ecotopianetwork

Komünalist Proje – Murray Bookchin

Qijika Reş Dergisi / Sayı:3
 
Çeviren: Bilgesu Sümer[1]
 
Yirmi birinci yüzyılın en radikal zamanlara mı yoksa en gerici zamanlara mı tanıklık edeceği –ya da sadece zavallı bir sıradanlığın griliğine doğru mu sürükleneceği– büyük ölçüde sosyal radikallerin geçmiş iki yüzyıllık devrimci çağ boyunca birikmiş olan teorik, örgütsel ve siyasal zenginliğin içerisinden ne tür bir sosyal hareket ve program yaratabileceklerine bağlı olacaktır. İnsanlığın gelişiminin kesişen muhtelif yolları arasından seçeceğimiz istikamet, yaklaşan yüzyıllar için türümüzün geleceğini pekâlâ belirleyebilir. Bu akıldışı toplum bizi nükleer ve biyolojik silahlarla tehlikeye attığı sürece, bütün insani teşebbüslerin yıkıcı bir sonla karşılaşabileceği olasılığını göz ardı edemeyiz. Askeri endüstriyel kompleksin zarifçe tasarladığı detaylı teknik planların mevcudiyetinde, bu binyılın şafağında kitlesel medyanın kurguladığı gibi fütürist senaryolarda insan türünün kendini imha etmesi olasılığı da –yani insan geleceğinin sonu gibi–hesaba katılmalıdır.
 
Bu yorumlar çok kıyamet benzeri görülmesin diye, aynı zamanda insan yaratıcılığının, teknolojisinin ve hayal gücünün olağanüstü maddi gelişmeler üretebilme kapasitesinin olduğu ve de Saint-Simon, Charles Fourier, Karl Marx ve Peter Kropotkin gibi sosyal teorisyenlerin tasarladığı en dramatik ve en özgürleştirici vizyonun bile erişmeyi tahayyül ettiği özgürlük seviyesinin kat ve kat üstünde bir toplumu bahşedebilecek bir çağda yaşadığımızı da vurgulamalıyım.(1)Postmodern dönemin birçok düşünürü ahmakça bilim ve teknolojiyi insanlığın iyiliğine ve refahına karşı en temel tehdit olarak kabul etmiş olsa da, birkaç disiplin insanlığa maddenin ve yaşamın en gizli saklı sırları hakkında muazzam bir bilgi sunmuş bulunmaktadır, ya da bu disiplinler, türümüzün gerçekliğin önemli her veçhesini değiştirebilme kabiliyetine katkı sağlamıştır ve insani ve gayri-insani yaşam türlerinin hayatlarını iyileştirmiştir.
Bulunduğumuz konum itibariyle ya ucunda “tarihin sonunun” olduğu merhametsiz bir patikayı takip edip içi boş olayların bayağı bir şekilde art arda sıralandığı ve gerçek ilerlemenin yerine geçtiği bir yola gireceğiz ya da tarihin gerçek ve doğru bir şekilde vuku bulacağı bir yolda insanlığın gerçek anlamda akılcı bir dünyaya doğru ilerlediği bir patikadan geçeceğiz. Muhtemelen tarihin nükleer olarak yok edildiği bir felaketi içeren alçakça bir son ile tarihin akılcı olarak yerine getirileceği estetik güdülerle inşa edilmiş özgür ve bereketli toplum arasında tercih yapacağımız bir konumdayız.
 
Her ne kadar hâkim sınıfın (yani, burjuvazinin) rekabet halindeki şirketlerinin teknolojik harikaları bir ötekinin üstünde hegemonya kurmak için gelişiyor olsa da, mevcut toplumdaki öznel doğanın çok azı bunu kendi için kurtarabilir. Bir tür olarak, insanlık durumunda ve de insani olmayan doğal dünyada hayret verici nesnel ilerlemelere ve gelişmelere yönelik –özgür ve akılcı bir toplumun geliştirilebilecek türden ilerlemelere–araçlar üretme kapasitesine sahip olduğumuz bir zamanda, kesinlikle, fiziksel yok oluşumuza ziyadesiyle yol açacak sosyal güçlerin saldırısı karşısında ahlaken neredeyse çırılçıplak duruyoruz. Gelecek hakkındaki teşhislerin çok kırılgan olması anlaşılabilir ve bunlara kolayca güvenilmez. Kültürün yok olma noktasına kadar dehşet verici şekilde geriye gittiği kapitalist sosyal ilişkilerin insan zihninde daha önceden hiç olmadığı kadar kök salmasıyla kötümserlik çok yaygın hale geldi. Bugün birçok insan için, 1917-18 Rus Devrimi ve 1939’da sona eren İspanya İç Savaşının arasındaki yirmi yıllık dönemdeki umut dolu ve çok radikal kesinlikler neredeyse naif gözükmektedir.
 
Ama gene de daha iyi bir toplumu yaratma kararımız ve bunu nasıl yapacağımıza dair tercihimizbizim içimizden gelmelidir, bir ilahın yardımı olmaksızın, mistik olan “doğanın kuvveti” veya karizmatik liderlerin varlığı olmaksızın. Eğer daha iyi bir geleceğe yönelik bir yol seçeceksek, tercihimiz yeteneğimizin sonucu olmalıdır –ve sadece kendi yeteneğimiz– ve geçmişin maddi derslerinden öğrenmeli ve gelecek için gerçek ümitleri takdir etmelidir. İnsanlığın bilinç ve akıl doğrultusunda kendini gerçekleştirmesinden alıkoyan sosyal patolojiler ve tesadüfî hadiselerin karşısında, batıl inançların karanlık cehenneminden, ya da saçma bir şekilde, akademinin açtığı vadiden büyüyle gelen hayaletimsi aşırılıklara değil, tam da insanlığımızı oluşturan yaratıcı özelliklere ve doğal ve sosyal gelişmeye sebep olan temel özelliklerimize başvurmamız gerekecektir. Tarihi neredeyse her şeyin en azından maddi doğada mümkün olduğu bir noktaya getirerek –ve insan hayal gücünün ürettiği mistik ve dinsel varlıkların ideolojik olarak nüfuz ettiği bir geçmişi geride bırakarak– insanlığın daha önceden karşılaşmamış olduğu yeni bir meydan okuma ile yüz yüzeyiz. Bilinçli olarak kendi dünyamızı yaratmalıyız, şeytani fantezilere göre değil, düşüncesiz geleneklere göre değil, yıkıcı önyargılara göre değil, ama eşsiz bir şekilde sadece türümüze ait olan akıl, tefekkür ve de söylemin ölçütlerine uygun olarak bunu yapmalıyız.
 
Kapitalizm, Sınıflar ve Hiyerarşiler
 
Tercihimizi yaparken ne gibi faktörler belirleyici olmalıdır? İlk olarak, en büyük öneme sahip şey bugünün devrimcileri için hazır bulunan engin sosyal ve siyasal deneyim birikimidir, doğru düzgün kavrandığında, bu bilgi ambarı, bizden öncekilerin yaptığı korkunç hatalardan kaçınmak ve insanlığı geçmişteki başarısız devrimlerin korkunç musibetlerinden uzak tutmak için kullanılabilir. Ve vazgeçilemez derecede önemi olan şey ise fikirler tarihi tarafından yaratılmış olan ve oluşmakta olan radikal hareketleri, mevcut sosyal koşulların içinden insanlığın özgürleşmesinin besleneceği bir geleceğe fırlatabilecek yeni bir teorik sıçrama tahtasının potansiyelidir.
 
Ama karşılaştığımız sorunların kapsamından da tamamen haberdar olmalıyız. Net ve açık bir şekilde mevcut kapitalist düzenin gelişiminde nerede durduğumuzu anlamalıyız ve acil sosyal sorunları kavramalıyız ki yeni hareketin programında bu sorunlara bir karşılık bulabilelim. Kapitalizm, hiç kuşkusuz, tarihte belirmiş en dinamik toplumdur. Anlam açısından, emin olmak gerekirse, her zaman satılmak ve kâr için üretilen nesnelerin çoğu insan ilişkilerini istila ettiği ve vasıta olduğu bir meta değişim sistemi olarak kalacaktır. Fakat kapitalizm yüksek derecede değişken bir sistemdir, şirketlerin rakiplerinin aleyhine büyümediği takdirde ölmesi gerektiğine dair merhametsiz düsturu devamlı olarak geliştirmektedir. Böylece “büyüme” ve devamlı değişim kapitalist varoluşun en temel hayat kanunu olmaktadır. Bu, kapitalizmin hiçbir zaman sadece tek bir biçimde devamlı olarak kalmayacağı, her zaman temel sosyal ilişkilerden doğan kurumları dönüştürmek zorunda olacağı anlamına gelir.
 
Her ne kadar kapitalizm toplumda sadece son birkaç yüzyıl içerisinde baskın toplum haline gelmiş olsa da, önceki toplumların çeperinde uzun süredir var olmuştu: kentler ve imparatorluklar arasında büyük oranda ticari bir biçimde yapılanmış şekilde; Avrupa’nın Orta Çağı’nda zanaat biçiminde; bizim zamanlarımızda geniş çapta endüstriyel biçimde; yakın dönem kâhinlerine inanacak olursak, gelecek dönemde enformasyon biçiminde. Sadece yeni teknolojiler yaratmakla kalmadı, atölyeler, fabrikalar, endüstriyel ve ticari kompleksler gibi oldukça çeşitli ekonomik ve sosyal yapılar da oluşturdu. Kesinlikle Sanayi Devriminin kapitalizmi, aynı bir önceki dönemden kalan ve tamamen unutulmaya teslim olmuş izole köylü ailesi ve küçük zanaatkâr gibi bütün olarak yok olmadı. Geçmişin büyük bir kısmı şimdiki zamana dâhil edilir; hakikaten, Marx’ın ısrarla uyardığı gibi, “saf kapitalizm” yoktur ve yeni sosyal ilişkiler radikal olarak kurulana ve kuvvetle baskın olana kadar kapitalizmin erken biçimlerinin hiçbiri yok olmayacaktır. Ama bugün kapitalizm, her ne kadar kendi amaçları için kapitalizm öncesi kurumlarla birlikte var olsa da ve bu kurumları kullansa da (Marx’ın Grundrisse eserini bu diyalektik ilişkiyi görmek için inceleyin), banliyölere ve taşraya alışveriş merkezleri ve yeni tarz fabrikaları ile şimdi ulaşabilmektedir. Gerçekten, bir gün gezegenimizin ötesine de ulaşabileceği hiçbir şekilde manasız ve anlaşılmaz değildir. Her durumda, sadece yeni metalar üreterek, yeni istekleri yaratmak ve beslemekle kalmamıştır, ama aynı zamanda yeni sosyal ve kültürel meseleler de yaratmıştır ve bunlar mevcut sistemde yeni taraftarlar ve karşıtlar bulabilmiştir. Marx ve Engels’in ünlü Komünist Manifesto yapıtının kapitalizmin mucizelerini kutladıkları ilk kısmını burjuvazinin gelişmesiyle üretilen kapitalist başarıları –tabi ki neden olduğu korkunçlukları da– takip edebilmek için periyodik olarak yeniden yazmaları gerekirdi
Batı dünyasında bugün kapitalizmin en dikkat çekici özelliklerinden birisi oldukça basitleşmiş olan iki-sınıflı yapısıdır –burjuvazi ve proletarya–, Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’da öngörmüş olduğu gibi “olgun” kapitalizm safhasında baskın olacak bu yapının (ve neyin “olgun” olduğunu hâlâ bilemiyor olsak da, en azından “geç” ya da “ölüm döşeğinde” bir kapitalizmdir) yeniden kurulum sürecine girdiğidir. Ücretli emek ve sermaye arasındaki çatışma hiçbir şekilde yok olmamıştır, fakat en azından geçmişte olduğu gibi her şeyi kapsayan önemini yitirmiştir. Marx’ın beklentilerinin aksine, endüstriyel işçi sınıfı sayısal olarak azalmaktadır ve bir sınıf olarak geleneksel kimliğini durmadan kaybetmektedir –bu tabi ki hiçbir şekilde kapitalist sosyal ilişkilerin karşısında toplumun bir bütün halinde potansiyel olarak daha da genişlemiş ve belki de çatallanmış bir çatışmadan ayrı tutmamaktadır. Ağırlıkla sendikalistlerin ve Marksistlerin gerçekten de mistik bir anlam yükleyerek odaklandığı geleneksel proletarya, günümüz kültürü, sosyal ilişkileri, kent manzaraları, üretim şekilleri, tarımı ve taşımacılığı ile zihniyetinin kendi burjuva ütopyacılığının altında “tüketmek için tüketmek” şiarını edinmiş geniş ölçekte bir küçük burjuva tabakasına dönüştürdü. Yakasının renginden ya da üretim bandındaki konumundan bağımsız olarak proletaryanın yerine otomasyonun geçeceği ve hatta beyaz önlüklü makine ve bilgisayar operatörleri tarafından işletilen minyatürleşmiş üretim araçlarına dönüşeceği zamanları öngörebiliriz.
 
İlaveten, geleneksel proletaryanın yaşam standartları ve maddi beklentileri (sosyal bilincin oluşumunda hiç de küçük bir faktör değil!) muazzam şekilde değişti, bir ya da iki nesil önce yoksulluk seviyesinden göreceli olarak yüksek derece maddi bolluğa yükseldi. Eskinin çelik ve otomobil işçilerinin ve kömür madencilerinin hiçbir proleter sınıf kimliği taşımayan çocukları ve torunları lise diplomasını yeni sınıf statülerinin bir simgesi olan üniversite diploması ile değiştirdiler. ABD’de bir zamanlar çelişki içindeki sınıf çıkarları öyle bir noktaya geldi ki neredeyse Amerikan ailelerinin yüzde 50’si hisse ve bonoya sahip, öte yandan çok geniş bir kesim ise ev, bahçe ve kırda yazlık sahibi; kısacası o ya da şu şekilde bir mülk sahibidir.
 
Bu değişimleri göz önünde bulundurursak, geçmişin radikal posterlerinde resimlenen elinde kemik kıran cinste bir çekiç tutan, kol adaleleri kasılmış sert işçi erkek ve kadın yerine nazik ve terbiyeli (sözüm ona) “çalışan orta sınıf” geldi. Geleneksel olarak “Dünyanın bütün işçileri birleşin!” diye haykırmanın eski tarihsel manası giderek daha anlamsız hale geliyor. Marx’ın Komünist Manifesto ile uyandırmaya çalıştırdığı proletaryanın sınıf bilinci durmaksızın kan kaybediyor ve birçok yerde görüntü olarak yok oldu. Daha varoluşsal olan sınıf mücadelesi bertaraf edildi, emin olmak gerekirse, mevcut insanlık durumunda yer çekiminin burjuvazi tarafından bertaraf edilmesinden hiçbir farkı yok, ama eğer bugünkü radikaller sınıf mücadelesinin bireysel fabrikaya ya da ofise sıkıştırıldığınınfarkına varmazlar ise, karşımızda duran daha genelleşmiş mücadelelerin içinden yeni, belki de daha geniş bir sosyal bilinç biçiminin ortaya çıkabileceğini göremeyeceklerdir. Aslında, bu yeni sosyal bilinç biçimine, 1789 Devrimini ve geniş çaptaki hümanist sosyallik duygusu için çok önemli olan citoyen(yurttaş) kavramının yeniden doğması gibi yeni ve taze bir anlam verilebilir ki bu biçim Fransa’nın kırmızı horozunun daha sonraki devrimcileri barikatlara çağırmak için hitap şekli olmuştur.
Bir bütün olarak bakıldığında, kapitalizmin bugün üretmiş olduğu sosyal durum Marx ve Fransız devrimci sendikacılarının ortaya koyduğu basitleşmiş sınıf öngörüleriyle çok zıt durmaktadır. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, kapitalizm geniş çaplı yeni sosyal sorunları olağanüstü bir hızlılıkta yaratarak muazzam bir dönüşüme girdi, bu sorunlar iyileştirilmiş maaş, çalışma saatleri ve çalışma koşulları gibi geleneksel proleter taleplerinin de ötesine geçiyor: özellikle çevre, toplumsal cinsiyet, hiyerarşi, kentsel (civic) ve demokratik meseleler. Kapitalizm, aslında, tehditlerini tüm insanlık içingenelleştirdi, özellikle de dünyanın çehresini değiştirebilecek iklimsel değişikliklerle, küresel çaptaki oligarşik kurumlarıyla ve her yere yayılmış hızlı şehirleşme ile kentsel yaşamın temeli olan tabandan gelen (grassroots) siyaseti aşındırıyor.
 
Hiyerarşi, bugün, sınıf gibi telaffuz edilen–yöneticilerin, bürokratların, bilim insanlarının ve benzerlerinin görünürde hâkim gruplar olarak ortaya çıktığını belirleyen pek çok sosyal analizin genişliğine tanıklık ettiği– bir mesele haline geliyor. Statü ve çıkarların yeni ve ayrıntılı derecelendirmeleri yakın geçmişte olmadığı ölçüde önemli kabul ediliyor; geleneksel sosyalistler tarafından daha önceden merkeze konulan, açıkça tanımlanan ve militanca sürdürülen ücretli emek ve sermaye arasındaki çatışmayı bulandırıyor. Sınıf kategorileri artık ırk, cinsiyet, cinsel tercih ve kesinlikle ulusal ve bölgesel farklılıklara dayanan hiyerarşik kategorilerle birbirinin içine geçmiş durumdadır. Hiyerarşinin karakteristikleri olarak statü farklılaşmaları, sınıf farklarıyla birleşme eğilimi gösteriyor ve toplumun gözünde sınıf farklarının önemini sıkça aşan etnik, ulusal ve cinsiyet farklarının olduğu daha da her şeyi kapsayan bir kapitalist dünya ortaya çıkıyor.Bu fenomen tamamen yeni değil: Birinci Dünya Savaşı sırasında sayısız Alman sosyalist işçi proletaryanın kızıl bayrağı altında birleşmeye olan bağlılığını bir yana bırakarak, iyi beslenmiş ve parazit iktidarlarının ulusal bayraklarının altında toplandı ve süngü ve tüfeklerini Fransız ve Rus sosyalist işçilere doğrulttu –aynı şekilde, bunun karşılığında Fransız ve Rus işçilerin de kendi zalimlerinin ulusal bayraklarının altında yaptığı gibi.
 
Aynı zamanda, kapitalizm yeni, belki de devasa bir çelişki üretti: sonu gelmez büyümeye dayalı bir ekonomi ve doğal çevrenin kurutulması arasındaki çatışma.(2) Bu mesele ve onun dallanıp budaklanmış sonuçları artık insanların yemek ya da havaya ihtiyacı karşısında küçültülemez, hele hiç de göz ardı edilemez. Halen, sosyalizmin doğduğu Batı’daki en ümit verici mücadeleler gelir ve çalışma koşullarının yerine nükleer enerji, kirlilik, ormansızlaşma, şehirlerdeki keşmekeş, eğitim, sağlık, toplumsal yaşam ve az gelişmiş ülkelerde insanların bastırılması gibi konular üzerinde tecelli etmektedir –(her ne kadar seyrek de olsa) küreselleşme karşıtı hareketlerde görüldüğü gibi mavi ve beyaz yakalı “işçiler”, orta sınıf hümaniterlerle aynı saflarda yürümekteler ve ortak sosyal endişelere karşı odaklanmışlardır. Proleter savaşçılar orta-sınıftan gelenlerden ayırt edilemez olmuştur. Ayırt edici özellikleri mücadeleci bir militanlık olan güçlü kuvvetli işçiler, “ekmek ve kukla” tiyatro performansları arkasında yürümekte ve genel olarak ortak oyunculuktan görece az nasiplenmektedir. İşçi ve orta sınıftan gelenler artık birçok farklı sosyal şapkalar takmaktadır, yani, kapitalizmi kültürel olduğu kadar ekonomik temellerde dolaylı olduğu kadar doğrudan da meydan okumaktadırlar.
Bir yandan da, hangi yolu seçeceğimizde karar verirken, kapitalizmin eğer kontrol edilmezse gelecekte –ve illa ki çok ileri bir gelecekte değil– fark edilebilir bir şekilde bugün bildiğimiz sistemden farklılaşacağı hakikatini göz ardı edemeyiz. Kapitalist gelişmenin önümüzdeki yıllarda sosyal ufku geniş çapta değiştireceği beklenebilir. Yirmi birinci yüzyıl bitmeden önce fabrikaların, ofislerin, kentlerin, yerleşim alanlarının, sanayinin, ticaretin ve tarımın şöyle dursun, ahlaki değerlerin, estetiğin, medyanın, popüler arzuların ve benzerlerinin yoğun bir şekilde değişeceğini farz edebilir miyiz? Geçen yüzyılda, kapitalizm her şeyin üstünde, sosyal meseleleri –tabi ki, sınıflara bölünmüş ve sömürü içindeki insanlığın eşitlik, otantik uyum ve özgürlük temelli bir toplum yaratıp yaratmayacağına dair tarihsel sosyal sorun– on dokuzuncu ve erken yirminci yüzyılın özgürleşmeci sosyal teorisyenlerinin nadiren öngördüğü kesimlerin çözüm önerilerini de kapsayacak şekildegenişletti. Sınırsız yelpazede “taban çizgileri” ve “yatırım tercihleri” içeren bizim dönemimiz şimditoplumu büyük ve sömürücü bir pazar yerine dönüştürmekle tehdit etmektedir.(3)
 
İlerlemeci sosyalistlerin ilgilenmek zorunda olduğu toplum da radikal şekilde değişiyor ve gelecek yıllarda da değişmeye devam edecektir. Kapitalizmin getirdiği değişiklikleri ve ürettiği yeni ya da daha geniş çelişkileri anlamakta gecikmek son iki yüzyıldaki devrimci hareketlerin hemen hemen hepsinin yenilgisine neden olan tekrar eden felaket suçu işlemek olacaktır. Yeni bir devrimci hareketin geçmişten öğrenmesi gerek en öncelikli derslerden biri yeni popülist programıyla orta sınıfın geniş kitlelerini kazanmak olmalıdır. Kapitalizmin yerine sosyalizmi getirme çabalarının hiçbiri, isterentelijansiya olsun, ister Rus Devrimindeki üniformalı köylüler olsun, ya da entelektüeller, çiftçiler, dükkân sahipleri, memurlar, sanayideki idareciler ve hatta 1918-21 yılları arasındaki Almanya’daki ayaklanmalardaki yönetim şeklinde olsun, hoşnutsuz küçük burjuvazinin yardımı olmadan en ufak bir başarı şansı olmayacaktır. Geçmiş devrimci döngülerin en umut veren dönemlerinde bile, Bolşevikler, Menşevikler, Alman Sosyal Demokratlar ve Rus Komünistler yasama kuvvetlerinin mutlak çoğunluğunu hiçbir zaman elde edemediler. Sözde “proleter devrimler” istisnasız azınlık devrimleriydi, genelde hatta proletaryanın kendisinin içinde gerçekleştiler; başarılı olabilenler (genelde kısaca, bastırılmadan önce ya da devrimci hareketten tarihsel olarak uzaklaşmadan) burjuvazinin kendi askeri kuvvetlerinin etkin desteğinden yoksun olduğu ya da basitçe moralinin bozulduğu durumlara dayanıyordu.
 
Marksizm, Anarşizm ve Sendikalizm
 
Bilinen tanık olduğumuz değişimlere ve hâlâ şekillenen olaylara göre, sosyal radikaller tekstil fabrikasının sahibinin birincil hasmının fabrikadaki proleter olduğu ilk Endüstriyel Devrim sırasında doğmuş ideolojileri ve yöntemleri kullanarak vahşi (aynı şekilde oldukça yaratıcı) kapitalizme karşı duramazlar. (Fakirleşmiş köylüler ve feodal ve yarı feodal toprak sahipleri arasındaki çatışmadan çıkmış ideolojileri de kullanamayız.) Geçmişte anti-kapitalist olduğu iddia edilen ideolojilerin hiçbiri –Marksizm, anarşizm, sendikalizm ve sosyalizmin daha genel biçimleri– kapitalist gelişmenin ve teknolojik gelişmenin erken dönemlerindeki değerini ve geçerliliğini sürdürmemektedir. Ne de kapitalizmin zaman içinde tekrar tekrar yarattığı yeni meselelerin, fırsatların, problemlerin ve çıkarların çokluğunu kapsayabileceklerini umut edebilirler.
 
Marksizm sistematik bir sosyalizm biçimi oluşturmak için en kapsamlı ve bütünlüklü çabaydı, yeni bir toplumun hem maddi hem de öznel tarihsel önkoşullarına vurgu yapıyordu. Bu proje, mevcut kapitalizm öncesi iktisadi çözülme ve entelektüel kafa karışıklığı, görecelilik ve öznelcilik çağında yeni barbarlara hiçbir zaman teslim olmamalıdır. Bu yeni barbarların birçoğu kendini ideolojik gerilimin bir zamanlar bariyeri olan yerde yani akademi içinde evinde hissediyor. Marx’ın bize sağladığı, metanın ve meta ilişkilerinin bütünlüklü ve uyarıcı bir analizi, eylemci bir felsefe, sistematik bir sosyal teori, nesnel olarak temellendirilmiş ya da “bilimsel” bir tarihsel gelişme kavramı ve esnek bir siyasal strateji geliştirme çabalarına çok borçluyuz. Marksist siyasal fikirler, korkunç derecede yolunu kaybetmiş bir proletaryanın ihtiyaçları ve 1840’larda İngiltere’de, daha sonra Fransa, İtalya ve Almanya’da ve Marx’ın yaşamının son demlerinde son derece öngörülü şekilde gibi Rusya’da endüstriyel burjuvazinin uyguladığı hususi baskılar açısından fazlasıyla geçerliydi. Rusya’daki halk hareketinin yükselişine kadar (en ünlüsü, Narodnaya Volya), Marx, Avrupa ve Kuzey Amerika’da nüfusun çoğunluğunun ortaya çıkmakta olan proletarya olacağını ve kapitalist sömürü ve sefilleşme sonucu kaçınılmaz olarak devrimci bir sınıf savaşına gideceğini bekliyordu. Ve özellikle Marx’ın ölümünden bir hayli sonra 1917 ve 1939 yılları arasında, Avrupa hakikaten yükselen sınıf savaşı tarafından çevrilmişti ki işçilerin apaçık isyan ettikleri bir noktaya gelmişti. 1917’de, koşulların olağanüstü şekilde bir araya gelmesi hasebiyle –özellikle de Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla Avrupa’daki yarı-feodal sosyal sistemlerin fena halde istikrarsızlaşmasıyla– Lenin ve Bolşevikler, Marx’ın yazdıklarını kullanarak iktisadi olarak geri kalmış ama Avrupa’dan Asya’ya kadar on bir saat dilimini kapsayan büyük bir imparatorlukta iktidarı ele geçirmeye çalıştılar.(4)
Ama en geniş ölçüde, gördüğümüz gibi, Marksizm’in iktisadi öngörüleri on dokuzuncu yüzyılda fabrika kapitalizminin ortaya çıktığı döneme aittir. Sosyalizmin maddi önkoşulları ile ilgili göz alıcı bir teori olarak, ekolojik, kentsel ve öznel kuvvetlere ya da insanlığı devrimci bir sosyal değişime doğru harekete geçirebilecek etkili davalara hitap etmiyordu. Tam tersine, Marksizm yaklaşık bir yüzyıl boyunca teorik durgunluk yaşadı. Marksist teorisyenlerin ortaya çıkan ve geçen gelişmeler karşısında kafaları sıkça karışıyordu ve 1960’lardan beri teorisyenler çevreci ve feminist fikirleri kendi işçiciformülasyonlarına mekanik olarak iliştirdiler.
Aynı şekilde, –kendi otantik biçimini radikal şekilde kısıtlanmamış bir yaşam tarzını teşvik eden oldukça bireyci bir görüşle temsil ettiğine inandığım, genelde kitlesel eylemine yerine ikame edilen– anarşizm, Proudhoncu, basit aileye dayalı köylü ve zanaatkâr dünyasını ifade etmek için modern şehirden ve endüstriyel çevreden daha uygun düşer. Ben şahsen bu siyasal etiketi bir zamanlar kullandım, ama üzerine daha fazla düşünmek benim şu sonuca varmamı sağladı; kendini sıkça yenileyen aforizmaları ve öngörülerine bakılmaksızın, basitçe söylersek anarşizm bir sosyal teori değildir. Önde gelen teorisyenleri, eklektizme ve “paradoks”un ve hatta “çelişki”nin özgürleştirici etkilerine, Proudhoncu abartıyı kullanmaya görünüşteki açıklığını kutluyorlar. Buna göre, birçok anarşist eylemin içtenliğine dair hiçbir ön yargı beslemeden, “anarşizm” adına geçmişte oluşturulan birçok sosyal ve iktisadi yeniden inşa fikirlerinin çoğu genellikle Marksizm’den çekip alınmıştır (benim kullandığım “kıtlık-sonrası” kavramı dâhil ki konu üstüne okuyan birçok anarşisti anlaşıldığı kadarıyla kızdırmıştır). Maalesef, sosyalist terimlerin kullanılması genel olarak anarşistleri bize ne olduklarını anlatmalarından ve hatta ne olduklarını anlamamızdan alıkoymuştur: özerklik kavramının sosyalözgürlük yerine kişisel serbestliğin kuvvetle dayandığı bireyciler veya yapılandırılmış, kurumsallaşmış ve sorumluluk sahibi sosyal örgütlenmelere kendini adamış sosyalistler. Anarşizmin kendini düzenleme (auto-nomos) fikri Nietzsche’nin her şeyi kapsayan iradesinin radikal bir kutlamasına neden oldu. Gerçekte bu “ideolojinin” tarihi, birçok genç insanı ve estetikçiyi hiç de şaşırtıcı olmadık şekilde kendine çeken, acayipliğin sınırlarını zorlayan kendine has karşı koyma eylemleriyle bezenmiştir.      
     
Gerçekte, anarşizm, devlete kahramanca karşı koyulmanın kutlandığı, liberalizmin kısıtlanmamış özerklik ideolojisinin en aşırı formülasyonunu temsil etmektedir. Anarşizmin kendi kuralını koyma (autonomos) mitosu –toplumun üzerindeki veya hatta karşısındaki birey ve kolektif refaha karşı kişisel sorumluluğun olmaması hakkındaki radikal savı– Nietzsche’nin ideolojik yolculuğunun temelinde duran her şeye muktedir iradenin radikal bir onaylanmasına gitmektedir. Bazı kendinden menkul anarşistler hatta kitlesel sosyal eylemin faydasız olduğunu ve kendi özel meselelerine yabancı olduğunu ilan etmişlerdir ve İspanyol anarşistlerin grupçuluk (grupismo) dediği, sosyal olmaktan ziyade yüksek derece bireysel olan küçük-grup tarzı eylemi fetişleştirmişlerdir.
Anarşizm sıkça devrimci sendikalizmle karıştırılmıştır; devrimci sendikalizm oldukçayapılandırılmış ve sağlam temellerde geliştirilmiş bir özgürleştirici emek sendikacılığının kitleselbiçimidir ve anarşizmin aksine demokratik usullere, (5) eylem disiplinine, kapitalizmi elimine etmek için uzun vadeli ve örgütlü devrimci pratiğe bağlıdır. Anarşizmle olan yakınlığı güçlü özgürleştirici eğiliminden gelir ama Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’daki hemen her ülkedeki anarşistler ve sendikalistler arasındaki tatsız antagonizmanın uzun bir tarihi vardır. Yirminci yüzyılın başındaki İspanyol CNT ve Tierra y Libertad arasındaki; Rusya’daki 1917 devriminde anarşist ve devrimci sendikalist gruplar arasındaki; ABD ve İsveç’teki IWW arasındaki gerilimlerin tanık olduğu gibi özgürlükçü emek hareketlerinin tarihinden birçok renkli duruma da referans verebiliriz. Joe Hill’in Utah’daki idamının arifesindeki meydan okuyan düsturu “Yas tutmayın. Örgütlenenin!” karşısında birden fazla Amerikalı anarşist gücenmişti. Hâşâ, küçük gruplar ne Joe Hill’in ne de İspanyol özgürlükçü hareketinin çok ağır şekilde yanlış anlaşılmış idolü Salvador Seguí’nin aklındaki “örgütlenmeler” değildi. Biraz aklı karışmış anarşistler ve devrimci sendikalistlerin aynı örgütlenmede buluşmalarını mümkün kılan şey büyük ölçüde ortak kullanılan özgürlükçü(liberter)kelimesiydi. İspanya’da FAI’nin, anarşist Federica Monstseny tarafından temsil edildiği şekilde eğer hakikaten var olmuşsa da tam anlamıyla kafa karışıklığının örgütü olan CNT-FAI içerisinde Juan Prieto’nun temsil ettiği sendikalistlerle birlikte durmasının nedeni ideolojik anlaşılırlıktan öte sözsel bir karmaşaydı.
 
Devrimci sendikalizmin kaderi ouvrierisme, ya da işçicilik adı verilen bir patolojiye farklı derecelerde bağlıydı. İşçiciliğin içerdiği felsefe, tarih teorisi ya da siyasal iktisat Marx’tan, genelde parça parça ve dolaylı olarak alınmıştır –hakikaten, George Sorel ve erken yirminci yüzyılın diğer kendini geliştirmiş devrimci sendikalistleri olsun kendilerini açıkça Marksist olarak görüyorlardı ve pek çok diğeri de anarşizmden uzak olduğunu dile getiriyordu. Dahası, devrimci sendikalizm genel grev dışında sosyal değişim için bir stratejiden yoksundur. Rusya’da 1905 yılında Ekim ve Kasım aylarındaki devrimci ayaklanmalarla ilişkili genel grevler ortalığı karıştırsa da nihayetinde etkisiz olmuşlardır. Aslında, devletle doğrudan çatışmanın bir peşrevi olarak genel grev ne kadar değerli olsa da, sosyal değişim bağlamında devrimci sendikalistlerin grevlere yükledikleri mistik kapasiteye sahip değildirler. Genel grevlerin kısıtlamaları barizdir. Doğrudan eylemin dönemsel biçimleri olarak genel grevler,ne devrimle ne de kitlesel hareketi varsayan ve uzun oluşum yılları ile doğrultuya dair açık bir mantık gerektiren derin sosyal değişimlerle eşitlenebilir değildir. Hakikaten, devrimci sendikalizmin tipik birişçici anti-entelektüel damarı vardır, bu damar maksatlı bir devrimci yön çizme ve proleter “kendiliğindenliğe” saygı duyma çabalarını hor görür ki bazı zamanlar kendini derinden yok eden durumlara yol açmıştır. Kendi koşullarını analiz etmek için araçlardan yoksunken, İspanyol sendikalistlerin (ve anarşistler) 1936 yazında Franco’nun güçlerine karşı kazandıkları zaferin ardından kendilerini buldukları konumlarını anlamak için asgari kapasiteye sahip olduğu ve işçinin ve köylünün kuracağı yönetimi kurumsallaştırmak için “bir sonraki adımı” atabilmek için hiçbir kapasitelerinin olmadığı ortaya çıktı.
 
Bu gözlemler Marksistlerin, devrimci sendikalistlerin ve otantik anarşistlerin, siyaseti kentsel arena ve insanların demokratik olarak ve doğrudan kendi topluluk meselelerini idare ettikleri kurumlar olarak anlamaları gerekirken, siyaset mefhumunda aldanmış olduğu noktasına çıkıyor.Gerçekten de Sol, devlet idaresi ve siyaset arasındaki fark konusunda defalarca hataya düştü ve bu iki olgunun sadece radikal olarak farklı değil, aynı zamanda radikal olarak gerilimde–hakikaten, birbirinin karşısında– olduğunu anlamak konusunda ısrarla yanıldı.(6)Başka bir yerde yazdığım gibi, tarihsel olarak siyaset –ayrıcalıklı sınıfın çıkarları doğrultusunda yurttaşlığa tahakküm kurulması ve yurttaşlığın sömürüsünün kolaylaştırılması için profesyonel bir makine olarak tasarlanan bir aygıt olan– devletten türemedi. Daha ziyade, siyaset, adeta tanımı gereği, kendi şehre ait meselelerini ele almalarında ve kendi özgürlüklerinin savunulmasında özgür yurttaşların etkin yükümlülükleridir. Siyasetin, Fransız devrimcilerin 1790’larda civicisme dedikleri şeyin “somutlaşmış” hali olduğu tam olarak söylenebilir. Gayet uygun şekilde, gerçekten, politika kelimesi Yunanca “kent” ya da polis, kelimesini barındırır ve klasik Atina’da, demokrasi ile birlikte kullanımı kentin yurttaşlar tarafındandoğrudan yönetilmesiyle anlamına gelir. Özellikle sınıfların oluşumun işaret ettiği, yüzyıllar boyunca süren kentsel çözülme, devletin üretilmesi ve siyasal alanın devlet tarafından aşındırılarak emilmesi için zorunluydu.
Marksistlerin, anarşistlerin ve devrimci sendikalistlerin siyasal alan ve devletçi alan arasında, prensipte, hiçbir farkın var olmadığı inancı tam da Solun ayırt edici bir özelliğidir. Siyasal iktidarın olduğu kadar iktisadi gücün de bulunduğu mahal olarak ulus-devlete –“işçi devletini” de kapsayarak– vurgu yaparak, Marx (özgürlükçüler gibi) işçilerin, güçlenmiş bir bürokrasi ve özünde devletçi (ya da eşdeğer olarak, özgürlükçülerin dediği gibi yönetime bağlı) kurumların arabuluculuğu olmaksızın devleti nasıl tamamen ve doğrudan kontrol edebileceklerini göstermekte feci şekilde başarısız oldu. Bunun bir sonucu olarak, Marksistler kaçınılmaz şekilde,“işçilerin devleti” olarak gösterilen siyasal alanı tek bir sınıfın, proletaryanın, çıkarlarına görünüşte dayalı olan, baskıcı bir varlık olarak gördüler.
 
Devrimci sendikalizm, kendi içinde, işçi komitelerinin fabrikayı idare etmesine vurgu yapar ve sosyal otoritenin mahalli olarak konfedere ekonomik konseyleri önerir, böylece ekonominin dışında var olan herhangi bir halk kurumunu basitçe bertaraf eder. Acayip bir şekilde, 1936 İspanyol Devrimi deneyiminde test edilen bu intikam peşindeki ekonomik determinizmin tamamen etkisiz olduğu kanıtlandı. Reel yönetim iktidarının geniş bir kesimi, askeri meselelerden adaletin idaresine kadar, İspanya’nın liberallerinin ve Stalinistlerinin eline geçti, onlarda ellerindeki otoriteyi özgürlükçü hareketle birlikte 1936 Temmuz’undaki sendikalist işçilerin devrimci kazanımlarını yıkmak için kullandılar, ya da bir romancının sertçe betimlediği şekilde “İspanyol Anarşizminin Kısa Yazı.”
Anarşizme gelince, Bakunin 1871 yılında takipçilerinin tipik görüşünü, yeni sosyal düzenin “kentlerde ve ülke çapında işçi sınıfının sosyal gücünü siyaset dışı ve siyasete karşı örgütlemek ve geliştirmek üzerinden” yaratılabileceğini, böylece aynı yılda İtalya’da tasdik ettiği belediye siyasetinin karakteristik tutarsızlığını ret ederek yazdığında ifade ediyordu. Buna uygun olarak, anarşistler heryönetimi bir devlet olarak gördüler ve buna göre kınadılar –bir görüş olarak sosyal yaşamın herörgütlü biçiminin ayıklanması için bir reçete. Devlet, baskıcı ve sömürücü sınıfın düzenlediği ve zor kullanarak sömürülen sınıfın davranışlarının hâkim sınıf tarafından kontrol edildiği bir araçken,yönetim –ya da daha iyi bir şekilde, yönetim biçimi– düzenli ve umutlu ve adil bir şekilde ortak sosyal yaşamın sorunlarıyla ilgilenmek için tasarlanmış kurumların topluluğudur. Toplumsal sorunları çözmek için bir sistem teşkil eden her kurumsallaşmış birliktelik –devletin mevcut olduğu ya da olmadığı– muhakkak bir yönetimdir. Tezat olarak, her devlet, ne kadar bir yönetim biçimi olsa da, bir kontrol ve sınıf baskısı kuvvetidir. Benzeşen Marksistler ve anarşistler için ne kadar sinir bozucu olsa da, sorumlu ve duyarlı bir yönetim için anayasa ve hatta yasaya nomos–yazılı olmaları yönünde!– atılan çığlıklar, yüzyıllarca monarkların, asillerin ve bürokratların kaprisli bir şekilde kullandıkları idareye karşı ezilen kesimler tarafından atılmıştır. Özgürlükçülerin, yönetimden hiç bahsetmiyorum bile, kanunlara karşı muhalefeti kendi kuyruğunu yiyen yılan kadar saçma bir görüntüdür. Geriye kalan şey varoluşsal bir gerçekliği dahi olmayan retinada zuhur etmiş bir görüntüden başka bir şey değildir.
Gelecek sayfalarda değinilen konular akademik bir ilgiden ötedir. Yirmi birinci yüzyıla girerken, sosyal radikallerin –özgürlükçü ya da devrimci– sosyalizme ihtiyacı var. Bu sosyalizm ne anarşizmin temelinde yatan köylü-zanaatçı temelli “birlikçiliğin” bir uzantısıdır ne de devrimci sendikalizm ve Marksizm’in çekirdeğini oluşturan proletaryacılıktır. Genç insanlar arasında bugün her ne kadar geleneksel ideolojiler (özellikle anarşizm) moda olsa da, özgürlükçü ve Marksist fikirlerden beslenen ama bu eski ideolojileri aşan gerçek anlamda ilerici sosyalizmin entelektüel liderlik sağlaması gerekmektedir. Bugün siyasal radikallerin, Marksizm, anarşizm ya da devrimci sendikalizmi basitçe diriltmeleri ve bu fikirlere ideolojik ölümsüzlük bahşetmeleri gerekli radikal hareketin gelişmesi için engelleyici olacaktır. Yeni ve kapsamlı bir devrimci görüş gereklidir, bu görüş sistematik olarak durmadan gelişen ve değişen kapitalist sistemin karşısında toplumun geniş bir kısmını potansiyel olarak muhalif hale getirecek genel meselelere hitap edebilmelidir.
Sınırsız gelişme temelli yağmacı bir toplum ve insani olmayan doğa arasındaki çatışma mevcut sosyal kriz ve anlamlı radikal değişimin açıklanması için ortaya çıkan bir fikirler topluluğuna sebep olmuştur. Sosyal ekoloji, insanlığın uygarlaşmasında hiyerarşi ve sınıfın ortak etkisiyle birbirini sarmış olan bütünlüklü bir sosyal gelişme vizyonu olarak sosyal ilişkileri doğal dünya ile koruyucu bir dengede yaşayabilmemiz için yeniden düzenlememiz gerektiğini yıllardan beri iddia etmektedir.(7)
 
“Eko-anarşizmin” basitleşmiş ideolojisinin aksine, sosyal ekoloji, ekolojik yönelimli bir toplumun geriye dönük olmaktan daha çok ileriye dönük olabileceğini iddia eder, primitivizme, sadeliğe ve ret etmeye değil, maddi zevklere ve rahatlığa güçlü bir vurgu yapar. Eğer bir toplum, üyeleri için hayatı oldukça zevkli kılabileceği kadar toplumdaki bireylerin canlı bir siyasal hayat ve uygarlığın oluşturulması için gerekli olan entelektüel ve kültürel gelişimleri için de faaliyetler yapabilecekleri kadar vakitlerinin olacağı şekilde kurulacaksa, teknik ve bilime iftira atmamalı hatta insan mutluluğu ve refahı vizyonu çerçevesinde değerlendirmelidir. Sosyal ekoloji, açlığın ve maddi imkânsızlığın değil bolluğun ekolojisidir; atıkların ve fazlalığın da, yeni bir değerler sistemi ile kontrol edildiği akılcı bir toplumun yaratılmasını hedefler; ve akıldışı davranışlar sonucunda eğer kıtlıklar oluşursa şayet, halk meclisleri demokratik süreçler üzerinden tüketimin akılcı standartlarını belirler. Kısaca, sosyal ekoloji, bireysel tuhaflıklardan kaynaklanan düşüncesiz davranış biçimleri yerine demokratik olarak halk meclisleri tarafından formüle edilen idare, planlama ve düzenlemeyi tercih eder.
 
Komünalizm ve Özgürlükçü Belediyecilik
 
Benim tartıştığım ve geldiğim noktaya göre Komünalizm, özgürlükçü belediyecilik ve diyalektik doğalcılık dâhil üzerinde detaylı ve tamamen düşünülmüş sistematik bir görüş olarak sosyal ekolojiyi kapsamak için en uygun ve çevreleyici siyasal kategoridir.(8)Bir ideoloji olarak Komünalizm daha eski Sol ideolojilerin –Marksizm ve anarşizmin, daha da uygun olarak özgürlükçü sosyalist geleneğin– en iyi kısımlarından beslenir ve günümüz için daha geniş ve geçerli bir bakış sunar. Marksizm’den, felsefe, tarih, iktisat ve siyaseti birleştiren akılcı, sistematik ve bütünlüklü bir sosyalizmi kurgulamaya dair temel projeyi alır. Açıkça diyalektiğe dayanarak, teori ve pratiği birleştirmeyi hedefler. Anarşizmden, devlet karşıtlığına ve konfederalizme bağlılığın yanı sıra hiyerarşinin yalnızca özgürlükçü sosyalist bir toplum tarafından üstesinden gelinebilecek bir temel sorun olduğu kabulünü alır.(9)
 
Yirmi birinci yüzyılda sosyalizmin felsefi, tarihi, siyasi ve örgütsel parçalarını kapsaması içinKomünalizm teriminin tercihi hafif bir tercih değildir. Kelimenin kökü, sadece Paris kent konseyini ve konseyin idari alt yapılarını savunmak için değil de cumhuriyetçi ulus-devletin yerine ülke çapında kentleri ve kasabaları bir konfederasyonda birleştirecek bir yapıyı kurmak için Fransız başkentinin silahlanmış halkının barikatlar kurduğu 1871 Paris Komününe dayanır. Komünalizm bir ideoloji olarak, anarşizmin sıkça açığa vurduğu akılcılık karşıtlığı ile veya Marksizm’in tarihsel yükü olan otoriterliğin Bolşevizm’de vücut bulduğu haliyle kirlenmemiştir. Ne fabrikaya birincil sosyal alan olarak ne de endüstriyel proletaryaya esas tarihsel fail olarak odaklanmaz ve geleceğin özgür toplumunu cafcaflı bir ortaçağ köyüne indirgemez. En önemli hedefi klasik sözlük tanımında açıkça verilmiştir: TheAmericanHeritage Dictionary of the English Language sözlüğüne göre Komünalizm, “görünürdeki otonom yerel toplulukların federasyon üzerinden zayıf bir bağla birbirine bağlı olduğu bir yönetim teorisi ya da sistemidir.”(10)
 
Komünalizm, siyasetin anlamını en geniş şekilde, en özgürleştirici yanlarıyla yeniden kazanmayı arar, aslında, zihnin ve söylemin gelişeceği arena olarak belediyenin tarihsel potansiyelini gerçekleştirmeyi hedefler. Belediye, en azından potansiyeli itibariyle, organik evrimin ötesindesosyalevrimin gelişeceği ve dönüşeceği alan olarak kavramsallaştırır. Kent, arkaik kan bağının sadece aileler ve kabilelere kısıtlı tutulduğu ve yabancıların dışlandığı –en azından yasal olarak– yer olmaktan çıkmıştır. Akrabalık, cinsiyet ve yaşa dayanan dar ve sosyo-biyolojik özellikler temelli hiyerarşilerin elimine edilip, paylaşılan ortak insanlığa dayalı özgür bir toplumla değiştirildiği bir alan olmuştur. Potansiyel olarak, bir zamanlar korkulan yabancının,–başlangıçta ortak yurdun korunan sakini ve zamanla kamusal arenada siyasi kararların oluşmasına katıldığı yurttaş olarak– topluluk tarafından tamamen özümsenebildiği alan olmaya devam etmektedir. Her şeyin üstünde, kurumların ve değerlerin zoolojide temellerinin olmadığı, medenî insan faaliyetine dayandığı alandır.
 
Bu tarihsel işlevlerin ötesine baktığımızda, fikirlerin özgürce mübadele edildiği, yaratıcı gayretin özgürlüğün hizmetinde bilinç kapasiteleri kazandırmasına dayanan bir birliğin kurulduğu yegâne alan belediyedir. İnsanlığın ve biyosferin sınıflar ve hiyerarşiler yoluyla boyun eğdirilmekte olduğu çevresel, sosyal ve siyasal aşağılanmaya son verecek bir bakışla, dünyaya –doğrusu yine de akılla oluşturulacak ve şekil verilecek bir dünyaya– yönelik proaktif, akılcı müdahalenin, mevcut ve önceden verili çevreyehayvani uyumu kökünden alt edebileceği alandır. Maddi sömürüden olduğu kadar tahakkümden özgürleşmiş –aslında, hayatın her yönünde insan yaratıcılığı için akılcı bir arena olarak yeniden yaratılmış– belediye iyi yaşamın etik mekânı olacaktır. Komünalizm bu yüzden bir düşünürün icadı olan saf hayal ürünü değildir: siyasal yaşamın, sosyal gelişmenin ve aklın diyalektiği ile kurulmuş kavram ve pratiklerine bağlılığı da ifade etmektedir.
 
Açıkça siyasi bir fikirler kütlesi olarak, Komünalizm, en büyük potansiyelleri ve tarihsel gelenekleriyle uyumlu bir biçimde, kentin (ya da komünün) gelişmesini yeniden kazanmaya ve ilerletmeye çalışır. Bu Komünalizmin belediyeciliği bugün olduğu haliyle kabul ettiği anlamına gelmez. Tam aksine, modern belediye birçok devletçi vasfı barındırır ve genel olarak burjuva ulus devletin bir faili olarak çalışır. Bugün, ulus-devletin hâlâ en muazzam varlık olarak görüldüğü zamanda, modern belediyelerin ellerindeki haklar, daha temel ekonomik ilişkilerin birer yan tesiriymiş gibi reddedilemez. Gerçekten de, büyük ölçüde, bunlar, halkın zorla kazandığı ve tarih boyunca –ve hatta burjuvazinin de karşısında– yönetici sınıfların saldırılarına karşı savundukları haklardır.
 
Komünalizmin somut siyasal boyutu, daha önceden kapsamlı bir şekilde yazdığım gibi, özgürlükçü belediyeciliktir.(11)Özgürlükçü belediyecilik programı içinde, Komünalizm, devletçi belediye yapılarını kararlı bir şekilde yok etmeye çabalar ve bu yapıların yerine özgürlükçü bir yönetim biçiminin kurumlarını koymaya çalışır. Kentlerin yönetim kurumlarını, semtlerde, kasabalarda ve köylerde konumlanan halkın demokratik meclislerine radikal bir şekilde dönüştürmeye çabalar. Bu halk meclislerinde, yurttaşlar –işçi sınıfı olduğu kadar orta sınıfın da dâhil olduğu– toplumsal meseleleri yüz yüze olma kaydıyla ele alırlar, doğrudan demokrasi içinde siyasal kararları verirler, hümanist ve akılcı bir toplum idealine gerçeklik kazandırırlar.
 
Asgari düzeyde, eğer tahayyül ettiğimiz türden özgür sosyal yaşama sahip olacaksak, demokrasiortak siyasal yaşamımızın bir biçimi olmalıdır. Bir belediyenin sınırlarını aşan sorunlara ve meselelere değinmek için, sırasıyla, demokratikleşmiş belediyeler daha geniş kapsamlı bir konfederasyon oluşturmak için birleşmelidir. Bu meclisler ve konfederasyonlar, tam da var oluşlarından ötürü, devletin ve devletçi iktidar biçimlerinin meşruiyetine meydan okuyabilir. Devlet iktidarını ve devletçiliği ortadan kaldırmayı, yerine halk iktidarını ve sosyal açıdan akılcı dönüştürücü bir siyaseti koymayı açıkça hedefleyebilirler. Ve sınıf çatışmalarının dindirildiği ve sınıfların yok edildiği arenalar haline gelebilirler.
 
Özgürlükçü belediyeciliği savunanlar, profesyonelleşmiş iktidar yerine halkın iktidarını getirme girişimlerini devletin ılımlı şekilde karşılayacağı konusunda kendilerini kandırmasınlar. Devletin kasabalar ve kentler üzerindeki egemenliğini çiğneyecek haklar talep edecek bir Komünalist harekete yönetici sınıfların kayıtsızca izin vereceği hususunda hiçbir yanılsamaya sığınmazlar. Tarihsel olarak, bölgeler, yöreler ve hepsinin üstünde kasabalar ve kentler, devletten (her ne kadar her zaman yüksek görüşlü amaçlar için olmasa da) kendi yerel egemenliklerini geri kazanmak için umutsuzca mücadele ettiler. Komünalistlerin, kasaba ve kentlerin iktidarını yeniden kurma çabası ile bunları konfederasyonlar olarak birbirine örme hedeflerinin ulusal kurumlardan gelecek artan bir direnişi tetikleyeceği tahmin edilebilir. Yani, devlete karşı bir ikili iktidarı/ gücü somutlaştıracak yeni halk meclislerinin oluşturduğu belediye konfederasyonlarının giderek artan bir siyasal gerilimin kaynağı haline geleceği apaçıktır. Ya Komünalist hareket bu gerilim yoluyla radikalleşip bunun tüm sonuçlarıyla tereddütsüz yüzleşecekti ya da kuşkusuz değiştirmeyi hedeflediği sosyal düzenin içine geri çeken bir tavizler bataklığına gömülecektir. Hareketin bu zorlukla nasıl karşılaşacağı onun mevcut siyasal sistemi ve kamusal eğitim ve liderliğin kaynağı olarak sosyal bilinci değiştirme değiştirmekteki arayışındaki ciddiyetinin net bir ölçüsüdür.
 
Komünalizm hiyerarşik ve kapitalist toplumun bütünlüklü bir eleştirisini yürürlüğe koyar. Toplumun sadece siyasal yaşamını değil, aynı zamanda iktisadi yaşamını da değiştirmek için çabalar. Bu açıdan, amacı ekonomiyi millileştirmek ya da üretim araçlarının özel mülkiyetine el koymak değil, ekonomiyi belediyeleştirmektir. Şöyle ki, her üretici teşebbüsü, topluluğun bir bütün olarak çıkarlarını karşılamak için nasıl işlev göreceğine karar veren yerel meclisin etki alanına dâhil etmek üzere, üretim araçlarını, belediyenin varoluşsal yaşamı ile bütünleştirmeyi amaçlar. Modern kapitalist ekonomide yaşam ve iş arasındaki ayrılık öylesine hüküm sürer ki yurttaşların arzu ve ihtiyaçlarını, üretim süreci içindeki yaratımın kurnaz meydan okumalarını ve üretimin düşünceye biçim vermek ve kendini tanımlamaktaki rolünü kaybetmeyecek şekilde bunun üstesinden gelinmesi gereklidir. V. Gordon Childe’in Neolitik dönemin sonundaki şehir devrimi ve kentlerin yükselişini anlatan kitabı “Kendini Yaratan İnsan” başlığına atıfta bulunacak olursak, bunu sadece entelektüel ve estetik olarak değil, aynı zamanda insan ihtiyaçlarının yanı sıra bu ihtiyaçları tatmin etmek için üretim yöntemlerinin genişletilmesiyle de yapar. Kendimizi –potansiyellerimizi ve onların gerçekleşmesini– sadece doğal dünyayı dönüştürmekle kalmayan aynı zamanda kendimizi oluşturmamıza ve kendimizi tanımlamamıza giden yaratıcı ve yararlı çalışma vasıtasıyla benliklerimizi keşfederiz.
 
Rus ve İspanya devrimlerindeki “kolektifler” gibi, birçok öz-yönetimli girişimlere bela olmuş dar görüşlülükten ve en nihayetinde mülk sahipliği arzularından da kaçınmalıyız. Öz-yönetimli “sosyalist” işletmelerin, hatta sırasıyla devrimci Rusya ve devrimci İspanya’nın kızıl ve kara-kızıl bayraklı işletmelerinin bile, en sonunda bunların birçoğunun birbirleriyle ham madde ve piyasa için rekabet etmelerine yol açan kolektif kapitalizm biçimlerine saptıkları hakkında yeteri kadar yazılmadı.(12)
 
En önemlisi, Komünalist siyasal yaşamda, farklı mesleklerden işçiler, halk meclislerinde işçilerolarak –baskıcılar, sıhhi tesisatçılar, metal işçileri ve benzerleri olarak kendi mesleki çıkarlarını koruyacak şekilde– oturmayacaklar, ama yaşadıkları toplumun genel yararı konusunda kaygıları ve ilgileri ağır basan yurttaşlar olarak yerlerini alacaklar. Yurttaşlar, işçiler, uzmanlar ve kendi hususi çıkarlarıyla birincil olarak alakalı fertler olarak hususi kimliklerinden özgürleşmelidirler. Belediye yaşamı, yurttaşların oluşturulduğu okul haline dönmeli, hem yeni yurttaşları içine almalı hem de gençleri eğitmeli ve bu arada meclislerin kendileri, yalnızca sürekli karar-verme kurumları olarak işlememeli aynı zamanda da insanları karmaşık kentsel ve bölgesel meseleler konusunda çözüm üretmeye dair eğiten arenalar haline de gelmelidir.(13)
 
Komünalist yaşam yolunda, fiyatlar ve kıt kaynaklara odaklı geleneksel iktisadın yerini insan ihtiyaçlarını ve iyi yaşamı dert edinen etik almalıdır. İnsan dayanışması –ya da Yunanlıların dediği gibi filia– maddi kazanımların ve bencilliğin yerine geçecektir. Belediye meclisleri sadece kentsel (civic) yaşamın ve karar almanın canlı arenaları olmayacak aynı zamanda ekonomik lojistiğin gölgeli dünyasının, uygun şekilde koordine edilen üretimin ve kentsel işlemlerin üzerindeki perdenin indirilip açığa kavuşturulduğu ve bir bütün olarak yurttaşlığın katılımına ve denetlemesine açık olacağı alanlar olacaktır. Yeni yurttaşın ortaya çıkması geleneksel sosyalizmin çıkarcı sınıfını ve Rus devrimcilerinin bir şekilde ulaşabileceklerini umut ettikleri “yeni adamın” aşılmasını işaret edecektir. İnsanlık artık on dokuzuncu yüzyıldaki büyük ütopya düşünürlerinin ve Marksistlerinin çabalarının getireceğini düşündükleri evrensel bilinç durumuna ve akılcılığa ulaşabilecektir. Bu insanlığın tür olarak maddi çıkar yerine akıl ve mantığa büründüğü ve kıtlık ve maddi yetersizlik ahlakı tarafından dayatılan haşin ahenk yerine maddi kıtlığın ötesine gücünün yeteceği yolu da açacaktır.(14)
 
Batının demokrasi geleneğinin kaynağı olan milattan önceki beşinci yüzyılın klasik Atina demokrasisi insanların komünal meclislerde ve bu belediye meclislerinin konfederasyonlarında vuku bulan yüz yüze karar verme süreçlerine dayanıyordu. İki bin yıldan fazla bir süredir, Aristo’nun siyasal yazıları kentin, insanların akıl, öz bilinç ve iyi yaşamı sağlayacakları arena olacağına dair farkındalığımızı defalarca yükseltmeye yaradı. Buna uygun olarak, Aristo polis’in –insanların en temel hayvansal ihtiyaçlarını karşıladığı ve otoritenin en yaşlı erkekte olduğu ihtiyaçlar alanı olan– aileden ya da oikos’tan çıkışının izini sürdü. Ama birden fazla ailenin bir araya gelmesinin “günlük ihtiyaçların karşılanmasından daha fazla bir şeyi hedeflediğini” gözlemledi(15); bu hedef en erken siyasal oluşum olarak köyün kurulmasını tetikledi. Aristo, en meşhur ifadesiyle, insanı (yani yetişkin Yunan erkeğini(16)) bir “siyasal hayvan” (politik onzoon) olarak tanımladı. Bu insan diğer aile fertlerini sadece maddi ihtiyaçlarını karşılamak için yönetmiyordu aynı zamanda aile, düşüncesiz eylemlerin, geleneklerin ve şiddetin yerine söylemin ve aklın öne çıktığı siyasal yaşama katılabilmesi için maddi önkoşulları sağlıyordu. Böylece, “birkaç köy, neredeyse ya da tamamen kendine-yeterli olmaya yetecek büyüklükte tek ve bütün bir toplum (koinonan) etrafında birleştiğinde, yaşamın çıplak ihtiyaçlarındankaynaklanarak ve iyi yaşamın var olması için devam ettirilen polis ortaya çıktı.”(17)
 
Aristo’ya göre ve antik Atinalılar için de aynısını farz edebiliriz, belediyenin uygun işlevleri böylece ne katı bir şekilde araçsaldı ne de hatta ekonomikti. İnsanların ortaklaşmasının yeri olarak belediye ve orada yaşayan insanların kurguladığı sosyal ve siyasal düzenlemeler insanlığın telos’u, insanlığın, tarihsel süreç içerisinde akıl, öz-bilinç ve yaratıcılık potansiyellerini gerçekleştirebilecekleri fevkalade bir arena idi. Böylece antik Atinalılar için siyaset, sadece yönetim biçiminin pratik meselelerinin ele alınmasını değil, aynı zamanda kişinin topluluğuna yönelik ahlaki yükümlülüklerinin bulunduğu kentsel etkinlikleri de ifade ediyordu. Bir kentin tüm yurttaşlarının kentsel etkinliklere etik varlıklar olarak katılması bekleniyordu.
 
Belediyeci demokrasi örnekleri sadece antik Atina ile kısıtlı değildir. Tam aksine, sınıf farklılaşmasının devleti oluşturmasından çok daha önce, görece seküler birçok kasaba yerel demokrasinin en erken kurumsal yapılarını oluşturmuştu. Antik Sümer kentlerinde, yedi ya da sekiz bin yıl önce “şehir devrimi” denilen şeyin başlarında halk meclisleri var olmuşlardı. Halk meclisleri bariz şekilde Yunanlılar arasında da görülmüştü ve Gracchus kardeşlerin yenilmesine kadar, cumhuriyet dönemi Roma’sında halkın iktidar merkezleriydi. Ortaçağ Avrupa kentlerinde ve hatta Rusya’da, bir süre boyunca özellikle Slav dünyasının en demokratik kentlerinden olmuş Novgorod ve Pskov kentlerinde, halk meclisleri neredeyse her yerde bulunuyordu. Halk meclisi, altı çizilmelidir ki, Büyük Devrimin hakiki itici gücü haline geldiği ve yeni bir siyasi örgütlenme için bilinçli faillerin oluştuğu 1793’teParis’in mahalle seksiyonlarında gerçek modern biçimine yaklaşmaya başladı. Özellikle demokratik Marksist eğilimler ve devrimci sendikalistlerin oluşturduğu demokrasi literatüründe hak ettikleri ilgiyi hiçbir zaman görmemeleri devrimci gelenekte var olan kusurların dramatik bir kanıtıdır.
 
Bu demokratik belediye kurumları, sıkça kanlı çatışmalar sonucu bastırılana kadar, normal olarak açgözlü kralların, feodal beylerin, zengin ailelerinin ve korsan işgalcilerin olduğu kavgacı bir gerilim içerisinde var oldular. Radikal tarih içinde ne kadar önemli olmuş olsa da sınıf çatışması içinde boğulmuş modern tarihteki her büyük devrimin kentsel bir boyutunun olduğuna ne kadar vurgu yapılsa azdır. Bu yüzden, 1640’lardaki İngiliz Devriminde Londra’nın devrimin esas mekânı olduğu belirtilmeden, ya da, aynı şekilde Fransa’daki farklı devrimler üzerindeki tartışmalarda Paris’e odaklanmadan, ya da Petrograd’a eğilmeden Rus Devrimini anlamak, ya da Barselona’nın 1936 İspanya Devrimindeki en ileri sosyal merkez olduğundan bahsetmeden düşünülemez. Kentin bu kadar merkezi olması salt bir coğrafi olgu değildir; her şeyin üstünde, devrimci kitlelerinin toplandığı ve tartıştığı, kitleleri besleyen kentsel geleneklerin geldiği ve devrimci görüşlerin yeşerdiği en derininde siyasal bir olgudur.
 
Özgürlükçü belediyecilik Komünalist çerçevenin tamamlayıcı bir parçasıdır, tıpkı sistematik bir devrimci düşünce bütünü olarak Komünalizm gibi, doğrusu onun pratiği de özgürlükçü belediyecilik olmaksızın anlamsızdır. Komünalizm ile otantik ya da “saf” anarşizm, arasındaki farklar Marksizmi bir kenara bırakalım, anarkososyalneo ve hatta özgürlükçü gibi ön adların kapsayacağından çok daha geniştir. Komünalizmi anarşizmin bir türevine indirgeme çabası iki fikrin de bütünlüğünü inkâr etmek olacaktır –aslında, demokrasi, örgütlenme, seçimler, yönetim ve benzeri kavramların iki farklı fikir tarafından kullanımı arasındaki farklılığı görmezden gelmek olacaktır. Bu siyasal terimi ortaya atan Paris Komünü mensubu Gutsa ve Lefrancais katı bir şekilde “anarşist değil, Komünalist olduğunu” ilan etmişti.(18)
 
Her şeyin ötesinde, Komünalizm iktidar sorunuyla bağlanmıştır.(19)Kendilerinin anarşist olduğunu belirtenlerin tercih ettiği “halk” garajları, basım evleri, gıda kooperatifleri ve ev bahçeleri gibi çeşitli türden Komüniter girişimlerine belirgin tezatla, Komünalizm taraftarları potansiyel olarak önemli olan iktidar merkezleriyle –belediye meclisi– seçimler üzerinden bir ilişki kurmak konusunda kendilerini seferber ederler ve bu merkezleri yasama kudreti olan mahalle meclisleri oluşturmak için zorlamaya çalışırlar. Bu meclisler, vurgulanması gerekiyor ki, mevcut durumda köyleri, kasabaları veya kentleri kontrol eden devletçi organları gayri meşru kılmak ve bu organlardan kurtulmak için her çabayı göstereceklerdir, bunun ardından da iktidarın tatbik edildiği gerçek motorlar olarak rol oynayacaklardır. Bir miktar belediye komünalist çizgide demokratikleştikten sonra, düzenli olarak belediye birliklerinde konfedere olup halk meclisleri ve konfedere konseyler yoluyla ulus-devletin rolüne karşı koyabilir, ekonomik ve siyasi yaşam üzerindeki kontrolü ele geçirmeye çalışabilirler.
 
Son olarak, anarşizmle karşılaştırıldığında Komünalizm çok sayıda insanın karar verebilmesi için tek eşitlikçi yol olarak çoğunluğun oylamasının karar verme sürecinde kullanılmasını açıkça önerir. Otantik anarşistler bu ilkenin –azınlığın çoğunluk tarafından “yönetilmesinin”– otoriter olduğunu ve konsensüse dayalı kararlar vermektense kararlar öne sürdüğünü iddia eder. Tek tek bireylerin çoğunluk kararlarını veto edebildiği konsensüs, toplumu bu şekilde ortadan kaldırmakla tehdit eder. Özgür bir toplum, üyelerinin Homeros’un bahsettiği lotus yiyiciler gibi hafıza, baştan çıkma ya da bilgi olmadan memnun mesut yaşadığı bir toplum değildir. İster beğenin ya da beğenmeyin, insanlık bilginin meyvesini yemiştir ve hatıraları tarih ve deneyimle yüklüdür. Yaşanan bir özgürlük halinde –kafe sohbetlerinin aksine– azınlıkların muhalif görüşlerini ifade etme hakları, çoğunluğun hakları kadar korunacaktır. Bu haklarda en ufak bir azalma bile topluluk tarafından düzeltilecektir –umarım ki nazikçe, ama eğer kaçınılmazsa, güç kullanarak– bu olmazsa eğer sosyal yaşam bariz bir kaosa sürüklenir. Aslında, yeni kavrayışların ve oluşmaya başlayan hakikatlerin potansiyel kaynakları olarak azınlıkların görüşlerinin değeri bilinecektir, eğer bunlar kısıtlanırsa toplumu yaratıcılık kaynaklarından ve gelişmenin ilerlemesinden yoksun bırakacaktır. Zira genel olarak yeni fikirler ilham gelmiş azınlıkların belirli bir zaman ve yerde hak ettikleri merkeziyeti aşamalı olarak kazanmaları sonucu ortaya çıkar –bu süreye kadar, gene, bu fikirler dönemin yok olmakta olan geleneksel aklı ile çarpışırlar ve bu fikirlerin donmuş ortodoks fikirlerin yerine geçmesi gerekmektedir.
 
Örgütlenme ve Eğitim İhtiyacı
 
Geriye şu soru kalıyor: bu akılcı toplumu nasıl başaracağız? Bir anarşist yazar iyi toplumun (ya da “doğal insanın” da dâhil, meselelerin gerçekten “doğal” eğilimi) uygarlığın baskıcı yükünün altında, tıpkı karın altındaki bereketli toprak gibi yattığını yazıyor. Bu mantıktan yola çıkarsak hepimizin iyi bir toplumda yaşayabilmesi için bir şekilde kardan kurtulmamız gerekiyor, yani kapitalizm, ulus-devlet, kiliseler, geleneksel eğitim kurumları ve o ya da bu şekilde bir tahakkümü ahlaksızca barındıran sonsuz türden kurumların hepsinden. Galiba anarşist bir toplum –bir kere devletin, yönetimin ve kültürel kurumların yalnızca ortadan kaldırılmasıyla– bir bütün olarak hazır şekilde ortaya çıkacak ve özgür bir toplum olarak işleyecek ve gelişecektir. Böyle bir “toplumu”, eğer buna bir toplum denilebilirse, ileriye yönelik olarak yaratmamız gerekmeyecek: sadece karın erimesini beklememiz yetecek. Özgür Komünalist bir toplumu akılcı olarak yaratma süreci özünde, yazık ki, Aborijin yerlilerinin masumiyet ve saadetine dair gizemli tasavvurlara sarılmaktan daha çok düşünce ve çalışma gerektirecektir.
 
Komünalist bir toplum, her şeyin ötesinde, dünyayı değiştirecek yeni bir radikal örgütlenmenin gayretleri üzerinde duracaktır, bu örgütlenmenin amaçlarını açıklayabilecek yeni bir siyasal lügate ve hedeflerini tutarlı kılan yeni bir programa ve teorik çerçeveye sahip olacaktır. Bu, her şeyin üstünde, eğitimin sorumluluklarını yüklenmeye gönüllü ve evet önderliğe kendini adamış bireylere ihtiyaç duyacaktır. Kelimeler tamamen gizemli olmadıkları ve gözlerimizin önündeki gerçekliği karartacak hale gelmediği sürece, en azından önderliğin her zaman var olacağının ve yok olmayacağının hakkını vermeliyiz çünkü İspanya’da olduğu gibi “militanlar” ve “etkili militanlar” gibi üstü kapalı sözlerle bulutlanmaktadır. CNT gibi erken ortaya çıkan gruplardaki birçok birey sadece “etkili militanlar” değillerdi, aksine deneyim, bilgi ve hikmet sahibi oldukları kadar etkili bir rehberlik sağlayabilmek için psikolojik yetilere sahip oldukları için görüşlerine daha fazla değer verilen –ve bunu hak ediyorlardı!– apaçık önderlerdi. Önderliğe ciddi bir özgürlükçü yaklaşım liderlerin gerçekliğini ve can alıcı önemini –liderlere duyulan saygının suiistimal edilmesi durumunda ya da önderliğin iktidarı kötüye kullanmaya başlaması durumunda diğer mensupların liderleri geri çağırabileceği ve liderlerin faaliyetlerini etkin şekilde kontrol edebilen ve değiştirebilen gerekli resmi yapıları ve düzenlemeleri kurabilmeyi, hem de fazlasıyla– gerçekten onaylar.
Özgürlükçü belediyeci hareket ciddiyetsiz ve değişen üyelere dayanarak değil, ama hareketin fikirlerinin, usullerinin ve faaliyetlerinin okulunda yetişmiş insanlarla işlemelidir. Bu insanlar, doğrusu, örgütlenmelerine –yapısı açıkça resmi bir anayasa ve uygun tüzükler ile düzenlenmiş bir örgütlenmeye–ciddi bir bağlılık göstermelidir. Üyelerinin ve liderlerinin sorumlu tutulduğu demokratik olarak biçimlenen ve kabul gören bir kurumsal çerçeve olmadan, açıkça ifade edilmiş sorumluluk standartları var olamaz. Aslında, tam da üyelerin anayasal ve düzenleyici koşullara karşı artık sorumlu olmadıkları zaman otoriterlik gelişir ve nihayetinde hareketin yok olmasına yol açar. Otoriterlikten [kurtulmuş bir –çn.] özgürlük en iyi şekilde iktidarın açık, özlü ve ayrıntılı bir paylaştırılmasıyla sağlama alınabilir, yoksa iktidar ve liderliğin “yönetim” biçimleri olduğuna dair yüksekten atmalarla ya da onların gerçekliğini gizleyen özgürlükçü metaforlarla değil. Tam da bir örgütlenme bu düzenleyici ayrıntıları ifade etmekte başarısız olduğu zaman hareketin yozlaşma ve çürüme koşulları ortaya çıkar.
 
İşe bakın ki, düzenleme karşısında kendi iradesini uygulama özgürlüğünü talep etmekte hiçbir sosyal tabaka şefler, krallar, soylular ve burjuvazi kadar ısrarcı olmamıştır; çok benzer şekilde, iyi niyetli anarşistler bile bireysel özerkliği uygarlığın “yapaylıklarından” özgürleşmenin gerçek ifadesi olarak görmektedir. Gerçek özgürlüğün alanında –yani, bilinç, bilgi ve ihtiyaç sonucunda somutlaşmış özgürlükte– gerçeklik karşısında ne yapıp neyi yapamayacağımızı bilmek yaşanan dünyanın sınırlarını bilme sorumluluğundan kaçınmaktan daha temiz, dürüst ve doğrudur. Yüz elli yıldan daha uzun bir süre önce çok bilge bir adam şöyle demişti: “İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama sırf kendi keyiflerine göre yapmazlar.”
 
Yeni Bir Sol Yaratmak
 
Uluslararası solun Marksist, anarşist, sendikalist veya muğlâk sosyalist bir çerçeveden Komünalist bir çerçeveye cesaretle ilerlemesinin gerekliliği bugün özellikle daha zaruridir. Sol siyasal fikirlerin tarihi içinde nadiren ideolojiler bu kadar vahşice ve sorumsuzca bulanmıştır; nadiren ideolojinin kendisi bu kadar küçük düşürülmüştür; nadiren “Birleşelim!” sloganları bu kadar umutsuzlukla atılmıştır. Şüphesiz, kapitalizme karşı gelen çeşitli eğilimlerin piyasa sisteminin itibarını sarsmak ve sonunda onu yok etmek için verdikleri çaba etrafında gerçekten birleşmelidirler. Böyle amaçlar için birlik paha biçilemez önemde bir arzulanan hedeftir: tüm Solun birleştiği bir cephe, meta üretimi ve değişimine dayalı kökleşmiş sisteme –tabi ki, kültüre– karşı koymak için ve baskıcı yönetimler ve sosyal sistemlerin karşısında kitlelerin önceki mücadeleleriyle kazandığı hakların geriye kalanlarını savunmak için gereklidir.
 
Fakat bu ihtiyacın aciliyeti, harekete dâhil olacakların birbirlerini eleştirmekten vazgeçmelerini ya da antikapitalist örgütlerde mevcut olan otoriter özelliklere dair eleştirilerini içlerine atmalarını gerektirmez. En azından çeşitli programlarının bütünlüğü ve kimliği konusunda uzlaşmasağlanmasına mecbur bırakır. Bugünkü harekete müdahil kişilerin büyük çoğunluğu postmodern görecelilik çağında büyümüş deneyimsiz genç radikallerden oluşmaktadır. Bunun bir sonucu olarak, hareket bugün deneysel tercihlerin kaotik olarak nesnel temeller üzerinde oturması gereken ideallerle görücü usulü evlendirildiği şevk kırıcı bir eklektizme bürünmüştür.(20)Fikirlerin açıkça belirtilmesinin değer görmediği ve terimlerin uygunsuz kullanıldığı, münakaşanın “saldırgan” daha da kötüsü “bölücü” olarak hor görüldüğü bir ortamda, tartışma zemininde fikirler oluşturmak zor olmaktadır. Fikirler, ideolojik anaokulunun kontrollü ortamında ve sessizlikte değil, görüş ayrılığı kargaşasının ve karşılıklı eleştirinin olduğu yerde büyür ve olgunlaşır.
Geçmişin devrimci sosyalist pratiklerini takip ederek, Komünalistler kitlelerin aciliyeti konusunda endişe duydukları konularda tatmin edilmesini talep eden asgari bir programın oluşturulmasına çalışırlar, bu asgari konulara örnek olarak daha yüksek maaşlar, barınma imkânı veya yeterli garaj alanı ve ulaşım hizmetleri verilebilir. Bu asgari program kitlelerin en temel ihtiyaçlarını karşılamayı ve gündelik yaşamı katlanabilir kılacak kaynaklara ulaşmalarını rahatlatmayı hedefleyecektir. Azami program ise, aksine, özgürlükçü sosyalizm altında insan hayatının nasıl olacağına dair bir görüntü sunacaktır, bu en azından görünüşte hiç bitmeyen endüstriyel devrimlerin etkisi altında mütemadiyen değişen dünyada ne kadar öngörülebilir toplum olabilecekse tabi.
 
Üstelik dahası, ne olursa olsun, Komünalistler programlarını ve eylemlerini bir süreç olarak görecektir. Hakikaten, her yeni talebin, daha radikal ve sonunda devrimci taleplere yol açacak yükselen talepler için sıçrama tahtası sağlayacağı bir geçiş programıdır. Geçiş dönemi talepleri arasında en çarpıcı örneklerden bir tanesi on dokuzuncu yüzyılda İkinci Enternasyonal’in profesyonel ordu yerine halkın milislerinin yaratılması için program niteliğinde yaptığı çağrıdır. Diğer durumlarda da, devrimci sosyalistler demiryollarının özel mülkiyete dâhil olup, özel olarak işletilmesi yerine kamulaştırılmasını (ya da, devrimci sendikalistlerin talep edebileceği gibi, demiryolu işçileri tarafından kontrol edilmelerini) talep ettiler. Bu taleplerin hiçbir tanesi kendi içinde devrimci değildi, ama devrimci mülkiyet ve işletme biçimlerine siyaseten geçiş yolları açtılar, bunun karşılığında da hareketin azami programına ulaşabilmek için bir tırmanma olacaktı. Bazıları adım adım yapılan uğraşları “reformist” olarak eleştirebilir ama Komünalistler, Komünalist bir toplumun yasamadan doğması için savaşmıyorlar. Bu taleplerin elde etmeğe çalıştığı şey, kısa vadede, insanlar ve sermaye arasında yeni ilişkilenme kurallarıdır –bu kurallar “doğrudan eylem” ile gündemi tamamen egemen sınıflar tarafından belirlenmiş protestoların karıştırıldığı bir zamanda çokça gereklidirler.
 
Bütün olarak, Komünalizm gözden kaybolmakta olan ya da çoğunlukla anlamsız hale gelen polisle çarpışmalara indirgenmekte veya hiçbir öğretici etkisi olmayan, ne kadar sanatsal olursa olsun ciddi konuları basitleştirmiş performanslara indirgeyen sokak tiyatrosu haline gelmekte olan kamusal bir eylem ve söylem alanını kurtarmaya çalışır. Aksine, Komünalistler, gerçek dünyada toplumsal olarak dönüştürücü bir rol oynayabilen uzun ömürlü örgütlenmeler ve kurumlar kurmaya çalışırlar. Kayda değer bir şekilde, Komünalistler belediye seçimlerinde aday olmaktan çekinmezler ve eğer seçilirlerse, seçilmiş olmaktan gelen iktidarlarını halk meclislerinin oluşturulması için gerekli yasamanın yapılması yönünde kullanırlar. Bu meclisler, yeri geldiğinde, en sonunda şehir görüşmeleri yönetiminin etkili biçimlerini yaratmak için iktidarı alacaklardır. Çünkü kentin –tabi ki kent meclislerinin de– ortaya çıkması, sınıflı toplumun ortaya çıkmasından çok öncedir, halk meclislerine dayalı konseyler doğası gereği devletçi yapılar değillerdir; belediye seçimlerine ciddi olarak katılmak, belediye konfederasyonlarının tarihsel özgürlükçü bakış açısını pratik, mücadeleci ve siyasal olarakgüvenilir bir halk alternatifi olarak önermek yoluyla reformist sosyalistlerin devletçi delegeler seçme girişimlerine eşit kuvvetle karşı çıkar. Gerçekten, parlamenter adayların fırsatçı olduklarını açıkça ilan eden Komünalist adaylar,özgürlükçü sosyalizmin nasıl yaratılacağı konusundaki tartışmayı –yıllardır cansız kalmış olan bir tartışmayı– hayatta tutar.
 
Varolan akıldışı toplumumuzu akılcı bir topluma dönüştürmenin bir aracı olarak mevcut fırsatlar hakkında hiç kimse kendini kandırmamalı. Varolan toplumu nasıl değiştireceğimize dair seçeneklerimiz hâlâ tarih masasının üstünde durmakta ve uçsuz bucaksız sorunlarla karşı karşıyadır. Ancak, şimdiki ve gelecek nesiller, mide bulandırıcı hesaplamalara dayanan kültüre ve biber gazı ve tazyikli su sıkan polislere tamamen teslim olmadıkça, elimizdeki özgürlükleri korumak ve nerede bir fırsat ortaya çıkarsa onları özgür bir topluma doğru genişletmekten vazgeçemeyiz. Şu anda bildiğimiz her ölçekte, ekolojik yıkım için eldeki tüm silahların ve araçların ışığında, radikal değişime duyulan ihtiyaç süresiz olarak ertelenemez. Açık olan şey şudur ki insanlar akılcı bir topluma sahip olmamak için fazlasıyla zekidir; yüzleştiğimiz en ciddi sorun ise insanların böyle bir toplumu gerçekleştirmek için yeterince akılcı olup olmadığıdır.
 
Bu yazı ilk olarak International Journalfor a RationalSociety Dergisi, Sayı 2, Kasım 2002’de yayınlanmıştır.
 
Notlar:
1.Listeye birçok, az tanınmış isim eklenebilir, ama özellikle bir tanesini hepsinin dışında tutmak istiyorum, o da Rus halkına 1917-18 yılında uygulanabilir devrimci bir program sunarken destekçilerinin gerçekte yalnız kaldığı Sol Sosyalist Devrimci Parti’nin cesur lideri Maria Spiridonova’dır. Kendi siyasal öngörülerini uygulayamamaları ve (ilk Sovyet yönetiminin kurulmasında en başta birleştikleri) Bolşeviklerin yerine geçememelerini, gelecek yüzyıldaki devrimci hareketlerin felaketle sonuçlanan yenilgilerine sadece yol açmadı aynı zamanda da katkıda bulunmuştur.
 
2.Açıkçası bu çelişkiyi –on dokuzuncu ve erken yirminci yüzyılda Marksistlerin oldukça belirleyici bir rol yüklediği bir çelişki olarak– kâr oranının genelde fark edilmesi zor olan azalma eğilimi ve bu yüzden de kapitalist değişimi işlemez kılmasından daha temel olduğunu düşünüyorum
 
3.Yeni teknolojik gelişmeler gösterme kapasitesini tükettiği vakitte bir toplumun yok olacağına dair Marx’a ait iddianın aksine, kapitalizm durmaksızın teknolojik devrimin olduğu –zaman zaman o kadar ürkütücü– bir safhadadır. Marx bu konuda hata yaptı: sosyal ilişkiler sistemini yok etmek için teknolojik durağanlıktan daha fazlası gereklidir. Yeni meseleler tüm sistemin geçerliliğine meydan okurken, siyasal ve ekolojik alanlar daha da önemli olacaktır. Alternatif olarak, kapitalizmin tüm dünyayı yok edebileceği –kısaca, Rosa Luxemburg’un “Junius” makalesinde uyardığı gibi “kapitalist barbarlığa” ulaşacağı– ve geriye sadece küller ve yıkıntından başka bir şey bırakmayacağı olasılığıyla yüz yüzeyiz.
 
4.Olağanüstü kelimesini kullanıyorum çünkü Marksist standartlara göre Avrupa 1914 yılında nesnel olarak sosyalist bir devrime hazır değildi. Kıtanın büyük bir kısmı, gerçekte, kapitalist piyasa veya burjuva sosyal ilişkiler tarafından sömürgeleştirilecekti. Proletarya –hâlâ köylüler ve küçük üreticiler denizindeki nüfusun çok bariz şekilde azınlığı olan– sınıf olarak önemli bir güce sahip olacak şekilde olgunlaşacaktı. Plekhanov, Kautsky, Bernstein ve diğerlerine yağdırılan aşağılamalara rağmen, onlar Marksist sosyalizmin kendini proletaryanın bilincine işlemesindeki başarısızlığı Lenin’den daha iyi anlamıştı. Her durumda, Luxemburg hem sözde “sosyal-yurtsever” hem de “enternasyonal” cepheyi kendi Marksist parti işleyişi görüşüne uyduruyordu, Lenin’le karşılaştırıldığında, şartlar ne olursa olsun “proletarya diktatörlüğünün” kurulmasına hazırlıklı olan savaş dönemi sosyalistlerinin içinde olduğu Sol’daki “örgütlenme sorunu “ hususunda Luxemburg başlıca rakipti. Birinci Dünya Savaşı hiçbir şekilde kaçınılmazdı ve proleter devrimlerin aksine demokratik ve milliyetçi devrimler doğurdu. (Rusya, bu açıdan, Macar ve Bavyera “sovyet” cumhuriyetlerden hiç farkı olmayan bir “işçi devletinden” daha fazlası değildi.)1939’a kadar, Avrupa bir dünya savaşının kaçınılmaz olduğu bir konumdaydı. (O zamanlar ait olduğum) Devrimci Sol açıkçası sözüm ona “enternasyonalist” konum alıp Müttefikleri (her ne kadar emperyalist patolojileri baki olsa da) dünya faşizmin öncüsü Üçüncü Reich’a karşı desteklemeyi ret ettiğinde derin bir hata yapmıştı.
 
5.Kropotkin, mesela, demokratik karar alma usullerini ret ediyordu: “Çoğunluğun yönetimi, diğer her yönetim türü kadar sakattır” diye iddia ediyordu. Kaynağı için şuraya bakın: Peter Kropotkin “Anarchist Communism: ItsBasisandPrinciples,” Kropotkin’sRevolutionaryPamphlets içinde Roger N. Baldwin editörlüğünde (1927; New York: tekrar basım Dover, 1970), s. 68.
 
6.Siyaset ve devletçilik arasında bir ayrım yapıyorum, şu kaynaklara bakabilirsiniz; Murray Bookchin,FromUrbanizationtoCities: Toward a New Politics of Citizenship (1987; London: Cassell, tekrar basım 1992), s. 41-3, 59-61.
 
7.Sosyal ekoloji üzerine, şu kaynaklara bakabilirsiniz; MurrayBookchin, TheEcology of Freedom: TheEmergenceandDissolution of Hierarchy (1982; Warner, NH: Silver Brook, tekrar basım 2002); The Modern Crisis(Montreal: Black RoseBooks, 1987); ve RemakingSociety (Montreal: Black RoseBooks, 1989).Son iki kitabın basımı bitmiştir; bazı baskıları Vermont’taki InstituteforSocialEcology in Plainfield (ise@sover.net) tarafından istenebilir.
 
8.Birkaç yıl önce, kendimi hâlâ bir anarşist olarak tanımlarken, “sosyal” ve “yaşam tarzı” anarşizmi arasındaki farkı ifade etmeye çalıştım ve Komünalizmin “anarşizmin demokratik boyutu” olduğunu savunduğum bir makale yazdım (bakınız Left Green Perspectives,sayı 31, Ekim 1994). Komünalizmin, anarşizmin demokratik ya da başka şekilde, salt bir “boyutu” olduğunu artık inanmıyorum; bunun yerine, Komünalizm henüz keşfedilmesi gereken kendi devrimci geleneği olan ayrı bir ideolojidir.
 
9.Şüphesiz, bu noktalar Komünalizm altında değişime gider: örneğin, sınıflı toplumların ortaya çıkışını anlatan Marksist tarihsel materyalizm, hiyerarşinin antropolojik ve tarihsel ortaya çıkışını anlatmak için sosyal ekoloji tarafından genişletilir. Marksist diyalektik materyalizm, gene, diyalektik natüralizm tarafından aşılır; ve anarko-komünist bir tanım olan çok gevşek bağlarla oluşturulmuş “özerk komünler federasyon” yerinebileşenleri yurttaş meclisleri vasıtasıyla demokratik tarzda işleyen, sadece konfederasyonun bir bütün olarakonayıyla geri çekilebildiği konfederasyon getirilir.
 
10.Bu az ve öz olan sözlük tanımında ilginç olan şey genel kesinliğidir: sadece “özerk” ve “gevşek bağlar” tanımlamalarına itiraz etmek istiyorum çünkü sınırlı ve tikelci hatta bir bütün olarak konfederasyonun parçaları arasındaki sorumsuz ilişkiden bahsetmektedir.
 
11.Özgürlükçü belediyecilik üzerine yazdıklarım 1970’lerin başına dayanıyor, özellikle de şu makaleme “Spring Offensi ve sandSummerVacations,” Anarchos, sayı 4 (1972). Daha önemli çalışmalarım arasında şunları sayabiliriz; FromUrbanizationtoCities (1987; London: Cassell, tekrar basım 1992), “Theses on LibertarianMunicipalism,” OurGeneration [Montreal], cilt 16, sayı. 3-4 (Bahar/Yaz 1985); “RadicalPolitics in an Era of Advanced Capitalism,” GreenPerspectives, sayı 18 (Kasım 1989); “TheMeaning of Confederalism,”GreenPerspectives, sayı 20 (Kasım 1990); “LibertarianMunicipalism: An Overview,” GreenPerspectives, sayı 24 (Ekim 1991); ve TheLimits of the City (New York: HarperColophon, 1974). Kısa ve kapsamlı bir özet için, şu kaynağa başvurabilirsiniz; JanetBiehl, ThePolitics of SocialEcology: LibertarianMunicipalism (Montreal: Black RoseBooks, 1998).
 
12.Bu tarz bir tartışma için, şu kaynağa bakınız; MurrayBookchin, “TheGhost of Anarchosyndicalism,”Anarchist Studies, cilt 1, sayı. 1 (Bahar 1993).
 
13. 1917 Rus Devrimi ve 1936 İspanya Devriminin en büyük trajedilerinden biri kitlelerin sosyal lojistik ve modern toplumda yaşamın gerekliliklerini idame etmek için gerekli karmaşık bağlar hakkında en ufak bilgiyi dahi elde etme konusunda yaşadıkları başarısızlıktır. Çünkü üretici teşebbüsleri idare etmeye ve kentleri işlevsel kılmaya muktedir uzmanlığa sahip olan eski rejimin taraftarlarıydı, işin hakikatinde işçiler fabrikaların tam kontrolünü ele geçirememişlerdi. Bunun yerine işletmelerin idaresi için “burjuva uzmanlara” bağımlı kalmak zorunda olmuşlardı. Bu uzmanlar işçileri durmaksızın teknokratik elitin kurbanları haline çevirmiştir.
 
14.İşçilerin sadece bir sınıf mensubu olmaktan yurttaşlara dönüşümünden başka yerlerde önceden bahsetmiştim; FromUrbanizationtoCities (1987; London: Cassell, tekrar basım 1995), ve “Workersand the Peace Movement” (1983), The Modern Crisisiçinde basılmıştır (Montreal: Black RoseBooks, 1987).
 
15. Aristo, Politics (1252 [b] 16), çevirmen: Benjamin Jowett, The Complete Works of Aristotleiçinde, Gözden Geçirilmiş Oxford Çevirisi, editör: JonathanBarnes (Princeton, NJ: Princeton UniversityPress, 1984), cilt 2, s. 1987.
 
16.İnsanlığın geleceği için özgürlükçü bir ideal ve özgürlüğün gerçek alanı olarak Atina’daki polis, şehrin nihai vaadinden çok uzakta kalmaktadır. Nüfusu köleler, bastırılmış kadınlar ve kentsel haklardan yoksun yerleşik yabancılar da içeriyordu. Sadece bir grup erkek yurttaş azınlık kamusal haklara sahipti ve şehri, geri kalan nüfusunun büyük kısmına danışmadan yönetiyorlardı. Maddi olarak, polisiçerisindeki istikrar yurttaş olmayanların emeğine dayanıyordu. Daha sonraki belediyelerin düzeltmesi gereken bazı muazzam hatalardan birkaçı bunlardır. Polis önemlidir, fakat özgürleşmiş bir topluma örnek olamaz ama o toplumun özgürkurumlarının başarılı şekilde çalışmasına örnek teşkil edebilir.
 
17. Aristo, Politics (1252 [b] 29-30), çevirmen: Jowett; vurgular eklenmiştir. Orijinal Yunanca metindeki kelimeler şu kaynakta bulunabilir; LoebClassical Library baskı: Aristo, Politics, çevirmen: H. Rackham (Cambridge, MA: Harvard UniversityPress, 1972)
 
18.Lefrancais’e Peter Kropotkin şurada atıf yapar; Memoirs of a Revolutionist (New York: Horizon Press, 1968), s. 393. Ben de kendimi aynı yorumu yapmakla zorunlu hissediyorum. 1950’lerin sonunda, anarşizm henüz ABD içinde esamisi okunmazken, sosyal ekoloji gibi daha sonradan diyalektik doğalcılık ve özgürlükçü belediyeciliğe zamanla dönüşecek felsefi ve siyasi fikirleri geliştirebileceğim ölçüde açık bir alan gibi gözüküyordu. Bu görüşlerin geleneksel anarşist fikirlerle tutarlı olmadığını çok iyi biliyordum, en azından kıtlık sonrası maddi olarak ilerlemiş önkoşulların yaşandığı modern özgürlükçü bir toplumu ima ediyordu. Bugün anarşizmin her zaman olduğu gibi çok basitleşmiş, bireyci ve akılcılık karşıtı bir psikolojinin içinde kaldığını görüyorum. Benim anarşizmi “sosyal anarşizm” adı altında kurtarma çabam büyük ölçüde bir başarısızlık oldu ve şu anda fark ediyorum ki fikirlerimi açıklamak için kullandığım terimler yerine anarşist ve Marksist geleneğin en görülür özelliklerinin de ötesine giden ve bu özellikleri bütensel olarak birleştiren fikir olarak Komünalizm demek zorundayım. Anarşizm kelimesinin yakın tarihte bolca görülen ve bu terim altında toplanan ve hatta “farklılıklara” açıklığını kutlarken çelişkili farklılıkları en aza indirmek ve tesviye etmek için kullanılması, anarşizme aslında birbiriyle keskin çelişkiler gösteren tüm eğilimlerin nüfuz etmesiyle sonuçlanmıştır.
 
19.1936 İspanya Devrim’de anarşistlerin iktidardan kaçınmasının yarattığı gerçek sorunların tartışması için, bu makalenin eki olan“Anarşizm ve İspanya Devriminde İktidar Sorunu” kısmına bakınız.[Bu yazının hemen ardından aşağıda yer almaktadır. -e.n.]
 
20.Nesnel derken sadece mevcut olan varlıklara ve olaylara atıfta bulunmadığımı, ama akılcı olarak kavranabilecek, geliştirilebilecek ve zamanla bizim dar anlamda dediğimiz gibi gerçekliklere dönüşebilecek potansiyellerden bahsettiğimin altını çizmeliyim. Eğer nesnel teriminin anlamı sırf cismani mevcudiyeti olanlardan ibaret olsaydı, hiçbir ideal ya da özgürlük umudu burnumuzun önünde mevcut olmadığı sürece nesnel olarak geçerli bir hedef olamazdı.
 
Ek:
 
Anarşizm ve İspanya Devriminde İktidar Sorunu – Murray Bookchin
Çeviren: Ahmet Sezer
 
Bugün anarşizm radikal çevrelerde le motdujour [her günkü sözcük]haline geldiğinde, anarşiye dayalı bir toplumla sosyal ekolojinin ilkelerine dayalı bir toplum arasındaki fark açıkça belirginleşir. Otantik anarşizm her şeyden önce bireysel kişiliğin tüm etik, siyasal ve toplumsal bağlardan özgürleşmesi arayışıdır. Fakat bunu yaparken tüm devrimcilerin toplumsal bir ayaklanma döneminde karşısına çıkan, çok önem taşıyan ve çok somut olan iktidar konusuna yönelmekte başarısız olur. İktidarın nasıl kazanılacağı ve özgürlükçü bir toplumda eşit bir şekilde nasıl dağıtılacağına yönelmektense, anarşistler iktidarı ele geçirilmemesi, imha edilmesi gereken özü itibarı ile kötücül bir şey olarak düşünürler. Örneğin Proudhon bir zamanlar iktidarı hiçbir sınır olmaksızın böleceğini ve tekrar böleceğini söylemişti, ta ki sonuçta var olmaya son verene kadar. Proudhon iyi bir şekilde, bireyin üzerinde otorite uygulayan yönetimin en küçük bütünlüğe kadar indirgenmesi gerektiğine yönelik iyi niyet beslemiş olabilir, ancak bu saptama iktidarın var olmasının gerçekten sona erebileceğini, yerçekiminin ortadan kaldırılabileceği mefhumu kadar saçma olan bir yanılsamayı devem ettirir.
Anarşizme başlangıcından itibaren sıkıntı veren bu yanılsamanın trajik sonuçları en iyi şekilde, 1936 İspanyol Devrimi’ndeki yaşamsal bir olayın incelenmesiyle anlaşılabilir. Temmuzun 21inde, İspanya’nın en büyük endüstriyel bölgesi Katalonya’nın ve özellikle başkenti Barselona’nın işçileri General Fransisco Franco’nun kuvvetlerini yenilgiye uğrattılar ve böylece Akdeniz kıyıları boyunca uzan an, birçok önemli şehir ve İberya yarımadasının kalbindeki hatırı sayılır bir kırsal bölge dâhil İspanya’nın en büyük eyaletlerinden birisi üzerinde tüm kontrolü ele geçirdiler. Kısmen özgürlükçü bir yerli kültürün ve kısmen de İspanya’nı kitlesel devrimci sendikalist işçi birliği CNT’nin etkisinin bir sonucu olarak, kırsal yörede daha radikal bir köylülük (tarımsal nüfusun oldukça büyük bir parçası) toprağı ele geçirir ve kolektifleştirirken, Katalan proletaryası, büyük bir savunma, komşuluk, tedarik, ulaşım ve diğer komite ve topluluklardan oluşan bir ağ organize etmeye başladı. Katalonya ve onun nüfusu, herhangi bir karşı saldırıya karşı genelde arkaik olan silahlarına rağmen yeterince iyi silahlanmış bir devrimci milis tarafından korundu ki bunlar iyi eğitimli ve iyi tedarikli ordu ve polis gücünü yenmişti. Katolonya’nın işçileri ve köylüleri gerçekte bir burjuva devlet makinesiniparçalamışlar ve kendilerinin yaratmış oldukları kurumlar yoluyla kamusal ve ekonomik ilişkiler üzerinde doğrudan kontrolü kendilerinin gerçekleştirdikleri ve radikal olarak yeni bir yönetim yarattılar. Çok açık terimlerle konuşulursa: Onlar iktidarı almışlardı –basit bir şekilde hâlihazırdaki baskıcı kurumların isimlerini değiştirerek değil, fakat gerçek anlamda tüm bu eski kurumları yıkarak ve kitlelere biçimleri ve içerikleri ile bölgelerinin ekonomi ve yönetim işlemlerini nihai olarak belirleme hakkını veren radikal olarak yeni olanlarını yaratarak.(1)
 
Büyük ölçüde olayların gidişatı nedeniyle, CNT’nin militan üyeleri kendi birliklerine (union) devrimci bir yönetim oluşturmak ve ona siyasal bir yön sağlamak için yetki verdi. Disiplinsizlikleri ile ünlü olmalarına rağmen, CNT üyelerinin çoğunluğu veya cenetistaslar, anarşist olmaktan ziyade özgürlükçü sendikalisttiler; kendilerini güçlü bir şekilde iyi planlanmış, demokratik, disiplinli ve koordine edilmiş bir organizasyona adamışlardı. 1936 Temmuzunda yalnızca ideolojiye gereken saygıyı göstererek değil fakat çoğunlukla kendi inisiyatifleriyle, devrimci harekete dayatılan herhangi bir dogmatik ideolojinin önceden belirlenmiş kalıplarını kırmak yoluyla mahalle konseyleri ve meclisleri, fabrika meclisleri ve aşırı derecede gevşek komitelerin büyük bir çeşitliliği gibi kendi özgürlükçü biçimlerini yaratmak için hareket ettiler.
 
23 Temmuzda, işçilerin yerel Francocu ayaklanmayı yenmelerinden iki gün sonra, CNT’nin Katalan büyük genel kurul toplantısı, işçilerin sendikanın eline verdikleri muazzam siyasal kontrol ile ne yapacaklarına karar vermek için Barselona’da toplandı. Kentin dış bölgeleri üzerinde kurulu militan Bajo de Llobregat bölgesinden birkaç delege ateşli bir şekilde toplantının özgürlükçü sosyalizmi ve eski siyasal ve toplumsal düzenin sonunu beyan etmesini istediler: yani, CNT’nin önderlik ettiği işçiler, genel kurul toplantısına, onların ele geçirdiği ve militanlarının dönüştürmeye başladığı topluma iktidarın verilmesini öneriyorlardı. 
Ona önerilen bu iktidarın kabul edilmesiyle, genel kurul, hali hazırda CNT’nin fiili yönetimi altında olan İspanya’nın oldukça hatırı sayılır ve stratejik bir bölgesindeki tüm toplumsal düzeni değiştirmek zorunda olacaktı. Eğer bu “Paris Komünü”nden daha sürekli olmasaydı bile, böyle bir adım çok daha hatırlamaya değer boyutları olan bir  “Barselona Komünü” doğurabilirdi. Fakat birliğim şaşkınlık içindeki çoğu militanına karşın, genel kurul üyeleri bu belirleyici önlemi almakta isteksizlerdi. Bajo de Llobregat delegeleri ve CNT militanı Juan García Olivier, devam eden itibarlarına dayanarak, genel kurulun zaten sahip oldukları iktidarı talep etmesine çalıştılar, fakat (iki CNT lideri olan) Federica Montseny’nin hitabeti ve Abad de Santillán’ın argümanları genel kurulu bu hamleye girişmemeye, bunu “iktidarın Bolşevik el geçirilişi” olarak ilan ederek ikna etti.
 
Bu hatanın anıtsal tabiatı bütünüyle kavranılmalıdır, çünkü anarşist ideolojinin içsel çelişkisini bütünüyle gözler önüne sermektedir. Bir yönetim şekli ile bir devleti ayırmayı başaramayarak, (büyük kısmı anarşist eğilimli Abad de Santillán ve Montseny rehberlik edilen) CNT liderleri işçilerin yönetimini kapitalist bir devletle karıştırdı, bu nedenle gerçekte kendi ellerinde olduğu bir zamanda Katalonya’da siyasal iktidarı reddetti. İktidarı uygulamayı reddederek zaten elde etmişlerdi, genel kurul iktidarı bu şekilde ortadan kaldırmadı, onu yalnızca kendi ellerinden en kalleş “müttefiklerinin” ellerine aktardı. Vurgulamaya gerek bile yok ki eski yönetici sınıf bu ölümcül kararı kutladı ve yavaş yavaş, 1936 sonbaharında işçilerin yönetimini bir yıllık bir süre zarfında “burjuva-demokratik” devlete dönüştürmeye devam etti, ardından verili koşullarda, gittikçe otoriterleşen bir Stalinist rejimin kapılarını açtı.
Tarihsel CNT genel kurul toplantısı, vurgulamak gerekir ki, birliğin kendi üyelerinin önemli bir kısmının hayatı pahasına kazandığı iktidarı basitçe reddetmekle kalmamıştı. Toplumsal ve siyasal yaşamın hayati bir niteliğine pek çok yeniyetme tarzda sırtını dönerek, yalnızca işçilerin CNT’nin ellerine zaten verdiği siyasal iktidarı reddetmekle kalmadılar, aynı zamanda iktidarın tam da meşruluğunu onaylamayıp –özgürlükçü, demokratik bir biçiminde dahi– ortadan kaldırılması zorunlu, hiç yok edilemez bir şeytan olarak bu şekilde suçlayarak gerçekliğin yerine bir hayali geçirmeye çalıştı. Hiçbir vaka, eğer Abad de Santillán’ın ütopyacı incelemesinin başlığını yazarının genel kurul toplantısındaki kendi davranışına karşı kullanacak olursak, “devrimden sonra” ne yapılacağını farkında olan en üstünkörü kanıtı, genel kurul –ya da CNT önderliğinin– kadar vermez. CNT, sonuçta, devrimleri ve teatral ayaklanmaları yıllarca çoğalttı; 1930ların başlarında, Gerçekte İspanya toplumunu değiştirmeye yeterli en küçük beklenti olmaksızın tekrar tekrar silahları eline aldı –fakat sonunda nihayet toplumda belirgin bir tesiri olduğunda, bunun etrafında kafası karışık bir şekilde durdu, kendi retoriğine gömülü olan hedeflerine ulaşmakta neredeyse tam da kendi kendi işçi sınıfı üyelerinin başarısı yüzünden kimsesiz kaldı. Bu bir cesaret eksikliği değildi; bu CNT-FAI’nin teorik kavrayışının, fiilen kazandığı iktidarı sürdürmeyi üstlenmek zorunda olabileceğini tartmaya dönük teorik kavrayış eksikliğiydi –gerçekten de, sürdürmekten korktu (ve anarşizmin mantıksal çerçevesi içinde asla almamalıydı) çünkü o iktidarı ortadan kaldırmaya çabalar, yalnızca proletarya ve köylülük tarafından kazanılmasını değil.
Eğer CNT liderliğinin bu hayati hatasından öğreneceğimiz bir şey varsa, o da iktidarın ortadan kaldırılamayacağıdır –o daima toplumsal ve siyasal yaşamın belirleyici bir niteliğidir. Kitlelerin ellerinde olmayan iktidar kaçınılmaz olarak onları baskı altında tutanların ellerine düşecektir. Onu içine tıkacağımız ne bir gömme dolap, ne onu buharlaştırabilecek büyü töreni, ne onu yollayabileceğimiz insanüstü bir yer vardır –ve ne de onu ahlaki ve mistik sihirli sözlerle gözden kaybedecek basitleştirici bir ideoloji. Kendi-tarzlarındaki radikaller, CNT liderlerinin Temmuz 1936′da yaptığı gibi, onu ihmal etmeyi deneyebilir, fakat o her toplantıda saklı kalacak, halk etkinliklerinde gizlenmiş olarak yer alacak ve her toparlanmada ortaya çıkacak ve yeniden ortaya çıkacaktır.
Tekrara düşme riskine rağmen, vurgulamama izin verin; anarşizmin karşı karşıya olduğu gerçekten yerinde olan sorun iktidarın olup olmayacağı değil, bir elitin elinde mi yoksa halkın elinde mi olacağıdır –ve en gelişkin özgürlükçü ideallere uygun bir biçim mi verileceği veya gericiliğin hizmetine mi verileceğidir. Kendi üyeleri tarafından önerilen iktidarı reddetmek yerine,  CNT genel kurulunun, bunu kabul edip, İspanyol proletaryasının ve köylülüğünün ekonomik ve siyasal iktidarlarını korumaları için zaten kendi yarattıkları yeni kurumları meşrulaştırması onaylaması gerekirdi.
 
Bunun yerine, metaforik iddialar ve acı verici gerçekler arasındaki gerilim sonunda dayanılmaz hale geldi, kararlı CNT işçileri Mayıs 1937′de Barselona’da iç savaşın içinde kısa fakat kanlı bir savaşta burjuva devlet ile açık bir çarpışmaya sürüklendiler(2). Sonunda, burjuva devleti sendikalist hareketin en büyük son ayaklanmasını, eğer binlerce değilse de yüzlerce CNT militanını doğrayarak bastırdı. Kaç kişi öldürüldüğü asla bilinmeyecek, fakat biz biliyoruz ki anarko-sendikalizm adı verilen içsel olarak çelişkili ideoloji 1936’nın yazında sahip olunanın ardından büyük kısmını kaybetti.
 
Toplumsal devrimciler, kendi görüş alanlarından iktidar sorununun çıkarmaksızın, iktidara nasıl somut bir kurumsal özgürleştirici biçim verecekleri problemine odaklanmak zorundadır. Bu soruya saygı duyarak sessiz kalmak ve günümüzün aşırı ısınmış kapitalist gelişmelerine uygun olmayan modası geçmiş ideolojilerin arkasına saklanmak yalnızca devrim yapıyormuş gibi oynamaktır, hatta onu başarmak için ellerindekinin tümünü veren sayısız militanın hatırası ile dalga geçmektir.
 
Notlar:
1. Bu devrimci sendikalistler, bu dönüşümü ortaya çıkardıkları araçları doğrudan eylemin bir biçimi olarak düşündüler. Birçok anarşistin bugün “doğrudan eylem” olarak göklere çıkardıkları kargaşa çıkarmaların, taş fırlatma ve şiddetin aksine onlar bu terimi kamusal ilişkilerinin doğrudan yönetimini içeren etkinlikler için kullandılar. Onların gözünde, doğrudan eylem, –otantik anarşistlerin bireysel “irade” ya da  “özerkliğin” kısıtlanması olarak gördüğü– bir yönetim biçiminin yaratılması, halk kurumlarının oluşturulması ve hukukun, düzenlemelerin ve benzerlerinin formülleştirilmesi ve tesis edilmesi anlamına geliyordu. 
 
2. Araya giren yıllarda, CNT liderleri Katalan proletaryası ve köylülüğü adına iktidarı reddetmelerinin bireyler olarak kendileri için bir iktidarı reddetmeyi gerektirmediğini keşfettiler. Birkaç CNT-FAI lideri gerçekte fiilen burjuva devletine bakan olarak katılmayı kabul etti ve Barselona’da çarpışmanın bastırıldığı bir zamanda, Mayıs 1937′de ofislerdeki yerlerini muhazafa ettiler.

[1] Bu makaleyi bize öneren ve redaksiyon aşamasında titiz bakışını, yoğun emeğini esirgemeyen Kürşat Kızıltuğ’a teşekkür etmeyi bir gönül borcu biliriz.
 
Advertisement

June 16, 2011 Posted by | anti-kapitalizm, anti-otoriter / anarşizan, sistem karsitligi, somuru / tahakkum | 1 Comment

Kırklar Dağı / Bixér Be – Hayırlı Olsun (Metin Yeğin)

Bixér Be – Hayırlı Olsun 

Saat sabahın beşi.  Ben, ilerleme ve gelişme karşıtı, ilkel komünal, ilkel ve komünal, terakki perver’meyen, yıkıcı, inatçı ve basit bir kerpiç  amelesi  ‘Bir dahaki hafta, patlayan karpuzlar gibi patlayacak olan Diyarbakır müteahhit ekonomisi üzerine yazmak üzere’ demiştim ya. İşte size o yazı.

Diyarbakır’da willalar (çift v ile)  yapılıyor.  Kayapınar geliştikçe gelişti. Bir ilerleme sormayın. Bir adayımız bunları sağa sola gösterip övünüyormuş. Öyle dedi.  Ardından  Kırklar Dağı satışı, kamuoyu hazırlama ilanları çıktı, okudunuz mu?

‘ Bixêr be -Hayırlı olsun’u Kürtçe de yazmışlar.İçim heyecanla doldu. 23 Nisan’ı idrak eden bir Türk neşesi kapladı içimi. Yaşasın bizim de willalarımız olacak ve orada yaşayan beyaz Kürtler, sokak isimlerini de Kürtçe yaparlar mesud ve bahtiyar yaşar giderler. Diyarbakır değer kazanıyor. Kayapınar değer kazanıyor. Yaşasın ilerleme, gelişme…

Bu evlerin sahipleri kim olacak? En aşağı 150 bin liralık evleri kim alacak? Hangi yoksul satın alabilir bu evleri? Şimdi hesaplayalım. Kolay olsun diye yuvarlak rakamlar olsun. Bin lira maaş alan bir yoksulsunuz.  Hangi yoksul bin lira maaş alıyor demeyin. Böyle varsaydık. Hiç yemek filan da yemiyorsunuz.  Eğitime ve sağlığa da para vermiyorsunuz. Giysi filan hiç düşünmeyin 150 ayda şık diye ödüyorsunuz. Hiç faizsiz filan verdiklerinde tabii. Yani 14 yıl 6 ay, aynı elbiseyi giyip, bir kağıt kalem bile almadan ve aç ve susuz dayanırsanız sizin artık bir eviniz olacak. Bu arada evde elektriğe, doğal gaza hiç para ödememelisiniz. Sakın banyo yapmayı da aklınızdan geçirmeyin. Haa unutmadan bu tür evlerde aylık aidat yani Mardinlilerin deyimiyle ara ödeme,  aylık en az 350 TL’dir. Yani evi size bedava verseler de her ay bu parayı ödemek zorundasınız. Hangi yoksul bu parayı ödeyebilir? Belki orta sınıf; o da gelecek en az yirmi yılını ipotek altına sokarak. Ne güzel…  bixêr be.

Bu değer kazanma diye bize yutturdukları bir şey var. Şimdi bir hesap da bu konuda yapalım. Önünden geçtiğimiz bir ev var. Bu yüz bin lira. Bizim cebimizde sadece bin lira var. Diyarbakır değer kazanıyor. Bu ev iki yüz bin lira oluyor ve bizim cebimizde hala bin lira var.  Önceden yüz ay çalışıp alabilecekken şimdi 200 ay çalışıp alabiliriz. Yani daha yoksullaştık.  Buna niye seviniyoruz?  Belki bir eviniz  var ve daha pahalıya satabilirsiniz ama o parayla daha iyi bir ev alamazsınız. Daha yüksek kira ödemeye başlarsınız.   Daha fazla kira ödeyen bir dükkanda daha pahalı çay öderseniz. Yani Diyarbakır değerleniyor diye yoksullar karalar bağlamalı. Sadece Diyarbakır değil tabi ki İstanbul, Ankara, İzmir, Sao Poula, Johenseburg ve nerede yurt seven ve sevmeyen müteahhitler varsa, her yerde.

Ne kadar hayranız şu gelişme illüzyonuna. Giyotinden elektirikli sandelyeye taşıyan burjuva  uygarlığını bir övüp duruyoruz ki komik ötesi son zamanların moda lafıyla. Giyotin altında itina ile koparılarak sepete yuvarlanmış bir kafa ile ABD obez medeniyetinin icadı elektrikli sandalye elektrotlarında kavrulmuş bir beden muhabbetti gibi. ‘ Abi ne kadar ilerlemiş şu teknoloji benim sadece kafam bedenimden ayrılıyordu bak sen baştan aşağı kavruluyorsun tıh tıh tıh.’ İlerleme, gelişme ve burjuva medeniyeti;  giyotinden elektirikli sandalye süreci toplamı . Bu medeniyetin ortak paydası da bizim hep ölü olmamız.

Ben ilerleme, gelişme düşmanı, basit kerpiç amelesi, yazının sonuna geldim. 140 metrekaresi 7 bin liraya, yani onların bir dairesine 20 küsür ev inşa ettiğimiz inşaatımıza geri döneyim. Savulun yel değirmenleri!  Bixêr be…

Bixér Be – Hayırlı Olsun  

Ne güzel gelişiyor kentler.  Koca koca binalar yapılıyor. Asansörleri de var.  On kata çoktan vardılar ve belki yirmi olacak. Ne güzel gelişiyor kentler. Bir de uydu kentler var. Nedense reklamlarında hep beyaz kadınlar kullanılır. Kucaklarında beyaz çocuklar taşıyan, beyaz kadınlar. Muhtemel reklam filmi sonrası gerçek annelerine devredilen aman ne sevimliymiş çocukları.  Bir de büyük arabalar ile gelinir o reklam filmlerinde.

Özenli annelerin yağ reklamlarından iyi tanırsınız bu beyaz aileleri. Margarin gibi pürüzsüz ciltleri, kepeksiz saçları vardır. Bunlar da yeni moda olarak uydu kentler de oturuyorlar. Yeşil alanlar diye nitelendirilen  iki santim derinliğinde çimlerle kaplı, bodrum katlarında jim salonları olan yani yürüdüğünüz zaman hiç bir yere varamadığınız koşu bantları, zavallı zayıflama bisikletleri ve ter kokularının olduğu yerler. Bir de spa konursa yani sauna, yani hamam, hamam. İşte o zaman tam olur buralar. Uydu kent, uysa da uymasa da olur kent tarifi bu.  Ne güzel gelişiyoruz. 

Kendimi Chemicail Brothers’ın klibinde hissediyorum. Her yeri yiyen inşaat kepçeleri peşimden koşuyor. Yedikçe büyüyor ve daha fazla acıkıyorlar. Şimdi kepçeler Diyarbakır da baş rol de. Yoksulların oturduğu mesela Ben u sen mahallesini de yakında yiyip yoksulları kent dışına süpürecekler.  Margarin suratların yeni zaferi olacak bu. Yanlış anlamayın ırk ayrımı yapmıyorum beyaz Türklerden, beyaz Kürtlerden ve Michael Jackson kadar siyah beyaz herkesten bahsediyorum ve buna öykünenlerden.  Öykünenler, müritler uçuruyor onları gökyüzüne.  Aç kepçeler peşimizde yoksulların sağlıksız evlerinin üstüne arte mutfaklar inşa edecekler. Yoksulları sağlıksız evlerden kurtarıp!  kent dışına sürecekler. Bütün Amerikan filmlerinde seyrettiğimiz iyi insanlar kepçeleri yönetiyor  Böylece daha gelişeceğiz. Toptan kurtuluyoruz seyyar satıcılardan, ‘ay ama bir sürü de serseri var burada’dan, işsizlerden, kitleden,  parkların salıncaklarını kıranlardan, eğitimsizlerden… Hepsi koca kepçeler sayesinde boğazlarına tıkılmış iki santim derinliğindeki çimlerin, yeşil alanların altında kalacak.

Konut ihtiyacını karşılıyorlarmış. Koca bir yalan.  Bu evler de kim oturacak?  Bu evlerin sahipleri kim olacak? En iyimser tahminle gelecek 20 yılını ipotek altına koyacak orta sınıf, karı koca ‘öğretmen’lerden olacak sahipleri. Cennet  ya da cehennem kapısında soracaklar ne yaptınız bu dünya da?  Tırnak muhayenesi, saç kontrolü yaptık, not verdik ve para biriktirip bir ev satın aldık zenginlerin eteğinde.  Aklıma yine Ağa çocuğu müteahhit reklamı geliyor. Elini nereye koyacağını bilemeyenkötü oyuncu. ‘Herkesin havuzunun olduğu evler hayal etmiştim.’  gibi birşeyler diyordu.  İstanbul da çocukluğumun geçtiği deniz duruyordu binalarının hemen ardında.  Her gün denize giriyorduk biz, senin bir kişi işeyince kirlenen havuzların yerine. Senin gibilerin binaları öldürdü denizi. Al başına çal derinleştirimiş lazımlıkları, havuzlarını.

Kent toprakları kamunundur.  Sadece Komünist Küba da değil. Kapitalizmin beşiği Hollanda da böyledir. Kent toprağının rantını kimse yiyemez.  Kırklar dağı kamunundur, herkesindir. Orada tüketecekleri su, kirletecekleri  toprak ve  yok ettikleri tarih ve türküleri de.

Hep yeldeğirmenleri mi kazanacak?

Metin Yeğin

May 27, 2011 Posted by | anti-kapitalizm, yerli - yerel halklar | 2 Comments

Mutlu Konformist! Gün Zileli

Sevgili arkadaşım Orhan Cerav’ın yolladığı, Sabah adlı bir gazetede çıkan Engin Ardıç adlı birisinin “Mutlu Anarşist Yoktur” yazısını okuduğumda, Orhan’ın internetten bana ara sıra gönderdiği o meşhur ophaaaaaaaa kahkahasını koyuverdim. Çok bilen birisi, yine anarşizm konusunda bazı gülünesi herzeler yumurtlamış.

Hayatta o kadar çok yanlışlık vardır ki, bunları düzeltmeye kalkışırsanız sizin hayatınız kayar. Hele medyadaki yanlışları düzeltmeye kalkmak! Bu imkânsızdan öte bir şeydir. Ne var ki, bazen bazı şeyler kanınıza dokunup sizi kışkırtabiliyor. İşte Engin Ardıç’ın yazısı bende böyle kışkırtıcı bir etki yaptı. Kendisine teşekkür borçluyum!

Engin Ardıç, anarşizmi kulaktan dolma da olsa biraz biliyor. Öyle ki, yazısının başlığını koyarken bile, Aragon’un çok tanınmış „Mutlu Aşk Yoktur“ başlıklı şiirindeki „aşk“ sözcüğünün yerine „anarşist“ sözcüğünü yerleştirecek kadar ve tabii ki, bu bir yanılma değil. İfade yanıltıcıdır ama Ardıç, belki kendisi de bilincinde olmadan „aşk“ ve „anarşist“ sözcüklerinin yaptığı ortak çağrışımın cazibesine kapılıvermiş.

Şimdi yanlışların düzeltilmesine geçeyim.

“Ütopyadır… gerçekleşmesi asla mümkün olmayan…“ Yani bir şeyin gerçekleşmeyecek bir şey olduğunu kanıtlamak için kısa yoldan ona „ütopya“ dediniz mi mesele hallolmuş olur, siz de neden gerçekleşmeyeceğini kanıtlama zahmetinden kurtulursunuz. Oysa anarşizm gerçekleşmeyecek bir ütopya değil, tersine gerçekleşmiş bir gerçekliktir. İnsanlığın yüz binlerce yıllık uzun tarihi göz önüne alındığında devlet ve para oldukça yenidir. Yani insan toplulukları yüz binlerce yıl devletsiz ve parasız yaşamış ve herhalde devlet ve paranın olduğu kısa döneme göre oldukça mutlu yaşamıştır. Devlet ve paranın olduğu dönemlerde bile birçok insan topluluğu devleti ve parayı reddederek var olmuştur uzun dönemler. İşte bu anlamda anarşizm gerçekleşmiş bir gerçekliktir. Gelecekte de insanlığın devlet ve paranın baskısını ilelebet çekmeye devam edeceğini ileri sürmenin hiçbir mantıki açıklaması yoktur. Elbette geleceği bilemeyiz ama insanlığın daha mutlu bir toplumsal örgütlenme kuramayacağını ileri sürmek sadece bugünün konformistlerine özgü bir düşünce tarzıdır.

„Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının anarşizmle uzaktan yakından hiçbir ilgi“sinin olmadığı görüşü de o kadar doğru değildir. Evet, Deniz Gezmiş ve arkadaşları anarşist değildi, ama onların doğrudan eylem tarzı anarşizme bire bir uygundu. Bu Mayıs ayında Yıldız Teknik Üniversitesi‘nde katıldığım bir 68 toplantısında bunu Veysi Sarısözen, „biz çimenlerin üstünde oturmuş eylemi nasıl başlatalım diye düşünür ve tartışırken, Deniz ve arkadaşları bir anda kapıları tutuverdiler. Eylem başlamıştı“ sözleriyle çok güzel anlatmıştı.

Anarşizm, bir düşünce akımı olarak, Türkiye’nin o günkü siyasi ve kültürel ikliminde kendine bir yer bulamamıştı ama doğrudan eyleme ilişkin anarşist tarzın uygulayıcıları Deniz Gezmiş ve arkadaşları olmuştu. Demek ki, öyle „uzaktan yakından“ diye kestirip atılacak kadar da uzak değillermiş anarşizme.

„Anarşizme bireyci komünizm“ dendiği hiç olmamıştır. Bireycilikle komünizm anarşizmin içinde bile zıt kutuplarda yer almıştır. Bireyci anarşistlerle anarkokomünistler ve komünalist anarşistler çok az bir araya gelmiştir.

Ardıç, 20. Yüzyılın başındaki anarşizme ilişkin olarak „bomba atmak, adam öldürmek“ gibi „aptalca“ eylemlerden söz ediyor ama bu eylemlerin nedenlerine ve niçinlerine ya da tarzlarına ilişkin asla derinlemesine düşünmediği anlaşılıyor. Bir kere, bu eylemleri yapan anarşistlerin Ardıç’tan daha zeki ve duyarlı insanlar olduğuna kesinlikle eminim. Bu insanlar, „iki evlilik arasına sığdır“dıkları „anarşist“ Yunan sevgilileri ile kahvelerde sürtmek yerine, zulmün temsilcilerine karşı kendilerini de feda eden bireysel bir başkaldırı yoluna gitmiştir. Eylemlerinin yanlışlığını ne kadar düşünürsek düşünelim, bir kere bu başkaldırıyı saygıyla karşılamak gerekir. Bu anarşistlerin „örgütlü terör“le hiçbir ilgisi olmamıştır. Ne yaptılarsa kendi başlarına ve bireysel olanaklarıyla yapmışlardır. Bu yüzden de o zamanın önde gelen anarşistleri, Kropotkin, Malatesta, Emma Goldman vb., tarzlarına katılmasalar da onları kamuoyu önünde kınamayı haklı olarak reddetmiştir.

Anarşizmin, İspanya iç savaşından sonra „öldüğü“ ya da „bittiği“, sadece Ardıç‘ın seyretmeyi arzuladığı bir senaryodur. Eğer dediği gibi olsaydı, Ardıç da bu yazıyı yazmak zorunda kalmayacaktı.

Ecevit Kılıç’ın Türkiye’deki anarşistlerle konuşması büyük bir gazetecilik başarısı değildir. Ardıç öyle bir izlenim yaratıyor ki, sanki Ecevit, yer altından bir takım yaratıkları bulup su yüzüne çıkartmış. Yok böyle bir şey oysa. Kaos Yayınları, Cağaloğlu’nda yıllardır aynı adreste mütevazı çalışmasını sürdürmektedir.

„Mutlak eşitlik bir rüyadır.“ Eh şimdi anlaşılıyor, Engin Ardıç rüya görmekten bile hoşlanmıyor.

„İnsan toplulukları yönetimsiz varolamazlar…“ demiş Engin Ardıç yazısının sonlarına doğru, yani bu yüzden rüyaymış mutlak eşitlik. Bir kere, anarşizmin mutlak eşitlik diye bir görüşü yoktur. Anarşizm, insanlar arasındaki zekâ ve yetenek farklarını (ki Ardıç’ın varlığı bunun en iyi göstergesidir) reddetmezler. Onların reddettiği, tam tersine, doğal farklılıkların da üzerindeki, doğaya aykırı, toplumsal güçten doğan farklılıklardır. Bir zengin çocuğu, sırf zengin olduğu için, kendisinden çok daha zeki ve yetenekli bir yoksul çocuğunun patronu ya da yöneticisi olur. Doğal olmayan, karşı çıkılması gereken budur. Kaldı ki, anarşistlerin her türlü yönetime karşı olduğu da doğru değildir. Anarşistler, baskıcı, insan inisiyatifini yok eden yönetimlere ve doğal olarak bunun en belirgin örneği olan devletlere karşıdır. Galiba, Ardıç, özyönetim diye bir şey duymamış ve bunu en çok telaffuz edenlerin anarşistler olduğunu da.

„Toplum dışı‚ ‘hippi’ olmaya çalışıyorlar“ buyurmuş Ardıç. Keşke 68 başkaldırısının sembollerinden olan hippilerden o yaşındayken bir şeyler öğrenmiş olmaya gayret edebilseydi.

O zaman, pek beğenerek köşesine koyduğu fotoğrafındaki o konformist yüz ifadesi biraz daha sempatik bir hal alabilirdi. Bunu düzeltmem mümkün değil, ne yazık ki.

http://www.gunzileli.com/2008/12/17/mutlu-konformist/

May 24, 2011 Posted by | anti-kapitalizm, anti-otoriter / anarşizan, sistem karsitligi, somuru / tahakkum | Leave a comment

“Korkunç Benzerlik” – Martin Rowe

Marjorie Spiegel’in sıradışı kitabı “The Dreaded Comparison- Korkunç Benzerlik” kimsenin adını söylemeye cesaret edemediği o benzerliği ortaya koyuyor: ABD’de İç Savaş öncesi yaşayan Afrikalı kölelerin hayvanlardan farklı görülmediği ve bu insanlara bir eşya muamelesi yapılmasına sebep olan kölelik ideolojilerinin günümüzde hayvanlara da aynı muamelenin yapılmasına devam ettiği gerçeği.

Bu benzerlik- kölelerin koşulları ile fabrika çiftliklerinin koşulları, av kurbanları ile laboratuar koşulları arasındaki –hiç şaşırtıcı değil. Sonuçta, Spiegel’in söylediği gibi, savaş öncesi ABD’de köleler resmen insanlığın bir alt seviyesinde görülüyorlardı. 

Elbette, bu tip düşünme biçimleri sadece Afrikalı Amerikalılarla ya da kölelerle sınırlı değil. Naziler tarafından büyükbaş hayvan arabalarına tıkıştırılıp Aryan beden politikasına göre insan dahi olmayacak denli viral enfeksiyonlar olarak görülen Yahudileri de kapsıyor. Yüzyıllardır orospu, kaşar, fahişe, kaltak ve erkeklerden eksik görülen kadınları da kapsıyor. Ama işte Spiegel’in esas vurucu olduğu nokta şu: hayvanları da kapsıyor- hayvanlar  iktidardakiler adına oyuncak ediliyor, dövülüyor, istismar ediliyor, işkenceye uğruyor, esir ediliyor, avlanıyorlar.

Şimdi bu yazıyı okuyanlar arasında hayvanları sömürmeye devam etmemiz gerektiği ile ilgili argümanlar düşünenler olacaktır: bize gıda olsunlar diye, eğlence, deri ve emek gücü olsunlar diye onlara ihtiyacımız olduğunu söyleyecekler; eğer biz olmasaydık hayvanların çoğunun hayatta bile olamayacağını söyleyecekler- gerçekten de yabanda  olduklarına kıyasla bizimle daha mutlu olduklarını söyleyecekler;
onların kendi kötü doğalarına karşı bizim onları koruduğumuzu da söyleyecekler; hayvanların acı çekmediğini ya da daha az acı çektiğini; çünkü “acı”nın anlamını bilmediklerini söyleyecekler; hayvanların avlanılmaktan hoşlandığını söyleyecekler bize.

Spiegel’in kitabının gösterdiği gibi bu argümanların hepsi köleliği meşrulaştırmak için kullanıldı. Tür ayrımcısı ve hileci bu tür argümanlar hayvanlara ne yapmanın uygun ve ne yapmanın uygun olmadığına dair insan bilincinde oyunlar oynamaya devam ediyor. Filleri arka ayakları üzerinde durdurup sirklerde performans sergilemesini kabul edilebilir bir şey olarak görüyoruz; ama yüzümüzü siyaha boyasak ve Mammy şarkısını söylesek onun kabul edilebilir bulmayız: neden biri daha garip, aşağılayıcı ve daha karikatürümsü görünüyor? Hayvanları kafeslere tıkmayı bir korumacılık eylemi gibi görüyoruz; ama 1906 yılında New York Zooloji Topluluğu’nun Ota Benga adında bir Afrika pigmesini şempanzelerle aynı kafese koymasını dehşet verici bulmamızın sebebi ne?

Köle taşıyıcılarının yolculuk sırasında çok sayıda kölenin ölmesini  bir çeşit doğal zayiat olarak görmesi bizi afallatıyor; ama mezbahalara götürülürken içinde bulundukları  koşullar yüzünden bir kısım hayvanın boğularak ölmesi ya da vardıkları yerde yaşadıkları şokla ölmeleri bizi hiç ilgilendirmiyor. Dirikesimin en temel çelişkisine inanıyoruz: Spiegel şöyle söylüyor, “bir yandan hayvanların bize hiç benzemediği, bu yüzden onları kaale almamamız gerektiği söyleniyor; öte yandan, dirikesimciler hayvanların bize çok benzediğini, bu sebeple de araştırmaları için çok gerekli olduğunu söylüyor.”

Spiegel’in kitabı dünyayı ve yaratılışını araçsal bir bakışla görenler kendi güç ve  iktidarlarını kime ya da nereye dayattıklarını zerre kadar umursamıyorlar. Bütün argümanları, bütün bahaneleri, bütün yalanları paçayı sıyırabildikleri sürece kendi amaçları uğruna kullanmaktan çekinmezler. Kitabın ortaya koyduğu gibi, ya hayvanları insan olma koşulumuza göre “yetiştireceğiz” ya da kendimizi hepimizin birbirimize karşı vahşi ve gaddar yaratıklar  olduğumuzu kabul edecek şekilde “alçaltacağız”. İktidarın istismarı neredeyse ve kime uygulanıyorsa onu idrak etmeli, maskesiz bırakmalı ve durdurmalıyız. Kitabın çok açık şekilde ortaya koyduğu şey, istismar, işkence ve zulümün ışığa karşı koyamayacağıdır.

Martin Rowe’un kitap eleştirisinden bir bölüm…

nonhumanslavery.com

Çeviri: CemCB

http://hayvanozgurluguhareketi.wordpress.com/2011/05/16/korkunc-benzerlik/

May 23, 2011 Posted by | anti-kapitalizm, somuru / tahakkum, türcülük, doğa / hayvan özgürlüğü | Leave a comment

Patlayan Karpuz – Metin Yegin

Karpuzlar hızla büyüyor ama nasıl hızlı. Çin’in doğusunda Jiangsu eyaletinde bütün endüstriyel çiftçiler çok mutluydu. Sosyalist(!) gelişmenin ürününü elde ediyorlardı. Hızlı büyüsün diye kimyasal spreyler kullanılıyordu. Ne güzel kolay ve kocaman. Diyarbakır karpuzunu neredeyse üç-beş günde solluyordu karpuzlar. Hemen market raflarında yerini alıyor ve çok çok kar ettiriyordu.

Şimdi karpuzlar patlamaya başladı. Oldukları yerde market raflarında, taşıma kamyonlarında ve henüz tarlalada patlamaya başladılar. Çok üzülüyor şimdi sosyalist(!) ülke, kapitalist çiftlik sahipleri. Çinli yetkililer de çok üzüldüler tabi ama Sağlık Bakanlığı hemen müdahale ederek açıklama yaptı. Bütün dünyanın Sağlık Bakanları gibi duyarlıydı. Büyüme hızlandırıcı kimyasalların bütün onayları aldığını ve sağlığa zararlı olmadıklarını söyledi. 

Caracas’ta bir barda konuşuyorduk. Venezüela ticaret bakanı Samos ve Serge birlikte anlatıyorlardı. Serge Golart, Brezilya işgal fabrikaları koordinatörüydü. Brezilya’da işgallerine katılmıştım. İyi arkadaştık. Sözü birbirlerinden alarak, gülerek anlatıyorlardı; ‘Çin ticari heyeti geldi. Venezüella’da elektronik fabrikası açmak istiyorlardı. Samos, sen de çıkma dedi. – 8-9 kişiydiler. Çoğu Çin Komünist Partisi Merkez Komitesi üyesiydi. Diğerleri de iş adamları. İki ülkenin ortak yatırımı olacaktı. Sermaye önemli değil dediler. Biz hepsini koyabiliriz. –Normalde iki ülke yatırımı olduğunda tabi ki yarı yarıya konmalıydı sermaye- Önemli değil biz hepsini koyabiliriz dediler ama koşulları konuşmalıyız. İlk şartımız sendika olmayacak… Burada anlatmayı ikisi de kesti. Ben de aradıkları şaşkınlığı bulmaya çalıştılar. Şaşırmamıştım. Çin merdiven altı atölyeleri yoksulluğunu iyi biliyordum. Devam ettiler. –Yok dedik yoldaş Çin Komünist Partisi Merkez Komitesi üyelerine doğru. Burası Venezüela, Bolivarcı hükümet ve biz bunu kabul edemeyiz. Tamam tamam dediler. Bu koşulu şimdilik geçelim. Diğer teknik konuları konuşmaya başladılar. Venezüela’da da bu hep böyle değildi. İkisi de biliyordu. Ben de ses çıkarmadım. Bir gün sonra devam etti toplantı. – Ben yoktum o gün dedi Serge.- Samos devam etti. -Geldiler masaya oturdular ve ilk olarak sendika istemiyoruz diye başladılar…

Çin’de zehirli gıdalar ilk değil. Bir deterjan maddesi olan Boraksa batırıldıktan sonra sığır eti olarak satılan domuz eti, kadminyumlu pirinç, arsenikli soya sosu, hayvansal antibiyotikli fasülye filizleri yasal ve yasal olmayan bir sürü şey tüketicilerin hizmetinde. Yasa dışı olanları engelemek için önlemler de aldı Çin hükümeti. Bazı yakaladıklarını idam ettiler. Bir şey değişmedi tabi ki. New York Times bu sorunun ortadan kalkmamasını, Çin hükümetinin sıkı yönetimi nedeniyle, olmayan tüketici lobilerine bağlıyor. Komik. Bu haberin hemen yanında ABD’de balık çiftliklerinde yetişen Çipuraların faydasız bir besin olmasından ve zararlarından söz ediliyor.

Çin’de zehirli gıda her yerde. Dünyada her yerde. Zehirli gıda, kapitalizm ve endüstriyel üretim bütün insanlığı zehirliyor. Doğanın basit bir dengesi var, daha doğrusu vardı. Siz toprağın altındaki bütün her şeyi alırsanız bir daha artık size verecek bir şeyi kalmaz. Çok basit ve temel bir kural bu. En zehirlisi ‘Daha çok tüket, daha çok kar et ve daha hızlı ve daha hızlı’…

Bütün bunlardan dolayı ekolojik demokrasi, sadece hormonsuz domates demek değil. Ekolojik demokasi mutlaka kapitalist kar ve hırs dışında bir şey.

Bir dahaki hafta patlayan karpuzlar gibi patlyacak olan Diyarbakır mütahit ekonomisi üzerine yazmak üzere. Ben kerpiç dökmeye döneyim.

May 23, 2011 Posted by | anti-endustriyalizm, anti-kapitalizm, sistem karsitligi, tarim gida GDO | Leave a comment

The Social Ideology of the Motorcar – André Gorz

 Le Sauvage
September-October 1973

The worst thing about cars is that they are like castles or villas by the sea: luxury goods invented for the exclusive pleasure of a very rich minority, and which in conception and nature were never intended for the people. Unlike the vacuum cleaner, the radio, or the bicycle, which retain their use value when everyone has one, the car, like a villa by the sea, is only desirable and useful insofar as the masses don’t have one.

That is how in both conception and original purpose the car is a luxury good. And the essence of luxury is that it cannot be democratised. If everyone can have luxury, no one gets any advantages from it. On the contrary, everyone diddles, cheats, and frustrates everyone else, and is diddled, cheated, and frustrated in return.

This is pretty much common knowledge in the case of the seaside villas. No politico has yet dared to claim that to democratise the right to vacation would mean a villa with private beach for every family. Everyone understands that if each of 13 or 14 million families were to use only 10 meters of the coast, it would take 140,000km of beach in order for all of them to have their share! To give everyone his or her share would be to cut up the beaches in such little strips-or to squeeze the villas so tightly together-that their use value would be nil and their advantage over a hotel complex would disappear. In short, democratisation of access to the beaches point to only one solution-the collectivist one. And this solution is necessarily at war with the luxury of the private beach, which is a privilege that a small minority takes as their right at the expense of all.

Now, why is it that what is perfectly obvious in the case of the beaches is not generally acknowledged to be the case for transportation? Like the beach house, doesn’t a car occupy scarce space? Doesn’t it deprive the others who use the roads (pedestrians, cyclists, streetcar and bus drivers)? Doesn’t it lose its use value when everyone uses his or her own? And yet there are plenty of politicians who insist that every family has the right to at least one car and that it’s up to the “government” to make it possible for everyone to park conveniently, drive easily in the city, and go on holiday at the same time as everyone else, going 70 mph on the roads to vacation spots.

The monstrousness of this demagogic nonsense is immediately apparent, and yet even the left doesn’t disdain resorting to it. Why is the car treated like a sacred cow? Why, unlike other “privative” goods, isn’t it recognised as an antisocial luxury? The answer should be sought in the following two aspects of driving:

1.Mass motoring effects an absolute triumph of bourgeois ideology on the level of daily life. It gives and supports in everyone the illusion that each individual can seek his or her own benefit at the expense of everyone else. Take the cruel and aggressive selfishness of the driver who at any moment is figuratively killing the “others,” who appear merely as physical obstacles to his or her own speed. This aggressive and competitive selfishness marks the arrival of universally bourgeois behaviour, and has come into being since driving has become commonplace. (“You’ll never have socialism with that kind of people,” an East German friend told me, upset by the spectacle of Paris traffic).

2.The automobile is the paradoxical example of a luxury object that has been devalued by its own spread. But this practical devaluation has not yet been followed by an ideological devaluation. The myth of the pleasure and benefit of the car persists, though if mass transportation were widespread its superiority would be striking. The persistence of this myth is easily explained. The spread of the private car has displaced mass transportation and altered city planning and housing in such a way that it transfers to the car functions which its own spread has made necessary. An ideological (“cultural”) revolution would be needed to break this circle. Obviously this is not to be expected from the ruling class (either right or left).

Let us look more closely now at these two points.

When the car was invented, it was to provide a few of the very rich with a completely unprecedented privilege: that of travelling much faster than everyone else. No one up to then had ever dreamt of it. The speed of all coaches was essentially the same, whether you were rich or poor. The carriages of the rich didn’t go any faster than the carts of the peasants, and trains carried everyone at the same speed (they didn’t begin to have different speeds until they began to compete with the automobile and the aeroplane). Thus, until the turn of the century, the elite did not travel at a different speed from the people. The motorcar was going to change all that. For the first time class differences were to be extended to speed and to the means of transportation.

This means of transportation at first seemed unattainable to the masses — it was so different from ordinary means. There was no comparison between the motorcar and the others: the cart, the train, the bicycle, or the horse-car. Exceptional beings went out in self-propelled vehicles that weighed at least a ton and whose extremely complicated mechanical organs were as mysterious as they were hidden from view. For one important aspect of the automobile myth is that for the first time people were riding in private vehicles whose operating mechanisms were completely unknown to them and whose maintenance and feeding they had to entrust to specialists. Here is the paradox of the automobile: it appears to confer on its owners limitless freedom, allowing them to travel when and where they choose at a speed equal to or greater than that of the train. But actually, this seeming independence has for its underside a radical dependency. Unlike the horse rider, the wagon driver, or the cyclist, the motorist was going to depend for the fuel supply, as well as for the smallest kind of repair, on dealers and specialists in engines, lubrication, and ignition, and on the interchangeability of parts. Unlike all previous owners of a means of locomotion, the motorist’s relationship to his or her vehicle was to be that of user and consumer-and not owner and master. This vehicle, in other words, would oblige the owner to consume and use a host of commercial services and industrial products that could only be provided by some third party. The apparent independence of the automobile owner was only concealing the actual radical dependency.

The oil magnates were the first to perceive the prize that could be extracted from the wide distribution of the motorcar. If people could be induced to travel in cars, they could be sold the fuel necessary to move them. For the first time in history, people would become dependent for their locomotion on a commercial source of energy. There would be as many customers for the oil industry as there were motorists-and since there would be as many motorists as there were families, the entire population would become the oil merchants’ customers. The dream of every capitalist was about to come true. Everyone was going to depend for their daily needs on a commodity that a single industry held as a monopoly.

All that was left was to get the population to drive cars. Little persuasion would be needed. It would be enough to get the price of a car down by using mass production and the assembly line. People would fall all over themselves to buy it. They fell over themselves all right, without noticing they were being led by the nose. What, in fact, did the automobile industry offer them? Just this: “From now on, like the nobility and the bourgeoisie, you too will have the privilege of driving faster than everybody else. In a motorcar society the privilege of the elite is made available to you.”

People rushed to buy cars until, as the working class began to buy them as well, defrauded motorists realised they had been had. They had been promised a bourgeois privilege, they had gone into debt to acquire it, and now they saw that everyone else could also get one. What good is a privilege if everyone can have it? It’s a fool’s game. Worse, it pits everyone against everyone else. General paralysis is brought on by a general clash. For when everyone claims the right to drive at the privileged speed of the bourgeoisie, everything comes to a halt, and the speed of city traffic plummets-in Boston as in Paris, Rome, or London-to below that of the horsecar; at rush hours the average speed on the open road falls below the speed of a bicyclist.

Nothing helps. All the solutions have been tried. They all end up making things worse. No matter if they increase the number of city expressways, beltways, elevated crossways, 16- lane highways, and toll roads, the result is always the same. The more roads there are in service, the more cars clog them, and city traffic becomes more paralysingly congested. As long as there are cities, the problem will remain unsolved. No matter how wide and fast a superhighway is, the speed at which vehicles can come off it to enter the city cannot be greater than the average speed on the city streets. As long as the average speed in Paris is 10 to 20 kmh, depending on the time of day, no one will be able to get off the beltways and autoroutes around and into the capital at more than 10 to 20 kmh.

The same is true for all cities. It is impossible to drive at more than an average of 20 kmh in the tangled network of streets, avenues, and boulevards that characterise the traditional cities. The introduction of faster vehicles inevitably disrupts city traffic, causing bottlenecks-and finally complete paralysis.

If the car is to prevail, there’s still one solution: get rid of the cities. That is, string them out for hundreds of miles along enormous roads, making them into highway suburbs. That’s what’s been done in the United States. Ivan Illich sums up the effect in these startling figures: “The typical American devotes more than 1500 hours a year (which is 30 hours a week, or 4 hours a day, including Sundays) to his [or her] car. This includes the time spent behind the wheel, both in motion and stopped, the hours of work to pay for it and to pay for gas, tires, tolls, insurance, tickets, and taxes. Thus it takes this American 1500 hours to go 6000 miles (in the course of a year). Three and a half miles take him (or her) one hour. In countries that do not have a transportation industry, people travel at exactly this speed on foot, with the added advantage that they can go wherever they want and aren’t restricted to asphalt roads.”

It is true, Illich points out, that in non-industrialised countries travel uses only 3 to 8% of people’s free time (which comes to about two to six hours a week). Thus a person on foot covers as many miles in an hour devoted to travel as a person in a car, but devotes 5 to 10 times less time in travel. Moral: The more widespread fast vehicles are within a society, the more time — beyond a certain point — people will spend and lose on travel. It’s a mathematical fact.

The reason? We’ve just seen it: The cities and towns have been broken up into endless highway suburbs, for that was the only way to avoid traffic congestion in residential centres. But the underside of this solution is obvious: ultimately people can’t get around conveniently because they are far away from everything. To make room for the cars, distances have increased. People live far from their work, far from school, far from the supermarket – which then requires a second car so the shopping can be done and the children driven to school. Outings? Out of the question. Friends? There are the neighbours… and that’s it. In the final analysis, the car wastes more time than it saves and creates more distance than it overcomes. Of course, you can get yourself to work doing 60 mph, but that’s because you live 30 miles from your job and are willing to give half an hour to the last 6 miles. To sum it all up: “A good part of each day’s work goes to pay for the travel necessary to get to work.” (Ivan Illich).

Maybe you are saying, “But at least in this way you can escape the hell of the city once the workday is over.” There we are, now we know: “the city,” the great city which for generations was considered a marvel, the only place worth living, is now considered to be a “hell.” Everyone wants to escape from it, to live in the country. Why this reversal? For only one reason. The car has made the big city uninhabitable. It has made it stinking, noisy, suffocating, dusty, so congested that nobody wants to go out in the evening anymore. Thus, since cars have killed the city, we need faster cars to escape on superhighways to suburbs that are even farther away. What an impeccable circular argument: give us more cars so that we can escape the destruction caused by cars.

From being a luxury item and a sign of privilege, the car has thus become a vital necessity. You have to have one so as to escape from the urban hell of the cars. Capitalist industry has thus won the game: the superfluous has become necessary. There’s no longer any need to persuade people that they want a car; it’s necessity is a fact of life. It is true that one may have one’s doubts when watching the motorised escape along the exodus roads. Between 8 and 9:30 a.m., between 5:30 and 7 p.m., and on weekends for five and six hours the escape routes stretch out into bumper-to-bumper processions going (at best) the speed of a bicyclist and in a dense cloud of gasoline fumes. What remains of the car’s advantages? What is left when, inevitably, the top speed on the roads is limited to exactly the speed of the slowest car?

Fair enough. After killing the city, the car is killing the car. Having promised everyone they would be able to go faster, the automobile industry ends up with the unrelentingly predictable result that everyone has to go as slowly as the very slowest, at a speed determined by the simple laws of fluid dynamics. Worse: having been invented to allow its owner to go where he or she wishes, at the time and speed he or she wishes, the car becomes, of all vehicles, the most slavish, risky, undependable and uncomfortable. Even if you leave yourself an extravagant amount of time, you never know when the bottlenecks will let you get there. You are bound to the road as inexorably as the train to its rails. No more than the railway traveller can you stop on impulse, and like the train you must go at a speed decided by someone else. Summing up, the car has none of the advantages of the train and all of its disadvantages, plus some of its own: vibration, cramped space, the danger of accidents, the effort necessary to drive it.

And yet, you may say, people don’t take the train. Of course! How could they? Have you ever tried to go from Boston to New York by train? Or from Ivry to Treport? Or from Garches to Fountainebleau? Or Colombes to l’Isle-Adam? Have you tried on a summer Saturday or Sunday? Well, then, try it and good luck to you! You’ll observe that automobile capitalism has thought of everything. Just when the car is killing the car, it arranges for the alternatives to disappear, thus making the car compulsory. So first the capitalist state allowed the rail connections between the cities and the surrounding countryside to fall to pieces, and then it did away with them. The only ones that have been spared are the high-speed intercity connections that compete with the airlines for a bourgeois clientele. There’s progress for you!

The truth is, no one really has any choice. You aren’t free to have a car or not because the suburban world is designed to be a function of the car-and, more and more, so is the city world. That is why the ideal revolutionary solution, which is to do away with the car in favour of the bicycle, the streetcar, the bus, and the driverless taxi, is not even applicable any longer in the big commuter cities like Los Angeles, Detroit, Houston, Trappes, or even Brussels, which are built by and for the automobile. These splintered cities are strung out along empty streets lined with identical developments; and their urban landscape (a desert) says, “These streets are made for driving as quickly as possible from work to home and vice versa. You go through here, you don’t live here. At the end of the workday everyone ought to stay at home, and anyone found on the street after nightfall should be considered suspect of plotting evil.” In some American cities the act of strolling in the streets at night is grounds for suspicion of a crime.

So, the jig is up? No, but the alternative to the car will have to be comprehensive. For in order for people to be able to give up their cars, it won’t be enough to offer them more comfortable mass transportation. They will have to be able to do without transportation altogether because they’ll feel at home in their neighbourhoods, their community. their human-sized cities, and they will take pleasure in walking from work to home-on foot, or if need be by bicycle. No means of fast transportation and escape will ever compensate for the vexation of living in an uninhabitable city in which no one feels at home or the irritation of only going into the city to work or, on the other hand, to be alone and sleep.

“People,” writes Illich, “will break the chains of overpowering transportation when they come once again to love as their own territory their own particular beat, and to dread getting too far away from it.” But in order to love “one’s territory” it must first of all be made liveable, and not trafficable. The neighbourhood or community must once again become a microcosm shaped by and for all human activities, where people can work, live, relax, learn, communicate, and knock about, and which they manage together as the place of their life in common. When someone asked him how people would spend their time after the revolution, when capitalist wastefulness had been done away with, Marcuse answered, “We will tear down the big cities and build new ones. That will keep us busy for a while.”

These new cities might be federations of communities (or neighbourhoods) surrounded by green belts whose citizens-and especially the schoolchildren-will spend several hours a week growing the fresh produce they need. To get around everyday they would be able to use all kinds of transportation adapted to a medium-sized town: municipal bicycles, trolleys or trolley-buses, electric taxis without drivers. For longer trips into the country, as well as for guests, a pool of communal automobiles would be available in neighbourhood garages. The car would no longer be a necessity. Everything will have changed: the world, life, people. And this will not have come about all by itself.

Meanwhile, what is to be done to get there? Above all, never make transportation an issue by itself. Always connect it to the problem of the city, of the social division of labour, and to the way this compartmentalises the many dimensions of life. One place for work, another for “living,” a third for shopping, a fourth for learning, a fifth for entertainment. The way our space is arranged carries on the disintegration of people that begins with the division of labour in the factory. It cuts a person into slices, it cuts our time, our life, into separate slices so that in each one you are a passive consumer at the mercy of the merchants, so that it never occurs to you that work, culture, communication, pleasure, satisfaction of needs, and personal life can and should be one and the same thing: a unified life, sustained by the social fabric of the community.

http://ecosocialismcanada.blogspot.com/2011/04/social-ideology-of-motorcar.html

May 17, 2011 Posted by | anti-endustriyalizm, anti-kapitalizm, sistem karsitligi, tuketim karsitligi | Leave a comment

Deep Ecology and the Left – Contradictions. By David Orton

 

 “There is clearly both in capitalist and socialist politics things which can be modified and used in sane eco-politics but essentially green politics will be something deeply different.” Arne Naess, Ecology, community and lifestyle, p. 160.
“The most forceful and systematic critique of capitalism is found in socialist literature. This makes it natural for supporters of the deep ecology movement to use socialist criticisms of capitalism in their own work, and, looking at the slogans of green parties it is immediately clear that many of these slogans are also socialistic or at least compatible with some sort of socialism. As examples: no excessive aggressive individualism. Appropriation. Community, production for use, low income differentials, local production for local needs, participative involvement, solidarity. On the other hand, it is also clear that some socialist slogans still heard are not compatible: maximise production, centralization, high energy, high consumption, materialism…It is still clear that some of the most valuable workers for ecological goals come from the socialist camps. One of the basic similarities between socialist attitudes and ecological attitudes in politics is stress on social justice and stress on social costs of technology.” Naess, Ibid, p. 157.
“Deep ecology comes home as the strategy of advanced capitalist elites, for whom nature is what looks good on calendars.” Joel Kovel, The Enemy of Nature, 2002, 1st Ed., p. 172.
INTRODUCTION
This blog post is an examination of the contradictions I see in the relationship between deep ecology and the Left. I contrast in this discussion the human-centered traditional Left, with the ecocentric Left which has come into a relationship with deep ecology. With some notable exceptions (e.g. Judi Bari, Andy McLaughlin, Richard Sylvan, Fred Bender, Stan Rowe, Andrew Dobson and Rudolf Bahro), the Left has been hostile to deep ecology. Why is this? Is there something intrinsic to deep ecology, which is seen as incompatible with the beliefs of a person of the Left? Arne Naess, the philosophical founder of deep ecology, had an evident sympathy towards the social justice side of socialism. The above quotes by Naess clearly show this, as does the 1973 foundational article, “The Shallow and the Deep, Long-Range Ecology Movement. A Summary.” However, for Naess and countless others, a new ecopolitics will be “deeply different” from socialist and capitalist politics and will not be some kind of add-on to socialism. The ecological question cuts across all “isms.”
The Left, no matter what its myriad forms have been, is politically associated with social justice for the human species. This is its universal symbolism and important contribution. I am a person of the Left. Concerning human-centered politics, my main sympathies are on the communist/socialist side. Anti-communism ends up signalling an alliance with Capital. There are legions of ‘Leftists’, particularly in North America, who do not share this perspective, having had anti-communism and the Cold War pounded into them and internalized from an early age. However, I believe that the ecocentric Left has to be Earth-rooted. It can be non-communist, but not anti-communist. Ecological justice for all species and the planet must be primary. For Arne Naess, this primacy of the natural world is considered an “intuition” and not logically or philosophically derived. We are first Earthlings, in personal and social consciousness, but we must also be involved in social justice issues for our own species. As the environmental cliché says, “There can be no social justice on a dead planet.”
DISCUSSION
I consider myself as both a supporter of deep ecology and a long-time Canadian leftist. Over the years my meshed sense of being has been sorely tested by fellow leftists – as in the misleading attitude towards deep ecology, conveyed, for example, by the Joel Kovel quote above. (See my review of his book.) But my personal identity has also been tested by my own criticisms of deep ecology, made from an ecocentric Left perspective. As I have written in the past, much deep ecology writing is obscure and not particularly relevant to practical environmental or green work. Also, most deep ecology writers do not present any real political, economic or class guidelines for activists. The response of deep ecology writers to criticisms from the Left and to my own writings, has helped me work out my contribution to the left biocentric theoretical tendency within deep ecology.
As the left biocentric tendency has gathered some support (the internet discussion group “left bio”, for example, has been running for over eleven years), I have found it necessary to distance myself from a few supporters who could not ditch their anti-communism and anti-Marxism, or who have attempted to bring into contemporary ecopolitics echoes of past Left divisive battles – often, it seems, associated with Trotskyism.
This distancing has also been directed at people who could not face criticism of their social justice support, e.g. for aboriginal positions. These people are opposed to seeing Earth justice as a priority (see for one example, my recent review of Disrobing the Aboriginal Industry), or are uneasy about public calls for human population reduction (as in the eight-point Deep Ecology Platform. They also see deep ecology as a reformist eco-philosophy within capitalism; and are uncomfortable with my critical, yet friendly, support for someone like the Finnish eco-philosopher Pentti Linkola (see my review of his book).
Another problem for me concerns ecocentric Leftists who are stuck on being defenders of Israel and are seemingly blind to the horrible situation of the Palestinians.
Green parties have become shallow ecology defenders of industrial capitalist society, even if Arne Naess was supportive of them. The German Green Party theoretician Rudolf Bahro resigned from the party in the early 1980s, and pointed out that green party shallow ecology  is content to “brush the teeth” of industrial society. Nothing happened since Bahro made this statement which calls his observations into serious question. My limited experience with the Canadian federal Green Party reinforces Bahro’s statement.
SOME LEFT CONTRADICTIONS
Why is the Left so negative about deep ecology? And why is it misleadingly alleged by ecosocialist Joel Kovel that, “Like many deep greens, however, Orton hates socialism and considers it doomed to remain in its twentieth-century form”? (Kovel, The Enemy of Nature, 2nd ed., p. 302)
For the traditional Left, human interests have priority, not the health of ecosystems and their non-human inhabitants. There is a basic reductionism – “we have the answers” – in the thinking of the Left. I have found an intrinsic conservatism towards new ideas among the Left. This has always puzzled me, given that socialists want a new society, allegedly different from capitalism. Shouldn’t the Left be open to and embrace new ideas? The Left has to fundamentally move beyond its traditional human-centered thinking, to see what contemporary Earth-centered ecopolitics is about. Left reductionism takes various forms, but the current eco-Marxist variant claims that Marx really is an ecologist, if only we understand him correctly and therefore he is a (or the) role model for ecological work today. The 1988 proposal for a “Left Green Network”, inspired by Murray Bookchin and the ideas of social ecology, took the position that, to be a Green and also on the Left, could only mean to be a supporter of social ecology: “Left Greens are social ecologists.” There was no room at this network inn for left deep ecology supporters. (As a Canadian, one has to also note that the network proposal reflected the imperial nature of U.S. society, with Canada being considered an appendage for signing-on purposes.)
There is arrogance among socialists who think that they should be leading the ecological movement, because they have a “class analysis” and are anti-capitalist. What comes across is that the Left believes it is entitled to intellectual hegemony in the green and environmental movements, by virtue of prior knowledge. The Left does not seem to be able to absorb the pluralism of green and environmental politics – as Naess informed us, “the front is long” – let alone accept the earned leadership of others by virtue of their practical or theoretical work. Ed Abbey noted, through the character Doc Sarvis in The Monkey Wrench Gang, the importance of practical involvement in actual environmental struggles: “Let our practice form our doctrine, thus assuring precise theoretical coherence.” (p. 68) The idea that deeper environmentalists and greens can come to an anti-capitalist critique based on their own experiences, without studying Marxism or social ecology, but based on field experience, seems, apparently, difficult to grasp for the Left.
A contemporary manifestation of this Left arrogance, is their desire to define a future post-industrial-capitalist society as “ecosocialist”, and not as something being struggled over by countless environmental and green activists. By using this name, ecosocialists imply that they have the answers and know the path forward. Yet there are lots of tentative ideas about the shape of future post-industrial-capitalist societies. These are being widely discussed, experimented with, and written about, but it is a work in progress. There is no “ecosocialist society” on the horizon to which we all can rally.
Ecosocialists traditionally attack the ecocentric Left around population, aboriginal issues and about being critically supportive of theorists like Pentti Linkola. (This Finnish thinker has been called an eco-fascist. I do not believe this to be true, as my review of his recent book makes clear. In my next blog post I will further examine what “eco-fascism” is all about. I have recently become aware that those sympathetic to national socialism are not adverse to “borrowing” analysis from deep ecology to further their own ends.)
Other fault lines between the “ecosocialist” and ecocentric Left concern:
a) The ecosocialist hostility toward the spiritual component of social change as well as the promotion of a animistic spiritual/psychological transformation, so that the interests of all species override the self-interest of the individual, the family, the community and the nation.
b) Ecosocialists deny the role of individual responsibility in destructive ecological and social actions. They don’t recognize the necessity to practice voluntary simplicity so as to minimize one’s personal impact on the Earth.
c) A disagreement that it is not capitalism per se, but industrial societies that create the social formation at the heart of our dilemmas. The ecocentric Left believes that these societies can have a capitalist or socialist face.
Left doctrines in the past have focussed on the human condition, not on the well-being of other species and of Nature itself. From a Left perspective, nature and other species have been viewed as “resources” for human consumption. Deep ecology has zeroed in on this. John Livingston, the late Canadian eco-philosopher, who was not a person of the Left but who was a supporter of deep ecology – really Canada’s Arne Naess – has laid out in his writings the implications of “resourcism” for planetary health. (See “John Livingston – An Appreciation”. The benefits from this focus on human kind have been enormous for a number of us but deadly for the planet.
DEEP ECOLOGY CONTRADICTIONS
“The deep ecology movement carries an excessive amount of rubbish with it (in contravention, so to say, of its own platform). That does not imply that there is not a clean sound position to be discerned when the often inessential rubbish is removed…” Richard Sylvan
“Personally, I agree with almost everything you say in the Left Biocentric Primer…It’s a real shame that the Green parties came under the influence of Bookchin and not your version of Left Biocentrism – it’s obvious that’s where they need to head. So, I have no necessary bones to pick with your idea of a Left wing of the Deep Ecology movement, more power to you and your colleagues. I wonder if the word ‘Left’ is the appropriate one to use (as opposed to social justice).” Extract taken from a personal letter written by deep ecologist George Sessions to me, and also copied to Arne Naess, Bill Devall, Andrew McLaughlin and Howard Glasser, dated 4/19/1998.
Since coming to support deep ecology in the mid-1980s, I have tried to maintain a critical, yet supportive, stance towards it and, where it seemed appropriate, have given my dissenting views publicly. Richard Sylvan, the late “deep green” Australian philosopher and forest activist, was an early role model for me on this. In the past, I have raised various issues, for example:
a) I examined the criticisms that are raised about the key concept of Self-realization within deep ecology, e.g. that it ignores the importance of “place.” I emphasized that Self-realization must avoid feeding the self-help, self-cultivation, or personal transformation movement, at the expense of collective change. (See the My Path to Left Biocentrism document, “Notions of Self in the Age of Ecology”.)
 b) I explored the confused views of Naess on ‘sustainable development’.
c) I disagreed with the view (by Naess and others within deep ecology) on the separation of the peace, social justice and ecology movements. I argued that this can feed a right-wing image and makes deep ecology supporters seem uncaring about human issues.
d) I criticized the anti-communist and anti-China attitudes of some Buddhist Tibetan supporters of deep ecology (including some left biocentrists) like Joanna Macy, past CIA employee (see my review of her autobiography Widening Circles: A Memoir.)
e) I exposed the self-absorption of some deep ecology-inspired academics – whose writings dominate journals like The Trumpeter – because the articles lack relevance to problems faced by movement activists which need deep ecology insights and analysis.
f) I supported the work of George Sessions and Bill Devall, in introducing and popularizing the thought of Arne Naess at an early stage in North America. Sessions and Devall are not of the Left and this was reflected in how they handled, or did not handle, criticisms (some justified) and attacks from Left-leaning critics of deep ecology. Note in this regard, Sessions’s uneasiness with the term “Left”, in the quote above; and Devall’s eagerness to state that the environmental movement was a “loyal opposition” and that “Political revolution is not part of the vocabulary of supporters of the deep, long-range ecology movement.” (See Dharma Rain: Sources of Buddhist Environmentalism, p. 386)
There are two important contradictions within deep ecology, which need to be resolved so that this eco-philosophy can further unfold its revolutionary potential:
1. Deep ecology presents a dominant ‘social harmony’ view of social change. This can smother over contradictions in industrial capitalist societies, whereas a ‘social conflict’ view (which Left Biocentrism takes), which has historical roots in Marx and Marxism, is needed to combat ecocide and social injustice. The social harmony perspective undermines the necessity to mentally prepare for the coming social strife associated with working for ecological and major social change.
Naess’s social harmony view (“Ultimately all life is one – so that the injury of one’s opponent becomes also an injury to oneself.” Selected Works, Volume Five, p. 26) produced some guidelines for activists which seem to be out to lunch. For example, “It is a central norm of the Gandhian approach to ‘maximize contact with your opponent!’”; or “Do not exploit a weakness in the position of your opponent.” I think this social harmony view has given an entry to those who have tried to smear deep ecology as being linked to fascism. In my tribute to Naess on his death, I quoted him as saying, when speaking of “intrinsic value” – a fundamental component of his philosophy – “This is squarely an antifascist position. It is incompatible with fascist racism and fascist nationalism, and also with the special ethical status accorded the (supreme) Leader.” (See “Remembering Arne Naess, 1912-2009”) While I unequivocally believe that deep ecology is not “fascist”, yet it does seem to me that a social harmony view of the natural world and the place of humans within this can be used by reactionaries in a fascist manner. Thus the “fatherland” or the “motherland” can be upheld as the supreme good to which the citizen must subordinate herself or himself.
2. A key belief in the philosophy of Naess is that “The ideology of ownership of nature has no place in an ecosophy.” (Ecology, community and lifestyle, p. 175) This is a powerful weapon to undermine the “private property” legitimacy of bourgeois society and its view towards the natural world, that our species has the ‘right’ to decide life and death over other species. Yet not many deep ecology writers in North America are articulating this belief, nor is the US-based Foundation for Deep Ecology promoting it. The now defunct magazine Wild Earth, subsidized by the Foundation, had a number of articles trying to uphold the ecological nature of private property ownership, in an American context. Today the Foundation, through its publications, celebrates “private lands philanthropy”, in North and South America – that is, using and hence reinforcing, the private property laws of bourgeois society to acquire lands for restoration ecology purposes. They never mention the basic deep ecology position of Arne Naess about land ‘ownership’.
I myself have joined with others to contribute funds to buy forest land here in Nova Scotia, in order to prevent its destruction from industrial forestry. But in my writings about this project I have pointed out the contradictions of buying land, resulting from the basic tenet of deep ecology that humans cannot ‘own’ Nature. (See “Community Lands and Deep Ecology”) Industrial capitalist societies are not ecologically or socially sustainable and have to be replaced. This must be said in all our restoration work. Restoration work has no long term future, if the dictatorship of industrial capital is not finally overthrown and replaced by an ecocentric society, which upholds the welfare of all species and is also socially just for humankind.
CONCLUSION
Perhaps it needs to be emphasized that whatever the contradictions within deep ecology, the thinking of Arne Naess, as I noted in my tribute to him when he died in 2009, “has presented a needed pathway for coming into a new, yet pre-industrial old, animistic and spiritual relationship to the Earth, which is respectful for all species and not just humans”. This is the needed message for our time. For left biocentrists, the left-right distinction is subordinate to the anthropocentric-deep ecology divide. Coming into a new relationship with the natural world is primary, and social justice for humans must keep this in mind. The Left can have a meaningful contributory role in a future ecologically focused and socially just post-industrial society, if it accepts and is transformed by the contribution of deep ecology and comes to see itself, in theory and in practice, as an ecocentric Left.
http://deepgreenweb.blogspot.com/2011/01/deep-ecology-and-left-contradictions.html

May 17, 2011 Posted by | anti-kapitalizm, sistem karsitligi | 1 Comment

The Need For Transıtion To The Simpler Way

 THE NEED FOR TRANSITION TO THE SIMPLER WAY

(Two page summary;  5.10.2010.)

The basic cause of the many alarming global problems we face is the pursuit of affluent “living standards” and economic growth…the determination to produce and consume more and more, without limit, even in the richest countries.  There is no possibility that the per capita levels of resource consumption in rich countries can be kept up for long.  Only a few of the world’s people have these “living standards” and the rest can never rise anything like them.

    • Resources such as food, land, forests, fisheries soils, minerals and energy (especially petroleum) are being depleted because the people in rich countries are consuming grossly unsustainable amounts, and the rest are trying to live as the few in rich countries live…and all are determined to consume more and increase GDP all the time and without limit.
    • The environment is being destroyed because far too much is being taken from nature and too many wastes are being dumped back into nature.  The environment problem cannot be solved unless rich world per capita levels of production and consumption are greatly reduced, possibly by a factor of 10.  For instance the Australian “footprint”, the amount of productive land per capita used, is 8 ha, but by 2050 the amount available in the world per capita will only be about .8 ha.
    • The Third World problem of perhaps 4 billion people living in deprivation and poverty (and 3 billion on an income of less than $2 per day) is basically due to the fact that the global economy gears most of the Third World’s resources and productive capacity to enriching our rich world corporations and stacking our supermarkets.  We could not have our high “living standards” if we were not taking far more than our fair share of the world’s resources.
    • Most problems of armed conflict and of oppression are due to the determination of some to take the resources of others.  If we all go on fiercely intent on living in, or aspiring to, ways it is impossible for all to rise to, then there must inevitably be more and more armed conflict.  We in rich countries could not have our high “living standards” if we were not getting far more than our fair share.  We do this partly through the way the grossly unjust global economy works.  It allows the rich to outbid the poor for scarce things, and will only permit development of what is most profitable to corporations, i.e., of ventures that serve our supermarkets.  But in addition the rich countries support oppressive regimes and engage in military actions in order to keep Third World countries to the policies that suit us.
    • Social cohesion and the quality of life in even the richest societies are being damaged, because the supreme goals are raising business turnover, incomes and the GDP, not meeting needs, building community and improving the quality of life.

These problems are inevitable consequences of a society that is driven by acquisitiveness, competition, the profit motive, market forces and growth.  It is not just that this society is grossly unsustainable and unjust – the point is that such a society cannot be made sustainable or just.  It is not possible to reform such a society so that it does not generate the above problems, while it continues to be about the fierce drive to get as rich as possible and to allow development to be determined by what will be most profitable to corporations and banks.

Most people however believe that technical advance, such as the development of more efficient cars and of renewable energy sources, will indeed enable us to plunge on down the affluence and growth path for ever while it solves the environment and other problems.  But the magnitude of the overshoot, the unsustainability, is far too great for this to be possible.  If by 2050 all the world’s people had risen to the “living standards” we in rich countries will have then given 3% p.a. growth, then world economic output would be 30 times as great as it is now…and right now it is at a grossly unsustainable level.  Technical advance cannot make such a situation remotely sustainable…and with 3% growth the task would be twice as great every 23 years thereafter.

The second fundamental fault in consumer-capitalist society is that it is based on a massively unjust global economy.  Most of the world’s resources and markets are taken by the few in rich countries, basically because it is a market system.  Markets allow the rich to tae most of what is produced, and to ensure that the development” that takes place in the Third World is development that will enrich corporations and rich world shoppers.  There cannot be peace or justice in the world until the rich countries stop hogging most of its wealth and begin to live on their fair share.  Again this is not possible unless they accept moving down to much lower levels of consumption.

The solution.

The can be no solution to these alarming problems unless there is transition to ways in which there are,

–       Simpler lifestyles, much less production and consumption, much less    

      concern with luxury, affluence, possessions and wealth, and much more

      concern with non-material sources of life satisfaction.

–       Mostly small, highly self-sufficient local economies, largely independent of the global economy, putting local resources to meeting local needs.  When petroleum becomes scarce there will be no choice about this. 

–       More cooperative and participatory ways, enabling people in small communities to take control of their own development, to include and provide for all.  In the coming era of scarcity communities that cooperate to meet needs will have much better chances. We must develop commons and working bees, and there must be town assemblies, local committees and referenda making the important decisions about local development and administration.  

–       A new economy, one that is not driven by profit or market forces, and one that has no growth at all, that produces much less than the present one, and focuses on needs and rights. It might have many private firms and markets, but there must be (participatory, democratic, open and local) social control over what is developed, what is produced, and how it is distributed.  Most economic activity will be local, using local resources, controlled by ordinary citizens, and geared to maximising the quality of life of all in the region. 

–       Some very different values, especially cooperative not competitive, more collectivist and less individualistic, and concerned with frugality and self-sufficiency not acquisitiveness and consuming.

The alternative or Simpler Way is about ensuring a very high quality of life for all without anywhere near as much work, worry, production, consumption, exporting, investment, environmental damage etc. as our present society involves. It is about liberation from the consumer rat race, and the insecurity, inequality, conflict and cultural squalor that goes with it.  Consider having to work for money maybe only two days a week for money, and therefore having a lot of time for arts and crafts and personal growth, living in a rich and supportive community, and in a diverse and productive leisure-rich landscape, having socially worthwhile and enjoyable work with no fear of unemployment…and knowing you are not contributing to global problems.

Many people now accept this view of our situation and the solution, and are working for transition to the alternative way. There are now Global Eco-village and Transition Towns Movements trying to move towards new settlements of the required kind.  The fate of the planet depends on whether these movements can provide many impressive examples of sustainable, just and pleasant settlements showing people in consumer society that there is a better way.

What should one do?  Form a group in your town or suburb to start developing elements of the new way, such as small cooperative gardens and workshops, community working bees, edible landscapes, festivals…and helping to organise wasted local resources such as unemployed, retired and excluded people into producing to meet some of their own needs….with the vision of gradually expanding until we have transformed the entire suburb.  But these efforts must go beyond merely creating community gardens etc.; they must be informed by the vision of vast and radical system change, such as getting rid of an economy driven by profit, market forces and growth.  As conditions in consumer society deteriorate, led by the coming petroleum crisis, people will see the wisdom of coming across to The Simple Way we are pioneering.

http://ssis.arts.unsw.edu.au/tsw/TSW2p.html

THE TRANSITION PROCESS.

How can we get to a sustainable and just society?

20.10.10

(This is a summary of Chapters 12 and 13 in

 The Transition To A Sustainable and Just World, Envirobook, 2010.)

Only when we are clear about the nature of our global predicament and the radical system changes that are needed, and about the form a sustainable society must take, are we in a position to think about the best way to work for the transition.

            The global situation.

Consumer-capitalist society is grossly unsustainable and unjust.  We are far beyond levels of production and consumption that can be kept up or spread to all.  In addition consumer-capitalist society provides a few with high “living standards” by delivering to them far more than their fair share of world resources.  Technical advance cannot solve the problems; they cannot be fixed in or by consumer-capitalist society. There must be dramatic reductions in levels of economic output, and therefore there must be radical and extreme system change.  (For the detail see Part 1 of http://ssis.arts.unsw.edu.au/tsw/02c-TSW-14p.html)

The Solution.

There must be transition to The Simpler Way, involving simpler lifestyles, high levels of local economic self-sufficiency, highly cooperative and participatory arrangements, an almost totally new economic system (one that is not driven by market forces or profit, and one that has no growth), and fundamental value change. Many realise a sustainable and just society must be mostly made up of small local economies in which people participate collectively to run their economies to meet needs using local resources, and in which the goal is a high quality of life and not monetary wealth.  This is a largely Anarchist vision and the coming conditions of scarcity will give us no choice about this.  Big, centralised authoritarian systems will not work.   (For more detail see Part 2 of the account at the above site.)

Implications for transition.

Following are some important implications of the foregoing analyses for the transition process.

–       The conditions we are entering, the era of scarcity, rule out most previous thinking about the good society and social transition.  The good society cannot be affluent, highly industrialised, centralised or globalised, and we cannot get to it by violent revolution led by a vanguard party.  Governments cannot make the transition for us, if only because there will be too few resources for governments to run the many local systems needed.  The new local societies can only be made to work by the willing effort of local people who understand why The Simpler Way is necessary and who want to live that way and who find it rewarding.   Only they know the local conditions and social situation and only they can develop the arrangements, networks, trust, cooperative climate etc. that suit them.  The producing, maintaining and administering will have to be carried out by them and things can’t work unless people are eager to cooperate, discuss, turn up to working bees, and be conscientious, and unless they have the required vision. A central government could not provide or impose these conditions even if it had the resources.  It must be developed, learned by us as we grope our way towards taking control of self-sufficient local economies.

Working for transition therefore has to focus mostly on helping ordinary people to understand the need for The Simpler Way and to move towards its willing acceptance, and towards enthusiastic participation in the long process of learning how best to organise in their own area. The best way for us to do this work is to start building new ways where we live (below.).

Thus our strategy differs from the classic Left/Marxist one which focuses on building a political movement that will take over the state and then reorganise things from the centre, perhaps with a heavy hand (although Marx thought that in time the need for a central authoritarian state would fade away.)  That made more sense when the goal seemed to be to shift energy-intensive, centralised and industrialised systems from capitalist control to ”socialist” control.

–       There is therefore no value in working to take state power, either within the parliamentary system, or by force and revolution.  Even if the Prime Minister and cabinet suddenly came to hold all the right ideas and values, they could not make the required changes – in fact they would be instantly tossed out of office if they tried.  The changes can only come from the bottom, via slow development of the ideas, understandings, and values of ordinary people, and these cannot occur except through a lengthy process of learning the new ways from eperience in the places where people live. 

–       Working for Green parties to get Green candidates elected is not the best use of scarce energy.  They can’t get the necessary radical changes through parliaments, given the dominant ideology.  The task is to change that ideology, and that is not best done by working in the electoral political arena.  Green parties and movements are now almost entirely merely reformist; they do not challenge market forces of affluence and they are not calling for radical structural changes away from affluent consumer-capitalist society.

–       We do not have to get rid of consumer-capitalist society before we can begin to build the new society.  Fighting directly against the system is not going to contribute much to fundamental change at this point in time.  (It is at times necessary to fight against immediate threats.) The consumer-capitalist system has never been stronger than it is today.  The way we think we can beat it in the long run is to ignore it to death, i.e., to turn away from it as much as is possible and to start building its replacement and persuading people to come across.  The Anarchists provide the most important ideas, especially that of working to “Prefigure” the good society here and now, and focusing on development of the required vision in more and more people.

–       The main target, the main problem group, the basic block to progress, is not the corporations or the capitalist class.  They have their power because people in general grant it to them.  The problem group, the key to transition, is people in general.  If they came to see how extremely unacceptable consumer-capitalist society is, and to see that The Simpler Way is the path to liberation then the present system would be quickly abandoned.  The battle is therefore one of ideology or awareness.  We have to help people to see that radical change is necessary and attractive, so that they enthusiastically set about building new local economies on mostly collective principles.  The Left has always understood the importance of ideology and consciousness but has failed to focus on the task of developing the necessary awareness and values in people in general.  They have tended to assume that the necessary consciousness can be developed after power has been taken from the capitalist class.  Again vanguard parties using force cannot get us to The Simpler Way; we will only achieve it if ordinary people build new systems in the places where they live, and they will not do that unless large numbers have come to hold a radical consciousness.

–  The readiness to question consumer society has declined over the last thirty years.  Affluence has generated increasing preoccupation with the trivia of TV, sport, celebrities and mindless self-indulgent hedonism.  Above all there is a refusal to listen to any challenge to growth and affluence, a failure to even think about the fact that the quest for these is leading to catastrophic breakdown.  Governments, media and the general public give no attention to these issues, despite the accumulation of an overwhelming case over the past  fifty years.

–       There is no possibility of significant structural change in the near future.  We are nowhere near the necessary level of public awareness of the need for it.  There will be no significant change while the supermarket shelves remain well stocked.  Nothing much will change until serious scarcity jolts them.  The underlyingproblems are becoming more acute and this will make people more likely to realise that consumer-capitalist society will not provide for them and that there must be a better way.  If/when a petroleum shortage occurs it will concentrate minds wonderfully.  But when it comes the window of opportunity could be brief and risky.  If things deteriorate too far there could easily be too much chaos for sense to prevail and for us to organise cooperative local alternative systems.

–       Therefore the top priorities for anyone concerned about the fate of the planet must be

 a) to contribute to the development of radical global consciousness, that is, to help as many people as possible to understand that capitalist-consumer society will not provide for all, cannot be fixed and has to be largely abandoned, that there is a far better way, and

b) to contribute to the building of elements of The Simpler Way, here and now.  In the last 20 years many people around the world have begun to build, live in and experiment with new settlements which enable simpler ways.  When things begin to shake loose we need to be ready, to have built enough impressive examples of The Simpler Way, so that people can see there is a better alternative, and can quickly move into it.

The main reason why we should do this building is not to have more of the new institutions – it is to be in the  best possible position to influence the thinking of people.   By working with them on local projects we will be in the best position to help them to see that we must eventually go far beyond more community gardens etc. and embrace radical system change.

–       The most promising development to work within is the rapidly growing Transition Towns Movement.  If we make it to a sustainable and just world it can only be through a movement of this general kind.  But again much has to be done to get the movement to go beyond its presently reformist aims.  The things being done now within the Transition Towns movement will not solve the big global problems.  They are only reforms within consumer-capitalist society and are no threat to it.  The movement is not about replacing consumer-capitalist society; it is about surviving within it.  For instance it does not have the goal of getting rid of a growth economy.  Global problems cannot be solved unless this is eventually achieved.

This is the general fault in the green movement, the failure to grasp the distinction between system reform and system replacement.  Many good alternative, local, green practices are being developed now, such as farmers’ markets, local agriculture, recycling co-ops.  However these are almost entirely reformist; that is they do not come from any vision that recognises the need to scrap and replace the core structures of growth and affluence society.  They do not include the most crucial purposes, such as to get to a zero-growth economy, to much simpler lifestyles, and to taking control of local economies away from market forces.  Unless things like this are done the many (desirable) green initiatives occurring will not and cannot achieve significant social change

The reformist nature of these movements is understandable and inevitable, and are a very welcome beginning.  As people become concerned to develop more sustainable ways of course they will start by supporting things like Permaculture and local agriculture.  This is very healthy, but it is far from sufficient.  It is inevitable that at first people will think about reforms, rather than see that fundamental structures of the system have to be scrapped.  Over time quite different goals must be added, to do with replacing things like the growth economy.

It is also a serious mistake to assume, as many do, that the things happening now within movements like Transitions Towns will in time lead to the big radical structural changes called for above.  Just building more community gardens etc. cannot lead to the establishment of a zero- growth economy.  That goal can’t be achieved unless it becomes clearly and widely understood as necessary and unless a lot of work over time goes into designing and developing a  zero-growth economy.  If all you do is build more community gardens all you will end up with will be a consumer-capitalist society with more community gardens in it.

–       So beware the mistakes that could waste your valuable time and energy!  Each of us should think very carefully about what we can do that will make the biggest contribution.  Again there are many (desirable and noble) “light green” actions that make no contribution whatsoever to the transition.  For instance working to save the whale, increase recycling, stop wood chipping…are good causes… but they do nothing to move us towards a sustainable society, because that requires transition from consumer-capitalist society, and more recycling and forest-saving does not contribute to that.  The best use of our scarce energies is to work within these light green campaigns and movements to try to spread the more radical global vision to ore people.

–       Change will be rapid when it comes. The problems in consumer-capitalist society are intensifying.  If we do achieve transition it will be via rapidly increasing discontent with the failure of the present society to provide.

–       The breakdown of consumer-capitalist society will force us  towards small, local economies whether we like it or not, to cooperate and to shift from high consumption. Local farms, jobs etc. will (have to) emerge as petroleum dwindles and transport and travel become too costly. 

–       It could be a very peaceful revolution…if we can get enough people to see the sense of moving to The Simpler Way.  The rich and the corporations will have no power if enough of us decide to ignore them and to build our own local systems.  The corporations and banks will probably soon be grappling with the breakdown of their systems and will not have the resources to block the initiatives people will be taking up in thousands of towns and suburbs.  They can’t run armies and secret police forces very well without lots of oil.

–       At this point in time our chances of a successful transition would seem to be very poor. Very few people have any idea that it is required, hardly anyone wants to even think about the need for transition to The Simpler Way, because it contradicts the most cherished values in modern Western Culture…and time is running out.  Despite the efforts of a few over 50 years to draw attention to these issues the mainstream still refuses to think about them. 

–       Not only is working together to build elements of the Simpler Way the

best effective purpose for people concerned about the planet to put their energy into, it provides the best possibility of maintaining morale and enthusiasm. This strategy enables us here and now to practise and enjoy elements of the post-revolutionary society.

An Outline of a  Practical Strategy.

Following are the steps we can start to take immediately, within our suburbs and especially in dying country towns, to start building the new local economies. ( It might take many years to get all these things going.)

Form a Community Development Collective.

A group must come together and form itself into a Community Development Collective (hereafter referred to as CDC.)  Ideally the CDC will eventually develop into a mechanism for the participatory self-government of the town or suburb, but at first it might involve only a handful of individuals seeking to do a few humble things.

Set up a community garden and workshop.

The  CDC’s initial goal is  to identify and organise some of the locality’s unused productive resources of skill, energy, experience and good will so that a few people can start to produce  for themselves some of the basic goods and services they need. The most promising first step is to establish a community garden and workshop, especially to involve low income receivers in the production of food and other items for their own use.

The CDC should then look for other areas in which further cooperative production to meet local needs could be organised.  A promising early possibility would be bread baking.  Once or twice a week a cooperative working bee might produce most of the bread etc. the group needs, again perhaps selling some to outsiders for cash.  Another early possibility would be the repair of furniture, bicycles and appliances.  The workshop could become a shop where surpluses are for sale.  Scavenging from the locality, especially on council waste collection days, will provide furniture, appliances, bicycle parts and toys to be repaired and materials  for use in the workshop.   Other possible areas of activity would be cooperative house repair and maintenance, nursery production, herbs, poultry, honey, preserving and bottling fruits and vegetables, toy making, making slippers, sandals, hats, bags and baskets, car repair and the “gleaning” of local surplus fruit from private back yards.

Later the CDC would explore somewhat more complicated fields in which it could organise productive activity, such as planting fast growing trees for fuel wood, aquaculture based on tanks, simple house building and repairing, insulating houses, recycling and planting “edible landscapes” on public land.

These activities would also provide important intangible benefits, such as the experience of community and worthwhile activity.  The involvement of local people who are not on low incomes would be important, especially gardeners, handymen and retired people.  Ideally the garden and workshop would become a lively community centre with information, recycling, meeting and leisure functions.  Specific times in the week should be set when all would try to gather at the site for the working bees, followed by a meal, discussions, entertainment and social activities.

Cooperatives would tally work time contributions and pay for these from later produce or income.  This in effect creates our own money, enabling economic activity among the poorest people who have little or no money.  This is the first step to an economy in which all participants can contribute time to many different productive ventures, earning the right to acquire the many different products our cooperatives and firms are producing, even though they might have no normal job or money. Some of the most viable CDC activities could in time become small firms run by a family or cooperative.

The huge significance of what we have done at this point could easily be overlooked.  We have established a radically new economy, one geared to need not profit, one that is cooperative and caring, independent of market forces, and under our own local participatory social control.  We now have the power to set up the enterprises we need, provide jobs and livelihoods, decide what will be invested in and developed, identify and fix local problems such as unemployment, and lend or give wealth and capital, for instance to organise working bees to build a shed for the new beekeeper.  Our enterprises might be nowhere near as “efficient” or dollar-cheap as those the corporations can provide, but this is not important; what matters is that we can provide for ourselves, securely.

The significance of this step is immense.  We have ceased to make reforms within the old society, we have started to establish a new economy to replace the old one.

Connect with the normal/old economy — stimulating the town’s internal economy. 

The next step must be to enable people in this new sector to trade with the normal/old firms that exist within the locality. Right from the start we can sell small amounts of our produce to people in the town, (which also gives us a great opportunity to explain the project.)  But more importantly the CDC must find out what things the new sector as a whole can start providing to some of the old sector firms in the town. For instance in the case of restaurants the answer is vegetables from the CDC’s cooperative garden.

We would not set up firms that compete with the existing small firms in the town.  There is no net benefit in us setting up a bakery that wins all the scarce bread sales opportunities and therefore just puts people in the existing bakery out of work.  We would compete against the supermarket where we could, because our goal is to replace its imports.   Our focus must be on creating sales and jobs in a new economy involving those people previously excluded from economic activity. However this will not be possible unless the CDC finds items it can sell to the old firms or to people in the town.

It is in the interests of the old firms to join us enthusiastically, because this will enable them to increase their sales and their real incomes.  They will be able to start selling to that large group of people previously not involved in much economic activity (e.g., because they were unemployed.)

Organise town working bees. 

The development of the garden and workshop would have taken place through cooperative working bees.  Before long the CDC should organise voluntary neighbourhood or town working bees, perhaps occasional at first but eventually occurring at set times aimed at developing the locality in ways that will make it more sustainable, e.g., planting fruit and nut trees in local parks, or building simple premises for new little firms.  These activities can have powerful awareness raising effects within the town.

Organise committees

These research, monitor, organise, e.g., how to grow various things well, raise poultry and fish, graft fruit trees, run good little firms, buy in bulk, deal with water, wastes, liase with council, organise our financial affairs, provide for our self-education (e.g., on global affairs), monitor the quality of life, cohesion, and problems.

Start developing commons

…throughout the neighbourhood, such as sheds, tools, clay pits, patches for herbs, bamboo, fruit trees and timber.  The working bees get the jobs done.

Organise market day

This would be organised mainly to sell CDC produce and products, and so that many people who do not operate firms or work full time for wages can gain income by selling items they produce in small volume through home gardens, craft activity or family produce.

Later start working on replacing imports to the town or suburb. 

The proportion of the town or suburb’s consumption that is met by imported goods is typically very high.  When goods are produced somewhere else and imported this means that the jobs that were involved in their production are not located in the town, and it means that money is flowing out of the town.  The CDC should explore what items the town is most likely to be able to start producing to replace imports.  Food is an obvious item.  Other possibilities are fire wood, and house insulation as a replacement for imported energy, timber from woodlots, earth for building, and entertainment (concerts, plays, picnics, talks, festivals.)

Work on reducing the need for money in the first place.

The CDC must constantly focus attention on the importance of living simply, making things ourselves, home gardening, repairing, sharing and re-using.  The fewer goods people consume the less that the town will have to import or provide.  The more simple their demands are the more likely that these can be met from local resources. The more we do without or make for ourselves the less money we need to earn in order to buy things.   Every dollar we can cut from our expenditure the less the town needs to produce for export.

The CDC should develop craft groups to increase home production.  It could organise classes, skill sharing and display days for gardening, pottery, basket making, woodwork, cooking, sewing, preserving, sandal making, weaving, leatherwork, blacksmithing, etc.  It would list skilled people willing to give advice or run classes.  It would also list sources of materials, especially those free from the commons such as bamboo clumps, reed  beds and clay pits.  The CDC could develop recipes for nutritious but cheap meals mainly using plants (and weeds) that grow well locally.  It would run field days and visits, and bring in experts, to increase our knowledge and skills.

Leisure, entertainment, celebrations, festivals and culture.  

One of the committees within the CDC should focus on the possibilities for providing local entertainment, especially including regular concerts, dances, visiting artists, drama groups, craft and produce shows, art galleries, picnic days, celebrations, rituals and festivals.  We would organise our own news services, such as occasional bulleltins gleaning material from global sources on sustainability and quality of life themes.  Eventually the main news media will be local radio stations.

Form a town bank (or credit union) and business incubator

This creates the power to set up the kinds of firms the town needs.  For example we can lend capital, and organise working bee labour to develop premises for the boot repairer, whether or not it is profitable.  We would debate and vote on the bank’s rules and elect our own board.  The business incubator helps new firms to get going.  Both institutions assist old firms in the town that are failing (as oil scarcity hits transport and imported goods) to shift to production of needed items.  Thus we would eventually take control over the town’s economic development, eliminating unemployment and creating the firms we need, and ensuring that everyone has a secure livelihood and a valued contribution.

Develop collective spirit

Emphasise cooperation, sharing, helping, solidarity, feeling of mutual support and security. Synergism multiplies good effects and brings out the best in all. (Competitive individualism brings out the worst.)  This is no threat to individual freedoms – we just need to make the good of all the top priority.

The  research and educational functions of the CDC

The CDC must constantly study the local situation, working out what needs we have, what resources we have, and how to organise better ways.  The most important functions for the CDC are to do with the education of people within the wider locality.  After all the main point of the exercise is to bring people to understand the need for and the rewards offered by the new ways.  All our activities such as working bees and market days provide opportunities for increasing awareness within the surrounding region.

Above all the goal must be to help people understand a) that there has to be vast and radical system change; a society based on affluence, growth, competition and market forces cannot solve our problems, and b) the Simpler Way defuses the problems while liberating us for a much higher quality of life.  We in the CDC must clearly understand that the point of the project is not just securing comfortable “downshifted” lifestyles for ourselves within a society that remains a part of consumer capitalist society.

In other words it is important that the main goal of the CDC is changing the consciousness of the locality, so that we can move from implementing reforms within consumer society to replacing it with radically different institutions and ways.

Transition Conclusions.

If we do make it to a sustainable and just world order then the transition will have been begun by tiny groups of people who at some point in time have taken on this task of working out how they could start to move their towns and suburbs towards being highly self-sufficient and cooperative local economies.  Governments cannot do it.  Only the people of the town can learn their way to the procedures that work for them.  Those ways cannot work unless all are energetic, conscientious citizens keen to live The Simpler Way.

The approach outlined is positive and immediate. It is not about destroying before we can start to build.  It enables living in and enjoying the new ways, to some extent, here and now, long before the old system has been transcended.  There is nothing to stop us starting this work immediately.  Above all, given our global situation, what other action strategy makes as much sense?  Is any other more likely to get us to The Simpler Way?

May 16, 2011 Posted by | anti-kapitalizm, anti-otoriter / anarşizan, komünler, kolektifler, kooperatifler vb modeller, ozyonetim | Leave a comment

Left Biocentrism: Fostering New Earth Values and Social Justice for the World’s Peoples – David Orton

Book Proposal
Provisional Title
Left Biocentrism:
Fostering New Earth Values and Social Justice for the World’s Peoples
By David Orton              
       
Rationale for this book:
The theoretical tendency of left biocentrism exists and can be seen as a “left wing” of the deep ecology movement. It is therefore worthy of support. One might consider the following, in assessing whether to publish a book on left biocentrism.
A number of well known deep ecology and green theorists have expressed general support for the left biocentric theoretical tendency as it has evolved, and specific support for my own work, including for example the late Richard Sylvan, Andrew McLaughlin, Alf Hornborg, the late Rudolf Bahro, the late Judi Bari and, most recently Fred Bender, the author of the new text The Culture Of Extinction: Toward A Philosophy Of Deep Ecology
Both Arne Naess and George Sessions, through personal correspondence have, in the past, expressed interest in and general support for my theoretical work. A summary of left biocentrism, which continues to evolve, is given in the ten-point Left Biocentrism Primer, which was collectively agreed upon in 1998. A personal letter to me from George Sessions, dated 4/19/1998, also copied to Arne Naess, Bill Devall, Andrew McLaughlin and Howard Glasser, noted in part about left biocentrism and the Primer: “Personally, I agree with almost everything you say in the Left Biocentric Primer…It’s a real shame that the Green parties came under the influence of Bookchin and not your version of Left Biocentrism – it’s obvious that’s where they need to head. So, I have no necessary bones to pick with your idea of a Left wing of the Deep Ecology movement, more power to you and your colleagues. I wonder if the word ‘Left’ is the appropriate one to use (as opposed to social justice).” John Clark, a “deep” social ecologist, has expressed in writing the viewpoint that left biocentrism is welcome evidence of some “common ground” between deep and social ecology: “The existence of such common ground is indicated by the emergence of a left biocentrism’ that combines a theoretical commitment to deep ecology with a radical decentralist, anticapitalist politics having much in common with social ecology.” (See the third and fourth editions of the undergraduate college reader, Environmental Philosophy: From Animal Rights to Radical Ecology.)
There are people in a number of countries, in addition to myself, in particular Canada and the USA, who support deep ecology as an overall philosophy and who also consider themselves left biocentrists, i.e. “left bios.” Some of these people are active in the federal Green Party in Canada. That party publicly endorsed deep ecology in the last federal election in Canada and polled over 4 percent of the vote. 
My ideas and writings reflect the input of a number of others who see themselves as left bios. The formation of the internet discussion group left bio, with its approximately 35 members, now functioning for almost eight years, has aided substantially in this regard. I have always been conscious of writing in some way as part of a “collective”, seeking the input of kindred spirits. In early days this was more nebulous, but in recent years it has become more concrete, as left biocentrism becomes more publicly known. Articles or book reviews in draft form, written from a left biocentric theoretical perspective, have normally been made available to other left bios in the discussion group for their critical commentary.
Apart from my own writings, there are a number of books, some in press, which explicitly refer to and discuss the left biocentric theoretical tendency. It is also necessary to point out that, since the early 1980s, other thinkers within the deep ecology movement (although not calling themselves “left biocentrists”), have been struggling to outline what it means to be supporters of deep ecology, and yet to continue to see themselves in some way as part of the Left. Their ideas have greatly influenced me and contributed to my own thinking. These include, in addition to the people mentioned above, Andrew Dobson in England. [Although not included in the original book outline, which was published in 2005, an important early discussion of left biocentrism was published in Patrick Curry’s 2006 book, Ecological Ethics: An Introduction. A revised edition is due to come out in the fall of 2011.)
I myself became involved in environmental work as a primary focus in the late 1970s in British Columbia through naturalist organizations, after a previous political life in Canada centered around social justice issues and left wing politics. My interest in nature and wildlife go back to my boyhood in England. Prior to any contact with deep ecology, through my environmental work in forestry and wildlife issues, I had come to see that the ecological perspective meant to reject the human-centered domination over nature. This was expressed in my writings coming out of B.C. and Nova Scotia environmental struggles. (I had moved with my family to Nova Scotia in 1979.) By 1985 I had come to accept the philosophy of deep ecology and started to promote it in the Maritimes. I came to define myself politically as a Green, although I still consider myself a person of the Left. I began exploring what a left focus in deep ecology would mean. Later I was to discover that others were on the same path.
In 1989, at the Learned Societies Conference in Quebec City, I presented (along with my partner Helga) a paper called “Green Marginality in Canada.” This paper, in addition to the stated focus, outlined the conceptual perspective of “socialist biocentrism.” (Robyn Eckersley in her 1992 book, Environmentalism and Political Theory: Toward an Ecocentric Approach spoke of “ecocentric socialism.”) 
Later I discarded the expression socialist biocentrism in favour of the term “left biocentrism” as wider and more inclusive, as “socialism” seemed too forgiving towards the environmental record of socialist and communist societies. I was also confronted with the fact that many who were sympathetic to social justice concerns were hostile to the term socialism, perhaps a legacy of Cold War socialization. “Left” as used in left biocentrism, is therefore defined as meaning anti-industrial and anti-capitalist, but not necessarily socialist. Yet personally, I remain a socialist. 
The future ecocentric economic foundation of society remains to be defined, although it will not be capitalist, i.e., a society based on endless economic growth and consumerism, population growth, private profit, and human-centeredness. As for “biocentrism”, it is the more popular movement term, while “ecocentrism” is the more ecologically and scientifically aware term. Both “biocentrism” and “ecocentrism” are used interchangeably by left biocentrists.
Since the mid-1980s I have tried to blend theoretical and practical environmental work, from a deep ecology perspective. I have published articles and book reviews in a variety of environmental and green publications, including the Earth First! Journal. My work has included investigating and writing about controversial issues, e.g. green theory, aboriginal concerns, green electoralism, seals, fundamentalism – religious and economic, ecofascism, etc. Interests in forest and forestry-related issues have remained a central theme of my work within Nova Scotia. I also have published in Canadian left publications, e.g. Canadian Dimension and the Socialist Studies Bulletin, when they would accept my deep ecology advocacy articles. Yet a lot of the work is unpublished.
There is a common but misleading perception that the deep ecology movement, particularly in North America, is hostile to the social justice concerns of the Left and is in fact anti-Left. Publishing this book would help to dispel this myth. (Arne Naess, in his main work, Ecology, community and lifestyle, has a sympathetic yet critical discussion of socialism and shows a sophisticated economic, political and power analysis, and a class perspective.)  
Left Biocentrism: Fostering New Earth Values and Social Justice for the World’s Peoples would show the needed ecocentric critique of the traditional Left, but also what can be taken from the Left and incorporated into a socially and politically conscious deep ecology. Left biocentrism needs to be seen as a valued part of the deep ecology movement. Supporting the publication of this book would be a concrete manifestation of this. The front is indeed long. It needs to include and welcome the biocentric Left.
March 3, 2005

 

~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~
BOOK OUTLINE
This book will be based on articles written by David Orton over a period of about twenty-five years, though most of them were written during the last few years. Each chapter theme will be discussed from past articles written on the topic, but placed in a contemporary perspective. The relevant articles are listed on the website under “A Taste of Green Web Writings and Left Biocentrism
Provisional Title
Left Biocentrism:
Fostering New Earth Values and Social Justice for the World’s Peoples
By David Orton
Introduction: Personal Biography and Intellectual Biography
Personal biography: Orton’s social origins in England: working class, wartime evacuation to the countryside, shipwright dockyard apprenticeship, and boyhood interests in wildlife and nature; the reason for the emigration to Canada; and the last twenty years of living in place in rural Nova Scotia. (One comes to eventually understand that one is a Canadian, and that one does not want to go “home” to Britain any more.)
Intellectual biography: unconscious social democracy of family background in England; Canadian radical politics and their reflection in the university as a student and short-lived faculty member in the 1960s; naturalist and outdoor involvement, environmental engagement and the beginnings of an ecological consciousness.
Chapter One: Pre-Deep Ecology Environmental Work
 
Forest and wildlife struggles in British Columbia, South Moresby and Tsitika watershed involvement – the fallacy of “multiple use” or “integrated resource management.” The credo of industry: “Forest management for the primary production of timber;” the conservatism of naturalist organizations and the limiting assumptions of mainstream environmentalism.
The critique of pulpwood forestry and of “natural resource management” in Nova Scotia, and the ecological perspective. Uranium exploration/mining and the self-interest of the trade union movement. Discussion of why unions and employers have an economic interest in the continuation of industrial society and its priorities. Organizational differentiation from mainstream environmentalism: not accepting government or corporate financing or “working the system.”
Chapter Two: Embracing Deep Ecology and Various Problems
Deep ecology as the ideological counter to “resourcism,” the world view that the non-human world exists as raw material for the human purpose. Acceptance of the eight-point Deep Ecology Platform. Deep and shallow ecology and implications for industrial capitalism. Three key ideas: non-human centeredness; the necessity for a new spiritual relationship to Nature; and opposition to the idea of “private property” in Nature. Deep ecology as part of the larger green movement – as the first social movement in history to advocate a lower material standard of living, from the perspective of industrial consumerism. Nature as a Commons and not to be privatized.
Problems: ambiguity and the “conceptual bog” (Richard Sylvan) of deep ecology; who ‘owns’ deep ecology and how does it evolve; Self-realization and the psychological self-absorbed path of “transpersonal ecology” (Warwick Fox); the unreality of non-violence and Gandhi, and implications for organizing; NO necessary separation of the peace, social justice and ecology movements; lack of real political, economic, social analysis, or class perspective by most deep ecology writers; lack of awareness of the imperial role of the United States and its world-wide consumption of “resources”; the isolation of deep ecology academics and their lack of accountability to the movement, etc.
Chapter Three: Characteristics of Left Biocentrism
Social base of left biocentrism, theoretical and practical views, handling contradictions among left biocentrists. Is there a role for anarchism? Unity and differentiation with deep ecology. Other Left paths in deep ecology and green theory: deep green theory (Sylvan), radical ecocentrism (McLaughlin), green fundamentalism (Bahro), revolutionary ecology (Bari), and ecologism (Dobson). Characteristics of socialist biocentrism and why it is inadequate. Drafting of the Left Biocentrism Primer in 1998.

Chapter Four: Aboriginal Issues in Canada

A general overview of aboriginal issues as articulated in the 1996 Canadian Report of the Royal Commission on Aboriginal Peoples (5 volumes) and a left biocentric critique given. Implications of aboriginal views for wildlife, forestry, parks, land claims and social justice. What should be supported and what should be opposed on ecocentric and social justice considerations? Past treaties dictated to aboriginals by a feudal-colonial state in Canada – can they be models for contemporary land use and redress of grievances? Treaty rights or social and ecological justice today: going beyond human-centeredness, treaties, land ownership and property rights. What is the relationship of contemporary aboriginal views to deep ecology and left biocentrism within industrial capitalist society?  Deep stewardship of traditional aboriginal thinking as human-centered. The imposition (and implications) of the industrial consumer culture on aboriginals and non-aboriginals. 

Chapter Five: Green Electoralism and Left Biocentrism

Deep ecology in contention for the consciousness of the green movement (Realo/Fundi discussion). How the environmental movement in Canada and elsewhere should define itself – reformist or subversive. Assumptions of green electoralism and their congruence with the continuation of industrial capitalism and shallow ecology. Ecological politics across the ‘isms’ of bourgeois society (Bahro). The disenfranchisement of the electorate with the parliamentary road and liberal democracy: alternative ecocentric visions which undermine industrial capitalist society cannot be advanced through the electoral process, as they go against short-term economic interests. The fundamental dilemma: eco-capitalism – ‘sustainable development’, ‘natural capitalism’, ‘cradle to cradle’ etc., or revolutionary ecocentric change. The overall tendency towards absorption and neutralization for “green” electoral parties and why this occurs. Liberal democracy and ecocentric democracy: why they are incompatible. Is there a political vehicle for a revolutionary deep ecology in our contemporary world? Why some left bios work inside green parties and why others work from the outside, and the example of the federal Canadian Green Party. 

Chapter Six: The Ecocentric Critique of the Left

Green movement has replaced the socialist/communist movement as the center of innovative debate and alternative thinking. No Earth justice without social justice. Discussion of the positive ideas of the Left: e.g. society should control the economy and not the economy control the society; collective responsibility for all members of a society and opposition to the cult of individualism and selfishness; class dimensions of environmental, economic and social issues; etc.
Opposing the negative ideas of the Left: e.g. human-centered world view; hostility to population reduction; Nature having no intrinsic value or worth unless transformed by human labour; seeing capitalism, not industrialism, as the main problem; lack of an alternative economic model; hostility towards Earth spirituality; denial of personal responsibility for ecological destruction or social actions, etc.
The Earth can belong to no one – the fiction of “ownership” of the Earth and its life forms. (Bahro, Livingston and Naess) Moving to usufruct use, accountability to a community of all beings. Defining the ecocentric Left, the NECESSITY that it be a vital component of a radical deep ecology movement.
The primacy of ecocentric consciousness and that social justice, while very important, is secondary to such a consciousness. Ecocentric justice as much more inclusive than human justice.

Critique of “social environmentalism” in the mainstream environmental movement, where social justice is upheld over environmental justice: social ecology, eco-Marxist and ecofeminist positions. 

Chapter Seven: The Ecofascism Attack on Deep Ecology

Supporters of deep ecology are uncomfortable and on the defensive about ecofascism. “Ecofascism” as an attack term, with social ecology roots, against deep ecology and the environmental movement; linking deep ecology with Hitler’s “national socialist” movement, i.e. the Nazis. “Fascism”, a term whose origins and use reflect a particular form of HUMAN social, political and economic organization, now with a prefix “eco”, used against environmentalists. On the other hand, for supporters of deep ecology the concept “ecofascism” conjures thoughts of the violent onslaught against Nature and its non-human life forms, justified as economic “progress”; the so-called “Wise Use” movement in North America, which sees all of Nature as available for HUMAN use. Different views of deep ecology and social ecology on ecofascism, the love of Nature, spiritual transformation, non-coercive population reduction, controls on immigration, etc. Deep-green German ecophilosopher and activist Rudolf Bahro (1935-1997), accused by social ecology supporters of being an ecofascist and a contributor to “spiritual fascism”. Bahro’s conflict with left and green thought orthodoxies and his interest in building a mass social movement. How Bahro saw left “ecosocialist” opportunists, for whom ecology was just an “add-on”, without a transformation of world view and consciousness. Bahro’s resignation from the Green Party, because he saw that the members did not want out of the industrial system.
Chapter Eight: The Left Biocentric Forest Vision
A vision of animals and plants, along with rocks, oceans, streams and mountains having spiritual and ethical standing. Industrial forestry model to be phased out in favour of low impact, value-added, selection forestry. Appropriate social policy alternatives for forestry workers and communities to be deep-ecology inspired. Sustainable forestry in a sustainable society. Questioning some ecoforestry positions: that forests need be managed or “restored”; that forests can be managed in an ecologically sensitive way. Why forests should be left “unmanaged.” Forest “certification” as a “green” marketing gimmick. What is a deep-ecology inspired forestry, and the need for primacy of non-economic interests in maintaining a living forest. For example, see the article “Some Conservation Guidelines for the Acadian Forest” on our web site.
Chapter Nine: Animals and Earth Spirituality
Deep ecology supporters as defenders of wild animals and their habitats. Placing animals in an ecological, political, economic and cultural “context”. Opposing hunting in protected areas and parks, and uniting with traditionalist aboriginals against the “resourcism” of industrial consumerist society. Acceptance of subsistence hunting, subject to the status of a species. Problem with ethical social relativism. Earth spirituality, animals and organized religion; the Abrahamic faiths and the Vedic religions. Modern day religious fundamentalists, who aim to re-sacralize human societies, not the natural world. The pre-industrial past. How deep ecology supporters want to re-sacralize Nature. The need for a new language and a new philosophical and spiritual outlook. The need to respect all animals as an integral part of preserving the community of life.
Chapter Ten: Religious and Economic Fundamentalism
The need to understand religious fundamentalism and economic fundamentalism and how they relate to each other, their threat to the world. Both fundamentalisms are antagonistic to the goals of the deep ecology movement. Fundamentalism as a form of “security” in religious conformity, as refuge when cultures are falling apart. Different kinds of religious fundamentalisms. Grievances in the Islamic world, inequality between Arabs and Jews; the subservience of Arab states to U.S. foreign policy, etc. The oil issue. Economic fundamentalism as an attempt to impose, if necessary by force, one economic model on the world. U.S. economic fundamentalism and its rhetoric of “freedom,” “democracy,” “individual initiative,” etc. The threat posed by U.S.-style economic fundamentalism to the well-being of the planet and its diverse inhabitants. Globalization and how its opponents are being “squeezed” by Islamic and US economic fundamentalism.

Chapter Eleven: Tributes
Tributes to Winin Pereira, Richard Sylvan and Rudolf Bahro – three people from India, Australia and Germany, who had an important influence on the conceptualization of left biocentrism. The tributes were written on learning of their deaths and are brief testimonials to this influence.  [I would now also include Arne Naess, from Norway.]
Conclusion: The Present Situation for Left Biocentrism and Deep Ecology
An assessment of the current situation for the philosophy of deep ecology as an influence on the green and environmental movements. Also, a look at the status, at this time, of the theoretical tendency of left biocentrism within deep ecology.
Appendix
1. The Deep Ecology Platform
2. The Left Biocentrism Primer
March 3, 2005 [Slightly revised April 30, 2011]

May 13, 2011 Posted by | anti-endustriyalizm, anti-kapitalizm, anti-otoriter / anarşizan, ekolojist akımlar, sistem karsitligi, somuru / tahakkum, türcülük, doğa / hayvan özgürlüğü | 1 Comment

Permakültürle Kenti Dönüştürmek – Emet Değirmenci

“…topraktan bir şey almadan önce yerine ne koyacağını düşün!”
Maori sözü

Kentler kültürel, ekonomik ve sosyal birikimin yoğunlaştığı yerler olduğundan nüfusun da çok olduğu yaşam alanlarıdır. Yiyecek en temel gereksinmelerin başında geldiğine göre kentte bulunduğum sürece düşünmüşümdür; bu kadar yapılanmış çevrede bunca insan nasıl yiyecek bulabilir –hiç değilse bir kısmını nerede üretebilir diye… Aynı zamanda kentler tüketim odaklı endüstriyalist bir yaşam tarzının dayatıldığı mekanlar olduğundan ekolojik ve toplumsal krizin yoğunlaştığı yerler haline gelmiştir. Ancak kentte yaşayanlara ‘kırsala dönüp ekolojik bir yaşam kurarsan kurtulursun’ diyemeyeceğimize göre bulunduğumuz yerlerde çözüm üretmek durumundayız.

Öncelikle bir kent uzmanı olmadığımı belirteyim. Ancak yaşamımın büyük bir kısmını dünyanın en güzel, bazı yönlerden ise en sorunlu sayılabilecek kentlerinde geçirdim ve geçirmekteyim. Bu durumun aynı zamanda beni zenginleştirdiğini düşünüyorum. O halde benim kente bir borcum var, çözümün bir parçası olmalıyım. Ekolojik konulara uzun yıllardır kafa yoran biri olarak son beş yıldır permakültür odaklı edindiğim profesyonel deneyimler, bana kentte hem iyi bir gözlemci olmam gerektiğini hem de yukarıda Maori deyişinde belirtildiği gibi hep almayı değil, almadan önce yerine ne koyacağımı düşünmek gerektiğini daha iyi öğretti. Bu yazıda permakültürle yaşadığımız yeri nasıl ‘bizim’ kılabileceğimize bakmaya çalışacağım. Evimizin önünü temiz tuttuğumuz gibi, bizim olanı da kirletip yok etmeyiz hatta sahip çıkarız değil mi?

Ekolojik yaşam tasarımı diye tanımlanan permakültür organik yiyecek yetiştirmekten ötedir. Kentte yaşamımızı planlarken bir düşünelim; merkezileştirilmiş su ve elektrik şebekesi ya da ulaşım sistemi herhangi bir nedenle sekteye uğrasa yaşamımız ne kadar kendine yeterli olacaktır? Suyumuz ve yiyeceğimiz nerden geliyor ve bize ulaşana değin ne kadar ekolojik ayak izi ya da karbon ayak izi oluşturuyor? Komşularımızla ne kadar karşılıklı dayanışma ve yardımlaşma içindeyiz? Permakültürle tüm bunlara hem bireysel hem de toplumsal anlamda çözümler ararız. Karbon ayak izimizi azaltmak (hatta mümkünse yok edecek şekilde) yerelliğe dayanan tasarımlar yapmaya çalışırız. Üreteceğimiz tasarımlar biyolojik ve ekolojik bilgeliğe dayanıp zorluklara (herhangi bir afet anı dahil) dayanıklı olmalıdır. Bu nedenle çözümlerimiz yerel kültüre, iklime, coğrafyaya, sosyal yapıya ve daha bir dizi öğeye bağlıdır.

kentte permakültür olursa nasıl olur?

Permakültür küçük ölçekli alanlarda bolluk yaratmayı amaçladığına göre kentteki yaşam alanları buna iyi bir örnek teşkil eder. Bu yöntemle yarım dönümlük bir bahçeden dört kişilik bir ailenin yiyecek gereksiniminin yarıdan çoğu karşılanabilir. Bu kadar alanınız yok ve hatta apartman dairesinde yaşıyorsak yine de bir şeyler yapabiliriz. Örneğin, apartman ya da site yönetimini yağmur suyu hasadı yapmaya ikna edebilir, mutfak ve banyodan gelen gri suyu yeniden kullanıma sokabiliriz.

Bunların yanı sıra balkon bahçeciliği ve dikine bahçecilik gibi yapılabilecek yaratıcı uygulamalar bulabiliriz. Öngörülere göre su sorunumuzun gittikçe artacağını dikkate alınırsa önerilerime su tasarrufu odaklı devam edeceğim. Ankara’da bir arkadaşıma balkonunda şifalı otlar ve yenebilir çiçeklerden kilim desenli bir bahçe oluşturmayı önermiştim. Böylece hem balkonundaki alan genişleyecek hem de şifalı otlar mutfağında yanıbaşında olacaktı. İşte size Zon (Mıntıka) 0’da yani yaşadığımız evin içinde Zon 1 yaratmak. Burada tasarımlarımızda kullanılacak alanımızı kullanım sıklığına göre bölgelere ayırdığımızı anımsatmalıyım. Üstelik bu modelde yukardan azıcık su konmasıyla -eğer doğa dostu temizlik ürünü kullanıyorsanız hatta küllü suyu kendiniz yapıyorsanız- bulaşık suyunuzla tüm bahçeyi sulayabilecek ve salatanıza koyacağınız maydanoz, nane, kekik vb baharatlı otların kokusuyla salatanızı yiyeceksiniz. Buna ek olarak belki apartmanınızın tepesine kolektif bir çatı bahçesi yapabilir, hatta bir köşesini haftada bir paylaşacağınız potlaçlara ayırabilirsiniz. İstanbul’un göbeğinde yaşadığım yıllarda böylesi bir alan oluşturduğumuzu ve çocuklarımızın bile ortamdan ne kadar zevk aldığını hala anımsıyorum. Yalnız çatı çok güneş aldığından bitkilerinizi kanopi bahçesi olarak yerleştirmeniz önemli olabilir.

Bir de solucan kompostunun apartman dairelerinde dahi hiç kokusu olmadan yapılabileceğini yine kendi deneyimimden biliyorum. Solucan kompostu mutfağınızdan çıkan birçok biyolojik atığı toprağa dönüştürecektir. Bunun altından alacağınız suyla ve toprağıyla yapacağınız kompost çayı bitkilerin yaprakları ve dalları üzerine serpilirse, hem hastalıkları önler hem de büyümelerini hızlandırabilir. Evinizde direk güneş almayan bir yere koymanız yeterlidir. Ben bir sene boyunca yaşadığım dairede yer olmadığı için banyomda uyguladım ve gayet iyi çalıştı. Üstelik banyonun nemi de en sıcak yaz aylarında dahi kompostumuza serinlik sağlamış oluyor. Solucan şerbetinin balkon bitkileri için kullanımı çok pratiktir ve oldukça çekici bir rengi vardır. Avustralya’da çalıştığım organik yiyecek kooperatifinde şişeleyip satıyorduk ve yanlışlıkla meyve suyu sanılıp içilmesin diye şişenin üzerine uyarıcı etiket yapıştırıyorduk. Üç ayda bir solucan kompostunun en altında biriken toprağı ve solucanları ayırıp apartmanın bahçesindeki bitkilere koyduğunuzda onlar da bayram edecektir.

kolektif projeler toplum bahçeleri ve kent çiftlikleri

İstanbul’un eski bostanlarında ne kadar kolektif bir çaba vardı bilmiyorum ama çocukluğumda İstanbul Bostancı’daki bostanları biraz anımsıyorum. En azından gidip oradan soğan, marul, domates alırken yiyeceğimizin bir kısmının nereden geldiğini ve hangi koşullarda kimin yetiştirdiğini biliyorduk. Tarihsel olarak daha da öteye gidersek, bir zamanlar İstanbul tarihi yarımada çevresinin kentin yiyecek ambarı olduğunu biliyoruz. Günümüzde büyük bostanlara yer kalmadığına göre küçük ölçekli de olsa kolektif kent bahçeleri yaratabiliriz. Eğer kolektif bir ruhla yapılırsa kent toplum bahçeleri dediğimiz bu alanlar aynı zamanda sosyal olarak da topluma çok şeyler kazandırıyor.

Altı yıl önce Yeni Zelanda’nın başkenti Wellington’da bir kilise bahçesinin bir dönüm kadar alanını
atıklardan temizleyerek yenebilir bitkilerden oluşan bir peyzaj yarattık. Böylece hem atıl ve atık deposu haline getirilmiş bir toprak parçasını yeniden diriltmek hem de eğimli bir arazide nasıl tarım yapılacağı konusunda bilgi ve becerilerimizi geliştirmiş olduk. Daha öncesinde, kent belediyesinden talep ettiğimiz kentin göbeğinde bir başka alan daha vardı ki; oranın bize tahsis edilmesi neredeyse üç yıl uğraştırdı. Proje detaylarının kent belediyesi tarafından kabul görmesi ve yerel gruplara kendimizi anlatmamız çok çetrefilli bürokrasiyle uğraşmayı gerektirdi. Yaklaşık dört dönümlük bu alandaki toprak DDT’den orta düzeyde etkilenmişti. Toprağını iyileştirme (remediation) yöntemlerini de böylelikle beceri dağarcığımıza ekleme fırsatı elde ettik. Kendi insiyatifim olan “Innermost Gardens” adını verdiğimiz her iki proje de aynı zamanda çok kültürlülüğe hizmet ediyor. Şu anda çeşitli permakültür eğitimlerinden, okul çalışmalarında toprakla ilgili beceriler kazandırmaya kadar çok sayıda etkinlik için eğitim merkezi haline gelmiş durumdadır.

Türkiye’de ekolojik pazarların yanı sıra Toplum Destekli Tarım’a adım atılması sevindirici. Yakın çevrenizdeki bir grup insanla ortaklaşarak; örneğin İstanbul’da Şile, Çatalca, Silivri’deki çiftçilerin kendi arazilerinde yetiştirilmiş ürünleri tercih ediyor olmak o çiftçilerin doğrudan desteklenmesi anlamına geliyor. Böylelikle üretici ve tüketici arasında doğrudan kurulan organik bağlar mevsim dönüşümlerini toprakla ilintili birçok paylaşıma açık olacaktır.

Bunun yanında kent bahçelerinden daha büyük ölçekte bir mahalleliye yetecek çokyıllık bitki ve ağaçlardan (aralarında tekyıllıklar da olabilir) bir yiyecek ormanı yaratmak da mümkündür. Avustralya’dan İskandinavya’ya kadar artık pek çok şehirde kolektif yiyecek ormanları oluşturuluyor. Şimdi yaşadığım ABD’nin Seattle kentinde dar gelirlilerin yararlanabileceği ve emek koydukları 10 dönümlük bir alanı kapsayan büyük bir toplumsal yiyecek ormanı projesi oluşturmaya çalışıyoruz. Şunu tekrarlamalıyım ki; bu tür projelerde gelişmiş ve demokratik denilen ülkelerde dahi bir dizi engele karşılaşabiliyor. Dolayısıyla sabırlı ve kararlı olmalısınız!

okullarda kolektif yiyecek peyzajları

Anadolu kültürünün bitkilerle tedavi birikimi bir hayli köklüdür. Bu zenginliği henüz kaybetmemişken gelecek nesillere taşımamız iyi olmaz mı? Örneğin, bahçesi olan okullarda bir bölüm yenebilir peyzaja dönüştürülebilir. Olmayanlara ise pencerede perde şeklinde atık (plastik tetrapak vb.) kutulardan bir pencere bahçesi oluşturabiliriz. Ve bunu çocuklarla ya da gençlerle yapacağınız bir proje haline getirebilirsek onlar da bu işten çok zevk alacaklardır. Genelde hidroponik denilen yalnızca suyla yapılan bu tür bir tarımı aslında az bir toprak kullanarak bitkilerimizi arada solucan suyuyla besleyerek de yapabiliriz. Örneğin, koşarken düşen bir çocuk aloverayı alıp dizine sürüp kendini tedavi edebilir. Bu durumda okulda kimyasallardan oluşan bir ecza dolabı yerine çoğunluğu bitkilerle tedaviyi esas alan doğayla bütünleşme kültürü geliştirebiliriz.

Bir diğer örnek de anaokulu çocuklarının dahi çok zevk aldığı tohum topları yapma etkinliği var. Örneğin, gelincik papatya vb. vahşi yerlerde yetişebilecek yabani meyve tohumları dahil toplayarak yapılan tohum toplarını ilkbahar ve sonbahar da okulun ya da mahalledeki yolun bir kenarına bırakıp gelişmesi öğrencilerle izlenebilir.

Bugün gelişmiş ülkelerin çoğunda çocuklara ve gençlere sağlıklı yiyecek programları sunuluyor. Daha duyarlı okul yönetimleri bunu -okula kompost tuvalet yapmak gibi- permakültür uygulamalarına kadar götürebiliyor. Öyle ki, okul kantinlerinde öğrencilerin kendi yetiştirdiği sebze ve meyvelerden öğrenciler kendileri yiyecek hazırlayıp sunmaktalar. Hatta çocuklar, projelerine fon sağlamak için kafa yormaya ve pratik olarak bir şeyler yapmaya teşvik ediliyor. Oğlum ortaokuldayken yenebilir bitkiler bahçesini (bütçesi dahil) arkadaşlarıyla kolektif bir şekilde oluşturdu. Böylece hâkim eğitim sistemi birazcık da olsa sıkıcı olmaktan uzaklaşıp gerçek yaşamın bir parçası haline geliyor.

gözlem, deneyim ve paylaşım

Permakültür tasarımında alanla ilgili fiziksel olduğu kadar sosyal anlamda da dört mevsimlik (hatta olabiliyorsa daha fazla) bir gözlem yapılması önemlidir. Örneğin, Seattle’da kiralık evimin sahibi benim bir permakültür uzmanı olduğumu duyunca sevinmişti. İlk sorduğu bahçesindeki kara böğürtlenle nasıl başa çıkabileceği oldu. Bahçenin her yerini sarmış olan kalın köklü dikenli böğürtlenle başa çıkmak yağışı bol olan bir yerde kolay değildir. Buna çare olarak önce keçi sonra da domuz kiralamamız gerektiğinden söz edince ev sahibim güldü… Oysa gerçekten bunu iş edinen keçi ve domuzlar vardı. Hatta çevre düzenleme uzmanları, “eyvah ekonomik krizin olduğu bu yıllarda işimizi keçilere ve domuzlara kaptırdık” diye serzenişte bulunuyorlardı ve bu tür haberler basına da yansıyordu. Ev sahibim Lorena gelip gittikçe bakıyor ve kayda değer bir değişiklik görmeyince bir gün bahçemi ne zaman yapacağımı sordu. Ben de, “acelem yok bakıyorum; biz permakültürcüler önce uzun süre bakar düşünürüz” dedim. Nasıl bir tasarım yapmalıydım ki var olan alanı maksimum düzeyde verimli olarak kullanmalıydım. Üstelik kiracı olarak da giderken toprağa, kendime ve dostlarıma geride bir şeyler bırakmalıydım. Buna kiracılar için permakültür diyoruz.

Ev sahibim benden neredeyse umudunu kesmiş olacaktı ki sık sık sormaktan vazgeçti. Ancak ilkbahara doğru gelip gördüğünde “şimdi ne demek istediğini anladım” dedi. 10 çeşit böğürtlen, sonbaharda topladığım yapraklar ve alışveriş yaptığım marketten getirdiğim atık kutuları kendi yaptığım kompostla birleştirince bahçeyi ilkbahar için ekime hazır hale getirmiştim. Çevresi renkli şişelerden oluşan yılan biçimli şifalı otlar sarmalı ise küçücük ön bahçemde gelip geçenlerin ilgisini çekmeye başlamıştı. Benim için de verandada kitabımı okumak ve çayımı yudumlamak daha zevkli hale gelmişti.

su kullanımı

Su gereksinimi yağmur hasadı dışında mahalle bazında kurulacak sarnıçlarından karşılanabilir. Meksika’nın Oaxaca Etno Botanik bahçesini geçen sene (2010) ziyaret ettiğimde bu bahçenin suyu yaz aylarında bahçenin altında bulunan ve bir dönüm kadar alanı kaplayan devasa bir sarnıçtan karşılanıyordu. Bu sarnıç tamamen yağmur suyu hasadıyla dolduruluyor. Elbette bitkilerin çoğunun o iklime dayanıklı olanlardan seçildiğini eklemeliyim.

Son yıllarda gri su dediğimiz banyo ve mutfaktan çıkan suyun yeniden kullanıma sokulması yaygınlaşmaktadır. Akiferin gittikçe kuruduğu ve tatlı suyunun yüzde bire kadar düştüğü dikkate alınırsa bizim de bunu vakit geçirmeden dikkate almamız iyi olabilir. Endüstriyel etkinlikler ve yanlış arazi kullanımı Türkiye’nin de iklim değişiminden hayli payını aldığını, hatta Avrupa’da Karbondioksit emisyonları en fazla ülkelerden biri halinde olduğunu gösteriyor. Bu durumda her damla suyun korunması ve yeraltında yeniden döngüye geçirilmesi gerekmektedir. Ayrıca kullandığımız atık suyun belki de kilometrelerce ötedeki tesislerde temizlendikten sonra (eğer varsa) denize verilmesinin gideri yine bizim cebimizden çıkıyor. Oysa kompost tuvaletler oluşturulması, gri suyunsa bahçede kullanılması doğrudan bir çözüm oluşturabilir. Bazı verilere göre yağmur, kar vb. suların akiferde birikmesiyle dünya su stokunun sadece %1-5 arası bir kapasite yaratılabildiği söyleniyor. Bunu artırmanın önlemlerini bugünden almazsak su çatışmalarının arttığı bir gelecek bizi bekliyor olacaktır. Bunun yanında suyun özelleştirilmesinin ve akan dereler önünde barajlar yapmanın da en büyük tehlike olduğunu eklemeliyim.

kurulacak yeni kentler köy düzeyinde olmalı

Bu kadar sosyalleşmeyi seven bir toplum olarak sokakları ve kamusal alanları geri istemeliyiz. Kavşak noktalarını, bankları, açık hava toplanma yerlerini ve toplumsal imece evlerini yeniden yaratmalıyız. ABD’nin Oregon eyaletinde Portland kent halkı toplumsal ve ekolojik dönüştürme projeleri konusunda yalnızca ABD ye değil dünyaya örnek oluyor. “Kenti Onarma” (City Repair) adı altında gerçekleşen projeler her yıl 10 günlük bir festivalde uygulamaya dönüştürülüyor.

Bu etkinliklerde permakültür uygulamalarından eko köy tasarımlarına ve evsizler ve toplum dışına itilen diğer insanların projelerine yer veriliyor. Kavşaklar sanatsal bir şekilde yayalar için onarılıyor. Geri dönüşümlü doğal malzemelerden oturma yerleri, heykeller yapılıyor ve motifler yapılıyor. Bu toplumsal projeler imece şeklinde kolektif bir şekilde gerçekleştiği için ne belediyeye fazla yük oluyor ne de büyük paralar gerektiriyor. Böylece kente yaşayan bir kimlik kazandırıyor. Kentte bisiklet neredeyse temel ulaşım aracı haline getirilme durumundadır. Böylelikle orada yaşayanlar kendi emek verdiği köşe için ‘bizim’ diyor gerekirse ona zarar veren kişiyi uyarıyor. Aynı zamanda ‘kent arabalar için değil insanlar içindir’ mesajı veriliyor.

Bu sene 10. su yapılacak olan Portland City Repair projesinin öncüsü Mark Lakeman bir kent tasarımcısıdır. Lakeman’ı çeşitli konferans ve toplantılarda birçok kez izledim. Kentlerin tarihsel gelişimine bakarak, “Biz hepimiz aslında köylüyüz. Kenti köy haline dönüştürmek lazım” der. Yapılan etkinliklerin adına da ‘Village Building Convergence’ bir başka deyişle ‘Köy Yaratma Birlikteliği’ deniliyor. Kenti büyük ve atıl olmaktan ancak onu küçük birimlere bir başka deyişle köylere bölerek gereksinmelerimizin çoğunu yerel olanaklarla karşılayabilir, karbon ayak izimizi azaltabilir yabancılaşmanın büyük ölçüde önüne geçebiliriz.

Yukarıda söz ettiğimiz permakültür zonlarında (mıntıkalarında) kenti tasarlarken ya da revize ederken yaşam alanlarını daha fonksiyonel hale getirebilir böylelikle de karbon ayak izimizi daha da aza indirirken zamandan da tasarruf etmiş oluruz. Lakeman bu hareketi başlattıklarında yaptıklarının büyük bir kısmının yasal olmadığını ekliyor. Diyor ki, “ama yerel yönetime daha iyi uygulamalar için yardımcı olduk”. Görüyoruz ki yurttaş olarak verilenle yetinmemek daha iyisi için permakültürün bir diğer ilkesi gibi çözümü problemin içinde aramak, marjinal olanın yaratıcılığından yararlanmak daha güzel sonuçlar verebiliyor.

Bu yazı ilk olarak Mart 2011 tarihinde Arredamento Mimarlık Dergisinde yayınlandı.

KAYNAKLAR
-Pencere bahçeleri http://www.windowfarms.org/
-YZ deki InnermostGardens http://www.innermostgardens.org.nz/
– Meksika’nın Oaxaca kentindeki EtnoBotanik bahçesinin yeraltı su sarnıcı- http://gardenerinmexico.blogspot.com/2007/08/oaxaca-ethno-botanical-gardens.html
– Dünyada kullanılabilir ve su çatışmaları hkd- http://www.worldwater.org
-Seattle daki Permakültür Yiyecek Ormanı projesi- http://jeffersonparkfoodforest.weebly.com/
-ABD Portland Kenti Onarma Projesi- City Repair http://vbc.cityrepair.org

http://permakulturplatformu.org/?p=1551

May 6, 2011 Posted by | anti-endustriyalizm, anti-kapitalizm, ekokoy - permakultur, ekolojist akımlar, kent yasami, komünler, kolektifler, kooperatifler vb modeller | Leave a comment

“Muhalefet Üretmek”: Küreselleşme Karşıtı Hareket Şirket Elitleri tarafından Fonlanıyor – Muhalif Halk Hareketi Gasp Edildi

Global Research, Eylül 20, 2010
 
 
 
“[Ford] Vakfının yaptığı her şey Dünyayı kapitalizm için güvenli hale getirmek olarak görülebilir, olumsuz etkilenenlerin rahatlatılmasına yardımcı olarak toplumsal gerilimleri azaltmak, kızgın olanlar için emniyet sübabı sağlamak ve hükümetin işleyişini kolaylaştırmak (McGeorge Bundy, Başkan John F. Kennedy ve Lyndon Johnson’ın (1961-1966) Ulusal Güvenlik danışmanı, Ford Vakfı Başkanı, (1966-1979))“Sivil Toplum sektöründe çalışan birçok ilgili ve adanmış kişiye para ve siyasi kavramçatısı sağlayan egemen sınıf, toplumun tabanından gelen cemiyetlerin önderleriyle işbirliği yapabilmekte….ve sosyal adalet işinin neredeyse imkansız olduğu koşullarda fonlama, muhasebe ve değerlendirme gibi çok zaman alan ve zahmetli işleri yapabilmektedirler.” (Paul Kivel, Buna Demokrasi mi diyorsun, Kim fayda Görüyor ve Kim gerçekten Karar Veriyor?, 2004, s.122)

Yeni Dünya Düzeninde “sivil toplum”  önderlerini güç odaklarının iç çemberlerine davet ederken aynı anda  halkı da baskı altında tutma  ritüelinin iki önemli işlevi vardır. Öncelikle Dünya’ya küreselleşme muhaliflerinin bu güç odaklarıyla kaynaşabilmesi için tavizler vermeleri gerektiğini söyler. İkincisi küresel elitlerin –hüsnü tabiri ile demokrasi adı altında- eleştiriye konu olmaları gerektiğini ama buna rağmen meşru bir şekilde yönettikleri ilüzyonunu yayar. Üçüncüsü  küreselleşmenin “başka bir alternatifi olmadığını” dillendirir; köklü bir değişiklik mümkün değildir ve en fazla ümit edebileceğimiz şey bu hükümdarlarla hiçbir yere götürmeyen bir “al gülüm ver gülüm” ilşkisine girmektir.

Küreselleşmeciler her ne kadar iyi niyetli olduklarını göstermek için birkaç ilerici cümleyi lügatlarına monte etseler de onların temel hedeflerine meydan okunmamaktadır. Ve “sivil toplumla” kaynaşmanın amacı muhalif hareketi zayıflatıp bölerken şirket yapılanmasının pençelerini daha da güçlendirmektir. Bu oy birliği sürecinin anlaşılması önem arz eder çünkü Seattle, Prag ve Quebec’tek ilkeli genç insanların çoğu küreselleşme karşıtı gösterilere katılmışlardır çünkü  onlar paranın her şey olduğu düşüncesini, milyonların fakirleştirilmesini ve üç beş kişi zenginleşecek diye hassas Dünya’nın yıkımını reddetmektedirler.  

 Bu halk kesimi  ve bazı önderlerin alkışlanması gerekir. Ama daha ileriye gitmemiz gerekir. “Küreselleşmecilerin” hükmetme haklarına meydan okumamız gerekir. Kendi ülkelerimizde küreselleşmenin sıradan insanlara ne yaptığı mesajını veren kitle haraketleri örgütleyerek daha yüksek bir aşamaya yükselebilir miyiz? Çünkü Dünya’yı talan edenlere karşı harekete geçirilecek güç onlardır.” (Michel Chossudovsky,  The Quebec Wall, April  2001)

 “Rıza üretmek” (manufacturing consent) tabiri ilk kez  Edward S. Herman ve Noam Chomsky tarafından dile getirildi.

“Rıza üretmek” şirket medya tarafından kamu oyunu yönlendirmek ve “bireyleri değer ve inançlarla donatmak” için kullanılan propaganda yöntemini tarif etmektedir:

Kitle iletişim araçları genel topluma mesaj ve simgeler iletme görevi görür. Bireyleri oyalamak, eğlendirmek, bilgilendirmek ve toplumun kurumsal yapılarına entegre edecek değer, inanaç ve kuralları telkin etmek onların işlevidir. Zenginliğin belli odaklarda toplandığı ve büyük sınıfsal çıkar çatışmalarının olduğu bir dünyada bu rolü gerçekleştirebilmek sistemli bir propagandayı gerektirmektedir. (Manufacturing Consent, Edward S. Herman ve Noam Chomsky)     

“Rıza üretmek” kamu oyunu yönlendirme ve şekillendirme anlamını ima etmektedir. Uydumculuk, karar vericilere biat ve toplumdaki hiyerarşinin kabulünü sağlar. Yerleşik toplumsal düzene boyun eğilmesini talep eder. “Rıza Üretmek” kamu oyunun ana akım medyanın anlattığı hikaye, yalan ve uydurmalarına biat edilmesini ifade eder.   

“Muhalefet Üretmek”

Bu makalede egemen sınıfın çıkarlarına hizmette önemli bir rol oynayan “muhalefet üretme” kavramına  odaklanacağız.

Çağımız kapitalizminde demokrasi ilüzyonu hakim olmalıdır. Yerleşik toplumsal düzeni tehdit etmediği sürece muhalefetin ve eleştirinin kabulü egemen elitlerin çıkarınadır.  Amaç muhalefeti bastırmak değil muhalafetin sınırlarını belirlemek için muhalif hareketi şekillendirmek ve bir kalıba sokmaktır.  

İktisadi elitler meşruiyetlerini sürdürmek için küresel kapitalizmin temellerini ve kurumlarını sarsabilecek radikal muhalefet türlerinin gelişmesine engel olmak amacıyla sınırlı ve kontrollü muhalafet türlerini desteklerler.

Diğer bir deyişle “muhalafet üretmek” Yeni Dünya Düzenini koruyan ve sürdüren bir “emniyet sübabı” görevini görür.

Ancak bunun etkili olabilmesi için “muhalefet üretimi” muhalefetin hedefi olanlar tarafından dikkatlice düzenlenmeli ve gözlemlenmelidir.

Muhalefeti Akçelendirmek”

Muhalafet üretimi nasıl gerçekleşir?

Muhalefet hareketinin hedefi olanlardan muhalefet hareketini örgütleyenlere para akışı sağlanarak gerçekleştirilir.

Oy birliği siyasetçileriden onay almayla sınırlı değildir. Büyük kurumları kontrol eden iktisadi elitler, tarih boyunca yerleşik iktisadi ve toplumsal düzene karşı muhalefet hareketinin içinde bulunmuş sayısız STK ve sivil toplum kuruluşuna da himaye ederler. Briçok STK’nın ve halk hareketinin programları hem kamu yardımlarına hem de Ford, Rockefeller, McCharty Vakıfları ve diğerleri gibi özel fon kurumlarına dayanır.   

Küreselleşme karşıtı hareket Wall Street ile Rockefeller ve diğerleri tarafından kontrol edilen Teksas petrol devlerine karşıdır. Ancak Rockefeller ve diğerlerinin vakıf ve hibe kuruluşları, faaliyetlerini denetlemek ve şekillendirmek için  anti-kapitalist örgütleri ve çevrecileri (Büyük Petrol şirketlerine karşı olan) büyük bir cömertlikle akçelendirirler.  

“Muhalefet üretme” mekanizmaları savaş karşıtı koalisyonlar, çevreciler ve küreselleşme karşıtı hareketin de dahil olduğu ilerici örgütlerdeki bireylerin bileklerinin büküldüğü ve sessizce rıza gösterdikleri manipülatif bir ortam gerektirir.  

Egemen medya “rıza üretirken” , karmaşık STK ağı  (buna bazı alternatif medya parçaları da dahildir) egemen elitler tarafından muhalefet hareketini yönlendirip bir kalıba sokmak için kullanılır.

Küresel iktisadi sistemin 1990’larda deregülasyonu ve finansal yapının aniden zenginleşmesini müteakip, vakıflar ve hayır kurumları tarafından fonlama (akçelendirme) işleri tavana vurdu. Acı ve gülünç bir şekilde Wall Street’teki hileli kazançlar elitlerin vergiden muaf vakıf ve hayır kurumlarına aktarıldı. Bu düşeş mali kazançlar sadece siyasetçilerin satın alınmasına değil, STKlara, araştırma enstitülerine, toplum merkezlerine, dini gruplara, çevrecilere, alternatif medyaya, insan hakları kuruluşlarına, vs’ye aktarıldı. “Muhalefet Üretimi” STKlar tarafından ya da doğrudan vakıflarca fonlanan “liberal sol” ve ilerici medya” için de geçerlidir.

Asıl amaç “Muhalefet üretmek”  ve “egemen elitlerin arzu ettiklerini söyleyen” bir muhalafetin sınırlarını belirlemektir. 

Buna karşılık birçok STK’ya batılı istihbarat örgütleri adına çalışan ajanlar sızmıştır. Dahası internetteki ilerici alternatif medyanın büyük bir kısmı şirket vakıflarından ve bağış kurumlarından alınan fonlara bağımlı hale gelmiştir. 

Bölük Pörçük Aktivistlik

Egemen elitlerin amacı halk hareketini  “tek başına hareket eden aktivistlerden oluşan” büyük bir mozaiğe dönüştürmek olagelmiştir. Savaş ve küreselleşme artık sivil toplum eylemlerinin ön saflarında yer almaz.  Aktivizim artık bölük pörçük yapılan bir şeydir. Birbiriyle bütünleşik bir küreselleşme ve savaş karşıtı hareket yoktur artık. İktisadi buhran ABD’nin yürüttüğü savaşla ilgili görülmemektedir.

Muhalefet bölündü. Birbiriyle bütünleşmiş bir kitle hareketinden ziyade birbirinden ayrı “konu odaklı” protesto hareketleri (çevre, küreselleşme karşıtlığı, barış, kadın hakları, iklim değişikliği, vs) teşvik ediliyor ve cömertçe fonlanıyor. Bu mozaik G7 karşıtı toplantılarda ve 1990’ların Halk Buluşmlarında halihazırda egemendi.  

Küreselleşme Karşıtı Hareket

1999 Seattle karşı zirvesi küreselleşme karşıtı hareket için istisnasız bir başarı olarak yüceltildi: “tarihe geçecek bir eylemci topluluğu Seattle’daki Dünya Ticaret Örgütü zirvesini engelledi, küreselleşme karşıtı bir kıvılcım çaktı.” (Bknz. Naomi Klein, Copenhagen: Seattle Grows Up, The Nation, 13 Kasım, 2009). 

Seattle, kitle hareketinin tarihinde gerçekten de önemli bir dönüm noktasıydı. Farklı evveliyatlardan, sivil toplumdan, insan hakları örgütlerinden, çevrecilerden oluşan 50.000 kişi ortak bir amaç için bir araya geldi. Amaçları neoliberal gündemi kurumsal tabanıyla birlikte dağıtmaktı.  

Ancak Seattle büyük bir geri kayışında habercisiydi. Toplumun tüm kesimlerinde artan muhalefet nedeniyle DTÖ Zirvesi dışarıda demokratik görünmek için “kendi yandaşı” sivil toplum önderlerinin yanıltıcı katılımlarına ümitsizce ihtiyaç duydular.  

Binlerce insan her ne kadar Seattle’da bir araya geldiyse de perde arkasında neo-liberalizm de facto (resmen olmasa da fiilen) bir zafer kazandı. Görünürde DTÖ’ye karş olan bir avuç sivil toplum örgütü DTÖ’nün küresel ticaret mimarisinin meşrulaştırılmasına katkıda bulundu.  DTÖ’ye hükümetlerarası yasadışı bir kurum olarak meydan okumak yerine DTÖ ve Batılı Hükümetlerle zirve öncesi bir diyaloğa onay verdiler. “Onay alan STK katılımcıları sayısız kokteyl ve resepsiyonu da kapsayan çeşitli resmi buluşmadaki dostane ortamlarda elçiler, ticaret bakanları ve Wall Street kodamanlarıyla kaynaşmaya davet edildiler.” (Michel Chossudovsky, Seattle ve Ötesi: Yeni dünya Düzenini Silahsızlandırmak, Covert Action dergisi, Kasım 1999, Ayrıca bknz Ten Years Ago: “Manufacturing Dissent” in Seattle).

Gizli gündem muhalefet hareketini zayıflatmak, bölmek ve küreselleşme karşıtı hareketi iş çevrelerinin çıkarlarını doğrudan tehdit etmeyecek alanlara yönlendirmekti.

Özel vakıflarca (Ford, Rockefeller, Rockefeller Kardeşler, Charles Stewart Mott, Derin Ekoloji Vakfı) fonlanan bu “akredite” sivil toplum örgütleri kendilerini halk hareketi adına resmen hareket eden lobi grupları olarak konuşlandırdılar. Tanınmış ve adanmış aktivistlerin önderlik ettiği bu örgütlerin eli kolu bağlandı. Yasadışı olan bir örgütün meşru olduğunu kabul ederek aslında (farkında olmadan) küreselleşme karşıtı hareketin zayıflamasına katkıda bulundular.  (DTÖ’nün 1 Ocak 1995’te kurulmasına yol açan 1994 Marakeş Zirvesi anlaşması). (Ibid)   

STK önderleri paranın nereden geldiğinin tamamen farkındaydılar. Ancak ABD ve AB’deki STK çevrelerinde vakıflar ve bağış kurumları şirketlerden bağımsız organlar olarak görüldü, örneğin Rockefeller Kardeşler Vakfı, Rockefeller ailesinin banka ve petrol şirketleri imparatorluğundan bağımsız olarak düşünüldü.

Özel vakıflara bağımlı maaş ve işlem maliyetleri ile bu durum kabul edilen bir döngüye dönüştü: Çelişkili bir mantıkla, şirket kapitalizmine karşı mücadele, şirket kapitalizminin sahip olduğu vergiden muaf vakıflardan alınan fonlarla sürdürülecekti. 

STKlara deligömleği giydirilmişti; varlıkları vakıflara dayanıyordu. Faaliyetleri çok sıkı denetleniyordu. Çelişkili bir mantıkla, anti-kapitalist eylemcilik bağımsız vakıfları aracılığıyla kapitalistler tarafından dolaylı olarak kontrol ediliyordu.

“İlerici Bekçiler”

Bu evrilen destanda IMF, Dünya Bankası ve DTÖ’den uygun bir biçimde hizmet gören  egemen elitler DTÖ ve Washington’a konuşlanmış uluslararası finansal kuruluşlara karşı olan muhalif hareketin ön saflarındaki örgütleri (çeşitli vakıflar ve bağış kurumları aracılığıyla) kolayca akçelendirdiler.

Vakıf paralarıyla akçelendirilen STKlar neoliberal siyasetlerin uygulanışını gözlemek için çeşitli “gözlemciler” oluşturdular ancak bunlar Bretton Woods ve DTÖ’nün siyasetleri aracılığıyla milyonlarca insanın fakirleşmesine nasıl katkıda bulunduklarını gündeme getirmediler. 

Yapısal Uyum Katılımcılık Gözlem Ağı (SAPRIN) Washington’da USAID ve Dünya Bankası’nın akçelendirdiği  bir STK olan Development Gap tarafından kuruldu.

Belgeleriyle açıkça ortaya konulmuştur ki IMF-Dünya Bankasının  yapısal Uyum Programının (SAP) gelişmekte olan ülkelere dayatılması ile kredi veren kurumların lehine, bağımsız devletlerin iç işlerine bariz bir müdahale biçimi oluşturulmuştur.  

SAPRIN’ın temel örgütleri, IMF-Dünya Bankası’nın “acı reçetesini”nin meşruiyetini sorgulamaktansa STKlar için işbirlikçi bir rol biçmiş, USAID ve Dünya Bankası ile kol kola çalışmıştır. Amaç IMF-Dünya Bankasının siyasi kavram çatısını reddetmektense neo-liberal günedeme “insani” bir görünüm kazandırmaktır: 

“SAPRIN Dünya Bankası ve başkanı Jim Wolfensohn tarafından 1997’de kurulan  ve adını Yapısal Uyum Katılımcı Gözlem İnisiyatifi’nden (SAPRI) alan küresel bir sivil toplum ağıdır.

SAPRI sivil toplum örgütleri, hükümetler ve Dünya Bankasının yapısal uyum programlarının ortak bir şekilde gözden geçirilmesi ve yeni siyasi seçeneklerin incelenmesi için üç parçalı bir uygulama olarak tasarlanmıştır. İktisadi karar aşamasında sivil topluma verilen aktif rolü meşrulaştırmak ve iktisadi siyasette ve iktisadi siyaset üretimi aşamasında değişiklik yapılması gereken alanları göstermek için tasarlanmıştır.  ( http://www.saprin.org/overview.htm  SAPRIN websitesi)

Benzer şekilde merkezi Geneva’da olan Ticaret Gözlemcisi (daha Önceden WTO Watch olan Trade Observatory) merkezi Minneapolis’te olan Tarım ve Ticaret Siyaseti Enstitüsü’nün (IATP) bir projesidir ve Ford, Rockefeller, Charles Stewart Mott ile diğerleri tarafından cömertçe akçelendirilmektedir. (Bkz aşağıda Tablo.1)

Trade Observatory, DTÖ ve NAFTA’yı gözlemlemeyle yükümlüdür. (NAFTA ve Amerika Serbet Ticaret Bölgesi –FTAA) (IATP, About Trade Observatory, Eylül 2010). 

Trade Observatory veri ve bilgi geliştirmenin yanı sıra “yönetim” ve “denetleme”yi de teşvik eder. DTÖ siyasetlerine kurban olanların denetlenmesi mi ya da  neo-liberal reformların baş rol oyuncularına hesap verme mi?

Trade Observatory’nin gözlem faaliyetleri hiçbir şekilde DTÖ’yü tehdit etmez. Aslında tam aksine ticaret örgütlerinin ve anlaşmalarının meşruiyeti asla sorgulanmaz.

Tablo 1 Minneapolis Tarım ve Ticaret Siyaseti Enstitüsü’nün (IATP) en büyük hibecileri
(tam liste için burayı tıklayınız)

Ford vakfı $2,612,500.00 1994 – 2006
Rockefeller Kardeşler Vakfı $2,320,000.00 1995 – 2005
Charles Stewart Mott Vakfı $1,391,000.00 1994 – 2005
McKnight Vakfı $1,056,600.00 1995 – 2005
Joyce Vakfı $748,000.00 1996 – 2004
Bush Vakfı $610,000.00 2001 – 2006
Bauman Aile Vakfı $600,000.00 1994 – 2006
Büyük Gölleri Koruma Vakfı $580,000.00 1995 – 2000
John D. & Catherine T. MacArthur Vakfı $554,100.00 1991 – 2003
John Merck Vakfı $490,000.00 1992 – 2003
Harold K. Hochschild Vakfı $486,600.00 1997 – 2005
Derin Ekoloji Vakfı $417,500.00 1991 – 2001
Jennifer Altman vakfı $366,500.00 1992 – 2001
Rockefeller Vakfı $344,134.00 2000 – 2004

Kaynak: http://activistcash.com/organization_financials.cfm/o/16-institute-for-agriculture-and-trade-policy

Dünya Ekonomik Forumu: “Tüm Yollar Davos’a Çıkar”  

Halk hareketi gasp edildi.  Seçilmiş aydınlar, sendika yöneticileri, sivil toplum örgütü önderleri (Oxfam, Uluslar arası Af Örgütü, Greenpeace de dahil) düzenli olarak Davos Dünya Ekonomik Forum’una davet edilirler ve burada dünyanın en güçlü iktisadi ve ticari aktörleri ile kaynaşırlar. Dünyanın egemen elitlerinin parmakla seçilmiş “ilericiler” ile kaynaşması “muhalefet üretme”nin altındaki ritüelinin bir parçasıdır.

Taktik “güvenilebilecek” sivil toplum önderlerini seçmek ve onları diyaloğa entegre etmek, onları halktan koparmak, temsil ettikleri işçilerin adına çalışan küresel vatandaşlar izlenimi vermek ancak büyük sermaye yapılanmasının çıkarlarına hizmet edecek şekilde davranmalarını sağalamak:

“STK’ların Davos’taki yıllık Toplantıya katılması toplumda büyük bir yelpazedeki ana paydaşların küresel gündemin belirlenmesi ve ilerletilmesine entegre olmalarını istediğimizin bir kanıtıdır….Davos Ekonomik Forumu iş dünyasına küresel ekonominin diğer ana paydaşlarıyla Forumun amacı olan  “dünyanın durumunu geliştirme” ülküsü için diğer ana payadaşlarla birlikte (STKlar) çalışma yapmak amacıyla ideal kavram çatısını sağlamaktadır. (World Economic Forum, Basın Açıklaması 5 Ocak 2001)

Dünya Ekonomik Forumu iş dünyasını temsil etmez. Seçkinci (elitist) bir toplantıdır: Üyeleri yıllık en az 5 milyar dolar ciroya sahip büyük küresel şirketlerdir. Seçilen sivil örgütler (STK’lar) ortak “paydaşlar” olduğu kadar “genellikle karar sürecinin dışında bırakılan sessiz kitle için” bir sözcü olarak da görülürler. (World Economic Forum – Non-Governmental Organizations, 2010)

“STK’lar [NGOs] dünyanın durumunu iyileştirmek için Froumla ortaklık kurarak çeşitli roller oynarlar. Bunların arasında iş, hükümet ve sivil toplum arasında köprü görevi görmek, siyaset yapıcıların halka bağlantı kurmasını sağlamak, masaya uygulanabilir çözümler getirmek . . “ (aynı eser)

“Dışarıda bırakılan” “sessiz kitle” adına küresel şirketlerle “işbirliği yapan” sivil toplum mu?

Sendika yönetcileri ile de işçi haklarına zarar vermek için işbirliği yapılır. Uluslararası Sendikalar Federasyonu (IFTU), AAFL-CIO, Avrupa Sendikalar Konfederasyonu, Kanada İşçi Kongresi (CLC) ve diğerlerinin önderleri İsviçre Davos’taki yıllık Dünya Ekonomik forumu (WEF) toplantılarına ve  bölgesel toplantılara düzenli olarak davet edilirler.  Bu kişiler aynı zamanda işçi hareketi için kabul edilebilir davranış kalıplarına odaklanan WEF’in İşçi Önderleri Cemiyetine de katılırlar. WEF “küreselleşme, iktisadi adalet, şeffaflık, denetlenebilirlik, ve sağlıklı bir küresel finans sisteminin temin edilmesi için İşçi hareketinin sesinin önemli olduğuna” inanmaktadır.

Hile ve yolsuzlukla oluşturulmuş “sağlıklı bir küresel finans sisteminin mi?” İşçi hakları konusundan bahsedilmemektedir. (World Economic Forum – Labour Leaders, 2010).

Dünya Sosyal Forumu: “Başka Bir Dünya Mümkün”

1999 Seattle karşı zirvesi birçok açıdan Dünya Ekonomik Forumunun (WEF) gelişiminin temellerini attı.  

Dünya Ekonomik Forumu’nun ilk buluşması Ocak 2001’de Porto Alegre, Brezilya’da gerçekleşti. Bu uluslararası buluşma halk tabanlı örgütler ve sivil toplum kuruluşlarından on binlerce eylemcinin (aktivistin) katılımını sağladı.

STK’ların ve ilerici örgütlerin Dünya Sosyal Forumu (WSF) buluşması Davos Dünya Ekonomik Forumu (WEF) ile aynı anda yürütüldü. Dünya Sosyal Forumu, şirket liderleri ve maliye bakanlarının katıldığı Dünya Ekonomik Forumunu eleştirmeyi ve muhalafet etmeyi hedefliyordu. 

Dünya Sosyal Forumu (WSF) başlangıçta Fransa’dan ATTAC ve Brezilya’dan çeşitli STKların bir girişimiydi:

“… Ocak 2000’de Fransız STK platformu ATTAC’ın başkanı Bernard Cassen, Brezilya işverenler örgütü başkanı  Oded Grajew ve Brezilya STK’larından oluşan bir örgütün başkanı Francisco Whitaker “bir dünya sivil toplum buluşması” önerisini tartışmak üzere bir araya geldi; Mart 2000’de Porto Alegre belediyesinin ve Rio Grande do Sul eyalet hükümetinin resmi desteğini aldılar ki o dönemde her ikisi de Brezilya İşçi Partisi (PT) tarafından yönetiliyordu….. Friends of L’Humanité, Friends of Le Monde Diplomatique ve ATTAC’ın da içinde bulunduğu bir grup Fransız STK’sı Nice’de yaklaşmakta olan Avrupa Birliği zirvesinde düzenlenecek protestolar için bir  gündem belirlemek maksadıyla Paris’te “Seattle’dan 1 Yıl Sonra” başlıklı bir alternatif sosyal forum düzenlediler. Konuşmacılar “IMF, Dünya Bankası, DTÖ gibi bazı uluslararası örgütlere yeniden yön vermek…IMF’yi yok etmek değil ama görevlerine yeniden yön vermek suretiyle tabandan bir küreselleşme yaratmak” için çağrıda bulundular.  (Research Unit For Political Economy, The Economics and Politics of the World Social Forum, Global Research, 20 ocak, 2004)  

2001’de başlangıcından itibaren Dünya Sosyal Forumu (WSF) CIA ile 1950’lere kadar uzanan bağları bulunan Ford Vakfından gelen hayati fonlarla destekleniyordu: “CIA bağış kurumlarını kullanarak büyük meblağlarda paraları alıcıları paranın kaynağı hakkında uyandırmadan teşkilatın projelerine akıtıyordu.” (James Petras, The Ford Foundation and the CIA, Global Research, September 18, 2002) 

1990ların Halk Zirvelerini şekillendiren benzer bağışçı destekli karşıt zirveler ya da halk zirvelerine ait benzer prosedürler Dünya Sosyal Forumunda (WSF) da mevcuttu.    

“…Dünya Sosyal Formunun diğer hibecileri (ya da WSF lügatında denildiği gibi ‘paydaşlar’) arasında Ford Vakfı, –burada Ford Vakfı’nın her zaman ABD Merkezi Haberalma Teşkilatı (CIA) ve ABD’nin diğer genel stratejik çıkarları ile yakın işbirliği içerisinde hareket ettiğini söylemek yeterli olacaktır;şu anki Alman hükümetinde [2003] yer alan, Yugoslavya ve Afganistan’daki savaşları destekleyen  ve Alman Yeşiller Partisi tarafından kontrol edilen Heinrich Boll Vakfı (önderi Joschka Fischer is the Alman Dış İşleri [eski] bakanıdır); ve Oxfam (İngiltere), Novin (Hollanda), ActionAid (İngiltere) ve benzer daha nicesi gibi büyük fon kuruluşları bulunmaktadır.

Ne ilginçtir ki Dünya sosyal Forumu (WSF) Uluslararası Konseyinin bir üyesi bu kurumlardan alınan “büyük meblağlarda yardımların” şimdiye kadar [WSF organlarında] önemli tartışmalara neden olmadığını belirtiyor. Ve “Ford Vakfından fon alabilmek için İşçi Partisinin sürece dahil olmadığı konusunda yöneticilerin vakfı ikna etmek zorunda kaldıklarını” kabul ediyor. Burada iki noktayı belirtmeye değer. Öncelikle hibecilerin WSF’deki farklı güçlerin bileğini büküp rollerini belirleyebildiklerini gösterir –müdahil olacakların güvenilirlikleri konusunda ‘ikna edilmeleri’ gerekiyordu. İkincisi eğer hibeciler iyice ehlilleştirilmiş İşçi Partisinin katılımına itiraz ederlerse samimi bir şekilde anti-emperyalist olan güçlere verilen öneme daha da kuvvetle itiraz edeceklerdi. WSF’nin ikinci ve üçüncü toplantılarına kimin dahil edildiğini kimin edilmediğini açıkladığımızda durumun böyle olduğu görülecektir.

… WSF’nin ilkelerinin yer aldığı, 2001’de kabul edilen sözleşmede bile [WSF’nin] akçelendirilmesi konusundan bahsedilmemektedir. Materyalist olam Marksistler forumun doğasını anlamak için onun maddi temeline bakmak gerektiğini söyleyeceklerdir. (Parayı verenin düdüğü çaldığını anlamak için aslında Marksist olmaya gerek yok). Ancak WSF bu konuda hem fikir değil. Dünya Sosyal Forumu, Ford Vakfı gibi emperyalist kurumlardan fon alırken aynı zamanda da “dünyanın kapital ile ele geçirilmesi ve emperyalizmin her türüyle” mücadele etmektedir. (Research Unit For Political Economy, The Economics and Politics of the World Social Forum, Global Research, 20 ocak, 2004)

katılımcı “paydaş örgütlere”  McArthur Vakfı, Charles Stewart Mott Vakfı,  Friedrich Ebert Stiftung, the W. Alton Jones Vakfı,  Avrupa Komisyonu, çeşitli Avrupa hükümetleri (Tony Blair’iin işçi hükümeti de dahil), Kanada hükümeti, çeşitli BM organları (UNESCO, UNICEF, UNDP, ILO ve FAO) tarafından verilen dolaylı yardımlarla birlikte, Ford Vakfı Dünya Sosyal Forumunun ana destekçisiydi. (aynı eser)

Katılımcı birçok sivil toplum örgütü Ford Vakfından gelen ana desteğe ek olarak belli başlı vakıf ve hibecilerden de fon almaktadır. Buna karşılık ABD ve Avrupa menşeyli STKlar Ford ve Rockefeller parasını gelişmekte olan ülkelerdeki paydaş örgütlere –bunlar arasında çiftçi örgütleri ve insan hakları kuruluşları da vardır- akıtan ikincil fonlama ajanları olarak işlev göstermektedirler genellikle. 

Dünya Sosyal Forumu Uluslararası Konseyi (IC) çoğu vakıflar ve hükümetlerce akçelendirilen STKlar, sendikalar, alternatif medya kuruluşları, araştırma enstitülernden oluşmaktadır. (bknz.  Fórum Social Mundial). AFL_CIO, Avrupa Sendikalar Konfederasyonu ve Kanada İşçi kongresi (CLC) gibi Davos Dünya Ekonomik Forumundaki Wall Street CEOları ile kaynaşmaya davet edilen aynı sendikalar WSF’nin Uluslararası Konseyinde (IC) de yer alır. Dünya Sosyal Forumunun (WSF) Uluslararası Konseyinde yer alan başlıca vakıflarca fonlanan STKlar arasında Cenevre meşeyli Trade Observatory’i denetleyen Tarım ve Ticaret Siyaseti Enstitüsü (IATP) de yer alır (yukarıdaki analizimize bknz). 

WSF’nin Uluslararası konseyinde gözlemci konumunda olan Ticaret ve Küreselleşme Hibecileri Ağı (FTNG) anahtar bir rol oynamaktadır. Dünya Sosyal Forumu’na mali kaynak aktarırken aynı anda da başlıca vakıfları aklamaktadır. FTNG  “dünya çapında adil ve sürdürülebilir topluluklar yaratmaya adanmış hibeciler birliği” olarak tanımlamaktadır kendini. Bu birliğin üyeleri arasında  Ford Vakfı, Rockefeller Kardeşler, Heinrich Bohll, C. S. Mott, Merck Aile Vakfı, Açık Toplum Enstitüsü, Tides, ve diğerleri bulunmaktadır. (FTNG fon kuruluşlarının tam listesi için  bknz FNTG: Funders). FTNG Dünya Sosyal forumu adına fon oluşturan bir kurum olarak çalışmaktadır.

Batılı Hükümetler Karşı Zirveleri Destekelemekte ve Muhalefet Hareketini Bastırmaktadır.

Ne acı bir çelişkidir ki Avrupa Birliğinin de içinde bulunduğu hükümetler kendi siyasetlerini protesto eden ilerici grupların protesto tertiplerini akçelendirmek için bu gruplara para hibe etmektedir:

“Hükümetler de protesto gruplarının önemli finansörleri olmuşlardır. Örneğin Avrupa Komisyonu Gothenburg ve Nice’deki AB zirvelerini protesto etmek için geniş kitleleri örgütleyen iki grubu akçelendirmiştir. Hükümetin denetimindeki İngiltere milli piyangosu her iki protestoda da bir grubu akçelendirmiştir.”  (James Harding, Counter-capitalism, FT.com, 15 Ekim 2001)

Burada şeytani bir süreçle karşı karşıyayız: Evsahibi hükümet hem resmi zirveyi hem de Karşı Zirvede faal olarak görev alan STKları finanse etmektedir. Aynı zamanda doğrudan hükümet tarafından fonlanan STKların üyelerini de içeren, halk tabanından gelen Karşı Zirve katılımcılarını bastırmakla yükümlü çevik kuvvet (isyan bastırma) polisini de akçelendirmektedir. 

Aktivist gibi giyinmiş gizli sivil polis tarafından şiddet (araba yakılması, dükkanların tarumar edilmesi) uygulanmasını da içeren  bu birleşik operasyonun amacı muhalefet hareketini kötü göstermek ve katılımcıları da taciz etmekti. (Toronto G20, 2010) Daha geniş kapsamlı amacı ise karşı zirveyi bir muhalefet ritüeline dönüştürmekti ki bu resmi zirvenin ve ev sahibi ülkenin çıkarlarına hizmet etmekteydi. Bu mantık 1990lardan bu yana sayısız karşı zirve toplantısında hakim olmuştur.  

Quebec şehrindeki 2001 Amerika zirvesinde başlıca STKlar ve sendikalara Kanada federal hükümeti tarafından belirli koşullar altında hibe verildi. Protesto hareketinin büyük bir bölümü resmen olmasa da fiilen Halkların Zirvesinden uzaklaştırıldı. Bu durum bazı gözlemcilerin “karşı Halk Zirvesi” dediği paralel bir yürüyüş yolunun oluşmasına neden oldu. Buna karşılık protesto yürüyüşü hem yerel hem federal güvenlik güçlerince  “güvenlik çemberinin” ardında yoğun şekilde korunan tarihi eski kasabadaki FTAA zirvesine doğru değil, şehrin 10 km dışındaki uzak bir noktaya yönlendirildi.    

“Yürüyüş tertipçileri koruma tel örgüleri ve Amerikalar toplantısının zirvesine doğru ilerlemektense demir tel örgülerden uzakta boş yerleşim yerlerinden geçen birkaç mil ötede terkedilmiş bir alandaki stadyumun park alanına doğru bir rota seçtiler.” diye açıkladı Quebec İşçi Federasyonu (Federation des travailleurs et travailleuses du Quebec) (FTQ) başkanı Henri Masse.  “Şehir merkezinden bu kadar uzakta olduğumuz için çok üzüldüm.  . . Ancak bu bir güvenlik sorunuydu. “ 

FTQ’den bin görevli yürüyüşü sıkı bir biçimde denetledi. Yürüyüş bazı göstericilerin ayrılıp tepeyi aşarak demir tellere gitmeyi seçtiği aşamaya geldiğinde FTQ görevlileri CUPE’nin arkasında birlik halinde yürüyen Kanada Otomobil Endüstrisi İşçilerine (CAW) işaret ederek oturmalarını ve yürüyüşü durdurmalarını istedi ki böylelikle FTQ görevlileri kollarını kenetleyerek diğerlerinin yürüyüyüş rotasının dışına çıkmasını engelleyebilirlerdi.  (Katherine Dwyer,  Lessons of Quebec City, International Socialist Review, Haziran/Temmuz 2001)

Güvenlik Çerçevesi, Quebec 2001

Amerikalar Zirvesi 4 kilometrelik beton ve galvanizli bir sığınağın içinde yapıldı. 3 metrelik “Quebec Duvarı” tarihi şehrin bir parçasını, Milli Meclisin parlemento yerleşkesini, oteller ve alışveriş merkezlerini de içerecek şekilde çevreliyordu.

Quebec, Nisan 2001

Quebec 2001, Güvenlik tellerinin inşası

Quebec, Nisan 2001

$5.5 milyon ABD Dolarına mal olan Toronto G20 Güvenlik Tel Örgüsü, Haziran 2010

STK Önderleri Tabanına Karşı

2001’de Dünya Sosyal Forumu on binlerce adanmış aktivisti bir araya geetiren hiç kuşkusuz tarihi bir dönüm noktasıydı. Fikir alış verişi ve birlik bağlarının oluşturulması adına önemli bir buluşma oldu.

Sorun olan şey ise ilerici örgütlerin oynadıkları müphem roldü. İktidarın iç çemberleri, şirket ve hükümet fonları, hibe kuruluşları, Dünya Bankası,  vs ile kurdukları sıcak ve nazik ilişki kendi tabanları ile olan ilişki ve sorumluluklarını hiçe saymaktadır. Muhalefet üretmenin amacı budur: halk tabanından gelen eylemleri etkin bir biçimde susturabilmek ve zayıflatmak için önderlerin tabanlarından uzaklaştırılmaları.

Muhalefetin desteklenmesi aynı zamanda STK’lara sızmanın ve halk tabanından gelen hareketlerin protesto ve direnme stratejileri hakkında içeriden bilgi sızdırmanın da bir yoludur. 

Çiftçi, işçi ve öğrenci örgütleri gibi Dünya Sosyal Forumunda tabandan gelen, neo-liberalizm ile mücadele etmeye adanmış halk hareketi örgütlerinin çoğu, Dünya Sosyal Forumu Uluslararası Konseyinin şirket fonlarıyla olan bağlantılarından bihaberdi. Bu bağlantıların pazarlığı hem resmi hem de özel hibe kuruluşlarıyla bağlantısı olan bir avuç STK önderi tarafından kapalı kapılar ardında yapıldı.

İlerici örgütler karşılıksız fonlandırılmazlar. Hibelerin amacı muhalefet hareketini “pasifleştirip” yönlendirmektir. Hibe veren kuruluşlar tarafından kesin koşullar konur. Koşullar yerine getirilmezse paranın devamı kesilir ve hibeyi alan STK parasızlıktan ötürü resmen olmasa da fiilen iflasa sürüklenir.

Dünya Sosyal Forumu kendini  şöyle tarif ediyor: “neo-liberalizme ve dünyanın kapital ile egemenlik altına alınmasına ve emperyalizmin her formuna karşı olan sivil toplum grupları ve hareketleri tarafından derin düşünce, fikirlerin demokratik olarak tartışılması, önerilerin hazırlanması, deneyimlerin özgürce paylaşımı ve etkin eylemler için bağlantılandırılması için açık bir buluşma yeridir”. (bknz. Fórum Social Mundial, 2010).

Dünya Sosyal Forumu küresel kapitalizmin ve kurumlarının mirasına doğrudan bir tehdit oluşturmaz ya da meydan okumaz. Yılda bir kez toplanır. Çok sayıda toplantı ve atelyeden oluşur. Bu bağlamda Dünya Sosyal Forumunun bir özelliği de hibecilerin fonladığı 1990’ların G7 karşıtı halk Zirvelerinin özelliği olan “tek başına aktivistlik” kavram çatısını korumaktı.   

Bu bariz düzensiz yapı bilinçli olarak oluşturulmuştur. Tek tek bazı konularda tartışma teşvik edilir ancak Dünya Sosyal Forumunun kavram çatısı küresel kapitalizme karşı ortak bir platform ve eylem planının oluşturulmasına yardımcı olmaz. Dahası, Dünya Sosyal Forumunun  Ocak 2001’de Porto Alegre’de ilan edilmesinden birkaç ay sonra Orta Doğu’da ve Orta Asya’da ABD önderliğinde başlayan işgal, forum tartışmalarında dikkate alınmadı.     

Hakim olan şey büyük ve dallı budaklı bir örgütler ağıdır. Gelişmekte olan ülkelerdeki hibe alan halk örgütleri kendilerine parasal destek veren ABD ve Avrupa Birliği’ndeki paydaş STK’ların büyük vakıflar tarafından akçelendirildiğinden hemen hemen her zaman bihaberdiler. Para akmaya başlar ve tabandan gelen halk hareketinin sınırları belirlenir. Bu STK’ların önderlerinin çoğu muhalefet etmeye sınır koyan bir kavram çatısı çerçevesinde hareket eden adanmış ve iyi niyetli kişilerdir. Bu hareketlerin önderlerinin çoğu genellikle şirketlerden aldıkları fonlarla ellerinin ve kollarının bağlandığını fark bile edemeden işbirliğine mecbur kalırlar.

Küresel Kapitalizm ant-kapitalizmi finanse ediyor: abzürd ve çelişkili bir ilişki

“Başka Bir dünya Mümkün”ancak şu anki düzenleme ile buna erişilemez.

Dünya sosyal Forumunun, örgütsel yapısının ve önderliğinin şöyle bir silkelenmesi gerekir.    

Muhalafet muhalefetin hedefi olan aynı şirketlerce akçelendirildiği sürece anlamlı bir kitle hareketi olamaz. Ford Vakfı başkanı (1966-1979) McGeorge Bundy’nin sözleriyle ifade etmek gerekirse,[Ford] Vakfının yaptığı her şey dünyayı kapitalizm için güvenli bir hale getirmek olarak görülebilir.”

http://anadoluhaber.blogspot.com/2010/10/anadoluhaber-muhalafet-uretmek.html

April 6, 2011 Posted by | anti-kapitalizm, sistem karsitligi | Leave a comment

You Are The System – Keith Farnish (A Matter Of Scale, Chapter 15)

We’re nearly ready to do something monumental, but not quite.

I used to manage IT systems for a key component of the global economy (it makes me feel a bit gloomy that I knowingly helped prop up Industrial Civilization for a while, but more of that later) and whenever a major piece of work was due to be carried out I would first analyse all of the stages of the task, finding out where problems might occur; I would then assemble a team of people to help iron out any of these flaws and identify any other potential problems I might have missed. There were always one or two small things I missed, right up to the day of execution; and usually things that we had to deal with “on the fly”: no plan is perfect. That said, if a great deal of effort went into the planning process, the work was likely to be far more successful than just plunging into it, hoping everything would go fine.

So, here’s the plan: first, I want to go over a few key points, just so they are absolutely clear in your mind, no question; second, I want to go through the approach I have taken, in creating what I think is an effective solution. The reason for this transparent thinking is mainly because I don’t want you going into this as an unwilling partner. So many so-called environmental “solutions” assume that the reader / watcher / listener will blindly obey whatever tasks are set before them, leading to an outcome where the burnished sun sets over the shimmering sea, and we all march off into Utopia arm-in-arm.

It doesn’t happen that way.

I’m not saying the outcome won’t be far better than what we have today (it can hardly be worse) but I am in no mood for half-measures and want something that actually does the job of fixing the problems we face; not putting little green sticking plasters over the expanding cracks. What I am going to propose is radical, fundamental and frightening. It is also long-term, exhilarating and absolutely necessary. I would much rather scare people off who are not ready to make the commitment for a change of this scale than pretend they will be able to fix things by changing their electricity supplier, upgrading their cars and enlisting their friends in an orgy of “greensumption”.[i]

Transparency is the by-word, then. By reading this chapter you will understand why I have proposed what I have later on in the book. If you don’t like my train of thought then you could try reading Chapters Seven, Ten and Eleven again and see if they clarify things; if that fails then put this book down and come back to it in a few months time. Before you do anything, I want you to feel comfortable in your own mind with what lies ahead.

 

Your Part In All This

In Chapter Thirteen I went some way towards describing how Industrial Civilization operates; in particular the methods used to make sure people are no threat to the dominant culture, and an explanation of where the power really lies. If you were expecting a conspiracy theory, which placed the elite members of society in some unassailable position, guiding our every move, then you probably ended up disappointed. Yes, the rich and powerful do get a lot more material benefit from this unequal setup, but they are also teetering on the brink of psychosis whenever the power rush gets too much. There are an increasing number of people who subscribe to “New World Order” theories and the like; ideas that seem very appealing when you are stuck in a dark place, trying to get out. The Internet is awash with conspiracy sites[ii] describing in minute detail every cartel; every meeting; and every deal that takes place to ensure power is kept with the people who already have it. The complex structures that actually exist to ensure economic growth continues are benefiting greatly from this paranoid activity.

Here’s one example: suppose there is a large trawler that comes into port, day after day, its hold brimming with fish. Time passes and the size of the other crews’ hauls begin to diminish, as the fish stocks are gradually depleted. The local population starts to become concerned about their future. One of the locals proposes a theory that the successful skipper is getting information about fresh shoals of fish from some mysterious source who has knowledge far beyond their understanding: a supernatural force, perhaps. This idea becomes accepted fact. Whispered discussions about this “higher power” fill the inns for many nights, but nothing is ever done because there is nothing that can be done to defeat such powerful entities. Meanwhile, the successful skipper continues to bring home heavy catches, and the fishing stocks keep getting smaller.

It turns out that the successful boat is actually equipped with a better form of sonar than all the other boats, imported from another country where it is already widely used. This being a small isolated fishing port, nobody else is aware of this new technology. Had the other crews taken time to look closer to home and cleared their heads of “higher power” thoughts, then they would have realised that one boat simply had better equipment than all the others. In order to protect the fishing stocks, their simple task then would have been to sabotage the sonar on the successful boat. Every time that sonar was repaired, they would sabotage it once again.

Ignoring the fact that the law may have eventually caught up with the saboteurs – after all, the law exists to maintain economic success above anything else – their efforts in attacking the immediate cause of the heavy catches would have prevented the fish stocks falling for a while; but then other boats in other ports may have started to use this sonar, hitting the stocks even harder. If the saboteurs wanted to deal with this further problem they could have became even more ambitious, they might wish to block the supply lines for the import of sonar equipment; they might go to the country of origin, or enlist local help, to prevent the manufacture of the sonar. Eventually though, as this is the Culture of Maximum Harm, jealousy and greed would take over, and the other crews would realise it was in their immediate economic interests to install their own sonar systems, catch everything they could, and to hell with the terminal decline of the fishing stocks!

There are two lessons here. First, the answer to a problem usually lies in a far more mundane place than people realise; it is only the way that we have been manipulated that causes us to look in the wrong places for solutions: to the law, to business, to politics, to hope. We rarely look closer to home for answers. We rarely look in the mirror and question our own motives. Richard Heinberg, author of Peak Everything has this to say about our addled state:

As civilization has provided more and more for us, it’s made us more and more infantile, so that we are less and less able to think for ourselves, less and less able to provide for ourselves, and this makes us more like a herd – we develop more of a herd mentality – where we take our cues from the people around us, the authority figures around us.[iii]

Second, good intentions rarely last long in this culture. In a way, there was some higher power in play here: the power that makes people give up good intentions and follow the path chosen for them by Industrial Civilization. The fishermen stopped trying to prevent the problem getting worse and instead decided to put their own snouts into the trough. That’s just the way it is: it’s what we have been brought up to do.

When you think about it, humans in this culture seem to want conspiracy theories about strange things we don’t understand; we seem to want unassailable forces running our lives from ivory towers; we seem to want this because we cannot accept that perhaps we are all in this together and the truth will hurt a bit too much. Driving a giant SUV, flying half way across the world for pleasure or buying the results of rainforest devastation because our culture makes these acts acceptable does not absolve the user – we must take some responsibility, for without accepting our role in this system then we have no chance of being freed from it.

You are part of the system. Get used to it.

*   *   *

The act of giving someone bad news is often easier than the thought of doing so: the period leading up to giving this news can get inside your head, invade your dreams and start to gnaw away at you; the act of passing on the news might be uncomfortable, but the moment is quickly gone, however difficult that moment is. The longer you leave things, the worse it feels. Receiving bad news works in much the same way; except that usually people don’t realise they are going to get it. The thought that something bad might happen to you in the future; now, that really can play tricks with your mind – you try and avoid the situation, put it off for as long as you can but, as long as the outcome isn’t truly terrible, the execution is rarely as bad as you imagine it might be.

In the movie “The Matrix”, the thought that something was wrong gnawed at Neo, the perpetrator of eventual change, for years; but when he found the truth, it was as much a liberation for him as it was a shock. Neo found that he could do something about his situation because he had knowledge, and because he fully understood his position. Once you accept things as they are – that you are part of the problem and, thus, you have a part to play in the solution – you actually start to feel better, as though the weight of ages has been lifted from your shoulders.

You are part of the system; you have to take responsibility for your part of the problem: how does that feel?

Your place in the system is as a component in a massive food web. Like all food webs, it is driven by energy; physical energy sources like oil, gas, coal and radioactive materials drive the machines that ensure money keeps floating to the top of the vat where the Elites skim it off to add to their wealth. If you are resourceful or in a role that holds some status, you can have some of this wealth too, and the material trappings that come with it. Without the energy that drives the web, though, there is no money, and there is no web. It is not just the oil, gas, coal and the various sources of radiation that keep the web operating though – people are equally vital, more so in fact. Unless people run the machines, staff the shops, build the products, drive the lorries, create the advertisements, read the news and enforce the law, the web will collapse upon itself, bringing the entire hierarchy down with it.

Think back to the chapter about cod. The cod are positioned high up in the food web in terms of the amount of food energy they require to remain alive: they operate at a high trophic level, but without the organisms at the lower levels – the sand eels, the tiny copepods and the minute plankton – they cannot exist. Without the cod, the scavenging hagfish might start to suffer (although the windfall of bodies would provide rich pickings for a long time) but the sand eels one level down would be delighted: they would flourish. Think of your place in civilization; think of your job, or your role in society, and how it relates to the people sitting right at the top, or even those somewhere in the middle, aspiring to move upwards. What do you want to be, a wheel or a cog?[iv]

Yes, you are part of the system; but you are far more important than the people higher up in the web: you are the engine, the energy source, the reason for its continuation. You are the system. Without your cooperation, without your faith, the system would have no energy and then it would cease to exist.

I don’t know about you, but that makes me feel good.

 

Building Solutions

Industrial Civilization has to end; I made that clear in Part Three. There is no doubt that, sooner or later, it will collapse, taking much of its subjected population with it: oil crisis, credit crunch, environmental disaster, pandemic – whatever the reason, it will eventually fail in a catastrophic manner. This may not happen for fifty or a hundred years; by which time global environmental collapse will be inevitable. That is one option; the other is for it to die, starting now, in such a way that those who have the nerve and the nous to leave it behind can save themselves and the natural environment that we are totally dependent upon.

Be assured, no one is going to go into the heart of the “machine” and rip it limb from limb, because the machine has no heart, it has no brain. This civilization is what we have ended up with after a series of deliberate (and sometimes accidental) events intended primarily to give power and wealth to a privileged few. What we have now got is an entire culture that values economic growth above everything else, a toolkit of malicious methods for keeping that cultural belief in place, and an elite, ever-changing group of people who have become pathological megalomaniacs, unable to cope with the sheer amount of wealth and power this culture allows them to have.

Given that we all appear to be in this together (although some of us are beginning to realise that it doesn’t have to be that way) how on Earth is it possible to bring down something so monumental? The answer lies in the nature of Industrial Civilization itself – its key features are also its greatest weaknesses.

Take the simple article of faith that is Economic Growth. We have, I guess, agreed that there is nothing sustainable about it – however you cut the pie, the natural environment is bound to lose out all the time the economy is growing. In order to sustain a “healthy” level of economic growth, the consuming public has to know that when they spend some money they will still have some left. The definition of “having money to spare” has been stretched out of all proportion in recent years as creditors have extended peoples ability to spend beyond their means, while still thinking they are solvent. Whether that spare money is in the form of savings, cash, investments or credit, though, the important factor is that the potential consumer will stop being a potential consumer as soon as they realise there is no more money left to spend. Having a paid job is one way of ensuring (at least for a while) that you can pay for things; in fact, this is the major factor affecting Consumer Confidence.

Across the world, governments and the corporations that control them are in a constant cycle of measuring consumer confidence. The USA Conference Board[v] provides the model for most of the indices used by the analysts. The importance of confidence to economies is critical:

In the most simplistic terms, when…confidence is trending up, consumers spend money, indicating a healthy economy. When confidence is trending down, consumers are saving more than they are spending, indicating the economy is in trouble. The idea is that the more confident people feel about the stability of their incomes, the more likely they are to make purchases.[vi]

This creates an interesting situation: it is possible, indeed probable, that to create catastrophic collapse within an economy, and thus bring down a major pillar of Industrial Civilization, the public merely have to lose confidence in the system. This is reflected in other, related parts of civilization: following the attacks on the World Trade Centers in 2001, the global air transport industry underwent a mini-collapse; the BSE outbreak in the UK in the early 1990s caused not only a temporary halt in the sale of UK beef, but also a significant drop in global beef sales. Anything that can severely undermine confidence in a major part of the global economy can thus undermine civilization. 

The need for confidence is a psychological feature of Industrial Civilization; there are also two physical features that work together to create critical weaknesses. The first of these is the complexity that so many systems now exhibit. I mentioned the “farm to fork” concept in Chapter Eleven, indicating that the distance travelled by food items is becoming increasingly unsustainable. Overall, the methods used to produce food on a large scale, in particular the high energy cost involved in cultivating land, feeding livestock, transforming raw materials into processed foods, chilling and freezing food, retailing it and finally bringing it home to cook, not only demonstrates huge inefficiencies but also exposes the number of different stages, involved in such a complex system. The same applies to electricity; in most cases electricity is generated by the burning or decay of a non-renewable material, which has to be removed from the ground in the form of an ore, processed and then transported in bulk to the generation facility. Once the electricity is generated, in a facility with a capacity of anything up to five gigawatts[vii], it has to be distributed, initially over a series of very high voltage lines, and then through a number of different power transformation stages (all the time losing energy) until it reaches the place where the power is needed. Both of these examples – and there are many more, including global money markets and television broadcast systems – consist of a great many stages; most of which, if they individually fail, can cause the entire system to collapse.

The second of this potentially debilitating pair of features is the overdependence on hubs. Systems are usually described as containing links and nodes, a node being the thing that joins one or more links together; a road is a link, and the junctions that connect the different roads together are the nodes. Systems that have many links and nodes are called “networks”; food webs are networks, with the energy users being the nodes, and the energy flows being the links. Networks made up of links that develop over time, based on need, are referred to as “random” networks: the US interstate highway system is one such random network, as is the set of tunnels created by a family of rabbits. Networks created intentionally to fulfil a planned purpose, usually with the potential to expand, are called “scale-free” networks, good examples being the routes of major airlines.

  

Figure 2: Route map for a major US airline, showing the almost total dependence on three large hubs (Source: Continental Airlines Route Maps)

A node within a network that joins together a great many links is known as a hub: Industrial Civilization uses hubs a lot. Thomas Homer-Dixon describes the situation like this:

Although researchers long assumed that most networks were like the interstate highway system, recent study shows that a surprising number of the world’s networks – both natural and human made – are more like the air traffic system. These scale-free networks include most ecosystems, the World Wide Web, large electrical grids, petroleum distribution systems, and modern food processing and supply networks. If a scale-free network loses a hub, it can be disastrous, because many other nodes depend on that hub.

Scale-free networks are particularly vulnerable to intentional attack: if someone wants to wreck the whole network, he simply needs to identify and destroy some of its hubs.[viii]

In July 2001, a railway tunnel fire in Baltimore, USA caused the shutdown of a large part of the downtown area due to the heat generated within the tunnel, and the health risk posed by an acid spill. Over the next few days the surrounding rail networks were affected by the extra freight traffic diverted onto other lines, causing a number of bottlenecks in the greater Baltimore area.[ix] There was also one unexpected impact: Internet access across much of the USA slowed down dramatically. “The Howard Street Tunnel houses an Internet pipe serving seven of the biggest US Internet Information Service Providers (ISPs), which were identified as those ISPs experiencing backbone slowdowns.  The fire burned through the pipe and severed fiber optic cable used for voice and data transmission, causing backbone slowdowns for ISPs such as Metromedia Fiber Network, Inc., WorldCom, Inc., and PSINet, Inc.”[x] The Howard Street tunnel was a major artery for Internet traffic; its severance caused the same impact that the destruction of a major network hub would cause.

When you combine a set of key complex systems consisting of a large number of interdependent components, with networks that are increasingly becoming dependent on a small number of hubs, you create a structure that is extremely sensitive; irrespective of any safeguards that may have been built into it. Civilization is built upon these complex, interdependent systems, and these systems rely on networks to keep the flows of energy, data, money and materials moving. Civilization also depends upon its human constituents (you and I) having complete confidence in the way it operates: it needs faith. In both physical and psychological terms, Industrial Civilization is extremely fragile: one big push and it will go.

*   *   *

These are just thoughts, ideas, imperfect sketches for something that could work if it’s done properly. I can’t predict how things are going to turn out, even if what I am going to propose does succeed; nobody can predict something that hasn’t started yet. My train of thought won’t stop with the end of this book, but here’s where I am at the moment:

1.      The world is changing rapidly and dangerously, and humans are the main reason for this change. If we fail to allow the Earth’s physical systems to return to their natural state then these systems will break down, taking humanity with them.

2.      Humans are part of nature; we have developed in such a way that we think we are more than just another organism; but in ecological terms we are irrelevant.

3.      Regardless of our place in the tree of life, humans always have been, and always will be the most important things to humanity. We are survival machines.

4.      Our failure to connect the state of the planet with our own inarguable need to survive will ensure our fate is sealed. This must not happen.

5.      In order to bring us to a state of awareness, we must learn how to connect with the real world; the world we depend upon for our survival. We are all capable of connecting.

6.      Our lack of connection with the real world is a condition that has been created by the culture we live in. The various tools used to keep us disconnected from the real world are what make Industrial Civilization the destructive thing that it is.

7.      To gain the necessary motivation to free ourselves and act against civilization we need to get angry; and use that anger in a constructive way.

8.      To understand how to remove Industrial Civilization we must realise that we, along with everyone else in Industrial Civilization, are the system.

9.      Industrial Civilization is complex, faith-driven and extremely sensitive to change and disruption. It will collapse on its own, but not in time to save humanity.

I have read a lot of books, and a lot more articles and essays related to the problems that we face. I have heard people talking on the radio and on television proposing how everything can be sorted out. I have seen some wonderful movies that describe where we are going, how we got here and where we might be going. Some of these works reach an ecstatic crescendo before petering out in a gentle rain of hope. Some of them tell me what we should be doing; when it is obvious that the things suggested will not help, and could even make things worse. Some of them tell me I should not be looking for “solutions” to the problem at all – that there are no solutions, no cures, probably no chance at all. I haven’t read, heard or watched anything that could actually make things better.

Have I missed something?

I don’t think so. For one thing, I don’t subscribe to the idea that there are no solutions: agreed, there is no way of knowing if I have left something out – I probably have – and no way of completely tidying up the fallout that will inevitably result from the massive shift in society that is required. But that doesn’t mean you can’t have solutions, providing you know what the problem is. I know what the problem is, and so do you: at its heart, it is not environmental change and it is not humanity itself – it is that we are disconnected from what it means to be human. The solution is the answer to this simple question:

How can we reconnect with the real world?

I’m not asking people to help build a new set of systems, construct a new world order, design a new future – that kind of ambition is the stuff of civilization; the stuff of control, hierarchy and power. Connection is the most liberating, and powerful step you can take. If you know what is happening; if you know why it matters; if you know how to connect; and if you have the strength to reject the way this culture disconnects us, then you can change your own world, at the very least. That is the start of everything.

There are two dimensions to the solution, both of which I want to briefly explain before I show you the solution. The reason I am using dimensions is because the solution is not simple; it is much easier to understand something complex if you can break it down a bit.

 

The First Dimension: Cutting Across

In this dimension are the different actions that can be carried out to deal with the problem itself: our lack of connection. There are a few different aspects to this, some of which are more useful than others; but the nature of them makes it difficult to just make lists – they do tend to cut across each other depending on how you approach the problem. For instance, if we assume (correctly) that to bring civilization to its knees, economic growth has to stop, then it would seem logical to directly attack the instruments of the global economy: the investment banks, clearing houses, treasuries and the various things that link these nodes together. The problem is that, however exciting an idea this is, it doesn’t deal with the deeper problem – that civilization actually wants economic growth to take place: unless this mindset is removed then the systems will just be rebuilt in order to re-establish a growing economy.

Even more fundamentally, unless the reasons people feel that economic growth is necessary, i.e. the Tools of Disconnection are removed, then very few people are likely to spontaneously reconnect with the real world and reject economic growth. You can see, straight away, why a number of different dimensions are necessary. To put it simply, though, the “cutting across” dimension consists of those actions that (a) remove the forces that stop us connecting, (b) help people to reconnect and (c) ensure that the Tools of Disconnection cannot be re-established. If you are keen, try and think of at least one way to address each of these; then see if ours match up later.

 

The Second Dimension: Drilling Down

Almost every “solution” I have come across only deals with the problem at one or, at most, two levels. I feel like a razor blade company now, by saying I have a three level solution (“Not one, not two, but three levels of problem solving!”) but it’s no accident there are three levels. I started thinking about the nature of the problem at a fairly superficial level – the kind of level most of the “one million ways to green your world” lists pitch at – and immediately realised that, while suggesting what can be done to make things better is necessary, it assumes that there is a huge mass of people who actually want to do these things. You know already that very few people are connected enough to go ahead and do the, quite frankly, very radical things that need to be done: two more levels are necessary.

The second level, therefore, looks at the way individuals and groups of people change over time, and how the necessary changes in attitude can be transmitted throughout the population in a structured way, then accelerated beyond what conventional theory tells us is possible. I am only going to touch on the theory of this as it is pretty dry stuff, but the practical side of it makes for very interesting reading. The beautiful thing about using this multi-level approach – which you may already have realised – is that activities can be taking place at the first level, amongst the people who are already connected and ready to act, which then makes the process of motivating the more stubborn sectors of the population progressively easier.

The final level is the most fundamental of all, without which none of this can happen. It’s all very well me saying what people should do and how different sectors of the population can be progressively mobilised, but unless the individuals involved are ready to be engaged, nothing will happen. This level has to deal with the process of engagement and preparing people so that when asked, they actually want to act. The reason this is almost never addressed is a combination of, (a) writers who make the assumption that things will turn out ok (the “hope” trap) and (b) that this is a very difficult thing to do. I am going to attempt to resolve this.


[Continue to Chapter 16]


References

[i] That’s “green” consumption. A marvellous misnomer that I would use far more if anyone understood what it meant.

[ii] For examples you can visit www.conspiracyarchive.comwww.conspiracyplanet.comwww.theforbiddenknowledge.com and www.abovetopsecret.com. There are lots more you can try. The sad thing is that there are a lot of clever people writing a lot of good stuff, but conspiracy theories keep sidetracking them. Remember, a conspiracy is simply groups or individuals working together out of the public eye: you only have to read Chapter Thirteen to realise that the really sinister operations of Industrial Civilization are widely known; but we ignore them because “that’s the way it has to be”.

[iii] Quoted in “What A Way To Go: Life At The End Of Empire”, 2007, Directed by Tim Bennett, www.whatawaytogomovie.com.

[iv] Dmitry Orlov, “Civilization Sabotages Itself”, http://www.culturechange.org/cms/index.php?option=com_content&task=view&id=111&Itemid=42 (accessed 7 May, 2008)

[v] As of April 2008, the US Consumer Confidence Index was down, reflecting the dicey position of the global economy: a combination of the “sub-prime” market collapse, and the huge rise in oil prices. http://www.conference-board.org/economics/ConsumerConfidence.cfm (accessed 7 May, 2008).

[vi] Jim McWhinney, “Understanding the Consumer Confidence Index”, Investopedia, http://www.investopedia.com/articles/05/010604.asp (accessed 7 May, 2008).

[vii] Derived from MWh figure for global generating stations at http://carma.org/plant (accessed 8 May, 2008).

[viii] Thomas Homer-Dixon, “The Upside Of Down”, Souvenir Press, 2007.

[ix] Mark R. Carter et al, “Effects of Catastrophic events on Transportation System Management and Operations: Howard Street Tunnel Fire.” US Department of Transportation, 2001.

March 30, 2011 Posted by | anti-endustriyalizm, anti-kapitalizm, sistem karsitligi, somuru / tahakkum | 1 Comment

What If…We Stopped Using Money? Keith Farnish

 

I hadn’t exerted myself until I felt sick for quite some time: the rasping breath, accompanied by the gag reflex as each shallower gulp of air oxygenates the blood just a little less each time – halfway towards the crest of the hill and heading into a fierce headwind; but there’s a little more story to tell before we reach the top of that hill….

Gary and I had been talking beehives. His two-dimensionally restricted knee joint reflected more than sufficiently on that time in both of our lives when we start to realise that we are getting on. What we want to do is not always lived up to by what our bodies are capable of doing. His current physical condition – one that entailed putting his life on hold and his income in jeopardy – brought home in the gloaming light of a blustery day the fallibility of people, whether individuals, couples or entire families, should things not go quite to plan. As I internally mulled over how I could help, our conversation continually skipped between spin bowling, South African history and the aforementioned opportunity to do a bit of collective bee-keeping some time in the near future.

Shortly after noon I had to leave his company and make the contour-filled bike trip alongside the Eildons to Melrose; and back again into that horrible headwind, already laden with Scottish butter, a guilty jar of coffee, and (the source of our conversational foray) two jars of Galloway honey – all contained within a rucksack that refused to stay simply facing backwards. As I crested the hill hundreds of red dots emerged to the left of me. Scattered across the grass verge were the wind-deposited bounty of a beautiful plum tree.

With around five extra pounds of weight contained within the self-aware rucksack, I once again turned up at Gary’s house; leaving shortly afterwards much bereft of plums, but considerably heavier of potatoes. Later that day the remaining plums would find themselves baked in a cake; and some of the potatoes crushed along with a few ounces of the Scottish butter.

A Barter Way

Barter is older than money – this is why. If you have something and you want something else then you have three basic options: you can just take the thing you want from the person who has it; alternatively you can give some of what you have in exchange for the thing you want; finally, you can sell some of what you have in exchange for something that has no intrinsic worth, but on paper (coin, slate, bead, wooden disc…) has some pre-agreed value, then use that virtual value to purchase the thing that you want. These three options show an increase in complexity, which reflects the way human society has gone since the earliest non-settled people became first co-operative, then civilized.
 
I want to stress immediately that the word “civilized” does not imply something positive: civilized simply means living in very large groups – so large that the importation of “resources” and the exportation of waste is necessary – as part of a hierarchical system of rule. It does not mean “being nice”. If anything it means the opposite.

The barter system – being the exchange of goods or services for goods or services of an equivalent, but not necessarily fixed value – is by no means the purest form of co-operative arrangement; for if we are to really live in such a way that people can genuinely rely upon each other for their basic needs then other forms of exchange and giving, including unconditional giving are also required. However, compared to the ludicrously complex cash and credit-based systems that have become the norm in civilized society, bartering has a level of purity and immediacy that most civilized people find extraordinary, even deeply uncomfortable. With a £20 note in my pocket I know, pretty accurately how much of anything I could now go and buy – and am confident that note would be accepted, at least in the country where I live.

Now, if I were to carry around a sack of onions that I had grown myself (slightly unwieldy, but it’s easier to explain this way) then what are the chances that these would be accepted in the same ready manner in exchange for, say, a fancy haircut or a pair of trousers? Pretty slim, I would say, even if the two parties were able to agree on how many onions a pair of trousers was worth. You might be lucky to stumble across an unusually liberated storeholder, or simply get the deal for the sheer novelty value – but as a form of currency in the civilized world, onions stink!

Here’s the thing, though – unlike notes and coins, onions have intrinsic value: they can be eaten to provide nutrition and flavour in a meal. There are no signatures on onions; no promises to pay back the equivalent in some other non-real asset; no need for state-backed guarantees in an increasingly untrusting and disconnected society. They are onions. They are onions in Scotland, France, Egypt, Indonesia and Australia. Not everyone might like them or need them, but at least you know what you are getting; and there are always the tomatoes in the other bag.

So why doesn’t society barter more? Here’s a list of some reasons off the top of my head; see if you can think of any more:

– We don’t trust or know each other well enough to agree an equivalent value for different things;

– We don’t understand the intrinsic value of things without a cash equivalent;

– There is no way of profiting from bartering without obvious fraud;

– We cannot easily store everything we desire for later use;

– Bartering gives little opportunity to attain status through material possessions;

– Bartering is socially unacceptable in a capital society;

– Bartering requires preparation and, usually, pre-agreement.

Whether you consider these things to be inherently negative will depend largely on how you currently choose to conduct your day-to-day transactions (as opposed to being forced to). I find having to prepare for a transaction, and being unable to profit from it as being two inherently positive things – but then I’m a bit weird, according to the norms of society, which is probably a major reason I have been able to conduct a fair bit of business without cash; people sort of expect it of me. Nevertheless, bartering is seen, almost universally in civilized society, as being something people used to do but is no longer possible or even desirable. Here’s one example of the prevalent attitude with regards to taxation:

It is quite normal for ferreted rabbits to be swapped at the local butchers shops for pork chops, or for grazing to be exchanged for field maintenance. Hay bales can act as currency in return for building work, home made cakes and repairs to vehicles etc. All very innocent, rustic and encourages a paper free environment but this can underpin what can only amount to potential income tax, corporation tax or VAT non-disclosure or even fraud.

That might sound harsh but it is the hard fact. The dream of a paperless rustic society has to be shattered and simple tax legislation and the self-assessment requirement to keep good books and records intervenes. Clearly it is important to talk to clients to explain that undocumented and unrecorded ‘Barter’ is actually as dangerous and illegal as the ‘black economy’.

(Source: http://www.taxationweb.co.uk/tax-articles/business-tax/the-barter-system-%E2%80%93-the-hidden-evasion.html)


This is taken from an article entitled “The ‘Barter’ System – The Hidden Evasion”. Notice the patronising quotes around “Barter” and the insistence that bartering underpins fraud, regardless of the motivation behind it. Clearly the author, a tax advisor, is protecting her business, but what really comes home here is the notion that “this is not the way we do things”. I can’t begin to imagine the ire that a society based on not only bartering, but also giving and helping just because it’s the right thing to do would raise in the tax world!

And that alone is a very good reason to start using less money.

Less Money, Less Need

Let’s take a typical, albeit nameless, industrial civilized nation. A revolution of sorts has taken place, perhaps as a result of a lack of available money-earning jobs; perhaps because people have realised that cash and particularly debt are shackles that bind us rather than free us: around 50% less money is circulating within the personal tax system due to a plethora of part-time and lower-paid jobs, a huge number of people working for themselves and incorporating barter into their lives, and almost everyone being less profligate in their spending and borrowing. What would once have been hard financial times have been transformed into times of sharing, trust, low material need; and as a result the burden on the global ecosystem, the “resource” reservoir and the lives of people who normally serve the corporate system is relieved by a significant measure.

As a further result, the burden on the public purse becomes unbearable. Only half the money previously available is entering the system, and social collapse is imminent. At least, that’s what we are told, and most certainly led to believe by the simple fact that many people who don’t deal in money still have to declare their “income”:

If you engage in barter transactions you may have tax responsibilities. You may be subject to liabilities for income tax, self-employment tax, employment tax, or excise tax. Your barter activities may result in ordinary business income, capital gains or capital losses, or you may have a nondeductible personal loss.

Barter dollars or trade dollars are identical to real dollars for tax reporting. If you conduct any direct barter – barter for another’s products or services – you will have to report the fair market value of the products or services you received on your tax return.

(Source: http://www.irs.gov/businesses/small/article/0,,id=188095,00.html)
 
But if we did remove 50% of the money element from our lives, would that really lead to the societal collapse that the tax drain threatens to invoke; or is this just a way of making us complicit in the ways of the industrial machine?

In the absence of a truly mythical industrial civilization (who would want a mythical one when we have so many real ones to contend with?) I am going to use the latest available figures from the UK government to see what might happen in the event of a 50% drain in tax income. I fully acknowledge the scale of private involvement in what are ostensibly “public” services in most industrial economies; but would maintain that, in the event of a semi-cashless society emerging, reductions in spending on these services (such as electricity, water, telecommunications and transport) would easily match reductions in tax collection. Given this, it’s reasonable to just look at the effect of a 50% reduction in available income on services as a benchmark for the impact on the whole of society.
 

For this exercise I’ve used figures from a well-respected website that details public spending in the UK, helpfully also indicating what proportions of spending are through central government and which are through local government – this is relevant to how people perceive public services. By far the largest single chunks of public spending are Pensions and Healthcare, with 17.3% each. Now remember, we are not looking at the kind of slash in public spending that is currently taking place across the industrial world: a) it’s 50%, a far larger cut; (b) this cut assumes that the conditions exist whereby such a huge change in how we use products and services is made possible. Not only do we use less cash because there are alternative ways of doing things; we actually buy fewer non-essentials (it’s a relative term, but we’re talking things like electronic goods, vacations, most vehicles, luxury foods etc.) because the change in life has allowed people to appreciate what really matters.

So, looking at Pensions, we seem to have a sticking point already: but what is the purpose of a pension? Exactly, it’s to give people an income once they retire or are not able to do paid employment. But aside from the basic state pension, an awful lot of that fund is to pay for public sector pensions, which are quite generous. If fewer people worked in the public sector (they are bound to, because there is only half the tax coming in) then fewer people would need pensions. But if fewer people had above basic level pensions, how would they get by? Because people are spending less money – they are sharing, bartering, giving freely and getting when they are needy. Result: pension fund greatly reduced.

Healthcare is another huge cost, and this is one that could be cut much further than pensions: yes, people will still get ill, although with far more people focussed on their community the number and severity of, and need deriving from chronic conditions, particularly in the elderly, would be dramatically reduced – people look out for and care for each other better. Mental health costs, a genuine symptom of civilized society, would be way down as humanity’s real needs – in this case companionship and care – are far more readily available. Even acute conditions would be far less likely to develop severely as, again, people would be more willing to disclose problems and help deal with them at an early stage. And as we learn that cancer is an almost uniquely civilized condition, long term this may also start to reduce as the worst excesses of civilization are curtailed. This is no exact science, but you probably get a good idea of the wider implications of a more communal society.

The next largest cost on the list is general Welfare (15.1%), consisting largely of family and child financial benefits, and unemployment benefit. We are starting to face a few anachronisms here: in a barter-based culture, does “unemployment” benefit have any relevance? What about child benefit, the universal oddity that pays the same whatever the earnings (well, up to a very generous level) – does this fit into a culture of exchange where things like childcare (which are paid for through another family benefit), many essential food items, and all sorts of other things that CB was originally for are now greatly enmeshed in barter and giving? I’m not saying that there aren’t people in need; but there are certainly a lot fewer people in need within a co-operative way of living. This area of spending might become almost unnecessary.

Fourth on the list, and the last one in double-figures is “Education”, with 12.5% of the total public spend. We send our children to a local school, but are very much aware that the purpose of the public schooling system is to create good little wage-slaves for the future: at age 12 and 13 children in the UK are already having to decide where their specialities lie, so they can be funnelled through the system and placed in their employment pods (or on the “unemployed” pile) until they retire. This is why (a) we do an awful lot of real education at home and (b) our two children will be allowed to choose whatever subjects they like, undefined by whatever job aspirations the school system would like them to express. For the vast majority of industrial system families, school is also a very useful child-minding service – necessary because in a large number of cases both parents either choose to or find themselves having to go out to work. I’m not going to dwell on this much more: communal society; school system in tatters. We can learn in our communities.

So, that’s well over 60% of the public budget that can easily be cut by – oh, I reckon around 50%. What about the rest? Here’s a quick run through of the remaining big costs:

Defence: 6.6%

Not sure whether a more communal society would change any governments’ habits of a lifetime, but how much support would corporation sponsored and media cheered invasions get now?

Protection (police, courts and prisons): 5.3%

The main cause of crime is a lack of mutual care and attention; add to that the effect of the consumer society and it’s obvious what effect a change in values would have.

Central government admin: 4%

Hmm, less hierarchy and policy making – sounds like a plan!

Transport: 3.6%

A more close-knit and communal society travels less: less commuting, less need to “get away”, less desire or need for shopping or entertainment trips…

That takes it up to over 80%, with the other fifth being a quarter interest payments, and other services about to take a tumble like economic development (who needs corporations?), formal recreation and sport (time for a kick around, or a swim in the lake), waste management (it’s a less wasteful society by definition) and social housing (ok, that one can stay until we learn to build our own homes).

Feel free to accuse me of peering through rose-tinted specs – and you would be right if we were talking about the actual likelihood of a more mutually beneficial and communal way of living coming along under the current system of mind control – but I would contend that the benefits of living with far, far less money as a necessity are both economically possible, and then go way beyond simple economic sums. In short, the route to even a 50% reduction in our use of money is via enormous changes in the way we treat each other and ourselves; the way we look at the value of all things; the scorn we will inevitably cast upon the tireless system of birth-school-work-retire-die, that forgets to include the word “live” in its lineup. We could do a lot worse than simply consider a world without money, and then start to take some baby steps – get used to the temperature of the water, if you like, before taking a plunge into a different way of living.

http://earth-blog.bravejournal.com/entry/60133

March 30, 2011 Posted by | anti-endustriyalizm, anti-kapitalizm, sistem karsitligi, somuru / tahakkum, tuketim karsitligi | Leave a comment

The Problem With…Work – Keith Farnish

At what age do you think your working future is planned out for you? If you are conscious of the impact civilization has on our lives, you shouldn’t be surprised to hear that the answer is: “from birth”.

I could be writing this article about both the education system and the workplace, but there would be little point separating the two – real education has nothing to do with the education system we were taken through in our early years, and the children and teenagers of today are being taken through now. Neither is education anything to do with on the job learning or career paths; after all, what people have been brought up to do in Industrial Civilization is to do work, and not just any old work.

The population explosion of the last 200 years can be almost completely accounted for by the Industrial Revolution1. The growing population of Earth, from the traditional industrial hubs of Europe, into North America and Japan, and then across a huge swath of southern and south-east Asia largely consists of a mass of willing slaves brought up in the cities to be components of the industrial machine. To create wealth you need product; to create product you need people.

There were a few who saw what was going on and realised that some of the most brutal aspects of physical work needed changing: the great philanthropists of the West – Titus Salt, Lord Leverhulme, Joseph Rowntree – bear the passing of time, mellowed into a whimsical tale of pure goodness; ignoring the fact that the philanthropists were largely ensuring that their workforces remained loyal and hard-working. To be blunt, working during the Industrial Revolution in the West was hell; working in the new Industrial Revolution in the sweatshops, mines and factories of China, India, Indonesia, Vietnam: different sets of eyes, but the same vision of hell. Time may have passed, but all that has really changed is the location.

Yet, incredibly, the participants see such conditions as a necessary evil. Unionisation, a living wage and the promise that the company will do its best not to shorten your life is the best that can be hoped for. Such “victories” make life tolerable for those people working to make the shoes you wear, the food you eat and the televisions you watch, but they do not change the fact that we are all part of the machine. The education system is where it starts.

For centuries governments and dictators have twisted a population’s knowledge base to their own ends. We may look back in history, and gape at the ritual burning or enforced suppression of the works of authors whose printed ideas did not match those of the accepted orthodoxy, but the flames are closer than we like to admit. The Nazi elite stirred up hatred of anti-Nazi materials in a coordinated “synchronization of culture”2, while only a decade later the US government elite stirred up hatred of left-leaning beliefs in a coordinated exhumation of so-called Communist sympathisers; the Chinese government installed the Great Chinese Firewall to suppress “immoral” Internet access, while at the same time the US government continue to control information coming out of wartime Iraq and Afghanistan through the use of “embedded journalists”. In the last few decades, stories of censored schoolbooks in far off lands3 have made those in supposedly more enlightened nations cringe, yet in a culture that apparently promotes freedom of thought and expression, teachers are forced to become mouthpieces for the Culture of Maximum Harm:

The Government has worked with partners from the statutory and voluntary and community sectors to define what the five outcomes mean. We have identified 25 specific aims for children and young people and the support needed from parents, carers and families in order to achieve those aims.4

This is from the UK Government Every Child Matters programme, which “sets out the national framework for local change programmes to build services around the needs of children and young people so that we maximise opportunity and minimise risk.” Twenty-five aims, supposedly to promote the well-being of children, yet containing the following items:

·        Ready for school
·        Attend and enjoy school
·        Achieve stretching national educational standards at primary school
·        Achieve stretching national educational standards at secondary school
·        Develop enterprising behaviour
·        Engage in further education, employment or training on leaving school
·        Ready for employment
·        Access to transport and material goods
·        Parents, carers and families are supported to be economically active

National educational standards; Enterprising behaviour; Ready for employment; Access to material goods; Economically active – the progression is there for everyone to see. Even when veiled as being in order to “improve the lives of children”, the educational system is little more than an instruction manual for creating little wheels and cogs. I urge you to look at your own national curriculum, searching for words like Citizenship, Enterprise and Skills – it won’t take long to find the real motivation behind the education system where you live. “A child in the work culture is asked, ‘What do you want to be?’ rather than ‘What do you want to do?’ or ‘Where do you want to go?’ The brainwashing to become some kind of worker starts young and never stops.”5

This is a wake up call: look at the work you do and how it neatly fits into the industrial machine, ensuring economic growth and continued global degradation; think about your job and what part it plays in ensuring we remain disconnected from the real world; read your children’s books, talk to their teachers – find out how your own flesh and blood is being shaped into a machine part. As we are encouraged to work more and more in order to feed our inherited desire for material wealth and artificial realities, we lose touch with the real world; we pack our children off to day centres and child minders in order that we can remain economic units, and stop being parents; most of us work to produce things that nobody needs, and we are unable to perceive the things that we do need – food, shelter, clean air, clean water, love, friendship, connection.

The vast majority of us don’t need to do the job we do. The lucky few, who through chance or design have found work that is a fulfilling part of their lives rather than their lives being a slave to work, provide examples for the rest of us. Once you decide to break out of this cycle for all the right reasons and reduce your expenses to the bare minimum by refusing to follow the instructions of civilization, leaving your job and taking on something that provides you with a real living becomes easy.
The Earth Blog’s “The Problem With…” articles are short opinion pieces that take an uncompromising look at key things that affect the global environment.

This article is an edited extract from the author’s book “A Matter Of Scale”.  


1. Charles More, “Understanding The Industrial Revolution”, Routledge, 2000.
2. “Book Burning”, United States Holocaust Memorial Museum, 
http://www.ushmm.org/wlc/article.php?lang=en&ModuleId=10005852
3. For example: “China seizes books from Japan school because of Taiwan map”, Japan Today, 28 June 2005, http://www.ipcs.org/Jun_05_japan.pdf; Ali Asghar Ramezanpoor, “The Scope and Structure of Censorship in Iran”, Gozaar, http://www.gozaar.org/template1.php?id=1017&language=english.
4. 
http://www.everychildmatters.gov.uk/_files/F9E3F941DC8D4580539EE4C743E9371D.pdf
5. Jan Lundberg, “Unlucky to have a job”, Culture Change, http://www.culturechange.org/cms/index.php?option=com_content&task=view&id=115&Itemid=1

http://earth-blog.bravejournal.com/entry/26526

March 30, 2011 Posted by | anti-kapitalizm, anti-otoriter / anarşizan | Leave a comment

Building an Anti-Economy – CHRIS CARLSSON

EVEN WHILE CAPITALISM continues its inexorable push to corral every square inch of the globe into its logic of money and markets, new practices are emerging that redefine politics and open up spaces of unpredictability. Instead of traditional political forms like unions or parties, people are coming together in practical projects, from urban gardening in vacant lots to the suddenly ubiquitous do-it-yourself bike shops. More and more people, recognizing the degradation inherent in business relations, are creating networks of activity that refuse the measurement of money. They depend instead on sharing skills and technological know-how within new communities, such as the biofuels co-ops that have proliferated in many cities. Networks have grown, thanks to the spread of the Internet and other telecommunications techologies, and new kinds of “families” based on shared values, alternative living arrangements, and non-economic relationships are growing within the old society.

Collectively, I call these projects “Nowtopia.” Rarely do the individual participants conceive of them in political terms; day-to-day issues about how we live, what we do, how we define and meet our needs tend to be understood as outside politics. But all Nowtopian activities are profoundly political.

The Nowtopian movement embodies a growing minority seeking emancipation from the treadmill of consumerism and overwork. Acting locally in the face of unfolding global catastrophes, friends and neighbors are redesigning many of the crucial technological foundations of modern life, like food and transportation. These redesigns are worked out through garage and backyard research-and-development programs among friends using the detritus of modern life. Our contemporary commons takes the shape of discarded bicycles and leftover deep-fryer oil, of vacant lots and open bandwidth. “Really, really free markets,” anti-commodities, and free services are imaginative products of an anti-economy provisionally under construction by freely cooperative and inventive people. They aren’t waiting for an institutional change from on high but are building the new world in the shell of the old.

These practices require sharing and mutual aid and constitute the beginnings of new kinds of communities. Because these people are engaged in creative appropriation of technologies to purposes of their own design and choice, these activities embody the (partial) transcendence of the wage-labor prison by workers who have better things to do than their jobs. They are tinkerers working in the waste streams and open spaces of late capitalism, conjuring new practices while redefining life’s purpose.

Efforts to create islands of utopia have always flourished on the margins of capitalist society, but never to the extent that a radically different way of living has been able to supplant market society’s daily life. Nowtopians, and anyone determined to free themselves from the constraints of economically defined life, face the same historic limits that have beset all previous efforts to escape. Can the emerging patterns resist the co-optation and reintegration that have absorbed past self-emancipatory movements? The new apparatus of global production helps speed up the extension of market society, but it inevitably also speeds the spread of social opposition, the sharing of experiments and alternatives. Our moment in history is at least as exhilarating as it is daunting. 

http://www.orionmagazine.org/index.php/articles/article/3223

March 30, 2011 Posted by | anti-kapitalizm, ekotopya heterotopya utopyalar | 2 Comments

350.org say “Hello Business, Goodbye Grassroots” – Keith Farnish

For a while it wasn’t certain which side would blink first: the grassroots or the corporate loving heirarchy. Turns out that the grassroots blinked before the heirarchy had even been established. When, like 350.org you have a full time staff of just half a dozen people then you have a pretty easy decision where your loyalties lie: they claim to have tens of thousands of grassroots supporters doing hundreds of, albeit, symbolic activities across the world; they crowabout this an awful lot:

World’s Biggest Day of Climate Action Unites 7,000 rallies in 188 Countries

Washington, DC – Just weeks before elections in the United States and climate talks at the United Nations, citizens from Afghanistan to West Virginia joined 350.org’s “10/10/10 Global Work Party” to issue a unified demand that politicians stop dragging their feet and get to work on climate solutions.

Leading by example, citizens in 188 countries joined more than 7,000 climate “work parties” over the weekend to get to work installing solar panels, weatherizing homes, planting trees, and then calling politicians to ask a simple question, “We’re getting to work, what about you?”

That should convince 350.org to stay with the grassroots and capitalise on the momentum they are building.

But then, on 28 January 2011, this happened:

A letter to business-people around the world:

Dear friends and colleagues:

We’re writing to invite you to participate in something amazing — and something a bit untraditional: get your company involved with 350.org.

If you’re reading this, it’s likely that you care about making your business green — maybe you’re taking steps to reduce your company’s carbon footprint, or have been educating your colleagues about the environment.Perhaps you started a recycling program at your office, or are building awareness-raising into your product-line. Worthy initiatives, all — and it strikes us that now is the time to join our individual efforts together, to knit together our isolated work into a bigger picture.

That’s where 350.org comes in — it has potential to engage your staff and customers, to complement what you’re already doing by knitting local projects to a global movement. How you participate is largely up to you: maybe your employees could plant 350 trees, or collect 350 bags of trash. Maybe you can put information about what 350 means for climate change on your next green product (like Camelbak). Perhaps you can sponsor an existing local 350 event, put a “Business For 350″ poster in your store-front or a similar badge on your website, or host a mini-rally (with your logo on the banner) like the staff of Keen footwear. The possibilities are endless — this is marketing, which we’re supposed to be good at.

Blinking doesn’t even approach what this is – it’s something more like foot-licking and forelock-tugging. If 350.org wanted to tear a rift between themselves and the grassroots supporters that sustain their efforts and, more importantly it seems, keep their public image flashing across the globe by virtue of sheer numbers, then they could have done no better than appeal to that ethereal entity called “business”.

This is the view of another commentator and activist, Lorna Salzman:

This appeal by 350.org to the business community defines the words “craven” and “capitulation”.

First, assign your first grade students some simple tasks. Make them feel good about it. Pin a medal on them for good citizenship. Announce to the world that you have formed a partnership with business to clean things up a bit (caution: do not mention the fact that business bears the biggest blame for climate change by promoting economic growth and overconsumption since your pupils will have to clean up the mess all by themselves).

Then after your pupils pin a medal on you for not giving them too much homework or anything that would take too much time or money, touch them all up for contributions to your toothless empty campaign that cares more about protecting its Brand (350: The Fun Way to Save the World) than about protecting humanity and the earth. Invite them to a Power Breakfast to thank them for their support.

Take advantage of the “power” image of your Fearless Leader by insuring that his bland content-less message continues to be heard and absorbed by the public loudly enough that other voices with real solutions are drowned out and characterized as cranky contrarians or seething hypercritical activists who resent your Fearless Leader’s rise to fame.

It’s hard to see the move by 350.org as anything less than a volte-face, at least on the surface; but what is the motivation behind such a bizarre move? Why would 350.org want to alienate their grass-roots membership?

If we look at the history of the organization, then the question of funding comes to the fore. 350.org was started using seed money from the Rockefeller Brothers Fund. Bill McKibben is quite open about this, as he has said in the past; believing them to be sincere and good allies in the fight against global warming. He sees RBF as among the most dedicated funders to action and as such will not have a word said against them.

So Bill sees no conflict between taking money from RBF and trying to hold back the system from which the money originated. And I’m inclined to agree to some extent with his line of reasoning, so long as it stops there. But it doesn’t. 350.org, as I have said elsewhere, is a group that carry out predominantly symbolic, politically-based activities which makes them no more than a bit player in the battle against the forces that are killing the global ecosystem. It seems that if 350.org really wanted to be effective then they would never have followed the likes of WWF, Corporation Conservation International and The Nature Conservancy down the business path.

The logic goes like this:

1) 350.org are set up with the aim of bringing carbon dioxide levels down to 350 parts per million.
2) Climate science dictates that 350 ppm is insufficient to prevent runaway global warming.
3) 350.org refuses to sign the more radical Cochabamba Agreement, calling for a figure of 300 ppm; sticks to its guns.
4) Campaigns focus on working with the system rather than undermining it, further confirming that the 350 ppm figure is influenced by the desire to maintain the status quo.
5) 350.org leadership realise that there is little conflict between calling for 350 ppm figure and working with business, especially as their actions remain symbolic and have no chance of even hitting 350 ppm.

There is also another reason that 350.org feel comfortable working with business, and it’s very much down to the beliefs of the person that 350.org actually is: Bill McKibben. In correspondance, Bill has stated that he is a Christian and takes seriously the idea that people can repent and change – and that people who repent should occupy some of his time.

Quite how a business can “repent” is beyond me and anyone who understands the nature of religious belief. Repent is a completely inappropriate word with reference to a faceless business that exists solely to make money from the exploitation of people and the wider environment. Yet Bill clearly extrapolates the facility to repent to such non-human entities, otherwise 350.org would not countenance working with businesses at all. The fact that Bill McKibben has moved from being a writer and activist, to a writer and high-profile public persona, has distorted his vision for 350.org. The fact that his personal philosophy, as reflected in his book “Eaarth” is one of coping with change instead of undermining the systems that are causing the change (we need to do both) – a philosophy he shares with the increasingly eccentric James Lovelock – has allowed him to embrace the system he should be focussed on taking apart.

The next stage is inevitable: 350.org will become just another mainstream environmental organization, shedding a host of grassroots supporters in favour of a host of PR hungry businesses and sycophantic enviro-celebs.

In my view this is a good thing. Those thousands of people who have been led to believe that forming absurd shapes out of their bodies on beaches and writing fawning letters to politicians have a chance to get out of the symbolic game, and they should do so as fast as possible. Grassroots is not about beingtold how to make a difference; it is about going out and deciding for yourself how to make a difference.

http://thesietch.org/mysietch/keith/2011/02/14/350-org-say-hello-business-goodbye-grassroots/

March 30, 2011 Posted by | anti-kapitalizm, yeşil kapitalizm | Leave a comment

What If…We Connected? Keith Farnish

The wind is blowing hard, and the trees are bending down low, the air rushing across their branches, dragging leaves and blossom into the sky. The early summer grass, being soaked in the thick drizzle that falls in an urgent slant, ripples and chases with the gusts. A blackbird announces its territory, darting across the patch of green before being pulled askew by a fresh blast of air, still vocalising urgently. A family of humans are scattered throughout their house: one on a laptop, another immersed in a Nintendo game, the third goggling at the television that finds its market, and homes in on the hypnotised viewer. The humans barely hear the wind, let alone feel its embrace, as it batters the side of the house and cuts around leaving eddies of detritus dancing at the foot of the solid walls.

The trees and the grass and the blackbird feel the warmth of the sun as the wind drops and the clouds fracture like an ancient lace shawl. The atmosphere is thick with post-rain smells that rise from the soil, and the music of nature fills the sky in a celebration of continued life. The humans feel nothing different: they carry on living their civilized, disconnected lives.


Disconnected

Life exists in a complex embrace, the threads of each species’ existence intertwining in such a way that balance is the normal state of things. If one part of the energy web overreaches itself, like a fecund herd of reindeer overgrazing the winter lichen, the system tips into a localised collapse, until balance is restored and the lichen has time to regrow among the now sparse reindeer population. This connection is absolute: no food, no life.

Connections go far deeper than this, though; for it is our innate understanding of the patterns of nature, as the species Homo sapiens, that makes us survivors in so many ways. Humans are superbly adaptable: able to find water, bring about fire, craft shelters and tools, follow scents and tracks to find food – all of this utterly dependent on the connections we make and refine from the moment we emerge into the sensory storm that is the real world.

And then we shut the door; shut the windows; shut the blinds; shut our minds…it’s still going on out there, but we would rather let the caustic rain of civilization wash it away and supplant it with connections that have been manufactured to keep us in our place. We feel safe, even though we are on the edge of catastrophe; we enjoy what we do, even though we have forgotten what joy feels like; we experience self-worth, even though we have become worthless; we feel in control, even though we have no control at all…the system has us where it wants us. And now it can use us like the metaphorical batteries and cogs that signify our labour and our spending, and our naïve compliance in which we live our synthetic lives, from the plastic toys we grasp as babies to the flickering, energy-sapping screens that fix our attention on the advertisers’ world; from the blacktop roads we populate in our teeming masses, contained in metal caskets with wheels on our way to and from our places of work, to the offices and factories and shopping malls we spend a third of our lives operating in order to keep the machine moving, in order that we can be given currency with which we, in our docility, reinsert into the system so it can keep growing, and taking, and killing everything it is able to reach.

And when we feel weary, we take a packaged, predetermined vacation. And when we feel hungry, we eat a packaged, predetermined meal. And when we feel bored, we go to a packaged, predetermined slice of entertainment. And when we are of no more use to the system, we are retired…and only then do we, in those moments of reflection we never had during our urgent “productive” days, think about what we could have been.

Homo sapiens is connected. Homo sapiens civilis has had the connections ripped away from it.


What If We Connected?

We would be free.

In a culture that seeks to timeslice our attention span into smaller and smaller chunks, so that we are left always wanting more, but never reach what we think we are seeking, there is little time for contemplation. Silence is the enemy, and open minds are force-fed a diet of trivia in order to keep us sated.

Full silence departed; empty silence became like a weight around our necks, something to be cast off at any opportunity: anything to keep the flimsy cultural dialogue going, a defense mechanism against the naked, voiceless underpinning of life that was quietly lurking beneath.1


Civilized humans are born into a world where the big questions can only be answered by those in “authority”, and the biggest questions are ignored, for fear that the answers may take people to a place that is not state-sanctioned or approved by the machine. So we must ask the biggest questions: like, “Why are we here?”

To a civilized, disconnected Homo sapiens civilis, there is no answer to this question, for there is no world outside of the civilized one. The best answer a civilized human can give is one that is framed only in the confines of his or her experience: we exist to serve the machine. The ecology of such an answer – for in reality we exist to be a part of nature within the endless cycle of birth, life and death – goes no further than that which we told we are dependent on: the government, work, product, the economy. The true ecology of any answer in a genuinely connected state is limited only by the environment of which we are a part. Where does my food come from?

A shop.

Or the soil, the solar energy that warms it and the rain that falls upon it, and the countless micro-organisms that work as one to create the ideal growing conditions for the plant; that may feed an animal, that may feed yet another animal, or may simply be picked and eaten like the rosehip from the briar that bursts with flavour on a warm September afternoon.

The machine fears the second answer: we have to believe that our food is the product of a systemic, organised process that culminates in an economic transaction. If we don’t then we might question the system and decide to grow or pick our own food, depleting the industrial economy of its energy. We have to believe that in order to live, then we must go to work and produce something, whether that be a consumer product, an energy flow, a service or an ersatz lifestyle; and we have to keep believing that this is the only way to live. If we don’t, then we might fail to turn up one day, and the machine will have lost one of its cogs or rivets or pins. Take away too many parts and the machine will break.


Reconnecting

In the glass of the window that shields me from the world outside, I see the reflection of a tree, blowing in the breeze, and wonder what the air tastes like. I open the window and feel the cool air touch my face as the soft rain patters on the sill and wets the floor in tiny circles of darkness – difference. A sudden gust brings a litter of flora across the threshold that dances in the spaces and falls upon my feet – beauty. The blackbird sits on a swaying branch and tells its story in a burst of sublime avian music that pushes back the noise of the traffic below – joy.

I have let the outside in, and now I need to let the inside out. It’s time to reconnect…

 



Reference:

1. Sandy Krolick, “The Recovery Of Ecstasy”, BookSurge Publishing, 2009.

March 30, 2011 Posted by | anti-kapitalizm, anti-otoriter / anarşizan, türcülük, doğa / hayvan özgürlüğü | Leave a comment

If The Economy Doesn’t Shrink, We’re Finished! Keith Farnish

Credit crunch; economic crisis; financial meltdown…2008 became the year of monetary superlatives – and for good reason because, as far as most objective economic observers can tell, this is one event that is going to stretch well into the future, leaving no national or regional economy untouched. The Western capitalist economy is in meltdown – its financial rivers running drier by the month, it’s consumers having to climb higher and higher to harvest the fruits of their labours. Banks are swallowed, smothered or die. Chain stores cry out for customers. Politicians urge us to spend not save; to keep the wheels greased and the sputtering engine charged with just a little fuel. The media shouts as LOUD as it can: we are in CRISIS! Times are BAD!!

We concur.

Meanwhile, in the Amazon rainforest, close to the Brazilian / Bolivian border, an undiscovered tribe of semi-mobile hunter-gatherers feel no pain from the downturn; sense nothing of the slump; are blissfully ignorant of the financial despair beyond their sensory horizon. Their world (rapidly being approached on all sides by the tide of “progress”) has only one economy that matters: the economy that mattered long before money was ever exchanged, saved, spent and lost; long before interest, tax and inflation were ever conceived; and long before “resources” were extracted (stolen) and transported from far away to create the illusion we call growth. Their economy is simply the ability to manage what they need to live from day to day: no money, no interest, no tax, no imports and exports.

But for now we will, as we should, leave them alone and ponder the unreal economy, the Economy that was capitalised in the Industrial Revolution and has danced for the entertainment of the privileged few ever since.


A Troubling Fact

When you plot the Earth’s human population against the amount of carbon dioxide being created by that same population, there is an undeniable similarity in trend: as population rises, so does carbon dioxide production, up and up towards their twin tipping points. After a while there will be no return to a world where ice caps refroze in the winter and we could rely on the seasonal rains to water our crops: after a while the heat engine will start a runaway trip towards who knows what end. After a while there will simply be too many people to feed, to clothe, to shelter, to heal; but it’s not the raw numbers that are breaching the limits, however frightening they seem and crowded it feels. Population growth is slowing, but carbon growth is accelerating – there must be something else.


 
There is.

Money.

Take the graph of population against carbon dioxide and plot another line, this one showing the amount of trade between different Economies, and two of the lines start to take their partners in that privileged dance which has come to define whether nations and corporations are successful or not. Population has become a glowering wallflower, while Trade and Carbon twist and turn their way ever upward.

But why should this be the case?

It’s simple, when you think about it: trade is synonymous with Economic activity in the modern, globalized world. Unlike the self-sufficient Amazonian tribe that finds all it needs within walking distance, nations are no longer content to remain within their Economic borders: they cannot gain the diversity and level of growth they “need” simply by using (and exhausting) what they have, especially not if their consumers have become accustomed to a materially high standard of living. They must trade to create the necessary flow of materials, goods and capital to feed a growing Economy. More that just this, though, as corporations demand transparent borders and global channels, they – not the national governments – end up dictating the way the Economy operates: workers in China, raw materials in Uganda, oil in Saudi Arabia, customers in the USA – no problem! Who needs local economies when you can have a global Economy?

So Trade is the measure of the strength of the Economy and, as only a person immersed in an ocean of denial could refute, the production of Carbon Dioxide being pumped into the atmosphere, the oceans and the exhausted biosphere is a direct function of the power of that economic machine.


Contraction Is Good

At this point you will need to make a decision: do you value Economy (with a big “E”) over ecology? Or, to put it another way, having seen that there is a clear link between Economic strength and environmental damage – and I haven’t even taken into account mining, deforestation, toxic dumping, agricultural pollution and slave labour – are you prepared to recognise that link, and accept that the Economy has to shrink?

I can’t make that decision for you, but I can help you a little by answering perhaps the one thing that, if you put aside the “growth is good” rhetoric that infects the civilized humanity like an endemic disease, most people will want to ask: will I be hurt by a shrinking Economy?

It’s a fair question, but relatively easy to answer: it depends on how much you depend on the Economic system to maintain your way of life, and how important the lifestyle you have become used to (or wish to attain) really is to you. This is because the real casualties of the economic collapse will not be the people who have modest needs and the ability to grow, make, cook, mend, discuss and think about the future. The real casualties will be those who depend entirely on the economic and political system for their “needs”, especially those who have high-consumption lifestyles.

The loudest voices during any kind of economic downturn come from those people who have most benefited materially from economic growth: the urban and suburban rich, the corporate leaders and the political elites who judge the quality of their lives by the size of their house, the size and number of their cars, the expense of their vacations, the amount of consumer goods they own and the number of people they control. To them, recession means the unimaginable prospect of a more frugal and less powerful lifestyle; Economic depression is lifestyle meltdown. If their place in civilized society is threatened then the whole of society must be made to feel their own fears: by exploiting their position in the hierarchical structure, they manufacture a universal fear of Economic contraction. We become scared because they want us to be scared.

Fear is contagious.

That said, many people have become trapped in a way of life, perhaps through no fault of their own, that makes them entirely dependent on the System for their well-being: those in cities, living entirely on state support or working long hours in a poorly paid job, initially have a lot to lose should those mechanisms fail. But the surprising thing is, such people have had to develop many of the skills required to survive a lack of financial and material resources: essentially, the urban poor – the majority of whom have considerably more self-respect than the urban rich – like those brought up between the two World Wars with limited financial means, already have many of the skills to survive Economic contraction perfectly well. In the short to medium term there will remain a baseline of support from the state, and almost certainly sufficient work to go round to obtain the essentials of life; during which those that really want to get out of the state and corporate created poverty trap, will be able to create a new, more system independent life, away from the hellish cities and the corporate machine.

This is no Utopian dream: it’s simply a move towards a less dependent, less damaging way of life.

The rich and powerful have no intention of changing; they want things to carry on as they have done since Industrial Civilization was first created. For them, the worst thing that can happen is for the Economy that has fed their – and our – dreams to power down and fail. For the planet, and every single natural habitat, food web and species on it, the best thing that can happen is for that destructive thing called Economic Growth to be turned on its head, and buried for good.

 

March 30, 2011 Posted by | anti-kapitalizm, tuketim karsitligi | Leave a comment

Sivil Toplum Kuruluşları ve Karşıt-Üretkenlik

Türkiye’de 1980 ve sonraki onbeş yıl, ekolojik, ya da diğer alternatif politika modellerini özgürce hayata ve kamusal alana geçirmek için son derece uygunsuz yıllardı malum. Alternatif hareketlerin yavaş yavaş yeniden yeşermeye başladığı 1990’lardan günümüze kadar, hak ve özgürlüklere dair değişenler olsa dahi, darbelerle ezilmiş, eğitilmiş, susturulmuş bir toplumda bu hareketlerin çoğu derin kökler salamadığı gibi, katılım da son derece düşük oldu. Bugün hala, politik katılımın son derece düşük olduğu, politikaya korkuyla yaklaşılan bir toplumuz.

Sivil toplum kuruluşları (STK’lar) Türkiye’de bu noktada ortaya çıktı prenses. Politika yapmaktan son derece soğumuş, hatta apolitik bir ülkede STK’lar politika yapmadan toplumsal duyarlılığa sahip olmanın, içinde yaşanılan toplum için de birşeyler yapmanın bir yolunu oluşturdu. Gönüllü olarak bir STK’nın içinde çalışmak, politikaya bulaşmadan, yani ‘elini kirletmeden’, sosyal sorumluluk taşımak anlamına geliyor. Belki de ‘ya benim başıma da gelirse?’ diye korktuğumuz için, belki de sadece o perişanlığın ve çirkinliğin (mücadele ettiğimiz her ne ise onun) gözümüzün önünden o an için olsun kaybolmasını ve hayatımızın kaldığımız yerden devam etmesini istediğimiz için, belki de suçluluk duygularımızı biraz olsun hafifletmek için; ve belki de en iyi niyetlerimizle içimizdeki “Ama bu olmamalı, buna izin verilmemeli!” duygumuzu yansıtmak için kullanırız STK’ları. Bu sistemin içinde biraz olsun yaraları sarabilmek için, içimizdeki çaresizliği azaltabilmek için, başkalarıyla dayanışma duygusunun, maddi bir karşılığı olmasa dahi istediğimiz ve inandığımız için biraraya gelip dayanışma içinde çalışmayı hatırlamak/öğrenmek için kendimizi belki de çok fazla sorgulamadan ‘içlerine atarız’ ve gönüllü olarak projelerde, kampanyalarda, eylemlerde, protestolarda yer alırız, kredi kartımızla destek veririz. Bu bize iyi gelir, bizi rahatlatır, bize bu toplumdaki bir takım yanlışlıklara, savaşa, adaletsizliğe, eşitsizliğe, ekolojik yıkıma karşı birşeyler yaptığımız hissi verir.

İşte tam da bu duygu, gönüllülük ve STK’cılık mantığının karşıt-üretken hale gelmesinin sebebi aslında. Karşıt-üretken demek ne ola ki prenses? Karşıt-üretkenlikten önce biraz kurumsallaşmadan bahsetmek lazım. Çağımızın en özgürleştirici ve yaratıcı filozoflarından Ivan Illich’e göre modern toplumun sorunu kurumlarında, herşeyi kurumsallaştırmasında ve hep daha fazla kurum yaratma eğiliminde yatar. Kurumsallaşmayı eleştirirken de bu sürecin insanların kendilerine olan güvenlerini, sorunlarla başetme potansiyellerini ve yaratıcılıklarını kaybetmesine yol açtığını, sosyal ve şenlikli ilişkileri yok ettiğini öne sürer. Çünkü bu durum eskiden uğraşan herkesin edinebileceği yetenekleri artık ancak kurumlar aracılığıyla, sadece profesyoneller tarafından elde edilebilen kartelleştirilmiş mallar haline getirir. Kurumsallaşma sonucu kendimizi iyileştirme ve şifa dağıtma gücümüzü doktorlara, bilgi aktarma gücümüzü öğretmenlere, bilgi yaratma gücümüzü akademisyenlere, tanrıyla iletişim kurma şeklimizi belirleyen kararları alma hakkını din adamlarına devrederiz. Eğitim ya da sağlık kadar hayatımızı ilgilendiren konularda dahi kafa yormamıza da artık gerek kalmamıştır.

Illich’in karşıt-üretkenlik kavramı bu arkaplanda ortaya çıkar: Temelinde yararlı olan süreçler, uygulamalar ve araçlar, kurumsallaşma kritik bir noktayı geçtikten sonra ilk amaçların tersine hizmet eder hale gelirler. Bunun bir sebebi profesyonellerin kapıları sıkı sıkı tutması ve gündemi belirlemesidir. Bir başkası da artık mal haline gelmiş olan değerlerin, neredeyse sadece ilgili bir kurumun bir işlevi olmaya indirgenmesidir. Hastalar ve hastalıklar üreten tıp kurumu, mesafeyi arttıran otoyollar, tanrınızla aranızda engel haline gelen din adamları gibi…

Bizi rahatlatan, bize bu toplumdaki bir takım yanlışlıklara, savaşa, adaletsizliğe, eşitsizliğe, ekolojik yıkıma karşı birşeyler yaptığımız hissi verdiği için kurduğumuz/ çalıştığımız STK amaç haline geldiğinde, onun varlığını sürdürmesi de çoğu zaman el atılan problemin devamlılığına bağlıdır. “Çevreciler hep felaket senaryoları yazarlar, çünkü ekolojik felaketler olmazsa çevrecilere de ihtiyaç kalmaz” söylemini defalarca duymuşuzdur. Peki hiç başarıyla kampanyasını ya da projesini tamamlayıp kendini fes eden bir STK duydunuz mu? Bu içsel çelişki, STK’ların sorunlar derinleştikçe ve kamuoyunun hassasiyeti arttıkça finansman, kamuoyu ve işgücü desteği bulmasıyla kendini açıkça belli eder. Gerek kurumsal yapılanma modellerinin değişerek STK’nın varlığını sürdürebilmesi amaçlı, daha profesyonel, daha hiyerarşik modellerin benimsenmesi yani “kurumsallaşma”, gerek geniş çaplı ve sistemin doğasından gelen sorunları yerel projelerle çözümleyerek sistemi bir anlamda “yamamaları” yoluyla STK’lar karşıt üretken hale gelirler.

Burada sorulması gereken sorular iki yönlü prenses: Birincisi, aslında bu kadar çok işsiz, bu kadar çok yoksul, bu kadar büyük ekolojik yıkım, bu kadar fazla sömürü, bu kadar çok mutsuzluk doğuran böyle bir sistemin izlerini hafifleterek yaptığımız acaba toplumun acılarını azaltarak varolan sistemin içinde hayatlarına devam etmelerini sağlamak mı? Acaba STK’ların en radikal görünenleri dahi sordukları ve sormadıkları sorularla sistemin birer sübabı mı? Endüstri karşıtı olmadan, kapitalizme eleştiri getirmeden, içinde yaşadığımız sistemin en temeli olan insan-merkezci, fetihçi, erkek egemen, sermayeyi güçle bir tutan değerleri sorgulamadan “çevreci” olan STK’ların varolan, insan-merkezci kapitalist söylemleri tekrarladığı açıkça ortada. Bu gibi yollarla belki sosyal duyarlılığı artırmak mümkün olsa dahi, bu son derece kısıtlı bir çerçevede olacaktır.

İkincisi, STK’ların profesyonelleştirerek kapılarını tuttuğu, kavramlarını belirleyerek mal haline getirilen bir çevrecilik değeri, kurumların tekeline alındığında acaba toplumun tümünün üzerine düşünmesi gerekenleri kendilerine mi havale ediyorlar? Çevrecilik kendi başına bir değer haline gelip ekolojik bir yaşam ihtimalini ortadan kaldırıyor mu? Farketmemiz gereken, STK’ların olmadıkları ve olmaması gerektiği bir şekilde objektif, iyi niyetli ve faydalı görülüp, her zaman doğruyu, sadece doğruyu ve bütün doğruyu söylediklerinin iddia ediliyor olması. Halbuki her kuruluş gibi STK’lar da eleştirel süzgeçten geçmeli, herşeyden önce kimin STK, kimin endüstrinin çevre imajını düzeltme kuruluşu olduğu anlaşılmalı (bunun en kestirme yolu STK’ların finansal kaynaklarını incelemektir, ancak tabii ki bununla sınırlı değildir). Ayrıca projeler ve kampanyalar da kendi içlerinde ve arkalarında yatan gündemle birlikte değerlendirilmeli. Her çevre kuruluşunun bir gündemi vardır, ki bu da son derece normal. STK’lar seçtikleri konularda seçtikleri yöntemlerle kampanya ya da proje yaparken, tabii ki bu konuları kamuoyunun gündemine sokmaya çalışacaklardır. Ancak, sanki böyle bir durum yokmuş gibi STK’ların sanki hata yapmayan, kendi iç dinamiklari olmayan, herhangi bir gündemleri olmayan kuruluşlarmışçasına, hiç sorgulanmadan kabul görmeleri ciddi hayal kırıklıkları yaratır. Çünkü onlar da politikacılar gibi bir konuyu diğerlerinden daha öncelikli, çözüm alternatiflerinden birini diğerinden daha uygun, vs. bulmakta ve bu karara uygun çalışmalar yapmaktalar.

Arundathi Roy’un dile getirdiği şekliyle, STK’lar devletin sağlamak zorunda olduğu ihtiyaçlarının küçük bir kısmını karşılamayı üstlenerek politik alanı politikasızlaştırıyor, politik bilinci siliyor ve direniş hareketini bölüp dağıtıyorlar. Biraraya gelip çalışmak ve değiştirmek isteyen kişilerin kurduğu, özellikle yerel hareketlerden ortaya çıkan STK’lar için bunu söylemek doğru olmaz. Ancak giderek profesyonelleşen ve bir sektör haline gelen “STK’cılık”, üniversitelerde kimi zaman toplum mühendisliğine soyunan bir edayla eğitimleri alınıp, dayanışmanın yerini uluslararası fonlar için rekabete bıraktığı, kişilerin bir kariyer olarak görüp yatırımlarını ona göre yaptığı bir piyasa şeklini aldığından, “gerçek” sorunlarla ilişkisi olmayan STK’lar, toplumun bütünü için işe yarayan çözümler üretemeyen projeler ve dolayısıyla da bilinçlenmeyen bir toplum, siyasallaş(a)mayan siyasi konular ve varolan kapitalist sistemin içinde kendi yerini bulmuş bir STK anlayışı doğuruyor. İnsanların çevreleriyle, doğayla, diğer canlılarla ve birbirleriyle olan ilişkileri ise, kendilerinin artık üzerine fazla düşünmeleri gerekmeyen, sertifikalı, bilgi sahibi, konulara hakim profesyonellerden oluşan çevre STKlarına bırakılabilir konular haline geliyor.

STK’lar benim ve bu apolitik ülkede yaşayan, apolitik olması öğretilen ve beklenen diğer gençlerin öğrenme, anlamlandırma ve beraber çalışabilme süreçlerinde son derece yardımcı kurumlar. Onların sınırlarını anlamak, gündemlerini fark etmek, savunduklarını düşünsel bir süzgeçten geçirmek ve karşıt-üretkenliklerinin de farkında olmak gerekir. Bütünsel bir yaklaşımla doğayla ve birbirimizle ilişkilerimizi yeniden yapılandırabilmemizin yolu ekolojik düşünce ve politikalara yönelmemizdir. STKların bu noktada dışlanması değil politik kimliklerini açıkça ortaya koymaları ve içinde yaşadığımız sistemin bir parçası olmayı ya da onu değiştirmeyi seçmeleri beklenmelidir. Yeşil politikanın da bu sorunlara özgürleştirici yaklaşımlar geliştirmek ve radikal sorgulamalara girişmek gibi son derece zor ve çetrefilli (ve belki de varoluşunun bağlı olduğu) bir işi var.

Ayşem

http://www.prensesemektuplar.com/2011/03/sivil-toplum-kuruluslari-ve-karsit-uretkenlik.html#comments

March 29, 2011 Posted by | anti-endustriyalizm, anti-kapitalizm, sistem karsitligi | 1 Comment

Pardon Çağı – Derrick Jensen

2011 Mart sayısı 

En az on beş yıldır bu kültürün işlevsel olarak, içsel olarak, sistematik olarak adaletsiz ve sürdürülmesi mümkün olmayan bir kültür olduğunu, yasal yaklaşımlar bu adaletsizlikleri ya da sürdürülemezliği belli belirsiz yumuşatırken, bu yaklaşımların asla gerçek anlamda yeterli olmayacağını söylüyorum. Yanılmışım. Yakın zamanlarda kendimi bu  kültürün adaletsizliklerini ve sürdürülemezliğini çözecek türden yasal bir çözümü hayal etme yönünde kışkırttığımt ürden bir düşünce deneyine giriştim. 

Belki biraz ön bilgi vermem gerekir. Bu kültürün temel sorunu, her anlamda şiddet uygulayanların neredeyse hiç sorumluluk yüklenmemesi, buna ev içi şiddet ve tecavüzden (hapiste sadece bir gece geçiren tecavüzcü oranı %6) çevreye karşı hükümet sponsorluğunda işlenen şiddet eylemleri, savaş suçları ve kitlesel suçları da katabiliriz.  Pek de komik olmayan bir bilmece ne demek istediğimi anlatacaktır.Soru: İki eyalet, büyük bir şirket , 40 ton zehir ve en az 8 bin ölü insanı çarpınca sonuç  ne olur? Cevap: Tam ücret artı faiz ile elde edilen mis gibi bir emeklilik ( Union Carbide CEO’su Warren Anderson). Gezegeni yıkıp geçiren insanların gerçekten bir bedel filan ödemediğini farkeden tek kişi ben değilim. BP CEO’su Tony Hayward’a ne oldu?, bu adam  diğer insanlarla beraber devasa Deepwater Horizon petrol akıntısından sorumlu tutulmalı. Adam 1,6 milyon dolarlık bir ihbar tazminatıyla görevinden çıkarıldı, ayrıca yıllık emekli maaşı da 1 milyon dolar civarında (BP hisselerinin çoğu da onun elinde). Bazı cesur insanlar, cesaretle, azıcık da olsa minicik de olsa, öhhö, nezaketle acaba ihbar tazminatı en aza indirilebilir mi diye soracak oldular; ama Hayward’ın başını mızrak ucuna takıp New Orleans tepelerinde dolaştırmaya niyet eden türden bir kamu davası açıldığını duymadım (ama duyduğuma göre şahsi davalar açılmış).

Bu türden bir sorumluluk duygusu ile ilgili kurduğum hayâl tedbir prensibinin mecburi yasal versiyonunun bir örneği. Tedbir prensibi; eğer bir eylem, veya politikanın halka ya da çevreye zarar verme riski varsa, bu eylemin zararlı olmadığını kanıtlamanın bu eylemi yapmaya niyetli olanlara kaldığını öne sürüyor. Eğer hiç bir zararın söz konusu olmadığını kanıtlayamazlarsa o zaman harekete geçemezler. Bu yüzden, meselâ, Meksika Körfezindeki petrol akıntısının zararlı olmadığını öne sürüyorlarsa ve zararın söz konusu olduğunu gösteren kanıtlar olmasına rağmen sadece sondajı askıya alıyorlarsa, o zaman tersi kanıtlanana dek bu eylemin zararlı olduğunu kabul etmek zorundayız. Aynı mantık sera gazı emisyonları konusunda da uygulanmalı. Aslında, tedbir prensibini mantıklı bir şekilde uyguladığımızda durdurulması gereken binlerce zararlı eylem bulunuyor.

Elbette, tedbir prensibinin hastalıklı bir biçimi kültürümüz tarafından halihazırda uygulanıyor, ama çevreye veya halka hizmet etmek yerine şirketlere hizmet ediyor: gerçek dünyayı koruyan eylemlerin ciddi ciddi planlanmadan önce çıkarlara zarar vermediğinin gösterilmesi gerekiyor.Bugün potansiyel zararlar,genel olarak risk değerlendirmesi adı verilen bir şekilde hesaplanır, burada  zararlı eylemi yapacak olan şirket genelde uzun ve  okunması pek mümkün olmayan bir belge hazırlar, böylece projenin potansiyel riskleri ve ödüllerinin ortaya konmasını engellemiş olur. Bu süreçle  ilgili bir çok sorun var.

Öncelikle, belgeler saçma sapan şeylere dayanıyor, belgelerin kendisi açık açık yanlış (Deepwater Horizon meselesinde bildiride mesela petrol sızıntısının diğer memeliler ve morslara potansiyel etkilerinin ne olacağına dair bilgiler  içeriyordu).İkinci olarak, bu belgeler genelde en az şirketlerdeki benzerleri kadar yozlaşmış bürokratlar ve teknisyenler tarafından onaylanıyor (ve gerçekten de güya birbirine zıt bu varlıklar arasında kayar kapılar var), bu insanlar ya  baskı zoruyla (belgeleri onaylamak ya da  işini kaybetmek arasında kalıyorlar) ya da kontrol ettikleri endüstrilerin üyeleriyle işbirliği sayesinde (ya da alenen yatağa girerek) işi bağlıyorlar.Ama bunların hepsi risk değerlendirmesinin yanında basit kalıyor, değerlendirilen projeler genelde şirketin liderlerine ve hissedarlarına gidiyor, bu arada söz konusu riskler de hem hayvanların hem de insanların sırtına yığılıyor, tabii bu canlılar işler ters gidince ( ve hatta işler iyi gitse bile) acı çekiyorlar. Union Carbide, Bhopal, Hindistan’daki endüstriyel  kimyasal maddeleri işleyen bir fabrikadan para kazanıyor (bu maddelerin çoğu toksik), Bhopal halkı ise her geçen gün fabrikadaki operasyonlar sebebiyle acı çekiyor, fabrika havaya uçtuğunda  ölüyor. BP parasını Meksika Körfezi’ndeki sondajlardan kazanıyor; ama hem körfez hem de insan-hayvan orada yaşayan canlılar bu toksik ve artık bir felaket boyutunu almış sonuçlardan kaynaklı acılar çekiyorlar.

Kaçınılmaz olarak vahşete yol açan gülünç bir sistem bu. Sanki şirket sahiplerinin zar atarsa para kazandığı, atmazsa sizin öldüğünüz türden bir kumarhane gibi. Zar atmaya devam etmelerine şaşmamak lazım. Biz de ölmeye devam ediyoruz.

Ve ayrıca eğer yaşanabilir bir gezegen istiyorsak, o zaman risk değerlendirme  analizimizi değiştirmek zorundayız. Önlem almaya yönelik prensip yönetmeliği önerim şöyle bir şey: eğer birisi bir  politikanın, eylemin ya da ürünün çevreye ya da halka zarar vermeyeceğini öne sürüyorsa ve ardından bu  politikasını eylemini ya da ürününü devreye sokuyorsa, yani bu zarar riskini halka ya da çevreye dayatıyorsa – ve ardından halk ya da çevre zarar görüyorsa, işte o kişi adaletin önüne çıkarılmalı: dava açılmalı, elde ettiği kazançların hepsi kurbanlara teslim edilmeli, sebep olduğu bütün kargaşayı temizlemesi sağlanmalı, söz konusu hasarın ölçüsüne göre uygun bir cezaya çarptırılmalı.

Diğer bir deyişle, ödüller içselleştirildiği gibi, riskler de içselleştirilmeli. Sonuçta bu politikaları, eylemleri ya da ürünleri devreye sokan insanlar gerçeği söylüyorsa ve halka ya da  derin su sondajından, sera gazı emisyonundan, barajlardan ya da toksik kimsayallarında işlenmesinden çevreye yönelik önemli bir risk söz konusu değilse,o zaman kaybedecek bir şeyleri yok demektir, değil mi? Bu tür bir politika bu insanlar ancak yanıldıysa ya da yalan söylüyorsa sorun yaratabilr. Başka insanların yaşamlarını risk altına sokuyorsanız kesinlikle yalan söylememeniz gerekir, ayrıca yanılma olasılığı konusunda da bu kadar cesur olmamak gerekir.

İnsan ve hayvan toplumlarını yok ederek kendilerini zenginleştirenler diğer canlılara empoze ettikleri risklerle orantılı riskleri üstlenebilseler o zaman bu yıkıcı davranışları bir gece içerisinde sona erebilir. Şimdi, sadece CEOlara ve politikacılara uygulanmayıp projeyle alakalı bütün insanlara uygulandığını düşünelim bu durumun, yıkıcı ürünler dizayn eden mühendislerden onlara para ödenmesinin bir yolunu bulan muhasebecilere, onları reklam edip para kazanan pazarlamacılara, ve cebini dolduran bürokratlara kadar herkese uygulandığını düşünün. Bu öneri radikal bir öneri bile sayılmaz.  Önemli bir yasal örnek bulunuyor elimizde: eğer siz ve ben bir bankayı soymak için üçüncü bir kişi tarafından tutulsak ve birisi bizim eylemlerimiz yüzünden ölse, üçümüz de ceza alırız, siz tetikçi olsanız, bense sadece arabayı sürmüş olsam bile.

Şirketlerin sadece bir biçimi olduğu bürokrasilerin en önde gelen işlevlerinden biri, sorumluluğun ortadan kaldırılmasıdır.Ben yanlış bir şey yapmadım! Ben sadece işimi yapıyordum! Sadece trenlerin zamanında çalışmasını sağlıyordum ! Trenlerin ölüm kamplarına gitmesi umrunuzda değil, değil mi?  Eğer ABD Çevre Koruma Organı adına çevresel etki bildirimlerini incelemekle görevli bir kamu çalışanıysanız ve gerçekten derin su sondajının okyanuslara, okyanus yaşamına ya da kıyı topluluklarına yönelik ciddi riskler oluşturduğuna inanıyorsanız bu sondaj teknolojisinin başarısız olduğu zaman (böyle olacağını hepimiz biliyorduk, hatta siz bile), diğer canlıların bu riskten zarar görmesi gibi sizin de bu riskin birazını yüklenmeye istekli olmanız gerekiyor. Peki şuna ne dersiniz: eğer gerçekten inanmıyorsanız, o imzayı atmamalısınız. 

Çeviri: CemC

http://hayvanozgurluguhareketi.wordpress.com/2011/03/26/pardon-cagi/#more-732

March 27, 2011 Posted by | anti-kapitalizm, anti-otoriter / anarşizan, sistem karsitligi | 1 Comment

TAHAKKÜMÜN TEKNİĞİ – Dilaver Demirağ

 Japonyada meydana gelen deprem aslında teknolojinin ve bilimin bize güvenli, müreffeh bir dünya sunacağı yalanının maskesini sıyırmak bakımından eşsiz bir örnek sundu. Denebilirki Japonya depremi 400 yıllık doğanın insan egemenliğine girmesi gibi safsataları bir kenara sıyırıp atarak modernitenin iflasının ilanı oldu. Modernite temel iddiasını akla dayalı bir dünyanın mümkün olmanın ötesinde gerekli olduğu tespitine dayandırır. İnsanlar akıllarını özgürce kullanarak kendilerine güvenli, özgür ve sefaletin son bulduğu bir dünya inşaa edebilirler. Bunun en önemli ön koşulu ise insanların doğayı bilim ve teknoloji yolu ile denetim altına almasıdır. Yaşanılan büyük çaplı deprem dünyanın en akılcı toplumları arasında sayılan, teknolojik bakımdan bir hayli ileri, deprem güvenliğinin had safhada uygulandığı bir yerde yaşandı. Japonyanın deprem karşısında kurduğu güvenlik şemsiyesi bu kapsamda inşaat teknolojisindeki üstünlüğü dünyaya örnek oluşturuyordu. Ancak görüldüki doğanın o denetlenemez devasa enerjilerine gem vurabilecek hiç bir teknoloji yok ve doğayı zincirleyip de ehlileştirmek nerede ise imkansız. Ancak yaşanan büyük depremler, kasırgalar, tsunamiler, ikim değişimi vb gibi hadiseler bir kez daha ortaya koyduki doğayı boyunduruk altına almak imkansızdır. Bu nedenle aslında gerçek akıllılık doğa ile uyumlu bir hayat yaratmaktır. Bu da adeta babil kulesini andıran binaların olduğu, içinde insani ve doğal herşeyin son bulduğu devasa şehirler inşaa etmemek demektir. Ama bir başka ders daha var, doğadaki nükleer gücü insanın emrine seferber ederek kapitalizmin doymak bilmez üretim ve tüketim açlığına dayanan kalkınma hırsının da olanaksız olduğu ortaya çıktı. Ancak modern medeniyeti benimseyenler doğanın insanlara verdiği mesajı, onun deprem aracılığı ile ilettiği mesajı anlmamakta ısrar edecektir.  
Nükler Enerji; Teşekkürler

Kaç gündür dünyanın yeni bir Çernobilin eşiğine gelmişliğini gözlerimiz açılmış bir halde seyrediyoruz. Japonyadaki Fukişişima nükleer santralında yaşanan reaktör erimesi dünyayı yeni bir nükleer kabusun eşiğine getirdi. Bu süreçle beraber batıdaki sağcı yönetimler eli ile yeniden yükselişe geçen ve başta İran, Libya gibi tiranik ülkelerin de peşinde koştuğu nükleer gücün yeniden yükselen değer haline gelmesi süreci ikinci bir dip yapacağa benziyor.  Nükleer endüstrisinin dev şirketleri Çernobilin yaralarını daha yeni sarmaya başlamışken yaşanan bu ikinci kazanın tekrar dip yapıcı etkisi nedeni ile medya eli ile lobi faaliyetine önem vereceğini, dahası artık şirket lobilerinin elinde oyuncak haline gelen batılı demokrasileri ikna etmek için rüşvet de dahil her olanağı kullanacağı açık. Ama bu durum nükleer lobi için bir kurtuluş sağlar mı bugünden yarına cevap üretmek zor ama üzerinde çalışılan dördüncü nesil rekatörler ile güvenlik düzeyini maksimuma çeviren yeni bir teknik yenilenme ile küllerinden doğamyı umduğu da açık. Zaten bilim denen modern fetişin yeni rahipleri olan uzmanlar sürekli Japonyadaki nükleer felaketin nedeninin 1’inci nesil rekatörler olduğunu belirtiyorlar. Dahası risk karşısında kiltlenen yaşamperver modernlerin aklına girmeye çalışarak “canım uçağa binmek de riskli değil mi, evinizdeki Likit Gaz Tüpünün de patlama riski yok mu gibi sözlerle” riskle yüzleşmeyi hatta riski göğüslemeyi öneriyor.  

Her ne kadar nükleer endüstri üzerinden sıkı bir modern toplum çözümlemesi yapmak olanaklıysa da dahası nükleer endüstri ile tüketim kapitalizmi arasındaki bağlantıları sıkı bir biçimde örmek de iyi olurdu ama bu yazıyı uzatmamak için bunlara değinip geçmeyi bu söylediğim bağlantıları başka bir yazıda ele almayı planlıyorum.

Enerji oburu bir uygarlık olduğumuz açık, bunun nedeni modernleşmenin üretimde patlama denecek kadar eşi görülmemiş bir üretkenlik yaratması. Enerji oburu olununca enerjinizi tek bir kaynağa bağlamanız da zordur, hele ki rekabeti merkeze alan bir sistemde bunu yapmanız ekonomik akılcılık açısından akla ziyandır.  Nitekim şu anda ne denli büyük bir falaket kaynağı olduğunu farkettiğimiz nükleer enerji de, 1970’leri sarsan ve neo-liberal küreselleşme olarak adlandırılacak sürecin önünü açan petrol krizinin bir sonucudur. Kömürle başlayan büyük çaplı endüstriyel üretimin enerji talebini karşılamak bakımından büyük bir kaynak olan petrol, ekonominin başat aktörü haline gelince petrole dayalı ekonomi 1970’lerde petrol arzının ekonomiyi tehdit edebileceği riskini görünce, dışa bağımlılığı azaltmak ve enerji teminini güvenilir kaynaklara dayandırmak adına nükleer enerjiye başvurdu. Ancak daha ilk kazadan, yani Three Mile Island nükleer reaktöründe meydana gelen sızıntıdan itibaren nükleer enerji de sorgulanmaya başlandı, Çernobilde yaşanan patlama ise nükleer enerji için adeta bir nükleer kış etkisi yarattı. Son yıllarda zararlarını yavaş da olsa kapatmaya başlayan nükleer lobi, demokratik olmayan ülkelere yönelmişti. Kaza sonrası bu ülkelerin nükleer kararlığının süreceğini varsaymak zor olmasa gerek. Zaten nükleer enerji de ancak özgürlükle pek barışık olmayan ülkelerle arası iyi olan bir enerji biçimi

Son yıllarda enerji tekelleri enerjinin yetersizliğini gündeme getirerek ölümcül bir teknoloji olduğu çok iyi bilinen Nükleer enerjiyi önümüze tekrar koydu . AKP hükümeti de bu fırsattan istifade ile nükleer dayatmayı hızlandırdı. Türkiye bu belaya bulaşırsa iklim değişimi le parelel gündeme sokulan kuraklık ve çölleşme, nükleerin yanında daha az acı veren bir ölüm olur. Ama belliki hükümet bu sevdaya vurulmuş, nükleer lobinin rantı hükümet başta bir takım çevrelere cazip gelmiş olacak ki bu teknolojinin zararları iyi bilindiği halde bu enerejide israr ediliyor.. Üstelik de fay yakının da santral inşaa edecek denli gözü dönmüşçe bir tutkuyla

Türkiye yaklaşık 10 yıl  önce ciddi bir nükleer dayatmayı turnikeden dönerek atlattı. Ama her bakımdan Özal’ı taklit eden ve iktidarını küresel güçlere dayanarak sürdüren AKP hükümeti, bu kirli mirası sahiplenmede bir beis görmeyerek, nükleer pazarlıkta Türkiye’nin Hayatını iştahı kabarık nükleer şirketlerin önüne pey akçesi olarak sürdü. Oysa Çernobil’in kanseri daha kurumamıştı, hatta bulutlar adam öldürürken ve Karadeniz halkı ölümcül miras altında damgalanmışken Nükleer Ölüm için tekrar davetiye çıkarıldı.

Tabi Tavuk Kümesindeki tilki misali kimi işadamı örgütleri ile kendi nükleer zevkleri uğruna bilimsel erdemi hiçe sayan bilim adamları ve ana akım medyanın bir bölümü , nükleer İktidarın önünde susta durmayı içlerine pek bir güzel sindirdiler. Eh ne de olsa sermaye denen gönül ferman dinlemiyordu.

Ancak bir nükleer karşıtı  olarak en çok komiğime giden de nükleer ölüme, kanser bulutlarına ilişkin her karşı çıkışın ardında petrol lobilerinin olduğunu iddia edecek denli müfteri olan bir takım bilimci kara perensler. Normaldir, bilimsel onurlarını ikbale değişenler her vicdanı satılık sanır, ama bilmelidirler ki kimi vicdanlar asla satın alınamaz.

Neyse değerli satırlarımı  bu bilim ve vicdan karikatürleri ile daha fazla işgale açık kılmak niyetinde değilim.Benim asıl değinmek istediğim Nükleer enerji ile ilgili olarak ülkemizde yapılan tüm tartışmalar da hemen hiç  kimsenin nedense pek değinmediği enerji ve teknoloji ilişkisine ve bu ikiliden yola çıkarak sanayi uygarlığı denen olguya dikkat çekmek..Çünkü Nükleer tahakküm ile modern sanayi uygarlığı arasında kopmaz bir bağ var.

Savaşan Teknoloji: Biri Sivil mi Dedi

Teknoloji konusundaki kuşkucu ve hatta eleştirel yaklaşımıyla tanıdığımız Lewis Mumford, ilk pramidler gibi modern teknolojinin de savaşın rahminde büyüdüğünü ve ondan doğduğunu belirtir. Teknoloji bir Megamakine’dir bu kavramla Mumford gücün seferber edilmesini, tek bir elde toplanarak yoğunlaştırılmasını ve merkezileştirilmesini kasteder ki, nükleer santraller tam da böyle bir yapılanma taşırlar. Teknik olgular bilimin hükümranlığına dayandıklarından, neden ve ne için gibi etik sorular ıskalanarak, nasıl sorusuna yani yapılabilirlik olgusuna yoğunlaşılır. Böylece daha baştan aslında istenilen şeyin toplumsal fayda değil, güç elde etmek, gücü temerküz etmek olduğu ortaya çıkar. Nitekim Mumford Dev Makine kavramını izah ettiği Teknik ve Uygarlık kitabında, Dev Makine’nin (yani Teknik seferberliğin) bir güç temerküzü yani yoğunlaşma olduğuna dikkat çekerek, dev makinenin bir güç kombinasyonu olarak tüm kaynakları bir araya getirdiğini, dil, din, bürokrasi ve kapitalizmi, askeri güç kaynaklarını devasa bir egemenlik için yoğunlaştırdığını belirtir. Nükleer teknoloji de böyledir, nükleer enerjide de askeri güç, sermaye, bilim, devlet iktidarı bir araya toplanır ve böylece insan devre dışı bırakılır. Çünkü teknoloji olarak nükleer güç, militer ve parasal amaçlar için insanın ve doğanın üzerinde olağanüstü bir hakimiyet kurarak geniş anlamda insanın kendi potansiyelini değersizleştirir. Bu nedenle tekniğin gelişimi, insanın gelişimini durdurduğu için özgürlüğün düşmanıdır. Yani nükleer enerji doğası gereği anti-demokratiktir.

Demokrasi temelde müzakere edilebilirlik temelinde oluşmuştur, bu nedenle doğrular ve beceriler üzerinde bir iktidar inşa eden uzmanlaşma ile uyuşmaz. Demokrasi doğası gereği profesyonelliği değil amatörlüğü içerir. Bunun yanı sıra nükleer teknoloji, doğasında savaşçı amaçlar taşıdığı için sivil amaçlar ve demokrasiyle çelişir. Nükleer enerjinin olduğu yerde olağanüstü bir polisiye güvenlik, gizlilik ve denetim dışılık vardır. Bunlar doğası gereği demokrasinin ruhu ile uyuşmaz.

Nitekim Mumford’da “Savaş  Megamakine’nin ruhu ve bedenidir. Dolayısıyla savaş Megamakine’nin kurulumunu ilerletmenin ideal koşuludur Bir Megamakine bir kez vücuda getirildikten sonra, onun programıyla ilgili herhangi bir tenkid, ayrılma onun rutinlerinden herhangi bir kopma, aşağıdan gelen talepler doğrultusunda onun yapısında herhangi bir değişiklik, bütün sistem için bir tehdit teşkil eder” diyerek tekniğin ruhu ile özgürlük olarak demokrasinin ruhunun birbirini dışladığını göstermiş olur. Görüldüğü gibi Nükleer enerji demokratik bir toplumun değil, totaliter bir toplumun tekniğidir.

Ne Kadarı Yeterli?

Andre Gorz kapitalizmle ilgili bir saptama yaparken “Kapitalizm yeterlilik denen şeyi bilmez “der. Marks’da kapitalizmin büyümeye mahkum olduğunu, büyüyemeyen kapitalizmin ölümcül bir hal içinde olacağını söyler. Bu anlamda fazlaya ve biriktirmeye koşullanmış bir düzen olarak kapitalizm de doğası gereği güneş, rüzgar, dalga vb yenilenebilir doğal güçlerden istifade edemez. Çünkü sürekli büyümek durumunda olan kapitalizme bu enerji yetmez. Mevcut enerji talebinin devam etmesi mümkün değildir, çünkü dünya kaynakları bu büyüme temposuna cevap verebilecek halde değildir. Dolayısıyla bu talebe halihazırda dünya elektrik üretiminin yüzde 16’sını karşılayan nükleer santrallerde cevap veremez. Kalkınma ve daha çok üretmek, daha çok tüketmek ve refah gibi değerleri sorgulamadıkça, mevcut tüketim eğilimlerimizi değiştirmedikçe yenilenebilir enerji ile ekolojik bir topluma geçilemez.

Bugün dünyada ki uranyum rezervlerin işletilmesi ve çıkarılması ağırlıklı  olarak üç büyük şirketin elinde yoğunlaşmış durumda. Bu üç şirket mevcut terzervlerin yüzde ellisine yakınını çıkarıyor. Fransız devi AREVA’ya bağlı COGEMA, bu şirket dünya uranyum üretiminin yüzde 20’sini karşılıyor. Onu Kanada kökenli Cameco izliyor bunlarda yüzde 17’lik bir paya sahipler. Onu da yüzde onluk pay ile Energy Resources of Australia izliyor. Yani nükleer enerji bir tekelleşmeyi de beraberinde getirir.

Bu nedenle Amerikalı  Ekolojist Boockhin’nin dediği gibi özgürlükçü bir teknik ancak özgürlükçü bir toplumda varolabilir. Dolayısıyla küresel iktidar odaklarıyla kucak kucağa olmayı seçenlerin ve İktidar Seçkinlerinin nükleeri bu denli sevmeleri son derece anlaşılabilir, çünkü onlar ruhlarını para ve güç şeytanına sattıklarından özgürlük denen şeyden nefret ederler.

Diyeceğim o ki birileri bizleri kanserli bir Güç sevdasının içinde harcamaya niyetlenmiş olabilirler, ama siz siz olun ruhunuzu İktidar ve Sermaye şeytanlarına satmayın. Çünkü bu size kesinlikle kanser olarak geri döner.

March 25, 2011 Posted by | anti-endustriyalizm, anti-kapitalizm, anti-otoriter / anarşizan, antinükleer, sistem karsitligi, somuru / tahakkum | Leave a comment

Demokratik Ekoloji ve Toplum – Hasip GÜN

Demokratik ekolojinin hayat bulduğu ve şekillendiği belli alanlar olduğu bilinmektedir. Bu alanlar daha yerel alanlar olmakla birlikte ekolojinin biyo-bölgecilik yaklaşımı ve demokrasiyi yetkin kılan alanlar olması demokratik-ekolojiyi yorumlama olanağı sunar. Bu açıdan gerek demokratik-ekoloji toplum formu ve gerek yerel yönetimlerden kasaba, köy ve mahallelerde doğrudan demokrasinin gücüyle bir yaşam biçimi geliştirebilir. Bu alanlar aynı zamanda ekolojik hareketin komüncü yaşamın birliklerini olduğu kadar toplumun kültür ve bilinç düzeyini, beşeri bilimlerin kendi varlığını özgürce yönetmesini ve akademik çalışmaların düzeyini yükselten alanlar olma özelliğini kazandığı gibi, özgür ilişki, özgür birey ve grupların sonuç alacağı alanlardır.

Böylesi bir perspektifle özgür toplum, özgür birey ikilemi geliştirilir. Bu da demokrasi ve güçlü sivil toplum, aynı zamanda devletsiz bir zihniyet perspektifi, beraberinde demokratik ekolojik ve cinsiyet özgürlüğü de doğurur. Dolayısıyla tahakkümcü ve hiyerarşiden uzak, demokratik ekolojik toplum her şeyden önce özgürlük düzeyidir. Bu nedenle ekolojik sorunun kökenine inmek kadar, sorunun kökeninde uygarlığın tahakkümcü ve hiyerarşik gelişimini de görmek mümkündür. Çünkü sınıflı toplum, uygarlığın doğayla yarattığı çelişki doğayı ve insanı yok oluş eşiğine getirdi. Bu nedenle doğa ile insan (toplum) arasında bir uyum ya da diyaloğu ertelemez kılmıştır. Özcesi doğa ve toplum arasında yeni bir sözleşme yapılması kaçınılmazdır. Bu yüzden ekolojik bakışta “ötekileştirme” olmadığı gibi insan-doğa diyaloğuna ‘doğanın ve toplumun dilini ve aklını çözme ile başlamalıdır.’ Eğer gerçekten bu dilin özüne ulaşmak isteniyorsa, o zaman hiyerarşik toplum birimlerini aşan bir zihniyet devrimi gereklidir.

Doğa-insan çelişkisi

İnsanın, doğayı sadece yararlanılması gereken cansız bir nesne olarak görüp insanı merkez alan ideoloji, felsefe ve anlayışlar geliştirmesinin ekolojik sorun yarattığı kesindir. Burada “insan her şeyin ölçüsüdür” mantık ve anlayışının, dikta rejimlerin kendilerini ölçü almalarından farkı yoktur. Bu egemen yaklaşım diğer türlerin yok oluşunu getirir. Bu anlamda doğa-insan çelişkisinde birini merkeze alarak diğerini yararcı noktaya düşürmek veya farklılığını anlamamak felakete götürür. Burada devreye konulması gereken ise, ekolojiyi doğanın hiyerarşik izahatından uzak tutmak ve eşit, özgür ilkelere dayalı ekoloji özyönetim, özdisiplini, özdenetimi ve özeylemliliği esas alan bir formasyona kavuşmaktır. Dolayısıyla insani şartlar ve sosyalist olma bilinci yine özgürlük ve eşitlik ilkelerine göre ahlaki bir yaşamı benimsemek, bu ilkeler temelinde insan-doğa merkezli en temel ve dinamik değerleri olduğu gibi ekolojisttir de.

O halde tartışılması gereken eşitliği nasıl ele alacağımızdır. Eşitliği bir hak, adalet olarak mı yoksa farklı bir anlamda mı ele alacağız? Çünkü eşitlik de çeşitliliği aynılaştırma riski taşır. Dolayısıyla eşitliğin yerine farklı kavramlar mı tüketmeliyiz? Örneğin ekoloji hiyerarşik izahatı reddeder. Bazı çevreciler ekoloji ile çevreciliği aynı tutmaktadır. Ancak ikisi temelde farklı şeylerdir. Çevrecilik insanı merkez alan ve doğayı da insanın hizmetine sunan endüstriyel mantığın oluşturduğu bir çevre mühendisliğinden başka bir şey değildir. Ekoloji ise, toplum ve bilim felsefesini öngörür. Ve aynı zamanda toplumsal dönüşüm yasalarını, bilim gücü, yine sanatın estetiğiyle vardır. En belirgin özelliği zihniyet veya düşünce biçimi olarak algılamak daha doğrudur.

Ekolojik toplumda kadın

Mevcut durumda erkek egemenlikli sistemin kadın üzerindeki tahakkümünü sonlandırmakla başlamalı ve buna meydan okumalıdır. Bu zihniyet formuyla başlarken, kadın sorununu kotaya bağlamak ve ona göre dizayn etmek kadın kurtuluş çizgisine ve ekolojik bakıştan uzak bir duruş olduğunu baştan vurgulamak gerekir. Kadın üzerindeki erkek egemenliğe meydan okuma, yeni bir kozmik doğa ve epistemolojik kavrayışla gerçekleştirilir. Hiyerarşik toplum uygarlığı önce erkeğin kadın üzerinde tahakkümü ile başladı ve sonra sınıflı toplum uygarlığı olarak gelişti ve doğanın sömürülmesi, talanı, yıkımı başladı; özcesi ekolojik sorun, erkeğin kadın üzerindeki tahakkümüyle doğdu. Aynı zamanda ekolojik zihniyet ya da devrim ve dönüşümün gelişmesi de, tüm tahakkümcü zihniyetleri ve örgütlerini reddetmekle gelişir. Anlaşılması gereken nokta ise, hiyerarşinin olduğu yerde özgürlükten, eşitlikten ve adaletten bahsedilemeyeceğidir. Dolayısıyla altüst ilişkisine dayalı kategoriler varsa o zaman hiyerarşi ve tahakküm vardır. Tahakküm yalnızca sömürü olmadığı gibi, hiyerarşi de yalnız toplumsal sınıflar değildir. Bu nedenle kadın özgürlüğü ya da kadın kuruluş ideolojisinin can çekişen bir noktada durması kuşkusuz erkek egemenlikli ve hiyerarşik toplum uygarlığının tahakkümcü zihniyetinde kaynaklanmaktadır. Kadın ve erkek sorununu yaratan erkek egemenliğidir. Kadının bakış açısı, ekoloji perspektifini içermek durumundadır. İkisinin ortak düşmanı olduğu gibi hareket noktaları da neoliktir.

Kadınların günümüzdeki kimliği hâlâ aşırı derecede boyun eğmeye ve aşırı derecede sessizliğe bürünme üzerine kuruludur. Feminizm her ne kadar tehdit edici bir rol oynamaya çalışsa da bir muhalefet, iktidar söyleminin dışında bir kimlik mücadelesi verilmektedir. Geriye yine sakin ve iyi hümanist bir sav söylemi oluşturmak kalıyor. Burada iki yönlü kadın portresi çizmek ve ona göre bir kimlik oluşturmak kalıyor. Ya baskıcı Adem’e karşı başkaldıran ve onu terk eden lilith olacak, ya da onun yanında yaşamayı kabul eden, onun çizilmiş politikalarında sürüklenmeye hazır Havva olacak.

Ekoloji-toplum ve devlet

Sorunun düğümlendiği nokta ekolojik bakış açısının devleti nasıl gördüğüdür. Hiç kuşku yok ki, ekoloji-toplum bakış açısı devletsiz düşünebilmeyi ve çalışabilmeyi öngörür. Yani siyaseti, toplumu, devletin dışında birer olgu olarak değerlendirir. Bu demokrasi anlayışında da nitelikli özgürlük açılımıdır. Devlet varlığı demek özgürlüğün ve eşitliğin yokluğu demektir. Her şeyden önce ekolojik bir yaşam devletsiz bir zihniyetle yaşam bulur. Bu perspektif özgür birey, özgür toplum ve aynı zamanda demokratik sivil toplum anlayışını geliştirir. Devlete bulaşmadan demokratik ekolojik topluma ulaşmak aynı zamanda ahlak değer yargılarının çıtasını biraz daha yükseltmek demektir. Bu nedenle devletsiz toplum demokratik, ekolojik, cinsiyet özgürlükçü toplum demektir.

* Bolu F Tipi Cezaevi

Kaynak: Günlük

http://www.dicleuniversitesi.net/ekoloji/820-demokratik-ekoloji-ve-toplum.html

March 23, 2011 Posted by | anti-kapitalizm, anti-otoriter / anarşizan, ekolojist akımlar | 3 Comments

Jean Baudrillard ve Tüketim Toplumu – SİNEM GÜDÜM

Gerçek ihtiyaçlar ile sahte ihtiyaçlar arasındaki ayrımın ortadan kalktığı tüketim toplumunda birey, tüketim mallarını satın almanın ve bunları sergilemenin toplumsal bir ayrıcalık ve prestij getirdiğine inanır. İnsan bu süreçte bir yandan kendini toplumsal olarak diğerlerinden ayırt ettiğine inanırken, bir yandan da tüketim toplumuyla bütünleşir. Dolayısıyla tüketmek birey için bir zorunluluğa dönüşür. İnsani ilişkiler yerini maddelerle ilişkiye bırakır. Artık geçerli ahlâk, tüketim etkinliğinin ta kendisidir. Jean Baudrillard 

————————————————————————————————————————— 

Küreselleşme, hem dünyanın küçülmesine hem de bir bütün olarak dünya bilincinin güçlenmesine işaret eder. Küreselleşen dünya pazarında işletmeler de rekabet koşullarına ayak uydurabilmek için yeni pazarlama stratejileri geliştirmişlerdir.  1914’lü yıllarda Hanry Ford’un öncülüğünü yaptığı ‘seri üretim sistemi’ Fordizm, Post-Modern yaşam biçimiyle değişen tüketici, teknoloji ve piyasaların bir getirisi olarak 1970’lerden itibaren yerini Post-Fordizm’e bırakmıştır. 

Bu yeni akımla paralel giden Post-Modernizm döneminde hem global pazar ekonomisini hem de tüketici kimliğindeki post-modern insanı farklı görürüz. Tüketim toplumu tabiri de işte bu dönemde, özellikle Batı ülkelerinde sanayileşme sonrası ortaya çıkan toplum şeklini tarif etmek için kullanılmıştır. Seri üretimin artmasıyla hızla değişen arz-talep dengesi, üreticileri ve hükümetleri farklı politikalara itmiş, üretilenlerin hızlı tüketilmesini sağlamak maksadıyla türlü yollar denenmeye başlanmıştır.

Bu yolların en önemlileri elbette kitle iletişim vasıtalarıdır. Yazılı ve görüntülü basınla (TV) birlikte son yıllarda bu ikisini de geçeceğe benzeyen internet, tüketim toplumunu yönlendirmede ve manipule etmede kullanılan başlıca kaynaklardır.
Baudrillard’ın belirttiği gibi, artık ihtiyaçlar medya tarafından belirlenmekte, neyin ihtiyaç olduğunu düşünecek zamanı bulamayan tüketici, önüne sunulan alternatiflere ‘evet-hayır’ cevabından birisini verebilecek kadar bir zamanı ancak bularak, şuurlu olmaktan çok, gayri iradî ve şuursuz bir şekilde cevaplar üretmektedir. 

Postmodern tüketici, günlük mutluluk peşinde koşan, anında tatmin isteyen, ihtiyacının tatminini ertelemeyen, gelecek için bugünü feda etmeyen, geçmiş ve geleceği içerecek biçimde denemeyi büyük bir arzuyla isteyen, içerik yerine biçime daha çok ilgi duyabilen, hazcı yanı öne çıkan, kendisini tüketime hazır bir imaj haline getirmiş tüketicidir. Yeni Medya da işte bu tüketicinin taleplerini görmek üzere yapılandırılmıştır. 

Günümüzde milyonlarca insan, internet üzerinden alışveriş etmektedir; giysileri denemeden, parfümleri koklamadan, sebze-meyveyi dokunmadan almaktadır. Tüketim sadece maddesel de değildir üstelik; arkadaş bulmak, sohbet etmek, çeşitli aktivitelere katılmak, hatta evlenmek de internet üzerinden, fazla emek vermeden, kolay ve hızlı bir şekilde yapılabilmektedir. ‘Yeni Medya’ düzeninde her birey başlı başına bir ‘medya kanalı’ olmuştur adeta. Bireylerin, kaç takipçisi olduğu, ürettiği içeriklerin ne kadar paylaşıldığı gibi verilerin ölçümünü yapan http://www.klout.com gibi birçok site vardır. Bu akımı geleneksel medyadan ayıran en önemli özellik de işte burada yatmaktadır.

John Tomlinson, “Kültürel Emperyalizm” isimli kitabında, “Marlboro ve Coca Cola içmek bizim kültürel yazgımız mı?” diye sorgular. Bunu yaparken de Stuart Hall gibi pek çok kuramcının, otantik kültürlerin Batı’nın (özellikle de Amerika’nın) gelişkin kapitalist kültürü tarafından işgal edilerek “popüler” hale getirildiğini savunduklarını hatırlatır (Tomlinson,J. 2010). Zamanımızın en ünlü düşünürlerinden Jean Baudrillard da Batı kültürünün bir dizi simülasyon modeli ya da düzeni olarak gelişmiş olduğu yönündeki meydan okuyucu teziyle dikkat çekmiştir. Ünlü düşünüre göre, reklamların vaad ettiği kişiselleştirici farklar tam tersine kişiler arasındaki gerçek farkları yok ederek kişileri ve ürünleri türdeşleştirir. “Bireyin narsizmi ayrıksılığın hazzı değil, kollektif niteliklerin kırılıp yayılmasıdır.” (Baudrillard, J. Tüketim Toplumu. s.107) Öte yandan gerçek imkânları cılızlaşan ve denetim altında sıkışan beden yüceltilir.

Marlboro reklamlarında işlenen yalnız kovboy ve sigara temaları, Levis reklamında yarı çıplak direkte asılı duran delikanlı ve genç kızın asilikleri ile yarattıkları ‘farklılık’ ne kadar doğrudur? Neyin simulasyonudurlar? Reklamlarda verilen mesajlar kimlerin çizdiği kurallara göre sunulur? Misal vermek gerekirse, sigara içenin ayrıcalıklı olduğu mesajı gerçek hayata dönüp de istatistiklere bakıldığında pek de doğru çıkmamaktadır. Bu durumda reklamın tersine, sigara içmeyenler daha ayrıcalıklı olmalıdır. Aynı şekilde Levis giyip de herkesten farklı olacağını düşünen gençler sokağa çıktıklarında giydikleri markanın ne derecede yaygın olduğunu görmelidirler. Fakat durum nedense böyle olmamaktadır. ‘Şeyleşen’ meta, insanın gözünü mi bağlamıştır? 

Diane Crane, “Moda ve Gündemleri” isimli kitabında, giyimini dert eden herkesin aslında belli bir ölçüde başkalarının da giyimini taklit ettiğine dikkat çeker. Semt pazarlarından alınan ünlü markaların taklitlerine de ‘Bir sınıf atlama isteği’ olarak yorum getirir (Crane,D. 2010). Marka satın almak, bireyin belli bir kimlik oluşturma aracı olurken, kitle kültürünün sürekli beslediği “Tüketim Toplumu”, şirket logolarını üzerlerinde taşıyan insanlar üretmiştir (Willis, 1993). Bu şekilde yaratılan toplumsal standartlaşma sonucu, popüler kültürün, diğer bir adıyla kitle kültürünün belirlediği standart tüketim davranışları toplumu sürekli etkisi altına almaktadır. 

TÜKETİM TOPLUMU KAVRAMI 

 “Tüketim Toplumu” ya da “Kitle Kültürü” daha önce aralarında Frankfurt Okulu yazarlarının da bulunduğu birçok düşünürce eleştirilmişti. Bu düşünürler kendilerini -potansiyel de olsa- bir toplumsal muhalefetin parçası olarak görüyorlardı. İsteği dışında kendi hakikatine yabancılaştırılmış, iktidarca manipüle edilmiş ama yine de bu durumdan kurtulma umudunun var olduğu bir toplum söz konusuydu. 

Rosenau, ‘Post-Modern birey, parçalanmış bir kimliğe karşılık gelir’ der. Kendi temelsizliği üzerine temellendirilen bu özne, ayrık bir kişiliğe ve parçalanmış kimliğe sahip bir “persona” dır. Postmodern özne, paradoksal bir anlam içinde, hem özgürdür hem de özgür değildir: Özgürdür, çünkü olumsal güçler öbeği tarafından belirlenmiş ve biçimlendirilmiştir; özgür değildir, çünkü Adorno’nun söylediği gibi “kendini ‘Ben’ olarak ortaya koyan şey gerçekte bir ön yargıdır.” 

Frankfurt Okulu düşünürlerinden Theodor Adorno, Aydınlanmanın Diyalektiği adlı yapıtında ilk kez kullanılan “Kültür Endüstrisi” kavramının doğuşundan söz ederken ilk önce “Kültür Endüstrisi” yerine “Kitle Kültürü” kavramını kullandıklarını belirtmektedir. 

Adorno, sözü edilen kullanımın popüler sanatın çağdaş biçimi olarak algılanması olasılığına karşı ‘Kültür Endüstrisi’ ile ‘Kitle Kültürü’ arasında bir ayrıma gittiklerini ifade etmektedir. Kültür endüstrisi, eski olanla tanıdık olanı yeni bir nitelikte birleştirirken tüketicileri kendisine uydurmaktadır. Bu bağlamda da “metalaşma”, “şeyleşme” ve “fetişleşme” kavramları öne çıkmaktadır. Benjamin, Adorno ve Marcuse gibi düşünürlerin kitle kültürüne eleştirel bakışına, yirmi birinci yüzyılda kültür endüstrisinin ana sektörlerinden biri olarak yerini alan televizyonun ve reklamların konumu irdelenirken de gereksinim vardır. 

Benjamin’e göre, modern dönemi betimleyen özellikler arasında şunlar vardır: (1) Modern dönemin betimleyici özelliği metaların kitlesel üretimi ve insan ilişkilerinin şeyselleşmiş oluşudur; (2) buna teknolojik değişim neden olmaktadır; (3) bunun sonucu ise, geleneğin ve geleneğe dayanan yaşam tarzının yıkılıp yok olmasıdır; (4) imgeler (imajlar) metalaşmışlar, algılamalarımızın nesneleri olmuşlar, fantazyalarımızın materyalize olmuş biçimlerine dönüşmüşlerdir. Yani, yaşam deneyimlerimiz algılama ve fantazya düzeyinde de değişim göstermişlerdir; (5) imgeler ve nesneler, algılamalarımızın nesnelerine, fantazyalarımızın materyalize olmuş biçimine dönüşüp metalaşmış bulundukları için günümüzde çok önem kazanmışlardır; (6) günümüz yaşamının gerçekliğinin anlaşılmasında, bu nedenle, fantazyaların ve imgelerin tarih ve kültür açısından doğru bir biçimde açıklanması büyük önem taşımaktadır (Aktaran: Oskay, 1981a:4).

BAUDRİLLARD VE YENİ TÜKETİM TOPLUMU

Tamamen bireysel bir bakış açısıyla iktidarı da muhalefeti de eleştirip dışlayan Baudrillard ise yeni tüketim toplumunun artık asıl/kopya, gerçeklik/görünüş gibi karşıtlıklar kurularak açıklanamayacağını, çünkü yabancılaşılan bir insan özünün ve hakikatinin ve buna bağlı olarak hakikati temel alan toplumsal muhalefet biçimlerinin yok olduğunu, bir simülasyona dönüşen gündelik hayatın gönderme yapabileceği dolaysız yaşam biçimlerinin ortadan kalktığını iddia eder. Baudrillard’ı sosyalist görüşten ayıran temel fark budur.

Baudrillard’ın ‘Simulakra ve Simulasyon’ isimli kitabında bahsettiği yalnızlaşan toplumu düşündüğümüzde, bilgi çağıyla yaratılan ‘yapay gerçeklikte’ birey, ‘virtüel ‘avatarı’ ile bütünleşmekte ve kimliğinden uzaklaşmaktadır. Bu yapay gerçeklikte birey, kendi kendisinin kölesi olmuştur. Artık tüm sistem ve düzen değişmiştir.

Dünya düzeninin değişiyor olduğuna dair ilk sinyalleri elbette ki medya vermiştir. Yaklaşık kırk yıl kadar önce, Amerika’da Loud Ailesi ile 1971 yılında başlayan ilk ‘Reality Show’ programıyla artık birey televizyona değil, televizyon onun nasıl yaşadığına bakar olmuştur. Baudrillard, bu bağlamda, ‘Panoptik Gözetleme Sistemi’nden, aktifle pasifin yok edildiği bir caydırma sistemine geçildiğine değinmektedir. Model ve gerçeğin birbirine karıştığı bu “hiper-gerçek dünya” artık bireyi haber yapmaktadır. “Haber sizsiniz, toplumsal sizsiniz, olay sizsiniz…” Yedi ay aralıksız sürdürülen çekimler sonucunda Loud ailesinden geriye kalan ne yazık ki sadece 300 saatlik bir film olmuştur; çift boşanmış, çocuklar ise dağılmıştır. (Baudrillard, J. Simulakrlar ve Simülasyon.1982, s: 53).

Toplumun büyük bir kesimi tarafından ilgiyle izlenen bu tarz ‘Reality Show’larda bireyler kendi kimliklerine en yakın buldukları kişilerle adeta bütünleşerek ‘taraf olma’ ve ‘ötekileştirme’ yaklaşımını göstermişlerdir.

Tüketim Toplumu, bu tarz programlarda da gözlemlenebildiği gibi, radikal bir toplumsal muhalefet yaratamaz. Ancak anomi ya da anomali üretir; amaçsız şiddet, kollektif kaçış davranışları (uyuşturucu, hippiler) yorgunluk, intiharlar, sinir hastalıkları, iç sıkıntısı ve  suçluluk duygusu bu topluma hakimdir…

Büyük ölçüde birbirine benzeyen, televizyon dünyasındaki gibi konuşan, gülen, düşünen, giyinen bireylerden oluştuğu için toplum artık varlığının anlamını bulmaya çalışmaz. Toplumla ilişkisini bir dünya görüşü çerçevesinde temellendirmek isteyen birey tipi büyük ölçüde ortadan kalkmıştır. Televizyonda görünen hayat izleyicisine zorla dayatılan, onun yabancısı olduğu bir hayat değildir. İzleyici televizyonda, zaten yaşadığı ya da en azından özlem duyduğu bir hayatın yansımalarını görmektedir. O, ‘Bihter yüzükleri’ ve ‘Shakira kemeri’ alarak mutsuzluğunu gidermeye çalışacaktır. 

MUTLULUK VE TÜKETİM TOPLUMU

“Eşitlik talep edilene kadar eşitsizlik yoktur!” J. Baudrillard

Mutluluk kavramının ideolojik gücü toplumsal ve tarihsel olarak modern toplumlarda mutluluk söyleminin EŞİTLİK söylemini canlandıran söylem olmasından ileri gelir. Eşitlik söylemi, SANAYİ DEVRİMİ sonrasında üstlendiği politik ve sosyolojik güç ile mutluluk kavramına devredilmiştir. Mutluluk, ‘eşitlik’ olarak ‘lanse edildiğinde’ ve/veya algılandığında ise, bu kavrama ölçülebilirlik katmak ihtiyacı doğar. Tocqueville, ‘Mutluluk, nesneler, göstergeler ve ‘konfor’ aracılığıyla ölçülebilir refahtır!” der. Kanıtlara ihtiyac duymayan ‘içsel mutluluk’ kavramı, tüketim toplumu inanışında hemen dışlanır! Bu idealde mutluluk, öncelikle eşitlik (ya da ayrıcalık) talebidir ve bu yüzden kendini görünür ölçütler bakımından göstermek zorundadır (Baudrillard, J. Tüketim Toplumu. s:52-53)

Bu toplumun dili tüketimin dilidir. “Bireysel ihtiyaçlar ve hazlar bu dile bağlı olarak sözden ibarettir.”( Baudrillard, J. Tüketim Toplumu. s.88) Haz zevk olarak değil ama yurttaşlık görevi olarak kurumsallaşmıştır. Birey etkin bir şekilde kendini tüketmeye hasretmelidir, aksi taktirde toplum dışı kalmak tehlikesiyle karşılaşır. Marjinal konuma düşmek istemeyen her birey çalışma piyasasına uygun bilgi ve beceri birikimini her an yenilemek, “işin içinde olmak”, giyim kuşamından genel kültürüne kadar her şeyine dikkat etmek zorundadır.

 “Tüketmekte ya da tüketmemekte özgür olan savaş öncesinin küçük tasarrufçuların ya da anarşik tüketicilerin artık bu sistemde yapacakları hiçbir şey yoktur.”(Baudrillard, J. Tüketim Toplumu. s.91) 

FARKLI İHTİYAÇLAR VE TÜKETİM TOPLUMU

Tüketim toplumunda ruhun yerini beden almış, tutku dışlanmıştır. Bedenin etrafı sağlık, perhiz, tedavi, arzu gibi söylenlerce kuşatılmıştır. Reklamlar bireyi yatırım nesnesine dönüşen bedenlerini keşfetmeye davet eder. Yeni cinsellik ” ‘işlevsel’ bir konuttaki sıcak ve soğuk renkler oyunu gibi sıcak ve soğuktur(s.161). Erotik olan artık arzuda değil göstergelerdedir. “Kadının bedeni… reklamda görülen diğer cinsiyetsiz ve işlevsel nesnelerin türdeşi olur.” (s.162)

Özneye gelince “artık ne ‘kendi’ ne ‘kendi-özne’ ne de dolayısıyla kendinin başkalaşması, yani kelimenin doğru anlamında yabancılaşma vardır (s.240) Tüketimin oyunculluğu içinde bireysel kimliğin trajikliği yok olur.

Tüketim toplumu kültürü halkın ayağına götürür. Bir çift çorap ya da bir bahçe koltuğu, bir kilo domatesle aynı anda hipermarketten alınabilmektedir (s.124). Kültürel nesneler çamaşır makinasıyla aynı tarzda tüketilmektedir. Bu kültür gerçekten kültür sahibi olanları ve geleneksel kültürün kendi kendini yetiştiren marjinal kahramanını dışlar. Tüketim toplumunun kültürü insanları toplumsal ve mesleki olarak bütünleştirir ve birbirlerine uyumlu hale getirir.

Tüketim toplumunun insanı boş zaman etkinliklerini çalışma alanında hakim olan zorlama ahlakı çerçevesinde gerçekleştirir. “Bronzlaşma saplantısı… güneş altındaki bu zorunlu cimnastik ve çıplaklık ve özellikle de eksiksiz yaşamaya özgü bu gülüş ve bu neşe hepsi birlikte aslında ödev, fedakarlık, çilekeşlik ilkesine adanmanın belirtisidir. ” (s.190-191) Aynı zorlama insanlar arasındaki doğal sıcaklık ve gülümsemenin yerini kurumsal nezaketin ve gülümsemenin almasına yol açar. İçtenliğin yok olmasıyla birlikte “… reklamın yakın, içten, kişisel iletişim tarzlarını taklit ettiği görülür.” (s.197) Bireylerarası ilişkilerde varılan nokta gerçek sıcaklığını kaybetmiş bir diyalog zorlamasıdır.
Tüketim Toplumu neden meydana gelmiştir?
Baudrillard, tüketim toplumunun meydana gelişinin altında yatan sebepleri ortaya koyarken, şunları söylemektedir:

“Tarihte aynı olayların iki defa vuku bulduğu olur. Birincisinde bu olaylar gerçek bir tarihî değere sahipken, ikincisi birincisinin karikatürüdür ve grotesk (garip, acayip, fıtrî olmayan) bir serüvendir; efsane olmuş bir atıftan beslenir.”

Bu tespitin ardından Baudrillard, yitirdiğimiz değerleri, gerçeklerinin yerini tutamayan sunî düzenlemelerle telâfi etmeye çalıştığımızı belirtmektedir. Yeşilini yitiren hayatta yok olan insanlık, şehirlerin göbeğinde oluşturduğu sunî teneffüs borusu misali parklarla vicdanını rahatlatmaktadır. İnsanlık, tarihe karışmış bazı güzellikleri, ritüel biçiminde, zorla yeniden güncelleştirerek tüketmektedir.

Saf ve temiz bir görünüme sahip olmak isteyen her şey karşıtına dönüşmektedir… İktidarlar ancak bir ölüm simulasyonuna baş vurarak gerçek ölümden kaçabileceklerine inanır.” (Baudrillard,J. Simulakrlar ve simulasyon. P:39)

Bu, tüketim toplumunun özelliğidir. Günlük haberlerin acımasız yalancılığı, kitle iletişimi yoluyla bütün felâketlerden yola çıkarak günlük hayatın sadeliğini ve sakinliğini yüceltmektedir. Cinayetler, hırsızlıklar ve tecavüzler her gün haber konusu yapılmakta, bunlardan yola çıkılarak faziletli bir topluma hasret yansıtılmaya çalışılmaktadır.

Tüketim toplumunda yayınlar paradokslarla doludur. Bir yandan asil evlilikler yüceltilirken, diğer yanda “televole” tarzı programlar ile aldatma ve ihanet meşrulaştırılmaktadır. Ailelerin çöktüğü, toplumun felâkete sürüklendiği anlatıldıktan hemen sonra bütün ihanetlerin iç içe girdiği “yalan rüzgârları” estirilip kalan soylu kırıntılar süpürülüp atılmaktadır. Çünkü medya için önemli olan tüketim toplumuna, hızla tüketeceği malzemeyi pompalamaktır. Gâye, sahte ağlamalarla soylu tüketiciyi okşamak, ardından da bedenî hazlara ve doymaz ruhlara yalancı baharlar yaşatmaktır. Yaşatılan baharlarda bir nostalji havası estirilir, erdemler tek tek sıralanırken, hedef, gerçeği yaşanıp bitmiş olayları sembolik olarak tekrar körükleyip tüketim kültürü oluşturmaktır: Tüketim kültürü ya da kültür tüketimi…

Kültürel Yeniden Çevrim (Recycling) veya Tüketilme

Baudrillard “bilgi gelişimi” tabiriyle, bir yeniden çevrimi anlatır. Çünkü günümüzde moda, bilgidir. Enformasyon toplumunun içinde yaşayan her fert, bilgili olmak, gelişmeleri takip etmek zorundadır. Daha doğrusu öyle yapıyor görünmelidir. Yoksa aslında ortada bilgi geliştiren falan yoktur.

Günümüz insanının bilgiye ulaşma çabaları, modayı takip etme gayretiyle aynıdır. İkisinin de yaptırımı içtimaî muvaffakıyet yahut dışlanmadır. Dolayısıyla işimiz, rasyonel bir ilmî birikim süreciyle değil, rasyonel olmayan bütün diğer tüketim süreçleriyle dayanışma içindeki içtimaî yapıyladır.

Yaşadığımız çağda her şey yeniden çevrim sürecinin içindedir. Tabiat, sanat, bilim ve bunun gibi her şey… Tabiat sevgisi, çevreyi koruma çabaları, kirliliğe karşı meydanlarda atılan nutuklar, sanki bütün kötülüklerin müsebbibi kendisi değilmiş gibi, insanoğlunun yaşanmış değerleri sunî olarak yeniden tüketme girişimidir.

Sanat eserlerinin en kıymetlisinden en bayağısına kadar aynı ortamlarda sergilendiği, kıymetsiz olanın kıymetlisine bir zarar vermediği görülür. Nadir sanat eserlerinin kopyalanıp seri olarak üretilmesinde bir mahsur yoktur. Çünkü çevrimde sıra onlara gelmiş, tüketilme zamanı medya tarafından ayarlanmıştır.

Kierkegaard’ın yüz binlerce adet satması, insanların kültür seviyesinin arttığının, onun anlaşılmaya başlandığının göstergesi değildir. Eser kendi özünü büyük ihtimalle kaybetmiş, satın alınan kitapların çoğu medyanın tesiriyle edinilmiş birçoğu da büyük ihtimalle okunmamıştır. Çok satması, sadece çevrim sırasının ona gelmesindendir. Bu çarkın işleyişi nadiren bozulur. Halbuki fikir eserlerinin, cevherin kadrini bilecek azınlık tarafından takip edilmesi belki daha sağlıklıdır. Aksi takdirde eser, kendi referans kodunu kaybedip, harcanma sürecinde, modası gelen bir elbise ya da yeni üretilmiş bir çamaşır makinesiyle aynı semantik alanı paylaşacaktır.

Bilim için de aynı şey söz konusu olmaktadır. İnsanlar ilmî bir dergiyi okumak için aldıkları kanaatindedirler, fakat bir çoğu okunmadan kenarda bekler. Gaye, bir üst kültür seviyesinin paylaşıldığı topluluğa ait olma isteği ve gayretidir. Ortak kodları ve mesajları iletişim maksadıyla kullanabilme isteği, düşünmenin, bilgiyi kullanmanın üstündedir.

En Küçük Ortak Kültür

Televizyon ve radyoların düzenlediği yarışma programlarının aslında hiçbir öğretici yanı yoktur. Katılanların çoğunun heyecandan doğru cevap veremediği, ama yine de mutlu olduğu görülür. Çünkü istediklerini elde etmişlerdir; istedikleri şey paylaşımdır. Paylaşımın modern bir biçimi olan iletişim ve temas hedeflenmiş, o da başarılmıştır. Törenlerle yapılan paylaşımlar günümüzde yerini kitle iletişim araçlarıyla paylaşıma bırakmıştır.

İnsanlar, biyolojik bedenleriyle fiilî olarak bir şeyi paylaşmazlar. Paylaşılan, kitle kültürü olarak adlandırılabilecek en küçük ortak paydadır. Tüketim toplumunda ortalama ferdin sahip olması gereken en küçük standartlar ve moda olan işaretler bütününe ne kadar erişilirse, o kadar başarılı olunmuştur.

Kitle iletişimi, kültürü ve bilgiyi dışlamaktadır. Katılımlar, içi boşaltılmış semboller aracılığıyla gerçekleşir ve hayatın içinde birer merasime dönüştürülerek yüceltilir. Bunda tabiî ki yine yaygın olarak medya kullanılmaktadır.

Medya, tüketicinin davranışlarını yönetir ve insanlara zevkleri hatırlatıp, bu zevklerin nasıl olması gerektiğini öğretir. Reklâmlar, bu konuda ciddî yatırımlar yapılarak geliştirilmekte, insanların eğlenerek ve hoşlanarak seyredeceği şekle sokulmaktadır. Hâlâ “annesinin televizyonunu, margarinini, elektrik süpürgesini kullananlar” dışlanmakta, yeni modeller sunulmaktadır. Alternatiflerin sunuluşu öyle kurnazcadır ki, “alayım mı?” sorusunu sormak aklımıza bile gelmez, “hangisini almayalım?” sorusunu, farkında bile olmadan kendimize sorduğumuzu görürüz.

Reklâmlarda hep “prezentabl” (eli yüzü düzgün, gösterişli) tipler kullanılarak model insan paradigmaları oluşturularak önemli insanların “A” ürününü seçtiği ihsas edilmektedir. Tüketici bu durumda nesnenin faydalılığı ile ilgili soruya değil, nesnenin ona toplumda kazandıracağı statü ile ilgili soruya cevap vermektedir.

Sembollerle kuşatılmış sanal bir dünyada gibiyiz. Mahremiyetin dönüşümünü yaşıyor, kendimize ait bir hayat süremiyoruz. Ferdiyetçiliğin zirvesine çıkma aşkıyla yaşadığımız yılların sonunda en tepeden uçuruma yuvarlanırken, bireyselleşmeyle mahremiyetin farkını çok geç görmenin acısını çekiyoruz. Ne “ben” olarak kalabiliyor ne “biz”e ulaşıyoruz. Başkaları tarafından kurgulanmış bir hayatın figüranlığını yapıp senaryomuzu “öteki”lere yazdırıyoruz. En kötüsü de bunun farkında olmamamız. Öyleyse yapılacak şey nedir? Baudrillard’ın sözleriyle noktalayalım:

“Sistemi başarısızlığa uğratabilen tek şey terörizmdir. Çekilen bir söylevin, ironik bir gülümsemeyle sıfırlanması, kölenin yadsınmayı yadsıyan o bir anlık tavrıyla efendisinin gücünü sıfırlayıp keyfini kaçırması gibi, terörizm de her şeyi tersine çevirdiği sırada, alttakinin bıraktığı izleri silerek onu sıfırlamaktadır… Düş gücünü harekete geçirebilen tek şey terörizmdir.” 

KAYNAKLAR 

Kitaplar

Baudrillard, Jean (1997). Tüketim Toplumu. İstanbul; Ayrıntı Yayınları.

Baudrillard, Jean (1998). Simulakrlar ve Simulasyon. İstanbul: Doğubatı Yayınları

Baudrillard, McLuhan, Foucoult, Chomsky, Postman, Lacan, Zizek (2003). Kadife Karanlık. (Haz: Rigel N, Batus G, Yücedoğan G, Çoban B.) İstanbul; Su Yayınları.

Benjamin, Walter (1990). Benjamin, Baudelaire ve Pasajlar. (çev.: Ahmet Cemal), İstanbul; Argos Yayınları. 28: 50-52.

Crain, Diane. (2010). Moda ve Gündemleri. İstanbul; Ayrıntı Yayınları

Pepitone, A., (2000). Cross Cultural Research, Sage Publication Inc.

Tomlinson, J. (2010). Kültürel Emperyalizm, İstanbul; Ayrıntı Yayınları 

Makaleler ve diğer çalışmalar 

http://www.isguc.org/?p=article&id=17&cilt=5&sayi=1&yil=2003 

http://populerkultur.uzerine.com/

http://www.wikipedia.org/

March 23, 2011 Posted by | anti-kapitalizm, anti-otoriter / anarşizan, somuru / tahakkum, tuketim karsitligi | 5 Comments

Tüketim Toplumu Üzerine Kısa Notlar – Mutlu HAZAR

Giriş
Tüketim toplumu tabiri, Batı’da sanayileşme sonrası ortaya çıkan toplum şeklini tarif etmek için kullanılmaktadır. Seri üretimin artmasıyla hızla değişen arz-talep dengesi, üreticileri ve hükümetleri farklı politikalara itmiş, üretilenlerin hızlı tüketilmesini sağlamak maksadıyla türlü yollar denenmeye başlanmıştır.
Bu yolların en önemlileri elbette kitle iletişim vasıtalarıdır. Yazılı ve görüntülü basınla (TV) birlikte son yıllarda bu ikisini de geçeceğe benzeyen internet, tüketim toplumunu yönlendirmede ve manipule etmede kullanılan başlıca kaynaklardır.

Baudrillard’ın belirttiği gibi, artık ihtiyaçlar medya tarafından belirlenmekte, neyin ihtiyaç olduğunu düşünecek zamanı bulamayan tüketici, önüne sunulan alternatiflere ‘evet-hayır’ cevabından birisini verebilecek kadar bir zamanı ancak bularak, şuurlu olmaktan çok, gayri iradî ve şuursuz bir şekilde cevaplar üretmektedir.

A- Yeni yahut Tarihe Aykırı Diriliş
Baudrillard, tüketim toplumunun meydana gelişinin altında yatan sebepleri ortaya koyarken, şunları söylemektedir:

“Tarihte aynı olayların iki defa vuku bulduğu olur. Birincisinde bu olaylar gerçek bir tarihî değere sahipken, ikincisi birincisinin karikatürüdür ve grotesk (garip, acayip, fıtrî olmayan) bir serüvendir; efsane olmuş bir atıftan beslenir.”

Bu tespitin ardından Baudrillard, yitirdiğimiz değerleri, gerçeklerinin yerini tutamayan sunî düzenlemelerle telâfi etmeye çalıştığımızı belirtmektedir. Yeşilini yitiren hayatta yok olan insanlık, şehirlerin göbeğinde oluşturduğu sunî teneffüs borusu misali parklarla vicdanını rahatlatmaktadır. İnsanlık, tarihe karışmış bazı güzellikleri, ritüel biçiminde, zorla yeniden güncelleştirerek tüketmektedir.

Bu, tüketim toplumunun özelliğidir. Günlük haberlerin acımasız yalancılığı, kitle iletişimi yoluyla bütün felâketlerden yola çıkarak günlük hayatın sadeliğini ve sakinliğini yüceltmektedir. Cinayetler, hırsızlıklar ve tecavüzler her gün haber konusu yapılmakta, bunlardan yola çıkılarak faziletli bir topluma hasret yansıtılmaya çalışılmaktadır.

Tüketim toplumunda yayınlar paradokslarla doludur. Bir yandan asil evlilikler yüceltilirken, diğer yanda “televole” tarzı programlar ile, aldatma ve ihanet meşrulaştırılmaktadır. Ailelerin çöktüğü, toplumun felâkete sürüklendiği anlatıldıktan hemen sonra bütün ihanetlerin iç içe girdiği “yalan rüzgârları” estirilip kalan soylu kırıntılar süpürülüp atılmaktadır. Çünkü medya için önemli olan tüketim toplumuna, hızla tüketeceği malzemeyi pompalamaktır. Gâye, sahte ağlamalarla soylu tüketiciyi okşamak, ardından da bedenî hazlara ve doymaz ruhlara yalancı baharlar yaşatmaktır.

Yaşatılan baharlarda bir nostalji havası estirilir, erdemler tek tek sıralanırken, hedef, gerçeği yaşanıp bitmiş olayları sembolik olarak tekrar körükleyip tüketim kültürü oluşturmaktır: Tüketim kültürü ya da kültür tüketimi…

B- Kültürel Yeniden Çevrim (Recycling) veya Tüketilme
Yeniden çevrim herkes için, eğer dışarı atılmak, uzaklaştırılmak, yarışma dışı bırakılmak istemiyorsa, bilgisini, genelde kullanılabilir bilgi piyasasına sunma zorunluluğu doğurur. Kişi, “bilimsel” olmak ya da “dışarıda kalmamak” için kendisini bilgi gelişimi üzerinde temellendirmek ister.

Baudrillard “bilgi gelişimi” tabiriyle, bir yeniden çevrimi anlatır. Çünkü günümüzde moda, bilgidir. Enformasyon toplumunun içinde yaşayan her fert, bilgili olmak, gelişmeleri takip etmek zorundadır. Daha doğrusu öyle yapıyor görünmelidir. Yoksa aslında ortada bilgi geliştiren falan yoktur.

Günümüz insanının bilgiye ulaşma çabaları, modayı takip etme gayretiyle aynıdır. İkisinin de yaptırımı içtimaî muvaffakıyet yahut dışlanmadır. Dolayısıyla işimiz, rasyonel bir ilmî birikim süreciyle değil, rasyonel olmayan bütün diğer tüketim süreçleriyle dayanışma içindeki içtimaî yapıyladır.

Yaşadığımız çağda her şey yeniden çevrim sürecinin içindedir. Tabiat, sanat, bilim ve bunun gibi her şey…

Tabiat sevgisi, çevreyi koruma çabaları, kirliliğe karşı meydanlarda atılan nutuklar, sanki bütün kötülüklerin müsebbibi kendisi değilmiş gibi, insanoğlunun yaşanmış değerleri sunî olarak yeniden tüketme girişimidir.

Sanat eserlerinin en kıymetlisinden en bayağısına kadar aynı ortamlarda sergilendiği, kıymetsiz olanın kıymetlisine bir zarar vermediği görülür. Nadir sanat eserlerinin kopyalanıp seri olarak üretilmesinde bir mahsur yoktur. Çünkü çevrimde sıra onlara gelmiş, tüketilme zamanı medya tarafından ayarlanmıştır.

Kierkegaard’ın yüz binlerce adet satması, insanların kültür seviyesinin arttığının, onun anlaşılmaya başlandığının göstergesi değildir. Eser kendi özünü büyük ihtimalle kaybetmiş, satın alınan kitapların çoğu medyanın tesiriyle edinilmiş bir çoğu da büyük ihtimalle okunmamıştır. Çok satması, sadece çevrim sırasının ona gelmesindendir. Bu çarkın işleyişi nadiren bozulur. Halbuki fikir eserlerinin, cevherin kadrini bilecek azınlık tarafından takip edilmesi belki daha sağlıklıdır. Aksi takdirde eser, kendi referans kodunu kaybedip, harcanma sürecinde, modası gelen bir elbise ya da yeni üretilmiş bir çamaşır makinesiyle aynı semantik alanı paylaşacaktır.

Bilim için de aynı şey söz konusu olmaktadır. İnsanlar ilmî bir dergiyi okumak için aldıkları kanaatindedirler, fakat bir çoğu okunmadan kenarda bekler. Gaye, bir üst kültür seviyesinin paylaşıldığı topluluğa ait olma isteği ve gayretidir. Ortak kodları ve mesajları iletişim maksadıyla kullanabilme isteği, düşünmenin, bilgiyi kullanmanın üstündedir.

C- En Küçük Ortak Kültür
Televizyon ve radyoların düzenlediği yarışma programlarının aslında hiçbir öğretici yanı yoktur. Katılanların çoğunun heyecandan doğru cevap veremediği, ama yine de mutlu olduğu görülür. Çünkü istediklerini elde etmişlerdir; istedikleri şey paylaşımdır. Paylaşımın modern bir biçimi olan iletişim ve temas hedeflenmiş, o da başarılmıştır. Törenlerle yapılan paylaşımlar günümüzde yerini kitle iletişim araçlarıyla paylaşıma bırakmıştır.

İnsanlar, biyolojik bedenleriyle fiilî olarak bir şeyi paylaşmazlar. Paylaşılan, kitle kültürü olarak adlandırılabilecek en küçük ortak paydadır. Tüketim toplumunda ortalama ferdin sahip olması gereken en küçük standartlar ve moda olan işaretler bütününe ne kadar erişilirse, o kadar başarılı olunmuştur.

Kitle iletişimi, kültürü ve bilgiyi dışlamaktadır. Katılımlar, içi boşaltılmış semboller aracılığıyla gerçekleşir ve hayatın içinde birer merasime dönüştürülerek yüceltilir. Bunda tabiî ki yine yaygın olarak medya kullanılmaktadır.

Medya, tüketicinin davranışlarını yönetir ve insanlara zevkleri hatırlatıp, bu zevklerin nasıl olması gerektiğini öğretir. Reklâmlar, bu konuda ciddî yatırımlar yapılarak geliştirilmekte, insanların eğlenerek ve hoşlanarak seyredeceği şekle sokulmaktadır. Hâlâ “annesinin televizyonunu, margarinini, elektrik süpürgesini kullananlar” dışlanmakta, yeni modeller sunulmaktadır. Alternatiflerin sunuluşu öyle kurnazcadır ki, “alayım mı?” sorusunu sormak aklımıza bile gelmez, “hangisini almayalım?” sorusunu, farkında bile olmadan kendimize sorduğumuzu görürüz.

Reklâmlarda hep “prezentabl” (eli yüzü düzgün, gösterişli) tipler kullanılarak model insan paradigmaları oluşturularak önemli insanların “A” ürününü seçtiği ihsas edilmektedir. Tüketici bu durumda nesnenin faydalılığı ile ilgili soruya değil, nesnenin ona toplumda kazandıracağı statü ile ilgili soruya cevap vermektedir.

Netice
Sembollerle kuşatılmış sanal bir dünyada gibiyiz. Mahremiyetin dönüşümünü yaşıyor, kendimize ait bir hayat süremiyoruz. Ferdiyetçiliğin zirvesine çıkma aşkıyla yaşadığımız yılların sonunda en tepeden uçuruma yuvarlanırken, bireyselleşmeyle mahremiyetin farkını çok geç görmenin acısını çekiyoruz. Ne “ben” olarak kalabiliyor ne “biz”e ulaşıyoruz. Başkaları tarafından kurgulanmış bir hayatın figüranlığını yapıp senaryomuzu “öteki”lere yazdırıyoruz. En kötüsü de bunun farkında olmamamız.

Kaynak
– Jean Baudrillard, Tüketim Toplumu, Ayrıntı Yayınları.

March 23, 2011 Posted by | anti-kapitalizm, tuketim karsitligi | Leave a comment

Nükleer Alçaklık – ERDAL KALKAN

İnsanın doğa üstünde kurmaya çalıştığı hâkimiyet paranın hâkim olduğu özel mülk edinme döneminde, artık doğayı yıkıcı bir karakter kazanmıştır. Bilim ve teknolojinin sağladığı olanaklar, kapitalist emperyalist sisteminin elinde, birer doğa düşmanı makineye dönüşmüş ve onun bir parçası olan insan neslini yok eden bir döneme evrilmiştir.  Çevre felaketleri, küresel ısınma, temiz suya erişim sorunu, gezegenin insan için yaşanabilir bir yer olmaktan çıkmaya başlaması eşitsiz paylaşımın, aç gözlü sermaye düzeninin sonuçları olarak görülmektedir. Böyle bir düzende kurallar ve açıklık siyasal ve ekonomik güç ilişkisini kendi lehine kullananların izin verdiği ölçüde gerçekleşebilecektir.

Sanki hayata pamuk ipliği ile bağlıyız. O kadar korunaksız ve ince bir bağ ki bu; kımıldamadan, nefes almadan, sadece baka kalıyoruz. Bir an sonrası cehennemi bir ateş, çamur ve radyasyon sanki. Korkudan çok bir utanç hâkim oluyor. Beyinlerimiz daha çok bir utanma çukurunda debeleniyor. ‘Cehaletin örgütlü bir güç’ olduğunu ve hayatımızı yönettiğini görüyoruz, sanki insan nesli karanlığın içinde kaybolan oyunculara dönüyor.

İnsan neslinin tamamını, küçük bir kaymak tabakanın himayesine sokma eyleminin, eşitsiz zenginleşmenin temel itici gücünün,  hemen her araçla ve de ‘iliştirilmiş’ insanlarla, ona hizmet etme becerisinin gösterilmesi olduğunu biliyoruz. Bilinçler iğdiş edilerek, Japon halkının sağduyusu ve bağlılığı sömürülmüş, insanlar, çalışma koşulları değiştirilerek, mesai kavramı olmadan, işi bitiren, birer tamamlayıcı nesneye dönüştürülmüştür. Kalite çemberleri, hatasız üretim, hatanın yemek molalarında ve mesai saatleri dışında çözümü, (sınırı olmayan) daha fazla üretim için esnek çalışma gibi iş hayatına yeni sokulan son nesil çalışma biçimlerinin temel örnekleri burada, Japonya’da görülmüştür. ‘Çok çalışmaktan ölmek’ münferit bir olay olmaktan çıkmış, bu durum çalışma koşulları literatürüne Japonya’dan girmiştir. İnsanlar bu yoğunluğun altında ezilmişler, nükleer ise hayata hâkim olmuştur. İnsanların önemli çoğunluğu durumun denetlenemeyeceğini anlayamamışlardır. Gerçek büyük bir insanlık felaketiyle ancak anlaşılabilmiştir. Maalesef bugün felakete dönüşen Japon mucizesinin altında bunlar yatmaktadır.

İnsanın doğa üstünde kurmaya çalıştığı hâkimiyet paranın hâkim olduğu özel mülk edinme döneminde, artık doğayı yıkıcı bir karakter kazanmıştır. Bilim ve teknolojinin sağladığı olanaklar, kapitalist emperyalist sisteminin elinde, birer doğa düşmanı makineye dönüşmüş ve onun bir parçası olan insan neslini yok eden bir döneme evrilmiştir.  Çevre felaketleri, küresel ısınma, temiz suya erişim sorunu, gezegenin insan için yaşanabilir bir yer olmaktan çıkmaya başlaması eşitsiz paylaşımın, aç gözlü sermaye düzeninin sonuçları olarak görülmektedir. Böyle bir düzende kurallar ve açıklık siyasal ve ekonomik güç ilişkisini kendi lehine kullananların izin verdiği ölçüde gerçekleşebilecektir.

Tedbirsizlikler, kârın bir kısmının heba olmasıyla çözülecekken felakete ve parçalanan insan bedenlerine ve aile dramlarına neden olmuştur. Elbistan Termik Santrali’nde ve sayısız iş kazasında yaşanan felaketler önceden rapor edilebilmiştir, fakat öngörü kamu denetimini sağlayamamıştır. Onca naklen kıyamete rağmen Bakanımızın ve Başbakanımızın sarf ettikleri sözler aslında kör, sağır edici,  herhangi bir akıl ve bilgi kırıntısından yoksun kapitalist aklın, yağma düzeninin itirafı şeklindedir. İnsan böyle bir aklı neyle ifade edecek, aymazlıkla mı, aptallıkla mı, absürt komedi ile mi? Ama belli ki bu Memleket-i Putin ve hempalarına, Japon mucizesi altında yatan riyakarlığa teslim edenlerle İkitelliye nükleer atık bırakılmasına izin verenler aynı akla sahipler. Burada belirtelim, İkitelli’de nükleer atıkla temas eden aile üyelerinin bir tanesi ölmüştür, yaşayanlarsa tıpkı tahmin ettiğimiz gibidir.

Bergama’da siyanürle altın arayanların atık tankları patladığında ya da sızma görüldüğünde enerjiden sorumlu bakanımız, çevre bakanı veya başbakanımız ‘risksiz yatırım olmaz’ mı diyecekler?  Kırk bin pınarlı İda dağlarının suyuna ve havasına siyanür karıştığında ‘biz bunu kalkınma için’ yaptık mı diyecekler? Akkuyu fay hattında, Sinop nükleer yatırımı içinse Karadeniz’ de fay olup olmadığı araştırılmış mıdır, yöre halkının ne kadarı bu projelere evet demiştir? Ülke topraklarının hemen hemen tamamı deprem kuşağında bulunan ülkemizde nükleer enerji tesisi yapmak hangi bilimsel kritere uygun.

Bilimi kullanıp silah sanayi yaratmak bilimden ne kadar uzaklaşmaksa ülkemize ‘son nesil nükleer enerji tesisi yapıyorum’ demek aynı şeydir. Yatırım, bizim gibi koca bir ülkede eski kapitalist ülkeleri aynı yöntemlerle taklit etmek değildir. Yeterince de taklit edilmiştir. Örneklerden sadece biri, anne sütünde ağır metallere rastlanan Dilovası’dır. İnsan neslini tehdit eden ve çoğu ülkede nükleer silahlar için kurulan nükleer teknoloji artık eski bir teknolojidir, yeni değildir olsa olsa alçaklıktır.

http://emekdunyasi.net/ed/guncel/11739-nukleer-alcaklik

March 22, 2011 Posted by | anti-kapitalizm, antinükleer | Leave a comment

%d bloggers like this: