan masraflar için 32.2 milyar dolar karşılık ayırdığını ve gelecek 18 ayda değeri 30 milyar doların üzerinde varlık satmayı planladığını açıkladı (2). Ayrıca; CEO Tony Hayward, Bp yönetimi tarafından günah keçisi ilan edilip Sibirya’ya gönderildi. BP’nin bunları keyfinden ya da bitmek tükenmek bilmeyen çevre aşkından yaptığını söyleyecek değiliz elbette! Koca denizi petrole buladıktan sonra halkın tepkisi karşısında hükümetin zorlaması sonucu varılan anlaşmanın koşulları bunlar…

Televizyonda, gazetelerde, reklam panolarında gözümüze sokulan ödevlerimizi yeniden hatırlayalım ve kendi sorumuzu soralım şimdi: Kapitalizmin klasikleşmiş ‘kendi suçunu bizimle paylaşma çabasına’ ikna olup bulaşık makinesini değiştirenlerin, BP’nin verdiği zararı telafi etmek için kendilerine kaç arkadaş daha bulmaları gerekecek sizce?

Dipnot:
(1) http://www.bp.com/retailhomepage.do?categoryId=6050
(2) http://www.milliyet.com.tr/bp-hayward-i-sibirya-ya-suruyor/ekonomi/haberdetay/28.07.2010/1269132/default.htm

http://www.yarinlar.net/sayi-29-agustos-2010/meksika-korfezini-kurtaracak-bir-camasir-makinesi-araniyor.html

June 15, 2011 Posted by | anti-endustriyalizm, sistem karsitligi, yeşil kapitalizm | 1 Comment

Patlayan Karpuz – Metin Yegin

Karpuzlar hızla büyüyor ama nasıl hızlı. Çin’in doğusunda Jiangsu eyaletinde bütün endüstriyel çiftçiler çok mutluydu. Sosyalist(!) gelişmenin ürününü elde ediyorlardı. Hızlı büyüsün diye kimyasal spreyler kullanılıyordu. Ne güzel kolay ve kocaman. Diyarbakır karpuzunu neredeyse üç-beş günde solluyordu karpuzlar. Hemen market raflarında yerini alıyor ve çok çok kar ettiriyordu.

Şimdi karpuzlar patlamaya başladı. Oldukları yerde market raflarında, taşıma kamyonlarında ve henüz tarlalada patlamaya başladılar. Çok üzülüyor şimdi sosyalist(!) ülke, kapitalist çiftlik sahipleri. Çinli yetkililer de çok üzüldüler tabi ama Sağlık Bakanlığı hemen müdahale ederek açıklama yaptı. Bütün dünyanın Sağlık Bakanları gibi duyarlıydı. Büyüme hızlandırıcı kimyasalların bütün onayları aldığını ve sağlığa zararlı olmadıklarını söyledi. 

Caracas’ta bir barda konuşuyorduk. Venezüela ticaret bakanı Samos ve Serge birlikte anlatıyorlardı. Serge Golart, Brezilya işgal fabrikaları koordinatörüydü. Brezilya’da işgallerine katılmıştım. İyi arkadaştık. Sözü birbirlerinden alarak, gülerek anlatıyorlardı; ‘Çin ticari heyeti geldi. Venezüella’da elektronik fabrikası açmak istiyorlardı. Samos, sen de çıkma dedi. – 8-9 kişiydiler. Çoğu Çin Komünist Partisi Merkez Komitesi üyesiydi. Diğerleri de iş adamları. İki ülkenin ortak yatırımı olacaktı. Sermaye önemli değil dediler. Biz hepsini koyabiliriz. –Normalde iki ülke yatırımı olduğunda tabi ki yarı yarıya konmalıydı sermaye- Önemli değil biz hepsini koyabiliriz dediler ama koşulları konuşmalıyız. İlk şartımız sendika olmayacak… Burada anlatmayı ikisi de kesti. Ben de aradıkları şaşkınlığı bulmaya çalıştılar. Şaşırmamıştım. Çin merdiven altı atölyeleri yoksulluğunu iyi biliyordum. Devam ettiler. –Yok dedik yoldaş Çin Komünist Partisi Merkez Komitesi üyelerine doğru. Burası Venezüela, Bolivarcı hükümet ve biz bunu kabul edemeyiz. Tamam tamam dediler. Bu koşulu şimdilik geçelim. Diğer teknik konuları konuşmaya başladılar. Venezüela’da da bu hep böyle değildi. İkisi de biliyordu. Ben de ses çıkarmadım. Bir gün sonra devam etti toplantı. – Ben yoktum o gün dedi Serge.- Samos devam etti. -Geldiler masaya oturdular ve ilk olarak sendika istemiyoruz diye başladılar…

Çin’de zehirli gıdalar ilk değil. Bir deterjan maddesi olan Boraksa batırıldıktan sonra sığır eti olarak satılan domuz eti, kadminyumlu pirinç, arsenikli soya sosu, hayvansal antibiyotikli fasülye filizleri yasal ve yasal olmayan bir sürü şey tüketicilerin hizmetinde. Yasa dışı olanları engelemek için önlemler de aldı Çin hükümeti. Bazı yakaladıklarını idam ettiler. Bir şey değişmedi tabi ki. New York Times bu sorunun ortadan kalkmamasını, Çin hükümetinin sıkı yönetimi nedeniyle, olmayan tüketici lobilerine bağlıyor. Komik. Bu haberin hemen yanında ABD’de balık çiftliklerinde yetişen Çipuraların faydasız bir besin olmasından ve zararlarından söz ediliyor.

Çin’de zehirli gıda her yerde. Dünyada her yerde. Zehirli gıda, kapitalizm ve endüstriyel üretim bütün insanlığı zehirliyor. Doğanın basit bir dengesi var, daha doğrusu vardı. Siz toprağın altındaki bütün her şeyi alırsanız bir daha artık size verecek bir şeyi kalmaz. Çok basit ve temel bir kural bu. En zehirlisi ‘Daha çok tüket, daha çok kar et ve daha hızlı ve daha hızlı’…

Bütün bunlardan dolayı ekolojik demokrasi, sadece hormonsuz domates demek değil. Ekolojik demokasi mutlaka kapitalist kar ve hırs dışında bir şey.

Bir dahaki hafta patlayan karpuzlar gibi patlyacak olan Diyarbakır mütahit ekonomisi üzerine yazmak üzere. Ben kerpiç dökmeye döneyim.

May 23, 2011 Posted by | anti-endustriyalizm, anti-kapitalizm, sistem karsitligi, tarim gida GDO | Leave a comment

Gıda Ormanı Bahçesi Oluşturmak / Yenebilir Orman Bahçeleri: Maceraya Davet

Gıda Ormanı Bahçesi Oluşturmak – Larry Santoyo

Çeviren: Ayda Sevin Küyel

Bereketli bir orman sistemi oluşturmak için, bitki ve hayvanları işlevsel açıdan ahenkli bir etki yaratan “birlikler” [guilds] halinde bir araya getiririz. Ahenkli etkilerle kasıt, iki ya da daha fazla öğeyi bir araya getirdiğimizde, bunların tek başlarına veremeyecekleri, daha fazla üretim, daha az haşere ve yırtıcı hayvan sorunu, ya da toprak verimliliği gibi sonuçlar doğuran etkilerdir. Bir birlikteki her bir bitkinin ve hayvanın ayrı bir işlevi vardır.

Bir birlikteki ana öğe, besleyici madde görevi gören gübre, toprak yapımı veya haşere denetimi işlevlerinden en azından birini yerine getiren bitki(ler) ve hayvan(lar) tarafından desteklenecektir. Birliğe katılacak  öğelerin seçimi, doğada zaten işbirliği içinde olan bitki ve hayvanlar gözlemlenerek, daha sonra ise bunlar üzerinde deneme ve yanılma yöntemi uygulanarak yapılır.

Gıda Ormanını Tasarlamak

Tasarlanması planlanan ormanlık alanın bitişiğindeki (benzeri bir cepheye ve konuma sahip olan) yaban hayatta süregiden doğal ortaklıkları gözlemlemek ve kataloglamak, herhangi bir arazi için seçilecek bitki ve hayvan ortaklıklarını belirlemekte izlenecek en iyi yoldur. Birlik ortaklığı denemelerine –1) Aynı öğelerin kullanılması (cins ve türler); 2) daha üretken veya yenebilir türlerin başka bir türün yerine kullanılması (aynı cinsten olup, tür bakımından seçkin olan ve/veya kültür bitkisi bulunan); 3) aynı aileden olan cins ve türlerin birbirlerinin yerine kullanılması; 4) aile, cins ve türlerin, her bir öğenin doğal işlevlerini temel almak yoluyla birbirlerinin yerine kullanılması (dikkatli gözlem ve araştırma gerektirir) ya da 5) bu stratejilerin hepsinin birleştirilmesi suretiyle– bahsi geçen doğal ortaklıklar ve durumların yeniden oluşturulması veya taklit edilmesiyle başlanabilir.

Gıda Ormanı Denemeleri

Doğal bir ortaklık şunlardan oluşabilir: köknar ağaçlarının oluşturduğu yüksek bir gölgelik [kanopi]; bunun altında akçaağaç, mürver ağacı ve taş armudunun oluşturduğu orta yükseklikteki gölgelik ve de alt bitki örtüsü ya da toprak örtüsü olarak da, bektaşi üzümü, inci çiçeği, ağı otu, nane ve menekşeler. Bu bölgeye daha yakından bakıldığında çeşitli böcek türleri ve mantarlar da görülecektir. Zaman içinde tek tük av kuşları yiyecek aramak için buraya gelecek, toprağa fosfat ve azot bırakacaktır. Geyikler de burada otlayacak ve gübre bırakacaktır. Yağmacı çakallar, rakunlar ve kokarcalar tarafından bırakılan balık ve küçük hayvan leşlerini de burada bulmak mümkün olacaktır.

Yukarıda anlatılan bu doğal örneğin içerdiği birbirleriyle eşgüdümlü öğeleri yeniden yaratarak, hasat edilmeye ve insani gıdalara daha uygun, hayli verimli yeni bir sistem kurmaya başlayabiliriz.

Akçaağaç (Kızılağaç), azot tutma özelliği olan ve her yıl yapraklarını döken bir ağaçtır. Büyük miktarda biyokütle üretir ve körpe ağaçların yetişmesini sağlar. Aynı işlevi görecek başka bir ağaç (bezelye çalısı ya da iğde türleri) ise daha az yayılmacı olabilir, yeni gıda ormanına daha çok fayda sağlayabilir, daha az suya ihtiyaç duyabilir ve de arılar ile kümes hayvanlarına nefis yem bitkileri sunabilir.

Taş armudu (Amelanchier alnifolia), taze ya da kurutulmuş olarak, ayrıca pastırma yapımında kullanılan yerli bir bitkidir. Taş armudunun seçkin türleri (“Pembina”, “Smoky” ya da “Northline”) diğer yerli türlere oranla daha çok meyve verir ve üzerinde daha az asalak yaşar. Taş armudu, gülgiller ailesinden elma ve armuda benzer yumuşak çekirdekli bir meyve üretir. Dolayısıyla elma ve armut ağaçları ortaklığa eklenebilir veya başka ağaçların yerine kullanılabilir. Taş armudunun anaç gövdesine elma türleri aşılama deneyleri yapılmaktadır (Bu uygulama yerli yaban elması üzerinde başarılı olmuştur).

Alt Bitki Örtüsünü Meyvelendirmek

Bektaşi üzümü (frenk üzümü), mayhoş bir yaş meyve üretir ve dikenli olması nedeniyle hayvanlar yapraklarını çok fazla yiyemez.  Bektaşi üzümünün seçilen çeşitli türleri, daha büyük, daha çok miktarda ve daha tatlı meyveler verir. Bektaşi üzümünün yerine siyah ve kırmızı kuş üzümü (başka bir frenk üzümü türü) kullanılabilir. Birçok frenk üzümü türünün beyazsinekleri uzak tuttuğu bilinmektedir. Kartopu ve üzümsü bitkiler de bu listeye dahil edilebilir.

Yer Örtücüler

Topraktaki iplikkurtlarını denetim altına almak için doğal yer örtücülerden faydalanılabilir ya da bu işlevi latin çiçekleri ve kadife çiçeklerinin görmesi sağlanabilir. Çilekler ve mantarlardan faydalanılması da mümkündür. İlkbahar başında ve yazın ortasıyla sonu arasında biçilen karakafes otu, bakla ve sarıyonca, eser mineraller, malç ve azot sağlarlar. Malç ürünlerinin işlenmesi [tilling] tavsiye edilmez.

Böceklerin Beslenmesi ve Üremesine Uygun Bitkiler

Maydanozgiller (dereotu, anason, tohumlama için bırakılmış havuçlar), ağı otu ve diğer küçük çiçekli bitkilere benzerler. Bu bitkiler ve gülgiller, yağmacı böcekleri kontrol altında tutan eşek arılarına doğal bir yaşam ortamı sağlar.

Sebze Ekimi

Ormandaki/bahçedeki ağaçlar olgunlaşırken bir yandan sebzeleri ve üzümsü meyveleri hasat etmek ve pazarlamak, “faydalı getiri” [yield] elde etmek için izlenebilecek en iyi yoldur. Orman kenarları ile meydana getirilmiş gıda ormanlarının güneş gördüğü sınır şeridinin tamamı, yıllık sebzeleri yetiştirmek için harika bölgelerdir. Toprağı asgari seviyede işlemek yeterli olacaktır ve bu işlem ağaç sıralarının dışında kalan bölgede (damla sulama hattı) uygulanmalıdır.

Toprak ve Arazi Hazırlığı

Toprak hazırlığı ve aşılama, üretken gıda ormanlarının vazgeçilmezleridir.
Arazi hazırlığı için önerilenlerden biri, gıda ormanına büyük miktarda organik madde girdisi sokmaktır. Arazideki toprak yığınlarına ya da eşyükselti çizgisi boyunca uzanan yağmur hendeklerine ekim yapılabilir. Yaklaşık 30 cm kalınlığında alfa alfa, bunun üstüne de yine bu kalınlıkta gübre eklenebilir (olgun ağaçların genişliğinde). Organik maddeler ve eser mineraller için esmer suyosunundan faydalanmak da çok iyi olacaktır. Üç ilâ beş yıl sonrasında yeşil gübreleme yapmak ve toprak koruyucu bitkileri biçmek, toprağın bakımını sağlayacaktır. Yeni arazinizi aşılamak için komşu ormandan ya da örnek alınan ormandan temin edeceğiniz toprağı kullanın. Yetişmekte olan meşelerde bulunan toprak mikropları cevizleri yetiştirmekte iyi iş görür (ya da tam tersi). Baklagillerden oluşan yer örtücülerin de uygun aşılara gereksinimi olabilir (mevcut tarlalardan temin edilebilir ya da satın alınır).

Hayvancılık 

Hayvanlar, her türden orman sistemi için, özellikle de insan eliyle yapılmış ve bol meyve barındıran gıda ormanları için vazgeçilmezdir. Her dengeli sistemin içinde hayvanlar olmalıdır ve bunlar beslenme amaçlı avlanmamalıdır. Yine de hayvan nüfusu denetim altında tutulmalıdır. Av kuşları ve kümes hayvanları teşvik edilmeli ya da yeniden sisteme kazandırılmalıdır. Daha dikkatli olmak ve çit kullanmak kaydıyla, domuz ve kuzulardan da faydalanılabilir. Keçilerden kaçınılmalıdır. Tüm arazinin çevresini ya da her bir ağacın etrafını çitle çevirerek geyiklerin yaprakları yemesi etkin olarak denetim altına alınabilir. Avcıların ve köpeklerin varlığı, geyiklerin örüntüleri ve alışkanlıkları üzerinde son derece etkili olmaktadır.

Tavsiye Edilen Gıda Ormanı Ortaklıkları
Elma, dut, armut ve ceviz1
Frenk üzümü ve kartopu çiçeği türleri
Karakafes otu, burçak ve yonca

Pikan cevizi, ceviz ve meşe2
Çakal eriği ve kayısı
Papatya ve kekik

Çitlembik, ceviz3
Frenk üzümü türleri

Doğal Gıda Ortaklıkları4
Boylu mazı, batı sugası, büyük sahil göknarı
İkiz çiçek, büyük yaban mersini, Utah hanimelisi, Paxistima
Kaya eğreltisi, yabani zencefil, menekşe

Boylu mazı, batı sugası, büyük sahil göknarı, duglas göknarı, beyaz çam

Büyük yaban mersini, kokulu ahududu, sarı boya çalısı, kayalık dağ akçaağacı
Diğer Olası Gıda Ormanı Ortaklıkları

Fındık / kayısı

Vişne / salkım ağacı, yalancı akasya [locust]

Kestane / Sassafras ağacı

Meşe / Dağ maunu


1 Sürdürülebilir Bir Yaşam için Uygulama Kılavuzu, Bill Mollison, Island Press 

2 Orta Teksas’ta gözlenmiştir

3 New Mexico’nun kuzeyinde gözlenmiştir

4 Washington’ın doğusunda gözlenmiştir

Yazarın izniyle tekrar basılmıştır. Larry Santoyo, permakültür tasarımcısı, öğretmen, işletme danışmanı ve arazi kullanımı planlamacısıdır. Earthflow Design Works isimli internet sitesinden kendisine ulaşılabilir.

Yazının orjinaline şu adreste yer almaktadır: http://www.permaearth.org/foodforestarticle.html

http://permakulturplatformu.org/?p=772

YENEBİLİR ORMAN BAHÇELERİ: MACERAYA DAVET– BAHAR 2002

Çeviri: İlknur Urkun [düzelti: hira d.]

Orijinal metin: http://www.nofa.org/tnf/sp02/supplement/edible.php

Yenebilir Ormanlar/Bahçeler: Lezzetli ve Uygulanabilir bir Ekoloji (2002, David Jacke ile Eric Toensmeier) adlı kitaptan alınmıştır.

[not: “Edible Forest Garden” ile “Food Forest”, bizim anladığımız kadarıyla hemen hemen aynı kavramlardır. Ancak, görünen o ki, “Food Forest” (Gıda Ormanı) artık yerleşmiş bir permakültür terimi haline gelmiştir; oysa “Edible Forest Garden” (yenebilir orman bahçesi) kavramı permakültürden bağımsız şekilde (örneğin Robert Hart sayesinde) gelişmiştir. Yazarların bu ayrıma dikkat ederek özellikle “Edible Forest Garden” tabirini kullandıklarını varsayarak, biz bunu “Gıda Ormanı” olarak değil “Yenebilir Orman Bahçesi” olarak çevirdik.]

“Kendiliğinden bitmiş çimenlerin arasına gel,

meşeler palamutlarla dolu, tatlı kökler sürülmemiş toprağın içinde….”,

Ursula K. LeGuin, Hep Yuvaya Dönmek


Ardıllık [succession] sürecinde ekolojik benzeşmeler: eski tarlalarda genellikle çeşitli ve yüksek verimli türler bulunur. Mevcut yararlı türleri kullanıp, daha az yararlı türlerin yerine yararlı bitkilerle benzer nişler oluşturarak bu tür ekosistemleri taklit edebiliriz. Bu ilke ardıllığın her aşamasında geçerlidir. Mevcut bitki örtüsünü inceleyin, kullanabileceklerinizi ve insanlar için daha doğrudan kullanımı olan hangi türleri ekleyebileceğinizi bulun. Ekolojik Benzeşim süreci örnek aldığımız ekosistemlere benzeyen orman bahçeleri tasarlamak için iyi yöntemlerden biridir.

Kendinizi etrafınızdaki hemen her şeyin yenebileceği bir ormanda hayal edin. Olgun ve olgunlaşmakta olan meyve ve yemiş ağaçları açık bir çatı oluşturmuş durumda, dikkatli bakıldığında birçok dalda dolgunlaşan meyveleri görülebilmekte –armutlar, elmalar, trabzon/japon hurmaları, cevizler ve kestaneler. Çatıdaki boşlukları dolduran çalılar ise yılın farklı zamanlarında ahududu, yaban mersini, kuşüzümü, fındık ve daha az bilinen meyveler, çiçekler ve yemişler vermekte. Çeşitli yerli kır çiçekleri, yabani yenebilir otlar, şifalı otlar ve çok yıllık sebzeler yerde kalın bir örtü oluşturmuş. Bu bitkilerin çoğunu siz yemek ya da şifa için kullanırken diğerleri yararlı böcekleri, kuşları ve kelebekleri cezbediyor, toprak inşa ediyor ya da sadece ayrık otlarını engellemeye yardım ediyorlar. Orada burada yapraklar arasında meyveleri saran tırmanıcılar -dayanıklı kivi türleri, üzümler ve saat çiçeği meyveleri- ağaçlara, çalılara ya da çardaklara tırmanıyor.. Daha güneşli açıklıklarda kocaman yer elmaları yerfıstığı sarmaşıkları ile birlikte yetişiyor. Bu bitkilerin sarı ve koyu mor çiçekleri gökyüzünün parlak sıcaklığının tadını çıkarırken, kökleri geç hasat ve kış için enerji biriktirerek birbirlerine destek oluyorlar.

Yenebilir Orman Bahçesi Nedir?

Yenebilir orman bahçesi çok işlevli bitkilerden olşan çok yıllık bir çoğulkültürdür –birçok tür birlikte yetişir (çoğulkültür), çoğu bitki tekrar ekmek gerekmeden bir sonraki sene tekrar yetişir (çok yıllıklar), her bitki birçok işlev yerine getirerek bütünün başarısına katkıda bulunur. Diğer bir deyişle, yenebilir bir ekosistem: bilinçli bir şekilde insanlar için gıda üretimi için tasarlanmış birbirlerine yararlı bir bitki ve hayvan topluluğu. Yenebilir orman bahçeleri sadece çok çeşitli yiyecekler sağlamakla kalmaz, aynı zamanda da gıda, yakıt, lif, hayvan yemi, gübre, “ilaçlar” ve eğlence de sağlarlar. Güzel, yemyeşil bir ortam, bahçe tasarımının ya bilinçli olarak merkezindedir ya da yararlı bir yan etkisidir.

Yenebilir orman bahçesi dünyanın nemli bölgelerinde doğal olarak bulunan çok yıllık çoğulkültürler olan orman ekosistemlerini taklit eder. Kuzey Amerika’nın büyük bölümünde toprağı sürmekten ve ayrık otlarını ayıklamaktan vazgeçerseniz bahçeniz kısa zamanda ormana dönüşecektir. Boş toprağı önce tek yıllık ve çok yıllık ayrık otları işgal edecektir. Bir kaç yıl sonra çalılar baskın hale gelecektir. Sonunda öncü ağaçlar gelecek ve bir orman doğacaktır. “Ardıllık” denen bu sürecin yetişkin bir ormana dönüşmesi on yıllar sürebilir.

Biz insanlar ardıllığı bastırmak için çok çalışıyoruz –biçiyor, yabani ot ayıklıyor, toprağı sürüyor, ilaçlıyoruz. Eğer ardıllık süreci rüzgâr için olsaydı, hiç durmaksızın bunu tersine çevirmek için uğraşacaktık. Bunun yerine, neden toprağın orman olma yönündeki doğal eğilimine yelken açıp onun yönünde gitmeyelim ki? Yenebilir orman bahçıvanlığı gıda yetiştiriciliğinin ufkunu genişleterek onu ardıllık diziliminde tarladan ormana her aşamadan yararlandırmayı amaçlıyor.

Yiyecek Ormanı Bitkileri Örnekleri
Çok yıllık otlar    
Soğan  Allium cernuum
A. Tricoccum 

A. cepa, etc.

Lezzetli yeşil kısım ve kökler, zararlılarla mücadele, bazıları gölgeye oldukça dayanıklı
Yabani lahanalar Brassica oleracea Çok yıllık karalahana, çok yıllık pazı, çok yıllık brokoli
Yabani lahana (Deniz lahanası) Crambe maritima Açık renkli sürgünler, lezzetli tomurcuklar.
Türk rokası Bunias orientalis Hardalımsı yapraklar, gölgeye dayanıklı.
Isırgan otu Urtica dioica Bahar yeşillikleri, besin toplayıcı.
Kuzey Amerika ısırganı Laportea candensis Yerli, bahar yeşillikleri, gölge sever, batar!
Misk maydanozu Myrrhis odorata Tatlı, anasonlu yapraklar, çiçekler, tohumlar, gölgeye dayanıklı, yararlı böcekleri çeker.
Dağ kuzukulağı Oxyria digyna Tadı güzel, yerli, güneş ya da gölge, kıvrık yapraklı.
Kalkanlı kuzukulağı Rumex scutatus Lezzetli, iyi bir öbeklenen yer örtücü.
Good King Henry Chenopodium bonushenricus Yaprakları ıspanak tadında, kuşkonmaza benzer sürgünler, gölgeye dayanıklı.
Sarmaşıklar    
Dayanıklı kivi türleri Actinidia argua 

Maypop, A. kolomikta

Yüksek C vitaminli meyve, odunsu.
Saatçiçeği/pasiflora/çarkıfelek Passiflora incarnata Muhteşem çiçekler, lezzetli meyve, otsu.
Ağaçlar    
Cevizler Juglans species Yemişleri, odunu.
Hikoriler Carya species Yemişleri, odunu.
Kestaneler Castanea spp. & hybrids Yemişleri, odunu.
Dutlar Morus alba, M. rubra Meyvesi, budanan dalları.
Trabzon hurmaları Persimmons Meyvesi.
Fıstık çamları Diospyros virginiana, D. kaki,
Pinus edulis, P. cembra,
P. pumila. P. flexilis,
Yemişleri, rüzgar kesici.
Papav Asimina triloba Çok besleyici meyveler, kısmen gölge.
Çalılar    
Amerikan eriği Prunus americana Meyvesi, thicket-forming.
Chickasaw eriği Prunus angustifolia Meyvesi, thicket-forming.
Saskatoon Amelanchier alnifolia Meyvesi, comm. varieties available.
Fındıklar Corylus species Yemişleri, çalılık, bazıları ağaç.
Kuşüzümleri Ribes species Meyvesi, kısmi gölgede meyve verebilir.
Kolay yetişen mantarlar    
Shiitake Lentinula edodes Meşe kütüğünde yetişir, lezzetli, şifalı.
Kuritake Hypholoma sublateritum Kütüklerde, talaşta, köklerde, lezzetli, yerli.
Pösteki mantarı Coprinus comatus Sert ağaç parçalarında (malç), lezzetli, yerli.
Reishi/Gadonerma mantarı Ganoderma species Köklerde, kütüklerde, yerli, lezzetli, şifalı.
King Stropharia Stropharia rugoso-annulata Sert ağaç parçalarında, samanda, toprakta, kompostta, malçda, lezzetli, yerli.

Doğrudan insan kullanımı yanında, orman bahçesini kendi kendine yenilenme, kendinden verimli olma ve kendi kendine bakım için tasarlamak çok önemlidir. Yenebilir orman bahçelerinde kullanılan bitkilerin çoğu ya kendi kendine yenilenen çok yıllıklar ya da kendi tohumunu döken tek yıllıklardır. Sürekli malçlanan ve bunun dışında müdahale edilmeyen toprak sağlıklı ve çeşitli bir toprak canlıları topluluğunun gelişmesini sağlar. Azot bağlayıcı, topraktaki mineralleri toplayıcı, malç görevi gören ya da bu işlevlerin bir kombinasyonunu sunan bitkilerin kullanılması da toprağın verimini artırır. Bazı türler böcek yiyici kuşlara, zararlıları yiyen avcı ya da parazit böceklere gıda veya barınak sağlayarak zararlı ve hastalıklarla mücadele işlerini azaltır ya da tamamen ortadan kaldırır. Bitkilerin toprağın durumuna ve mikro klimaya uygunluk, ihtiyaç duydukları işgücü, oynadıkları ekolojik roller ve ulaşacakları büyüklüğe göre seçmek ve yerleştirmek bakım işlerini azaltır ve mahsulü artırır. Doğanın işleyişini taklit ederek yapılacak işleri, malçlama, biraz budama, nadiren yabani ot temizleme ve zararlı ve hastalıklarla asgari mücadeleye indirgeyebiliriz. Ah tabii, bir de hasat var!

Esasen yenebilir orman bahçıvanlığı, bitkileri karşılıklı yarar sağlayıcı ilişkiler kuracakları şekilde bir orman örüntüsüne benzer şekilde bir araya getirme, parçaların toplamından daha fazlası eden bir gıda üretme sistemi yaratma sanatı ve bilimidir. Temel fikir, meyve, yemiş, sebze, ot, mantar ve diğer yararlı bitki ve hayvanların doğal orman ekosistemlerini taklit ederek yetiştirilmesiyle güzel, çeşitli, yüksek mahsul veren ve büyük ölçüde kendi kendinin bakımını yapan bir sistem yaratabileceğinizdir.

Orman BENZERİ Bahçeler mi yoksa Ormanın İÇİNDE Bahçıvanlık mı?

Orman İÇİNDE bahçıvanlığın birçok yolu vardır. Bunlar arasında doğal ormanların restorasyonu, ekolojik ormancılık, tarımsal ormancılık ve estetik orman bahçeleri oluşturulması sayılabilir. Biz ormanın İÇİNDE yapılan bu ve diğer bahçıvanlık biçimlerinden bahsetmiyoruz. Bizim sözünün ettiğimiz orman BENZERİ bahçeler.

Fotoğraf: David Jacke

Erik ağacı altında Ebegümeci (geniş yapraklar) ve ağaca tırmanan kivi; Bullock Brothers Çiftliği, Orcasis, WA.

Orman BENZERİ bahçeler oluşturmak için sağlıklı doğal orman ekosistemlerinin yapısı ve işlevlerine yön veren dinamiklerin, örüntülerin ve ilkelerin derinlemesine anlaşılması gerekir. Daha sonra bu bilgilere dayanarak ihtiyaçlarımıza hitap eden ve bahçe ekosisteminin kendi ihtiyaçlarını karşılamasına yarayan yapı ve işlevleri taklit ediyoruz. Ormanı bir tasarım metaforu, bir yapı ve işlev modeli olarak kullanıyor, küçük alanlarda insanların ihtiyaçlarını karşılamak için bu tasarımı benimsiyoruz. Daha sonra ise bir yandan bir ekosistemin arka bahçemizdeki evrimine katılarak ekoloji ve kendimiz hakkında birçok şey öğreniyor, bir yandan da karnımızı doyuruyoruz.

Mevcut bir ormanı iyi işleyen bir yenebilir orman bahçesine dönüştürebilirsiniz ama biz bunu pek tavsiye etmiyoruz. Birçok yönden ağaçsız bir alanda baştan başlamak daha iyidir. Böylece bitkileri ekmeden önce toprak koşullarını iyileştirebilir, çok verimli bitkilerle en çok güneş alan çatıyı oluşturabilir, bunun yanında alttaki daha gölgeli alanlardan ek ürün alabilirsiniz. Mevcut ağaçlıkları kullandığınızda -mevcut ağaçları kesmeyecekseniz ya da zaten Trabzon/Japon hurması, ceviz, hikori ya da diğer ürün veren ağaçlardan bir çatıya sahip olacak kadar şanslı değilseniz- toplam yüksek sistem verimliliği fırsatınız azalacaktır.

Yenebilir orman bahçıvanlığında en çok bilinen taklit biçimi, sağlıklı ormanlardaki tabakalara benzer çok tabakalı bir bitki örtüsü yaratılmasıdır. Ancak, bitki katmanları yenebilir orman bahçesi yaratmak için üzerinde çalışmamız gereken beş fiziksel mimari öğeden yalnızca biridir. Ayrıca toprak katmanlarının ve de ormandaki bitki örtüsünün işlevlerini anlamamız, yapılarını, yoğunluğunu, örüntülerini ve çeşitliliğini de taklit etmemiz gerekir. Örneğin, ekoloji araştırmaları göstermiştir ki, “topaklanmış doku” dediğimiz dokudaki doğal ekosistemlerde, kanopi tabakasında kuş nüfusu daha büyük bir çeşitlilik gösterir ve daha fazla avcı böceğe evsahipliği yapmaktadır.† Eşit aralıklı ve aynı büyüklük, yaş ve türdeki ağaçlardan oluşan, çalılara yer verilmeyen, tekdüze bir alt tabakaya sahip meyve bahçeleri oluşturduğumuzda ise homojen, mülayim, mercimek çorbasıvari bir doku yaratırız. Bu doku avcı tür çeşitliliğini ve ürün zenginliğini azaltır, iş yükümüzü artırır ve bizi bir şekilde kimyasal mücadeleye zorlar.

Ekosistemler fiziksel mimarinin yanı sıra, “sosyal yapılar” ve zaman içinde değişimler (yani ardıllık örüntüleri) de sergilerler. Eğer dikkat eder ve iyi tasarım yaparsak bu da bize bakım işlerinin azaltılması ve mahsulün artırılması fırsatı yaratır. Sosyal yapı hem yer üstü hem de altındaki gıda ağları ile bitki birlikteliği [guild] adı verilen, kaynakları bölüşerek işbirliği ve dayanışma ağları oluşturan bitki ve hayvan birlikteliklerinin tasarlanması ve bakımını içerir. Gittikçe daha da karmaşıklaşan toprak gıda ağları bilimi, bazı sistemlerde gübre ihtiyacının neredeyse ortadan kalkması ve de sağlıklı toprak gıda ağlarının oluşması için gerekli kaynak ve koşullar sağlandığı takdirde, hastalık ve zararlılarda radikal azalmalar gibi heyecan verici bulgular ortaya koymaktadır. Yüksek verimli çoğulkültürlerin tasarımında özellikle kaynakları bölüşen birliktelikler temeldir. Örneğin, farklı bitki türlerinin kök örüntülerini anladığımızda, toprak kesitinin farklı bölümlerini kullanan birliktelikler oluşturabiliriz. Bu sayede, birbirleriyle rekabetlerini artırmadan bitkileri daha yakın gruplaştırabilir, sistemin bütün olarak kullandığı toprak kaynaklarının hacmini artırabiliriz. Tekilkültüre dayalı bir anlayışla yetiştirilen aynı sayıda bitkinin birim alan başına vereceği ürünün daha fazlasını veren bir çoğulkültür yaratma şansımız böyle bir düzenlemeyle en üst düzeye çıkar.

Bütün bunlar, yenebilir orman bahçıvanlığı yaptığımızda, sadece bitkilerle değil böcekler, kuşlar, mikroorganizmalar ve evimizi paylaştığımız tüm diğer yaşam formları ile tasarım yaptığımız ve bahçe yarattığımız anlamına gelir. Efendi ve hizmetkâr olarak değil, yaşam oyununun katılımcıları olarak çalışır ve bahçıvanlık ederiz. Bu işte ortaklarımızı ne kadar iyi anlarsak, onlarla birlikte bilinçli bir şekilde çalışarak uyumlu bahçe örüntüleri oluşturma kabiliyetimiz o kadar artar. Yani sonuç itibariyle: ağaç dikmeyin, ekolojiler dikin!

Cennet Bahçesi: Kulağa Hoş Geliyor, Ama Uygulanabilir mi?

Yazının girişindeki tanımlamadan da anladığınız gibi, Eric’le ben yenebilir orman bahçıvanlığını cennet bahçesini yeniden yaratma işi olarak görüyoruz. Peki bu kadar verimli ve az bakım gerektiren bir gıda bahçesi gerçekten mümkün mü?

Tarihten Alınan Birkaç Ders

Birçok yönden antik olmasına rağmen, yenebilir orman bahçıvanlığı modern batı kültüründe ve özellikle Kuzey Amerika kıtasında nispeten yeni bir kavram. Tropik Afrika, Asya ve Latin Amerika insanlarının ağaçlar, çalılar, hayvanlar ve otsu bitkileri bir araya getiren çok katmanlı tarım gelenekleri eskiye dayanıyor. Meralarda hem hayvan yemi, hem rüzgâr kesici hem de gölgelik olarak kullanılabilen ağaçlar yetiştirirler. Bu ağaçların bazıları havadaki azotu toprağa bağlayarak toprağı da iyileştirirler. Karıklı üretim sistemlerinde azot bağlayıcı ve gıda ağaçları ile mısır ve patates gibi yıllık bitki sıraları kullanılır. Tropik bölgelerin çoğu kısmında kullanılan çok katmanlı “gıda ormanı” sistemlerinde yağmur ormanlarını taklit edilerek hindistan cevizi, yağ palmiyeleri, muz, kahve, ananas ve zencefil yetiştirilir. Köy ve ev ölçeğindeki tropik orman bahçeleri Java’da en azından 10. yy.dan beri bulunmakta ve ekili köy arazisinin %15 ila %50’sini oluşturmaktadır.†† Orman bahçeleri tropik iklimlerde uzun zamandır bulunmaktadır ve işlevseldir.

Daha soğuk iklimlerde de benzer sistemlerin yüzlerce yıl önce var olduğuna dair güçlü kanıtlar bulunmaktadır. Örneğin bazı ılıman orman ağacı türleri kökünden kesilirse coşkulu bir şekilde tekrar büyümektedir. Bu dipten budama sürgünleri [coppice], türüne göre yakıt, lif, yem ya da malç olarak kullanılabilmektedir. Kütükler, direkler, fidanlar ve çalıların yapı malzemesi olarak kullanıldığı Ortaçağ İngiltere’si ve Avrupa’nın diğer bölgelerinin dipten budama ormancılık sistemleri, arazi kullanımı ile inşaatın entegre olduğu sistemlerinin merkeziydi. Dipten budama arazileri ayrıca ortaçağ beslenme biçiminin önemli bir bölümünü oluşturan yaban av memelileri ile kuşları ve yarı yabani yiyecek ve şifalı bitkiler için önemli bir habitat sunmaktaydı.

İngiltere’de sürekli dipten budanan birkaç ağacın 500 ila 800 yaşında oldukları kanıtlanmış, kökten budama yönteminin ağaçların ömürlerini ciddi biçimde uzatabildiği görülmüştür.††† Bu oldukça istikrarlı, sürdürülebilir tarımsal ormancılık sistemleri gerilemeye başlamadan önce yüzyıllarca yıl yaşamışlar ve endüstri devriminde tamamen yok olmuşlardır. Ayrıca, Kuzey Amerika’nın batısındaki yerlilerinin kültür ve tarımı hakkında fikir sahibi oldukça, orman yönetimi stratejilerinin karmaşıklığını daha iyi anlıyoruz. Kayıtlar yenebilir orman bahçesi benzeri sistemlerin ılıman iklimlerde de mevcut ve uygulanabilir olduğunu açıkça gösteriyor. Kalbimizi ve aklımızı koyarsak bizim bugün daha iyisini başarmamız mümkün değil mi?

Soğuk iklimlerde az da olsa gittikçe artan sayıda insan bu fikirleri günümüze uyarlamakta. J. Russell Smith’in 1950’de yayınladığı öncü çalışması Ağaç Ekinleri: Kalıcı bir Permakültür, dünya çapında tropikal ve alt tropikal iklimlerin yanı sıra ılıman iklimlerde de tarımsal ormancılık potansiyeline ilgi uyandırdı. Ancak genellikle tropikal ülkeler ve büyük ölçekli ağaç ekim sistemleri üzerine araştırmalar yapılmakta.

Robert Hart’ın 1991 yılında İngiltere’de yayınlanan ilham verici kitabı Orman Bahçıvanlığı †††† arka bahçe sahipleri için başlangıç noktası oldu. Hart’ın ılıman iklimlerde orman bahçıvanlığı vizyonu; tropik tarımsal ormancılık sistemleri üzerine çalışmaları ††††† , Gandi’ci inançları ve arka bahçesindeki deneyimleri sonucunda oluştu. Onun İngiltere Shopshire’daki orman bahçesi vizyonunun inanılmaz güzellikteki bir ifadesi ve dünyada bilinen en eski ılıman iklim orman bahçesidir (1981’de başlamıştır). Patrick Whitefield’ın daha uygulamaya yönelik, İngiltere odaklı önemli bir eser olan Bir Orman Bahçesi Nasıl Yapılır kitabı Hart’ın kitabını takip etti ††††††. Bu iki eser ile Bill Mollison ve David Holmgren’in permakültür (kalıcı kültür) üzerine çalışmaları ††††††† orman bahçeleri ve bunların ekimi konusunda İngiltere’de büyük ilgi yarattı. Bu bahçelerin hepsi yenebilir orman bahçelerinin esas yararlarını olmasa bile potansiyellerini ortaya koymaktadır.

Fotoğraf: David Jacke

Bahçedeki patikada askıya alınmış kivi, meyve ve sebzeler görülmektedir. Sahibi: Charlie Headington, Greensboro NC.

Yenebilir orman bahçesi Kuzey Amerika’da daha yavaş yaygınlaşmıştır. Sadece birkaç kişi bu fikirden haberdar olmuş, dolayısıyla örnekler daha az sayıda ve birbirinden daha uzak olsa da yine de bulunmaktadır. Orman bahçıvanları Washington eyaleti kıyısında deniz ikliminde, 2000 m. rakım soğuğunda, kuru Colorado Rockies bölgesinde, sıcak ve nemli Greensbro’da, Kuzey Carolina’da ve serin güney New Hampshire’da, az ya da çok başarıyla ekim yapmışlardır.

Orman bahçeleri küçük kentsel bahçelerde ve büyük parklarda, banliyö arsalarında ya da kırsal çiftliklerin bir kenarında uygulanabilir. 8 dönümlük kırsal araştırma bahçelerinden, bir dönümlük yenebilir bitki ormanlarına ve yoğun ekim yapılmış 10×15 m boyutlarındaki kentsel konut projesi bahçelerine kadar çok çeşitli örneklere tanık olduk. Daha küçük bahçeler de kesinlikle mümkündür, her ne kadar “orman” tanımını biraz zorluyor da olsak, aynı ilke ve fikirler geçerlidir. “Orman bahçesi” ismine rağmen araziniz iyi güneş alırsa daha iyi olur. Ama tabii ki eğer araziniz gölgelik ve ağaçlıysa da bu fikirleri, bilgileri ve orman bahçıvanlığı bitkilerini kullanabilirsiniz.

Çeşidi Artırmak: Orman Bahçesi Örnekleri

Orman bahçeleri kırsal ya da kentsel, açık alan, ağaçlık ya da sık ormanlarda; çeşitli büyüklüklerde, şekillerde ve habitatlarda olabilir. Gözünüzde canlanması için bazı olası permütasyonlara bakalım. Burada verilen örneklerin reçete niteliğinde ve kapsamlı değil daha ziyade fikir verici olmasını umuyoruz. Kitabımızda çok daha fazla görsel, örüntü ve orman bahçesi tasarımı örneği bulabileceksiniz.

Ağaçlık alanda orman bahçeleri

Eğer arazinizde bir ağaçlık mevcutsa, dökümünü çıkartabilir ve mevcut bitki topluluğuna ekleme ve çıkarmalar yapabilirsiniz. Yapılan müdahale, esasen alt katmanda çok yıllık sebzelerin ve şifalı otların ekimi amacıyla mevcut dokuda yapılan asgari değişikliklerden; odunsu alt katmana çalı ve gölgeye dayanıklı ağaçların eklenmesine ve de kanopiden aşağıya doğru yararlı türler için açtığınız boşlukların doldurulması amacıyla yapılan açıklıklarla ve bir ardıllık içinde bitkilerin ekilmesine çok çeşitli biçimlerde olabilir. Böyle bir ekim işi amaçlarınız, alandaki hazırlıklar, tür tercihleri ve mevcut bitki örtüsünün özelliklerine bağlı olarak yabani bakım gerektirmeyen yüksek riskli bitkiler, yarı yabani kısmen bakım gerektiren bitkiler ya da çok bakımlı orman içi bahçelerine değişiklik gösterebilir. Bu tür sistemlerin yönetiminde olgun orman ardıllığındaki boşluk dinamiklerinin anlaşılması yardımcı olacaktır. Bu tür durumlarda, bölgede egzotik bitkilere hiç rastlanmaması durumunda ya da bu bitkilerin belli tasarım amaçlarına karşılık gelmesi haricinde, yerel ekosistemin bütünlüğünün desteklenmesi ve restorasyonu için öncelikle yerli türlerin kullanmasını şiddetle tavsiye ediyoruz.

Ağaçlık kenarı orman bahçeleri

Ekilmiş arazilerin çoğunda orman ile tarla arasındaki sınırı belirleyen keskin bir çizgi bulunur; yüksek ağaçlardan oluşan orman bir çayır ya da tarlanın sınırında, hemen hiç geçiş örtüsü oluşturmadan birdenbire kesilir. Doğal arazilerin çoğunda ise mera ve orman gibi iki çok farklı habitat arasında geniş geçiş alanları vardır. Bu “kenar mıntıkaları” genellikle küçük bir alanda birçok mikro klima içerir ve bu da genel olarak verimli ve çok çeşitli ekosistemler yaratır. Bu durum “kenar etkisi” olarak adlandırılır. Biz de hem ağaçlık alanda hem tarlada çok çeşitli faydalı bitkilerin ekimini yaparak geniş geçiş alanları yaratıp böyle kenarları yararımıza kullanabiliriz.

“Hızlı -Ardıllığa” sahip Orman Bahçeleri

Eğer yenebilir orman bahçenizi açık bir alan veya bir çayıra dikecekseniz, bahçeyi “hızlı ardıllık” şeklinde tasarlayabilirsiniz “.†††††††† Hızlı ardıllıkta, çok yıllık otsulardan çalılara, genç ağaçlardan ve “zirve ormana” kadar bahçenin her aşamasını tasarlarsınız ve her ardıllık aşamasındaki türleri aynı anda ekersiniz. Zirve aşamasını tasarlayarak başlamalı ve geriye doğru adım adım mevcut duruma gelmelisiniz. Kısa ömürlü güneş seven bitkileri ilk aşamalara yerleştirir, bunların etrafına yerleştikleri uzun ömürlü bitkileri sonraki aşamalara bırakırsınız. İlk yıllarda yeteri kadar yer örtücü ve güneş seven bitki eker ve uzun ömürlü bitkileri uygun aralıklarla yerleştirirseniz, böyle sıkışık bir ekim uzun yıllar asgari bakım ihtiyacı ile yetişebilir. “Hızlı ardıllık” başlangıçta yoğun zaman, para ve bilgi yatırımı gerektirir. Ayrıca en iyi işleyiş biçimini bulmak için bol uygulamalı araştırma gerekir ama bu oldukça eğlenceli ve ilginç bir iştir. Eğer orman bahçesine dönüştürecek büyük bir araziniz varsa bu stratejiyi topyekûn ele almak için oldukça kararlı olmanız gerekir. Büyük bir alanda orman bahçesi yaratmak için başka bir yöntemi aşağıda “Birleşen Çekirdekler”’ başlığında görebilirsiniz.

Banliyö arazilerde taklit

Estetik kaygıları olan kent ve banliyö sakinleri de, ön bahçelerinde bile orman bahçeleri yaratabilirler. Bu durumda estetik hedeflerin bahçe tasarımına etkisi diğer durumlardakinden daha fazla olacak, bitki tercihleri bu ölçüte göre yapılacaktır. Birçok yenebilir ve diğer yararlı bitki oldukça güzel görünümlüdür. Orman bahçeleri resmiden gayri resmiye birçok estetik tarza uyum sağlayabilir, yenebilir bitkiler paravan ve yer örtücü olarak kullanılabilir ve çeşitli renk ve doku şemalarına uyabilir.

Mikro-Orman Bahçeleri ve Birleşen Merkezler

Ekim yapmak için çok küçük bir alanınız olsa da, mesela kentsel alanda bir bahçe, hatta bir terasta bile, bir orman bahçesi oluşturabilirsiniz. Burada “orman” tanımını biraz zorluyor olsak da aynı ilkeler küçük bir alanda 2 ya da 3 yarı cüce ağaç ve bunların etrafında 9 metre genişliğinde bir daire ya da 4,5 metreye 13,5 metre bir dikdörtgen kaplayacak şekilde ekilmiş uygun bitkilere uygulanabilir. Daha büyük alanlarda böyle bir örüntüyle kısa sürede kendi kendine bakabilir hale gelebilen orman bahçesi çekirdek-merkezleri yaratabilir ve bunları dışarı doğru genişleterek sonuçta birleştirebilirsiniz. Bu uygulama birçok bitki topluluğunun ardıllık sırasındaki gelişme örüntüsünü taklit eder. Kendi fidelerinizi yetiştirebilir, başlangıçtaki iş yükü ve yatırımı azaltabilir ve arazinizde hangi bitkilerin başarılı hangilerinin başarısız olduğunu görerek zamanla uyarlamalar yapabilirsiniz.

Büyük ölçekli orman bahçesi

Eric’le ben 9 metreye 15 metrelik bahçelerden, 8 dönümü aşanlara kadar çeşitli büyüklüklerde orman bahçeleri biliyoruz. 6 dönümün üstüne çıktığınızda ve eğer çatı katmanını (kanopi) bir kerede oluşturmak istiyorsanız, bazı büyük ölçekli teknikler işinize yarayabilir. İngiltere Devon’daki Tarımsal Ormancılık Araştırma Vakfı’nda Martin Crawford bu tekniklerden birini sergilediği bir orman bahçesi modeli kurmuştur. Martin çatıyı oluşturacak ağaçların hepsini aynı anda dikerek çayırlık bir arazide dağınık dikilmiş genç ağaçlar elde etti. Birinci yıl Martin 2,5 metre genişliğinde bir bant şeklinde kalın siyah bir polyester malzemeyi malç olarak kullanarak otları öldürdü. Ertesi sene polyester örtüyü yana kaydırdı ve otlardan arınan alanı çeşitli işlevleri olan ama temelde otların yerini alması için ekilen arsız bir yer örtücüyle kapladı. Her yıl bu işlemi tekrarladı. Dönüştürülen alan arttıkça dönüşümün hızı da arttı çünkü çoğaltacak bitki miktarı artıyordu. Bu sırada Martin, alandaki ağaçların altına ve dönüştürülmüş olan toprak katmanına örtü malç tekniği kullanarak gruplar halinde çalılar ekti. Böylece birkaç yıl içinde, otsu alt tabakayı toprağı zenginleştiren ve yararlı böcekleri çeken, aynı zamanda tüketim ve satış için faydalı ürünler veren güneş sever ve kısmen gölgeye dayanıklı türlere dönüştürmesi mümkün oldu. Ağaçlar büyüyüp gölgeleri gittikçe büyüdükçe Martin alt tabakayı gölgeye daha dayanıklı yenebilir türler ve yer örtücülere dönüştürdü. Sonuç yer örtücü tabakanın yoğun olduğu ve birkaç yılda iyi bir çatı ve çalı katmanının oluşturulduğu büyük bir orman bahçesi oldu.

Maceraya Davet

“Yeni” bir fikir olan orman bahçıvanlığının uygulanması konusu, özellikle Kuzey Amerika için, halen ayrıntılı çalışmalar gerektiriyor. İngiliz orman bahçıvanlarının yetiştirdiği türlerden sadece birkaçı Kuzey Amerika iklim ve topraklarına uyum sağlayabilir. Birçok yerli Kuzey Amerikalı tür, özellikle yabani yenebilir türler, şifalı bitkiler ve yararlı böcek çekiciler orman bahçeleri için büyük potansiyel taşıyor ama bu tür sistemlerde yeterince denendikleri söylenemez. Birçok kaynaktan, yerden ve kişiden birçok çiftçilik, bahçıvanlık ve ekoloji bilgisine dayalı güçlü olumlu kanıtlar gelmekte. Eric’le birlikte birçok örneği yerinde gördük, bizzat bu tür bahçeler yaratmak için yeterince girişimde bulunduk ve işlerliği olduğunu, şu ana kadar başarılanlardan daha iyi işleyebileceğini biliyoruz. Açık görüşlülük ve daha fazla bilgi ile -özellikle yararlı bitkilerin ekolojisi hakkında daha fazla bilgi ile- biz biliyoruz ki yenebilir orman bahçeleri fikri ılıman iklimli bölgelerde birçok insanın ilgisini çekecek ve onlar için uygulanabilir olacaktır. Ama halen öğrenecek çok şey var, burada siz devreye giriyorsunuz.

Sizi yaşam boyu sürecek sakin bir maceraya davet ediyoruz. Ekolojik sistemler özünde nispeten basit ilkelerle işler ama yine de sonsuz şaşırtıcı incelikleri vardır. Birçok lezzetli ve yararlı bitki orman bahçelerinde kullanılmaya hazırdır ve birçokları da seçilmek ve geliştirilmek için büyük potansiyel taşır. Yenebilir orman bahçeleri tasarımının ve yönetiminin temelleri hakkında çok şey biliyoruz ama öğrenilecek daha çok şey var. Önümüzde ömürler boyu sürecek yaratıcılık ve tatmin edici eğlence olduğu görülüyor.

Canlıların bizim iklim ve toprağımıza nasıl uyum sağladıklarını kendi sulak alanlarımızdan, tarlalarımızdan, çalılıklarımızdan ve ormanlarımızdan öğrenmeye ve üretken tarımsal ekosistemler ile bunları taklit etmeye çalışıyoruz. Amacımız çok amaçlı bitkiler kullanarak kendimizi idame ettirebilmek için karşılıklı birbirine faydalı topluluklar oluşturmak ve kendimizi de doğal sisteme dâhil edebilmek. Cennet bahçesini tekrar yaratmak istiyoruz, Bill Mollison’un dediği gibi “neden olmasın?”

Kaynaklar: Bitki ve Mantarlar

Oikos Tree Crops, PO Box 19425, Kalamazoo, MI 49019, 616-624-6233 – Many kinds of plants. Oaks!

Bear Creek Nursery, PO Box 411, Northport, WA 99157-.

Edible Landscaping, PO Box 77, Afton, VA 22920 800-524-4156 .

St. Lawrence Nurseries, 325 State Hwy 345, Potsdam, NY 13676, 315-265-6739.

Tripple Brook Farm, 37 Middle Road, Southampton, MA 01073, 413-527-4626.

Prairie Moon Nursery, Rt 3, Box 163, Winona, MN 55987, 507-452-1362.

Garden in the Woods, 180 Hemenway Rd, Framingham, MA 01701-2699, 508-877-7630.

Perennial Vegetable Seed Co, P.O. Box 608, Belchertown, MA 01007 http://www.perennialvegetable.com .

Wild Earth Native Plant Nursery, P.O. Box 7258, Freehold, NJ 07728, 732-308-9777.

Fungi Perfecti, P.O. Box 7634, Olympia, WA 98507. 360-426-9292.

Field & Forest Products, N 3296 Kozuzek Rd, Peshtigo, WI 54157, 715-582-4997.

Kitaplar ve diğer bilgiler

Edible Forest Gardens: A Delicious and Practical Ecology, Dave Jacke with Eric Toensmeier, 2001.

Designing and Maintaining Your Edible Landscape Naturally. Robert Kourik, 1986.

How to Make A Forest Garden, Patrick Whitefield, 1996.

“Agroforestry News“, Agroforestry Research Trust’ın (Devon, İngiltere) süreli yayını, Permaculture Activist Magazine kanalıyla ulaşılabilir (Box 1209, Black Mtn., NC 28711).

Gardening with Native Wildflowers, Samuel Jones, Jr. & Leonard Foote, 1990.

Growing Gourmet and Medicinal Mushrooms, Paul Stamets, 1993.

Nut Tree Culture in North America. Richard A. Jaynes, editor, 1979. Northern Nut Growers Assoc.

Edible Wild Plants, Lee Allen Peterson, 1977.

Backyard Fruits and Berries, Miranda Smith, 1994.

Uncommon Fruits Worthy of Attention, Lee Reich.

Native Trees, Shrubs and Vines for Urban and Rural America, Gary Hightshoe, 1988.

http://www.soilfoodweb.com Toprak gıda ağları ve bunların bakımı ile ilgili temel bilgiler ve de güzel bağlantılar.

http://www.tandjenterprises.com Mycorrhizal fungi hakkında yararlı bilgiler.

http://www.mycorrhizae.com Mycorrhizal Applications, Inc.

http://www.icserv.com/nnga/ Northern Nut Growers Association: harika bilgiler ve bağlantılar!

http://www.nafex.org North American Fruit Explorers, sıra dışı bitkilerle ilgili kapsamlı bilgiler.

http://www.agroforestry.co.uk Agroforestry Research Trust web sayfası.

† Perry, David, 1994. Forest Ecosystems. Johns Hopkins University Press, Baltimore. Pages 202-3. MacArthur, R.H. and J.W. MacArthur, 1961. “On bird species diversity.” Ecology. Pages 594-598.

†† Reijntjes, Colin, Bertus Haver Kort, and Ann Waters-Bayer, 1992. Farming for the Future: An Introduction to Low External-Input and Sustainable Agriculture. MacMillan Press, London. Page 38.

††† Rackham, Oliver, 1993. Trees and Woodland in the British Landscape: The Complete History of Britain’s Trees, Woods and Hedgerows. Weidenfield and Nicolson,London.

†††† Hart, Robert A. de J., 1991. Forest Gardening. Green Books, Totnes, Devon, England.

††††† Douglas , J. Sholto and Robert A. de J. Hart, 1984. Forest Farming: Towards a Solution to the Problems of World Hunger and Conservation. Intermediate Technology Publications, London.

†††††† Whitefield, Patrick, 1996. How to Make a Forest Garden. Permanent Publications, Clanfield, Hampshire, England.

††††††† Permaculture One (1978) and Permaculture Two (1979), the first books on permaculture, are no longer in print, but have been succeeded by Introduction to Permaculture (1991) and Permaculture: A Designers Manual (1988), both from Tagari Publications, Tyalgum, NSW, Australia.

†††††††† Bill Mollison’a teşekkürler.

http://permakulturplatformu.org/?p=626

May 17, 2011 Posted by | anti-endustriyalizm, ekokoy - permakultur, ekoloji, kent yasami, kir yasami | Leave a comment

The Social Ideology of the Motorcar – André Gorz

 Le Sauvage
September-October 1973

The worst thing about cars is that they are like castles or villas by the sea: luxury goods invented for the exclusive pleasure of a very rich minority, and which in conception and nature were never intended for the people. Unlike the vacuum cleaner, the radio, or the bicycle, which retain their use value when everyone has one, the car, like a villa by the sea, is only desirable and useful insofar as the masses don’t have one.

That is how in both conception and original purpose the car is a luxury good. And the essence of luxury is that it cannot be democratised. If everyone can have luxury, no one gets any advantages from it. On the contrary, everyone diddles, cheats, and frustrates everyone else, and is diddled, cheated, and frustrated in return.

This is pretty much common knowledge in the case of the seaside villas. No politico has yet dared to claim that to democratise the right to vacation would mean a villa with private beach for every family. Everyone understands that if each of 13 or 14 million families were to use only 10 meters of the coast, it would take 140,000km of beach in order for all of them to have their share! To give everyone his or her share would be to cut up the beaches in such little strips-or to squeeze the villas so tightly together-that their use value would be nil and their advantage over a hotel complex would disappear. In short, democratisation of access to the beaches point to only one solution-the collectivist one. And this solution is necessarily at war with the luxury of the private beach, which is a privilege that a small minority takes as their right at the expense of all.

Now, why is it that what is perfectly obvious in the case of the beaches is not generally acknowledged to be the case for transportation? Like the beach house, doesn’t a car occupy scarce space? Doesn’t it deprive the others who use the roads (pedestrians, cyclists, streetcar and bus drivers)? Doesn’t it lose its use value when everyone uses his or her own? And yet there are plenty of politicians who insist that every family has the right to at least one car and that it’s up to the “government” to make it possible for everyone to park conveniently, drive easily in the city, and go on holiday at the same time as everyone else, going 70 mph on the roads to vacation spots.

The monstrousness of this demagogic nonsense is immediately apparent, and yet even the left doesn’t disdain resorting to it. Why is the car treated like a sacred cow? Why, unlike other “privative” goods, isn’t it recognised as an antisocial luxury? The answer should be sought in the following two aspects of driving:

1.Mass motoring effects an absolute triumph of bourgeois ideology on the level of daily life. It gives and supports in everyone the illusion that each individual can seek his or her own benefit at the expense of everyone else. Take the cruel and aggressive selfishness of the driver who at any moment is figuratively killing the “others,” who appear merely as physical obstacles to his or her own speed. This aggressive and competitive selfishness marks the arrival of universally bourgeois behaviour, and has come into being since driving has become commonplace. (“You’ll never have socialism with that kind of people,” an East German friend told me, upset by the spectacle of Paris traffic).

2.The automobile is the paradoxical example of a luxury object that has been devalued by its own spread. But this practical devaluation has not yet been followed by an ideological devaluation. The myth of the pleasure and benefit of the car persists, though if mass transportation were widespread its superiority would be striking. The persistence of this myth is easily explained. The spread of the private car has displaced mass transportation and altered city planning and housing in such a way that it transfers to the car functions which its own spread has made necessary. An ideological (“cultural”) revolution would be needed to break this circle. Obviously this is not to be expected from the ruling class (either right or left).

Let us look more closely now at these two points.

When the car was invented, it was to provide a few of the very rich with a completely unprecedented privilege: that of travelling much faster than everyone else. No one up to then had ever dreamt of it. The speed of all coaches was essentially the same, whether you were rich or poor. The carriages of the rich didn’t go any faster than the carts of the peasants, and trains carried everyone at the same speed (they didn’t begin to have different speeds until they began to compete with the automobile and the aeroplane). Thus, until the turn of the century, the elite did not travel at a different speed from the people. The motorcar was going to change all that. For the first time class differences were to be extended to speed and to the means of transportation.

This means of transportation at first seemed unattainable to the masses — it was so different from ordinary means. There was no comparison between the motorcar and the others: the cart, the train, the bicycle, or the horse-car. Exceptional beings went out in self-propelled vehicles that weighed at least a ton and whose extremely complicated mechanical organs were as mysterious as they were hidden from view. For one important aspect of the automobile myth is that for the first time people were riding in private vehicles whose operating mechanisms were completely unknown to them and whose maintenance and feeding they had to entrust to specialists. Here is the paradox of the automobile: it appears to confer on its owners limitless freedom, allowing them to travel when and where they choose at a speed equal to or greater than that of the train. But actually, this seeming independence has for its underside a radical dependency. Unlike the horse rider, the wagon driver, or the cyclist, the motorist was going to depend for the fuel supply, as well as for the smallest kind of repair, on dealers and specialists in engines, lubrication, and ignition, and on the interchangeability of parts. Unlike all previous owners of a means of locomotion, the motorist’s relationship to his or her vehicle was to be that of user and consumer-and not owner and master. This vehicle, in other words, would oblige the owner to consume and use a host of commercial services and industrial products that could only be provided by some third party. The apparent independence of the automobile owner was only concealing the actual radical dependency.

The oil magnates were the first to perceive the prize that could be extracted from the wide distribution of the motorcar. If people could be induced to travel in cars, they could be sold the fuel necessary to move them. For the first time in history, people would become dependent for their locomotion on a commercial source of energy. There would be as many customers for the oil industry as there were motorists-and since there would be as many motorists as there were families, the entire population would become the oil merchants’ customers. The dream of every capitalist was about to come true. Everyone was going to depend for their daily needs on a commodity that a single industry held as a monopoly.

All that was left was to get the population to drive cars. Little persuasion would be needed. It would be enough to get the price of a car down by using mass production and the assembly line. People would fall all over themselves to buy it. They fell over themselves all right, without noticing they were being led by the nose. What, in fact, did the automobile industry offer them? Just this: “From now on, like the nobility and the bourgeoisie, you too will have the privilege of driving faster than everybody else. In a motorcar society the privilege of the elite is made available to you.”

People rushed to buy cars until, as the working class began to buy them as well, defrauded motorists realised they had been had. They had been promised a bourgeois privilege, they had gone into debt to acquire it, and now they saw that everyone else could also get one. What good is a privilege if everyone can have it? It’s a fool’s game. Worse, it pits everyone against everyone else. General paralysis is brought on by a general clash. For when everyone claims the right to drive at the privileged speed of the bourgeoisie, everything comes to a halt, and the speed of city traffic plummets-in Boston as in Paris, Rome, or London-to below that of the horsecar; at rush hours the average speed on the open road falls below the speed of a bicyclist.

Nothing helps. All the solutions have been tried. They all end up making things worse. No matter if they increase the number of city expressways, beltways, elevated crossways, 16- lane highways, and toll roads, the result is always the same. The more roads there are in service, the more cars clog them, and city traffic becomes more paralysingly congested. As long as there are cities, the problem will remain unsolved. No matter how wide and fast a superhighway is, the speed at which vehicles can come off it to enter the city cannot be greater than the average speed on the city streets. As long as the average speed in Paris is 10 to 20 kmh, depending on the time of day, no one will be able to get off the beltways and autoroutes around and into the capital at more than 10 to 20 kmh.

The same is true for all cities. It is impossible to drive at more than an average of 20 kmh in the tangled network of streets, avenues, and boulevards that characterise the traditional cities. The introduction of faster vehicles inevitably disrupts city traffic, causing bottlenecks-and finally complete paralysis.

If the car is to prevail, there’s still one solution: get rid of the cities. That is, string them out for hundreds of miles along enormous roads, making them into highway suburbs. That’s what’s been done in the United States. Ivan Illich sums up the effect in these startling figures: “The typical American devotes more than 1500 hours a year (which is 30 hours a week, or 4 hours a day, including Sundays) to his [or her] car. This includes the time spent behind the wheel, both in motion and stopped, the hours of work to pay for it and to pay for gas, tires, tolls, insurance, tickets, and taxes. Thus it takes this American 1500 hours to go 6000 miles (in the course of a year). Three and a half miles take him (or her) one hour. In countries that do not have a transportation industry, people travel at exactly this speed on foot, with the added advantage that they can go wherever they want and aren’t restricted to asphalt roads.”

It is true, Illich points out, that in non-industrialised countries travel uses only 3 to 8% of people’s free time (which comes to about two to six hours a week). Thus a person on foot covers as many miles in an hour devoted to travel as a person in a car, but devotes 5 to 10 times less time in travel. Moral: The more widespread fast vehicles are within a society, the more time — beyond a certain point — people will spend and lose on travel. It’s a mathematical fact.

The reason? We’ve just seen it: The cities and towns have been broken up into endless highway suburbs, for that was the only way to avoid traffic congestion in residential centres. But the underside of this solution is obvious: ultimately people can’t get around conveniently because they are far away from everything. To make room for the cars, distances have increased. People live far from their work, far from school, far from the supermarket – which then requires a second car so the shopping can be done and the children driven to school. Outings? Out of the question. Friends? There are the neighbours… and that’s it. In the final analysis, the car wastes more time than it saves and creates more distance than it overcomes. Of course, you can get yourself to work doing 60 mph, but that’s because you live 30 miles from your job and are willing to give half an hour to the last 6 miles. To sum it all up: “A good part of each day’s work goes to pay for the travel necessary to get to work.” (Ivan Illich).

Maybe you are saying, “But at least in this way you can escape the hell of the city once the workday is over.” There we are, now we know: “the city,” the great city which for generations was considered a marvel, the only place worth living, is now considered to be a “hell.” Everyone wants to escape from it, to live in the country. Why this reversal? For only one reason. The car has made the big city uninhabitable. It has made it stinking, noisy, suffocating, dusty, so congested that nobody wants to go out in the evening anymore. Thus, since cars have killed the city, we need faster cars to escape on superhighways to suburbs that are even farther away. What an impeccable circular argument: give us more cars so that we can escape the destruction caused by cars.

From being a luxury item and a sign of privilege, the car has thus become a vital necessity. You have to have one so as to escape from the urban hell of the cars. Capitalist industry has thus won the game: the superfluous has become necessary. There’s no longer any need to persuade people that they want a car; it’s necessity is a fact of life. It is true that one may have one’s doubts when watching the motorised escape along the exodus roads. Between 8 and 9:30 a.m., between 5:30 and 7 p.m., and on weekends for five and six hours the escape routes stretch out into bumper-to-bumper processions going (at best) the speed of a bicyclist and in a dense cloud of gasoline fumes. What remains of the car’s advantages? What is left when, inevitably, the top speed on the roads is limited to exactly the speed of the slowest car?

Fair enough. After killing the city, the car is killing the car. Having promised everyone they would be able to go faster, the automobile industry ends up with the unrelentingly predictable result that everyone has to go as slowly as the very slowest, at a speed determined by the simple laws of fluid dynamics. Worse: having been invented to allow its owner to go where he or she wishes, at the time and speed he or she wishes, the car becomes, of all vehicles, the most slavish, risky, undependable and uncomfortable. Even if you leave yourself an extravagant amount of time, you never know when the bottlenecks will let you get there. You are bound to the road as inexorably as the train to its rails. No more than the railway traveller can you stop on impulse, and like the train you must go at a speed decided by someone else. Summing up, the car has none of the advantages of the train and all of its disadvantages, plus some of its own: vibration, cramped space, the danger of accidents, the effort necessary to drive it.

And yet, you may say, people don’t take the train. Of course! How could they? Have you ever tried to go from Boston to New York by train? Or from Ivry to Treport? Or from Garches to Fountainebleau? Or Colombes to l’Isle-Adam? Have you tried on a summer Saturday or Sunday? Well, then, try it and good luck to you! You’ll observe that automobile capitalism has thought of everything. Just when the car is killing the car, it arranges for the alternatives to disappear, thus making the car compulsory. So first the capitalist state allowed the rail connections between the cities and the surrounding countryside to fall to pieces, and then it did away with them. The only ones that have been spared are the high-speed intercity connections that compete with the airlines for a bourgeois clientele. There’s progress for you!

The truth is, no one really has any choice. You aren’t free to have a car or not because the suburban world is designed to be a function of the car-and, more and more, so is the city world. That is why the ideal revolutionary solution, which is to do away with the car in favour of the bicycle, the streetcar, the bus, and the driverless taxi, is not even applicable any longer in the big commuter cities like Los Angeles, Detroit, Houston, Trappes, or even Brussels, which are built by and for the automobile. These splintered cities are strung out along empty streets lined with identical developments; and their urban landscape (a desert) says, “These streets are made for driving as quickly as possible from work to home and vice versa. You go through here, you don’t live here. At the end of the workday everyone ought to stay at home, and anyone found on the street after nightfall should be considered suspect of plotting evil.” In some American cities the act of strolling in the streets at night is grounds for suspicion of a crime.

So, the jig is up? No, but the alternative to the car will have to be comprehensive. For in order for people to be able to give up their cars, it won’t be enough to offer them more comfortable mass transportation. They will have to be able to do without transportation altogether because they’ll feel at home in their neighbourhoods, their community. their human-sized cities, and they will take pleasure in walking from work to home-on foot, or if need be by bicycle. No means of fast transportation and escape will ever compensate for the vexation of living in an uninhabitable city in which no one feels at home or the irritation of only going into the city to work or, on the other hand, to be alone and sleep.

“People,” writes Illich, “will break the chains of overpowering transportation when they come once again to love as their own territory their own particular beat, and to dread getting too far away from it.” But in order to love “one’s territory” it must first of all be made liveable, and not trafficable. The neighbourhood or community must once again become a microcosm shaped by and for all human activities, where people can work, live, relax, learn, communicate, and knock about, and which they manage together as the place of their life in common. When someone asked him how people would spend their time after the revolution, when capitalist wastefulness had been done away with, Marcuse answered, “We will tear down the big cities and build new ones. That will keep us busy for a while.”

These new cities might be federations of communities (or neighbourhoods) surrounded by green belts whose citizens-and especially the schoolchildren-will spend several hours a week growing the fresh produce they need. To get around everyday they would be able to use all kinds of transportation adapted to a medium-sized town: municipal bicycles, trolleys or trolley-buses, electric taxis without drivers. For longer trips into the country, as well as for guests, a pool of communal automobiles would be available in neighbourhood garages. The car would no longer be a necessity. Everything will have changed: the world, life, people. And this will not have come about all by itself.

Meanwhile, what is to be done to get there? Above all, never make transportation an issue by itself. Always connect it to the problem of the city, of the social division of labour, and to the way this compartmentalises the many dimensions of life. One place for work, another for “living,” a third for shopping, a fourth for learning, a fifth for entertainment. The way our space is arranged carries on the disintegration of people that begins with the division of labour in the factory. It cuts a person into slices, it cuts our time, our life, into separate slices so that in each one you are a passive consumer at the mercy of the merchants, so that it never occurs to you that work, culture, communication, pleasure, satisfaction of needs, and personal life can and should be one and the same thing: a unified life, sustained by the social fabric of the community.

http://ecosocialismcanada.blogspot.com/2011/04/social-ideology-of-motorcar.html

May 17, 2011 Posted by | anti-endustriyalizm, anti-kapitalizm, sistem karsitligi, tuketim karsitligi | Leave a comment

Left Biocentrism: Fostering New Earth Values and Social Justice for the World’s Peoples – David Orton

Book Proposal
Provisional Title
Left Biocentrism:
Fostering New Earth Values and Social Justice for the World’s Peoples
By David Orton              
       
Rationale for this book:
The theoretical tendency of left biocentrism exists and can be seen as a “left wing” of the deep ecology movement. It is therefore worthy of support. One might consider the following, in assessing whether to publish a book on left biocentrism.
A number of well known deep ecology and green theorists have expressed general support for the left biocentric theoretical tendency as it has evolved, and specific support for my own work, including for example the late Richard Sylvan, Andrew McLaughlin, Alf Hornborg, the late Rudolf Bahro, the late Judi Bari and, most recently Fred Bender, the author of the new text The Culture Of Extinction: Toward A Philosophy Of Deep Ecology
Both Arne Naess and George Sessions, through personal correspondence have, in the past, expressed interest in and general support for my theoretical work. A summary of left biocentrism, which continues to evolve, is given in the ten-point Left Biocentrism Primer, which was collectively agreed upon in 1998. A personal letter to me from George Sessions, dated 4/19/1998, also copied to Arne Naess, Bill Devall, Andrew McLaughlin and Howard Glasser, noted in part about left biocentrism and the Primer: “Personally, I agree with almost everything you say in the Left Biocentric Primer…It’s a real shame that the Green parties came under the influence of Bookchin and not your version of Left Biocentrism – it’s obvious that’s where they need to head. So, I have no necessary bones to pick with your idea of a Left wing of the Deep Ecology movement, more power to you and your colleagues. I wonder if the word ‘Left’ is the appropriate one to use (as opposed to social justice).” John Clark, a “deep” social ecologist, has expressed in writing the viewpoint that left biocentrism is welcome evidence of some “common ground” between deep and social ecology: “The existence of such common ground is indicated by the emergence of a left biocentrism’ that combines a theoretical commitment to deep ecology with a radical decentralist, anticapitalist politics having much in common with social ecology.” (See the third and fourth editions of the undergraduate college reader, Environmental Philosophy: From Animal Rights to Radical Ecology.)
There are people in a number of countries, in addition to myself, in particular Canada and the USA, who support deep ecology as an overall philosophy and who also consider themselves left biocentrists, i.e. “left bios.” Some of these people are active in the federal Green Party in Canada. That party publicly endorsed deep ecology in the last federal election in Canada and polled over 4 percent of the vote. 
My ideas and writings reflect the input of a number of others who see themselves as left bios. The formation of the internet discussion group left bio, with its approximately 35 members, now functioning for almost eight years, has aided substantially in this regard. I have always been conscious of writing in some way as part of a “collective”, seeking the input of kindred spirits. In early days this was more nebulous, but in recent years it has become more concrete, as left biocentrism becomes more publicly known. Articles or book reviews in draft form, written from a left biocentric theoretical perspective, have normally been made available to other left bios in the discussion group for their critical commentary.
Apart from my own writings, there are a number of books, some in press, which explicitly refer to and discuss the left biocentric theoretical tendency. It is also necessary to point out that, since the early 1980s, other thinkers within the deep ecology movement (although not calling themselves “left biocentrists”), have been struggling to outline what it means to be supporters of deep ecology, and yet to continue to see themselves in some way as part of the Left. Their ideas have greatly influenced me and contributed to my own thinking. These include, in addition to the people mentioned above, Andrew Dobson in England. [Although not included in the original book outline, which was published in 2005, an important early discussion of left biocentrism was published in Patrick Curry’s 2006 book, Ecological Ethics: An Introduction. A revised edition is due to come out in the fall of 2011.)
I myself became involved in environmental work as a primary focus in the late 1970s in British Columbia through naturalist organizations, after a previous political life in Canada centered around social justice issues and left wing politics. My interest in nature and wildlife go back to my boyhood in England. Prior to any contact with deep ecology, through my environmental work in forestry and wildlife issues, I had come to see that the ecological perspective meant to reject the human-centered domination over nature. This was expressed in my writings coming out of B.C. and Nova Scotia environmental struggles. (I had moved with my family to Nova Scotia in 1979.) By 1985 I had come to accept the philosophy of deep ecology and started to promote it in the Maritimes. I came to define myself politically as a Green, although I still consider myself a person of the Left. I began exploring what a left focus in deep ecology would mean. Later I was to discover that others were on the same path.
In 1989, at the Learned Societies Conference in Quebec City, I presented (along with my partner Helga) a paper called “Green Marginality in Canada.” This paper, in addition to the stated focus, outlined the conceptual perspective of “socialist biocentrism.” (Robyn Eckersley in her 1992 book, Environmentalism and Political Theory: Toward an Ecocentric Approach spoke of “ecocentric socialism.”) 
Later I discarded the expression socialist biocentrism in favour of the term “left biocentrism” as wider and more inclusive, as “socialism” seemed too forgiving towards the environmental record of socialist and communist societies. I was also confronted with the fact that many who were sympathetic to social justice concerns were hostile to the term socialism, perhaps a legacy of Cold War socialization. “Left” as used in left biocentrism, is therefore defined as meaning anti-industrial and anti-capitalist, but not necessarily socialist. Yet personally, I remain a socialist. 
The future ecocentric economic foundation of society remains to be defined, although it will not be capitalist, i.e., a society based on endless economic growth and consumerism, population growth, private profit, and human-centeredness. As for “biocentrism”, it is the more popular movement term, while “ecocentrism” is the more ecologically and scientifically aware term. Both “biocentrism” and “ecocentrism” are used interchangeably by left biocentrists.
Since the mid-1980s I have tried to blend theoretical and practical environmental work, from a deep ecology perspective. I have published articles and book reviews in a variety of environmental and green publications, including the Earth First! Journal. My work has included investigating and writing about controversial issues, e.g. green theory, aboriginal concerns, green electoralism, seals, fundamentalism – religious and economic, ecofascism, etc. Interests in forest and forestry-related issues have remained a central theme of my work within Nova Scotia. I also have published in Canadian left publications, e.g. Canadian Dimension and the Socialist Studies Bulletin, when they would accept my deep ecology advocacy articles. Yet a lot of the work is unpublished.
There is a common but misleading perception that the deep ecology movement, particularly in North America, is hostile to the social justice concerns of the Left and is in fact anti-Left. Publishing this book would help to dispel this myth. (Arne Naess, in his main work, Ecology, community and lifestyle, has a sympathetic yet critical discussion of socialism and shows a sophisticated economic, political and power analysis, and a class perspective.)  
Left Biocentrism: Fostering New Earth Values and Social Justice for the World’s Peoples would show the needed ecocentric critique of the traditional Left, but also what can be taken from the Left and incorporated into a socially and politically conscious deep ecology. Left biocentrism needs to be seen as a valued part of the deep ecology movement. Supporting the publication of this book would be a concrete manifestation of this. The front is indeed long. It needs to include and welcome the biocentric Left.
March 3, 2005

 

~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~
BOOK OUTLINE
This book will be based on articles written by David Orton over a period of about twenty-five years, though most of them were written during the last few years. Each chapter theme will be discussed from past articles written on the topic, but placed in a contemporary perspective. The relevant articles are listed on the website under “A Taste of Green Web Writings and Left Biocentrism
Provisional Title
Left Biocentrism:
Fostering New Earth Values and Social Justice for the World’s Peoples
By David Orton
Introduction: Personal Biography and Intellectual Biography
Personal biography: Orton’s social origins in England: working class, wartime evacuation to the countryside, shipwright dockyard apprenticeship, and boyhood interests in wildlife and nature; the reason for the emigration to Canada; and the last twenty years of living in place in rural Nova Scotia. (One comes to eventually understand that one is a Canadian, and that one does not want to go “home” to Britain any more.)
Intellectual biography: unconscious social democracy of family background in England; Canadian radical politics and their reflection in the university as a student and short-lived faculty member in the 1960s; naturalist and outdoor involvement, environmental engagement and the beginnings of an ecological consciousness.
Chapter One: Pre-Deep Ecology Environmental Work
 
Forest and wildlife struggles in British Columbia, South Moresby and Tsitika watershed involvement – the fallacy of “multiple use” or “integrated resource management.” The credo of industry: “Forest management for the primary production of timber;” the conservatism of naturalist organizations and the limiting assumptions of mainstream environmentalism.
The critique of pulpwood forestry and of “natural resource management” in Nova Scotia, and the ecological perspective. Uranium exploration/mining and the self-interest of the trade union movement. Discussion of why unions and employers have an economic interest in the continuation of industrial society and its priorities. Organizational differentiation from mainstream environmentalism: not accepting government or corporate financing or “working the system.”
Chapter Two: Embracing Deep Ecology and Various Problems
Deep ecology as the ideological counter to “resourcism,” the world view that the non-human world exists as raw material for the human purpose. Acceptance of the eight-point Deep Ecology Platform. Deep and shallow ecology and implications for industrial capitalism. Three key ideas: non-human centeredness; the necessity for a new spiritual relationship to Nature; and opposition to the idea of “private property” in Nature. Deep ecology as part of the larger green movement – as the first social movement in history to advocate a lower material standard of living, from the perspective of industrial consumerism. Nature as a Commons and not to be privatized.
Problems: ambiguity and the “conceptual bog” (Richard Sylvan) of deep ecology; who ‘owns’ deep ecology and how does it evolve; Self-realization and the psychological self-absorbed path of “transpersonal ecology” (Warwick Fox); the unreality of non-violence and Gandhi, and implications for organizing; NO necessary separation of the peace, social justice and ecology movements; lack of real political, economic, social analysis, or class perspective by most deep ecology writers; lack of awareness of the imperial role of the United States and its world-wide consumption of “resources”; the isolation of deep ecology academics and their lack of accountability to the movement, etc.
Chapter Three: Characteristics of Left Biocentrism
Social base of left biocentrism, theoretical and practical views, handling contradictions among left biocentrists. Is there a role for anarchism? Unity and differentiation with deep ecology. Other Left paths in deep ecology and green theory: deep green theory (Sylvan), radical ecocentrism (McLaughlin), green fundamentalism (Bahro), revolutionary ecology (Bari), and ecologism (Dobson). Characteristics of socialist biocentrism and why it is inadequate. Drafting of the Left Biocentrism Primer in 1998.

Chapter Four: Aboriginal Issues in Canada

A general overview of aboriginal issues as articulated in the 1996 Canadian Report of the Royal Commission on Aboriginal Peoples (5 volumes) and a left biocentric critique given. Implications of aboriginal views for wildlife, forestry, parks, land claims and social justice. What should be supported and what should be opposed on ecocentric and social justice considerations? Past treaties dictated to aboriginals by a feudal-colonial state in Canada – can they be models for contemporary land use and redress of grievances? Treaty rights or social and ecological justice today: going beyond human-centeredness, treaties, land ownership and property rights. What is the relationship of contemporary aboriginal views to deep ecology and left biocentrism within industrial capitalist society?  Deep stewardship of traditional aboriginal thinking as human-centered. The imposition (and implications) of the industrial consumer culture on aboriginals and non-aboriginals. 

Chapter Five: Green Electoralism and Left Biocentrism

Deep ecology in contention for the consciousness of the green movement (Realo/Fundi discussion). How the environmental movement in Canada and elsewhere should define itself – reformist or subversive. Assumptions of green electoralism and their congruence with the continuation of industrial capitalism and shallow ecology. Ecological politics across the ‘isms’ of bourgeois society (Bahro). The disenfranchisement of the electorate with the parliamentary road and liberal democracy: alternative ecocentric visions which undermine industrial capitalist society cannot be advanced through the electoral process, as they go against short-term economic interests. The fundamental dilemma: eco-capitalism – ‘sustainable development’, ‘natural capitalism’, ‘cradle to cradle’ etc., or revolutionary ecocentric change. The overall tendency towards absorption and neutralization for “green” electoral parties and why this occurs. Liberal democracy and ecocentric democracy: why they are incompatible. Is there a political vehicle for a revolutionary deep ecology in our contemporary world? Why some left bios work inside green parties and why others work from the outside, and the example of the federal Canadian Green Party. 

Chapter Six: The Ecocentric Critique of the Left

Green movement has replaced the socialist/communist movement as the center of innovative debate and alternative thinking. No Earth justice without social justice. Discussion of the positive ideas of the Left: e.g. society should control the economy and not the economy control the society; collective responsibility for all members of a society and opposition to the cult of individualism and selfishness; class dimensions of environmental, economic and social issues; etc.
Opposing the negative ideas of the Left: e.g. human-centered world view; hostility to population reduction; Nature having no intrinsic value or worth unless transformed by human labour; seeing capitalism, not industrialism, as the main problem; lack of an alternative economic model; hostility towards Earth spirituality; denial of personal responsibility for ecological destruction or social actions, etc.
The Earth can belong to no one – the fiction of “ownership” of the Earth and its life forms. (Bahro, Livingston and Naess) Moving to usufruct use, accountability to a community of all beings. Defining the ecocentric Left, the NECESSITY that it be a vital component of a radical deep ecology movement.
The primacy of ecocentric consciousness and that social justice, while very important, is secondary to such a consciousness. Ecocentric justice as much more inclusive than human justice.

Critique of “social environmentalism” in the mainstream environmental movement, where social justice is upheld over environmental justice: social ecology, eco-Marxist and ecofeminist positions. 

Chapter Seven: The Ecofascism Attack on Deep Ecology

Supporters of deep ecology are uncomfortable and on the defensive about ecofascism. “Ecofascism” as an attack term, with social ecology roots, against deep ecology and the environmental movement; linking deep ecology with Hitler’s “national socialist” movement, i.e. the Nazis. “Fascism”, a term whose origins and use reflect a particular form of HUMAN social, political and economic organization, now with a prefix “eco”, used against environmentalists. On the other hand, for supporters of deep ecology the concept “ecofascism” conjures thoughts of the violent onslaught against Nature and its non-human life forms, justified as economic “progress”; the so-called “Wise Use” movement in North America, which sees all of Nature as available for HUMAN use. Different views of deep ecology and social ecology on ecofascism, the love of Nature, spiritual transformation, non-coercive population reduction, controls on immigration, etc. Deep-green German ecophilosopher and activist Rudolf Bahro (1935-1997), accused by social ecology supporters of being an ecofascist and a contributor to “spiritual fascism”. Bahro’s conflict with left and green thought orthodoxies and his interest in building a mass social movement. How Bahro saw left “ecosocialist” opportunists, for whom ecology was just an “add-on”, without a transformation of world view and consciousness. Bahro’s resignation from the Green Party, because he saw that the members did not want out of the industrial system.
Chapter Eight: The Left Biocentric Forest Vision
A vision of animals and plants, along with rocks, oceans, streams and mountains having spiritual and ethical standing. Industrial forestry model to be phased out in favour of low impact, value-added, selection forestry. Appropriate social policy alternatives for forestry workers and communities to be deep-ecology inspired. Sustainable forestry in a sustainable society. Questioning some ecoforestry positions: that forests need be managed or “restored”; that forests can be managed in an ecologically sensitive way. Why forests should be left “unmanaged.” Forest “certification” as a “green” marketing gimmick. What is a deep-ecology inspired forestry, and the need for primacy of non-economic interests in maintaining a living forest. For example, see the article “Some Conservation Guidelines for the Acadian Forest” on our web site.
Chapter Nine: Animals and Earth Spirituality
Deep ecology supporters as defenders of wild animals and their habitats. Placing animals in an ecological, political, economic and cultural “context”. Opposing hunting in protected areas and parks, and uniting with traditionalist aboriginals against the “resourcism” of industrial consumerist society. Acceptance of subsistence hunting, subject to the status of a species. Problem with ethical social relativism. Earth spirituality, animals and organized religion; the Abrahamic faiths and the Vedic religions. Modern day religious fundamentalists, who aim to re-sacralize human societies, not the natural world. The pre-industrial past. How deep ecology supporters want to re-sacralize Nature. The need for a new language and a new philosophical and spiritual outlook. The need to respect all animals as an integral part of preserving the community of life.
Chapter Ten: Religious and Economic Fundamentalism
The need to understand religious fundamentalism and economic fundamentalism and how they relate to each other, their threat to the world. Both fundamentalisms are antagonistic to the goals of the deep ecology movement. Fundamentalism as a form of “security” in religious conformity, as refuge when cultures are falling apart. Different kinds of religious fundamentalisms. Grievances in the Islamic world, inequality between Arabs and Jews; the subservience of Arab states to U.S. foreign policy, etc. The oil issue. Economic fundamentalism as an attempt to impose, if necessary by force, one economic model on the world. U.S. economic fundamentalism and its rhetoric of “freedom,” “democracy,” “individual initiative,” etc. The threat posed by U.S.-style economic fundamentalism to the well-being of the planet and its diverse inhabitants. Globalization and how its opponents are being “squeezed” by Islamic and US economic fundamentalism.

Chapter Eleven: Tributes
Tributes to Winin Pereira, Richard Sylvan and Rudolf Bahro – three people from India, Australia and Germany, who had an important influence on the conceptualization of left biocentrism. The tributes were written on learning of their deaths and are brief testimonials to this influence.  [I would now also include Arne Naess, from Norway.]
Conclusion: The Present Situation for Left Biocentrism and Deep Ecology
An assessment of the current situation for the philosophy of deep ecology as an influence on the green and environmental movements. Also, a look at the status, at this time, of the theoretical tendency of left biocentrism within deep ecology.
Appendix
1. The Deep Ecology Platform
2. The Left Biocentrism Primer
March 3, 2005 [Slightly revised April 30, 2011]

May 13, 2011 Posted by | anti-endustriyalizm, anti-kapitalizm, anti-otoriter / anarşizan, ekolojist akımlar, sistem karsitligi, somuru / tahakkum, türcülük, doğa / hayvan özgürlüğü | 1 Comment

Permakültürle Kenti Dönüştürmek – Emet Değirmenci

“…topraktan bir şey almadan önce yerine ne koyacağını düşün!”
Maori sözü

Kentler kültürel, ekonomik ve sosyal birikimin yoğunlaştığı yerler olduğundan nüfusun da çok olduğu yaşam alanlarıdır. Yiyecek en temel gereksinmelerin başında geldiğine göre kentte bulunduğum sürece düşünmüşümdür; bu kadar yapılanmış çevrede bunca insan nasıl yiyecek bulabilir –hiç değilse bir kısmını nerede üretebilir diye… Aynı zamanda kentler tüketim odaklı endüstriyalist bir yaşam tarzının dayatıldığı mekanlar olduğundan ekolojik ve toplumsal krizin yoğunlaştığı yerler haline gelmiştir. Ancak kentte yaşayanlara ‘kırsala dönüp ekolojik bir yaşam kurarsan kurtulursun’ diyemeyeceğimize göre bulunduğumuz yerlerde çözüm üretmek durumundayız.

Öncelikle bir kent uzmanı olmadığımı belirteyim. Ancak yaşamımın büyük bir kısmını dünyanın en güzel, bazı yönlerden ise en sorunlu sayılabilecek kentlerinde geçirdim ve geçirmekteyim. Bu durumun aynı zamanda beni zenginleştirdiğini düşünüyorum. O halde benim kente bir borcum var, çözümün bir parçası olmalıyım. Ekolojik konulara uzun yıllardır kafa yoran biri olarak son beş yıldır permakültür odaklı edindiğim profesyonel deneyimler, bana kentte hem iyi bir gözlemci olmam gerektiğini hem de yukarıda Maori deyişinde belirtildiği gibi hep almayı değil, almadan önce yerine ne koyacağımı düşünmek gerektiğini daha iyi öğretti. Bu yazıda permakültürle yaşadığımız yeri nasıl ‘bizim’ kılabileceğimize bakmaya çalışacağım. Evimizin önünü temiz tuttuğumuz gibi, bizim olanı da kirletip yok etmeyiz hatta sahip çıkarız değil mi?

Ekolojik yaşam tasarımı diye tanımlanan permakültür organik yiyecek yetiştirmekten ötedir. Kentte yaşamımızı planlarken bir düşünelim; merkezileştirilmiş su ve elektrik şebekesi ya da ulaşım sistemi herhangi bir nedenle sekteye uğrasa yaşamımız ne kadar kendine yeterli olacaktır? Suyumuz ve yiyeceğimiz nerden geliyor ve bize ulaşana değin ne kadar ekolojik ayak izi ya da karbon ayak izi oluşturuyor? Komşularımızla ne kadar karşılıklı dayanışma ve yardımlaşma içindeyiz? Permakültürle tüm bunlara hem bireysel hem de toplumsal anlamda çözümler ararız. Karbon ayak izimizi azaltmak (hatta mümkünse yok edecek şekilde) yerelliğe dayanan tasarımlar yapmaya çalışırız. Üreteceğimiz tasarımlar biyolojik ve ekolojik bilgeliğe dayanıp zorluklara (herhangi bir afet anı dahil) dayanıklı olmalıdır. Bu nedenle çözümlerimiz yerel kültüre, iklime, coğrafyaya, sosyal yapıya ve daha bir dizi öğeye bağlıdır.

kentte permakültür olursa nasıl olur?

Permakültür küçük ölçekli alanlarda bolluk yaratmayı amaçladığına göre kentteki yaşam alanları buna iyi bir örnek teşkil eder. Bu yöntemle yarım dönümlük bir bahçeden dört kişilik bir ailenin yiyecek gereksiniminin yarıdan çoğu karşılanabilir. Bu kadar alanınız yok ve hatta apartman dairesinde yaşıyorsak yine de bir şeyler yapabiliriz. Örneğin, apartman ya da site yönetimini yağmur suyu hasadı yapmaya ikna edebilir, mutfak ve banyodan gelen gri suyu yeniden kullanıma sokabiliriz.

Bunların yanı sıra balkon bahçeciliği ve dikine bahçecilik gibi yapılabilecek yaratıcı uygulamalar bulabiliriz. Öngörülere göre su sorunumuzun gittikçe artacağını dikkate alınırsa önerilerime su tasarrufu odaklı devam edeceğim. Ankara’da bir arkadaşıma balkonunda şifalı otlar ve yenebilir çiçeklerden kilim desenli bir bahçe oluşturmayı önermiştim. Böylece hem balkonundaki alan genişleyecek hem de şifalı otlar mutfağında yanıbaşında olacaktı. İşte size Zon (Mıntıka) 0’da yani yaşadığımız evin içinde Zon 1 yaratmak. Burada tasarımlarımızda kullanılacak alanımızı kullanım sıklığına göre bölgelere ayırdığımızı anımsatmalıyım. Üstelik bu modelde yukardan azıcık su konmasıyla -eğer doğa dostu temizlik ürünü kullanıyorsanız hatta küllü suyu kendiniz yapıyorsanız- bulaşık suyunuzla tüm bahçeyi sulayabilecek ve salatanıza koyacağınız maydanoz, nane, kekik vb baharatlı otların kokusuyla salatanızı yiyeceksiniz. Buna ek olarak belki apartmanınızın tepesine kolektif bir çatı bahçesi yapabilir, hatta bir köşesini haftada bir paylaşacağınız potlaçlara ayırabilirsiniz. İstanbul’un göbeğinde yaşadığım yıllarda böylesi bir alan oluşturduğumuzu ve çocuklarımızın bile ortamdan ne kadar zevk aldığını hala anımsıyorum. Yalnız çatı çok güneş aldığından bitkilerinizi kanopi bahçesi olarak yerleştirmeniz önemli olabilir.

Bir de solucan kompostunun apartman dairelerinde dahi hiç kokusu olmadan yapılabileceğini yine kendi deneyimimden biliyorum. Solucan kompostu mutfağınızdan çıkan birçok biyolojik atığı toprağa dönüştürecektir. Bunun altından alacağınız suyla ve toprağıyla yapacağınız kompost çayı bitkilerin yaprakları ve dalları üzerine serpilirse, hem hastalıkları önler hem de büyümelerini hızlandırabilir. Evinizde direk güneş almayan bir yere koymanız yeterlidir. Ben bir sene boyunca yaşadığım dairede yer olmadığı için banyomda uyguladım ve gayet iyi çalıştı. Üstelik banyonun nemi de en sıcak yaz aylarında dahi kompostumuza serinlik sağlamış oluyor. Solucan şerbetinin balkon bitkileri için kullanımı çok pratiktir ve oldukça çekici bir rengi vardır. Avustralya’da çalıştığım organik yiyecek kooperatifinde şişeleyip satıyorduk ve yanlışlıkla meyve suyu sanılıp içilmesin diye şişenin üzerine uyarıcı etiket yapıştırıyorduk. Üç ayda bir solucan kompostunun en altında biriken toprağı ve solucanları ayırıp apartmanın bahçesindeki bitkilere koyduğunuzda onlar da bayram edecektir.

kolektif projeler toplum bahçeleri ve kent çiftlikleri

İstanbul’un eski bostanlarında ne kadar kolektif bir çaba vardı bilmiyorum ama çocukluğumda İstanbul Bostancı’daki bostanları biraz anımsıyorum. En azından gidip oradan soğan, marul, domates alırken yiyeceğimizin bir kısmının nereden geldiğini ve hangi koşullarda kimin yetiştirdiğini biliyorduk. Tarihsel olarak daha da öteye gidersek, bir zamanlar İstanbul tarihi yarımada çevresinin kentin yiyecek ambarı olduğunu biliyoruz. Günümüzde büyük bostanlara yer kalmadığına göre küçük ölçekli de olsa kolektif kent bahçeleri yaratabiliriz. Eğer kolektif bir ruhla yapılırsa kent toplum bahçeleri dediğimiz bu alanlar aynı zamanda sosyal olarak da topluma çok şeyler kazandırıyor.

Altı yıl önce Yeni Zelanda’nın başkenti Wellington’da bir kilise bahçesinin bir dönüm kadar alanını
atıklardan temizleyerek yenebilir bitkilerden oluşan bir peyzaj yarattık. Böylece hem atıl ve atık deposu haline getirilmiş bir toprak parçasını yeniden diriltmek hem de eğimli bir arazide nasıl tarım yapılacağı konusunda bilgi ve becerilerimizi geliştirmiş olduk. Daha öncesinde, kent belediyesinden talep ettiğimiz kentin göbeğinde bir başka alan daha vardı ki; oranın bize tahsis edilmesi neredeyse üç yıl uğraştırdı. Proje detaylarının kent belediyesi tarafından kabul görmesi ve yerel gruplara kendimizi anlatmamız çok çetrefilli bürokrasiyle uğraşmayı gerektirdi. Yaklaşık dört dönümlük bu alandaki toprak DDT’den orta düzeyde etkilenmişti. Toprağını iyileştirme (remediation) yöntemlerini de böylelikle beceri dağarcığımıza ekleme fırsatı elde ettik. Kendi insiyatifim olan “Innermost Gardens” adını verdiğimiz her iki proje de aynı zamanda çok kültürlülüğe hizmet ediyor. Şu anda çeşitli permakültür eğitimlerinden, okul çalışmalarında toprakla ilgili beceriler kazandırmaya kadar çok sayıda etkinlik için eğitim merkezi haline gelmiş durumdadır.

Türkiye’de ekolojik pazarların yanı sıra Toplum Destekli Tarım’a adım atılması sevindirici. Yakın çevrenizdeki bir grup insanla ortaklaşarak; örneğin İstanbul’da Şile, Çatalca, Silivri’deki çiftçilerin kendi arazilerinde yetiştirilmiş ürünleri tercih ediyor olmak o çiftçilerin doğrudan desteklenmesi anlamına geliyor. Böylelikle üretici ve tüketici arasında doğrudan kurulan organik bağlar mevsim dönüşümlerini toprakla ilintili birçok paylaşıma açık olacaktır.

Bunun yanında kent bahçelerinden daha büyük ölçekte bir mahalleliye yetecek çokyıllık bitki ve ağaçlardan (aralarında tekyıllıklar da olabilir) bir yiyecek ormanı yaratmak da mümkündür. Avustralya’dan İskandinavya’ya kadar artık pek çok şehirde kolektif yiyecek ormanları oluşturuluyor. Şimdi yaşadığım ABD’nin Seattle kentinde dar gelirlilerin yararlanabileceği ve emek koydukları 10 dönümlük bir alanı kapsayan büyük bir toplumsal yiyecek ormanı projesi oluşturmaya çalışıyoruz. Şunu tekrarlamalıyım ki; bu tür projelerde gelişmiş ve demokratik denilen ülkelerde dahi bir dizi engele karşılaşabiliyor. Dolayısıyla sabırlı ve kararlı olmalısınız!

okullarda kolektif yiyecek peyzajları

Anadolu kültürünün bitkilerle tedavi birikimi bir hayli köklüdür. Bu zenginliği henüz kaybetmemişken gelecek nesillere taşımamız iyi olmaz mı? Örneğin, bahçesi olan okullarda bir bölüm yenebilir peyzaja dönüştürülebilir. Olmayanlara ise pencerede perde şeklinde atık (plastik tetrapak vb.) kutulardan bir pencere bahçesi oluşturabiliriz. Ve bunu çocuklarla ya da gençlerle yapacağınız bir proje haline getirebilirsek onlar da bu işten çok zevk alacaklardır. Genelde hidroponik denilen yalnızca suyla yapılan bu tür bir tarımı aslında az bir toprak kullanarak bitkilerimizi arada solucan suyuyla besleyerek de yapabiliriz. Örneğin, koşarken düşen bir çocuk aloverayı alıp dizine sürüp kendini tedavi edebilir. Bu durumda okulda kimyasallardan oluşan bir ecza dolabı yerine çoğunluğu bitkilerle tedaviyi esas alan doğayla bütünleşme kültürü geliştirebiliriz.

Bir diğer örnek de anaokulu çocuklarının dahi çok zevk aldığı tohum topları yapma etkinliği var. Örneğin, gelincik papatya vb. vahşi yerlerde yetişebilecek yabani meyve tohumları dahil toplayarak yapılan tohum toplarını ilkbahar ve sonbahar da okulun ya da mahalledeki yolun bir kenarına bırakıp gelişmesi öğrencilerle izlenebilir.

Bugün gelişmiş ülkelerin çoğunda çocuklara ve gençlere sağlıklı yiyecek programları sunuluyor. Daha duyarlı okul yönetimleri bunu -okula kompost tuvalet yapmak gibi- permakültür uygulamalarına kadar götürebiliyor. Öyle ki, okul kantinlerinde öğrencilerin kendi yetiştirdiği sebze ve meyvelerden öğrenciler kendileri yiyecek hazırlayıp sunmaktalar. Hatta çocuklar, projelerine fon sağlamak için kafa yormaya ve pratik olarak bir şeyler yapmaya teşvik ediliyor. Oğlum ortaokuldayken yenebilir bitkiler bahçesini (bütçesi dahil) arkadaşlarıyla kolektif bir şekilde oluşturdu. Böylece hâkim eğitim sistemi birazcık da olsa sıkıcı olmaktan uzaklaşıp gerçek yaşamın bir parçası haline geliyor.

gözlem, deneyim ve paylaşım

Permakültür tasarımında alanla ilgili fiziksel olduğu kadar sosyal anlamda da dört mevsimlik (hatta olabiliyorsa daha fazla) bir gözlem yapılması önemlidir. Örneğin, Seattle’da kiralık evimin sahibi benim bir permakültür uzmanı olduğumu duyunca sevinmişti. İlk sorduğu bahçesindeki kara böğürtlenle nasıl başa çıkabileceği oldu. Bahçenin her yerini sarmış olan kalın köklü dikenli böğürtlenle başa çıkmak yağışı bol olan bir yerde kolay değildir. Buna çare olarak önce keçi sonra da domuz kiralamamız gerektiğinden söz edince ev sahibim güldü… Oysa gerçekten bunu iş edinen keçi ve domuzlar vardı. Hatta çevre düzenleme uzmanları, “eyvah ekonomik krizin olduğu bu yıllarda işimizi keçilere ve domuzlara kaptırdık” diye serzenişte bulunuyorlardı ve bu tür haberler basına da yansıyordu. Ev sahibim Lorena gelip gittikçe bakıyor ve kayda değer bir değişiklik görmeyince bir gün bahçemi ne zaman yapacağımı sordu. Ben de, “acelem yok bakıyorum; biz permakültürcüler önce uzun süre bakar düşünürüz” dedim. Nasıl bir tasarım yapmalıydım ki var olan alanı maksimum düzeyde verimli olarak kullanmalıydım. Üstelik kiracı olarak da giderken toprağa, kendime ve dostlarıma geride bir şeyler bırakmalıydım. Buna kiracılar için permakültür diyoruz.

Ev sahibim benden neredeyse umudunu kesmiş olacaktı ki sık sık sormaktan vazgeçti. Ancak ilkbahara doğru gelip gördüğünde “şimdi ne demek istediğini anladım” dedi. 10 çeşit böğürtlen, sonbaharda topladığım yapraklar ve alışveriş yaptığım marketten getirdiğim atık kutuları kendi yaptığım kompostla birleştirince bahçeyi ilkbahar için ekime hazır hale getirmiştim. Çevresi renkli şişelerden oluşan yılan biçimli şifalı otlar sarmalı ise küçücük ön bahçemde gelip geçenlerin ilgisini çekmeye başlamıştı. Benim için de verandada kitabımı okumak ve çayımı yudumlamak daha zevkli hale gelmişti.

su kullanımı

Su gereksinimi yağmur hasadı dışında mahalle bazında kurulacak sarnıçlarından karşılanabilir. Meksika’nın Oaxaca Etno Botanik bahçesini geçen sene (2010) ziyaret ettiğimde bu bahçenin suyu yaz aylarında bahçenin altında bulunan ve bir dönüm kadar alanı kaplayan devasa bir sarnıçtan karşılanıyordu. Bu sarnıç tamamen yağmur suyu hasadıyla dolduruluyor. Elbette bitkilerin çoğunun o iklime dayanıklı olanlardan seçildiğini eklemeliyim.

Son yıllarda gri su dediğimiz banyo ve mutfaktan çıkan suyun yeniden kullanıma sokulması yaygınlaşmaktadır. Akiferin gittikçe kuruduğu ve tatlı suyunun yüzde bire kadar düştüğü dikkate alınırsa bizim de bunu vakit geçirmeden dikkate almamız iyi olabilir. Endüstriyel etkinlikler ve yanlış arazi kullanımı Türkiye’nin de iklim değişiminden hayli payını aldığını, hatta Avrupa’da Karbondioksit emisyonları en fazla ülkelerden biri halinde olduğunu gösteriyor. Bu durumda her damla suyun korunması ve yeraltında yeniden döngüye geçirilmesi gerekmektedir. Ayrıca kullandığımız atık suyun belki de kilometrelerce ötedeki tesislerde temizlendikten sonra (eğer varsa) denize verilmesinin gideri yine bizim cebimizden çıkıyor. Oysa kompost tuvaletler oluşturulması, gri suyunsa bahçede kullanılması doğrudan bir çözüm oluşturabilir. Bazı verilere göre yağmur, kar vb. suların akiferde birikmesiyle dünya su stokunun sadece %1-5 arası bir kapasite yaratılabildiği söyleniyor. Bunu artırmanın önlemlerini bugünden almazsak su çatışmalarının arttığı bir gelecek bizi bekliyor olacaktır. Bunun yanında suyun özelleştirilmesinin ve akan dereler önünde barajlar yapmanın da en büyük tehlike olduğunu eklemeliyim.

kurulacak yeni kentler köy düzeyinde olmalı

Bu kadar sosyalleşmeyi seven bir toplum olarak sokakları ve kamusal alanları geri istemeliyiz. Kavşak noktalarını, bankları, açık hava toplanma yerlerini ve toplumsal imece evlerini yeniden yaratmalıyız. ABD’nin Oregon eyaletinde Portland kent halkı toplumsal ve ekolojik dönüştürme projeleri konusunda yalnızca ABD ye değil dünyaya örnek oluyor. “Kenti Onarma” (City Repair) adı altında gerçekleşen projeler her yıl 10 günlük bir festivalde uygulamaya dönüştürülüyor.

Bu etkinliklerde permakültür uygulamalarından eko köy tasarımlarına ve evsizler ve toplum dışına itilen diğer insanların projelerine yer veriliyor. Kavşaklar sanatsal bir şekilde yayalar için onarılıyor. Geri dönüşümlü doğal malzemelerden oturma yerleri, heykeller yapılıyor ve motifler yapılıyor. Bu toplumsal projeler imece şeklinde kolektif bir şekilde gerçekleştiği için ne belediyeye fazla yük oluyor ne de büyük paralar gerektiriyor. Böylece kente yaşayan bir kimlik kazandırıyor. Kentte bisiklet neredeyse temel ulaşım aracı haline getirilme durumundadır. Böylelikle orada yaşayanlar kendi emek verdiği köşe için ‘bizim’ diyor gerekirse ona zarar veren kişiyi uyarıyor. Aynı zamanda ‘kent arabalar için değil insanlar içindir’ mesajı veriliyor.

Bu sene 10. su yapılacak olan Portland City Repair projesinin öncüsü Mark Lakeman bir kent tasarımcısıdır. Lakeman’ı çeşitli konferans ve toplantılarda birçok kez izledim. Kentlerin tarihsel gelişimine bakarak, “Biz hepimiz aslında köylüyüz. Kenti köy haline dönüştürmek lazım” der. Yapılan etkinliklerin adına da ‘Village Building Convergence’ bir başka deyişle ‘Köy Yaratma Birlikteliği’ deniliyor. Kenti büyük ve atıl olmaktan ancak onu küçük birimlere bir başka deyişle köylere bölerek gereksinmelerimizin çoğunu yerel olanaklarla karşılayabilir, karbon ayak izimizi azaltabilir yabancılaşmanın büyük ölçüde önüne geçebiliriz.

Yukarıda söz ettiğimiz permakültür zonlarında (mıntıkalarında) kenti tasarlarken ya da revize ederken yaşam alanlarını daha fonksiyonel hale getirebilir böylelikle de karbon ayak izimizi daha da aza indirirken zamandan da tasarruf etmiş oluruz. Lakeman bu hareketi başlattıklarında yaptıklarının büyük bir kısmının yasal olmadığını ekliyor. Diyor ki, “ama yerel yönetime daha iyi uygulamalar için yardımcı olduk”. Görüyoruz ki yurttaş olarak verilenle yetinmemek daha iyisi için permakültürün bir diğer ilkesi gibi çözümü problemin içinde aramak, marjinal olanın yaratıcılığından yararlanmak daha güzel sonuçlar verebiliyor.

Bu yazı ilk olarak Mart 2011 tarihinde Arredamento Mimarlık Dergisinde yayınlandı.

KAYNAKLAR
-Pencere bahçeleri http://www.windowfarms.org/
-YZ deki InnermostGardens http://www.innermostgardens.org.nz/
– Meksika’nın Oaxaca kentindeki EtnoBotanik bahçesinin yeraltı su sarnıcı- http://gardenerinmexico.blogspot.com/2007/08/oaxaca-ethno-botanical-gardens.html
– Dünyada kullanılabilir ve su çatışmaları hkd- http://www.worldwater.org
-Seattle daki Permakültür Yiyecek Ormanı projesi- http://jeffersonparkfoodforest.weebly.com/
-ABD Portland Kenti Onarma Projesi- City Repair http://vbc.cityrepair.org

http://permakulturplatformu.org/?p=1551

May 6, 2011 Posted by | anti-endustriyalizm, anti-kapitalizm, ekokoy - permakultur, ekolojist akımlar, kent yasami, komünler, kolektifler, kooperatifler vb modeller | Leave a comment

You Are The System – Keith Farnish (A Matter Of Scale, Chapter 15)

We’re nearly ready to do something monumental, but not quite.

I used to manage IT systems for a key component of the global economy (it makes me feel a bit gloomy that I knowingly helped prop up Industrial Civilization for a while, but more of that later) and whenever a major piece of work was due to be carried out I would first analyse all of the stages of the task, finding out where problems might occur; I would then assemble a team of people to help iron out any of these flaws and identify any other potential problems I might have missed. There were always one or two small things I missed, right up to the day of execution; and usually things that we had to deal with “on the fly”: no plan is perfect. That said, if a great deal of effort went into the planning process, the work was likely to be far more successful than just plunging into it, hoping everything would go fine.

So, here’s the plan: first, I want to go over a few key points, just so they are absolutely clear in your mind, no question; second, I want to go through the approach I have taken, in creating what I think is an effective solution. The reason for this transparent thinking is mainly because I don’t want you going into this as an unwilling partner. So many so-called environmental “solutions” assume that the reader / watcher / listener will blindly obey whatever tasks are set before them, leading to an outcome where the burnished sun sets over the shimmering sea, and we all march off into Utopia arm-in-arm.

It doesn’t happen that way.

I’m not saying the outcome won’t be far better than what we have today (it can hardly be worse) but I am in no mood for half-measures and want something that actually does the job of fixing the problems we face; not putting little green sticking plasters over the expanding cracks. What I am going to propose is radical, fundamental and frightening. It is also long-term, exhilarating and absolutely necessary. I would much rather scare people off who are not ready to make the commitment for a change of this scale than pretend they will be able to fix things by changing their electricity supplier, upgrading their cars and enlisting their friends in an orgy of “greensumption”.[i]

Transparency is the by-word, then. By reading this chapter you will understand why I have proposed what I have later on in the book. If you don’t like my train of thought then you could try reading Chapters Seven, Ten and Eleven again and see if they clarify things; if that fails then put this book down and come back to it in a few months time. Before you do anything, I want you to feel comfortable in your own mind with what lies ahead.

 

Your Part In All This

In Chapter Thirteen I went some way towards describing how Industrial Civilization operates; in particular the methods used to make sure people are no threat to the dominant culture, and an explanation of where the power really lies. If you were expecting a conspiracy theory, which placed the elite members of society in some unassailable position, guiding our every move, then you probably ended up disappointed. Yes, the rich and powerful do get a lot more material benefit from this unequal setup, but they are also teetering on the brink of psychosis whenever the power rush gets too much. There are an increasing number of people who subscribe to “New World Order” theories and the like; ideas that seem very appealing when you are stuck in a dark place, trying to get out. The Internet is awash with conspiracy sites[ii] describing in minute detail every cartel; every meeting; and every deal that takes place to ensure power is kept with the people who already have it. The complex structures that actually exist to ensure economic growth continues are benefiting greatly from this paranoid activity.

Here’s one example: suppose there is a large trawler that comes into port, day after day, its hold brimming with fish. Time passes and the size of the other crews’ hauls begin to diminish, as the fish stocks are gradually depleted. The local population starts to become concerned about their future. One of the locals proposes a theory that the successful skipper is getting information about fresh shoals of fish from some mysterious source who has knowledge far beyond their understanding: a supernatural force, perhaps. This idea becomes accepted fact. Whispered discussions about this “higher power” fill the inns for many nights, but nothing is ever done because there is nothing that can be done to defeat such powerful entities. Meanwhile, the successful skipper continues to bring home heavy catches, and the fishing stocks keep getting smaller.

It turns out that the successful boat is actually equipped with a better form of sonar than all the other boats, imported from another country where it is already widely used. This being a small isolated fishing port, nobody else is aware of this new technology. Had the other crews taken time to look closer to home and cleared their heads of “higher power” thoughts, then they would have realised that one boat simply had better equipment than all the others. In order to protect the fishing stocks, their simple task then would have been to sabotage the sonar on the successful boat. Every time that sonar was repaired, they would sabotage it once again.

Ignoring the fact that the law may have eventually caught up with the saboteurs – after all, the law exists to maintain economic success above anything else – their efforts in attacking the immediate cause of the heavy catches would have prevented the fish stocks falling for a while; but then other boats in other ports may have started to use this sonar, hitting the stocks even harder. If the saboteurs wanted to deal with this further problem they could have became even more ambitious, they might wish to block the supply lines for the import of sonar equipment; they might go to the country of origin, or enlist local help, to prevent the manufacture of the sonar. Eventually though, as this is the Culture of Maximum Harm, jealousy and greed would take over, and the other crews would realise it was in their immediate economic interests to install their own sonar systems, catch everything they could, and to hell with the terminal decline of the fishing stocks!

There are two lessons here. First, the answer to a problem usually lies in a far more mundane place than people realise; it is only the way that we have been manipulated that causes us to look in the wrong places for solutions: to the law, to business, to politics, to hope. We rarely look closer to home for answers. We rarely look in the mirror and question our own motives. Richard Heinberg, author of Peak Everything has this to say about our addled state:

As civilization has provided more and more for us, it’s made us more and more infantile, so that we are less and less able to think for ourselves, less and less able to provide for ourselves, and this makes us more like a herd – we develop more of a herd mentality – where we take our cues from the people around us, the authority figures around us.[iii]

Second, good intentions rarely last long in this culture. In a way, there was some higher power in play here: the power that makes people give up good intentions and follow the path chosen for them by Industrial Civilization. The fishermen stopped trying to prevent the problem getting worse and instead decided to put their own snouts into the trough. That’s just the way it is: it’s what we have been brought up to do.

When you think about it, humans in this culture seem to want conspiracy theories about strange things we don’t understand; we seem to want unassailable forces running our lives from ivory towers; we seem to want this because we cannot accept that perhaps we are all in this together and the truth will hurt a bit too much. Driving a giant SUV, flying half way across the world for pleasure or buying the results of rainforest devastation because our culture makes these acts acceptable does not absolve the user – we must take some responsibility, for without accepting our role in this system then we have no chance of being freed from it.

You are part of the system. Get used to it.

*   *   *

The act of giving someone bad news is often easier than the thought of doing so: the period leading up to giving this news can get inside your head, invade your dreams and start to gnaw away at you; the act of passing on the news might be uncomfortable, but the moment is quickly gone, however difficult that moment is. The longer you leave things, the worse it feels. Receiving bad news works in much the same way; except that usually people don’t realise they are going to get it. The thought that something bad might happen to you in the future; now, that really can play tricks with your mind – you try and avoid the situation, put it off for as long as you can but, as long as the outcome isn’t truly terrible, the execution is rarely as bad as you imagine it might be.

In the movie “The Matrix”, the thought that something was wrong gnawed at Neo, the perpetrator of eventual change, for years; but when he found the truth, it was as much a liberation for him as it was a shock. Neo found that he could do something about his situation because he had knowledge, and because he fully understood his position. Once you accept things as they are – that you are part of the problem and, thus, you have a part to play in the solution – you actually start to feel better, as though the weight of ages has been lifted from your shoulders.

You are part of the system; you have to take responsibility for your part of the problem: how does that feel?

Your place in the system is as a component in a massive food web. Like all food webs, it is driven by energy; physical energy sources like oil, gas, coal and radioactive materials drive the machines that ensure money keeps floating to the top of the vat where the Elites skim it off to add to their wealth. If you are resourceful or in a role that holds some status, you can have some of this wealth too, and the material trappings that come with it. Without the energy that drives the web, though, there is no money, and there is no web. It is not just the oil, gas, coal and the various sources of radiation that keep the web operating though – people are equally vital, more so in fact. Unless people run the machines, staff the shops, build the products, drive the lorries, create the advertisements, read the news and enforce the law, the web will collapse upon itself, bringing the entire hierarchy down with it.

Think back to the chapter about cod. The cod are positioned high up in the food web in terms of the amount of food energy they require to remain alive: they operate at a high trophic level, but without the organisms at the lower levels – the sand eels, the tiny copepods and the minute plankton – they cannot exist. Without the cod, the scavenging hagfish might start to suffer (although the windfall of bodies would provide rich pickings for a long time) but the sand eels one level down would be delighted: they would flourish. Think of your place in civilization; think of your job, or your role in society, and how it relates to the people sitting right at the top, or even those somewhere in the middle, aspiring to move upwards. What do you want to be, a wheel or a cog?[iv]

Yes, you are part of the system; but you are far more important than the people higher up in the web: you are the engine, the energy source, the reason for its continuation. You are the system. Without your cooperation, without your faith, the system would have no energy and then it would cease to exist.

I don’t know about you, but that makes me feel good.

 

Building Solutions

Industrial Civilization has to end; I made that clear in Part Three. There is no doubt that, sooner or later, it will collapse, taking much of its subjected population with it: oil crisis, credit crunch, environmental disaster, pandemic – whatever the reason, it will eventually fail in a catastrophic manner. This may not happen for fifty or a hundred years; by which time global environmental collapse will be inevitable. That is one option; the other is for it to die, starting now, in such a way that those who have the nerve and the nous to leave it behind can save themselves and the natural environment that we are totally dependent upon.

Be assured, no one is going to go into the heart of the “machine” and rip it limb from limb, because the machine has no heart, it has no brain. This civilization is what we have ended up with after a series of deliberate (and sometimes accidental) events intended primarily to give power and wealth to a privileged few. What we have now got is an entire culture that values economic growth above everything else, a toolkit of malicious methods for keeping that cultural belief in place, and an elite, ever-changing group of people who have become pathological megalomaniacs, unable to cope with the sheer amount of wealth and power this culture allows them to have.

Given that we all appear to be in this together (although some of us are beginning to realise that it doesn’t have to be that way) how on Earth is it possible to bring down something so monumental? The answer lies in the nature of Industrial Civilization itself – its key features are also its greatest weaknesses.

Take the simple article of faith that is Economic Growth. We have, I guess, agreed that there is nothing sustainable about it – however you cut the pie, the natural environment is bound to lose out all the time the economy is growing. In order to sustain a “healthy” level of economic growth, the consuming public has to know that when they spend some money they will still have some left. The definition of “having money to spare” has been stretched out of all proportion in recent years as creditors have extended peoples ability to spend beyond their means, while still thinking they are solvent. Whether that spare money is in the form of savings, cash, investments or credit, though, the important factor is that the potential consumer will stop being a potential consumer as soon as they realise there is no more money left to spend. Having a paid job is one way of ensuring (at least for a while) that you can pay for things; in fact, this is the major factor affecting Consumer Confidence.

Across the world, governments and the corporations that control them are in a constant cycle of measuring consumer confidence. The USA Conference Board[v] provides the model for most of the indices used by the analysts. The importance of confidence to economies is critical:

In the most simplistic terms, when…confidence is trending up, consumers spend money, indicating a healthy economy. When confidence is trending down, consumers are saving more than they are spending, indicating the economy is in trouble. The idea is that the more confident people feel about the stability of their incomes, the more likely they are to make purchases.[vi]

This creates an interesting situation: it is possible, indeed probable, that to create catastrophic collapse within an economy, and thus bring down a major pillar of Industrial Civilization, the public merely have to lose confidence in the system. This is reflected in other, related parts of civilization: following the attacks on the World Trade Centers in 2001, the global air transport industry underwent a mini-collapse; the BSE outbreak in the UK in the early 1990s caused not only a temporary halt in the sale of UK beef, but also a significant drop in global beef sales. Anything that can severely undermine confidence in a major part of the global economy can thus undermine civilization. 

The need for confidence is a psychological feature of Industrial Civilization; there are also two physical features that work together to create critical weaknesses. The first of these is the complexity that so many systems now exhibit. I mentioned the “farm to fork” concept in Chapter Eleven, indicating that the distance travelled by food items is becoming increasingly unsustainable. Overall, the methods used to produce food on a large scale, in particular the high energy cost involved in cultivating land, feeding livestock, transforming raw materials into processed foods, chilling and freezing food, retailing it and finally bringing it home to cook, not only demonstrates huge inefficiencies but also exposes the number of different stages, involved in such a complex system. The same applies to electricity; in most cases electricity is generated by the burning or decay of a non-renewable material, which has to be removed from the ground in the form of an ore, processed and then transported in bulk to the generation facility. Once the electricity is generated, in a facility with a capacity of anything up to five gigawatts[vii], it has to be distributed, initially over a series of very high voltage lines, and then through a number of different power transformation stages (all the time losing energy) until it reaches the place where the power is needed. Both of these examples – and there are many more, including global money markets and television broadcast systems – consist of a great many stages; most of which, if they individually fail, can cause the entire system to collapse.

The second of this potentially debilitating pair of features is the overdependence on hubs. Systems are usually described as containing links and nodes, a node being the thing that joins one or more links together; a road is a link, and the junctions that connect the different roads together are the nodes. Systems that have many links and nodes are called “networks”; food webs are networks, with the energy users being the nodes, and the energy flows being the links. Networks made up of links that develop over time, based on need, are referred to as “random” networks: the US interstate highway system is one such random network, as is the set of tunnels created by a family of rabbits. Networks created intentionally to fulfil a planned purpose, usually with the potential to expand, are called “scale-free” networks, good examples being the routes of major airlines.

  

Figure 2: Route map for a major US airline, showing the almost total dependence on three large hubs (Source: Continental Airlines Route Maps)

A node within a network that joins together a great many links is known as a hub: Industrial Civilization uses hubs a lot. Thomas Homer-Dixon describes the situation like this:

Although researchers long assumed that most networks were like the interstate highway system, recent study shows that a surprising number of the world’s networks – both natural and human made – are more like the air traffic system. These scale-free networks include most ecosystems, the World Wide Web, large electrical grids, petroleum distribution systems, and modern food processing and supply networks. If a scale-free network loses a hub, it can be disastrous, because many other nodes depend on that hub.

Scale-free networks are particularly vulnerable to intentional attack: if someone wants to wreck the whole network, he simply needs to identify and destroy some of its hubs.[viii]

In July 2001, a railway tunnel fire in Baltimore, USA caused the shutdown of a large part of the downtown area due to the heat generated within the tunnel, and the health risk posed by an acid spill. Over the next few days the surrounding rail networks were affected by the extra freight traffic diverted onto other lines, causing a number of bottlenecks in the greater Baltimore area.[ix] There was also one unexpected impact: Internet access across much of the USA slowed down dramatically. “The Howard Street Tunnel houses an Internet pipe serving seven of the biggest US Internet Information Service Providers (ISPs), which were identified as those ISPs experiencing backbone slowdowns.  The fire burned through the pipe and severed fiber optic cable used for voice and data transmission, causing backbone slowdowns for ISPs such as Metromedia Fiber Network, Inc., WorldCom, Inc., and PSINet, Inc.”[x] The Howard Street tunnel was a major artery for Internet traffic; its severance caused the same impact that the destruction of a major network hub would cause.

When you combine a set of key complex systems consisting of a large number of interdependent components, with networks that are increasingly becoming dependent on a small number of hubs, you create a structure that is extremely sensitive; irrespective of any safeguards that may have been built into it. Civilization is built upon these complex, interdependent systems, and these systems rely on networks to keep the flows of energy, data, money and materials moving. Civilization also depends upon its human constituents (you and I) having complete confidence in the way it operates: it needs faith. In both physical and psychological terms, Industrial Civilization is extremely fragile: one big push and it will go.

*   *   *

These are just thoughts, ideas, imperfect sketches for something that could work if it’s done properly. I can’t predict how things are going to turn out, even if what I am going to propose does succeed; nobody can predict something that hasn’t started yet. My train of thought won’t stop with the end of this book, but here’s where I am at the moment:

1.      The world is changing rapidly and dangerously, and humans are the main reason for this change. If we fail to allow the Earth’s physical systems to return to their natural state then these systems will break down, taking humanity with them.

2.      Humans are part of nature; we have developed in such a way that we think we are more than just another organism; but in ecological terms we are irrelevant.

3.      Regardless of our place in the tree of life, humans always have been, and always will be the most important things to humanity. We are survival machines.

4.      Our failure to connect the state of the planet with our own inarguable need to survive will ensure our fate is sealed. This must not happen.

5.      In order to bring us to a state of awareness, we must learn how to connect with the real world; the world we depend upon for our survival. We are all capable of connecting.

6.      Our lack of connection with the real world is a condition that has been created by the culture we live in. The various tools used to keep us disconnected from the real world are what make Industrial Civilization the destructive thing that it is.

7.      To gain the necessary motivation to free ourselves and act against civilization we need to get angry; and use that anger in a constructive way.

8.      To understand how to remove Industrial Civilization we must realise that we, along with everyone else in Industrial Civilization, are the system.

9.      Industrial Civilization is complex, faith-driven and extremely sensitive to change and disruption. It will collapse on its own, but not in time to save humanity.

I have read a lot of books, and a lot more articles and essays related to the problems that we face. I have heard people talking on the radio and on television proposing how everything can be sorted out. I have seen some wonderful movies that describe where we are going, how we got here and where we might be going. Some of these works reach an ecstatic crescendo before petering out in a gentle rain of hope. Some of them tell me what we should be doing; when it is obvious that the things suggested will not help, and could even make things worse. Some of them tell me I should not be looking for “solutions” to the problem at all – that there are no solutions, no cures, probably no chance at all. I haven’t read, heard or watched anything that could actually make things better.

Have I missed something?

I don’t think so. For one thing, I don’t subscribe to the idea that there are no solutions: agreed, there is no way of knowing if I have left something out – I probably have – and no way of completely tidying up the fallout that will inevitably result from the massive shift in society that is required. But that doesn’t mean you can’t have solutions, providing you know what the problem is. I know what the problem is, and so do you: at its heart, it is not environmental change and it is not humanity itself – it is that we are disconnected from what it means to be human. The solution is the answer to this simple question:

How can we reconnect with the real world?

I’m not asking people to help build a new set of systems, construct a new world order, design a new future – that kind of ambition is the stuff of civilization; the stuff of control, hierarchy and power. Connection is the most liberating, and powerful step you can take. If you know what is happening; if you know why it matters; if you know how to connect; and if you have the strength to reject the way this culture disconnects us, then you can change your own world, at the very least. That is the start of everything.

There are two dimensions to the solution, both of which I want to briefly explain before I show you the solution. The reason I am using dimensions is because the solution is not simple; it is much easier to understand something complex if you can break it down a bit.

 

The First Dimension: Cutting Across

In this dimension are the different actions that can be carried out to deal with the problem itself: our lack of connection. There are a few different aspects to this, some of which are more useful than others; but the nature of them makes it difficult to just make lists – they do tend to cut across each other depending on how you approach the problem. For instance, if we assume (correctly) that to bring civilization to its knees, economic growth has to stop, then it would seem logical to directly attack the instruments of the global economy: the investment banks, clearing houses, treasuries and the various things that link these nodes together. The problem is that, however exciting an idea this is, it doesn’t deal with the deeper problem – that civilization actually wants economic growth to take place: unless this mindset is removed then the systems will just be rebuilt in order to re-establish a growing economy.

Even more fundamentally, unless the reasons people feel that economic growth is necessary, i.e. the Tools of Disconnection are removed, then very few people are likely to spontaneously reconnect with the real world and reject economic growth. You can see, straight away, why a number of different dimensions are necessary. To put it simply, though, the “cutting across” dimension consists of those actions that (a) remove the forces that stop us connecting, (b) help people to reconnect and (c) ensure that the Tools of Disconnection cannot be re-established. If you are keen, try and think of at least one way to address each of these; then see if ours match up later.

 

The Second Dimension: Drilling Down

Almost every “solution” I have come across only deals with the problem at one or, at most, two levels. I feel like a razor blade company now, by saying I have a three level solution (“Not one, not two, but three levels of problem solving!”) but it’s no accident there are three levels. I started thinking about the nature of the problem at a fairly superficial level – the kind of level most of the “one million ways to green your world” lists pitch at – and immediately realised that, while suggesting what can be done to make things better is necessary, it assumes that there is a huge mass of people who actually want to do these things. You know already that very few people are connected enough to go ahead and do the, quite frankly, very radical things that need to be done: two more levels are necessary.

The second level, therefore, looks at the way individuals and groups of people change over time, and how the necessary changes in attitude can be transmitted throughout the population in a structured way, then accelerated beyond what conventional theory tells us is possible. I am only going to touch on the theory of this as it is pretty dry stuff, but the practical side of it makes for very interesting reading. The beautiful thing about using this multi-level approach – which you may already have realised – is that activities can be taking place at the first level, amongst the people who are already connected and ready to act, which then makes the process of motivating the more stubborn sectors of the population progressively easier.

The final level is the most fundamental of all, without which none of this can happen. It’s all very well me saying what people should do and how different sectors of the population can be progressively mobilised, but unless the individuals involved are ready to be engaged, nothing will happen. This level has to deal with the process of engagement and preparing people so that when asked, they actually want to act. The reason this is almost never addressed is a combination of, (a) writers who make the assumption that things will turn out ok (the “hope” trap) and (b) that this is a very difficult thing to do. I am going to attempt to resolve this.


[Continue to Chapter 16]


References

[i] That’s “green” consumption. A marvellous misnomer that I would use far more if anyone understood what it meant.

[ii] For examples you can visit www.conspiracyarchive.comwww.conspiracyplanet.comwww.theforbiddenknowledge.com and www.abovetopsecret.com. There are lots more you can try. The sad thing is that there are a lot of clever people writing a lot of good stuff, but conspiracy theories keep sidetracking them. Remember, a conspiracy is simply groups or individuals working together out of the public eye: you only have to read Chapter Thirteen to realise that the really sinister operations of Industrial Civilization are widely known; but we ignore them because “that’s the way it has to be”.

[iii] Quoted in “What A Way To Go: Life At The End Of Empire”, 2007, Directed by Tim Bennett, www.whatawaytogomovie.com.

[iv] Dmitry Orlov, “Civilization Sabotages Itself”, http://www.culturechange.org/cms/index.php?option=com_content&task=view&id=111&Itemid=42 (accessed 7 May, 2008)

[v] As of April 2008, the US Consumer Confidence Index was down, reflecting the dicey position of the global economy: a combination of the “sub-prime” market collapse, and the huge rise in oil prices. http://www.conference-board.org/economics/ConsumerConfidence.cfm (accessed 7 May, 2008).

[vi] Jim McWhinney, “Understanding the Consumer Confidence Index”, Investopedia, http://www.investopedia.com/articles/05/010604.asp (accessed 7 May, 2008).

[vii] Derived from MWh figure for global generating stations at http://carma.org/plant (accessed 8 May, 2008).

[viii] Thomas Homer-Dixon, “The Upside Of Down”, Souvenir Press, 2007.

[ix] Mark R. Carter et al, “Effects of Catastrophic events on Transportation System Management and Operations: Howard Street Tunnel Fire.” US Department of Transportation, 2001.

March 30, 2011 Posted by | anti-endustriyalizm, anti-kapitalizm, sistem karsitligi, somuru / tahakkum | 1 Comment

What If…We Stopped Using Money? Keith Farnish

 

I hadn’t exerted myself until I felt sick for quite some time: the rasping breath, accompanied by the gag reflex as each shallower gulp of air oxygenates the blood just a little less each time – halfway towards the crest of the hill and heading into a fierce headwind; but there’s a little more story to tell before we reach the top of that hill….

Gary and I had been talking beehives. His two-dimensionally restricted knee joint reflected more than sufficiently on that time in both of our lives when we start to realise that we are getting on. What we want to do is not always lived up to by what our bodies are capable of doing. His current physical condition – one that entailed putting his life on hold and his income in jeopardy – brought home in the gloaming light of a blustery day the fallibility of people, whether individuals, couples or entire families, should things not go quite to plan. As I internally mulled over how I could help, our conversation continually skipped between spin bowling, South African history and the aforementioned opportunity to do a bit of collective bee-keeping some time in the near future.

Shortly after noon I had to leave his company and make the contour-filled bike trip alongside the Eildons to Melrose; and back again into that horrible headwind, already laden with Scottish butter, a guilty jar of coffee, and (the source of our conversational foray) two jars of Galloway honey – all contained within a rucksack that refused to stay simply facing backwards. As I crested the hill hundreds of red dots emerged to the left of me. Scattered across the grass verge were the wind-deposited bounty of a beautiful plum tree.

With around five extra pounds of weight contained within the self-aware rucksack, I once again turned up at Gary’s house; leaving shortly afterwards much bereft of plums, but considerably heavier of potatoes. Later that day the remaining plums would find themselves baked in a cake; and some of the potatoes crushed along with a few ounces of the Scottish butter.

A Barter Way

Barter is older than money – this is why. If you have something and you want something else then you have three basic options: you can just take the thing you want from the person who has it; alternatively you can give some of what you have in exchange for the thing you want; finally, you can sell some of what you have in exchange for something that has no intrinsic worth, but on paper (coin, slate, bead, wooden disc…) has some pre-agreed value, then use that virtual value to purchase the thing that you want. These three options show an increase in complexity, which reflects the way human society has gone since the earliest non-settled people became first co-operative, then civilized.
 
I want to stress immediately that the word “civilized” does not imply something positive: civilized simply means living in very large groups – so large that the importation of “resources” and the exportation of waste is necessary – as part of a hierarchical system of rule. It does not mean “being nice”. If anything it means the opposite.

The barter system – being the exchange of goods or services for goods or services of an equivalent, but not necessarily fixed value – is by no means the purest form of co-operative arrangement; for if we are to really live in such a way that people can genuinely rely upon each other for their basic needs then other forms of exchange and giving, including unconditional giving are also required. However, compared to the ludicrously complex cash and credit-based systems that have become the norm in civilized society, bartering has a level of purity and immediacy that most civilized people find extraordinary, even deeply uncomfortable. With a £20 note in my pocket I know, pretty accurately how much of anything I could now go and buy – and am confident that note would be accepted, at least in the country where I live.

Now, if I were to carry around a sack of onions that I had grown myself (slightly unwieldy, but it’s easier to explain this way) then what are the chances that these would be accepted in the same ready manner in exchange for, say, a fancy haircut or a pair of trousers? Pretty slim, I would say, even if the two parties were able to agree on how many onions a pair of trousers was worth. You might be lucky to stumble across an unusually liberated storeholder, or simply get the deal for the sheer novelty value – but as a form of currency in the civilized world, onions stink!

Here’s the thing, though – unlike notes and coins, onions have intrinsic value: they can be eaten to provide nutrition and flavour in a meal. There are no signatures on onions; no promises to pay back the equivalent in some other non-real asset; no need for state-backed guarantees in an increasingly untrusting and disconnected society. They are onions. They are onions in Scotland, France, Egypt, Indonesia and Australia. Not everyone might like them or need them, but at least you know what you are getting; and there are always the tomatoes in the other bag.

So why doesn’t society barter more? Here’s a list of some reasons off the top of my head; see if you can think of any more:

– We don’t trust or know each other well enough to agree an equivalent value for different things;

– We don’t understand the intrinsic value of things without a cash equivalent;

– There is no way of profiting from bartering without obvious fraud;

– We cannot easily store everything we desire for later use;

– Bartering gives little opportunity to attain status through material possessions;

– Bartering is socially unacceptable in a capital society;

– Bartering requires preparation and, usually, pre-agreement.

Whether you consider these things to be inherently negative will depend largely on how you currently choose to conduct your day-to-day transactions (as opposed to being forced to). I find having to prepare for a transaction, and being unable to profit from it as being two inherently positive things – but then I’m a bit weird, according to the norms of society, which is probably a major reason I have been able to conduct a fair bit of business without cash; people sort of expect it of me. Nevertheless, bartering is seen, almost universally in civilized society, as being something people used to do but is no longer possible or even desirable. Here’s one example of the prevalent attitude with regards to taxation:

It is quite normal for ferreted rabbits to be swapped at the local butchers shops for pork chops, or for grazing to be exchanged for field maintenance. Hay bales can act as currency in return for building work, home made cakes and repairs to vehicles etc. All very innocent, rustic and encourages a paper free environment but this can underpin what can only amount to potential income tax, corporation tax or VAT non-disclosure or even fraud.

That might sound harsh but it is the hard fact. The dream of a paperless rustic society has to be shattered and simple tax legislation and the self-assessment requirement to keep good books and records intervenes. Clearly it is important to talk to clients to explain that undocumented and unrecorded ‘Barter’ is actually as dangerous and illegal as the ‘black economy’.

(Source: http://www.taxationweb.co.uk/tax-articles/business-tax/the-barter-system-%E2%80%93-the-hidden-evasion.html)


This is taken from an article entitled “The ‘Barter’ System – The Hidden Evasion”. Notice the patronising quotes around “Barter” and the insistence that bartering underpins fraud, regardless of the motivation behind it. Clearly the author, a tax advisor, is protecting her business, but what really comes home here is the notion that “this is not the way we do things”. I can’t begin to imagine the ire that a society based on not only bartering, but also giving and helping just because it’s the right thing to do would raise in the tax world!

And that alone is a very good reason to start using less money.

Less Money, Less Need

Let’s take a typical, albeit nameless, industrial civilized nation. A revolution of sorts has taken place, perhaps as a result of a lack of available money-earning jobs; perhaps because people have realised that cash and particularly debt are shackles that bind us rather than free us: around 50% less money is circulating within the personal tax system due to a plethora of part-time and lower-paid jobs, a huge number of people working for themselves and incorporating barter into their lives, and almost everyone being less profligate in their spending and borrowing. What would once have been hard financial times have been transformed into times of sharing, trust, low material need; and as a result the burden on the global ecosystem, the “resource” reservoir and the lives of people who normally serve the corporate system is relieved by a significant measure.

As a further result, the burden on the public purse becomes unbearable. Only half the money previously available is entering the system, and social collapse is imminent. At least, that’s what we are told, and most certainly led to believe by the simple fact that many people who don’t deal in money still have to declare their “income”:

If you engage in barter transactions you may have tax responsibilities. You may be subject to liabilities for income tax, self-employment tax, employment tax, or excise tax. Your barter activities may result in ordinary business income, capital gains or capital losses, or you may have a nondeductible personal loss.

Barter dollars or trade dollars are identical to real dollars for tax reporting. If you conduct any direct barter – barter for another’s products or services – you will have to report the fair market value of the products or services you received on your tax return.

(Source: http://www.irs.gov/businesses/small/article/0,,id=188095,00.html)
 
But if we did remove 50% of the money element from our lives, would that really lead to the societal collapse that the tax drain threatens to invoke; or is this just a way of making us complicit in the ways of the industrial machine?

In the absence of a truly mythical industrial civilization (who would want a mythical one when we have so many real ones to contend with?) I am going to use the latest available figures from the UK government to see what might happen in the event of a 50% drain in tax income. I fully acknowledge the scale of private involvement in what are ostensibly “public” services in most industrial economies; but would maintain that, in the event of a semi-cashless society emerging, reductions in spending on these services (such as electricity, water, telecommunications and transport) would easily match reductions in tax collection. Given this, it’s reasonable to just look at the effect of a 50% reduction in available income on services as a benchmark for the impact on the whole of society.
 

For this exercise I’ve used figures from a well-respected website that details public spending in the UK, helpfully also indicating what proportions of spending are through central government and which are through local government – this is relevant to how people perceive public services. By far the largest single chunks of public spending are Pensions and Healthcare, with 17.3% each. Now remember, we are not looking at the kind of slash in public spending that is currently taking place across the industrial world: a) it’s 50%, a far larger cut; (b) this cut assumes that the conditions exist whereby such a huge change in how we use products and services is made possible. Not only do we use less cash because there are alternative ways of doing things; we actually buy fewer non-essentials (it’s a relative term, but we’re talking things like electronic goods, vacations, most vehicles, luxury foods etc.) because the change in life has allowed people to appreciate what really matters.

So, looking at Pensions, we seem to have a sticking point already: but what is the purpose of a pension? Exactly, it’s to give people an income once they retire or are not able to do paid employment. But aside from the basic state pension, an awful lot of that fund is to pay for public sector pensions, which are quite generous. If fewer people worked in the public sector (they are bound to, because there is only half the tax coming in) then fewer people would need pensions. But if fewer people had above basic level pensions, how would they get by? Because people are spending less money – they are sharing, bartering, giving freely and getting when they are needy. Result: pension fund greatly reduced.

Healthcare is another huge cost, and this is one that could be cut much further than pensions: yes, people will still get ill, although with far more people focussed on their community the number and severity of, and need deriving from chronic conditions, particularly in the elderly, would be dramatically reduced – people look out for and care for each other better. Mental health costs, a genuine symptom of civilized society, would be way down as humanity’s real needs – in this case companionship and care – are far more readily available. Even acute conditions would be far less likely to develop severely as, again, people would be more willing to disclose problems and help deal with them at an early stage. And as we learn that cancer is an almost uniquely civilized condition, long term this may also start to reduce as the worst excesses of civilization are curtailed. This is no exact science, but you probably get a good idea of the wider implications of a more communal society.

The next largest cost on the list is general Welfare (15.1%), consisting largely of family and child financial benefits, and unemployment benefit. We are starting to face a few anachronisms here: in a barter-based culture, does “unemployment” benefit have any relevance? What about child benefit, the universal oddity that pays the same whatever the earnings (well, up to a very generous level) – does this fit into a culture of exchange where things like childcare (which are paid for through another family benefit), many essential food items, and all sorts of other things that CB was originally for are now greatly enmeshed in barter and giving? I’m not saying that there aren’t people in need; but there are certainly a lot fewer people in need within a co-operative way of living. This area of spending might become almost unnecessary.

Fourth on the list, and the last one in double-figures is “Education”, with 12.5% of the total public spend. We send our children to a local school, but are very much aware that the purpose of the public schooling system is to create good little wage-slaves for the future: at age 12 and 13 children in the UK are already having to decide where their specialities lie, so they can be funnelled through the system and placed in their employment pods (or on the “unemployed” pile) until they retire. This is why (a) we do an awful lot of real education at home and (b) our two children will be allowed to choose whatever subjects they like, undefined by whatever job aspirations the school system would like them to express. For the vast majority of industrial system families, school is also a very useful child-minding service – necessary because in a large number of cases both parents either choose to or find themselves having to go out to work. I’m not going to dwell on this much more: communal society; school system in tatters. We can learn in our communities.

So, that’s well over 60% of the public budget that can easily be cut by – oh, I reckon around 50%. What about the rest? Here’s a quick run through of the remaining big costs:

Defence: 6.6%

Not sure whether a more communal society would change any governments’ habits of a lifetime, but how much support would corporation sponsored and media cheered invasions get now?

Protection (police, courts and prisons): 5.3%

The main cause of crime is a lack of mutual care and attention; add to that the effect of the consumer society and it’s obvious what effect a change in values would have.

Central government admin: 4%

Hmm, less hierarchy and policy making – sounds like a plan!

Transport: 3.6%

A more close-knit and communal society travels less: less commuting, less need to “get away”, less desire or need for shopping or entertainment trips…

That takes it up to over 80%, with the other fifth being a quarter interest payments, and other services about to take a tumble like economic development (who needs corporations?), formal recreation and sport (time for a kick around, or a swim in the lake), waste management (it’s a less wasteful society by definition) and social housing (ok, that one can stay until we learn to build our own homes).

Feel free to accuse me of peering through rose-tinted specs – and you would be right if we were talking about the actual likelihood of a more mutually beneficial and communal way of living coming along under the current system of mind control – but I would contend that the benefits of living with far, far less money as a necessity are both economically possible, and then go way beyond simple economic sums. In short, the route to even a 50% reduction in our use of money is via enormous changes in the way we treat each other and ourselves; the way we look at the value of all things; the scorn we will inevitably cast upon the tireless system of birth-school-work-retire-die, that forgets to include the word “live” in its lineup. We could do a lot worse than simply consider a world without money, and then start to take some baby steps – get used to the temperature of the water, if you like, before taking a plunge into a different way of living.

http://earth-blog.bravejournal.com/entry/60133

March 30, 2011 Posted by | anti-endustriyalizm, anti-kapitalizm, sistem karsitligi, somuru / tahakkum, tuketim karsitligi | Leave a comment

Sivil Toplum Kuruluşları ve Karşıt-Üretkenlik

Türkiye’de 1980 ve sonraki onbeş yıl, ekolojik, ya da diğer alternatif politika modellerini özgürce hayata ve kamusal alana geçirmek için son derece uygunsuz yıllardı malum. Alternatif hareketlerin yavaş yavaş yeniden yeşermeye başladığı 1990’lardan günümüze kadar, hak ve özgürlüklere dair değişenler olsa dahi, darbelerle ezilmiş, eğitilmiş, susturulmuş bir toplumda bu hareketlerin çoğu derin kökler salamadığı gibi, katılım da son derece düşük oldu. Bugün hala, politik katılımın son derece düşük olduğu, politikaya korkuyla yaklaşılan bir toplumuz.

Sivil toplum kuruluşları (STK’lar) Türkiye’de bu noktada ortaya çıktı prenses. Politika yapmaktan son derece soğumuş, hatta apolitik bir ülkede STK’lar politika yapmadan toplumsal duyarlılığa sahip olmanın, içinde yaşanılan toplum için de birşeyler yapmanın bir yolunu oluşturdu. Gönüllü olarak bir STK’nın içinde çalışmak, politikaya bulaşmadan, yani ‘elini kirletmeden’, sosyal sorumluluk taşımak anlamına geliyor. Belki de ‘ya benim başıma da gelirse?’ diye korktuğumuz için, belki de sadece o perişanlığın ve çirkinliğin (mücadele ettiğimiz her ne ise onun) gözümüzün önünden o an için olsun kaybolmasını ve hayatımızın kaldığımız yerden devam etmesini istediğimiz için, belki de suçluluk duygularımızı biraz olsun hafifletmek için; ve belki de en iyi niyetlerimizle içimizdeki “Ama bu olmamalı, buna izin verilmemeli!” duygumuzu yansıtmak için kullanırız STK’ları. Bu sistemin içinde biraz olsun yaraları sarabilmek için, içimizdeki çaresizliği azaltabilmek için, başkalarıyla dayanışma duygusunun, maddi bir karşılığı olmasa dahi istediğimiz ve inandığımız için biraraya gelip dayanışma içinde çalışmayı hatırlamak/öğrenmek için kendimizi belki de çok fazla sorgulamadan ‘içlerine atarız’ ve gönüllü olarak projelerde, kampanyalarda, eylemlerde, protestolarda yer alırız, kredi kartımızla destek veririz. Bu bize iyi gelir, bizi rahatlatır, bize bu toplumdaki bir takım yanlışlıklara, savaşa, adaletsizliğe, eşitsizliğe, ekolojik yıkıma karşı birşeyler yaptığımız hissi verir.

İşte tam da bu duygu, gönüllülük ve STK’cılık mantığının karşıt-üretken hale gelmesinin sebebi aslında. Karşıt-üretken demek ne ola ki prenses? Karşıt-üretkenlikten önce biraz kurumsallaşmadan bahsetmek lazım. Çağımızın en özgürleştirici ve yaratıcı filozoflarından Ivan Illich’e göre modern toplumun sorunu kurumlarında, herşeyi kurumsallaştırmasında ve hep daha fazla kurum yaratma eğiliminde yatar. Kurumsallaşmayı eleştirirken de bu sürecin insanların kendilerine olan güvenlerini, sorunlarla başetme potansiyellerini ve yaratıcılıklarını kaybetmesine yol açtığını, sosyal ve şenlikli ilişkileri yok ettiğini öne sürer. Çünkü bu durum eskiden uğraşan herkesin edinebileceği yetenekleri artık ancak kurumlar aracılığıyla, sadece profesyoneller tarafından elde edilebilen kartelleştirilmiş mallar haline getirir. Kurumsallaşma sonucu kendimizi iyileştirme ve şifa dağıtma gücümüzü doktorlara, bilgi aktarma gücümüzü öğretmenlere, bilgi yaratma gücümüzü akademisyenlere, tanrıyla iletişim kurma şeklimizi belirleyen kararları alma hakkını din adamlarına devrederiz. Eğitim ya da sağlık kadar hayatımızı ilgilendiren konularda dahi kafa yormamıza da artık gerek kalmamıştır.

Illich’in karşıt-üretkenlik kavramı bu arkaplanda ortaya çıkar: Temelinde yararlı olan süreçler, uygulamalar ve araçlar, kurumsallaşma kritik bir noktayı geçtikten sonra ilk amaçların tersine hizmet eder hale gelirler. Bunun bir sebebi profesyonellerin kapıları sıkı sıkı tutması ve gündemi belirlemesidir. Bir başkası da artık mal haline gelmiş olan değerlerin, neredeyse sadece ilgili bir kurumun bir işlevi olmaya indirgenmesidir. Hastalar ve hastalıklar üreten tıp kurumu, mesafeyi arttıran otoyollar, tanrınızla aranızda engel haline gelen din adamları gibi…

Bizi rahatlatan, bize bu toplumdaki bir takım yanlışlıklara, savaşa, adaletsizliğe, eşitsizliğe, ekolojik yıkıma karşı birşeyler yaptığımız hissi verdiği için kurduğumuz/ çalıştığımız STK amaç haline geldiğinde, onun varlığını sürdürmesi de çoğu zaman el atılan problemin devamlılığına bağlıdır. “Çevreciler hep felaket senaryoları yazarlar, çünkü ekolojik felaketler olmazsa çevrecilere de ihtiyaç kalmaz” söylemini defalarca duymuşuzdur. Peki hiç başarıyla kampanyasını ya da projesini tamamlayıp kendini fes eden bir STK duydunuz mu? Bu içsel çelişki, STK’ların sorunlar derinleştikçe ve kamuoyunun hassasiyeti arttıkça finansman, kamuoyu ve işgücü desteği bulmasıyla kendini açıkça belli eder. Gerek kurumsal yapılanma modellerinin değişerek STK’nın varlığını sürdürebilmesi amaçlı, daha profesyonel, daha hiyerarşik modellerin benimsenmesi yani “kurumsallaşma”, gerek geniş çaplı ve sistemin doğasından gelen sorunları yerel projelerle çözümleyerek sistemi bir anlamda “yamamaları” yoluyla STK’lar karşıt üretken hale gelirler.

Burada sorulması gereken sorular iki yönlü prenses: Birincisi, aslında bu kadar çok işsiz, bu kadar çok yoksul, bu kadar büyük ekolojik yıkım, bu kadar fazla sömürü, bu kadar çok mutsuzluk doğuran böyle bir sistemin izlerini hafifleterek yaptığımız acaba toplumun acılarını azaltarak varolan sistemin içinde hayatlarına devam etmelerini sağlamak mı? Acaba STK’ların en radikal görünenleri dahi sordukları ve sormadıkları sorularla sistemin birer sübabı mı? Endüstri karşıtı olmadan, kapitalizme eleştiri getirmeden, içinde yaşadığımız sistemin en temeli olan insan-merkezci, fetihçi, erkek egemen, sermayeyi güçle bir tutan değerleri sorgulamadan “çevreci” olan STK’ların varolan, insan-merkezci kapitalist söylemleri tekrarladığı açıkça ortada. Bu gibi yollarla belki sosyal duyarlılığı artırmak mümkün olsa dahi, bu son derece kısıtlı bir çerçevede olacaktır.

İkincisi, STK’ların profesyonelleştirerek kapılarını tuttuğu, kavramlarını belirleyerek mal haline getirilen bir çevrecilik değeri, kurumların tekeline alındığında acaba toplumun tümünün üzerine düşünmesi gerekenleri kendilerine mi havale ediyorlar? Çevrecilik kendi başına bir değer haline gelip ekolojik bir yaşam ihtimalini ortadan kaldırıyor mu? Farketmemiz gereken, STK’ların olmadıkları ve olmaması gerektiği bir şekilde objektif, iyi niyetli ve faydalı görülüp, her zaman doğruyu, sadece doğruyu ve bütün doğruyu söylediklerinin iddia ediliyor olması. Halbuki her kuruluş gibi STK’lar da eleştirel süzgeçten geçmeli, herşeyden önce kimin STK, kimin endüstrinin çevre imajını düzeltme kuruluşu olduğu anlaşılmalı (bunun en kestirme yolu STK’ların finansal kaynaklarını incelemektir, ancak tabii ki bununla sınırlı değildir). Ayrıca projeler ve kampanyalar da kendi içlerinde ve arkalarında yatan gündemle birlikte değerlendirilmeli. Her çevre kuruluşunun bir gündemi vardır, ki bu da son derece normal. STK’lar seçtikleri konularda seçtikleri yöntemlerle kampanya ya da proje yaparken, tabii ki bu konuları kamuoyunun gündemine sokmaya çalışacaklardır. Ancak, sanki böyle bir durum yokmuş gibi STK’ların sanki hata yapmayan, kendi iç dinamiklari olmayan, herhangi bir gündemleri olmayan kuruluşlarmışçasına, hiç sorgulanmadan kabul görmeleri ciddi hayal kırıklıkları yaratır. Çünkü onlar da politikacılar gibi bir konuyu diğerlerinden daha öncelikli, çözüm alternatiflerinden birini diğerinden daha uygun, vs. bulmakta ve bu karara uygun çalışmalar yapmaktalar.

Arundathi Roy’un dile getirdiği şekliyle, STK’lar devletin sağlamak zorunda olduğu ihtiyaçlarının küçük bir kısmını karşılamayı üstlenerek politik alanı politikasızlaştırıyor, politik bilinci siliyor ve direniş hareketini bölüp dağıtıyorlar. Biraraya gelip çalışmak ve değiştirmek isteyen kişilerin kurduğu, özellikle yerel hareketlerden ortaya çıkan STK’lar için bunu söylemek doğru olmaz. Ancak giderek profesyonelleşen ve bir sektör haline gelen “STK’cılık”, üniversitelerde kimi zaman toplum mühendisliğine soyunan bir edayla eğitimleri alınıp, dayanışmanın yerini uluslararası fonlar için rekabete bıraktığı, kişilerin bir kariyer olarak görüp yatırımlarını ona göre yaptığı bir piyasa şeklini aldığından, “gerçek” sorunlarla ilişkisi olmayan STK’lar, toplumun bütünü için işe yarayan çözümler üretemeyen projeler ve dolayısıyla da bilinçlenmeyen bir toplum, siyasallaş(a)mayan siyasi konular ve varolan kapitalist sistemin içinde kendi yerini bulmuş bir STK anlayışı doğuruyor. İnsanların çevreleriyle, doğayla, diğer canlılarla ve birbirleriyle olan ilişkileri ise, kendilerinin artık üzerine fazla düşünmeleri gerekmeyen, sertifikalı, bilgi sahibi, konulara hakim profesyonellerden oluşan çevre STKlarına bırakılabilir konular haline geliyor.

STK’lar benim ve bu apolitik ülkede yaşayan, apolitik olması öğretilen ve beklenen diğer gençlerin öğrenme, anlamlandırma ve beraber çalışabilme süreçlerinde son derece yardımcı kurumlar. Onların sınırlarını anlamak, gündemlerini fark etmek, savunduklarını düşünsel bir süzgeçten geçirmek ve karşıt-üretkenliklerinin de farkında olmak gerekir. Bütünsel bir yaklaşımla doğayla ve birbirimizle ilişkilerimizi yeniden yapılandırabilmemizin yolu ekolojik düşünce ve politikalara yönelmemizdir. STKların bu noktada dışlanması değil politik kimliklerini açıkça ortaya koymaları ve içinde yaşadığımız sistemin bir parçası olmayı ya da onu değiştirmeyi seçmeleri beklenmelidir. Yeşil politikanın da bu sorunlara özgürleştirici yaklaşımlar geliştirmek ve radikal sorgulamalara girişmek gibi son derece zor ve çetrefilli (ve belki de varoluşunun bağlı olduğu) bir işi var.

Ayşem

http://www.prensesemektuplar.com/2011/03/sivil-toplum-kuruluslari-ve-karsit-uretkenlik.html#comments

March 29, 2011 Posted by | anti-endustriyalizm, anti-kapitalizm, sistem karsitligi | 1 Comment

TAHAKKÜMÜN TEKNİĞİ – Dilaver Demirağ

 Japonyada meydana gelen deprem aslında teknolojinin ve bilimin bize güvenli, müreffeh bir dünya sunacağı yalanının maskesini sıyırmak bakımından eşsiz bir örnek sundu. Denebilirki Japonya depremi 400 yıllık doğanın insan egemenliğine girmesi gibi safsataları bir kenara sıyırıp atarak modernitenin iflasının ilanı oldu. Modernite temel iddiasını akla dayalı bir dünyanın mümkün olmanın ötesinde gerekli olduğu tespitine dayandırır. İnsanlar akıllarını özgürce kullanarak kendilerine güvenli, özgür ve sefaletin son bulduğu bir dünya inşaa edebilirler. Bunun en önemli ön koşulu ise insanların doğayı bilim ve teknoloji yolu ile denetim altına almasıdır. Yaşanılan büyük çaplı deprem dünyanın en akılcı toplumları arasında sayılan, teknolojik bakımdan bir hayli ileri, deprem güvenliğinin had safhada uygulandığı bir yerde yaşandı. Japonyanın deprem karşısında kurduğu güvenlik şemsiyesi bu kapsamda inşaat teknolojisindeki üstünlüğü dünyaya örnek oluşturuyordu. Ancak görüldüki doğanın o denetlenemez devasa enerjilerine gem vurabilecek hiç bir teknoloji yok ve doğayı zincirleyip de ehlileştirmek nerede ise imkansız. Ancak yaşanan büyük depremler, kasırgalar, tsunamiler, ikim değişimi vb gibi hadiseler bir kez daha ortaya koyduki doğayı boyunduruk altına almak imkansızdır. Bu nedenle aslında gerçek akıllılık doğa ile uyumlu bir hayat yaratmaktır. Bu da adeta babil kulesini andıran binaların olduğu, içinde insani ve doğal herşeyin son bulduğu devasa şehirler inşaa etmemek demektir. Ama bir başka ders daha var, doğadaki nükleer gücü insanın emrine seferber ederek kapitalizmin doymak bilmez üretim ve tüketim açlığına dayanan kalkınma hırsının da olanaksız olduğu ortaya çıktı. Ancak modern medeniyeti benimseyenler doğanın insanlara verdiği mesajı, onun deprem aracılığı ile ilettiği mesajı anlmamakta ısrar edecektir.  
Nükler Enerji; Teşekkürler

Kaç gündür dünyanın yeni bir Çernobilin eşiğine gelmişliğini gözlerimiz açılmış bir halde seyrediyoruz. Japonyadaki Fukişişima nükleer santralında yaşanan reaktör erimesi dünyayı yeni bir nükleer kabusun eşiğine getirdi. Bu süreçle beraber batıdaki sağcı yönetimler eli ile yeniden yükselişe geçen ve başta İran, Libya gibi tiranik ülkelerin de peşinde koştuğu nükleer gücün yeniden yükselen değer haline gelmesi süreci ikinci bir dip yapacağa benziyor.  Nükleer endüstrisinin dev şirketleri Çernobilin yaralarını daha yeni sarmaya başlamışken yaşanan bu ikinci kazanın tekrar dip yapıcı etkisi nedeni ile medya eli ile lobi faaliyetine önem vereceğini, dahası artık şirket lobilerinin elinde oyuncak haline gelen batılı demokrasileri ikna etmek için rüşvet de dahil her olanağı kullanacağı açık. Ama bu durum nükleer lobi için bir kurtuluş sağlar mı bugünden yarına cevap üretmek zor ama üzerinde çalışılan dördüncü nesil rekatörler ile güvenlik düzeyini maksimuma çeviren yeni bir teknik yenilenme ile küllerinden doğamyı umduğu da açık. Zaten bilim denen modern fetişin yeni rahipleri olan uzmanlar sürekli Japonyadaki nükleer felaketin nedeninin 1’inci nesil rekatörler olduğunu belirtiyorlar. Dahası risk karşısında kiltlenen yaşamperver modernlerin aklına girmeye çalışarak “canım uçağa binmek de riskli değil mi, evinizdeki Likit Gaz Tüpünün de patlama riski yok mu gibi sözlerle” riskle yüzleşmeyi hatta riski göğüslemeyi öneriyor.  

Her ne kadar nükleer endüstri üzerinden sıkı bir modern toplum çözümlemesi yapmak olanaklıysa da dahası nükleer endüstri ile tüketim kapitalizmi arasındaki bağlantıları sıkı bir biçimde örmek de iyi olurdu ama bu yazıyı uzatmamak için bunlara değinip geçmeyi bu söylediğim bağlantıları başka bir yazıda ele almayı planlıyorum.

Enerji oburu bir uygarlık olduğumuz açık, bunun nedeni modernleşmenin üretimde patlama denecek kadar eşi görülmemiş bir üretkenlik yaratması. Enerji oburu olununca enerjinizi tek bir kaynağa bağlamanız da zordur, hele ki rekabeti merkeze alan bir sistemde bunu yapmanız ekonomik akılcılık açısından akla ziyandır.  Nitekim şu anda ne denli büyük bir falaket kaynağı olduğunu farkettiğimiz nükleer enerji de, 1970’leri sarsan ve neo-liberal küreselleşme olarak adlandırılacak sürecin önünü açan petrol krizinin bir sonucudur. Kömürle başlayan büyük çaplı endüstriyel üretimin enerji talebini karşılamak bakımından büyük bir kaynak olan petrol, ekonominin başat aktörü haline gelince petrole dayalı ekonomi 1970’lerde petrol arzının ekonomiyi tehdit edebileceği riskini görünce, dışa bağımlılığı azaltmak ve enerji teminini güvenilir kaynaklara dayandırmak adına nükleer enerjiye başvurdu. Ancak daha ilk kazadan, yani Three Mile Island nükleer reaktöründe meydana gelen sızıntıdan itibaren nükleer enerji de sorgulanmaya başlandı, Çernobilde yaşanan patlama ise nükleer enerji için adeta bir nükleer kış etkisi yarattı. Son yıllarda zararlarını yavaş da olsa kapatmaya başlayan nükleer lobi, demokratik olmayan ülkelere yönelmişti. Kaza sonrası bu ülkelerin nükleer kararlığının süreceğini varsaymak zor olmasa gerek. Zaten nükleer enerji de ancak özgürlükle pek barışık olmayan ülkelerle arası iyi olan bir enerji biçimi

Son yıllarda enerji tekelleri enerjinin yetersizliğini gündeme getirerek ölümcül bir teknoloji olduğu çok iyi bilinen Nükleer enerjiyi önümüze tekrar koydu . AKP hükümeti de bu fırsattan istifade ile nükleer dayatmayı hızlandırdı. Türkiye bu belaya bulaşırsa iklim değişimi le parelel gündeme sokulan kuraklık ve çölleşme, nükleerin yanında daha az acı veren bir ölüm olur. Ama belliki hükümet bu sevdaya vurulmuş, nükleer lobinin rantı hükümet başta bir takım çevrelere cazip gelmiş olacak ki bu teknolojinin zararları iyi bilindiği halde bu enerejide israr ediliyor.. Üstelik de fay yakının da santral inşaa edecek denli gözü dönmüşçe bir tutkuyla

Türkiye yaklaşık 10 yıl  önce ciddi bir nükleer dayatmayı turnikeden dönerek atlattı. Ama her bakımdan Özal’ı taklit eden ve iktidarını küresel güçlere dayanarak sürdüren AKP hükümeti, bu kirli mirası sahiplenmede bir beis görmeyerek, nükleer pazarlıkta Türkiye’nin Hayatını iştahı kabarık nükleer şirketlerin önüne pey akçesi olarak sürdü. Oysa Çernobil’in kanseri daha kurumamıştı, hatta bulutlar adam öldürürken ve Karadeniz halkı ölümcül miras altında damgalanmışken Nükleer Ölüm için tekrar davetiye çıkarıldı.

Tabi Tavuk Kümesindeki tilki misali kimi işadamı örgütleri ile kendi nükleer zevkleri uğruna bilimsel erdemi hiçe sayan bilim adamları ve ana akım medyanın bir bölümü , nükleer İktidarın önünde susta durmayı içlerine pek bir güzel sindirdiler. Eh ne de olsa sermaye denen gönül ferman dinlemiyordu.

Ancak bir nükleer karşıtı  olarak en çok komiğime giden de nükleer ölüme, kanser bulutlarına ilişkin her karşı çıkışın ardında petrol lobilerinin olduğunu iddia edecek denli müfteri olan bir takım bilimci kara perensler. Normaldir, bilimsel onurlarını ikbale değişenler her vicdanı satılık sanır, ama bilmelidirler ki kimi vicdanlar asla satın alınamaz.

Neyse değerli satırlarımı  bu bilim ve vicdan karikatürleri ile daha fazla işgale açık kılmak niyetinde değilim.Benim asıl değinmek istediğim Nükleer enerji ile ilgili olarak ülkemizde yapılan tüm tartışmalar da hemen hiç  kimsenin nedense pek değinmediği enerji ve teknoloji ilişkisine ve bu ikiliden yola çıkarak sanayi uygarlığı denen olguya dikkat çekmek..Çünkü Nükleer tahakküm ile modern sanayi uygarlığı arasında kopmaz bir bağ var.

Savaşan Teknoloji: Biri Sivil mi Dedi

Teknoloji konusundaki kuşkucu ve hatta eleştirel yaklaşımıyla tanıdığımız Lewis Mumford, ilk pramidler gibi modern teknolojinin de savaşın rahminde büyüdüğünü ve ondan doğduğunu belirtir. Teknoloji bir Megamakine’dir bu kavramla Mumford gücün seferber edilmesini, tek bir elde toplanarak yoğunlaştırılmasını ve merkezileştirilmesini kasteder ki, nükleer santraller tam da böyle bir yapılanma taşırlar. Teknik olgular bilimin hükümranlığına dayandıklarından, neden ve ne için gibi etik sorular ıskalanarak, nasıl sorusuna yani yapılabilirlik olgusuna yoğunlaşılır. Böylece daha baştan aslında istenilen şeyin toplumsal fayda değil, güç elde etmek, gücü temerküz etmek olduğu ortaya çıkar. Nitekim Mumford Dev Makine kavramını izah ettiği Teknik ve Uygarlık kitabında, Dev Makine’nin (yani Teknik seferberliğin) bir güç temerküzü yani yoğunlaşma olduğuna dikkat çekerek, dev makinenin bir güç kombinasyonu olarak tüm kaynakları bir araya getirdiğini, dil, din, bürokrasi ve kapitalizmi, askeri güç kaynaklarını devasa bir egemenlik için yoğunlaştırdığını belirtir. Nükleer teknoloji de böyledir, nükleer enerjide de askeri güç, sermaye, bilim, devlet iktidarı bir araya toplanır ve böylece insan devre dışı bırakılır. Çünkü teknoloji olarak nükleer güç, militer ve parasal amaçlar için insanın ve doğanın üzerinde olağanüstü bir hakimiyet kurarak geniş anlamda insanın kendi potansiyelini değersizleştirir. Bu nedenle tekniğin gelişimi, insanın gelişimini durdurduğu için özgürlüğün düşmanıdır. Yani nükleer enerji doğası gereği anti-demokratiktir.

Demokrasi temelde müzakere edilebilirlik temelinde oluşmuştur, bu nedenle doğrular ve beceriler üzerinde bir iktidar inşa eden uzmanlaşma ile uyuşmaz. Demokrasi doğası gereği profesyonelliği değil amatörlüğü içerir. Bunun yanı sıra nükleer teknoloji, doğasında savaşçı amaçlar taşıdığı için sivil amaçlar ve demokrasiyle çelişir. Nükleer enerjinin olduğu yerde olağanüstü bir polisiye güvenlik, gizlilik ve denetim dışılık vardır. Bunlar doğası gereği demokrasinin ruhu ile uyuşmaz.

Nitekim Mumford’da “Savaş  Megamakine’nin ruhu ve bedenidir. Dolayısıyla savaş Megamakine’nin kurulumunu ilerletmenin ideal koşuludur Bir Megamakine bir kez vücuda getirildikten sonra, onun programıyla ilgili herhangi bir tenkid, ayrılma onun rutinlerinden herhangi bir kopma, aşağıdan gelen talepler doğrultusunda onun yapısında herhangi bir değişiklik, bütün sistem için bir tehdit teşkil eder” diyerek tekniğin ruhu ile özgürlük olarak demokrasinin ruhunun birbirini dışladığını göstermiş olur. Görüldüğü gibi Nükleer enerji demokratik bir toplumun değil, totaliter bir toplumun tekniğidir.

Ne Kadarı Yeterli?

Andre Gorz kapitalizmle ilgili bir saptama yaparken “Kapitalizm yeterlilik denen şeyi bilmez “der. Marks’da kapitalizmin büyümeye mahkum olduğunu, büyüyemeyen kapitalizmin ölümcül bir hal içinde olacağını söyler. Bu anlamda fazlaya ve biriktirmeye koşullanmış bir düzen olarak kapitalizm de doğası gereği güneş, rüzgar, dalga vb yenilenebilir doğal güçlerden istifade edemez. Çünkü sürekli büyümek durumunda olan kapitalizme bu enerji yetmez. Mevcut enerji talebinin devam etmesi mümkün değildir, çünkü dünya kaynakları bu büyüme temposuna cevap verebilecek halde değildir. Dolayısıyla bu talebe halihazırda dünya elektrik üretiminin yüzde 16’sını karşılayan nükleer santrallerde cevap veremez. Kalkınma ve daha çok üretmek, daha çok tüketmek ve refah gibi değerleri sorgulamadıkça, mevcut tüketim eğilimlerimizi değiştirmedikçe yenilenebilir enerji ile ekolojik bir topluma geçilemez.

Bugün dünyada ki uranyum rezervlerin işletilmesi ve çıkarılması ağırlıklı  olarak üç büyük şirketin elinde yoğunlaşmış durumda. Bu üç şirket mevcut terzervlerin yüzde ellisine yakınını çıkarıyor. Fransız devi AREVA’ya bağlı COGEMA, bu şirket dünya uranyum üretiminin yüzde 20’sini karşılıyor. Onu Kanada kökenli Cameco izliyor bunlarda yüzde 17’lik bir paya sahipler. Onu da yüzde onluk pay ile Energy Resources of Australia izliyor. Yani nükleer enerji bir tekelleşmeyi de beraberinde getirir.

Bu nedenle Amerikalı  Ekolojist Boockhin’nin dediği gibi özgürlükçü bir teknik ancak özgürlükçü bir toplumda varolabilir. Dolayısıyla küresel iktidar odaklarıyla kucak kucağa olmayı seçenlerin ve İktidar Seçkinlerinin nükleeri bu denli sevmeleri son derece anlaşılabilir, çünkü onlar ruhlarını para ve güç şeytanına sattıklarından özgürlük denen şeyden nefret ederler.

Diyeceğim o ki birileri bizleri kanserli bir Güç sevdasının içinde harcamaya niyetlenmiş olabilirler, ama siz siz olun ruhunuzu İktidar ve Sermaye şeytanlarına satmayın. Çünkü bu size kesinlikle kanser olarak geri döner.

March 25, 2011 Posted by | anti-endustriyalizm, anti-kapitalizm, anti-otoriter / anarşizan, antinükleer, sistem karsitligi, somuru / tahakkum | Leave a comment

Küreselleşme Kıskacında Trakya Tarımı – Emet Değirmenci

Emet Degirmenci
Küreselleşme Kıskacında Trakya Tarımı

1980 sonrası dünyada esen neo-liberalizm rüzgârı Turgut Özal’ın özelleştirme politikalarıyla Türkiye’nin tarımının da canına okumaya başladı. O tarihe kadar özellikle hububat üretiminde Türkiye dünyada kendine yeten birkaç ülkeden biriydi. Askeri rejimle demokratik hakların da ortadan kalktığı sonraki yıllarda ülkenin içine düştüğü ekonomik çıkmazlarla IMF uyum paketleri Trakya dahil ülke tarımını hızla (bilinçli olarak) küresel sermayenin çıkarları doğrultusunda şekillendirmeye başladı. Bu da kendine özgü yeterliliği olan geleneksel aile tarımını yok etmekti.

Bir tarım uzmanı değilim. Uzun yıllardır ekoloji hareketine yalnızca Türkiye değil (son 13 yıldır yaşadığım değişik ülkelerde de katkı vererek) olup bitenler hakkında küresel bir profil görmeye çalışıyorum. Mühendis altyapısina sahip olmama yanı sıra son yıllarda (uzun süredir toplumsal projelerde kazandığım deneyimlere dayanarak) ekolojik restorasyon ve permakültürü (sürdürülebilir yaşam tasarımı) meslek edindim. Bu yazıda Trakya’nın tarımını küresel sermayenin etkisinde nereye gidebileceğini tartışacağım.

Avrupa Birliği’ne Uyum ve Küresel Sermaye:

Kapitalizmin ‘büyü ya da öl’ işleyişi 20. yüzyılda daha da içselleşti ve derinleşti. Daha önce geleneksel aile tarımıyla kendine yeten çiftçiler artık İngilizce’de adı ‘agribusiness’ olarak bilinen tarım işletmeleri haline gelmek ya da ortadan kalkmak durumundadır. Bir başka deyişle; artık çiftçi büyük alanlarda yığınsal ürün üretmelidir. Böylece büyük alanlarda aynı türden plantasyon yapılacak monokültürel tarım dayatılacaktı. Bu tür bir aktivite için de devasa çiftliklere gerek duyulacaktır. Buğünden belirtileri göründüğü gibi artık çiftçiler bir işletmeci olarak yanlarında ücretli elemanlar çalıştıracak, paketlemeyi ve ürün standardını (organik dahi olsa) endüstriyel pazarın belirlediği şekilde yapmak zorundadır. Ancak bu tür bir işletmecilik küçük parçalı topraklarda olmayacağından ve de tarım kredilerinin faizleriyle küçük çiftçinin yaşaması mümkün olamadığından bir dizi geleneksel aile tarımcılığı zaman içinde hızla yok olmaktadır. Çiftçi Sendikaları Başkanı Abdullah Aysu 2009 yılı itibariyle bu sayıyı ‘her 50 saniyede bir çiftçi iflas ediyor’ şeklinde dile getiriyor. (1) 2010 yılında Trakya ya yaptığım ziyaret sırasında duyduğum gibi topraklarını büyümekte olan (Avrupalı ya da yerli)büyüklere’ satmak zorunda bırakılan çiftçiler ise büyük kentlerde iş ve aş arama peşine düşüyorlar. Bazıları turistik yerlerde garson, şoför ya da temizlikçi gibi düşük nitelikli sayılan mevsimlik işlerde çalışırken bazıları da sattıkları tarlanın parasıyla köşe başı bakkalı açıp modern kent yaşamına ayak uydurmaya çalışıyor. Hatta elindeki sıırlı sermayesiyle köyün zorlularından kurtulup pembe hayaller kurabiliyor. Öyle ya… hatta çocuklarını da okutur kendi çektiği zorluklardan onları sakınmış olabilirdi. Bu yarı umutvar kent yaşamının cazibesiyle çiftçiliği sonlandırma süreci Trakya’da hala devam ediyor ki; burada gençleri tarlada çalıştırmak zordur deyimini sıkça duymaktayız.

Bunun yanında TEKEL, Et-Balık, SEK’e kadar bütün kuruluşların ortadan kaldırıldığını da eklemek gerekir. Küçük çiftçinin ürününü alan bir zamanların Trakya Birlik’i artık ayçiçeği yerine kanola bitkisi üretmeyi teşvik etmektedir. Oysa kanola yağı besin değeri olarak Batı ülkelerinde yüzüne en son bakılan yağdır.

Bir de yıllardır giremediğimiz şu Avrupa Birliği var…ve daha on yıldan önce girebileceğimizi sanmadığım Avrupa sevdası kendine yeterliliğimizi silip süpürme yolunda iken… Oysa Yunan ekolojistleriyle yaptığımız bir diiz çalışmada kendileri girdiklerine bin pişman olduğunu belirtir hep. Çünkü Avrupa Birliğinin istediği yönde üretim yapmak zorunda bırakılmaktan ve bu nedenle biyolojik çeşitliliğin azaldığından yakınılıyor. Hatta bazen eğer Avrupa’ya fazlaysa tonlarca ürünün tarlada bırakılmak zorunda olduğundan dem vuruyorlar. Bunun yanında yerel halkın gereksinim duyduğu o topraklarda yetişebilen gıdalar ise dışardan alınmak zorundadır. Bu durum şu anki Türkiye ye de yabancı değil diyebilirsiniz. Ama Avrupa Birliği parçası olunca da durum daha da vahim olabilir.

Monokültüre dayalı üretim Genetiği Oeğiştirilmiş Organizmaları (GDO) da beraberinde getiriyor. Örneğin Trakya’da üretilen kanola bitkisi bugün değilse bile yarın GDO’lu olabilir. Çünkü Türkiye’de de GDO’lar 2010 yılı itibariyle resmen serbest bırakıldı. Böylece komşu tarlada hala sağlıklı yiyecek yetiştirme şansı dahi tanımıyor. Çünkü araştırmacılar tarafından genetiği değiştirilmiş organizmaların polenleri 15 km kadar geniş bir alanı rüzgârla etkileyebilir deniliyor. Bunun yanı sıra GDO’lu tohum firmaları pazara yayılmak için cazip olanaklar yaratıyor. Örneğin zaten tohum alma zorluğu içinde olan çiftçi için haşere ve yabani ot öldürücülerle birlikte paket halinde tohum almak daha ekonomik görünüyor. Üstelik çıkacak tohumun terminatör tohum dediğimiz kısırlaştırılmış tohum olduğunu bilmeden. Böylece çiftçinin en doğal hakkı olan gelecek yılın tohumunu dahi kendi tarlasından alması önleniyor. Kısacası kendisine % 100 bağımlı çiftçiler oluşturuyor.

Trakya’da olup bitenler elbette dünyadan bağımsız değildir. Tarımın şirketleşmesi bizim gibi ülkeleri daha kısa sürede ve daha derinden sarsarken örneğin, Avrupa’da birazdaha entervali geniş 2 dakikada bir çiftçinin iflas ettiği Aysu’nun yukarıda belirttiğimiz yazısında açıklanıyor. Monsanto ve Cargil gibi dünya tohum tekelleri ise Türkiyede de görüldüğü üzre küresel ölçekte yayılmaya devam ediyor.

Küresel sermaye tarım işletmeciliğini elbette yalnız toprak birleşimiyle yapmıyor. Aynı zamanda Türkiye tarımını da havzalara ayırmaktadır. Bunu yaparken yörenin ekolojik bütünlüğüne ve yerel gereksinimlere bakmaksızın… Oysa Hintli bilim kadını, yazar ve aktivist Vandan Shiva önce ailenizin, sonra oturduğunuz yerdeki pazarın, eğer hala fazlanız kaldıysa bölge pazarının gereksinimini doyurun der. Uluslararası pazara gelince tüm bunlardan arta kalan gitmelidir diye de ekler. Shiva yazılarında ve konuşmalarında küresel kapitalizmin ‘Büyü ya da Öl’ politikasının Hindistan’da çok açık bir şekilde görüldüğünü sıkça dile getirir. Bu politikadan ötürü kredi borcunu ödeyemeyen ve kendine bir gelecek göremeyen çiftçilerin doksanlı yıllarda kitlesel halde intihar etmelerine tanık olan Shiva, bunun sonucu olarak NAVDANYA diye adlandırdıkları tohum koruma kuruluşunu halka dayanarak kurar. Böylece 200’den 20’ye düşmüş olan pirinç vb. bitki tohumunu koruyarak geleceği kendi ellerine almaya çalışmanın gğcğ ve onuru paylaşılır.

Bir de Trakya’daki Ergene Havzası‘na değinecek olursak yatırım ve diğer endüstride kullanılan kimyasallar sonucu Ergene Nehri’nin siyah ve köpüklü akmasının yanında Ergene havzasında oranın ekolojisine ve yerel halkın gereksinimlerine yönelik bir tarımın beli kırılmıştır. Çünkü sürekli revizyondan geçirilen havza modeli 2004 yılında yürürlüğe giren 1/100.000 ölçekli “Ergene Havzası Çevre Düzeni Planı”nı da 2020 yılına yönelik TAB (Tarımsal Alt Bölge) ve TOB (Tarımsal Organize Bölge)larla “geleceğin tarımını şekillendiriyoruz” adı altında sürdürülebilir havza yönetiminden uzaklaştırılmak istenmektedir. Böylece küresel sermayenin güdümüne daha kolay sokulabilecektir.

TAB ve TOB’ lara karşı mücadele:

2009 yılında öne sürülen Trakya’nın toprak yapısına bağlı olarak 19 adet TAB, 12 adet de TOB kurulması hedeflenmektedir. Alt bölge planlaması olarak konu edilen TAB ve TOB projelerinin ne olduğu ve hangi amaca hizmet edeceği ise açık değildir. Trakyalı avukat Bülent Kaçar kaygılarını şöyle dile getiriyor:
Ergene nehrinde ve havzasında davalı idarece etkin idari tedbirlerle önlenmeyen kirliliğin, yeraltı ve yerüstü sularını da kirlettiği gerçeğini dikkate aldığımızda, revizyon plan olduğunu iddia eden “YENİ PLAN”ın kirliliğin önlenmesini hedeflemediği, aksine havzayı ve sularımızı kirletici yeni yüklerin bölgeye taşınmasına, yerleşmesine olanaklar sağladığı görülmektedir… Çünkü revizyon planında, sürdürülebilir yaşam ve bilimsellik esas alınmamıştır (2).

Kaçak sanayi yapılarına af getirerek meraların dahi zamanla kamusal alan statüsünden çıkarılıp özelleştirmeye açabilecek bu gidişata dur demek gerekir. Kaçar aynı yazısında 2004 Bütünleşik Sürdürülebilir Havza Yönetimi Statik değil dinamiktir diyor.

2009 da ABD’nin Washington eyaletinde küreselleşmeye karşı tarım içerikli katıldığım çalıştayda geleceğin sağlıklı tarım modeline ilişkin geçmişten bir dizi ders çıkarılıyor. Geleneksel aile tarımının geçmişte Amerikan nüfusunun %70 ini beslediği anımsatılıyor. Sağlıklı bir gelecek açısından tekrar o yöne doğru bir dönüş olması gerektiği üzerinde duruluyor ve halkın hükümete bu konuda büyük bir baskısı var. Bunu da 1970’ lerde başlattıkları Topluma Dayalı Tarım (Community Supported Agricultrure) yoluyla daha geniş ölçekte uygulamak istiyorlar. 20 yılı aşkın bir çabanın ürünü olan Toplum Destekli Tarım (TDT)’da bugün ülke genelinde yaklaşık 600 ekolojik aile tarımını koruyor. Böylece kentte yaşayan ve yiyecek yetiştirecek zamanı olmayan kişiler kırsal kesimdeki geleneksel tarım emekçisinin ürününü (üyelik sistemiyle) sürekli alacağını taahhüt etmiş oluyor. Bu şekilde kentli hem sağlıklı ürün tüketmiş oluyor, hem de yediği ürünün nereden geldiğini ve hangi koşullarda yetiştirildiğini biliyor. Hatta karşılıklı birbirini destekleyen bu bağ vasıtasıyla ekim ve hasat zamanlarında çiftçisinin düzenlediği festivallere katılarak konserve yapmaktan tohum korumaya kadar yeni beceriler kazanma olanağına sahip olup üreticisiyle yüzyüze bağlantı kurmuş oluyor. Buna benzer yerel üretim ve tüketim zinciri oluşturan sistem Avrupa’da ve Asya Pasifiğin birçok ülkesinde de yaygınlaşarak uygulanmaktadır. Örneğin Yeni Zelanda’daki TDT zincirine Wellington bölgesi odaklı iki yıl destek verdim ve sonuçta yeni bir diriliş yaşandığını görmek beni mutlu etti. Böylesi bir yapının insanlara ve doğal çeşitliliğe neler kattığını sonsuz. Aslında bize köy enstitülerini anımsatan kentle köyün bağlantısını sağlayacak biylesi bir modelin Türkiye de çok yakışacağını düşünüyorum. Trakya’da ve Türkiye’nin diğer bölgelerinde de buna benzer ekolojik üretici – tüketici zinciri kurulabilir. Yoksa ne AB’ye girmek ne de dünya pazarına açılmak için tarım işletmeleri kurup tarımı modernleştirmek biiz kurtarmıyacağı gibi daha da kütüye sirikleyecektir.

Neler Yapılabilir?

Çok geçmeden elimizde kalanları tutmak ve geliştirmek açısından diğer bir örnek de Latin Amerika’dan vereyim. Yukarda belirttiüim Washinton çalısmamızda 500 yıllık tarım örgütü La Via Campesina dan da çiftçi liderleri vardı. Via Campesinalı çiftçileri yüzyüze tanıdıktan Yiyecek Özgürlüğü Hareketine daha fazla zaman ayırmaya başladım. 2004 yılında İtalya’nın Roma kentinde yapılan Birleşmiş Milletler Yiyecek Güvenliği Zirvesi’ nde umutvar bir çıkış göremeyen Vıa Campesina çiftçileri yerel ölçekte ve ülke bazında örgütlenme modeli önerdi. O günden bu yana dünyanın 160’dan fazla ülkesde örgütlenerek yiyecek üretiminde kadın-erkek eşitliğinden tarım işçilerinin etik ve insani koşullarda çalışmasına ve her ülkenin yiyeceği hakkında kendi politikasını oluşturması yolunda önemli adımlar atıyor. Kısacası Via Campesina tüm yiyecek üretiminin bir sistem olarak tümden demokratikleştirilmesi üzerinde duruyor. Trakyalı çiftçi bugün ürün bazında yapılanmakta olan tarım sendikaları ve genel olarak Türkiye Çiftçi Sendikaları şemsiyesi altında güç birliği yapabilir. Yoksa kente göç eden Trakyalı çiftçiye çok geçmeden kent yaşamı dar gelecektir. Çünkü yazın gidip kuru bakliyatını getireceği köy arazisi de zamanla ortadan kalkacaktır. Hatta ilerde köyüne dönüp sattığı tarlanın patronunun tarım işletmesinde asgari ücretle çalışmak zorunda kalabileecektir.

Gelişmiş ülkelerde tarım üzerine yapılan konferanslarda geleceğin en önemli mesleği sağlıklı yiyeceğin nasıl yetiştirildiğini bilen insan olaak tanımlanıyor. O halde bugün olup bitene karşı uyanık olmak ve TAB ve TOB’ lara karşı durmak gerekir. Türkiye’nin hala ağır metallerle kirlenmemiş topraklarında Avrupa ülkeleri binlerce dönüm arazi alarak organik tarım işletmeleri kurma yolunda ilerliyor. Biz gelecekte niye onların mevsimlik işçisi olalım? Anadolu’da hala kolektif ruh kaybolmadığına göre kendi aramızda kuracağımız kooperatifler yoluyla geleceğimizi planlayabiliriz. Üstelik yapılacak (yalnızca asık yüzlü kamu görevlilerinden oluşan değil halkın coşkusuyla yapılacak) yerel tarım festivalleri ve tohum değiş tokuşuyla şenlikli toplumu yeniden yaratabiliriz.

Permakültürle bugün dünyanın birçok ülkesinde bolluk yaratan yaşamlar kurulmaya çalışılıyor. Bir başka deyişle bunun adına bizim yabancısı olmadığımız bilge köylü tarımı ve de yaşam biçimi demek daha doğru belki de…. Aslında permakültürün kökleri Anadolu’da olduğu kadar diğer yerli halkların da yaşam biçimini yansıtıyor. Öyleyse birbirimizden öğrenerek tarıma ve yaşamımıza çeşitlilik katabiliriz. Örneğin Azteklerin teras tarımından Babil’in asma bahçelerine kadar öğreneceğimiz zevkli şeyler var. Üstelik permakültür yaşamı, tarımın ötesinde enerjiden su korunumuna ve toplumu yeniden tasarlamaya kadar uzanan bütünlükçü bir yaşam için beceri seti öneriyor. Bugün Afrika bile Plan Afrika programı kapsamında hükümet politikalarına böylesi bir yaşam tasarımını almış durumdadır.

Öteki önemli bir nokta da evladiyelik tohumun korunmasıdır. Hindistandaki gibi köy ve mahalle bazında tohum bankaları kurup tohum değiş-tokuşuyla geleceğimize sahip çıkmalıyız. Amerika devlet başkanlarından biri eğer silaha sahip olursan bir ülkenin toprağına ama yiyeceğini kontrol altında tutabilirsen yurttaşlarına da sahip olabilirsin demiş. Ben bunu günümüze uyarlayarak tohuma sahip olmanın geleceğe sahip çıkmak olacağını düşünüyorum. Çünkü tohumu olmayan nüfus aç kalır!

Dipnotlar:
1. Abdullak Aysu http://www.karasaban.net/her-50-saniyede-bir-ciftci-iflas-ediyor-2/
2.Trakya Planlanıyor (!) – Bülent Kaçar 12 Temmuz 2010 – http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=31548
*. Emet Değirmenci ekoloji aktivisti ve permakültür uzmanıdır. Amerika ve Türkiye’de ekoljik restorasyon/permakültür danışmanlığı, tasarımı ve eğitmenlik yapmaktadır: http://www.koruora.com

http://www.kuyerel.com/modules/AMS/article.php?storyid=5232

March 9, 2011 Posted by | anti-endustriyalizm, anti-kapitalizm, kir yasami, somuru / tahakkum, tarim gida GDO | Leave a comment

Stop Consuming! Boycott Everything! Renewable Energy: Alternative Consumption and the consumption of alternatives

Here’s a question for all those genetic engineers out there: What do you get if you cross new-age greenie hippies with corporate greed?… 
Biodiesel of course! 
Apparently loads of plants produce oils that the lazy have discovered can be used to save them having to walk or cycle anywhere. Renewable energy is the term used to describe energy sources that haven’t been conclusively shown not to be renewable.

Dr. T. N. B. Kaimal of IICT, Hyderabad, has said that many plants will provide oil, listing a variety of plants that produce it. As many 25 families of plants have been catalogued for their oil richness. As Dr. Kaimal says with respect to castor seed oil: “if 100 million hectares is brought under cultivation we can get castor seeds of 150 million tonnes out of which we can get 50 million tonnes of oil”.

A hundred million hectares is a very large size. Indeed, it is four times the size of the entire United Kingdom. Thus in order to get 50 million tonnes of fuel oil we need to plant the whole of the UK, France, Belgium, Holland and Luxembourg, with no room for anything else! If it was possible to get two crops per year out of this, we would have 100 million tonnes of oil per year. This would provide one third of the USA’s annual imports, ignoring the amount they consume of their own production. This kind of calculation really brings home the scale of our profligate use of earth’s energy.

This level of production, inadequate though it is, would neccessitate a monoculture with an incredibly high input of bioicides and fertilisers. All in all not very green. The proponents of this `solution’ fall into two groups: desperate business leaders and stupid professional environmentalists. It seems very few people are willing to actually change their lazy habits in order to allow life to continue. If you suggest that a small amount of self-discipline is an essential part of any viable solution, you will come up against the full indignant wrath of the human rights lobby.

According to Stanford University’s Paul Ehrlich, humankind has co-opted for its use about 40 per cent of the net primary productivity on the planet — that is, of the energy fixed by photosynthesis each year. The earth is straining to it’s photosynthetic limits just to provide the rich “First World” with all the wasteful packaged crap that the food adulteration industry has foisted upon us, and now the ravaged fields must provide fuel for a billion lazy entities who will do anything rather than use their own energy to get around. (That’s five billion if we are aiming for social justice, but it seems the new age will be just as bad as the old on that score.)

This is by no means a new phenomenon; the idle races have been insinuating themselves into the human genome since before history began. This is just the latest advancement in the process that probably started with the enslavment of the dog and the horse. Paul Shepherd described this latter unfortunate soul as “that domestic animal which, more than any other symbolised and energised the worldwide pastoral débacle of the skinning of the earth… No wonder the horse is the end-of-the-world mount of Vishnu and Christ. As famine, death and pestilence, it was the apocalyptic beast who carried Middle East sky-worship and the sword to thousands of hapless tribal peoples and farmers from India to Mexico.” [1]

Along with hydro-electricty, wind power and tidal energy, plant fuels are the latest attempt by technocracy to stay in business. On the bright side, this does at least show that the corporations are slowly becoming aware that even they will have big problems very soon. All these so-called `solutions’ overlook the fact that energy sources are not the problem. The people who live in the third world — and that is most people — do not have anything like the amount of energy consumption that we do. Their low life expectancy and ill health is due to the fact that all the good land is taken up by western corporations to overfeed us, not because of a lack of televisions or electric toothbrushes. These people are living proof that the power consumption of the rich world is totally unnecessary. All these `renewable’ energy sources are not solutions at all, they are irrelevant to the problem.

The major problem that this planet has today is the incredible capacity a minority of humans has to consume ever increasing quantities of everything. This is the problem, yet it is never addressed; never even recognised. Instead the problem is seen as one of continuing to consume as much as possible; of finding alternative things to consume when the current consumables run out. The green gurus keep parroting out the same old crap about treading lightly on the earth, and their followers keep lapping it all up, sending in their subscriptions, buying the videos, going to the meetings, writing their letters, recycling their ideologies and reciting their platitudes — anything rather than face up to the fact that the party is over and hard times are on the way.

We are running out of slaves. There is a world shortage of slave material and the rich idle West is too deeply habituated to the `good’ life to see that it is time to face up to that reality. Never mind all the other species, we don’t even provide the whole human population with this level of consumption, most of the rest of humanity are slaves of the west too! The clever slave driver will not drive the slaves too hard; they are no use to him dead. We have not even been clever. Now we are scraping the bottom of the barrel. We have used up most of the earth’s available stored energy, and are laying into the latest deliveries. The soon-to-come shift into large scale plundering of this energy will further accellerate the already alarming rate of devastation. That these `solutions’ are being touted as `green’ is the ultimate example of Orwellian doublespeak. These people claim to be looking towards a new future — as indeed they are, with the same rapacious eye that the first colonialists viewed the `new’ world of 500 years ago.

So what is the solution then? All we need to do is to look at the problem: Consumption. It is very, very simple. We must reduce consumption. Now. Not in 2002 when the UN sets some kind of target. Not next year when the government raises some kind of tax a bit. What kind of lifeforms are we who need some kind of financial incentive to save ourselves from oblivion? Are we really so powerless that we can’t stop buying things until the government tells us we have to? Is it really the government’s fault that millions of supposedly free-thinking individuals go shopping in vast depersonalised hypermarkets miles from their homes on new bypasses built specially for that purpose? (an average of 75% of traffic on UK bypasses is local.)

I hear people whinge about how they just don’t have the time, or the local shops are too expensive… or some other feeble excuse. The worst excuse, and the most difficult one to overcome is the one about freedom of choice: “but people have the right to choose…” they whine, “you can’t tell people what to do.” Well, leaving aside their total blindness to the existence of all other life forms, what about the people in other parts of the world, who, to provide land for food to fill these supermarkets and tins to put it in, are forcibly removed from their homes to live in filthy shanty towns watching their children starve or go into prostitution? What about all the families devastated by war fought on their land over resources they will never see or even benefit from; wars to ensure the free flow of oil so that these pathetic mollycoddled perversions of humanity can excersize their `right’ to shop where they choose? Do these people really give a shit about anybody’s rights other than their own?

They claim not to know about all this, they say that they don’t boycott (old example this, sorry!) South African goods because (wait for it, mindless zombie statement no.1) “You can’t boycott everything, can you?”

So they don’t boycott anything!

Brilliant!

Blank smile, blank eyes, blank brain.

And then there are those who do their bit… “I do my bit for the environment.” they say. God, yes, perhaps I should do my bit for my dog, I won’t kick him on Thursday afternoons! They are just a load of pathetic sheep (sheep have been bred to be pathetic over thousands of years… just like a lot of humans) who can’t even be bothered to take responsibility for their own actions. If I buy a tin of food, who is responsible for the open cast mine where the tin was extracted from? Who is responsible for the pesticides used in producing the contents, or the transport infrastructre involved in getting it through the convoluted route from field to me? The government? Bill Gates?

Of course not. I must stop buying these things. I can’t extricate myself from the sick parasitic system overnight — the grip is too tight, real alternatives either don’t exist or are on the way out and very fragile. So this must be my priority. I may seek out those places, co-ops, small grocers etc and support them, find other people and work with them in the hope that we will enhance each other’s efforts. The alternatives may be difficult to get but this is of no relevance, if an alternative exists it is the thing to do, regardless of inconvenience. If no alternative exists this is usually a non-essential item.

(It is said that the main reason that community supported agriculture has not taken off is because the corporations are opposed to it. Could it perhaps be because the vast majority of the population are too apathetic to get up and find out about these things?)

I must stop working for the system, regardless of the personal hardship this may seem to entail. This is a personal thing. There is no set course, we must all find our own and help each other. No leader will be needed, we must take back our self-respect and stop relying on cult figures and green gurus, who are obviously not up to the task. We don’t need any experts to tell us what to do, we pretend that we need them because we don’t really want to do it. 
Stop consuming.

It seems bad, but if we do it, maybe we will start living again.

Footnotes

[1]^ Shepherd, Paul; “A Post-Historic Primitivism” from the collection “The Wilderness Condition” ed. Max Oelschlaeger. Island Press, 1992

February 25, 2011 Posted by | anti-endustriyalizm, anti-kapitalizm, anti-otoriter / anarşizan, tuketim karsitligi | Leave a comment

Solun Antroposentrik Türcü Söylemleri ve Rantçı Yaklaşımları Üzerine: HES Mücadelesi Doğa Koruma Mücadelesidir

HES Mücadelesi Doğa Koruma Mücadelesidir…

Merhaba dostlar ve yoldaşlar, 

Son birkaç aydır HES karşıtı mücadelelerin içine düştüğü durumu endişe ile takip etmekteyiz.Özellikle yıllardır eleştirmiş olduğumuz çevre STK’larının durumu, bu mücadele içerisindeki iki yüzlü tutumlarıyla daha da net ortaya çıkmıştır. Ancak HES karşıtı mücadele içerisindeki STK’lar dışında kalan grupların da geldiği nokta; bizim artık konuya müdahil olmamızı gerektirmiştir.

Daha önce yerelden gelen güçleri ile mücadele grupları kuran bu sivil oluşumlar, son dönemde ne yazık ki sol propagandanın güdümüne girmeye başlamıştır. Bizler yıllardır doğa savunma mücadelesi konusunda bu tehlikeye dikkat çekmeye çalışmış ve elimizden geldiğince buna karşı söylem ve eylem geliştirmiştik. Ancak foncu-küçük burjuva çevre STK’larına karşı alternatif olarak kurulan platformların da hantal bir solcu yapılanma haline geldiği; sol söylemlerin, dolayısıyla da türcülüğün ayyuka çıktığı yerler olmaya başladığı birçoğumuzun dikkatini çekmektedir. Ayrıca bu paltformlara destek veren meslek odalarının da birçok ulusal ve uluslararası kapitalist şirketten fon aldığını da buradan belirtmemiz gerekmektedir.Özellikle mimar ve mühendis odalarının aldıkları fonlarla binalarını yeniledikleri, bu fonları veren şirketlerin birçoğunun inşaat firması olduğu, bu firmalardan bazılarının HES inşaatlarıyla doğrudan veya dolaylı olarak ilişki içerisinde bulunduğu da göz önünde bulunan bir gerçektir.

Bizim için mücadeleyi solcunun-sağcının yapması asla sorun teşkil etmemektedir. Ancak mücadelenin doğa koruma mücadelesi değil de insanın mücadelesi şeklinde lanse edilmesine karşı bizim de susmamız mümkün değildir. HES’ler ve diğer santraller uygarlığın ve tüketim toplumunun gerekliliğinden dolayı yapılmaktadır.Yapılan her santral çevresindeki yaban hayatı alanlarını katlettiği gibi, hizmet verdiği fabrikalar ve üretim araçları ile doğanın yok edilmesine ayrıca ortam hazırlamaktadır.Alternatif ve yenilenebilir enerji kaynaklarının bile kirli olduğunun ayyuka çıktığı bir dönemde, mücadelenin insan temelli bir mücadele olduğunu savunmak abesle iştigalden öteye gitmemektedir.Sorunun temel kaynağı insanın ta kendisidir, bu santraller insanların kullanımı için yapılmakta, hizmet verdiği fabrikalar insanların ruhsal ve maddi açlıklarını doyurmak amacıyla üretim yapmaktadırlar.Ancak tüketime mahkum olmuş, doğayla uyumlu yaşamdan tamamen kopmuş şehirli bireylerin bunu anlamasının zor olduğunu da çok iyi biliyoruz.

Ancak burada atlanan bir gerçek var ve bunun bizim açımızdan önemi büyük. Solcu grupların insan merkezli türcü söylemleri, yarın öbürgün bir sosyalist devrim olduğunda bizi nasıl bir doğal yıkımla karşı karşıya bırakacak bunu endişeyle takip ediyoruz.Bugün HES yapılacak bir köydeki 50 hanede yaşayan insanların, orada evini kaybedecek yaşam ortamından sürgün olacak onbinlerce vahşi canlıdan üstün olduğunu, mücadelenin bu insanların kültür ve yaşam mücadelesi olduğunu iddia eden zihniyet; yarın öbürgün iktidarı eline aldığında “Her şey insan için” zihniyetiyle doğayı tamamen yok edecek işler yapacaktır diye bir çekincemiz var.

Bu zihniyetin sonuçlarını son 100 yılda çok büyük acılar yaşayarak gördük.Karadeniz’de ayı popülasyonlarını onbinlerden yüzlü sayıların altına indiren de “kovanımı parçalıyor,bahçemi dağıtıyor” diyerek insan merkezli düşünen zihniyet olmuş; anadolu parsı sırf köy evlerinde duvar süsü olmak adına adını aldığı ortamda yok edilmiş; kelaynaklar tarım alanlarında çok çekirge var diyerek yapılan uçak ilaçlanmaları sonucu ölmüş kısır kalmış; leylek yuvaları göç zamanı elektrik telleri kopuyor diyerek bozulmuş ve yok edilmiş; toyların ve birçok bozkır kuşunun nesli tarımda kullanılan pestisitler yüzünden yok olmaya yüz tutmuştur. Bu bahsettiğimiz olayların hepsi de insanların daha rahat yaşaması, daha rahat tarım yapması ve daha çok para kazanması uğruna meydana gelmiştir.

Her Şey İnsan İçin söylemi, aslında tamamen liberal ve kapitalist dünya düzeninin de söylemidir.Bir fabrika sahibi de açtığı fabrikanın insan istihdamı ve insanların ihtiyaçlarına hizmet ettiğini iddia eder.Bugünkü sol söylemde de insanın tanrılaştırıldığı, herşeyin hakimi olduğu yönündeki bakış açısının da bundan hiçbir farkı olmadığını görüyoruz.En son bir partinin Fındıklı gençlik kollarının yaptığı “İnsanın Kelaynak Olası Geliyor” minvalindeki afişler, bizim bahsettiğimiz tehlikenin de ne boyutta olduğunu gözler önüne seriyor.İnsanlar yüzünden nesli tükenme tehlikesi altına girmiş bir canlıyla boy ölçüşme ve ondan üstün olduğunu iddia etmenin mantıklı bir açıklamasının olamayacağını düşünüyoruz.

Bir diğer nokta da yerel grupların şehirler içine hapis olmaya başlamaları, toprağın ve doğanın mücadelesinden iyice uzaklaşmaları da gözümüzden kaçmayan bir nokta olarak karşımıza çıkıyor.Tabi bu o grupların işleyiş şeklidir karışmak haddimize düşmez, ancak şehirden toprak kurtuluşu mücadelesinin nasıl verileceği; sadece tanıdık basın kuruluşlarında yayınlanan basın açıklamalarının ve kitlesel mitinglerin ne gibi bir faydası olacağı sorusu da kafamızı kurcalamaktadır.

Son olarak da HES karşıtı mücadelelerin bazı gruplar ve kişiler tarafından propaganda ve kendilerine adam toplama yeri olarak görülmesinden bahsetmemiz gerekmektedir. Biz  yeşil anarşistler, yeryüzü kurtuluşçuları ve hayvan kurtuluşçuları olarak kendi siyasi mücadelemiz olan konuda dahi propaganda faaliyeti ve adam devşirme gibi çabalar sarfetmezken; bazı grupların mücadeleyi propaganda alanı haline getirmesine asla izin veremeyiz.Bu mücadele doğanın kurtuluşu mücadelesidir ve yapılabilecek tek propaganda “Uzlaşmasız,istisnasız ve mazeretsiz bir biçimde doğaya yapılan saldırının durdurulması” söyleminin dışına taşmamalıdır.Hele ki bugüne kadar yaşanmış büyük doğal felaketlerinin temelinin SSCB gibi ağır sanayi hamlesi yüzünden en kirli şekilde üretim yapan bir ülke ve bunun kurucusu olan zihniyet olduğunu varsayarasak, bu propagandanın inandırıcılığının olmadığını da sizler de göreceksinizdir.

Son söz olarak şunu söylemek istiyoruz. Bizler doğanın korunması için çalışan her türlü sivil ve yerel halk hareketlerine sağcı-solcu-islamcı-ülkücü demeden destek verdik ve vermeye devam edeceğiz.Bizim derdimiz doğanın savunması ve ekolojik yıkımın önlenmesidir.Ancak mücadelenin üzerinden kimsenin parsa toplamasına ve yanlış propagandalarla mücadeleyi insan merkezli noktaya getirmemesi için de elimizden geleni yapacağız. 

Vahşiye Dönüş Fanzin

February 22, 2011 Posted by | anti-endustriyalizm, anti-kapitalizm, anti-otoriter / anarşizan, bu topraklar, eko-savunma, ekoloji, ekolojist akımlar, ezilenler, isyan, sistem karsitligi, somuru / tahakkum, Su, türcülük, doğa / hayvan özgürlüğü | Leave a comment

21. Yüzyıl Devrimi / Sol Türcülüğünün Eleştirisi – Dr. Steve Best

(Tam metin)

Soruna Giriş

Özgürlük, haklar, demokrasi, şefkat etiği, barış, türler arası adalet ve ekoloji savaşında bir çok kaleyi kazanıyoruz.

Ama savaşı kaybediyoruz.

Hırs, şiddet, yağmalama, çıkar ve tahakküm savaşını. Uluslarlarası şirketlere, dünya bankalarına ABD imparatorluğuna, Batı askeri makinelerine karşı olan savaşı. Ekonomik büyümeyi, teknolojik gelişmeyi, aşırı üretimi, aşırı tüketimi ve aşırı nüfus artışını her yere yayan sistemlere karşı olan savaşı.

Son on yıllarda yaşanan yoğun sosyal ve çevresel mücadelelere rağmen, demokrası ve ekoloji mücadelesinde toprak kaybediyoruz. 


Son 20 yılda neoliberalizm ve küreselleşme, sosyal demokrasileri mahvetti, zengin ve yoksul arasındaki uçurumları genişletti, çiftçileri işsiz bıraktı, bütün dünyayı bir pazar haline getirdi. O eski tarz emperyalizm ve kaynak tüketiminin yanında artık insanlar genetik mühendislikle, biyokorsanlıkla, genlerin patentinin alınması, ve tohum kontrolüyle karşı karşıyalar. McDonaldlaştırma ve  tarım işi dünya çiftçilerini  bir yandan yutarken bir yandan da bütün çeşitliliği yok ediyor. İnsan gücü azalırken şirketlerin gücü büyümeye devam ediyor.

Ekolojik bozulma  işaretleri her yerde; azalan yağmur ormanlarından yok olmuş balıkçılığa, gözden kaybolan yabana ve yükselen deniz seviyelerine dek. Tarih boyunca toplumlar yerel çevrelerini yok ettiler; ama son 20 sene içerisinde insanlık küresel bir iklim değişikliğine sebep olunca gezegendeki ekolojiyi bozdu. Dahası, artık gezegen tarihinde yaşanan altıncı yok oluş krizinin içindeyiz, son yok oluş krizi dinozorlar çağında, 65 milyon yıl önce yaşanmıştı. Son beş tanesinden farklı olarak, bu seferki kriz insan eylemlerinden kaynaklı: dünyaya çarpan meteor biziz. Korumacı biyologlar, önümüzdeki on yıllarda dünyadaki bitki ve hayvan türlerinin üçte birinin yok olabileceğini öngörüyorlar. 2050 yılına kadar dünya nüfusu 9 milyar olacak, ve Çin’deki et tüketimi iki kat artacak; küresel et tüketimindeki artış BM’i sürdürülebilir bir geleceğe sahip olmak için tek geçerli yolun vegan beslenme tarzına doğru küresel bir kayma olduğunu söylemeye itti.

Küresel kapitalist sistem insanları, hayvanları ve doğayı yok ediyor. Sürdürülmesi imkansız son 300 yıllık endüstrileşmenin ve pazar ekonomisinin faturasını ödeme zamanı geldi. Bu sistemin insanîleştirilmesi, medenîleştirilmesi, yeşil dostu yapılması imkânsız; bu sistemin, akla gelebilecek bütün seviyelerde- politik, ekonomik, yasal, kültürel, teknolojik, ahlaki ve kavramsal boyutlarda bir devrimle aşılması gerekiyor.

Son otuz yılda çevreciliğin sosyal adalet olmadan ve sosyal adaletin de çevrecilik olmadan gerçekleştirilemeyeceğine dair artan bir farkındalık söz konusu. Bu bilgi bize ABD çevre hareketini, EarthFirst!’ün kereste işçileriyle ittifak kurmasını, Zapatistaların koalisyon oluşturmasını ve işçileri ve çevrecileri bir araya getiren 1999 Seattle Savaşı’nı hatırlatıyor.

Ama gene de bir şeyler eksik, denklem çözülmedi, strateji işe yaramıyor. Sadece bir türün çıkarları temsil ediliyor ama,  milyonlarca diğer türün çıkarları, sadece insan kullanımı için gerekli kaynaklar olarak görülenler hariç, dikkate alınmıyor bile. Ama son otuz sene içerisinde yeni bir toplumsal hareket doğdu- hayvan özgürlüğü. Hayvanları savunma hareketinin gücü ve potansiyeli henüz anlaşılmadı ama 21.yy politikasında eşit bir temsili de hakediyor. Bir çok sınırlarına rağmen kavranması ve toplumsal değişim projesine dahil  edilmesi gereken devrimci bir potansiyele sahip.

Barış, adalet, demokrasi, otonomi ve ekoloji adına mücadele eden ilerici insanların hayvan özgürlüğü hareketine duyulan ihtiyacı ve bunun geçerliliğini iki sebeple kabul etmesi gerekiyor. Birincisi, ahlâki bir açıdan hayvanların maruz bırakıldığı sömürü, acı ve gaddarlık öylesine büyük, derece ve tür olarak öylesine devasa ki merhamet, adalet, hak ve şiddete başvurmama gibi değerleri olduğunu söyleyen herkesten derin ahlâki ve politik tepkiler görmeyi hak ediyor. Her yıl insanlar 70 milyon deniz ve kara hayvanını onlardan gıda oluşturmak için katlediyor; milyonlarcası deney laboratuarlarında, kürk çiftliklerinde ve av alanlarında ve akla gelmeyen nice öldürme alanlarında öldürülüyor. İkinci olarak, stratejik anlamda hayvan özgürlüğü hareketi insan ve hayvan özgürlüğü için de temel bir öneme sahip. Bir çok açıdan insanların hayvanları tahakküm altına alması, insanın insanı da hakimiyet altına almasının temelini hazırlıyor, ayrıca küresel ekolojik krizi de tetikliyor. Hayvan özgürlüğüne dahil olmadan etikte, psikolojide, toplumda ve ekolojide devrimci değişiklikler meydana gelemez.

İnsan, hayvan ve dünya özgürlük hareketlerinin ayrılmaz bir biçimde birbiriyle bağlı olduğunu daha iyi anlıyoruz, hepsi özgür olana dek hiç biri özgür olamaz. Bu yeni bir görüş değil, aslında yitirilmiş  bir hakikat ve bir bilgelik. 2500 önce şu sözleri söylemiş olan Pisagor’u hatırlayın: “insanlar hayvanları katlettikçe birbirlerini öldürecekler. Gerçekten de cinayet ve acının tohumlarını ekenler neşe ve sevgi biçemezler.” Günümüzün acil konularından birisi de bu içgörünün manasını tamamen anlamaktır.

Sembiyotik, holistik ve birbirine  kitli ilişkilerini düşününce artık insan, hayvan ve dünya özgürlüğünden birbirinden bağımsız mücadelelermiş gibi söz etmememiz lazım; tersine topyêkun  bir özgürlükten söz etmemiz gerek. Topyêkun özgürlük derken, bütün canlıların mükemmel bir özgürlük ve mutluluk  durumuna ulaştığı türden metafizik bir ütopyadan söz etmiyorum. Tersine, holistik olarak hareketlerin birbiriyle ilişkisini, kapitalizmle diğer baskı modlarıyla ilişkisini ve  ortak zalimlere karşı sınıf, cinsiyet, ırk ve ulusal sınırların ötesinde sentetik ittifaklar kurduğumuz politik süreçlerden, demokrasiyi ekolojiye ve toplumsal adaleti hayvan haklarına bağlayacağımız teorik bir süreçten söz ediyorum.

Dünyanın “özgürlüğü”nden metaforik olarak söz ederken, bunu hayvanlar için gerçek anlamıyla kullanıyorum; çünkü onlar bütün sömürülen sınıflar ve  köle sınıfları arasında en eski, en büyük, en ihmal edilmiş ve en çok sömürülmüş grubu oluşturuyorlar. İnsanlar gibi hayvanlar da duyguları olan, bilinçli, hisseden ve düşünen canlılar olup istekleri, arzuları, çıkarları olan ve daha fazlasına sahip canlılar. Doyurulmak isteyen potansiyelleri ve becerileri, ancak doğal ortamlarında insan müdahalesi olmadan gerçekleştirilebilecek kompleks fiziksel, psikolojik ve sosyal gereksinmeleri olan canlılar. Hayvanlar insan tahakkümü ve sömürüsü sistemlerinden özgür olabilirler, olmalılar-sonuçta bunların yıkıcı sonuçları var- doğal evrimleri sonucunda dönüştükleri kompleks canlılar olarak hayatlarını yaşamak için özgür kalmaları gerekiyor.

İnsan/hayvan özgürlüğü denkleminin her iki yanında daha geniş vizyonlar ve politikalara gerek duyulduğunun altını çiziyor ve  sayıca çok az bulunan stratejik ittifaklar kurulması, yeni diyaloglar ve öğrenmeler geliştirilmesi gerektiğini söylüyorum. Bu tür bir ittifak politikası veganizm ve hayvan özgürlüğü dışlandıkça hem zayıf hem de soyut kalıyor. Bu konular artık  dogmatik , cahil ve türcü Solcular tarafından  görmezden gelinemez, marjinalize edilemez, dalga geçilemez ve sıradanlaştırılamaz. Aynı şekilde, veganlar ve hayvan hakları savunucuları tek konu odaklı ve  tecritçi bir bakış açısıyla yollarına devam edemezler, kapitalist sistemi değiştirmenin gereğini kavramak  ve elitizm, cinsiyet ayrımcılığı ve ırkçılık gibi kendi önyargılarıyla yüzleşmek zorundalar; ayrıca toplumsal adalet ve çevre hareketleriyle ittifaklar kurarak ekstrem hallerde bulunan yalıtılmışlıklarını aşmak zorundalar. Her hareketin diğer bir hareketten öğreneceği şeyler var, hiç bir hareket bir diğeri olmadan amacında ulaşamaz.

İktidara Çok Perspektifli Bir Yaklaşım

Topyekûn özgürlük politikası için iktidar ve tahakküme yönelik hem çeşitli hem de kapsayıcı bir kuram geliştirilmesi gerekiyor; çünkü farklı iktidar modlarının nasıl oluştuğu, evrim geçirdiği, birbirine karıştığı ve birbirini zorladığı anlaşılmadan ittifaklar oluşturmak kolay değil. İktidar; kompleks, biribirini kitleyen ve ayrıksı birşeydir, tek bir grubun ya da  ilgi alanının bakış açısından bakarak yeterince aydınlatılamaz.

Dünyamızdaki temel sorun sınıf  sorunu değil, çünkü sınıf, iktidarın tek tezahür biçimi değil; ayrıca  ilk biçimi ya da fontu da değil; sınıf, hiyerarşi etrafında organize olmuş daha geniş bir tahakküm sisteminin bir sebebi değil, bir semptomu. Hiyerarşi, farklılıkları üstün ve aşağı şeklinde sıralayan ve aşağı olanın üstün olanın gözünde hiç bir değeri olmadığı türden bir kafa yapısı ve bir kurumdur. Hiyerarşik tahakkümün kafa yapısı ve kurumlar ataerkillik, ırkçılık, devlet ve özel mülk gibi farklı olgulardan ortaya çıkar.

Hiyerarşinin temeli tarih öncesi dönemde saklı, doğal olarak hiyerarşinin toplumda ilk kez ne zaman nerede ve nasıl ortaya çıktığına dair farklı yorumlar ve keskin tartışmalar yapılıyor. Örneğin; Marksistlerin söylediği gibi doğanın tahakküm altına alınması insanların da hakimiyet altına alınmasına mı yol açtı, yoksa anarşist Murray Bookchin’in söylediği gibi insanların tahakküm altına alınması mı doğanın tahakküm altına alınmasına yol açtı?  Bazı kuramcılar bütün baskı modlarını tek bir olguya indirgemeye çalışıyorlar, ırk, cinsiyet veya sınıf gibi, bu tek olgunun diğerlerinin kendisinden meydana geldiği iktidar fontu olduğunu söylüyorlar.

En kötü şöhrete sahip olansa, klasik Marksistlerin bütün mücadeleleri sınıfa indirgemiş olması. Ataerkillik ve ırkçılık gibi toplumsal meseleler “soru” olarak görülüp ihtilaf yaratan konular olarak kenara konuldu, ayrıca varlıklarının tartışmalı bir hal alacağı türden bir devrim sonrası toplumu yaratana dek de ileri bir tarihe ertelendiler. Bürokrasilerin, cinsiyet ayrımcılığının ve ırkçılığın devlet sosyalizminin yaşandığı Çin ve Rusya gibi toplumlarda yeniden ortaya çıkması sonucu bu devletler tarafından bu bakış açısı reddedildi. Aynı şekilde radikal feministler ataerkilliğin tarihteki en temel hiyerarşi biçimi olduğunu söylüyorlar; ama türcülük ve insanın diğer hayvanları tahakküm altına almasının; sınıf, cinsiyet ve ırk gibi tahakküm biçimlerinin yapılanmasında hayati öneme sahip olduğuna dair elimizde güçlü kanıtlar var.

En iyi yaklaşım, çeşitli baskı modları arasında hem aynı olan ve her birisi için spesifik olanın ne olduğunu gören çok perspektifli bir optik geliştirmektir. Tarih boyunca evrim geçirmiş bir çok iktidar mekanizması ve modu bulunuyor, çoğu kez de birbirini zorluyor ve birbirini de kapsıyorlar- kapitalizm emek gücünü sömürmek ve ezilen grupları birbirinden ayırmak için ırkçılıktan ve cinsiyet ayrımcılığından besleniyor. Ancak; hiyerarşi özel mülkiyetin, ekonomik sınıfların ve devletin ortaya çıkmasından , ataerkillik de sınıf düzeni oluşmasan binlerce yıl önce  insan toplumunda oluşturulduğu için, bunlar aynı anda bağımsız iktidar sistemleridir.

İnsanlar; tarihi teolojik perspektiften, hümanist perspektiften, çevreci determinizm perspektifinden yazarken günümüze dek hayvan perspektifinden bu konuda ortaya konmuş çok az bir çaba görüyoruz. Marks bir keresinde “tarihin bilmecesi”nin, yani tahakkümün kökenlerinin teoriyle kavranıp pratikte komünizmle çözüldüğünü söylemişti; oysa aslında hiyerarşi ve tahakkümü sürdüren toplumların kökeni ve evrimi, hayvansal bakış açısı olmadan çözümlenemez; çünkü insanın diğer hayvanlara yönelik 10 bin yılı aşkın hakimiyeti insanın en önemli sorunlarını kavramak için yaşamsal bir öneme sahip; çünkü bu konuda bu sorunları çözmek için temel bir önem arzediyor.

Hayvansal Bakış Açısı Teorisi

Feminist bakış açısı teorisine göre baskı altındaki her grubun toplumun doğası ile ilgili önemli bir perspektifi ya da kavrayışı vardır. Farklı ırklardan insanlar, örneğin, sömürgeciliği ve ırkçılığın patolojisini aydınlatabilirler, öte yandan kadınlar tarih boyunca bu kadar çok farklı toplumsal iktidar moduna destek veren ataerkilliğin mantığını ortaya koyabilir.

Hayvanlar kendi acılarını insan diliyle ifade edemezler; ama ancak hayvansal bakış açısıyla- yani insanların diğer hayvanlarla nasıl bağ kurduğu ve onları nasıl sömürdüğünü analiz ederek- hiyerarşinin ortaya çıkışını ve gelişmesini kavrayabiliriz. Bu bakış açısı olmadan insanların hayvanlar, doğa ve birbiri üzerindeki tahakkümünün temel dinamiklerini; insan şiddetinin, savaşın, militarizmin ve soykırımın; devam eden hayvan kırımının; günümüzde yaşanan küresel ekolojik krizin ana sebeplerini kavrayamayız. Bu bakış açısından bakarak insanın insanı ezmesi ve insanın doğayı sömürmesinin köklerinin insanın hayvanları baskı altına almasında yer aldığını görebiliriz.

Bir çok antropolog on bin yıl önce tarım toplumunda hayvanların evcilleştirilmesine yönelik zalimliklerin aslında hiyerarşi, devletçilik ve diğer insanların sömürülmesi için gerekli kavramsal modelleri insan kültürünün ciğerine şiddet ekmeye başladığı süreç sırasında yarattığına inanıyor. Belki  de insan tarihi içerisindeki en azimli devrim avcı-toplayıcılıktan tarım toplumuna geçişte yaşanmıştır. Nomadik bir hayat tarzı yerine insanlar tek bir bölgede toplanmaya başladılar, doğanın onlara verdiği şeyler yerine hayvanları ve bitkileri beslemeye başladılar ve böylece yaban türleri evcilleştirmeye başladılar. Yaban bitki ve hayvanların evcilleştirilmesi sürecinde ve tarihlerinde ilk kez gıda fazlası üretirken, çok önemli şeyler oldu: tarım toplumları hızlı bir nüfus artışı yaşadılar, topraklarını genişlettiler, ilk toplumsal hiyerarşi biçimine dönüşen bir işbölümü ortaya koydular, kendilerini doğadan bağımsız ve diğer hayvanlara üstün olarak görmeye başladılar, fiziksel ve canlı süreçleri kendi manipülasyonları ve kontrolleri için kullanmaya başladılar.

Avlanmanın, sürü gütmenin ve hayvanları evcilleştirmenin doğrudan bir sonucu olarak insanlar tahakkümcü bir dünya görüşü geliştirdiler ve hayvanların tahakküm altına alınması diğer insanların, doğanın ve bir çok hiyerarşilerin ve  patolojilerin geliştirilmesi için yolu açmış oldu. Hayvanların kontrol altına alınması, bedenlerinin ve biyolojilerinin manipülasyonu, şiddet uygulamada görünen kronik artışlar, başka bir yaşam öznesi üzerinde uygulanan hiyerarşi, yaşayan süreçlerin zorla manipüle edilmesi, hayvanların bir meta olduğu ve sahibinin bulunduğu ile ilgili kavramların ortaya çıkışı, onların çektiği acılara karşı geliştirilen kayıtsızlık- bütün bu pratikler ve tavırlar, ve hatta daha fazlası insan  kültürünü ve bilincini belirlemeye başladı. İktidar sistemleri, sosyal olarak kabul edilebilir şiddet biçimleri, her insanın diğer bir insanla olan ilişkisini kökten değiştiren, elitlerin farklılığı bir rütbe biçimi haline getirip doğayı, hayvanları , kendi toplum üyelerini, zenginlik ve iktidarlarını genişletmek amacıyla işgal ettikleri toplumları zorla boyun eğdirdikleri hiyerarşi ilkeleri kurdular.

Hayvanların tahakküm altına alınması ve sebep olduğu detaylı, incelikle işlenmiş ve köklü türcü ideoloji, insanların diğerlerini tahakküm altına aldığı sistemlerin kurulmasını kolaylaştırdı. Hiyerarşik düşüncenin prototipini oluşturdu ve böylece bir çok taktik ve teknolojinin kontrol altına alınmasıyla onun ideolojisini sağladı. Hayvanlar  ilk meta biçimiydi, miras alınmış bir zenginlikti, ilk kapitaldi ve ilk kölelerdi.

Hayvanların evcilleştirilmesi kadınların üreme ve emek amacıyla esir haline getirilmeleri amacıyla cinsel anlamda boyun eğdirilmelerine bir model teşkil etti, ayrıca Mezopotamya şehir devletlerinin de büyükbaş hayvanları yönetme biçimleri, kendi kölelerini üremeye zorlama ve emeklerini sömürmeleri için yolu açmış oldu. Tabii doğal olarak kölelik Sümer’de ortaya çıktı, bu bölge Orta Doğu’da merkezî bir bölge olup tarımın ortaya çıktığı yerdi, ayrıca hayvanların evcilleştirilme pratiklerinin bir uzantısı olarak evrim geçirmiştir. Hayvanların sömürülmesi, siyahların insanlıktan dışlanması ve  köleleştirilmesi için bir model, bir metafor oldu, teknoloji ve pratikler sağladı. Hadım etmekten zincire vurmaya, kulak kesmekten damgalamaya, aileleri yok etmekten açık artırmada satışa dek beyazlar hayvanları uzun zamandır boyunduruk altına almış olmanın bilgisine sahiptiler ve bu bilgileri 15-19.yy arasındaki uluslararası köle ticareti sırasında özgürce kullandılar.

Jim Mason’a göre çiftçilik bir çok farklı bölgede göründü; ama Orta Doğu; Mısır, Maya, İnka, Aztek, Çin ve Hindistan’dan gelen koyun, keçi, at ve büyük baş hayvanlar gibi büyük hayvanların evcilleştirilmesine bağlı ve bu durumdan güç alarak ortaya konmuş genişlemeci ve tahakkümcü bir hayat tarzına bağlılığı sebebiyle ayrılıyordu. Sürü sistemi çiftçi kültürlerine zenginlik ve güç bağışladı, çünkü onları savaşlara ve  işgallere yönlendiriyordu, hayvancılığın genişlemeye yatkın olan gereksinimleri sebebiyle böyle oluyordu; bu kültürler dikkat çekecek şekilde kaba ve agresif kültürlerdi. Orta Doğu’nun soyundan gelenler, gezegenin en merhametsiz ve güçlü hakimleri olma geleneğini sürdürmeye devam edenler Avrupalı ve Amerikalılardı.

Hayvanları boyunduruk altına almak,  diğer insanları kontrol etmek için kullanılan teknolojileri sağlamakla kalmadı, buna  kavramsal bir çerçeve de kazandırdı. MÖ 4. Yy’da Aristo açık hiyerarşik felsefeyi formüle etti. Herşeyin bir amaç uğruna var olduğu, bunun da mükemmellik ölçeğindeki daha ulu varlıkların ihtiyaçlarını karşılamak olduğunu söyleyen teleolojik bir dünya görüşünü savundu. Bitkilerin amacı hayvanlara yem olmaktı, hayvanlar bize gıda oluyordu. İnsanların beyni en üst seviyedeydi, daha alt ya da aşağı zekaya sahip canlılar tam olarak insan değildi ya da hiç insan sayılamazdı. Böylece Aristo köleliği varlıkların doğal düzeninin bir parçası saymış oldu. Rasyonalizm felsefesi böyle doğdu; bu, insanların rasyonellik kategorisini kullanıp kendilerini hem hayvanlardan hem de diğer insanlardan radikal olarak ayrı tuttuğu düalistik bir mantıktır.

Ama bir zamanlar Batı, ataerkil – rasyonellik normlarını, insanlığın özü ve sosyal normalliğin ölçüsü kabul ediyordu, öncelikle hayvanları öteki olmanın ölçüsü olarak kullanınca, o zaman farklı, egzotik, koyu renkli insanları ve tipleri ya insan değilmiş gibi ya da alt-insan kategorisine dahil ederek görmek kolaylaştı. Böylece hayvanları insan toplumundan dışlamak için kullanılan kriterin aynısı bu sefer siyahları, kadınları, “delileri”, engellileri ve daha bir çok grubu dışlamak için kullanıldı.

İnsanın insanı tahakküm altına alması ve bunun savaş, kölelik ve sorkıyımla gerçekleştirilmesi genellikle kurbanların dil yoluyla aşağılanmasıyla başlar. Ancak insanlıktan çıkarmanın araçları ve metodları türetilmiş şeylerdir, çünkü türcülük Batı’nın diğer halklara olan gaddarlığnı cesaretlendiren, sürdüren ve meşrulaştıran kavramsal paradigmayı sağlamıştır. Tarih boyunca hayvanları kurban haline getirşimiz birbirimizi kurban haline getişirimizin modelini ve temelini oluşturmuştur. Tarih insanların hayvanları sömürüp katletmesi; ardından diğer insanlara hayvanmış gibi davranıp aynısını onlara yaptığını gösteren bir kalıbın varlığını ortaya koyuyor. Fethedenler ister Avrupalı emperyalistler, Amerikali sömürgeciler ya da Alman Naziler olsun Batılı saldırganlar kılıç oyunundan önce kelime oyunu oynadılar, kurbanlarına “fare”, “domuz,” maymun” ve “aşağılık hayvan” gibi isimlerle hitap ettiler.

Bir kez hayvan ya da alt-insan konumunda olup da beyaz Batılılardan daha alttaki bir evrimsel basamakta olduklarına ikna olunduktan sonra, baskı altına alınan insanlara uygun şekilde davranıldı; öncelikle hayvan gibi görüldükleri için hayvan gibi avlandılar. Ahlâki toplumdan dışlanan ilk sürgünler olarak hayvanlar ezilenleri çöp kutusuna atmak için uygun bir bahane oluyordu zalimler için. Sömürgecilik insanın hayvanlar alemine olan üstünlüğünün doğal bir uzantısıydı. Charles Patterson “Bir çok Avrupalı için beyaz ırk diğer aşağı ırklardan daha üstün olduğunu onları etki altına alarak göstermiş oluyordu, aynen insan ırkının bir bütün olarak onları kontrol altına alıp ezerek hayvanlara üstün olduğunu kanıtladığı gibi” diyor. Afrika, Hindistan, ve Avrupa sömürgelerindeki büyük hayvan avları Avrupa’nın toprağa, hayvanlara ve halklara hakim olduğunun bir sembolüydü ve bin yıl boyunca avcılık hem bir hakimiyet ritüeli oldu, hem de erkeğin hayvanlar ve kadınlardan üstün olduğunu ortaya koymanın bir aracı olma rolünü üstlendi.

Bütün Sol’un gözünden kaçansa, insanın hayvanları tahakküm altına almasını meşrulaştırmak için kullandıkları argümanların-yani hayvanların sözde akıl ve dile sahip olmadığı argümanının- emperyalistlerin yerli halkları katlederken ve erkekler kadınları sömürürken  kullandığı argümanla aynı olduğuydu. Tür ayrımcısı görüşe sahip hümanistler bu yüzden ironik olarak kendi hakimiyetlerini güçlendirirken bu tahakkümün kökenlerini anlamak için hayvansal bakış açısına yaklaşamıyorlar, ve böylece geçerli bir özgürlük politikasını geliştirecek bir duruma sahip olamıyorlar. Cinsiyet ayrımcılığı, ırkçılık ve engelli olmamanın üstünlüğü gibi ayrımcılıklara ek olarak tür ayrımcılığı da hem anti-semitizmde hem de Nazizmde doğrudan bulunuyor. Nazilerin Yahudileri ve entelektüel ve fiziksel anlamda “uygunsuz” buldukları diğerlerini böyle görmesi firavunların hayvanlarla aynı görülmesine dayanıyordu, ayrıca ırk ıslahı da “aşağı” hayat formları tarafından “kirletilmemiş” “saf” ve “üstün” bir ırk yaratma arzusuna dayanıyordu. Dahası,  hayvanlara yönelik gaddarlıklarını meşrulaştırmak için insanların başvurduğu “Güçlü olan haklıdır” ideolojisi de Nazi ideolojisinin merkezinde yer alıyordu. Hitler’in temel bakışı, doğanın mücadele yasasına göre işlediğiydi ve dünya görüşünü de  şöyle özetliyordu: “güce sahip olmayan hayatta olma hakkını kaybeder”. Bu bakışın kökleri insanların hayvanların hakimiyet altına almasında bulunuyor.

Son olarak,  Nazi toplama kamplarında kullanılan endüstriyel öldürme biçimlerinin ABD mezbahalarında 19. yüzyılın sonlarında kullanılan tekniklerden model alındığını söylemek  gerek. Yahudi soykırımı kurbanları hayvanların mezbahaya götürüldüğü aynı tren raylarında taşındılar, insanlar tavuk çiftliklerindeki tavuklar gibi bir araya tıkıştırıldılar, ve Auschwitz gibi öldürme alanlarının kendi mezbahaları vardı. Hayvanların topyekûn nesneleştirilmesi ve masum canların mekanize bir biçimde  öldürülmeleri insanlar için  kitlesel öldürmelere yönelik bürokratik yönetimlerin ve teknolojilerin kolayca kendilerine de  uygulanabileceği konusunda yapılmış bir uyarı anlamına gelmeliydi. Bu yüzden Theoro Adorno dokunaklı bir biçimde şu sözleri söylemişti: “Auschwitz bir insan bir mezbahaya bakıp da “ama onlar hayvan” diye düşündüğü zaman başlar.”

Sol Türcülüğünün Eleştirisi

(Marksist/sosyalist/ilerici) Sol, geleneksel olarak ekonomiyle  ilgili olmayan baskı biçimlerini anlama ve onları ele alma anlamında geride kaldı. Solun; ırkçılığı, cinsiyet ayrımcılığını, nasyonalizmi, dini, kültürü, günlük hayatı, ideoloji ve medyayı, ekolojiyi ve diğer konuları anti-kapitalist çerçevesine dahil edebilmek için on yılların geçmesi gerekti, ve bunu yapabilmek için de bir çok özgürlük hareketinin baskısını hissetmek zorunda kaldılar. Bu ekonomik indirgemeci çerçeveye ek olarak Solcuların spektrumu hiç bir eleştiri getirmeden insanmerkezci, tür ayrımcısı ve hümanist Batı kültürü ideolojilerini özümsemiştir. Alternatif, radikal ve özgürleştirici çerçevenin uzağında, Solculuk bir diğer baskı biçimi , kurumsallaşmış şiddet ve tahakküm kültürü olarak ortaya çıktı.

Bu tür miyop Solculuk sadece Karl Maks’tan kaynaklamıyor, onu sarıp sarmalayan geleneklerden de kaynaklanıyor, modern hümanizm ve Aydınlanma’dan yani. Elbette, şiddet dolu, baskı dolu, ataerkil Katolik kilisesi tarafından yönetilen bir dünyadan bilime, aydınlanmaya ve demokrasi, eşitlikçilik ve hakları temel alan modern dünyaya doğru atılan adımlar ilerici adımlardı.

Ancak aydınlanmayı daha derin yönlere doğru taşıyamayan hümanizm, insanları hayvanlardan ayrı ve üstün tutup dünyanın sadece kendi amaçları adına varolduğuna inanan ve vahşi olanı ehlileştirmeyi hedefleyen Greko-Romen ve Hristiyan insan merkezci geleneği sürdürdü. Hümanizmin büyüsüyle Batı insancılığı kendini ilahi bir konuma yükseltti ve doğayı hiç düşünmeden, ona kibirle kendisine boyun eğmeye zorlayarak imparatorluğunu genişletme projesini devam ettirdi. Hümanizm insanların doğadan ve hayvandan kopmasının altını çizdi, ortodoks Hristiyan kavramı olarak, amacımızın doğal dünyayı fethetmek ve ona hakim olmak olduğu inancını bir kere daha tasdik etti. Hümanizm insanın doğadan kopmasına dayalı katastrofik bir ilüzyona dayanan işlevsiz ve şiddet dolu bir dünya görüşüdür. Bu yanlışın hayvanlar ve  insanlar için özellikle de gelişmiş teknolojiler ve bilim artı doymak bilmez bir pazar mantığıyla hareket edildiğinde çok fazla gerçek sonuçları vardır.

Kapitalistlerden ve sanayiden hiç farklı olmayan Sol da birlik halinde büyümeyi, endüstrileşmeyi ve doğanın tahakküm altına alınmasını kutladı. Marks ve Engels ekoloji konularına biraz duyarlılık gösterdilerse de, hayvan refahçıları, vejetaryen ve anti-dirikesimcileri hayırseverler, alkol karşıtları ve naif reformistlerle aynı küçük burjuva kategorisinde değerlendiriyorlardı. İkisinin de bu hareketlerin doğru bilimi, şefkat etiğini, ahlâki ilerlemeyi ve sağlığı savunmadaki öneminden haberleri yoktu.  Darwin’in doğal seçilim teorisini benimserken onun yaşamın devamlılığı ve hayvanların zekâsına gösterdiği önemi görmezden gelerek hayvanları basit içgüdüleri tarafından yönetilen organizmalar şeklinde görülen Kartezyen modelleri tercih etmişlerdi.

Anarşistler  hiyerarşiyi sistemlerin sayıca  çok oluşunu analiz etme  konusunda başarılılar, Markistleri merkezî  sistemleri ve elit organizasyonlarında toplumsal iktidar dinamiklerini yeniden üretmeleri konusunda eleştirirken de oldukça iyiler. Ama söz konusu hayvanlar olunca, anarşistler Sol’dan daha iyi olmadı, hâlâ değil. Murray Bookchin radikal politikayla ekolojiyi harmanlamak için insan merkezci ideolojileri eleştirdi; ama hayvanları vahşi canavarlara indirgeyen aynı tür ayrımcısı  görüşü de sürdürdü. Bir çok türdeki akıl, dil, kültür ve teknolojinin varlığını belgeleyen bilimsel çalışmaları bir kenara bırakarak Bookchin hayvanların akıl ve dilden yoksun  aptal yaratıklar olduğu biçimindeki Kartezyen-Marksist görüşü kullanır. Hayvanlar bu sebeple “ birinci doğa”ya aittir, insan kültürünün dünyası olan yaratıcı “ikinci dünya”ya ait değildir. Bookchin demokrasiyi ekolojiye bağlarken bir öncülük görevini yerine getiriyordu; ama günümüzdeki küresel krizin en önemli sebeplerinden birini, tarım ticaretini görmezden geliyordu.

Bu yüzden Bookchin’in ekolojik kriz kategorisi oldukça ince ve boştur. Eğer hayvanları şu andaki kapitalist toplumların ölçeğinde sömürüyorsa hiç bir toplum ekolojik sürdürülebilirlik düzeyini başaramaz. Fabrika çiftçiliği, su kirliliği, yağmur ormanlarının yok olması, çölleşme, ve küresel ısınma gibi büyük sorunların birincil nedeni. Dahası, ekinlerin, toprağın ve suyun son derece yetersiz kullanması anlamına da geliyor. Küresel et kültürü dünya halkları arasında eşitsizliği ve yoksulluğu da  çoğaltıyor, büyük baş hayvan baronları ve tarım ticareti köylüleri ve çiftçileri topraklarından ve toplumlarından koparıyor, yoksul Güney uluslarının kaynakları zengin Kuzey uluslarına akıyor. Her türden solcu,  fabrika çiftliklerinin, kürk çiftliklerinin ve dirikesimcilerinin  en korkunç şiddet biçimlerini onaylayan ve köleliğin kötülüğünü idrak etmeden sözde insancıl bir şekilde kölelere nekazetle davranmayı öneren aynı refahçı görüşleri  önermeyi sürdürüyorlar.

Çoğu çevrecide görüldüğü gibi, Sol balıkçılıkla ilgileniyor, balıklarla değil; ormanlarla ilgileniyor ormanda yaşayan canlılarla değil; insan kullanımı için “kaynak”larla  ilgileniyor, yoksa hayvanların içsel değerleri olduğu ile değil. Solun çevresel ilgileri doğal dünyaya duyulan bir hürmet duygusundan kaynaklanmıyor, daha çok İnsan varoluşu için sürdürülebilir bir çevrenin önemini anlamış görünen “aydınlanmış bir insan merkezcilik”ten (net bir oksimoron) kaynaklanıyor. Her ne kadar vaatleri varsa da, insanın doğaya yabancılaşması ve doğaya yönelik kibir duygusuna yönelik eleştiriler, toplumun ekolojiyle “yeniden uyumlu hale getirilmesi”ni önerirken (Bookchin) içindeki milyonlarca duygu sahibi türü gözönüne almadan sadece fiziksel çevreye odaklanan bir “yeni etik” kavramının tür ayrımcısı, miyop ve yetersiz olduğunun altını bir kez daha çiziyor.

Hümanizmin sınırları, şovenizmi ve  ikiyüzlülüğü şiddet ve baskının insan kurbanlarının dile getirdiği şikayetlerde görülebilir, bu insanlar kendilerine “hayvan gibi” davranıldığını söylerken sanki sömürü ve işkencenin diğer hayvan türlerine uygulandığı sürece kabul edilebilir bir durum olduğunu da ortaya koyuyorlar. Hümanizmin sorunu –istediği kadar evrensel, geniş ve “ilerici” olursa olsun- bağnazlığın onu özgürleşme projesi olarak yetersiz bir hale sokması, başka araçlar kullanarak bir hiyerarşi ve tahakküm biçimi haline gelmesi. Anarşistlerin Marksist işçilerin devletini yeni bir isim altında devam eden aynı politik tahakküm olarak görmesi gibi, hayvan özgürlükçüleri de her türden insancılığı-ister liberal, Marksist ya da anarşist olsun- bir diğer kötülük dolu tahakküm ve  kontrol sistemi olarak görüyorlar.

Sol türcülüğünün görünümü “ilerici” dergi, gazete ve online sitelerde hayvan sömürüsü konusunun gündeme getirilmemesinde de kendini belli ediyor. 1990’ların başlarında ABD’deki solcu dergi The Nation, bir fabrika çiftliğinde çalışan işçilerin çalışma koşullarını eleştiren bir yazı yazmış ama kafeslerde sıkış tıkış yaşayan tavukların gaddarca sömürülmesi ile ilgili tek kelime etmemişti. Oysa Gale Eisnitz’in kitabı Slaughterhouse hem insanların hem de hayvanların sömürülmesini belgelerken öldürme alanlarında işçilerin hayvanları maruz bıraktığı şiddetin işçilerin ruhsal durumunu nasıl etkilediğini ve bu psikolojik etkinin kendini ev içi şiddete dek taşıdığını da gösteriyor.

Ünlü anarşist yazar Michael Albert’ın 2006 yılında br hayvan hakları dergisine söylediği şu sözleri düşünelim: “ben dünyayı daha iyi bir yer yapmak amacıyla var olan toplumsal hareketlerden söz ederken hayvan hakları aklıma gelmiyor. Gerçekten hayvan haklarını mesela kadın hakları, latin hareketleri vb gibi görmüyorum…hayvan hakları ve onu takip eden eylemlerin geniş ölçekli bir şekilde tartışılması gerekiyor… ama mesela bu durum bana Irak’taki savaşı önlemek ya ada haftada 30 saat çalışma hakkını kazanmak kadar acil görünmüyor.

Görece konforlu hayatlar yaşayan insanların çalışma saatlerinin azaltılmasını esir edilip işkence gören ve her yıl en korkunç şekillerde öldürülen milyarlarca hayvanın ızdırabının önüne koymayı anlamak zor. Sol’un çoğunda olduğu gibi Albert milyonlarca canlının acısına karşı şok edici bir duyarsızlık gösterirken insanları, hayvanları ve çevreyi hasta eden en ciddi problemler arasındaki derin bağları kavrama konusunda holistlik bir vizyon da geliştiremiyor.

1960’lardaki şiddet, ırkçılık, savaş ve toplumsal kargaşa arasında Martin Luther King, Jr. geleceğe dair bir “dünya evi” hayal ediyordu. Bu kozmopolit ütopyada dünyanın her yanından insanlar barış ve uyum içerisinde yaşayacak, din ruhsal gereksinimlerini dindirirken kapitalizm de materyal ihtiyaçlarını karşılayacaktı. Ama bu ütopya; şiddeti, savaşı, yokluğu, yokoluşu ve ekokıyımı besleyen bu ekonomik sistem içerisinde mümkün olabilse bile, insanlar hayvanlarla ilişkisini radikal olarak değiştirene kadar King’in dünyası gene lanet olası bir mezbahadan, zincirin en üstündeki avcılar ve gene onlar için işletilen bir toplama kampından, bir yok etme kampından başka bir şey değil. King’in insan türü için hayal ettiği “rüya” her yıl gıda, giysi, “bilim” ve diğer sömürme sebepleri uğruna katledilen milyarlarca hayvan için “bir kâbus” sonuçta.

İnsancı ve şiddet içermeyen bir  ütopya, toplum diğer hayvanları eşitliğe dahil etmedikçe ve onlara  doğru adil ve eşit bir davranış geliştirmedikçe gene şiddet dolu bir karşı ütopya ve bir ikiyüzlülük olarak kalacak. İnsancı demokrasi türcü bir ikiyüzlülüktür. İnsancılık büyük bir kabileciliktir.

Bu yüzden, hayvansal bakış açısına göre, Solculuk özgürleştirici bir felsefe veya devrimci bir politika değildir; hayvanlara yönelik bir Nazizm veya Stalinizm’dir, tarih boyunca bir çok varyasyon ve permütasyon aracılığıyla kendini yeniden üreten hakim bir kültüre egemen olmuş en eski ve gerici bir düşünme biçiminin parçasıdır.

Ya Topyekûn Özgürlükten Söz et ya da Hiç Konuşma

İnsan ve hayvan özgürlük hareketlerini birbirinden ayıramayız, biri özgür olana dek diğeri de özgür olamaz. İnsanlar barışçıl, insancıl ve sürdürülebilir toplumları hayvanları sömürdüğü (ve böylece çevreye derin bir biçimde hasar vererek) sürece geliştiremeyecek, bu yüzden hayvanlar toplumlarda derin psikolojik ve kurumsal değişimler yaşanmadan özgürleşemezler.

Bu gezegen üzerindeki bütün türlerin kaderleri inceden inceye birbirie bağlı olduğu için hayvanların sömürülmesi insan dünyasında psikolojik, sosyal ve ekolojik anlamda büyük bir iz bırakıyor. İnsanlar hayvanları yok ettiğinde, kendi yaşamları için gereken yaşam alanlarını ve ekosistemleri yok ediyorlar. Milyarlarca çiftlik hayvanını öldürdüklerinde yağmur ormanlarını yağmalıyor, meraları çöle çeviriyor, küresel ısınmayı çoğaltıyor, toksik artıkları çevreye döküyorlar.  Küresel ölçekte bir fabrika çiftçiliği inşa ettikleri zaman çok büyük oranlarda toprak, ürün, su, enerjiyi saçıp savuruyorlar ve dünya açlığı sorunu da daha kötü bir hale getiriyorlar. İnsanlar duyguları olan diğer canlılara şiddet uyguladığı zaman birbirlerine de şiddet uyguluyorlar, bu da hayvanları istismar ederek büyüyen seri katiller ve kadınları, çocukları ve hayvanları döven erkekler tarafından defalarca doğruluğu kanıtlanmış bir durum. Hayvanları kendi tüketimleri için bir kaynak olarak araçlaştırdıklarında kendi kişisel büyüme ve şefkat kapasitelerini de bodur bırakmış oluyorlar. Dirikesimciler bir sene içerisinde yüzmilyonlarca hayvanı işkence edip öldürürken devlet onaylı ilaçlarıyla binlerce insanı yaralayıp öldürmüş oluyorlar, ayrıca  tıbbi ilerlemeleri antika ama çıkar sağlayan araştırma paradigmalarıyla tıkamış oluyorlar. Buradaki bağlantılar daha da fazla, hayvanların evcilleştirilmesi ve ataerkillik, devlet iktidarı, kölelik, hiyerarşi ve her çeşit tahakküm  biçimi arasındaki kavramsal ve teknolojik ilişkiler bunu ortaya koyuyor.

İnsan ve hayvanların ezilmesi arasındaki ilişkiyi anlamak, hayvanları savunan  her insanı azarlamak için kullanılan şu itirazın önünü tıkıyor: “peki ya insanların çektiği acı?”. Bu soru hayvanlara yardım etmenin insanın kuyusunu kazdığı gibi bir durumu varsayıyor, ayrıca Martin Luther King’in (o dar tür ayrımcısı bakışıyla) “karşılıklı bir ilişkinin süsü” diye nitelediği şeyi kavrama konusunda başarısız oluyor . Bunu idrak etseler de etmeseler de veganizmi ve hayvan haklarını savunan eylemciler kendiliğinden insan dünyasındaki bir çok kompleks soruna engaje oluyorlar.

İnsan, hayvan ve çevre sömürüsü birbiriyle sıkı sıkıya bağlantılı, birisine son vermeden diğer sömürü biçimini bitirmek mümkün değil. Meselâ; insan nüfusu oranlarının insanların daha eğitimli ve kadınların daha fazla hak sahibi olduğu yerlerde düşmesi dikkate değer. Ayrıca insanların çaresiz bir yoksulluk yaşamadığı yerlerde ağaçları kesmek ya da hayvanları avlamak için ekonomik bir ihtiyaç olmuyor. Eğer Afrika’da hayvan avcılığı yapmak yoksul köylülerin hayatta kalmak için tek şansıysa  yoksulluğun kök sebeplerine işaret ederek insanları öldürmeye iten ekonomik gerekçeleri elimine etmeye ihtiyacımız var demektir.

Hayvan özgürlüğü için etkili bir mücadele, o halde; yoksulluk, sınıf, politik çürüme ve nihayetinde uluslararası şirketler ve küreselleşme tarafından yaratılan eşitsizlikler gibi konuları ele almayı gerektiriyor. İnsanlar yıkıma yol açan politikaları onları üreten ve yeniden üreten küresel iktidar ilişkileri ve ekonomik, politik ve yasal kurumları değiştirmeden değiştiremezler. Hayvan sömürüsünü bütün dünyayı ve onun bütün yaşam formlarını meta haline getirip nesneleştiren,  biçim değiştirten ve tüketen kapitalizmi ortadan kaldırmadan yok edemeyiz. Değişim için isyan eden sayıca az vegan ve hayvan özgürlükçüsünü düşününce bu insanların tek ümidinin devrimci toplumsal ve çevre hareketleriyle köprüler kurmak olduğunu anlıyoruz.

Hayvanları kurtarmak için geçerli bütün yaklaşımlar, kararların iktidar sahibi çürümüş bir kaç kişi tarafından değil de demokratik karar verme haklarını kullanan topluluklar tarafından verildiği daha büyük bir demokrasiyi de savunmak zorunda. Doğal dünyada yaşanan kriz sosyal dünyada yaşanan krizin bir yansıması, burada şirket elitleri ve onların devletteki uşaklarının iktidarı merkezileştirip zenginliği tekelleştirdiler, demokratik kurumları yıkıp muhalefet edenlere karşı gaddar ve şiddet dolu bir savaş açtılar. Doğanın ve hayvanların şirketler tarafından yıkıma uğratılması, hiyerarşik ve asimetrik toplumsal ilişkilerle, kapitalistlerin politik, yasal ve askeri sistemi toplumu, doğayı ve biyoçeşitliliği sömürgeleştirme amacı taşıdığı bir şekilde yönetmesiyle mümkün bir hâl alıyor. Hayvan  ve dünya sömürüsü, toplumsal sorunlardan kaynaklandığı ya da onlarla ilgisi olduğu için toplumsal çözümler gerektiriyorlar.

Kapitalist toplumların sofistike sosyal, ekonomik, politik ve tarihî bir analizini ortaya koyamadığı ve toplumun bir sektöründe reformlar yaparak hayvanların acısını ortadan kaldırmaya çalıştığı için, hayvanları savunma hareketinin çoğunluğu,  Sol’un kendisine yönelttiği; reformist, tek konu odaklı bir hareket olduğu ve taleplerinin –potansiyel olarak hayvan özgürlüğünün hayvan sömürüsüne dayanan bir toplumu ve  ekonomiyi tehdit ettiği noktada radikal olarak görülse de- bütün yaşamı ve dünyayı çıkar sağlama, büyüme, tahakküm ve artırma amacıyla sömüren küresel bir sistem içerisine dahil olmaktan başka bir derdi olmadığı şeklindeki eleştirisi doğrudur.

Yeni köle ekonomisine saldırarak hayvan özgürlüğü hareketi küresel kapital için bir tehdit oluşturuyor; kendi başına devrimci bir güç değil, ama “küçük burjuva” etiketiyle  işi bağlamak da zor. Dünya çapında büyüme ve yayılmalarına, kapital mantığına ve bir çok köle ticaretine karşı –et, süt, yumurta; üretme ve dirikesim; deri ve kürk; “eğlence sektörü” ve diğerleri- hayvan özgürlükçüleri “eko-terörist” damgasını yemek ve son on yıl içerisinde herkese uygulanan ağır bir devlet baskısı pahasına kapitalizme ciddi bir tehdit oluşturuyorlar.

Genel olarak bakarsak, hayvan özgürlüğü; avcı ve patolojik bir insancılıktan, kökleri hayata hürmet duymaya ve toplumu doğayla ve biyoçeşitlikle harmanlayan yeni bir etiğe, kimliğe ve kültüre doğru yaşanacak kültürel bir paradigma kaymasını etkileme potansiyeline sahiptir. Hayvan özgürlüğü; insanların hiyerarşi, eşitsizlik ve  ayrımcılığı meşrulaştıran her türden argümanın temelsiz, yanlış ve keyfi olduğunu yavaş yavaş öğrendiği geniş tarihî bir öğrenme sürecinin sonucudur. Hayvan özgürlüğü insanlığın son iki yüz yıl içerisinde gerçekleştirdiği en ilerici etik ve ilerici gelişmeler üzerinde yükselir ve onları mantıksal sonuçlarına taşır. Hak, eşitlik ve şiddete başvurmama gibi mücadelelerini bir sonraki adımına, insancılığın ahlaki ve yasal yapay sınırlarının ötesine türcülüğün de dahil olduğu bütün önyargılara ve hiyerarşilere meydan okumak amacıyla taşımaktadır.

Ama sosyal, politik ve ekonomik değişimler, insan kimliğinde insanların dünyaya ait olduğu ama dünyanın insanlara ait olmadığını idrak ettikleri türden bir Kopernik Devrimi yaşadıkları derin etik psikolojik değişimler yaşanmadan hayata geçirilemezler. Veganlar ve hayvan özgürlükçüleri;  hakları, demokratik bilinçliliği, psikolojik büyümeyi ve biyolojik bağımlılığa yönelik bir farkındalığı tarihte önceden örneği görülmemiş bir seviyeye taşıma potansiyeline sahipler. Dahası, hayvan özgürlüğü, şirket tarımına, ilaç devlerine ve tedarikçilerine saldırırarak kapitalist büyüme ekonomisinin büyük sektörlerine meydan okuyor.

Sömürüden, eşitsizlikten ve adaletsizlikten şikayet eden, ekolojik sürdürülebilirliği savunan, sosyal analize yönelik holistik modellerin savunuculuğunu yapan Sol hareketlere hayvan özgürlüğünün meydan okuması, Sol’un insan ve hayvan özgürlüğü arasındaki karşılıklı derin ilişkileri idrak etmesi yönündedir. Bir türün diğer türlerin sırtından kurtuluşa ulaşması bir özgürlük hareketinin bütün etik ilkelerine zarar verir. Hayvan özgürlüğü Sol’un etik bir bakış içerisinde büyük bir adım atmak  için insancılığın konforlu sınırlarını aşması, ve böylece ahlâki çıtayı akıl ve dil sahibi olmaktan öznellik ve duygu sahibi olmaya yükseltmesini talep ediyor. Ekolojiyle yaşanan yüzleşmeler derinleşip Solcu teori ve kuramı zengileştirdiği gibi aynı şeyin hayvan özgürlüğü ile de olması gerek. Hayvan özgürlüğü mücadelesi bütün insanların alışkanlıklarında, eylemlerinde, değerlerinde ve kafa yapılarında radikal değişimler gerektiriyor; çünkü hayvan özgürlüğü sömürü pratikler üzerinde yükselen toplumsal kurumların ve ekonomik sistemlerinde de temelinden yeniden yapılandırılmasını gerektiriyor. Hayvan özgürlüğü demokrasi ve ekoloji için yeterli bir koşul değil, ama bir çok nedenden ötürü ekolojik, sosyal, kültürel ve  psikolojik değişim için gerekli bir koşuldur. Hayvan haklarını savunanlar hayvanlarla merhamet ve şefkate dayanan ilişkiler kurulmasını savunuyor, ama bu insanların dünya ve politik görüşleri kapitalist, sömürüyü savunan, ırkçı, cinsiyet ayrımcısı veya başka psikolojik yanlışları destekler bir tarzda olabilir. Kapitalist devlet ve ekonomiyi eleştirmekten uzak oldukları için derinlere  kök salması ve sağlamlaşması gereken daha geniş bir eleştirel bilinçlilikten de uzak kalıyorlar. Solcuların nadiren kendi türcülüklerini kabul etmesi gibi, bir çok hayvan hakları savunucusu da kapitalist ve devletçi ideolojileri yeniden üretiyor.

İnsan/hayvan özgürlüğü hareketlerinin birbiriden  öğreneceği çok şey var, hiç bir hareket diğeri olmadan amaçlarına ulaşamaz. Bu gerçekten tek bir  mücadele, tek bir kavga. İnsan/hayvan özgürlüğü denkleminin her iki yanında da daha geniş vizyonlara ve politikalara ciddi bir ihtiyaç var, yeni diyalog, öğrenme, ve stratejik birliklere gereksinim duyuluyor.

Gerçek bir devrimci sosyal teori ve hareket sadece tek bir türün üyelerini özgürlüğüne kavuşturmaz, bütün türleri ve dünyayı özgürlüğüne kavuşturur. Adını taşımaya lâyık bir devrimci  hareket ; ilk tarım toplumlarında görülen çiftçilik pratiklerinin özünde görüldüğü gibi hiyerarşi ve tahakkümün kadim kavramsal köklerini kavrayacak ve  araçsalcılığı ve hiyerarşik düşünceyi ve kurumları yenerek yeni bir etik (ekoloji ve hayvan özgürlüğü)ve doğa politikası oluşturabilecektir. Kapitalizmin uyuşmazlığını insanlığın en derin değerleri ve amaçlarıyla kavrayabilecektir. Demokratik, liberter sosyalist ve anarşist gelenekler üzerinde yükselebilecektir. Radikal yeşil, feminist ve yerli mücadelelerini bir araya getirecektir.

Hayvan, insan ve dünya özgürlüklerini küresel kapitalizme ve her türden tahakküme karşı topyekûn özgürlük mücadelesi şeklinde birbirine katacaktır. Bu mücadele, insanların hayvanlar ve dünya üzerindeki tahakkümü dahil, bütün asimetrik iktidar ilişkilerini ve hiyerarşi yapılarını bozmak zorunda. Bütün önyargı ve ayrımcılık biçimlerini yok etmek zorunda.- sadece ırkçılık, cinsiyet ayrımcılığı, homofobi ve engelli olmamak değil, türcülük ve insancılıkla ilgili bilimsel olarak yanlış ve ahlâken iğrenç yalanlarını da-. Böyle bir hareket devletin, medyanın ve küresel şirketlerin büyüyen iktidarını merkezîlikten uzaklaşma ve toplumun her katmanında demokratikleşmeyi savunmak  için ters yüz etmeli. Ancak bu şekilde toplum doğal dünyayla ve diğer türlerle uyum içerisinde yeniden oluşturulabilir.

Toplumsal bir hareket olarak olgunlaşırken, hayvan haklarını savunanlar “ toplumsal adalet”in sınırlı bir politik kavram olduğunu ve bütün türler özgür kalana dek hiç bir türün özgür olmadığını hatırlamamızı sağlıyor. Geleceğin sloganı “ biz tek bir ırkız, insan ırkıyız “ olmamalı;  “bizler tek bir toplumuz, biyotoplumuz… Gaia toplumu” olmalı.

Çeviri: CemC

http://hayvanozgurluguhareketi.wordpress.com/2011/02/20/21-yuzyil-devrimi-2/

February 22, 2011 Posted by | anti-endustriyalizm, anti-kapitalizm, anti-otoriter / anarşizan, sistem karsitligi, somuru / tahakkum, türcülük, doğa / hayvan özgürlüğü | Leave a comment

Namlunun Ucundaki Dünya. Ya da Sadelik Hareketinin Sorunu Ne? Derrick Jensen

Arkamızdan gelenler ya da bir zamanlar bu kültürün durdurduğu bu dünyadan geri kalanları miras alanlar- ister petrol fiyatının yükselişi, ekonomik çöküş, ekolojik çöküşle ya da doğal dünyayla ittifak halinde çarpışan cesur kadın ve erkeklerin çabaları sonucunda-sizin ya da benim hayatımızı nasıl yaşadığımızı umursamayacaklar. Ne kadar  çok çabaladığımızı umursamayacaklar. İyi insanlar olup olmadığımızı umursamayacaklar. Şiddet dolu olup olmadığımız umurlarında olmayacak. Gezegenin katledilmesinden dolayı yas tutup tutmadığımızı umursamayacaklar. Aydın olup olmadığımızı da umursamayacaklar. Harekete geçmemek için ne tür bahanelerimiz (“bu meseleyi düşünemeyecek kadar stres altındaydım”, ya da “hem çok büyük hem de çok korkunç” ya da “çok meşgulüm” ya da bilerce kez duyduğumuz nice bahane gibi)olduğunu umursamayacaklar. Ne kadar sade bir hayat sürdüğümüzü umursamayacaklar. Düşüncede ve eylemde ne kadar temiz ve saf olduğumuzu umursamayacaklar. Görmeyi dilediğimiz o değişim haline dönüşüp dönüşmediğimize de aldırmayacaklar.

Oyumuzu Demokratlara, Cumhuriyetçilere, Yeşillere, Liberterlere ya da hiç kimseye verip vermediğimizi de  umursamayacaklar. Bu konuda büyük kitaplar yazmamızı da  umursamayacaklar. Bu  ölümcül ekonomiyi sürdüren politikacılara ya da CEO’lara “merhamet” duyup duymadığımıza aldırmayacaklar. Onlar suyu içip içemediklerine, havayı soluyup soluyamadıklarına aldıracaklar. Toprağın onları besleyip besleyemeyeceğine aldıracaklar.

Birkaç ay önce bir toplantıda eylemci arkadaşlardan birisi ”eğer dünyamız çevre felaketiyle karşı karşıyaysa, nasıl yaşayacağız ?” diye sordu.

Bu soru birkaç sebepten dolayı beni etkiledi. Öncelikle bizim dünyamız değil, dünya. Dünyanın bize ait olduğu nosyonu- bizim ona ait olmamız gerekirken- sorunun önemli bir bölümünü oluşturuyor.

İkincisi,  bu sorunun aslında ana akım medya içerisinde (ve hatta bazı çevreciler arasında da ) dünyanın içinde bulunduğu durum ve bizim ona verdiğimiz cevapla alakalı sorulan neredeyse tek soru olması. “Yeşil yaşam” deyimini googleda aradığınızda 7,250,000 hit veriyor, Mick Jagger ve Keith Richards aramalarından daha fazla bir sonuç bu ( ya da diğer yönden bakarsak hayati öneme sahip John A.Livingston ve Neil Everndern’den bin kat daha fazla). Çıkan websitelerine tıkladığınızda aklınıza gelen şeylerle karşılaşıyorsunuz: “Yeşil Rehber: Alış Veriş Yap, Kurtar, Muhafaza Et”, “Hepimiz İçin Kişisel Çözümler” ve ”Tüketiciler İçin Tuvalet Kağıdı Rehberi”.

Bu sorunun beni etkilemesinin üçüncü ve  en önemli sebebi ise, sorunun yanlış soru olması. Sorunun nasıl yanlış olduğuna bakarak bazı doğru soruları aramaya başlayabiliriz. Bu çok önemli; çünkü yanlış sorulara doğru cevaplar bulmanın pek faydası yok.

O halde meselenin bir kısmı “çevre felaketiyle karşı karşıya olmak” deyiminde yatıyor, bu sözler sanki esas problemin çevre felaketi olduğu gibi bir hava yaratıyor. Ama değil. Bu bir semptom-bir tesir, yoksa  bir sebep değil. Küresel ısınmayı ve onu “çözmek” veya “durdurmak” veya “yumuşatma” girişimlerini bir düşünün. Küresel ısınma (ya da bazılarının haklı olarak söylediği gibi”küresel iklim felaketi”) çok korkutucu olsa da, ilk ve en önemli tehdit değil. Bu bir sonuç. Pikalar yok olmayacak  ya da buzullar erimiyor, ya da hava düzeni değişmiyor demiyorum; ama bu felaketler için küresel ısınmayı suçlamak , vurulan birisi için kurşun projektilini suçlamakla aynı şey. Küresel iklim felaketini çözmek, durdurmak ya da yumuşatmak için çaba göstermemeliyiz de demiyorum; ben sadece bütün bunların petrol ve gaz yakmanın, baraj inşaatının, endüstriyel tarımcılığın ve diğerlerinin önceden kestirilebilir sonuçları olduğunu kabul edersek başarma şansımızın artacağını söylüyorum. Gerçek tehdit, bunların hepsi.

Aynı şeyler dünya çapında yaşanan ekolojik çöküş için de geçerli. Ekstraktif ormancılık ormanları yok ediyor. Ekstraktif ormancılık orman toplumlarının –bitkilerin, hayvanların, mantarların, nehirlerin, toprağın ve diğerlerinin-çökmesine sebep olduğu zaman buna şaşırmak niye? Bunu daha önce de bir iki kez gördük. Irak’ı düşündüğünüzde aklınıza gelen ilk görüntü çok sık olduğu için güneş ışınlarının asla yeryüzüne ulaşamadığı sedir ormanları mı? Bu ekstraktif kültürün başlangıcından önce öyleydi; bu kültürün ilk yazılı mitlerinden birisi Gılgamış’tır, Gılgamış şehirler kurmak için Irak’ın tepe ve ovalarındaki ağaçları keser. Yunanistan da önceden yoğun ormanlardan oluşuyordu; Plato ormanları yok etmenin su kalitesine zarar verdiğini düşünüyordu(ve eminim Atina’nın su kalitesinden sorumlu olanlar da aynen bugünkü gibi düşünerek su kalitesiyle ormanları yok etmek arasında bağlantı var mı incelemek gerekir demişlerdi). Bir kültür ormanları böylesine etkili bir şekilde yok ederken orman toplumlarının hayatlarını sürdürebileceğine inanmak biraz hayalcilik oluyor.

Nehirlerde de aynı şey söz konusu. Sadece ABD’de 2 milyon baraj var, bunlardan 70 bini 6 fit yüksekliğinde, 60 bini ise 13 fitten yüksek. Buna rağmen balık topluluklarının yok olmasına şaşırıyoruz. Aynı şeyi otlaklar için de tekrar edebiliriz, ormanların yok edilme oranından fazla otlaklar tarım tarafından yok ediliyor; okyanuslarda ise plastik oranı bitkisel planktondan 10 kat fazla (ormanlar da aynı oranda plastikle doldurulsa  90 fit derinliğinde strafor olurdu); göçmen kuşlar gökdelenlerden haşere ilaçlarına dek her şey tarafından tehdit altında; liste böyle devam ediyor.

Burada önemli olan, dünya çapında yaşanan ekolojik çöküşün dışsal ve önceden kestirilemez bir tehdit olmaması- ya da yüzümüze çevrilmiş bir namlu filan olmaması. Bir tüfeğin namlusuna bakmıyoruz da değil, bakıyoruz; doğru bir şekilde tanımlarsak daha iyi olur. Eğer somon balıklarını, mersinbalığını, Kolombiya nehrini, amfibileri kastediyorsak o zaman söz konusu tüfek endüstriyel uygarlıktır.

Meselenin ikinci kısmı sorulan sorunun gelecekte başımıza gelecek bir tehditle karşı karşıya olduğumuzu varsayması-yani daha tüfek ateşlenmemiş gibi. Ama Dehşet çoktan başladı. Yaban güvercinlerine sorun. Eskimo çulluklarına sorun. Deniz kuşlarına sorun. Her yerdeki geleneksel yerli toplumlarına sorun. Bu potansiyel bir tehdit değil, tam tersine uzun zaman önce başlamış bir tehdit.

Metaforla alakalı daha büyük bir mesele, ayrıca Orion dergisindeki bu yeni sütunun da sebebi bu, en sonda sorulan soru: “Hayatımı nasıl yaşayacağım?” Buna adım adım bakalım. Tüfeğin  ne olduğunu bulduk: başlangıcından beri ormanları yok eden, balıkları, suları, toprakları yok eden, her şeyi yağmalayan, yok eden bu ekstraktif kültür. Tüfeğin daha önce ateşlendiğini ve sevdiğimiz bir çok canlıyı, Carolina muhabbet kuşlarından kestane güvelerine dek bir çok canlıyı öldürdüğünü biliyoruz. Şimdi tüfek daha fazla sayıda sevdiğimiz canlıya ateş etmeye hazırlanıyor, ateşleniyor, bu sefer Sibirya kaplanlarından Hint timsahlarına, bütün okyanuslara, sizi ve beni de içine alarak aslında bütün dünyaya yöneltiliyor namlu. Eğer bu metaforu daha gerçek yaparsak, o zaman bu sorunun-diğer bir çok sorudan daha fazla sorulmuş bu sorunun- neden yanlış soru olduğunu anlayabiliriz. Eğer birisi evinizi yağmalıyor, sevdiklerinizi teker teker ( ya da hepsini birden) öldürüyorsa o zaman yüreğinizi yakan soru, hayatımı nasıl yaşamam gerekir?  sorusu mu olurdu? Sizin adınıza konuşamam; ama benim soracağım soru şu olurdu: bu psikopatları nasıl etkisiz hale getirebilirim? Gerekli bütün araçları kullanarak onları nasıl durdururum?

Nihayet can alıcı noktaya geliyoruz. Arkamızdan gelenler ya da bir zamanlar bu kültürün durdurduğu bu dünyadan geri kalanları miras alanlar- ister petrol fiyatının yükselişi, ekonomik çöküş, ekolojik çöküşle ya da doğal dünyayla ittifak halinde çarpışan cesur kadın ve erkeklerin çabaları sonucunda-sizin ya da benim hayatımızı nasıl yaşadığımızı umursamayacaklar. Ne kadar  çok çabaladığımızı umursamayacaklar. İyi insanlar olup olmadığımızı umursamayacaklar. Şiddet dolu olup olmadığımız umurlarında olmayacak. Gezegenin katledilmesinden dolayı yas tutup tutmadığımızı umursamayacaklar. Aydın olup olmadığımızı da umursamayacaklar. Harekete geçmemek için ne tür bahanelerimiz (“bu meseleyi düşünemeyecek kadar stres altındaydım”, ya da “hem çok büyük hem de çok korkunç” ya da “çok meşgulüm” ya da bilerce kez duyduğumuz nice bahane gibi)olduğunu umursamayacaklar. Ne kadar sade bir hayat sürdüğümüzü umursamayacaklar. Düşüncede ve eylemde ne kadar temiz ve saf olduğumuzu umursamayacaklar. Görmeyi dilediğimiz o değişim haline dönüşüp dönüşmediğimize de aldırmayacaklar.

Oyumuzu Demokratlara, Cumhuriyetçilere, Yeşillere, Liberterlere ya da hiç kimseye verip vermediğimizi de  umursamayacaklar. Bu konuda büyük kitaplar yazmamızı da  umursamayacaklar. Bu  ölümcül ekonomiyi sürdüren politikacılara ya da CEO’lara “merhamet” duyup duymadığımıza aldırmayacaklar. Onlar suyu içip içemediklerine, havayı soluyup soluyamadıklarına aldıracaklar. Toprağın onları besleyip besleyemeyeceğine aldıracaklar.

Hepimiz büyük bir dönüşümle alakalı fanteziler kurabiliriz; ama eğer insanlar (ve insan olmayan canlı toplumları) nefes alamıyorsa o zaman hiçbir önemi yok. Bu kültürün gezegeni öldürmesinin önüne geçmekten daha önemli bir şey yok. Bunu söylemek bile utanç verici. Toprak her şeyin kaynağıdır. Eğer gezegeniniz yoksa, o zaman ekonomik sisteminiz yoktur, ruhsallığınız yoktur, bu soruyu bile soramazsınız. Eğer gezegeniniz yoksa hiç kimse soru soramaz.

Peki ben hangi soruyu sorardım? “Hayatımı nasıl yaşayacağım?” diye sormak yerine  insanlar yaşadıkları toprağa, onlara hayat veren toprağa şu soruyu sorsalardı: “senin müttefiğin olmak için, seni  bu kültürden korumaya yardımcı olmak için ne yapabilirim ve ne yapmam gerekiyor? Bu kültürün seni öldürmesine son vermek için beraber ne yapabiliriz?” Eğer bu soruyu sorarsanız ve dinlerseniz, toprak neye ihtiyacı olduğunu size söyleyecektir. O zaman geriye tek gerçek soru kalıyor: bunu yapmayı istiyor musunuz?

Orion dergisi
2009 Mayıs/Haziran sayısı

Çeviri:CemC http://hayvanozgurluguhareketi.wordpress.com/2010/11/06/namlunun-ucunda-dunya/

February 16, 2011 Posted by | anti-endustriyalizm, anti-kapitalizm, anti-otoriter / anarşizan, türcülük, doğa / hayvan özgürlüğü, tuketim karsitligi | Leave a comment

ODTÜ’lü Yeşil Anarşistler: Endüstriyel çiftliklerde işkence ve zulümle elde edilen yumurta bir direniş aracı değildir!

ODTÜ’lü yeşil anarşistler son günler­de kimi sol grupların revaçta olan yumurta atma eylemliliklerine dair bir itiraz ve uyarıda bulundular. Hükümetin soygun politikalarına karşı tepki veren öğrencilerin endüstriyel tavuk çiftlik­lerinde işkence ve zulümle elde edilen yumurtanın bir direniş aracı olmadığını aksine bir canlının bebeği ve tavuklara yapılan zulümle elde edildiğini anlata­bilmek için “Yumurta ne değildir?” baş­lıklı afişler hazırladılar.

Sosyal adalet ve özgürlük mücadele­lerinin, her türlü zulüm ve tahakküm biçimini sorgulaması ve reddetmesi gerekmektedir. Bugün tutsaklar için, baskı altına alınan bireyler ve halklar için özgürlük talep eden herkes, dünya üzerindeki yıkıcı endüstriyel kapitalist etkinliklerin karşısında olmak sorum­luluğuna sahiptir. Bu anlamda hayvan hakları sosyal haklardan bağımsız veya ayrı düşünülemez.

Dünyada her yıl milyonlarca hayvan, deneylerde kesilip biçiliyor, ısıtılıyor, donduruluyor, zehirleniyor, aç bırakılı­yor, parçalanıyor, depresyona sokulu­yor, ruh hastası yapılıyor ve her yıl yak­laşık 50 milyar hayvan, et endüstrisi için öldürülüyor. Bunun 6 milyarı, 9 haftalık kısa bir süre sonra katledilen tavuklar­dan oluşuyor. Kuluçkaya yatan tavuklar, 5′erli veya 6′şarlı olarak 35 cm’lik ka­feslerde tutuluyor ve bu tavukların %20′si yaşam koşullarından dolayı stresten ve hastalıklardan ölüyorlar. Hayatla­rının her saniyesinde acı çekip bazen hiç güneş ışığı görmeden ya da toprağa ayak basmadan öldürülüyorlar.

Bugün hapishaneler insanlar için her ne kadar sınıflı-tahakkümcü toplumların ürünüyse, sirkler, mezbahalar, endüstri­yel çiftlik, deney merkezleri, hayvanat bahçeleri, petşoplar da aynı derecede bu tahakkümcü toplumların ürünüdür. “İlerleme”, “insanlığın gelişimi”, “me­deniyet” gibi kavramlarla süslenerek ge­zegen üzerinde sömürülmedik coğrafya, insan ve hayvan bırakmayan bu kültüre karşı tek yönlü bir mücadelenin iki yüzlü olacağının vurgulanması ge­rekmektedir.

Bu çerçevede hakları için müca­dele eden öğrencilerin direnirken kullandıkları araçlar, düşmanlarını besleyen araçlardan ziyade onları alaşağı edecek doğrudan eylemler olmalıdır. ODTÜ’de Erdoğan’ın üniversiteye gelmesiyle patlak veren olayların bir öğrenci ayak­lanmasına dönüştürülmesi ve devletin fiziksel olarak kapı dışarı edileceği bir işgal girişimi medyanın ilgisini çeken bu magazinel biçimden daha etkili ola­caktır. Keza karizma çizmek için soy­gunculara ve faşistlere atılacak zulüm ürünü olmayan başka malzemeler de var­dır. Kırmızı boya, toprak, taş, yanıcı madde dolu şişe, bok, sopa, para, misket, silgi, ki­tap, kağıt uçak vs. bir çok malzeme üretim süreçleri açısından tavuk endüstrisi kadar işkenceli süreçlerini içermez.

Direnen öğrenci arkadaşlarımıza direnir­ken hangi aracı kullanması gerektiğini öğretecek değiliz. Ancak zalimlere karşı mücadele ederken tavuk endüstrisinin bu zalim uygulamalarını aklımızda tutmak ge­rektiğini vurgulamak isteriz.

“Herkesi yumurtaya, hayvanlara, suya, dağlara farklı bir gözle bakmaya çağırıyo­ruz.

“İnsana, hayvana, yeryüzüne özgürlük…”

February 16, 2011 Posted by | anti-endustriyalizm, anti-kapitalizm, anti-otoriter / anarşizan, türcülük, doğa / hayvan özgürlüğü | Leave a comment

Fight Our Common Enemy: Global Industrial Capitalism

The thrilling story of revolutionaries saving the world from ecocidal maniacs!

Global capitalism is the economic system that dominates the planet. It runs on the exploitation of human labor to turn the living world into dead commodities, for the profit of a few. The small, powerful minority who own the means of production enforce their dominance through their control over political and cultural institutions, and their monopoly on force. They create a situation of dependency – forcing us to work for them to obtain basic needs like food and shelter. They annihilate those who resist or refuse to assimilate.

This system values profit over life itself. It has been built on land theft and destruction, genocide, slavery, deforestation and imperialist wars. It commits numberless atrocities as a matter of routine daily functioning. It kills 2.4 million children worldwide under age 5 each year by withholding adequate nutrition. It kills 100,000 people annually in the US by denying decent health care. More than 54% of the US discretionary budget is spent on perpetrating imperialist aggression, and recent casualties include more than a million civilians in Iraq, and more than 46,000 American soldiers in Afghanistan and Iraq. Aside from outright murder, the economic and psychological violence wrought upon the world’s inhabitants is so extensive and comprehensive that it’s effectively all-encompassing.

The system is killing the entire planet, the basis for all life. It’s converted 98% of old growth forests into lumber. 80% of rivers worldwide no longer support life. 94% of the large fish in the oceans are gone. Phytoplankton, the tiny plants that produce half of the oxygen we breathe, have declined by 40% since 1950. 120 species per day become extinct.

Industries produce 400 million tons of hazardous waste every year. Recently, the water in 89% of US cities tested has been found to contain the carcinogen hexavalent chromium. To feed capitalism’s insatiable need for economic expansion, increasingly dangerous methods of energy extraction are being perpetrated: deep sea drilling, oil extraction from tar sands, fracking. No matter the consequences, no matter what the majority of people may want, those in power insist on (and enforce) their non-negotiable right to poison the land, water and air in pursuit of maximum profit.

The threat to our common existence on Earth is accelerating and intensifying. This is a situation of extreme urgency.

Clearly, a global economic system based on perpetual growth is unsustainable. A system characterized by oppression and coercion is pure misery for the majority. The obvious conclusion is that we need to get rid of it, and change to a way of life that doesn’t involve exploitation and ecocide. But first we must face one hard fact: this system won’t stop unless it’s stopped. It can not be escaped, reformed, redeemed, cajoled, abandoned, or rejected. It must be fought, defeated and dismantled.

The global economy is currently falling deeper into a convergence of deep crises. This presents us with a rare opportunity to build resistance. More than an opportunity, this is also a necessity, and our responsibility. This situation is crying out for action.

Yet our movement is weak and fragmented, unable to adequately respond. Our habitual modes of opposition (like protests and demonstrations) no longer seem to work in the ways they once did, and we are unsure how to best proceed. Currently there is no organizational formation that is capable of engaging this situation on the scale that is required. Yet there are countless individuals and small groups who, though we may disagree on much, share the desire for a sustainable, classless alternative to this omnicidal system.

If we are to survive, we must develop ways to work together to combat global capitalism and its crimes, and ultimately bring it down. Individually we are weak and ineffective; together we can be strong. We must build a movement that embraces our political and ideological diversity, and our independent autonomy, while creating mechanisms for common and complementary action. The struggles to end all forms of domination, oppression and ecocide are intertwined. If we can unite our energies, we will increase our chances for success.

Let’s unite and organize to destroy global capitalism, before it destroys us.

http://minimumsecurity.net/blog/2011/01/07/fight-our-common-enemy-global-industrial-capitalism/

Severe Droughts

 

February 10, 2011 Posted by | anti-endustriyalizm, anti-kapitalizm | Leave a comment

Corporate Thinktanks and their scientists want to engineer the world’s climate!

The powerful coalition that wants to engineer the world’s climate

Businessmen, scientists and right-wing thinktanks are joining forces to promote ‘geo-engineering’ ideas to cool the planet’s climate

by Clive Hamilton
guardian.co.uk, Monday 13 September 2010

Read the article here:

http://www.guardian.co.uk/environment/2010/sep/13/geoengineering-coalition-world-climate

* * *
Excerpts and my comments:

Or dark-coloured forests could be converted into light-coloured grasslands that reflect more sunlight.

Cut down forests to save the environment — they’re really saying this? They’ll do anything to avoid slowing down their profit-machine global economy.

Economically it is an extremely attractive substitute because its cost is estimated to be ‘trivial’ compared to those of cutting carbon pollution.

They deny global warming until it’s too late, then suddenly it’s an emergency only they can solve by insane means.

A year ago an article about this came out in the NYT with the tone of “geoengineering is an interesting crazy idea that no one believes will ever happen.” As soon as they did that, it was clear what the direction of it would be. They always float out new outrageous things as “crazy ideas that they would never do” to get the public used to it, to prepare us for later shoving it down our throats.

We need to stop these people.

February 10, 2011 Posted by | anti-endustriyalizm, anti-kapitalizm, iklim | Leave a comment

Our Planet, Our People are not Expendable! We Refuse To Sacrifice Life for Corporate Profits. Stephanie McMillan

This is a draft leaflet I wrote and am proposing for a group of South Florida activists. Even though it’s not final, I’ll share it here.
* * *
OUR PLANET, OUR PEOPLE ARE NOT EXPENDABLE!
WE REFUSE TO SACRIFICE LIFE FOR CORPORATE PROFITS!

The Gulf of Mexico has been destroyed. Immeasurable, irreparable damage has been done to wildlife, the health of the ocean, and people’s livelihoods. We have been cursed for years to come. It can not, as BP promises, be “made right.” In fact, even after this utter catastrophe, crimes against the planet and its inhabitants continue without pause.

We are told that the government is supposed to guarantee the rights of the people. But when a big corporation decides our rights are not in their interests, then POOF! They vanish into thin air. In a clear violation of our rights to free speech and a free press, government agencies have assisted BP’s lies and cover-up by restricting media access, threatening journalists with felony charges and $40,000 fines. Uniformed police officers in Louisiana have harassed photographers at public beaches. BP has threatened workers with firing if they talk to anyone about anything.

We are also told that the government’s purpose is to protect the country and us. But instead the government helps big corporations plunder the country and trash our lives. The Minerals Management Service allowed BP to cut corners and violate safety regulations, leading finally to the fatal decision to save a few hundred thousand dollars by not installing a backup valve.

When BP ignored an order by the Environmental Protection Agency to stop using the dispersant Corexit 9500 (a poisonous compound banned in Europe), the EPA did absolutely nothing. Millions of gallons are still being dumped into the Gulf, even as it has been shown to evaporate and fall as toxic rain, and is damaging plants far inland.

BP and its employees have given more than $3.5 million to federal candidates during the past 20 years, with the biggest portion going to Obama. It also spent $15.9 million on lobbying last year alone, for the purpose of controlling energy policy.

What does all this tell us?

The government repeatedly sells us out to corporate interests. It sells out our rights, our health, our safety, our livelihoods, our lives, and the natural world. The government is merely a tool to facilitate the conversion of life into profit.

The BP spill is not an accident. It is an inevitable consequence of a global economic system that values profit over life. The BP spill is not unique. Oil companies have ruined large areas of the Niger Delta, Ecuador and other parts of the world, and they will continue to do so until they are stopped.

The ruthless pursuit of profit has caused 98% of old growth forests to be cut down. 99% of the prairies are gone. 80% of rivers worldwide no longer support life. 94% of the large fish in the oceans are gone. 120 species per day becomes extinct. Now the Gulf of Mexico has been ruined. Clearly, a global economic system based on perpetual growth is unsustainable. Yet those who run this system do not stop, will not stop.

At what point will we stop accepting this?

We can not stand by while big corporations like BP, with the assistance of the US government, destroy our lives and our planet. We should have stopped them a long time ago. Now we must stop them before they do even more damage, before they kill everything. We depend upon the natural world — we must now urgently come to its defense.

 

http://www.stephaniemcmillan.org/codegreen/2010/07/

http://minimumsecurity.net/blog/2010/07/17/our-planet-our-people-are-not-expendable/

February 10, 2011 Posted by | anti-endustriyalizm, anti-kapitalizm, ekoloji, iklim, isyan, sistem karsitligi, somuru / tahakkum, türcülük, doğa / hayvan özgürlüğü | Leave a comment

The Art of Nothing – Thomas J. Elpel

Westerners who first met the Shoshonean bands of Indians in the Great Basin Desert typically described them as being “wretched and lazy”. Many observers remarked that they lived in a total wasteland and yet seemed to do nothing to improve their situation. They built no houses or villages; they had few tools or possessions, almost no art, and they stored little food. It seemed that all they did was sit around and do nothing.

The Shoshone were true hunter-gatherers. They spent their lives walking from one food source to another. The reason they did not build houses was because houses were useless to them in their nomadic lifestyle. Everything they owned they carried on their backs from place to place. They did not manufacture a lot of tools or possessions or art, because it would have been a burden to carry.

We often expect that such primitive cultures as the Shoshone must have worked all the time just to stay alive, but in actuality these were generally very leisured peoples. Anthropological studies in different parts of the world have indicated that nomadic hunter-gatherer type societies typically worked only two or three hours per day for their subsistence. Like the deer and other creatures of the wild, hunter-gatherer peoples have nothing more to do than to wander and eat.

The Shoshone had a lot of time on their hands only because they produced almost no material culture. They were not being lazy; they were just being economical. Sitting around doing nothing for hours on end helped them to conserve precious calories of energy, so they would not have to harvest so many calories each day to feed themselves.

Today many of us westerners find ourselves fascinated with these simple cultures, and a few of us really dive into it to reproduce or recreate the primitive lifestyle. In our typical western zeal we get right into it and produce, produce, produce. We work ambitiously to learn each primitive craft, and we produce all kinds of primitive clothing, tools, containers, and art, and just plain stuff. True hunter-gatherer cultures carried all their possessions on their backs, but us modern primitives soon find that we need a pickup truck just to move camp! In our effort to recreate the primitive lifestyle we find that we have ironically missed our mark completely– that we have made many primitive things, but that we have not begun to grasp the true nature of a primitive culture. To truly grasp that essence requires that we let go, and begin to understand the art of doing nothing.

Understanding the art of nothing is a somewhat challenging concept for us westerners. When we go on a “primitive” camping trip, we take our western preconceptions with us. We find a level spot in a meadow to build our shelters, and if a site is not level then we make it so. Then we gather materials and start from scratch, building the walls and roof of a shelter. We do what we are accustomed to; we build a frame house on a surveyed plot in the meadow. Then we gather materials and shingle our shelter, regardless of whether or not there is a cloud in the sky, or whether or not it has rained at all in a month.

Part of the reason we act this way stems from our cultural upbringing. Another part of it is simply because it is easier for those of us who are instructors to teach something rather than to teach nothing. It is much easier to teach how to make something than to teach how not to need to make anything. The do-something approach to primitive skills is to make everything you need, while the do-nothing method is to find everything.

For example, the do-nothing method of shelter is to find shelter, rather than to build it. Two hours spent searching for a partial shelter that can be improved upon can easily save you two hours of hard-working construction time, and you will usually get a better shelter this way. More so, the do-nothing method of shelter is to look first at the incoming weather, and to build only what is needed. If it is not going to rain then you may be able to do-nothing to rain-proof your shelter. Then perhaps you will only need to put your efforts into a shelter that will keep you warm, instead of both warm and dry.

There are many things, both small and large, that a person can do, or not do, to better the art of doing nothing. This can be as simple as cupping one’s hands to drink from the stream, instead of making and carrying a cup, to breaking sticks to find a sharpened point, rather than using a knife to methodically carve out a digging stick. Hand carved wooden spoons and forks are do-something utensils that you have to manufacture, carry, and worst, that you have to clean. But chopsticks (twigs) are do-nothing utensils that do not need to be manufactured or carried, and you can toss them in the fire when you are done.

Henry David Thoreau wrote of having a rock for a paperweight at his cabin by Walden pond. He threw it out when he discovered he had to dust it. This is the very essence of a do-nothing attitude.

The do-nothing approach to primitive skills is something that you do. Doing nothing is a way of saving time and energy, so that you can finish your daily work more effectively. One thing that I have found through the years of experimental research into primitive skills, is that there is rarely enough hours in a day to complete all of a day’s tasks. It is difficult to go out and build a shelter, make a working bowdrill set, set traps, dig roots, make bowls and spoons, and cook dinner. Hunter-gatherer societies succeeded in working only two to three hours per day, yet in our efforts to reproduce their lifestyle we end up working all day.

Doing nothing is an approach to research; it is a way of thinking and doing. For instance, I do a lot of timed studies of various primitive skills: i.e.: how long does it take to construct a particular shelter? How much of a particular food resource can I harvest per hour? Can I increase the harvest using different gathering techniques? One thing I have noted is that it is only marginally economical to manufacture common primitive deadfall traps. It is time intensive; it adds weight to carry, and the traps often have short life-spans. The do-nothing alternative is to use whatever is at hand, to pick up sticks and assemble them into a trap, without even using a knife. Preliminary tests of this “no-method” have produced results equal to conventional, carved and manufactured traps, but with a much smaller investment of time.

Primitive hunter-gatherer type cultures were very good at doing nothing. Exactly how well they did this is difficult to determine, however, because doing nothing leaves nothing behind for the archaeological record. Every time we find an artifact we have documentation of something they did; yet the most important part of their skills may have been what they did not, and there is no way to discover what that was by studying what they did.

Nevertheless, what you will discover for yourself, as you learn the art of doing nothing is that you are much more at home in the wilderness. No longer will you be so dependent on a lot of tools and gadgets; no longer will you need to shape the elements of nature to fit our western definitions. You will find you need less and less, until one day you find you need nothing at all. Then you will have the time on your hands so that you can choose to do nothing, or even to go do something.

(Thomas J. Elpel is the director of Hollowtop Outdoor Primitive School in Pony Montana)

February 3, 2011 Posted by | anti-endustriyalizm, anti-otoriter / anarşizan, ekokoy - permakultur, ekolojist akımlar, komünler, kolektifler, sistem karsitligi, somuru / tahakkum | Leave a comment

Corporate Power, Ecological Crisis, and Animal Rights – Carl Boggs

The global ecological crisis, deepening with each passing year, threatens the world as never before, an outgrowth of unrestrained corporate power that today colonizes every realm of human life. The crisis intersects with virtually every social problem, from declining public health to chaotic weather patterns, growing poverty, resource depletion, agricultural collapse, even military conflict. It goes to the core of industrialism and modernity, to relentless efforts by privileged interests to commodify and exploit all parts of the natural world, including most natural habitats and species within it. The power of a neoliberal international system based in the United States and a few other advanced capitalist nations is so great, moreover, that a crisis which earlier might have been contained now veers out of control, with few political mechanisms or counterforces to resist it. Living habitats are being ravaged at such an alarming rate that the carrying capacity of the earth has already been exceeded, a process of destruction justified by resort to such high-sounding virtues as social progress, material prosperity, and national security. Since transnational corporations, bolstered by immense government and military power, recognize few limits to their quest for wealth and domination, anti-system movements will be forced to adopt increasingly radical politics—progressive socialization of the state and economy, alternative modes of production and consumption, a new paradigm of natural relations. This means nothing short of a qualitative break with longstanding patterns of development if the planet is to be saved from imminent disaster.

If a political shift of this magnitude seems utterly remote and utopian, that is to be expected: genuine alternatives to the global corporate-military tyranny are presently weak and fragmented, and what exists lacks strategic coherence. Some progressive forces retain the capacity to disrupt business-as-usual, others have the power to achieve limited reforms, but none pose any real threat to the power structure. There are no truly anti-system movements of any scope or permanence, including among the multitude of environmental organizations and groups, despite the urgency of the crisis. In the case of animal rights, three decades of popular struggles have shown that even modest gains have been won slowly, with great difficulty, and against imposing obstacles. Of course this problem is scarcely unique to the challenge of transforming natural relations: time-honored goals of disarmament, ending poverty, and conquering disease, for example, are today no closer to realization than they were many decades ago. Still, where struggles to dramatically uplift the world raise such compelling political and moral issues, pessimism or resignation is simply no option insofar as history shows that even limited victories can set in motion more far-reaching dynamics of change. In the existing state of affairs, moreover, an attitude of retreat makes less and less sense insofar as fissures and cracks in a seemingly efficient monolithic system have begun to widen as global capitalism reaps more and more of its own bitter harvest.

Home to an aggressive global empire, the United States has built far-flung networks of corporate, political, and military power that only grudgingly recognize boundaries to their restless ambitions. Across its history this imperial system has followed a path of continuous and violent expansion, colonizing whatever it could, including nations, cultures, working peoples, resources, all of nature—indeed anything that could be turned into profitable commodities. Its vast arsenal of doomsday weapons, now being refined and upgraded,have held the world at its mercy for many decades. Elites and their ideological mouthpieces celebrate this murderous order fueled by racism and national chauvinism and rooted in an arrogant exceptionalism—that is, the righteous conviction that the “American model” rooted in Manifest Destiny is the very best ever invented, the perfect embodiment of progress, modernity, and democracy. Any violent methods deemed necessary to spread this “model” are considered rational and legitimate, in fact routine, part of the ordinary scheme of things. U.S. imperial domination has a long record of ruthless interventions unmatched in the postwar decades: repeated forcible overthrows of foreign governments, covert operations around the globe, several million dead along with tens of millions casualties, millions more displaced from homes and communities, ravaged natural environments from Korea to Vietnam to Iraq. In such a universe it is to be predicted that the fate of nonhuman animals would be many times worse, creatures also victimized without end by war and ecological assault—not counting those imprisoned and slaughtered each year by the tens of billions for food, sports, biomedical research, and entertainment.

The struggle for animal rights—for fundamentally altered relations between humans and nature—intersects in many ways with the modern crisis, and thus also with the imperatives of future social change—a concern that can no longer be so easily dismissed as the rantings of a few isolated misanthropes. Three decades ago Peter Singer called for a new kind of liberation movement, one demanding a radical expansion of human moral horizons—above all, rejection of the horrors people have for centuries visited on other sentient beings, a condition historically viewed as natural and unchangeable.[1] For Tom Regan, the problem revolves around humans choosing to instrumentalize nonhuman beings as simple resources within an exploitative system that must be overturned in toto, a system that fails to recognize a crucial moral principle—that all sentient beings have inherent value, each the experiencing subject of life, each a conscious being with defensible interests, including the avoidance of human-inflicted pain, suffering, and death. Regan insists that we go beyond the ethic of “humane treatment” to embrace the goal of abolitionism, implicit in a strong rights position taken from the progressive side of liberal theory.[2] Once animal interests are situated within a larger social and ecological context, as they sooner or later must be, the struggle for human and animal equity becomes part of an integrated whole. Accumulated evidence shows that animal exploitation is tightly linked to the ecological crisis in many ways, a connection that unfortunately seems to have escaped most environmentalists and leftists. The findings are clear: the same animal nightmares produced routinely by agribusiness, the meat industry, and fast-food companies also brutalize humans, as employees facing harsh working and living conditions as well as consumers suffering the toxic health effects of a meat-centered diet. The animal-food economy also devours massive resources in the form of water, land, and energy while consuming nearly half of all grains and vegetables produced in a world facing imminent and drastic food shortages and generating more pollution and dangerous wastes products than any other economic sector. This enormous meat complex is also the locus of increasing disease transmission worldwide, yet another blessing of “free market” corporate capitalism.

Today the global corporate system constitutes an ominous threat to both human and nonhuman life, an exploitative, repressive, and unsustainable juggernaut that treats all living beings as resources within a swollen production and marketing regime, as disposable commodities far removed from any moral status. If within this system the oppression of humans and animals is deeply intertwined—a guiding premise of this essay—it follows that pursuit of global justice entails new efforts to include groups (in this instance animals) previously excluded from the political calculus. At this point the ethical, political, and ecological case for advancing the interests of nonhuman sentient beings, for ending the regimen of institutionalized barbarism, is so overwhelming as to force debate from the realm of scientific “evidence” (do animals feel pain, for instance) to that of radical strategy. The main challenge ahead, therefore, is to reconstruct social and political theory to take fully into account the epochal struggle to transform natural relations within a broader, anti-system agenda of challenging the modern crisis.

Since the appearance of Singer’s Animal Liberation in 1975, followed by Regan’s The Case for Animal Rights in 1982, an incremental but clearly-visible shift in the public view of human-animal relations has occurred, inspired by a growing output of books, articles, and films, the appearance of organizations and grassroots movements, and lifestyle changes (vegetarianism and green consumerism, for instance) under the rubric of “animal rights”.[3] Previously obscured from critical inquiry, nonhuman nature became the object of philosophical discourse, mostly confined to universities in Europe and the United States. The result has been a series of reforms leading to more humane treatment of animals, the spread of direct-action politics around such issues as hunting, trapping, lab testing, and animal farming, and greater public readiness to take animal interests seriously, leading, for example, to stiffer prison sentences in cases of animal cruelty. There is a general heightened awareness, thanks partly to the Darwinian legacy, that humans and animals occupy the same temporal space, their fates organically bound together within the same planetary ecology. Yet the overall situation remains grim: long-established practices—hunting, trapping, slaughtering, lab experimenting, circuses—continue more or less without interruption, few debates over these gruesome practices ever reaching the political sphere. Moreover, aside from its marginal leverage within the radical-ecology movement, animal-rights discourse has scarcely entered into or altered the work of left/progressive groups in the United States, across a span of some thirty years since Singer’s book first appeared. Paradoxically, theoretical contributions to our understanding of natural relations have appeared mostly outsidethe ambience of left politics, from writers and activists with at best peripheral involvement in labor, socialist, anarchist, and left-liberal groups. Sadly, the result is that the project of animal rights remains alien to the major social-change enterprises of the current period.

Institutionalized Barbarism

Efforts to overturn the system of animal exploitation will have to begin the difficult process of ideological delegitimation, that is, subversion of those hegemonic beliefs and attitudes which maintain speciesism in its multiple forms. Unfortunately, despite new theoretical inroads, the brutal treatment of other species remains outside what is considered respectable public debate, understandable given the corporate largesse involved, the huge propaganda apparatus employed by the food, gun, and biomedical interests, and the undiminished power of ingrained cultural traditions. The meat phenomenon alone amounts to something of a national secular religion, helping to shape perceptions of gender and class, national identity, and even race relations.[4] Influential philosophical, religious, political traditions serve to justify and even celebrate the use of animals for every imaginable purpose, endowing human preferences with a veneer of moral righteousness and social progress: the major God-based theologies, exalted philosophers (Aristotle, Aquinas, Descartes, and Kant), Enlightenment rationality with its fetishism of technological and industrial growth. These traditions carry forward, and help solidify, the very imperatives of domination and speciesism that block any political solution to the modern crisis.

Radical voices, fortunately, can nowadays be heard with increasing frequency, many offering at least passing glimpses into an alternative, ecologically-viable future, with natural relations in particular developing into a crucial zone of ethical contestation. Regan, the pioneering rights theorist, probably best articulates the thesis that no sentient being ought to be “viewed or treated as a mere receptacle or as one who has value merely relative to the interest of others.”[5]Robbins, author of the seminal Diet for a New America and The Food Revolution, has done more than any other writer to ask humans to reflect on the torture that food animals are forced to endure. In a typical passage he states: “As I’ve learned what is done to farm animals in modern meat production, there have been times that I’ve not known how to live with the pain I felt. It can be overwhelming to think of each of these billions of creatures as individual beings with personalities and feelings, yet forced to endure such deprivation.”[6] Gary Francione, in his comprehensive Introduction to Animal Rights, critically interrogates the ideology that says “animals are commodities that we own and that have no value other than that which we as property owners choose to give them.”[7] Writing in Beyond Beef, a book deserving far more attention than it has received, Jeremy Rifkin argues: “The modern cattle complex represents a new kind of malevolent force in the world. In a civilization that still measures evil in very personal terms, institutional evil born of rational detachment and pursued with cold calculating methods of technological expropriation has yet to be assigned an appropriate rung on the moral ladder.”[8]Jeffrey Masson, widely-known for his excellent work on the varied and intricate subjective capacities that animals possess, writes in When Elephants Weep about “innocent sufferers in a hell of our own making” whose “freedom from exploitation and abuse by humankind should be the inalienable right of every living being.”[9]

Such far-reaching critiques demand a fundamental break with speciesism, that is, the ethos of human supremacy in which the rest of nature is viewed as a font of resources for human appropriation—an ethos rationalizing cruelty and killing as necessary to civilized entitlements and conveniences. Humans are exalted as basically different from other species, an undeniable contention and scarcely a topic of rational debate when it comes to assessing the sorts of mental capabilities that people valorize. Historically it was thought that only humans possessed an immortal soul, or were the only beings capable of using tools, or were the only species that could build orderly societies. Following the Great Religions and the Great Philosophers, Enlightenment thinking has come to attach to humans a range of qualities identified as unique to the species—thought, reflection, morality, planning, and empathy. It turns out that most of these traits are possessed to varying degrees by members of other species, as modern research shows, although public views have not caught up with such findings (as for “tools”, it is true that only humans have massively created and deployed them for the purpose of killing). A greater problem for speciesism is that human behavior more often than not has little in common with this idealized self-conception; the dark side of humanity, extensively recorded across history, is either ignored or downplayed, contextualized. As Jane Goodall observes in Through a Window, the familiar hallmarks of humanity are violated millions of times daily within the mammoth torture complexes known as packing houses, to say nothing of the never-ending chain of wars and other forms of mass murder that human beings have visit upon themselves over the centuries. “Cruelty is surely the very worst of sins”, she writes. “To fight cruelty, in any shape of form—whether it is towards other human beings or non-human beings—brings us into direct conflict with that unfortunate streak of inhumanity that lurks in all of us.”[10] Responding to self-serving human proclamations of a unique moral compassion, Singer, in Animal Liberation, points out “that we rarely stop to consider that the animal that kills with the least reason to do so is the human animal.”[11]Routinized killing under human auspices is practiced not only for food but for the even more questionable ends of sport, entertainment, and biomedical testing.

Animal-rights agendas face stiff challenges from agribusiness, the meat industry, the media, biomedical interests, and the resistance bred of established lifestyles. Animal-food production in the United States alone has increased no less than four times since the 1950s, despite the more recent spread of popular knowledge concerning the harmful effects of meat consumption. At present there are an estimated 20 billion livestock on earth. In the United States more than 100,000 cows and calves are slaughtered every day, along with 14,000 chickens. The Tyson plant at Noel, Missouri kills some 300,000 chickens daily while the IBP slaughterhouse at Garden City, Kansas and the ConAgra complex at Greeley, Colorado both disassemble more than 6400 steers a day.[12] All told 23 million animals are killed worldwide to satisfy human and food demands daily. In a McDonaldized society Americans now eat on average 30 pounds of beef yearly, with seemingly little concern for well-known health risks. Conditions of factory farming, said to be improved owing to reforms, are in fact worse by most standards—more crowded, more painful, more disease-ridden, more drug-saturated even than at the time of Upton Sinclair’s classic The Jungle (written in 1906).[13] The great misery of animals subjected to such conditions and cut off from normal social life has brought few changes from within the political system. More than half of all animals (pigs, chickens, ducks, and so forth) are afflicted with diseases like cancer and leucosis at the time of slaughter. The Federal Humane Slaughter Act supposedly ensured that animals would be rendered unconscious before being ripped to pieces but Robbins and other critics say that 90 percent are conscious as they are processed through the assembly-line terror.[14] The meat industry has virtual carte blanche to do whatever it wants with its commodities insofar as government monitoring ranges from sporadic to nonexistent—a situation that, as Robbins argues, amounts to a crime not only against helpless animals but against nature and indeed against humanity itself.[15] That such practices are so routine, so concealed from public sight, and so ideologically sanitized hardly subtracts from the horrors. So long as living creatures with physiological makeup very close to our own are reduced to resource-objects for human appropriation, virtually anything is possible.

The relentless assault on nonhuman nature is rooted in the same corporate-imperial order responsible for ecological crisis, militarism, resource wars, global poverty, and political repression. The old religious and philosophical belief-systems notwithstanding, no rational defense of such barbarism has been brought forward—nothing beyond blind obedience and crude prejudice. As in comparable instances of ideological convention, prejudice takes many forms. Thus Masson writes: “It has always been comforting to the dominant group to assume that those in subservient positions do not suffer or feel pain as keenly, or at all, so that they can be abused or exploited without guilt or impunity.”[16] According to such mindless bias, perfectly healthy, intelligent beings with normal survival impulses are deemed unworthy or life; their fear and misery met with (usually silent) contempt. Immersed in the meat complex materially, institutionally, and psychologically, most people cannot allow themselves to see anything unusual, much less unethical, in the pain and suffering of other creatures. Sinclair argued in The Junglethat anyone visiting a slaughterhouse would be quickly converted into vegetarianism, but alas these zones of torture remain invisible to the ordinary person, far removed from the sanitized and convenient supermarkets, restaurants, and fast-food outlets.

Those profiting from the food, gun, and biomedical industries see absolutely no moral problem with the killing machine, which is fully protected by Constitutional “freedoms”. On the contrary, their work is understood to be for the benefit of all humankind—after all, meat is needed for good health, hunting gives individuals much-needed diversion, lab testing helps cure diseases, and circuses provide entertainment for kids. Little in the way of explicit moral justification or even factual evidence seems required in support of such notions, since the blessings of human supremacy (God-given or otherwise) appear sufficient. As with other modes of domination, cruel and lethal practices are simply taken for granted by otherwise educated and progressive individuals. In reality homo sapiens do exercise “dominion” over nature given their obviously superior material and psychological advantages, an element of “anthropocentrism” that is hardly debatable. Of course humans seize every opportunity to claim special moral qualities, placing themselves above brutal nature and the “beasts” that populate it. Yet while it is no great intellectual triumph for humans to establish their primacy over nature—they have done so for millennia—the real question turns on the exact character that primacy assumes as it is historically played out. In the present context “dominion” (as spelled out in “Genesis” and other texts) has meant exploitation and abuse, that is, domination largely bereft of positive ethical content. A different kind of human obligation would point in the direction of stewardship, calling attention to equity, balance, ecological sustainability, and coexistence between humans and the natural world.[17] So far, however, human beings have done little to distance themselves from a “brutal” or Hobbesian state of nature, having repeatedly proven themselves the most destructive and murderous of all creatures.

The view of natural relations adopted here derives from Regan’s philosophical work—namely, that all sentient beings have inalienable rights to be free of pain and suffering at the hands of humans.[18] This line of thinking holds to several interrelated premises: (1) no moral justification exists for overriding animal interests in order to serve “higher interests”; (2) what matters is not specific intellectual or communication skills but rather the capacity to experience pain, suffering, and loss; (3) while much of nature is inescapably used by humans as resources to satisfy material and other needs, this logic should not extend to other sentient beings; (4) humans ought to be stewards of nature and other species within it to the extent possible; and (5) human and animal interests are closely bound together within the same social and historical processes. Moving from these assumptions, a guiding aim of social change should be the ultimate elimination of animal exploitation in all its forms. This rises to the level of a moral imperative: if barbarism cannot be justified by necessity or by ethical precepts, then all that remains is the force of habit, prejudice, and material gain.

While humans have always dominated nature, their capacity for harm and destruction—greater today than ever—can be progressively reduced through the introduction of an animal-rights politics leading, eventually, to the end of speciesism or at least the diminution of its harshest manifestations. If the rights agenda is constrained by the very inequities of capitalism, as Ted Benton argues, that is surely no reason to reject it completely any more than we would consider jettisoning any of the multiplicity of long-established human rights.[19] In a state-corporate system where domination pervades the entire social landscape, the promise of full equal rights will always run up against limits in the form of wealth, power, and ideology. It follows that rights, given adequate legal codification, will have to be deepened as part of long-term social transformation. Conversely, any theory of animal interests will be inadequate unless integrated into a more comprehensive schema engaging issues of corporate power and ecological crisis, a challenge taken up in the following pages.

Neoliberal Illusions

As with other areas of personal life now viewed as having larger public relevance, meat has traditionally been regarded as a “private” issue, in this case one’s dietary choice—a matter of individual preference. The past few decades have witnessed some changes in popular attitudes toward meat, yet most people see no connections between meat and general social problems. And these problems are indeed plentiful: resource depletion, pollution, food shortages, deforestation, global warming, and disease. Worldwatch magazine has observed: “. . . as environmental science has advanced, it has become apparent that the human appetite for flesh is a driving force behind virtually every category of environmental damage, including the growing scarcity of fresh water, loss of biodiversity, spread of toxic wastes and disease, even the destabilization of countries.”[20] This predicament is aggravated by the fivefold increase in global demand for meat in just the past four decades: with more than 6.2 billion humans on the planet, at least 90 percent consumers of meat, it takes no genius to see that the Earth’s capacity for renewal is rapidly being outstripped. The source of astronomical profits for agribusiness, meatpackers, grocers, and the fast-food industry—in fact a bulwark of the entire corporate system—meat is today a decisive factor in altering planetary life. [21]

In a word, meat is highly unsustainable, and is destined to become more so over time unless existing consumption patterns are reversed. It demands great reservoirs of energy in the form of fossil fuels—pesticides, fertilizers, transport, processing, for example—and this, along with enormous waste and toxics from animal farming, is the largest source of water and soil pollution. In the United States, moreover, nearly 60 percent of all grains are fed to animals. Great expanses of land worldwide have long been overgrazed, leading to soil erosion while vast regions are being deforested to make room for animal grazing and farming. Half of all water is utilized in meat production, which, owing to toxics and runoffs, also contaminates shrinking water tables. Overall, meat drains a staggering amount of resources and energy at a time when their availability is peaking or declining. In the case of global warming, livestock account for more than 20 percent of world methane emissions, not including fossil fuels used in agriculture and transport. Though the staggering material wastefulness and ecological dysfunctions of the meat industry is no secret, the sad reality is that as societies develop economically and their middle strata grow, meat consumption tends to increase sharply as it is widely considered a symbol of affluence and good-living. The public demand for meat escalates at precisely the historical moment when arable land is shrinking, oil resources are peaking, soil is becoming depleted, and water supplies are more problematic than ever.

Meanwhile, agricultural surpluses dwindle and more than one billion people around the world are chronically hungry—a figure that is sure to increase dramatically. Although world grain output has tripled since 1950, with the introduction of fertilizers and high-yield seeds, such growth has reached an end as farmers globally are now, in Lester Brown’s words, “faced with shrinking supplies of irrigation water, rising temperatures, the loss of cropland to nonfarm uses, rising fuel costs, and a dwindling backlog of yield-raising technologies.”[22] At the same time, world meat consumption rose from 47 million tons in 1950 to 260 million tons in 2005, a fivefold increase, while out of 220 tons of soybeans produced globally (in 2005) just 15 million tons were consumed by humans. World population is expected to reach over 9 billion by 2050, but life-support systems will never be able to satisfy food demands of even half that many people given present trends. The result is we now have a degree of unsustainability that is taking the planet toward catastrophe. Concludes Brown: “Our global economy is outgrowing the capacity of the earth to support it, moving early twenty-first century civilization closer to decline and possible collapse.”[23]

Spurred by unfettered corporate expansion, neoliberal globalization thus subverts ecological balance by its very logic, but an often neglected component of this downward cycle is animal-based agriculture. Neoliberalism legitimates its unsustainable practices on a foundation of technocratic arrogance, mythological belief in “free market” economics, an instrumental view of nature, and contempt for other species. If U.S. elites stand at the forefront of such thinking, they are hardly alone: the global ecosystem has little value to corporate ideology in any setting, for that would intrude on profit-making. Insofar as sustainability requires developmental balance, respect for nature, limits to growth, and renewal of resources, a transformed relationship between humans and animals logically follows, as does a worldwide move toward population reduction.

This last point deserves further elaboration. World population is expected to double over the next fifty years, at which time a sustainable economy—assuming present trends—will be a long-forgotten possibility. Rapid population growth brings a steady decline in per capita resources, increase in toxic wastes and pollution, extreme crowding in major cities, intolerable demands on public infrastructure, drastic loss of biodiversity, diminution of remaining species, and intensified global warming well beyond anything currently imagined. Food and water resources will be consumed far past crisis levels. Both agriculture and industry will be stymied, spreading poverty, joblessness, social chaos, ecological breakdown, and general calamity.[24] The Pimentels are not overstating the case when they observe that “Humanity is approaching a crisis point with respect to the interlocking issues of population, natural resources, and sustainability.”[25] Since sustainable global population has been estimated at roughly two and a half billion people, we can assume that a population of 12 billion will tax planetary capacity to the point of catastrophe.[26]And if meat production continues anywhere close to present levels—and it is projected to rise sharply—the crisis will be simultaneously hastened and exacerbated. Unfortunately, at present no serious political counter-forces exist, with the United States taking the lead in stonewalling even modest attempts to curtail global warming and related environmental threats. And very few observers (left, center, or right) have even posed the question of how meat production and consumption heavily weighs on sustainability.

For corporate managers across the globe unlimited accumulation has always trumped social and ecological imperatives. Having for years pretended that global warming is a liberal myth, the George W. Bush administration was forced to backtrack, but still insisted that any challenges could be met by benevolent functioning of the “free market”, itself an actual conservative myth. In December 2005 more than 10,000 delegates from 189 countries met in Montreal to discuss how to reverse climate change, but the United States. (source of no less than 30 percent of all greenhouse emissions) sought to obstruct reform efforts as its chief negotiator, Harlan Watson, walked out of the proceedings, continuing a rejectionist pattern established at the Earth Summit in Rio de Janeiro in 1992. If a sustainable economy requires emphasis on the process of natural renewal, then neoliberal globalization—by far more exploitative, coercive, and destructive than in the past—can no longer be tolerated by either humans or other species. Under existing conditions, nature cannot begin to renew itself, meaning that conscious human intervention, relying on those special ethical and political qualities people claim to possess, is an urgent imperative. (Anthropocentrism in this sense cannot be denied, and in fact ought to be welcomed.) Ecological balance depends on a shift away from corporate agendas, toward a regimen of public goods, long-term social planning, renewable energy resources, reduced population levels, and a vegetarian-based agriculture—now less a matter of individual preference than of collectivesurvival. Progressive social change today is unthinkable without confronting an ensemble of problems: corporate power, ecological crisis, population pressures, meat-based agriculture. How theorists and activists of the left have managed to avoided this constellation of issues remains one of the great puzzles of the current period.

Addicted to Meat

If it can be said that the United States is addicted to militarism and war as the famous volumeAddicted to War graphically puts forth then it might equally be argued that the nation is addicted to meat and all that comes with it, including the fast-food mania. A major difference is that meat permeates the entire society to a degree even beyond the culture of violence. Psychological habituation occurs and is reinforced on several levels—political, economic, cultural, personal, even religious—and is reproduced by agricultural, industrial, and service networks that have grown dramatically over the past few decades. Fast food alone has exploded since the 1970s, helping reshape the entire American landscape: home, schools, media, sports, and workplace.[27] According to Eric Schlosser, Americans spent $134 billion on fast food alone in the year 2000, more than was spent on college education, personal computers, or new cars.[28]Animal products now fuel the modern industrial system everywhere, a (false) symbol of human prosperity but also a source of mounting social, workplace, health, and environmental ills. Poor people and youth are most heavily targeted by fast-food advertising campaigns indifferent to the great harm their products bring to the workers who manufacture them, human health, the environment, and the animals they disassemble.

Rifkin illustrates how the beef complex, long ago seen as a vehicle of modernity, developed historically alongside an Enlightenment project fixated from the outset on the total commodification of nature.[29] Scientific discovery, technological innovation, and industrial growth were all harnessed to the sprawling meat enterprises that in the U.S. became especially valued as part of the frontier expansion. At the time of the Westward push meat was a dominant economic and cultural force, reinvigorating the capitalist ethic of material acquisition and masculine ethic of rugged individualism.[30] Since then the cattle system celebrated in hundreds of Western books and movies has become a pervasive element of the social order, a staple of the American diet, site of bountiful profit-making, and a nightmare for animals that Sinclair was just the first to bring to (U.S.) public attention. By the 1950s meat could be linked to the rise of suburbia, the automobile culture, and an expanding electronic media that helped drive McDonaldization, a food regimen integral to fast-paced urban and suburban lifestyles while the apparatus itself (both production and consumption) came under Fordist operating principles: uniformity, speed, efficiency, standardization, affordability. All the historical components of animal farming and meat processing were thoroughly rationalized, generating and satisfying public demand for hamburgers, hot dogs, steak, luncheon meats, and related fare. Workers at factory farms, slaughterhouses, canning plants, and fast-food outlets were mostly recruited from low-wage minority labor and subjected to alienating, routinized, toxic, and dangerous jobs involved in the disassembling of animals. As for cattle, they were (and are) dehorned, castrated, injected with hormones and antibiotics, sprayed with insecticides, and transported to automated slaughterhouses before being killed, then broken down into countless marketable parts, ultimately to wind up at butcher shops, stores, and restaurants. Used in literally hundreds of industrial and food products, beef alone generates huge profits for corporations lie ConAgra, Cargill, Tyson, IBP, and McDonalds. The same ritual is repeated for chickens, ducks, pigs, sheep, turkeys, and other creatures, by the millions each day, all subject to similar assembly-line horrors.

As McDonalidization appears to symbolize modernity in food production and consumption, meat has evolved into one of the most saleable commodities for corporations that benefit from mobile lifestyles dependent on relatively cheap energy sources. Champions of advertising and marketing, the meat companies fiercely resist government regulation precisely in that sector (food) most desperately in need of it to monitor health threats, toxic emissions, harsh working conditions, and extreme cruelty to animals. The industry has emerged as a bastion of rightwing politics infatuated with neo-Darwinian economics, including union-busting and the fight against minimum wage. If those who run the meat empires have nothing but reckless contempt for their own workers and only slightly better regard for consumers, what can be expected of their treatment of those millions of hapless creatures processed through the extermination chambers? As Ken Midkiff observes, “In the concentrated feeding operations, animals are treated as nonsentient beings, as if incapable of feeling pain.”[31] Schlosser’s vivid account of life at ConAgra’s giant plant near Greeley, Colorado reverberates with horrific narratives right out of The Jungle. There hundreds of thousands of cattle are squeezed together in huge feedlots, so close they can barely move, handled as nothing but units of production. Animal wastes, toxic runoffs, and chemical emissions fill the slaughterhouse, spreading disease to cattle and humans alike. Workers are powerless cogs in a rationalized machine operation that similarly reduces them to manipulable objects. At Greeley, Schlosser reports three overpowering odors—burning hair and blood, grease, and a rotten-egg smell from hydrogen sulfide—with people, animals, and meat all contaminated by the same toxins and pathogens.[32] This uniquely “American” contribution to food production is now being exported to every corner of the globe.

Aside from the military, no sector of American society matches the frightening consequences of the meat complex: ecological devastation, food deterioration, routinized violence, injury, disease, and death to both humans and animals, rampant corporate power. The health of consumers addicted to fast foods loaded with fats, salt, sugar, and calories worsens with each passing year, marked by a growing obesity epidemic connected to health problems like cancer, heart disease, diabetes, and chronic infections. The American junk-food diet, now more often than not a source of habituation at an early age, must be considered one of the great contemporary tragedies. As mentioned, public awareness of health problems stemming from meat consumption has recently increased, thanks to a new generation of critics and such documentaries as Diet for a New America, McLibel, Supersize Me!, and The Corporation. No doubt too the alarming scope of health problems, afflicting even the very young, has given rise to something of a backlash. In response, the meat industry has stepped up its propaganda crusades hoping to short-circuit any thoughts people might have of turning to vegetarianism. Consumers are told, falsely, that meat is essential to good health, that it is an indispensable source of protein and other nutrients, that vegetarianism is a silly and harmful fad, that “barnyard” animals are treated with great care, that critics of meat addiction are behaving like “food dictators” and “lifestyle Nazis”. People are warned against the sinister and intrusive schemes of a “culinary police”, big brother taking over the kitchen. Lobbies like the National Cattlemen’s Association and the American Meat Institute, reinforced by friendly “diet” crazes like those of Robert Atkins, have waged multibillion dollar media counteroffensives to persuade Americans that meat is the (only) path to true health and a sign of prosperity.[33] Meanwhile, despite abundant scientific, medical, and environmental evidence to the contrary, the familiar habits live on with daily reinforcement from the corporate media.

The terror that animals routinely experience at the hands of humans has for several decades been a taken-for-granted part of everyday existence, far removed from any possible set of ethical concerns. Of course such collective sense of denial owes much to simple habit rooted in traditions, customs, and lifestyles, readily justified (and fiercely protected) as culinary preference. Yet where addiction of this sort causes extreme harm to the environment, to animals, and of course to the addicts themselves, much deeper explanations seem in order. Beyond the role of an indefensible speciesism, there is the power of transnational business interests that help define media culture, but that is not all. The break with old habits, however destructive, is more difficult where such habits are legitimated by hallowed belief-systems, long inscribed in religion and philosophy, thatphilosophy, which celebrate homo sapien supremacy over an objectified nature. When people are questioned about what they eat, for example, they instinctively fall back on time-honored myths inherited from Christianity, Judaism, Cartesian and Kantian notions of human superiority, Enlightenment (scientific, technological) views of progress, or simple liberal-capitalist norms of possessive individualism. From these traditions it is a logical (and all too quick) journey to the factory farms, packing houses, fast-food enterprises, hunting clubs, and biomedical labs. Criticism of such traditions strikes most people as nonsensical, an unwarranted intrusion into their personal lives and values. Barriers insulating people from the daily carnage are just as much ideological as physical (distance from source), permitting comfort in detachment, in the same way victims of technowar remain unseen by the perpetrators. What Western religion, philosophy, and political ideology instill is a conviction of human uniqueness and superiority: “man” possesses a level of intellect, communication skills, language, and emotional capacity that other species cannot match. While humans are capable of distinctly moral discourses and noble actions, “wild” animals are trapped in their biological immediacy—crude, primitive, violent, and devoid of ethical impulses. The gulf is seen as unbridgeable. Such self-serving mythology, wrapped around certain kernels of truth, conflicts with Darwinian evolutionary principles but it does give humans a sense of entitlement over nature—easy justification for exploiting other species for food and other ends.[34]

Great distance and concealment allows people to isolate themselves from atrocities, so that moral discourses around animal interests readily fall on deaf ears; removed from sight, the pain and suffering does not register on the supposedly empathetic human psyche. Of course relatively few people are directly involved in the killing apparatus, while fast-food outlets and supermarkets (employing millions) package meat as just another customer item like bread, cereal, and soft-drinks. The harm done to living creatures is relegated to the margins of social life, rarely broached as a topic of conversation much less a source of moral outrage. Paradoxically, however, it is people’s intimate daily connection to animal flesh as food staple that renders meat addiction so difficult to break, or even to grasp as a problem. The end product of killing is viewed as vital to culinary and health benefits, reinforced through a constellation of daily habits, tastes, rituals, ceremonies, and special occasions, often linked to traditions and/or psychological identities. Habit further requires powerful defense mechanisms: denial, cynicism, insulation, cultivated indifference. Any challenge to meat-eating, moreover, can quickly be taken as an insult to personal rights often associated with sensitive religious, national, or ethnic traditions. Few meat-eaters are prepared to hear that their food decisions are somehow unethical, harmful, and costly to human well-being, the environment, and animals possessing traits little different from those of domestic pets. Like other destructive behavior, the meat habit is embedded in complex social relations as well as ideological beliefs, thus working its way into systems of domination. An ostensibly premium, nutritious food, meat has long signified good health and strength while more mundane foods (grains, vegetables, fruits) were associated with inferior, cheap diets of the poor and lower classes. Even today meat (above all beef) represents power, especially masculine power, of the sort wielded by strong leaders and warriors, a kind of special nourishment needed to carry out tough work. Writes Carol Adams: “According to the mythology of patriarchal culture, meat promotes strength; the attributes of masculinity are achieved through eating these masculine foods.”[35] A meat-centered diet is still regarded as a source of great virility. With the planet driven past its ecological limits, and with meat consumption more wasteful, destructive, and unhealthy than ever, humans remain locked in a closed universe of myths and addictions, immobilized by years of inbred practices.

Collective addiction can easily serve as a psychological bulwark of established interests, but in the end it provides no excuse for sidestepping important ethical choices. As Gary Francione points out: “Many humans like to eat meat, they enjoy eating meat so much that they find it hard to be detached when they consider moral questions about animals. But moral analysis requires at the very least that we leave our obvious biases at the door. Animal agriculture is the most significant source of animal suffering in the world today, and there is absolutely no need for it.”[36] Radical change will insist upon moral and psychological as well as economic decisions that the vast majority of people anywhere will be reluctant to support, especially since habits are so deeply rooted in social institutions. Meat consumption is sustained at high levels by such vigorous corporate advertising and marketing that any significant break with existing patterns appears unlikely—that is, unless the modern crisis intensifies to the point where it forces basic alterations in daily life. For such alterations to occur, human-animal relations would finally have to be subjected to a full recasting. One might argue that, as in the case of the impact of fossil fuels on global warming, a sharpening crisis has already shown that it can provoke changes in both the social and ecological realms. If humans are indeed endowed with unique intellectual and moral potential, not to mention a capacity to plan for the future, then a new historical path ought to be within sight.

Theoretical Myopia

As Francione observes, addictive human behavior can seem to justify an impulse to ignore the moral and political consequences of such behavior; some of the worst human crimes across history were rooted in longstanding habit and custom, later to become the targets of resistance and change. Critical reflection implies a willingness to reconsider any personal or institutional practice known as harmful to others or to the common good. In the case of natural relations, as we have seen, barbarism rooted in human convenience and monetary profit not only thrives but is legitimated within the media and popular culture. However, if meat addiction is deeply-implicated in the modern crisis across many fronts, then we are faced with a new set of political challenges. Such critics as Robbins, Rifkin, Masson, and Schlosser have written extensively about some of these connections, calling at least tacitly for decisive changes in the whole system of food production and consumption, but progressive/left responses have given rise to one long deafening silence. It is probably no exaggeration to say that human-animal relations have been systematically ignored within the Marxist and labor traditions, and to a lesser extent within liberalism, major social movements, and community organizations. Important left journals (The Progressive, Monthly Review, Dissent, Z Magazine, The Nation) have, with only rare exceptions over many decades, closed their pages to the discourse, as if the matter of animal interests were something of an ideological embarrassment.[37] For progressives, animal-rights work has been dismissed as the misguided work of a motley assemblage of pet extremists, eco-misanthropes, and fringe new-agers. Whether such leftist cluelessness derives from sheer ignorance or the simple prejudice of an addicted population, or simply reflects an intellectual myopia—or some combination of these—is difficult to tell. The problem is that, in the area of natural relations at least, the left has abandoned any claim to critical thinking much less oppositional politics, following instead the safe contours of mainstream ideology and its defense of powerful interests and conventional wisdom. Meanwhile, animal-rights activism has generated one of the largest and most influential movements of the past two decades.

Such theoretical paralysis on the left assuredly runs deep, as does a preferential weighting of issues that exhibits an irrational contempt for nonhuman nature. One might suspect that the growing impact of animal exploitation on the environmental predicament, its role in sustaining corporate power, and its connection to miserable working conditions, the spread of disease, and worsening of human health—problems historically championed by progressives—might in fact compel serious engagement. But nothing along these lines has happened. The left has exhibited total disregard for the contributions of highly-accessible critical public intellectuals like Singer, Regan, Robbins, Rifkin, and Masson among others. Despite its radical implications, this work has scarcely resonated among progressive writers, journals, groups, and movements otherwise dedicated to open and critical thought.

The reasons for such deficiency of critical spirit surely fall along psychological as well as intellectual or political explanations. Lifestyle habits clearly matter, but the religious and philosophical traditions mentioned above still exercise hegemonic power. On the other hand, animal-rights discourse has its own distinct limits, in at least three ways. First, theorizing often follows rather narrow, exceedingly abstract, lines of inquiry, with animal concerns isolated from wider (social and ecological) priorities. Second, the rights concept so prevalent in framing animal interests is tied overwhelmingly to questions of individual moral choice, a product of the liberal tradition in which motifs of social structure, institutional power, and ideology are deemphasized. Benton writes that “The problem for the rights perspective is not that it purports to offer protection too widely but, rather, that it is too restrictive in the purchase it gives to moral concerns.”[38]These points logically intersect with a third: even the most far-reaching critiques of speciesism fall short of political articulation, with change posed largely in terms of personal ethics, detached from general strategic choices. Most attempts to reconceptualize human-animal relations fail to confront the weight of corporate power and supporting liberal-capitalist institutions. Beneath the façade of democratic practices we face a corporate system that, in the U.SUnited States. above all, pursues agendas guaranteed to bring ecological calamity. With its civilized flourishes and highmindedhigh-minded discourses, this system is integrated by a growing concentration of economic, governmental, and military power intent on world domination. It is a global order legitimated by Enlightenment ideology which, as William Leiss says, approaches “the kingdom of nature is like any other realm subject to conquest by those who command the requisite forces.”[39]

The question at this juncture is not whether humans really “dominate” nature—the capacity to do so is undeniable—but what form their intervention will or should take. Liberal-capitalist development, merging technocratic and market principles, is fueled by conquest and exploitation, turning vital ecosystems into lifeless machines, reservoirs of accumulated wealth and power. Nor is the question one of people simply using nature to advance their own interests, since the only alternative would be total depopulation of the planet so that no water, foodstuffs, metals, wood, and paper could ever be extracted—an extreme approach to sustainability, to put it charitably. Again, the problem turns on precisely what forms human use of the natural habitat will take, including whether the developmental model will be sustainable, consistent with the Earth’s biospheric potential. Any radical break with past ecological dysfunctions will require a new mode of natural relations including a qualitative leap forward in the human treatment of animals.

Marxism and the socialist politics it inspired throughout the twentieth century accentuated class struggle in some form, the anticipated prelude to large-scale social transformation—a negation of liberal-capitalism, in theory if not always in practice. Yet, in its main strategic formulations (above all social democracy) Marxism followed liberalism in its attachment to Enlightenment values, rapid industrial growth, and maximum exploitation of nature. Classical Marxism held that human alienation could be abolished by eliminating the capitalist division of labor, a necessary stage in the full realization of species-being, or ultimate liberation. Nineteenth- century socialists—not only Karl Marx and Friedrich Engels but Karl Kautsky, George Plekhanov, and others—inherited a strong modernizing faith in science and technology, in the blessings of economic development. The egalitarian side of Marxism signaled a radical shift in what it meant to be human, but it never went so far as to redefine human-naturehuman nature or human-animal relations, a hardly surprising void given the ideological constraints of the period. The positivist, scientistic side of Marxism, wedded to an implicit speciesism, militated against any such reformulation. Marxism was also productivist in its obsession with economic forces as the driving force of history, as the determinant of a new society.[40] Again, such theoretical bias was inevitable given the Zeitgeist of the times: Marxism, after all, gained ascendancy during the early modern period, forged between 1840 and 1880, and then reached its peak in the decades preceding World War I, reflecting established intellectual currents of the time and place (Europe), including a strong optimism in the future of technology and the industrial order.

It has been argued that Marx (and later Marxists), despite the ideological confinements of time and place, arrived at a conceptual framework universally relevant not only to class struggle but to ecology. The socialization of production, a shift toward egalitarian class and power relations, breakdown of the division between urban and rural life, emphasis on collective consumption—all this is said to point toward a model of sustainable growth resting on a balanced relationship between humans and nature.[41] Whether this imputed vision effectively counters a productivist fixation on limitless industrial growth and triumph over scarcity is problematic, but even if we recognize an ecological Marx we are still left with his well-known silence regarding natural relations. There is nothing in Marx (or indeed later Marxists) to indicate serious theoretical reflection on this issue, nor indeed has anyone ever made such a claim. As Benton, generally sympathetic to Marx, observes, the overall thrust of the theory is to give humans a freer hand in utilizing the natural world for human purposes, with class struggle a vehicle of the “humanization of nature.”[42] The much-celebrated “humanism” of the early Marx actually replicates the deep-seated speciesism of Western religious and philosophical thought. For Marx, following in the tracks of Descartes, Kant, and Hegel, humans are innately creative and self-reflexive, potentially free to remake history, while nonhuman creatures are trapped within a pre-designed biological realm. Instead of an organic connection between humans and animals, sharing the same ecological fate as Darwinian theory affirmed, Marx saw dualism and opposition between the two—a tendency that would become more pronounced in later, more crudely materialistic, variants of Marxism.

Twentieth-century Marxists were no more likely to address ecological issues than were the founders: “Western” Marxists like Rosa Luxemburg, Karl Korsch, Antonio Gramsci, Georg Lukacs, Jean-Paul Sartre, and Herbert Marcuse took up a range of distinctively non-productivist concerns—culture, aesthetics, bureaucracy, the family, media, to name many—but, with the partial exception of Marcuse, seemed no more interested in ecology than were nineteenth-century thinkers. “The environment” would become a challenge taken up by theorists outside the Marxist tradition, since for Marxism (and socialism) change was a project for and by humans struggling to conquer nature—”conquest” meaning here what we normally define as exploitation. Nowhere, of course, did issues related to ecological crisis, much less animal rights, get placed on the political agenda. By the time writers like Rachel Carson, Murray Bookchin, and Barry Commoner began calling public attention to ecological problems in the 1960s, Marxism was already in decline.[43]The crucial point is that the underlying productivism of Marxist/socialist thought imposed strict limits on its capacity to reconceptualize natural relations; it has had little more to offer than liberal-capitalism.

By the early twenty-first century strong attempts to merge ecology and Marxism were under way not only within and around Green parties and movements but in socialist circles, yet reconceptualization of natural relations in line with an ethic of animal rights had made little headway. Now as before animal interests, where considered worthy of intellectual discourse, are explored in isolation from other problems, while those other problems are usually taken up separately from questions of animal rights. As for Marxism, John Sanbonmatsu has recently pointed out that the familiar theoretical impasse remains: although the global economy depends increasingly on the cultivation, killing, and disposal of billions of animals yearly, this horrific reality continues to be untheorized (in fact untheorizable) within the socialist tradition.[44] In this regard little has changed since the time of Marx and Engels: only human consciousness matters, only human suffering and pain enter the political calculus. Thus Joel Kovel, in an otherwise incisive work on the ecological crisis, maintains that animal-rights concerns are “fundamentalist” and “forget that all creatures, however they may be recognized, are still differentiated and that we make use of other creatures within our human nature.”[45] Left unexplained here is just what element of “human nature” (itself a problematic concept) justifies the practice of institutionalized barbarism. An article by Marxists Theresa Ebert and Mas’ud Zavarzadeh elevates blind prejudice to higher levels, arguing that human consumption of meat (“real food”) is essential to the “proletarian diet” since it furnishes healthy, high-protein, strength-giving nutrition to workers who depend on it for every ounce of physical energy. As they put it in boosting the fraudulent Atkins diet, “Meat is the food of the working people; a food of necessity for the class that relies on the raw energy of its body for sustenance.” In contrast to the sophisticated “bourgeois diet” containing a large proportion of grains, vegetables, and fruits, animal foods give workers exactly what they need while these upper-class foods are more appropriate for people with abundant leisure time to savor the “Zen moment”. The authors conclude that such dietary opposites reflect a social order now in the process of splitting up into two great classes.[46] Leaving aside their total contempt for animal welfare and seeming ignorance of the way in which agribusiness, meatpacking, and fast-food corporations make obscene profits off both human and animal misery, Ebert and Zavarzadeh faithfully repeat every myth passed on by the meat interests—that animal foods are the most nutritious, are needed for physical strength, are the best thing for mundane lifestyles, are easier and less time-consuming to prepare. In fact these foods are just the opposite of what the authors pretend—their harmful effects well-documented by thousands of hardly-secret studies conducted in the United States alone, as explored in such texts as Robbins’The Food Revolution. Reflecting on such an ill-informed diatribe, one is tempted to conclude that meat addiction is a much deeper problem for the progressive left than for mainstream or even working-class culture. As the ecological crisis veers out of control, the limits of Marxism become more obvious by the day—and these limits are all the more glaring when it comes to animal rights. Yet it conceptual apparatus still offers crucial insights into the workings of economic power, corporate globalization, and class domination, vital to deciphering the nature of material forces in a transformed world.

Ecological politics, still relatively embryonic in its modern incarnation, grows out of an uneven legacy of theories and movements the ideal of which has been to overcome the destructive consequences of industrialism, to restore balance between society and nature. Its radical, at times utopian vision has followed a trajectory largely independent of Marxism, grounded in themes of local community, environmental renewal, mutual aid, limits to growth, and generalized opposition to hierarchy. What might be called “ecocommunalism” or “ecosocialism” passes through the seminal ideas of Jean-Jacques Rousseau, utopian socialism, anarchism, Peter Kropotkin, and the later contributions of modern anarchists and “left-Greens” like Bookchin and Rudolf Bahro. This rich tradition embraces a distinctly anti-authoritarian outlook—meaning hostility to the entire fabric of domination—and a fierce dedication to what might be called an ecological renaissance. Here we have something along the lines of a radical, or “Green” democracy, defined through ongoing popular struggles for local self-management.

Bookchin’s social ecology, an extension of classical anarchist thought and developed across prolific writings going back to the early 1960s, represents probably the most sophisticated ecological radicalism today. His theory is shaped by a “dialectical naturalism” in which efforts to transform history and nature, society and environment, unfold simultaneously, leading to organic community—a process defined by local struggles against multiple forms of domination: class, bureaucratic, racial, gender, cultural, and ecological. An ecological society would mean full realization of “free nature” through human self-activity, fully dependent on revival of natural relations and the locus of an entirely new consciousness. In Bookchin’s words: “Such a change would mean a far-reaching transformation of our prevailing mentality of domination into one of complementarily, in which we would see our role in the natural world as creative, supportive, and deeply appreciative of the needs of nonhuman life.”[47] Here the human and nonhuman worlds would be intimately connected, reunited after long centuries of harsh opposition and conflict. Bookchin inherits the political radicalism of Marx in his embellishment of dialectics and popular struggles to overthrow capitalism, but he goes beyond it in two important ways: a view toward overturning all modes of domination and a commitment to ecological reconstruction that is at best only implicit in Marxism.

But when it comes to animal rights Bookchin remains just as implacably attached to Enlightenment values and speciesism as Marxism. Indeed, animal interests are roundly dismissed as “misanthropic”, a form of “primitive” ecocentrism he sees, incorrectly, as a logical manifestation of Deep Ecology. For Bookchin, DE and animal rights share a mystical anti-humanism that inevitably undercuts radical politics. Humanity possesses a singular capacity to reappropriate “first nature” and create an elevated “second nature” grounded in reason, planning, and creativity, qualities that set humans apart from other species confined to the biological realm—a view that places Bookchin squarely within the mainstream of Western philosophy.[48] Other species remain tied to “genetic imperatives” and immediate needs of survival, so that “freedom . . . is not attainable by animals.”[49] As we have seen, “special” attributes of human beings might be compatible with “freedom” (in human terms) but have absolutely no relevance to an abiding interest that other species might have in avoiding misery and death at the hands of their (“free”) human masters—a moral issue Bookchin never confronts. Again, what matters here is the specific relationship humans are able to establish with nature—that is, whether “dominion” becomes “conquest” in the form of institutionalized barbarism, or something altogether different. In the final analysis, humans possess nothing special that can ethically justify the terror of slaughterhouses, lab testing, and hunting, although they obviously have the power to carry out such practices. In Bookchin’s social ecology, we end up with an emancipatory theory of radical (human-centered) transformation that supports an arrogant speciesism where animals have no protection against whatever horrors people decide to visit upon them. As with neo-Marxism, social ecology has been impervious to the radical influence of animal-rights theory and practice since the early 1980s.

Reacting against Marxism and social ecology, Deep Ecology—its influence on Green currents strongly felt over the past two decades—looks to systemic change in human-nature relations, marked by an ecocentric break with modernity and industrialism. DE shares with social ecology a rejection of all forms of domination but, given the depth of the ecological crisis, identifies natural relations as the privileged site of human efforts to transform the world. It dismisses liberal environmentalism and its narrow project of limited reforms in favor of a deeper “paradigm change” in consciousness, lifestyles, and values that would define the new community. DE rejects the Enlightenment legacy tout court, urging limits to economic growth, “bioregional” living arrangements, population reduction, self-sustaining agriculture, and unyielding reverence for natural habitats. More fundamentalist DE theories call for a return to preindustrial society, consistent with basic Green principles of equality, democracy, peace, spiritualism, and ecological renewal. As George Sessions argues, human self-activity is attainable only through organic unity with the surrounding ecosystem.[50] Many DE currents adopt the view that virtually any human intervention in nature is destructive and must be avoided. The modern crisis, according to this extreme formulation, would be surmountable only at that point when humans finally exit the scene—a view bringing charges of misanthropic and even fascistic politics. Most variants of DE, it must be said, retreat from such dogmatism.

DE theory stresses moral obligation to nature and living systems within it, a biospheric equality that conflicts sharply with the requisites of industrial society. Departing from Marxism and social ecology, DE argues for full-scale transformation of social life and natural relations consistent with the abolition of speciesism, or “anthropocentrism”. This is no contrived “second nature” but rather progressive adaptation to “first nature”, transcending the age-old dualism between society and nature, humans and other species. Here the DE agenda seems compatible with animal rights given its reverence for nature and attraction to “wild nature” unspoiled by human contamination.[51] Yet the theory both exceeds and falls short of animal-rights objectives as spelled out in this essay. First, its moral stance covers the entire natural world, beyond individual sentient beings to include natural habitats as such (trees, water, insects, even rock formations as well as animal species) within an interconnected ecological system. It transcends and even trivializes “rights” to embellish all life-forms, so that animal interests fall short of what needs to be considered as part of a “deep” ecological revolution. Beyond the formal (one might also say legalistic) goal of “rights”, radical change insists upon a qualitative shift in the economy, social structures, lifestyles, and popular consciousness—all indispensable for planetary survival.

At the same time, DE ecocentrism runs up against its own limits and contradictions. If animal-rights discourse lacks a holistic, global outlook, DE offers no theoretical construct that would prohibit institutionalized barbarism as the system is currently maintained. Within DE thinking it has been easy for partisans to hedge on their rejection of anthropocentrism which, in any case, mistakenly poses the question of human domination itself as opposed to looking at how precisely that domination unfolds. The result is that Deep Ecologists lean toward an open, malleable attitude regarding how individual members of other species are expected to be treated in actuality. As Arne Naess writes, reflecting the tone of many DE passages: “My intuition is that the right to live is one and the same for all individuals, whatever the species, but the vital interests of our nearest [i.e., humans], nevertheless, have priority.”[52] He goes on to defend the use of animals as “resources” for human appropriation,[53] and one finds scattered references throughout DE literature to the acceptable use of animals as food sources. At another point Naess writes that humans should be allowed to intervene in nature “to satisfy vital needs”, clearly a departure from the ethic of biocentric equality.[54] Lacking a theory of rights or its equivalent, biospheric egalitarianism shades into a vague general orientation, leaving moral and political space for humans to continue their meat addictions and related activities. Ecological radicalism would not be so “deep” as to interfere with the brutal treatment of animals if that treatment can viewed as contributing toward “satisfying vital needs”. Conceivably “wild nature” would remain untrammeled, but in other locales sentient creatures would be eligible for merciless abuse from their human betters.

Another difficulty with DE is that its exit from modernity—indeed its very idea of organic bioregionalism—turns out to be rather abstract, a utopian fantasy. Modernity is so thoroughly a part of the existing world, so embedded in social institutions and practices for so many generations, that ambitious moves to “escape” its global reach would lead to immediate calamity—even conceding the possibility of such an escape. The idea of abolishing all or even most human intervention into the natural world, which no DE theorists has in fact ever concretized, winds up as just another hopeless romantic myth. Biocentric equality, itself a fanciful humanconstruct, is so far beyond any realizable goal that down-to-earth political action is rendered moot. It is hardly surprising that in the sphere of animal rights DE lacks specificity: “natural” entities from elephants to shrubs, insects, and rocks appear to enjoy the same putative moral standing, however nebulous and subject to myriad qualifications. The grandiose notion of extending moral status across the entire ecological landscape seems on the surface laudatory enough but, as Tim Luke observes, such sacralization of nature fails to rise above a vague sense of “moral regeneration” devoid of political meaning.[55] Despite its deep, radical formulations, therefore, DE in itself offers little guide to an animal-rights strategy much less to a political way out of the modern crisis.

Liberating Theory

We have yet to arrive at a theory of animal rights sufficient to engage all dimensions of the challenge. Both Marxism and social ecology, though vital departures for analysis and change, are much too attached to Enlightenment rationality, with its fetishism of technology and deeply-ingrained speciesism, to inspire any revolution in natural relations. Their view of animal rights is essentially one of contempt—where the issue is not ignored altogether. DE, on the other hand, breaks with Enlightenment ideology and affirms the moral standing of living habitats and the integrity of nonhuman species, but retreats so far into romanticism that it cannot by itself furnish any strategic way forward. The theory contains vague references to moral renewal and organic community that have no relevance to actual political outcomes, including animal liberation. Further, as we have seen, its stated position on animal rights is ambiguous at best. As for the animal-rights movement itself, both in theory and in practice it has veered toward insularity, cut off from larger social and ecological concerns even as it generates militant and often highly-effective popular struggles. The discourse has regularly been framed as a set of normative ideals to be achieved within the liberal-capitalist order, in the tradition of earlier “rights” movements. While this is eminently understandable, the problem is that no far-reaching animal liberation (or ecological) project can be sustained without challenging domestic and international corporate power, though partial reforms benefiting animal welfare (for example, no-kill zones, hunting bans) do obviously matter and ought to be defended. As David Nibert argues, social changes leading to the liberation of both humans and animals are mutually reinforcing, fueled by a common material exploitation that goes back thousands of years.[56] My argument here is that a new theoretical synthesis is urgently needed, incorporating dynamic elements of Marxism, radical ecology, and animal rights, if the modern crisis is to be fought with any hope of success. Corporate capitalism has grown ever-more authoritarian, exploitative, violent, and unsustainable over time, nowhere more so than in the United States, thus forcing political strategy along a more radical path. If the crisis is a product of multiple and overlapping factors, then countering it means proceeding along diverse fronts: class and power structures, the globalized economy, culture, ecology, and natural relations. Even the most transformative change, however, can occur only within the parameters of an already existing urban, modernized order, part of a lengthy historical process, as opposed to any sudden “exit” from the present, or immersion in “wild nature”.

An expanded moral sensibility requires the normative obligation to other life-forms, species, and individual sentient beings—a sensibility basic not only to animal rights but to historical ideals of social justice, democracy, peace, and sustainability. Such ideals demand no mythical biocentric community for their actualization, but they do assume prohibitions against exploitation, torture, and killing in any form, which clearly applies to institutionalized barbarism of the sort perpetrated against billions of sentient creatures today. As Herbert Marcuse, never known for his embrace of animal rights, observed in the 1960s, human beings in their great wisdom have managed to create a general “Hell on earth”, and a significant “part of this Hell is the ill-treatment of animals—the work of a human society whose rationality is still the irrational.”[57] Today Marcuse would probably agree that the struggle to overcome the dualism of society and nature, humans and other species—barely theorized so far—ought to inform any future radical politics worthy of the name.

Whatever its lacunae in conceptualizing natural relations, Marxism remains indispensable to this project, its class analysis and anti-capitalist theory vital to forging anti-system movements against transnational corporate power. The most imposing problems of the current period, including worker exploitation, global poverty, militarism, and ecological decline, cannot be grasped much less reversed in the absence of class-based movements that break with the hardened rules of corporate globalization—a dialectic best theorized within the Marxist tradition. A deep flaw in Marxism is filled by social ecology, given its more systemic view of ecology and sharpened attention to the multiple forms of domination. Attuned to the complex ensemble of relations, social ecology resists the productivism and class reductionism that works against a full ecological Marxism. On the other hand, Deep Ecology (including ecofeminism) embraces a more distinctly subversive outlook toward natural relations, conferring moral status on all of nonhuman nature. Neither Marxism nor social ecology rival DE in the sense of gravity it attaches to habitat destruction and the global ecological crisis, in its potent critique of rampant industrial growth and obsessive pursuit of material abundance. Criticized (for the most part inaccurately) for its misanthropic ideas, DE calls for alternative modes of agriculture, production, and consumption in harmony with sustainable development—a viewpoint scarcely articulated within the Marxist tradition. Such a qualitative shift in social and ecological arrangements is necessary because, as the Pimentels observe, “Humanity is approaching a crisis point with respect to the interlocking issues of population, natural resources, and sustainability.”[58]

The final and perhaps most contentious element of the synthesis, animal rights, calls attention to an institutionalized barbarism that has been routinely ignored but which does so much to sustain corporate wealth and power, thereby helping further intensify the modern crisis. For the short term, like other protocols and standards, the rights of animal ought to find universal codification in the U.N. Charter, the U.S. Bill of Rights, and every other national constitution. Viewed over the long term: insofar as animal interests pose far-reaching challenges to the status quo regarding agricultural practices, the industrial system, diet and health, natural relations, and the ecological crisis, any movement that addresses the general interests of animals has undeniable anti-system potential. Nascent struggles to overturn institutionalized barbarism represent a blow, however limited, against escalating human assaults on nonhuman nature, perhaps opening a new phase in the development of a truly liberatory politics. Taken to new historical levels, animal rights, in tandem with the great moral questions it raises, clashes with those megacorporate interests -agribusiness, fast food, biomedical, media and Big Pharma among others—that will stop at nothing in their efforts to amass greater wealth, power, and profits.

Endnotes

[1] Peter Singer, Animal Liberation (New York: Avon Books, 1975), p. xii.

[2] Tom Regan, The Case for Animal Rights (Berkeley: University of California Press, 2004), p. xiii.

[3] For a recent comprehensive anthology on questions of animal welfare, see Peter Singer, ed.,In Defense of Animals (Oxford: Blackwell, 2005).

[4] Jeremy Rifkin, Beyond Beef (New York: Penguin, 1992), p. 235.

[5] Regan, The Case for Animal Rights, p. 332.

[6] John Robbins, The Food Revolution (Berkeley: Conari Press, 2001), p. 220.

[7] Gary Francione, Introduction to Animal Rights (Philadelphia: Temple University Press, 2001), p. xxiv.

[8] Rifkin, Beyond Beef, p. 283.

[9] Jeffrey Moussaieff Masson, When Elephants Weep (New York: Delacorte Press, 1995), p. 236.

[10] Jane Goodall, Through a Window (Boston: Houghton Mifflin, 2000), p. 250.

[11] Singer, Animal Liberation, p. 235.

[12] Ken Midkiff, The Meat You Eat (New York: St. Martin’s, 2004), p. 39.

[13] Upton Sinclair, The Jungle (Tucson: Sharp Press, 2003).

[14] Robbins, The Food Revolution, p. 211.

[15] Ibid., p. 221. See also Midkiff, p. 13.

[16] Masson, When Elephants Weep, p. 29.

[17] For a powerful statement on stewardship values, situated within a philosophical discourse, see Holmes Rolston III, “Challenges in Environmental Ethics”, in Michael E. Zimmerman, et. al., eds., Environmental Philosophy (Englewood Cliffs, N.J.: Prentice-Hall, 1993), pp. 135-57.

[18] Regan’s views are best summarized in his The Case for Animal Rights (2004 edition), ch. 9. This approach, in my opinion, is superior to either the Utilitarian framework adopted by Singer (inAnimal Liberation and elsewhere) or the “capabilities approach” employed by Martha Nussbaum in her Frontiers of Justice (Cambridge, MA.: Harvard University Press, 2006). Both views allow for entirely too many qualifications and exceptions to any rule against animal cruelty and exploitation. The weaknesses of Utilitarianism are well known: virtually anything can be justified if it can be said to maximize pleasure for the majority. In the case of Nussbaum, she argues forcefully for a ban on all forms of cruelty to animals but then makes room for exceptions when “there is plausible reason for the killing”. (p. 393) Elsewhere she writes that the use of animals for food and for biomedical research provide thorny, but still unresolved, moral questions. (pp. 403-03). Regan’s case for a strict abolitionism, of course, permits of no such moral ambiguity.

[19] Ted Benton, Natural Relations: Ecology, Animal Rights, and Social Justice (London: Verso, 1998), p. 152.

[20] “Is Meat Sustainable?”, Worldwatch (July-August, 2004), p. 12.

[21] The widely-acclaimed Albert Gore documentary, An Inconvenient Truth, provides a brilliant investigation into the problem of global warming, but contains not a single word about the impact of agriculture, meat, and dietary habits on this aspect of the ecological crisis.

[22] Lester R. Brown, Plan B 2.0 (New York: Norton, 2006), p. 164.

[23] Ibid., p. 3.

[24] David Pimentel and Marcia Pimentel, “World Population, Food, Natural Resources, and Survival”, in Ervin Laszlo and Peter Seidel, eds., Global Survival (New York: SelectBooks, 2006), pp. 31-33.

[25] Ibid., p. 46.

[26] Ibid., p. 45.

[27] See George Ritzer, The McDonaldization of Society (Thousand Oaks: Pine Forge Press, 2000), ch. 1.

[28] Los Angeles Times, May 12, 2006.

[29] Rifkin, Beyond Beef, chs. 11-16.

[30] Ibid., p. 257.

[31] Midkiff, The Meat You Eat, p. 27.

[32] Eric Schlosser, Fast Food Nation (Boston: Houghton Mifflin, 2001), pp. 149-50; 154; 195.

[33] Robbins, The Food Revolution, pp. 60-65.

[34] Masson, When Elephants Weep, p. 24.

[35] Carol J. Adams, The Sexual Politics of Meat (New York: Continuum, 2004), p. 43.

[36] Francione, Introduction to Animal Rights, pp. 187-88.

[37] Aside from journals and magazines, animal-rights concerns have also been excluded from progressive radio. For example, nothing has been historically aired on the influential Pacifica stations devoted to this issue, except for a brief stint by Karen Dawn at KPFK in Los Angeles during 2004. Dawn’s excellent program, however, was taken off the air after several months—the agreement was not renewed—at the insistence of the Program Manager.

[38] Benton, Natural Relatons, p. 196.

[39] William Leiss, The Domination of Nature (New York: George Braziller, 1972), p. 55.

[40] See especially Ronald Aronson, After Marxism (New York: Guilford, 1995), pp. 90-123.

[41] See, for example, “Ecology, Capitalism, and the Socialization of Nature”, an interview with MR editor John Bellamy Foster, Monthly Review (November 2004), pp. 1-12.

[42] Benton, Natural Relations, pp. 23-31.

[43] Probably the most comprehensive overview of the environmental crisis during the period was Barry Commoner’s The Closing Circle (New York: Knopf, 1971).

[44] John Sanbonmatsu, “Listen Ecological Marxist! (Yes, I Said Animals!)”, Capitalism, Nature, Socialism (June 2005), p. 107.

[45] Joel Kovel, The Enemy of Nature (London: Zed Books, 2002), p. 210.

[46] Teresa Ebert and Mas’ud Zavarzadeh, “Our American Diet Divides Us into Classes of Workers and Bosses”, Los Angeles Times (appeared in fall 2000).

[47] Murray Bookchin, “What is Social Ecology?”, in Zimmerman, et. al., Environmental Philosophy, p. 355.

[48] Bookchin, The Philosophy of Social Ecology (Montreal: Black Rose Books, 1990), pp. 115-16.

[49] Bookchin, Re-enchanting Humanity (London: Cassell, 1995), p. 236.

[50] See George Sessions, “Ecocentrism and the Anthropocentric Detour”, in Sessions, ed., Deep Ecology for the Twenty-First Century (Boston: Shambala, 1995), pp. 169-77.

[51] On “wild nature” see, for example, Jack Turner, “In Wildness is the Preservation of the World”, in Sessions, Deep Ecology, pp. 331-338.

[52] Arne Naess, “Equality, Sameness, and Rights”, in Sessions, Deep Ecology, p. 222.

[53] See Naess, “Deep Ecology and Lifestyle”, in Sessions, Deep Ecology, p. 260.

[54] Naess, “The Deep Ecological Movement”, in Sessions, Deep Ecology, p. 68.

[55] Timothy W. Luke, Ecocritique (Minneapolis: University of Minnesota Press, 1997), p. 23.

[56] David Nibert, Animal Rights Human Rights (Lanham, MD.: Rowman and Littlefield, 2002), p. 237.

[57] Herbert Marcuse, One-Dimensional Man (Boston: Beacon Press, 1964), p. 237.

[58] Pimentels, in Global Survival, p. 46.

http://www.uta.edu/huma/agger/fastcapitalism/2_2/boggs.html

February 1, 2011 Posted by | anti-endustriyalizm, anti-kapitalizm, sistem karsitligi, türcülük, doğa / hayvan özgürlüğü | 1 Comment

Kendimizi Korkunun Tuzağından Nasıl Serbest Bırakabiliriz? Derrick Jensen

1996’dan kırpılmış bir gazete parçası tutuyorum elimde. Kıvrımları yıpranmış, sayfa sararmış. Başlıkta şöyle yazıyor: “anne ayı trenlere saldırıyor.” İki oğlu trenler tarafından öldürülünce, anne bozayı geçen her trene saldırmaya başladı.

Önce bu gazete parçasını cüzdanımda taşıdım, daha sonra çalışma masama yazdım. Cesur olmanın, yaşıyor olmanın ne olduğunu hatırlamama yardımcı oluyor.

Dünyanın iktidardakilerin açgözlülüğü, nefreti ve deliliği yüzünden tahrip edildiğini düşünürdüm. Elbette hala –herkesin dikkat etmesi gerektiği gibi- öyle düşünüyorum ama kendi korku doluluğumuzun bu tahriple nasıl işbirliği içinde olduğunu her geçen gün daha iyi görmeye başladım.

Hayır, bunu aynı eski mısrayı kusarak, yani tuvalet kağıdı kullandığım için ormanların yok olmasında Wayerhaeuser’in CEO’su kadar kabahatli olduğumu söyleyerek açıklamıyorum. Gezegeni öldürenler için şefkat duymamız gerektiğini, evimizi yıkanları durdurmamız için önce tüm öfkemizi kendi kalplerimize yöneltmemiz gerektiğini de söylemiyorum. Hepimizin gezegenin tahrip oluşunda aynı sorumluluğa sahip olduğunu ve kişisel olarak benim ve bir takım çevrecinin kolektif olarak yeterince saf, iyi, sevgi dolu olmasının her şeyi gerçekten düzeltebileceğini ifade eden gerçekdışı düşünceyi tekrar etmiyorum.

Kesinlikle değil. Çünkü bu şekilde düzelmeyecek.

Anne boz ayının kendi yüreğindeki saflık için endişelendiğini sanmıyorum. O yalnızca sevdiklerini öldürenlere karşı eyleme geçmek için kendi yüreğini dinledi.

Ormanların yok olmasında benim kabahatim, tuvalet kağıdı kullanıyor olmaktan çok daha büyük. Ormanları yok edenleri fiziksel olarak durdurmamam, kendi evimi ve sevdiklerimin (insan ve insan olmayanlar) evlerini vahşice ve anne ayının gösterdiği sevgiyle savunmuyor olmam benim kabahatim.

Biz sevginin pasifizm olduğunu varsayan yanlış inançtan ötürü ıstırap çekiyoruz. Anne bozayıların ya da diğer birçok annenin bunu kabul edeceğinden emin değilim. Çocuklarına zarar vereceğimi sanan birçok anne at, inek, fare, tavuk, kaz, kartal, baykuş, sinekkuşu tarafından saldırıya uğradım. Çocuklarına zarar verenleri ya da verecek olanları öldüren birçok anne tanıdım. Eğer bir anne fare, kendisinin sekiz bin katı büyüklüğünde birine saldırarak kendi hayatını ortaya koymaya hazırsa, bu onun kalbi hakkında bizim kalplerimize ne söyler? (Anne fare kazandı bu arada)

Evimin yakınındaki akarsularda yüzen som balığını sevdiğimi söylüyorum, ancak som balıkları yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bırakılıyor, onlara yardım etmek için ne yapabilirim? Onlarla ilgili yazılar yazıp, şarkılar söylerim, kalkıp yaşlı gözlerle onların çamurlu akarsuda yumurtlamasını izleyebilirim, ama ne yapabilirim?

Sorun karmaşık değil. Eğer som balığını gerçekten önemsiyorsam, barajları ortadan kaldırmam gerekir, orman endüstrisini, ticari balıkçılığı, küresel ısınmayı durdurmam gerekir. Bunların tümü aslında basit teknik işler, ama ben bunları yapmıyorum.

Neden?

Bir sürü yarı entelektüel, yarı ruhani, yarı ahlaki nedenler gösterebilirim, ancak kendime karşı dürüst olduğumda asıl neden korkuyor oluşumdur. Etkili bir şekilde hareket edersem polis tarafından öldürüleceğimden ya da ömür boyu hapse mahkum edileceğimden korkarım. Etkili hareket edersem toplumdan dışlanacağımdan korkarım, birilerinin benden hoşlanmamasından, beni yargılamasından korkarım. İşte son zamanlarda düşündüğüm bazı sorular; eğer Naziler yahut başka faşistler Kuzey Amerika’yı işgal etselerdi- uzun bir duraksama, bir kaş kalkar- hepimiz ne yapardık? Mussolini’nin faşizm tanımını düşünün: “Faşizme daha uygun olarak şirketçilik (corporatism) denilmelidir, çünkü faşizm devletin ve şirketlerin gücünün birleştirilmesidir.” Peki, bu işgal edilmiş ülke kendisine demokrasi deseydi ve -çoğunlukla herkes seçimlerin hile olduğunu anlamıştır ama- vatandaşlara aynı faşist partinin farklı kanatlarını (ya da Mussolini, Şirket) seçme hakkı tanısaydı? Peki ya protestolara ya da diğer şiddetten arınmış muhalefet biçimlerine, süvari birlikleri ve gizli polis tarafından karşı konulsaydı? Onlarla savaşır mıydık? Ya da mevcut bir direniş hareketine katılır mıydık?

Peki ya iktidardakiler tesis ettikleri yasaların onlara izin vermesiyle 18-35 yaş arası Yahudi erkeklerin üçte birini toplama kamplarına tıktıklarında ne yapardık? Afrikan-Amerikalılarla Yahudilerin yerini değiştirip, aynı soruyu kendinize sorun.

Faşistler kırsal bölgelere radyasyon saçsalardı, yiyecek kaynaklarını zehirleselerdi, kıtayı ormansızlaştırsalardı, ya da nehirleri artık su içilemeyecek, yüzülemeyecek kadar kirletselerdi, onlara direnir miydik?

Yalnızca toprakları değil, sevdiklerimizin bedenlerini de diyoksinle -bilinen zehirli maddelerden biri-, çok sayıda kanserojenle zehirleselerdi? Konuşmalarımda, dinleyicilere aralarından kaçının sevdiği kişileri kanser yüzünden kaybettiğini sorarım. Neredeyse yüzde sekseni ellerini kaldırır. Şimdi soruyorum, iktidardakiler yalnızca sevdiklerimizi değil, kendi bedenlerimizi de zehirlerlerse onlara karşı direnir miyiz?

Eğer sevdiklerimiz ölürken, bedenlerimiz zehirlenirken savaşmayacaksak, ne zaman tavır alacağız? Hepimizin eşik sınırını, korkumuzdan kurtulduğumuz ve sevdiklerimizin yanında eyleme geçtiğimiz noktayı, bulması gerekiyor.

Neden bu kadar dehşete kapılmışız? Neden korkuyoruz? Bu soruların hiçbiri retorik sorular değil. Bunlar, bu noktada, kendimize sormamız gereken en önemli sorular.

En basit anlamda, korku bir şeyi kaybedeceğimiz yönündeki inançtır. Bir başka anlamda da elbette kaybedeceğimiz çok şey olduğunu gösterir. Hepimiz, iktidardakilerin kendilerini ya da sahip olduklarını tehdit eden kişilere ne yaptığını biliriz. Jeffrey Leuers* sembolik direniş amacıyla üç SUV’u yaktıktan sonra; tecavüzcülere, eşlerini ölümüne döven adamlara, birçok insanı kanser eden kimyasalların dünyaya salınmasına izin veren kimya şirketilerinin CEO’larına verilen cezalarla kıyaslanamayacak kadar yüksek olarak, 22 senenin üzerinde hapis cezasına çarptırıldı. Eğer ciddi biçimde iktidardakilerin canlı dünyayı satılmak üzere tüketici ürünlerine dönüştürme yetkilerini tehdit ediyorsak, bizi her türlü yöntemi kullanarak durdurmaya çalışacaklardır.

Ancak tüm bunlar da aynı şekilde korkudur. Biliyoruz ki bizler de –Amerika’da yaşayan, sömürüden birincil fayda sağlayanlar olarak- bazı tüketici ürünlerine olan erişimimizi yitireceğiz: Peki gezegenin tahribine karşılık, kahve, çikolata, arabalar, elektrikli battaniyeler gibi ürünleri kabul etmek bizim hakkımızda ne söylüyor?

Hepimiz seçimlerle karşı karşıya kalırız. Büyük ölçekte, ya arabalarımız ya da buzullarımız ve kutup ayılarımız olabilir. Barajlarımız, kağıdımız, kereste ürünlerimiz olabilir ya da som balıklarımız. Karton kutularımız olabilir ya da yaşayan ormanlarımız. Elektriğimiz ve madencilikle enkaza dönmüş dünyamız olabilir, ya da ikisi de olmaz (güneş enerjisi de endüstriyel bir altyapı gerektirir). İthal meyvelerimiz, sebzelerimiz, etimiz, kahvemiz olabilir ya da en azından Latin Amerika’da dokunulmamış insan ve insan olmayan topluluklar yaşamını sürdürebilir.

Bu umutsuzluğa düşmemiz anlamına gelir mi? Belki de. Umutsuzluk kesinlikle, umutsuz bir duruma verilecek uygun bir tepkidir. Bundan da fazlası, tüm bunların yine de gerçek seçimler olmadığını fark etmeliyiz; neredeyse varlıklarının yüzde doksan dokuzunu, insanlar, toplulukları ve gezegeni tahrip etmeden oldukça mutlu bir şekilde yaşadılar. Bu seçimler anormal ve açıkça tuhaf yaşam biçiminin sonuçlarıdır.

Daha kişisel bir düzeyde, bize hizmet etmeyen –asla bizi gerçekten mutlu etmeyen, rahat ve güvenli hissettirmeyen, ancak mutluluk, rahatlık ve güvenlik yanılsaması sunan- anaakım kültüre kapılıp gidebilir ya da çoğu zaman bizi rahatsız eden şeyi yapmaya başlayabilir; kimi, neyi sevdiğimizi ve kimin ve neyin uğrunda hayatlarımızı değiştirip, savaşabilecek ve yaşayabilecek kadar kendimizi güçlü hissettiğimizi kalplerimize sorabiliriz. Ya kendi mutluluğumuz? Uzun süredir insanlara mesleklerini sevip sevmediklerini sorma alışkanlığım vardır: yüzde 90’ını sevmediklerini söylerler. İnsanların büyük çoğunluğunun, uyanık oldukları saatlerin çoğunda yapmayı tercih etmedikleri şeyleri yapmalarının anlamı nedir? Ya kendi sağlığınız? Ya çocuklarınızın sağlığı? Onların mutluluğu? (sahip oldukları sayısız oyuncağı değil, gerçek yaşam kalitelerinden bahsediyorum) Ya üzerinde yaşadığınız dünyanın sağlığı ve mutluluğu? Ya bir gezegenin katledilmemesi? Sizin için en önemli olan şey ne?

Bunların hepsine sahip olamayız. Hepsine sahip olabileceğimiz inancı, bizi bu korkunç duruma getiren şeylerden biridir. Delilik, eğer, fiziksel gerçeklikle tüm işlevsel bağların kopması olarak tanımlanıyor ise, her şeye sahip olacağımıza inanmak- aynı anda hem bir dünyayı parçalayıp hem de üzerinde yaşayabileceğimize inanmak; daima güneşin sağlayabileceğinden daha fazla enerji kullanabileceğimize inanmak; dünyanın seve seve verdiğinden fazlasını alabileceğimize inanmak; sonlu bir dünyanın sonsuz bir refahı, gittikçe daha fazla canlıyı ölü nesnelere çevirerek (sanayi ürünü, özünde, canlıların -ağaçların, dağların- ölü nesnelere -bira tenekelerine- çevirerek) meydana getirdiği neredeyse sonsuz ekonomik büyüme ile sağlayabileceğine inanmak- deliliktir.

Derinlerde, hepimiz bunu biliyoruz. Ama halen kendimize bunu itiraf edemiyoruz, çünkü korkuyoruz. Sahip olduklarımızı kaybetmekten korkuyoruz.

Ve dolayısıyla dayanıyoruz.

Ancak biz başka bir şeyden korkuyoruz. Sahip olamamaktan. Bütün toplumsal sistem delirmiş olduğunda bile, hala o sistemden dışlanmaktan korkuyoruz. Daha dün annemi Wal-Mart’a artık çalışmayan yeni telefonunu değiştirmeye götürdüm. Şimdi bana ikiyüzlü diye bağırmadan önce, bilmelisiniz ki Wal-Mart bu küçük şehirde zaten zarar etti ve annemin tek diğer tek tercihi Radio Shack idi. Geri alım bölümünde sıra vardı ve hoş bir gündü, ben de dışarıda beklemeye başladım.  Banklardan birinde bir kadın oturmuş sandviç yiyor, bir diğerinde ise bir adam oturmuş sigara içiyordu. Burada asıl nokta şu: Etrafta yürüyenlerin, özellikle Wal-Mart çalışanlarının, benim resmi olmayan bir noktada oturuyor oluşumdan rahatsız olduklarını söyleyebilirim. Sorunun oturduğum yer olduğunu biliyorum: Resmi olmayan uzun bir saçım ya da resmi olmayan bir vücut kokum yoktu ya da resmi olmayan kirli kıyafetler giymemiş, resmi olmayan hoşnutsuz bir tavır takınmamıştım. Ama insanların benim gitmemi istediğini biliyordum, ve bu sebeple kendim de gidip sıraya tekrar girmeyi isteyebilirdim. Neredeyse zapt edilemez bir histi.

İtaate zorlayan aynı psikolojik baskılar, kitle iletişim dergileri rafında “Soldier of Fortune”, “Penthouse” ya da “Car and Driver” seçerken de iş başında olabilirdi. Sonraki aşamada, aynı baskı, elimde testereyi ihtiyar bir ağaca yöneltmiş dikiliyor olmamı ya da başka bir koşulda tabancamı kıvrılmış bedenlerle dolu bir çukurun yanında diz çökmüş bir Rus Yahudisine yöneltmeme de neden olabilirdi. İtaate yönelik içselleştirilmiş toplumsal baskının gücünü asla yabana atmamalıyız.

Nazilerin yaptığı en zekice şeylerden biri, ussallığı, umudu, kısa vadeli korkuyu tayin etmekti. Yolun her adımında, Yahudilerin en iyi ussal çıkarının direnmemek olduğunda, birçok Yahudinin iktidardakilerin kurallarına uyarlarsa yaşamlarının daha kötü olmayacağına, öldürülmeyeceklerine dair umutlarında –ki bu umut Naziler tarafından yerleştirilmişti- bu zekice kavrayış vardı. Şu sorularla yüzleştiler: bir kimlik kartı al, gettoya git, sığır arabasına bin ya da diren ve öl. Eğer kendimize aynı soruları sorarsak ne olur? Sağanakların altında kalmayı mı yoksa direnip, öldürülme riskini göze almayı mı tercih ederdik?

Uyum sağlayanlara oranla, Varşova Gettosunun ayaklanmasına katılanlardan –intihar eylemlerini düşünmeyi sürdürenlerde- hayatta kalanların sayısı daha yüksek olmuştur. Bunu asla unutmayın.

Önemli bir başka şey daha: Güney Afrika’da ırkçılık rejiminde yüksek rütbeli bir güvenlik görevlisi, daha sonra yapılan bir röportajda en çok korktuğu şeyin Afrika Ulusal Kongresi (African National Congress-ANC) adındaki asi grup olduğunu söylemişti. En çok korktuğu şey ise, ANC’nin şiddet eylemleri değil; ANC’nin, ezilen Afrikalı çoğunluğu “kanun ve düzen”i hiçe saymaya, yani kendilerini düşünmeye ve hissetmeye, ikna etmesi idi. Dünyanın en güçlü ve en iyi eğitim almış güvenlik güçlerinin bile bu tehdide karşı koyamayacağını söylüyordu. Ancak iktidardakilerin fermanlarının hiçbir özsel etik ya da ahlaki ağırlığı olmadığını görmeye başladığımızda, doğduğumuz günkü gibi, evet ve hayır deme yeteneğine sahip, özgür insanlar oluruz.

Şunu da hatırlayın.

16. yüzyılda, Šttiene de la BoÈtie bize, güçlü açgözlü olduğunda, itaatin ölümcül olduğunu –yani biz iktidardakilerin “kanun ve düzen”lerine daha fazla boyun eğdiğimizde, onların bizden daha fazlasını isteyeceklerini- hatırlattı. “Tiranlar daha fazla soydukça, daha fazlasını isteyecekler, daha fazla yıkacak ve imha edecekler; biri onlara daha fazla boyun eğdikçe, itaat ettikçe, daha fazla güçlenecek ve heybetlenecekler; yok etmeye, imha etmeye daha hazır hale gelecekler. Ama eğer bir şey onlara kazanç getirmezse, eğer şiddete gerek kalmadan yalnızca itaat etmezse, bir hiç gibi çırılçıplak kalacak, aynı kök besin sağlamadığında dalların solup, ölmesi gibi, mahvolacaklar.”

Elbette ki korkuyoruz, Korkacak çok şey var. Ama dünya gözlerimizden önce yok olurken, kaybedecek bir şeyimiz olduğu inancı yalnızca bir yanılsamadır. Beni bu yanılsamalardan kurtaracak en iyi yol göstericinin kalbim olduğunu biliyorum. Kalbimi takip etmek bana hiçbir zaman yanlış bir şey yaptırmadı.

O boz ayıyı çokça düşünüyorum, aynı sevdiklerini savunan atları, inekleri, fareleri, tavukları, kazları, kartalları, baykuşları, sinekkuşlarını düşündüğüm gibi. Hayatları pahasına, üzerime uçan, beni sokacak bir yol bulmak için saçlarımın arasına dalan ve evlerinden beni kovan arıların cesaretini düşünüyorum. Her yıl evine dönen ve onlara yaptığımız ya da yapılmasına müsaade ettiğimiz şeylerle karşı karşıya kalan som balığını düşünüyorum.

Ve onları koruyabilmem için önce, onların beni korumaları, bana sevginin ne olduğunu, korkuların ötesine adım atmanın, sevdiklerimi savunmak için hareket etmenin ne olduğu öğretmeleri ve hatırlamama yardımcı olmaları için onlara itimat etmem gerektiğini kavrıyorum.

*Çevirmenin Notu: Jeffrey Leuers, Craig “Critter” Marshall ile birlikte 2000 yılında aşırı tüketimi ve küresel ısınmayı protesto etmek için, Romanya Chevrolet bayiliğinde 3 kamyonu yaktı. (kaynak: wikipedia)

Çeviri: Kıvılcım İ.

January 25, 2011 Posted by | anti-endustriyalizm, anti-kapitalizm, isyan | Leave a comment

KALKINMA YALANLARI


Igniting a Revolution kitabından çevrilmiştir.

Robert Thaxton (robo Los Ricos)

Kalkınma, dünyanın Avrupalılar ve onların sömürge sonrası piçi tarafından tahakküm altına alınmasını meşrulaştırmak amacıyla kullanılan bir yalandır. Küresel ısınma, kimyasal savaş, kadın ve çocuk köleliği: hepsi kalkınmanın bedeli. Soykırım kalkınmanın ilgi alanına girmiyor, kalkınma sadece ekonominin derdinde.

Diyelim bir gölün kenarında huzur ve barış içerisinde yaşayan insanlar var, aynen atalarının yüzyıllardır yaptığı gibi yaşıyorlar. Aileler bahçeleri ve evlerini paylaşıyor. İnsanlar avlanıyor ve balık tutuyorlar. İnsanlar bir bütün olarak sağlıklılar. Kimse aç kalmıyor; dans, festival, paylaşmaktan oluşan  kültürleri herkesi o topluluğa katılma konusunda imrendiriyor.

Bu kabul edilemez bir şey. Bu insanlar, şirketler ve bankaların çıkarı için uğraşmıyorlar, ya da devlete vergi ödemiyorlar. Bu insanların ve toprakların kalkınmaya ihtiyacı var. Birkaç kuşaklık kalkınma sonrasında bu insanların halleri nedir bir bakalım.

Öncelikle, Haoleslerle karşılaştıklarında (Hawai dilinde “ölüm üfleyenler”) kaptıkları hastalık bir çoğunu öldürmüş. Alkol ve  ateşli silahlar kullanarak, kalkınmacılar, eskiden toplum tarafından ortaklaşa kullanılan toprağı birkaç kişinin zorla ele geçirmesi için insanları yozlaştırmış. Halkın çoğunluğu bu plana uymayı reddediyor, bu yüzden onları bastırmak için asker göreve çağrılmış. Askeri işgal başarılı olunca, kalkınma hedefine kitlenmiş.

Göl için hemen bir baraj kuruluyor, amaç daha da gelişmek için elektrik sağlamak. Ayrıca gölden askeri üs etrafında büyümüş olan kasabanın kullanması için su da elde ediliyor. Bir zamanlar bazı insanların çalıştığı kağıt ve kereste fabrikaları orman diye bir şey kalmayınca kapanıyor.

Göl, cıva ve dioksin dolu- bunlar endüstriyel gelişmenin yan ürünleri. İnsanlar hala balık yiyorlar- bu da onları kanser yapıyor. Toprak artık eski askeri liderlere ait, bu eski askerler burada büyükbaş hayvan yetiştiriyorlar. Artık iş bulmak kolay değil, insanların çoğu askeriyeye hizmet ediyor: çamaşır yıkıyor, yemek pişiriyor, onlar için fahişelik yapıyorlar. Buna karşılık olarak askerler de insanlara istenmeyen çocuklar, uyuşturucu,  alkol ve bulaşıcı hastalıklar veriyorlar.

Bu, mikro düzeyde kalkınma. Bu kalkınma defalarca tekrar edilmiştir- Amerikalarda, Afrika, Asya ve hatta Avrupa’da.

Daha büyük bir açıdan bakınca kalkınma yalanını görmek daha kolay. Arjantin’e bakın. Bir zamanlar Arjantin’de et üretimine dayalı bir ekonomi vardı. Büyük Buhran’dan sonra Arjantinliler birinci dünya ülkesi olmaya kesin kararlıydılar, aynen Kanada veya Avustralya gibi. 50 senelerini aldı ama sonunda başardılar.

Ama ne yazık ki, bu, küresel şirketler ve finansal çıkarlar açısından hiç de uygun bir durum değildi. Görüyorsunuz ya, birinci dünya ülkeleri o lükse ve refah hayat tarzlarını sürdürmek için dünyanın doğal kaynaklarının çoğuna gereksinim duyuyorlar. Yeteri kadar yok! Hayır, sadece birkaç birinci dünya ülkesine yetecek kadar var. Bilmiyorum—sekiz tanesine olabilir mi mesela?! Böylece IMF ve Dünya Bankası Arjantin’e adım attı ve onun ekonomisini yok etti. Daha 10 sene önce, Arjantin refah bir ülkeydi. Şimdi ekonomisi hayali bir ekonomi, parası dengesiz, işsizlik %50’den fazla ve ekonomisi borç ödemeye dayanıyor, bir çok üçüncü dünya ülkesi gibi. Kalkınma bu işte: küresel şirketlerin ve finans kurumlarının gücünü  çoğaltmak  için halkların güçsüz bırakılması demek kalkınma.

Küçücük bir azınlık Dünya’ya ve orada yaşayanlara inanılmaz bir savaş açmış durumda. Bütün gezegeni yönetemeyeceklerini bildikleri için ihtiyaç duymadıkları her şeyi yok etmeye ve istiflemeye karar verdiler.

Avrupa sömürgeciliği döneminde  işe yaradığı kesinleşmiş metodlar kullandılar: insanları birbirine düşürdüler, böylece herkes birbiriyle savaşmaya başladı, suyu zehirlediler, insanları konsantre merkezlerde yaşamaya zorlayarak onları kontrol etmeyi kolaylaştırdılar, kendi kirli işlerini yapacak liderleri ödüllendirdiler, sorun çıkaranları gözden kaybettiler vb.

Bu ölüm kültürünün en iğrenç yönü, iktidar sahiplerinin güçsüzleri kendilerinin yok edilmesini arzu etmek konusunda ikna etmiş olmasıdır. Aslında, iktidar sahipleri zayıfların kendi kendilerini yok etmesini sağlar ve bunu da dini bir ritüel gibi yerine getirmelerini isterler.

Zayıfların bazıları dünya üzerinde yıkımı görebilirler. Sebep oldukları yıkımı azaltmak için ellerinden geleni yaparlar. Ama iki kötülük karşısında daha az kötü olanın sonuçta gene kötü olduğunu anlama konusunda tamamen başarısızlar. Bu “ daha nazik- daha narin” yıkıcılar eylemlerinin sonuçlarına bakmaktan öylesine korkarlar ki iktidar sahibi olanların dünyamızı yok etme hakkını canla başla savunurlar ve  ölüm makinelerinin entrikalarına karşı koyan her çabayı da aşağılarlar.

Çünkü, anlarsınız ya, Dünya’yı öldürenlerin yaptığı işler karşısında herkes kör değil. Sadece o da değil, ölüm kültürünün araçlarına bağlı olmayan milyonlarca insan var. Bu iki tip insan dünyaya olan etkilerini azaltmaya çalışmakla kalmıyorlar, bu ölüm makinelerini durdurmak için de mücadele ediyorlar. İktidar sahipleri ve zayıflar primitivistlerden nefret ediyor.

Güçlü olanlar şu andaki rahat ve  imtiyazlı konumlarını devam ettirmek için bu insanları yok etmek zorunda. Zayıflar kendi korkaklıkları ile yüzleşmemek  için onları yok etmek zorunda. Ayrıca, onlar- zayıf oldukları için – ölüm kültürüne bağımlı bir halde yaşıyorlar-o olmazsa yavaş yavaş değil, anında yok olup giderler.

Güçlüler ve zayıflar, işbirliği yapmayanlara, vahşi ve özgür olanlara savaş açıyor. Hem kalpsizler, hem de etkililer. Güçlüler zayıfların asileri ve özgürleri öldürmesi için korkuyu kullanıyorlar. Zayıflar korku sayesinde motive oluyor- efendilerini gücendirmekten, hayali statülerini kaybetmekten, öldürülmekten korkuyorlar.
Eğer korku zayıfları anlamasını sağlayan tek şeyse, belki işbirliği yapmayanları zayıfları sıkı sıkı sarıldıkları o korkuyla korkutmasının zamanı gelmiştir.

Belki cesur ve özgür olanları iktidar sahiplerini sığınaklarında  uyandırma zamanı gelmiştir.

Belki artık saldırıya geçip, iktidar sahipleri ve zayıfların doğaya karşı işledikleri suçların bedellerini onlara ödetmenin zamanı gelmiştir.

Belki artık iki taraflı savaşın zamanı gelmiştir.

 

Çeviri:CemC

http://hayvanozgurluguhareketi.wordpress.com/2011/01/02/kalkinma-yalanlari/

January 25, 2011 Posted by | anti-endustriyalizm, anti-kapitalizm, isyan | 1 Comment

Dünya Günü’nden Ekolojik Topluma – Dr. Steve Best

1960’lar ABD’de ve dünyanın diğer yerlerinde dramatik toplumsal değişimlere sahne oldu. Siyah,  kadın, öğrenci ve gay özgürlüğü hareketleri hak, eşitlik ve demokrasi talep ettiler. Yoğun bir savaş karşıtı hareket, hükümetin Vietnam halkını soykırıma  uğratmasını, karşı kültür ve Yeni Sol kapitalizme, sosyal hiyerarşi, konformizm, çalışma etiği ve ruhsuz bir toplumun materyalizmine meydan okurken karşı çıkıyordu. 

Rachel Carson’ın “Sessiz Bahar” (1963) kitabı gibi kitaplar aracılığıyla bir yandan da hava ve su kirliliği, nükleer radyasyon ve kimyasal zehirlenme gibi çevre konularına yönelik bir farkındalık artışı yaşanıyordu. Başlangıçta ortaya çıkan çevre hareketi diğer toplumsal hareket grupları tarafından pek hoş karşılanmadı; çünkü çevre hareketini elit bir hareket olarak görüp onu savaş ve sosyal adaletsizlik konularından uzaklaşmaya sebep olacak bir şey gibi algılıyorlardı.

1970’lerin ortalarına gelindiğinde insan hakları ve savaş karşıtı hareketleri önemini yitiriyor; ama çevre hareketi zemin kazanıyordu. Çevre konularının aciliyeti ve onların toplumsal adalet meseleleriyle bağlantısına yönelik daha geniş bir kabullenme söz konusuydu artık, ayrıca “çevreci ırkçılık” gibi meselelere de dikkat ediliyordu.

Modern çevre hareketi resmi başlangıcını 22 Nisan 1970’de ilk Dünya Günü’yle yaptı. İronik olarak, Dünya Günü’nün arkasındaki kavram cumhuriyetçi kongre üyesi  Gaylord Nelson’a aitti, Nelson olayı organize etmeleri için birkaç üniversite  öğrencisine federal fon sağlamıştı. Ülke yeni davayı kucaklamaya hazırdı: bir kıyıdan diğer kıyıya 20 milyon insan çevre sorunları konulu eğitimlere katıldı, yürüyüş ve gösterilerde aktif olarak yer aldı.

1970-1980 arası, çevre kanunlarının yürürlüğe girdiği bir dönem oldu. Kongre ülkenin hava, su ve yaban hayatını korumak için 28 önemli yönetmeliği kabul etti, Çevre Koruma Kanunu da başkanlık emriyle yürürlüğe girdi. Çevre hukuku alanı, yurttaşlar kirlilikten sorumlu şirketleri cezalandırmak istedikçe büyüdü. Büyük çevre kuruluşları meydana çıktı, Washington’da profesyonel bir lobi gücü olmak için gerekli çalışmalara başladılar.

Şirketler o zamandan beri Dünya Günü’nü sahte çevrecilik propagandalarıyla sömürdüyse de bu durum ayrıca eğitim ve değişim sağlamak amacıyla önemli bir platform haline de geldi. İlk Dünya Günü’nden bu yana geçen otuzdan fazla sene sonunda artık  çevre hakkınd daha fazla bir farkındalık var diyebiliriz, ayrıca ulusal ve yerel bir çok çevre grubu da kurulmuş durumda. Ama şu zor soruyu sormamız gerek: Yapılan bütün mücadelelere, eğitime, yasal değişikliklere rağmen biz 1970’e kıyasla daha iyi bir durumda mıyız, yoksa daha kötü bir durumda mıyız?

Büyük Veda

Cevap insanı şok edecek kadar açık. 22 Nisan 1970’den bu yana daha fazla nüfus artışı, tüketicilik, arabalar ve otobanlar, kirlilik, ağaçların toplu kesimi, çölleştirme, yaşam alanı kaybı, türlerin yok olması ve buna ek olarak da küresel ısınma var. Birkaç gerçeği sıralamak gerekirse:

–          İnsanların 6 milyardan fazla olan nüfusuna her yıl 100 milyon insan ekleniyor.

–          İnsanın tüketim seviyesi şu anda  gezegenin kapasitesini %20 oranında aştı.

–          Endüstriler dünyadaki yağmur ormanlarının yarısını, mercan kayalıklarının dörtte birini yok etti, büyük balıkların %70’inden fazlası tüketildi.

–          Gezegenin ortalama yüzey ısısı yüz yıl içerisinde 10 derece artabilir, bu da çok sayıda insanı sıcak ve hastalık yoluyla öldürebilir demek.

–          Giderek ısınan bir dünyada buzullar kutuplarda, Grönland’da, dağ ve Alplerde hızla eriyor, kutup hayvanlarının doğal yaşam alanlarını yok ederken yükselen deniz seviyeleri sebebiyle milyonlarca çevre mültecisi yaratıyor.

–          Bizler gezegende yaşanan 6. Büyük yok oluş krizinin tam ortasındayız. Geçmişte yaşanan örneklerden farklı olarak şu anda yaşadığımız yok oluş krizi meteorlar gibi doğal olaylardan kaynaklanmıyor, doğal yaşam alanlarının yok edilmesi gibi insan eylemleri sonucunda meydana geliyor. İnsan kaynaklı değişimler türlerin yok olmasını daha önce dinozorların yok olduğu dönemdeki oranlara kıyasla bin ile on bin kat arasında hızlı bir şekilde etkiliyor. Korumacı biyologlar yüzyılın ortasına kadar dünya üzerinde var olan hayvan ve bitki türlerinin üçte birinin yok olacağını öngörüyorlar. Şu anda 5,500 hayvan türü yok olma tehdidiyle karşı karşıya, buna büyük kuyruklu maymunlar, Florida panteri, pandalar, boz kurtlar, California akbabası ve kara gergedanlar da dahil.

Aşırı nüfus artışı, türlerin yok olması, doğal yaşam alanlarının kaybolması, ormansızlaştırma, çölleştirme, küresel ısınma, Ebola, Deli Dana hastalığı, şap hastalığı, SARS, Asya kuş gribi, kurbağa ve diğer hayvanlardaki genetik mutasyonlar ve insanlarda görülen hormon bozuklukları insan toplumunun doğal dünyayla bağlantısının koptuğunun ve akıl dışı ve sürdürülemez bir varoluş yolu seçtiğinin büyük işaretleri .

Ulusların dünyayı korumak için agresif eylemlere ihtiyaç duyduğu bir zamanda bizler tarihte görülmüş en anti-çevreci başkana sahibiz. Bush’un amacı son 30 yılda elde edilen çevresel kazanımları geri almak. Bugüne dek Bush çok zor kazanılmış iki yüzden fazla çevre kanunu iptal etmeye çalıştı. Bush yönetimi şirket yöneticileri ve lobicileri tarafından yönetildiği için gezegenin üzerine “yangın sonucu satışta” levhası astı ve hem yaban hayatını hem de biyoçeşitliliği kereste, gaz, kimyasal madde, yağ ve tarım endüstrilerindeki arkadaşlarına ve meslektaşlarına satıyor.

Diğer gerici eylemlerinin yanı sıra Bush termik santrallerde Temiz Hava Kanunu kısıtlamalarını kaldırıp, ormanlarda ağaçların kesilmesini engelleyen maddeleri iptal etti, EPA’den(Çevre Koruma Kurulu)endüstriyel çiftliklerde su kirliliği ile ilgili araştırmaları durdurdu, Padre Adası Ulusal Sahili ve Alaska’da Artkik Ulusal Yaban Hayatı Barınağı gibi önemli yerlerde petrol sondaj çalışmalarına izin verdi . 178 ülke kabul etmesine rağmen Bush endüstriyel toplumların gaz emisyonlarını azaltmasını gerektiren 1997 Kyoto protokolünü Amerikan ekonomisine pahalıya patlayacağı gerekçesiyle reddetti. Bush ekokıyım programlarını Sağlıklı Orman İnisiyatifi ve Temiz Gökler gibi  Orwellci retoriklerle maskeliyor.

Robert F. Kennedy’nin “Crimes Against Nature” adlı müthiş kitabında söylediği gibi, Bush yönetimi kendi endüstrilerinin gerektirdiği konumlara şirket korsanlarını alarak kabineye yerleştiriyor, halkın küresel ısınma gibi korkularını yatıştırmak için sahte bilimi kullanıyor, endüstri  amaçlarına uyması için araştırmaları yeniden yazıyor, çevre ile ilgili tehlikeleri ve sorunları belirten ve uyaran raporları hasır altı ediyor ve hatta şirketlerin çıkarlarını daha da ileri boyuta getirmek için bilimsel komiteleri lağvediyor.

Kriz Kültürü

 

 

Homo sapiens akıl dışı, yıkıcı ve artık sürdürülemez bir varoluş yoluna girdi. İnsan türü saatte 100 mil hızla bir uçurumdan aşağı doğru yol alıyor, ayrıca frenler tutmuyor, ama insanlar sanki dünyadaki en  önemli sorun American Idol’ı kim kazanacak ya da Janet Jackson’ın gardrobunun  boş olmasıymış gibi davranıyorlar.

Ulusal güvenlikle alakalı çok şey konuşuluyor; ama  güvenliğin temeliyle yani çevresel güvenlikle ilgili hiç bir şey söylenmiyor. Küresel ısınma, çölleşme, gıda ve su konularında yaşanan sıkıntılar gibi bir çok problem bütün gezegeni mahvedecek.

Yurtiçi Güvenlik birimleri daha faşist oldukça çevreciler ekoterörist diye anılıp legal eylemcilik biçimleri Yurtsever Kanunu adı altında daha fazla kriminalize ediliyor. Ashcroft gezegene yardım etmeye çalışan eylemcileri cezalandırırken gerçek eko-teröristler ortalığı yağmalamaya ve yıkmaya devam ediyor. Bu arada dünya nüfusunun %5’ini oluşturan Amerikalılar dünya kaynaklarının %30’unu tüketiyor ve dünyadaki sera gazı emisyonunun %25’ini de onlar üretiyor.

Çevreyi kurtarmak için çabalayan güçler ne yaparsa yapsın bunların hepsi şirket ve devlet pac-manlerinin gezegeni yutmalarına engel olmamak için. Sierra Club gibi ulusal çevre kuruluşları tavize dayalı, reform amaçlı , hareketsiz kuruluşlardır; şirket ve devlet gücüne meydan okuyamaz; halkın ortaya koyduğu güç ise hem sayı hem de nitelik olarak yeterli değil.

Demokrasi erozyonuna ve şirket gücüne dayalı bir sosyal krizden kaynaklanan büyük  bir ekolojik krizin ortasındayız. Yunanca’da kriz karar anlamına gelir, şu anda evriminde kritik bir dönüm noktasında bulunan insanlığın gezegen üzerindeki varoluşuna yönelik ciddi kararlar ve seçimler yapması gerekiyor. İnsan kimliği, değerleri, etiği, dünya görüşleri ve sosyal organizasyon modunun yeniden yapılanmaya, üzerinde yeniden düşünmeye gereksinimi var. Çince’de kriz hem fırsat hem felaket anlamına geliyor. Hasta bir bireyde kanser kişisel büyüme için katalizör görevi görür. Hasta bir tür olarak insanlar  Mad Max ve Waterworld gibi filmlerin disütopik geleceklerinde helak olup gidebilir ya da korkunç hatalardan bir şeyler öğrenme fırsatını yakalayıp sosyal ve ahlaki evrimde daha yüksek seviyelere ulaşabilirler.

İnsan Vebası

 

 

İnsanın varoluş krizi 1996 yapımı Independence Day filminde dramatik birşekilde yansıtılıyor. Bu film hayata hiçbir saygısı bulunmayan düşman uzaylıları anlatıyor; uzaylıların insanları öldürmek, dünyanın doğal kaynaklarını yok etmek ve ardından da mega makinelerine  ve büyüme temelli kültürlerine daha fazla yakıt ve kaynak bulmak için diğer gezegenlere yolculuk yapmalarını anlatıyor. Bu film kendi yıkıcı alışkanlıklarımızın diğer gezegenlerden gelen canavarlara yansıtılması aslında. O uzaylılar biziz; diğer hayat formlarından geçinen parazitler biziz; ancak ekolojik yıkım ve şiddet aracılığıyla varlığını sürdürebilen mega makinelerin kaptanları biziz. Uzaylıların insan hayatına yaptığı şeyi dünyaya ve hayvanlara yapan biziz- tek fark, gidecek başka bir gezegenimizin olmaması, bizi kurtaracak süper kahramanların olmaması.

Ölülerin Şafağı filmindeki gibi iğrenç ceset ordularının, uzun zamandır öldüğü ve gömüldüğü kabul edilen insanların bizleri yok etme arzusuyla yürüdüğü bir kabusa tıkışıp kalmışız.Ölüler gelişmeye odaklanmış kültürümüzün payına düşen ve paçamızı kurtarabileceğimizi sandığımız bütün o atıkları,kirliliği ve ekolojik borçları temsil ediyor. Ama bu ölülerin çevremize doluştuğunu, kapı ve pencerelerimizi kırıp döktüğünü ve bizi yutup yok etmeye kesinlikle kararlı olduğu gerçeğine gözlerimizi açıyoruz.

“A Plague of Human Proportions” adlı yazısında Mark Lynas bu krizi şöyle tanımlıyor: “Dünyanın biyosferi içinde yaşayan bütün sistemleri yöneten tek bir tür var. Son iki yüzyıldır bu tür bakteriyel seviyelerde çoğalıyor, vebanın hostunu sarmalaması gibi. Her gün 300 yeni birey katılıyor. Şu andaki nüfusu ise jeolojik zamanların başlangıcından beri bu dünya üzerinde var olan bütün büyük hayvan türlerinin biyokitlesinden yüz kat daha fazla.

 

 

Bu tür, biziz. Artık altı milyardan fazlayız, 1950’den bu yana insan nüfusu iki kat arttı. Dünya tarihinde daha önce böyle bir şey yaşanmadı. On milyonlarca yıl yaşayan dinozorlar bile tüysüz primat Homo sapienslere kıyasla çok daha az çoğalmışlardı.”

Böylece, tek bir biyolojik tür gezegende bulunan diğer 10 milyon türe zarar veriyor. Lynas böyle söylüyor; çünkü Homo sapiens bugün gezegeni dinozorların yüz milyon yıl önce hakim olması gibi yönetiyor. “Yeni bir jeolojik çağa giriyoruz: Antroposen” . 2004 yılı Mart ayında hazırlanan Earth Policy Institute raporuna göre “İnsanlar gezegenin buzullar kaplı olmayan alanlarının neredeyse yarısını dönüştürdüler, bu da doğanın geri kalanına ciddi etkilerde bulundu. Her yıl dünya ormanları 16 milyon hektar azalıyor, bunların  çoğu tropikal ormanlarda meydana geliyor, bu tür yerlerde  biyoçeşitlilik seviyeleri yüksek. Dünyanın değişik yerlerindeki 173 memeli türünde yapılan araştırmalarda bu türlerin  coğrafi alanlarının son 30-40 sene içerisinde yarı yarıya azaldığı ve bunun da üreme ve yiyecek arama alanlarının yok ettiği ortaya çıktı.”

Tibor Machan gibi ideologlar Putting Humans First: Why We are Nature’s Favorite(2004) gibi kitaplar yazmaya devam ededursun, Homo sapiensi işgalci ve eşi benzeri bulunmayan bir kitlesel yok etme ajanı olarak görmek daha doğru-doğanın en sevdiği tür değil de doğanın başbelası olarak.

Kavramsal Emperyalizm

 

 

İnsan sömürgeciliği en mükemmel aracını kapitalizmle yarattı. Kapitalizm Batı’nın bütün değerleri çıkar amaçlı değişim değerine indirgeyen bakışını güçlendirir. Kapitalizm bir çok özgürlük sağlar, parası olanlara bir çok eşya ve mal sağlar. Ama bu sistem ancak insanları, kültürleri, türleri ve doğayı yok ederek büyüyebilen sömürgeci bir sistemdir. Mantığı, gelişmek ya da ölmek, sonsuza dek büyüyüp genişlemek ya da havaya uçmak ya da çökmektir.

Çevre krizinin kökeni tamamen kapitalizmde ya da modern bilimlerde ve teknolojilerde bulunmuyor, daha çok Batı kültürüne kök salmış bir durum söz konusu. “The Chalice and The Blade “ (1987)adlı provokatif kitabında Riane Eisler insanın toplumsal organizasyonunda binlerce yıl önce başlayan devasa kaymanın köklerini ve etkilerini inceler. Eisler barışçıl ve eşitlikçi bir partner modelinin yavaş yavaş  şiddet dolu ve hiyerarşik bir “dominatör model”e dönüşmesini anlatır, bu dominatör model Uzak Doğu’daki göçebe grupların Neolitik kültürlere bu modeli empoze etmesiyle ortaya çıkmıştır. Jim Mason’ın kitabı An Unnatural Order: Uncovering the Roots of Our Domination of Nature and Each Other (1993) bu tür bir dominatör  modelin köklerini on bin yıl önce avcı ve toplayıcı kültürlerin yok olup tarım toplumunun ortaya çıkmasına kadar takip eder.

The Historical Roots of Our Ecological Crisis” (1967) adlı yazısında Lynn White ekolojik krizin kökenlerini Hristiyanlığa kadar indirir; ama Yahudi-Hristiyan dünya görüşü- burada Lynn White doğayla ilişkimiz ve ona yönelik sorumluluklarımızla alakalı bir çok olumlu görüş barındığını göremiyor- sosyal hiyerarşi, insanın doğadan kopuşunu ve hayata ve diğer hayat formlarına hükmetmenin altını çizen değişikliklerin bir yansımasıdır. Eski Yunan’da da doğaya hakim olmakla alakalı net görüşler bulmak mümkün. En güzel Aristo tarafından ifade edilen bu görüşlere göre Yunanlılar  az gelişmiş zekaların daha gelişmiş zekalara hizmet ettiği türden doğal bir hiyerarşinin var olduğuna inanıyorlardı. Köleleri ve kadınları özgür Yunanlı erkeklerin altına koyan aynı model hayvanları da insanlardan daha aşağı bir konuma yerleştirmiştir.

Genel bir prensip olarak Yunan, Roman, ortaçağ düşünürleri ve modern  düşünürler insanın hayvanlar ve dünyaya olan üstünlüğünü Allah vergisi dil ve akıl gücüyle kabul etmiştir. Onyedinci yüzyıldan başlayarak modern bilim dünyanın, yaşayan bir ruh ya da holistik bir kompleksiteden yoksun bulunduğunu, insanın manipülasyonuna açık matematiksel yasalara indirgenebilecek hareket halinde bir madde olduğunu ilan etti. Modern dünyanın Descartes ve Bacon gibi önemli mimarları doğayı teknolojik olarak tahakküm altına almayı savunmuş, ve hayata hürmet göstermeyi batıl inanç ve “insanın tanrının aşağı yaratıkları üzerindeki imparatorluğunu kurması önünde cesaret kırıcı engeller” olarak görmüştür (Robert Boyle). Dünya, kapitalist toplum bir fabrika uygarlığı yaratmaya başladığında bir makineye dönüştü.

Din, felsefe ve bilim aracılığıyla Batı  kültüründeki insanlar doğal dünyayı nesneleştirmeyi, onu faydası olmadıkça ve insanların amaçlarına hizmet etmedikçe değersiz bir şey olarak görmeyi öğrendiler. Bu kavramsal emperyalizmin suçluları bir ineğe bakınca biftek, ağaca bakınca kereste görüyor. İşe yaramaz ya da içi boş bir şey olarak gördükleri “vahşi hayat”tan cahilce söz ediyorlar; oysa vahşi hayat, hayatla dolup taşan, sımsıkı biyolojik ilişkilerle örülmüş kompleks bir eko sistem.

Şu eski felsefi bilmeceyi düşünün: eğer ormanda bir ağaç yıkılırsa ve bunu duyan kimse yoksa , ses  çıkar mı? Bu bilmece ancak insan merkezli bir perspektifin zavallılığı ile ciddiye alınabilecek bir bilmece. Hayvanlar açısından ağaç elbette ki yıkılıyor ve onun düşüşü ağacın içinde, üstünde ve etrafında yaşayanlar için bir etki yaratıyor.

Ahlaki evrimin önemli bir kısmı kişinin kendi dışında da değer olduğunu idrak etmesidir- diğer insanlarda, kültürlerde, türlerde ve bir bütün olarak doğal dünyada. Ataerkil ve ırkçı kültürlerde insanlar kadınların erkekler için, siyahların beyazlara hizmet etmek için var olmadığını öğrendiler, şimdi insanlar hayvanların ve doğal dünyanın kendi kendilerine bir değere ve güzelliğe sahip olduğunu ve bu güzellik ve değerin insanların amaçlarıyla bir ilgilerinin bulunmadığını anlamak zorundalar.

Faustvari Safsatalar

 

Modern uygarlığı kurmak için insanlar nehirlere barajlar kurdu, yağmur ormanlarını kesti, bataklıkları kuruttu, milyarlarca hayvanı katletti. Vahşi hayat yerine sosyal ve doğal dünyayı harmanlamaktan uzak, ekolojiye saygı duymayan geniş cam, çelik ve beton imparatorluklar kurdular. “Kalkınma” adına modernite, biyoçeşitlilik hayvanat bahçesi kafeslerinde ve donmuş DNA tüplerinde hayatta kalmaya çalışırken yaban otlakları birkaç koruma alanına indirgedi. Doğayı hakimiyet altına alma maceramız –“kalkınmamız”- otobanlarla, gökdelenlerle, fast food mekanlarıyla, büyük alışveriş merkezleriyle, otomobil galerileriyle  ölçülüyor.

İnsanlar  büyümemenin ilerlememek anlamına geldiğini düşünüyor; oysa gerçek tam tersi. “Büyüme”  her politikacının mantrası oldu, bu mentaliteyi hiçbir bürokrat sorgulamaya cesaret edemiyor. 2004 yılında yaptığı Ulusa Sesleniş konuşmasında Bush atletlerin steroid kullanmasını kınadı, gay evliliklere saldırdı ama giderek artan çevre problemleri hakkında tek kelime etmedi.  Kalkınmayı Yeniden Tanımlamaya Yönelik Sürdürülebilirlik Programı’ndan Mathis Wackernagel’in söylediği gibi , “insan ekonomisi Dünya’nın doğal kapitalini yok ediyor.”

İnsanın varlığı öylesine büyüdü ki bu büyüme sonunda Bill McKribbin’in “doğanın sonu” dediği şey meydana geldi. İnsan türü dünyanın iklimini değiştirdi, insan varolduğu için etkilenmeyen ya da değişmeyen tek bir yağmur damlası ya da meltem yok. Genetik devrim aracılığıyla bilim bitkilerin, hayvanların ve  insanların genetik yapısını yeniden biçimlendirmeye başladı, herhangi bir türden alınan genleri “ikinci bir genesis”le karıştırarak yeni bir DNA alfabe çorbası yarattı. Faustvari  vizyonlarla gelecekte bilimin genetik süper insanlar dizayn etmesi mümkün olacak. İnsanlık kendi evrimini aktif seçimlerle biçimlendiriyor. Michael Crichton’ın romanı Jurassic Park’ta olduğu gibi insanın bu yeni kendini beğenmişliği akla gelmeyen sonuçlarla karşılaşarak fiyasko ile sonuçlanırken bir yandan da insanlık milyarlarca yıla yayılmış genetik programı yeniden düzenleme girişiminin bedelini ödemek zorunda kalacak.

Günümüzdeki ekolojik krizi yenmek için türümüz öncelikle bu krizi bir bütün olarak görmek zorunda. İnsanlığın çoğu bu krizi teknoütopyaya giden yolda karşımıza çıkan küçük bir engel olarak görüyor, bunun iki sebebi var. Birincisi; bu insanların ekolojik kanunlar ve süreçlerle  ilgili entelektüel bir kavrayışları bulunmuyor, bu yüzden bu dominatör paradigmanın yıkıcı ve yolunda sapmış doğasını anlayamıyorlar. İnsanlar dünyayı ,sonuçlarına katlanmadan manipüle ve kontrol edebilecekleri farklı parçalardan  oluşmuş bir şey olarak görmeye alışıklar. Eylemlerinin etkilerinin kısmi, yönetilebilir ve sınırlı bir şey olduğunu hayal ediyorlar. Dünyanın  sonsuz büyümeyi besleyebilen sınırsız kaynaklarla dolu bir yer olduğunu sanıyorlar. Ekonomik hedeflerle (kısa dönem kazanımlar için hızlı büyüme) ekolojik kanunlar (uzun dönem uyum, denge ve sürdürülebilirlik) arasında bir yarışma olduğuna dair fantezileri var, kendilerinin kazanacağını hayal ediyorlar. Yaşayan ilişkilerin, kırılgan ekosistemlerin ve teknolojik varoluşlarının Dr. Strangelove türü doğasından habersizler.

Ama sorun insanların entelektüel olarak neyi bilip bilmediğinden daha derin, burada dünyayla duygusal bağlar kuramamak anlamında bir eksiklik ve eyleme geçme iradesini etki altına almış bir felç durumu söz konusu. Çoğu insan için medya dünyaları, sanat gerçeklik sistemleri, eğlence sektörü, ticari meta fantezilerinin gerçek olduğu yerde doğa sadece soyut bir şey. Çok az insan teknohapislerinden ( ya da korkunç yoksulluklarından) dışarı çıkabiliyor ve yunusların yüzüşünü görebiliyor, akıp giden nehirleri ya da dağlarda esen rüzgarları işitebiliyor ya da kır çiçeklerini kokusunu duyabiliyor. Kitlesel üretim ve tüketim, zorunlu çalışma ve Vatansever Kanunu gibi baskıcı politikalarla ABD yurttaşlarını bölümlere ayrılmış ve kişiselleştirilmiş bir varoluşa esir ediyor, aynı anda demokrasi değerleri, pratikleri ve kurumları da dağılmaya devam ediyor.

 

 

Tatlım, Türleri Küçülttüm

Geçmişte sayısız uygarlığın yıkılmasının sebebi sosyal dünyalarının kendi ekolojik temellerini yıkmış olması. Aynı kaderle karşı karşıyayız, aynı hataları yapıyoruz. Ülke kurulduğundan beri  ABD tarımı ve endüstrisi üsttoprağın üçte ikisini yok etti. Üsttoprak olmadan bitkiler büyüyemez ve bitkiler olmadan da insanlar hayatta kalamaz.

Eğer asıl sorun çevremizdekilerle denge içerisinde bulunmadığımızsa bunun çözümü dengeyi yeniden kurmaktır- kendi içimizde, toplumumuzda ve sosyal ve doğal dünyaların arasındaki ilişkideki dengeyi yeniden kurmaktır. İnsanların karşı karşıya kaldığı en büyük sorun şu anda karşımızda durmuş yüzümüze bakıyor: çevreyi yıkıcı trendlerimizi tersine çevirip gezegende geçerli bir varlık ortaya koyabilir miyiz? Yoksa yok olmaya giden yolda süratimizi artıracak mıyız?

Batı dünyası önce  insan, yalnızca insan felsefesiyle yaşadı bin yıldır. Şimdi sıra  insan ordularının ortaya koyduğu ilerlemelerden radikal bir tarzda geri adım atmaya geldi, yabanın ve vahşi hayatın yeniden ortaya çıkması için ona mekan ve yer sağlanmak zorunda; sosyal dünyayı doğal dünyayla uyumlu hale getirmenin yollarını bulmaya yönelik yeni bir dünya felsefesi oluşturmanın zamanı geldi. İnsan varlığının küçülmesi nüfus sayısında kitlesel bir azalmayla yaşanabilir, insanın dünyaya olan etkisi hem nicelik hem nitelik olarak görüldüğünden –herşeyden önce ABD’de yaşayanlar- insanlar tüketime olan iştahlarına gem vurmak, güneş ve rüzgar enerjisine gibi ekoloji dostu teknolojilere yönelmek ve daha bir çok şekilde değişmek zorunda.

Büyüme ve kalkınmayla alakalı kaba tanımlamalarımız psikolojik ve ekolojik anlamlar ve kriterlerle yer değiştirmeli. İnsan davranışı da düşüncesi ekolojik odaklı olmalı. Bir şey yapmadan önce eylemlerimizin dünyaya, diğer türlere ve gelecek kuşaklara uzun vadedeki etkisini düşünmek zorundayız. Sosyal ekolog Murray Bookchin’in sözleriyle söylersek, çevre krizimizi çözecek tek çözüm “pazar ekonomimizi hiyerarşik yapıdan uzak işbirliğine dayalı, üyeleri birbiriyle  uyum içerisinde yaşadığı için doğayla uyum içerisinde yaşayacak bir topluma dönüştürecek bir ekolojik felsefe, etik, duyarlılık, ve doğa imajında yatmaktadır.”

Toplum”Dünya Günü” gibi günler aracılığıyla değişmesi gerektiğini düşündüğünde eylem gerektiren durumlar karşısında atıl kalıyor. Bir kriz varsa bile insanlar bir şekilde bilim, teknoloji ya da pazarın çözüm üreteceğini sanıyor. Tanrı filan kurtarmayacak bizi. Sistemik sorunlar için reform ya da teknoloji onarım mümkün değil; çözümler ruhumuzdan dünya görüşümüze, teknolojilerimizden ekonomilerimize ve sosyal ilişkilerimize dek her şeyi radikal bir şekilde yeniden kurmayı gerektiyor.

İnsanlar  iki şekilde o konforlu bölgeden ayrılmak zorundalar. Öncelikle kişisel olan politiktir prensibine dayanarak insanlar kendi hayat tarzı seçimlerini sorgulamak zorundalar. Evet, hibrid arabalar kullanmalı, geri dönüşüm kullanmalıyız ama bir insanın yapabileceği en ciddi değişiklik et tüketiminden bitki içerikli beslenme tarzına geçiş yapmasıdır. Küresel Et Kültürü gezegene her şeyden daha fazla zarar veriyor. Exxon ve Texaco gibi şirketlerin sebep olduğu yıkımların en başında  et ve süt endüstrilerinin sebep olduğu yıkımlar geliyor. Devasa hayvan çiftliklerinde  ve büyük besi ünitelerinde hayvan yetiştirmek yağmur ormanlarının yok edilmesinde, çölleştirmede, küresel ısınmada, türlerin yok olmasında, gıda ve su atıklarında, hava, su ve toprak kirliliğinde bir numaralı sebep.

Ama ikinci olarak, insanların kişisel hayatlarının ve hayat tarzlarının dışına çıkıp politik hayvanlara dönüşmesi gerekiyor. Kapitalist benlikler sosyal ve  politik sorunlar için bireysel çözümler arar; yurttaş kelimesinin anlamını tüketici, seçmen ve vergi mükellefiyle karıştırırlar. Yurttaşlar şirket gücünün karşısında duracak ,bireyleri politik anlamda güçlendirirken çevreyi savunan halk kuruluşları aracılığıyla karşı koyacak bir güç yaratana dek önemli hiçbir değişiklik meydana gelmeyecek.

Çevre krizi sosyal bir kriz; elit azınlığın kendi iradesini iktidarı tekelleştirdikleri için insanlara dayattığı bir demokrasi krizi. Bundan dolayı, yeni bir çevre hareketi kurmak için güçlü sosyal, politik ve demokratik bir tepki olmak zorunda. İnsanlar mektuplar yazarak  yasal değişiklikler talep etmek yerine doğrudan eyleme odaklanan yerel kuruluşlara katılmalılar.

Yeni Etik

Eğer insanlığın hayatta kalması ve geleceğe giden yolculuğunda büyümesi isteniyorsa, antroposentrizm başarısız olduğu için yeni bir ahlaki pusulaya ihtiyaç var. Albert Schweitzer “etikle alakalı en büyük problem insanın insanla ilişkisini temel almasıdır” demişti. Batı hayatının yabancılaşmış ve avcı duyarlılığı yerine Schweitzer “hayat hürmet duygusun üzerinde yükselen bir etik” önermişti. Bu etik bütün insanları, insan olmayan türleri ve bütün dünyaya uzanan bir  evrensel bir saygı ve merhamet etiğiydi. Geçerliliğini yitirmiş bir “Bağımsızlık İlanı” yerine “Karşılıklı Bağımlılık” ilan etmemiz gerekiyor.

Hayvanları ve dünyayı sömürmeye son verme arzusu aynı ve tek şeydir; diğerini değiştirmeden birinde değişemeyiz. Hayvan hakları ve çevre etiği, insanın ahlaki evriminde, insanın aydınlanmaya ve bütünlüğe giden yolculuğunda bizi bekleyen yeni adımlar.

Ne yazık ki, diğer günlerde olduğu gibi Dünya Günü’nde de insan türü gezegeni işgal edip ona zarar vermeye devam ediyor. Bu yazıyı yazarken Traffic adında İngiltere’de bulunan bir yaban hayatı izleme grubundan bir rapor geçti elime. Raporda ormansızlaştırma ve ticaret yüzünden Endonezya’nın en büyük kaplan alttürü Sumatra kaplanının yok olmanın eşiğine geldiği yazıyor. ABD  Balık ve Yaban Hayatı Merkezi’nin iki tropik kuşu yok olma tehlikesi altında bulunan hayvanlar listesinden çıkardığını okudum, artık güvende oldukları için değil, artık türleri tükendiği için. Anlayamadığımız bir şekilde bütün dünya onların yokluğuna alışmaya çalışıyor.

Klişeye göre her gün Dünya Günüdür. Doğrusunu söylemek gerekirse her gün İnsanın Gelişme Günüdür.22 Nisan’da medya Michael Jackson ya da Bush’un terör savaşından 30 saniyeliğine yüz çevirecek ve gezegenin durumuna bakacak, bazı insanlar bir dakikalığına çevreyi düşünecek. Her hafta günah işleyip sonra Pazar günü kutsanan günahkar gibi insanlar bir sene boyunca dünyayı yağmalayıp sonra suçluluk duygusu ve kefaret duygusuyla bir anlığına duruyorlar. Dünya Gününü kutladığımız için kendimizi tebrik ediyoruz, oysa  ekolojik bir toplumda bu kavramın kendisi bile tutarsızlık olurdu. 

Dünya Günü’nün onuruna şu soruyu sormak daha uygun: çevreci olmak ne demek? Endüstrilerin, devletin, her türden toksik nihilistin çevreyi umursayan insanlara üşütük, beyinsiz, ve hatta terörist dediği bir ortamda çevreci olmak onur duyulacak bir şey olmalı, şeref madalyası gibi insanın üstünde taşınmalı. 

Çevreci olmak insanın sadece insan toplumunun bir üyesi olmadığını, dünyanın bir yurttaşı olduğunu, bir ekoyurttaş olduğunu anlamasını gerektirir. Toplumumuz ulusal ve uluslararası ölçekte bir arada bulunduğumuz insanlardan oluşmuyor sadece, bütün yaşayan dünyayla olan ilişkilerimizden, biyotoplumdan da oluşuyor. Yurttaş gibi davranmalıyız, işgalci gibi değil. Dünyaya mümkün olan en az zararı vermek gibi bir görevimiz yok sadece, bir görevimiz de doğanın yeniden doğmasına yardım etmek. 

Çeviri:CemC

http://hayvanozgurluguhareketi.wordpress.com/2010/12/11/dunya-gunu%E2%80%99nden-ekolojik-topluma/

January 25, 2011 Posted by | anti-endustriyalizm, anti-kapitalizm, türcülük, doğa / hayvan özgürlüğü | 2 Comments

%d bloggers like this: