Yığın olarak kitle – Baudrillard üzerine

Kitleler, kitle olarak düşünüldüğünde, toplumu ve dolayısıyla toplumsal olanı göz ardı etmek imkansızdır. Bu yüzden de kitle ile birlikte ele alması gereken diğer bir unsur da “toplumsal” dır. Bu yazıda kısaca, kitlenin toplumsal olanı simülasyona uğrattığı fikri üzerinde durulacaktır.
Günümüz toplumları varlıklarını devam ettirebilmek için sembolleri tekrar tekrar üretirlerken kitleleri de yeniden üretmeye çalışmaktadır. Bir bakıma kitleleri güdümlemeye uğraşmaktadırlar. Aslında bunu yapmaya çalışırken de günümüz modern toplumları kendi sistemi içinde yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kalmaktadır. Çünkü iktidar, kitleyi güdümleyebilmek için kitle iletişim araçlarıyla birlikte anlamları sürekli ve düzensiz olarak üretmektedir. Daha doğrusu kitle iletişim araçları, anlamdan yoksun mesajlar üretmektedirler.
Tüketim toplumu kitlenin güdümlenebilmesine ihtiyaç duyuyor. Düz mantıkla düşünecek olursak kitle aktif bir duruma geçmezse tüketimin gerçekleşmeyeceğinden korkuyor.
Kitleyi güdümlemekte kullanılan en etkili silah, kitle iletişim araçlarıdır. Kitle iletişim araçları, kitlelere sonsuz sayıda ve renkli şölenler halinde anlam pompalar. Bu bombardıman karşısında kitlelerin tepki vermesi beklenir. Yani önceden sistem tarafından tepkisizleştirilmeye çalışılan kitle, artık yine sistem tarafından tepki vermeye zorlanmaktadır. Çünkü daha önce de bahsettiğimiz gibi, sistem kendi kazdığı kuyuya kendisi düşmüş ve varoluşunu tehlikeye sokmuştur. Eğer kitle, kitle iletişim araçlarının pompaladığı bu haberleri, sembolleri, mesajları anlamlandırmazsa, tüketim gerçekleşmeyecek ve böylece sistemin sonu gelecektir. Bu yüzden kitlenin tepkisini ortaya çıkartmak ve ölçmek için günümüzde kitle iletişim araçlarını kitlelere testler yöneltmektedirler. Dergilerde, televizyon programlarında ve gazetelerde yayınlanan kişilik testleri gibi testler bu çabaya hizmet etmektedir.
Baudrillard’a göre tüm kitleyi güdümleme çabaları yersizdir. Kitle, kendisine yönlendirilen bu sembolleri, kendi içinde eritip yok etmektedir. Bollukları yüzünden anlamdan yoksun kalmış olan tüm semboller, Baudrillard’ın deyimiyle kitlelerin üzerinden kayıp gitmektedir. Yani kitle, kendisine doğrultulan anlamlara karşı tepkisiz kalmaktadır.
Kitlelerin haber bombardımanı karşısında tepkisiz kalmaları, iletişim araçlarına ve onların ilettikleri anlama karşı ortaya çıkan bir direniş biçimidir. Baudrillard’a göre bu, göründüğü gibi pasif bir direniş niteliği taşımamaktadır. Kitle, sistemin mantığına uyarak gönderilen anlamlara karşı kayıtsız kalıp onları değişime maruz bırakmadan geri püskürtmektedir. İletişim araçları, kitleler sessiz kaldıkları için sonsuz sayıda anlam aktarımında bulunmakta ve kitleler de maruz kaldıkları anlam bombardımanına karşı tepkisiz kalmaya devam etmektedirler. Bir bakıma sistemin çok sayıda ve sürekli olarak anlam pompalamasının nedeni, kitleleri içinde oldukları sessizlik içinden çıkarmaya çalışmaktır. Ancak sonsuz sayıdaki anlam üretimi yüzünden, sembollere yüklenen anlamlar anlamsız duruma gelmektedir ve bu yüzden de kitleler bu anlamsızlık yüklü anlamları sisteme karşı geri püskürtmektedir. Yani hedef şaşmıştır.
Baudrillard, kitlenin bu sessiz kalışını sisteme karşı bir direniş mekanizması olarak nitelendirmektedir. Üstelik kitle bu direnişte pasif değildir. Ona göre kitlenin sessiz kalışı sayesinde, anlamı emerek “nötrolize” etmesi nedeniyle kitle güdümlenemez. Kitleyi güdümlenebilir bir olgu olarak ele almak, kitleyi oluşturan bireylerin bireyselliğini yadsımak demektir. Kitlenin güdümlenebilirliği, Baudrillard’a göre kitleyi değersizleştirici ve alçaltıcı bir durumdur. Halbuki bahsi geçen kitle, pasifliğiyle sisteme karşı aktif rol oynamaktadır.
Ancak Baudrillard’da eksik görülen şu vardır ki, kitle sisteme karşı bu direnişi kendi bilinciyle özümseyip gerçekleştirmemektedir. Bu noktada, ortada bilinçli olarak gerçekleştirilen bir eylem olmadığı için, kitleye artı bir değer atfedilmiş olunmamaktadır. Biraz daha sert bir dille konuşacak olursak, bu bilinçsizce gerçekleştirilen eylemin sonucu her ne kadar sistemin kendi çarkının içinde boşa dönmesini sağlamak olsa da, bilinçsizliği kitleye alçaltıcı bir değer atfetmektedir diye düşünmekteyim. Kitlenin bu yöntemle sisteme karşı bir direniş içinde olması, yine sistemin sayesinde mümkün olmaktadır. Sistemin kitleyi güdümleme konusundaki başarısızlığı yüzünden kitle aktif bir pasiflik içindedir. Baudrillard aynı zamanda gösteri isteyen kitleye, sistemin anlam aşılamaya çalıştığını savunmaktadır. Bu noktada da Baudrillardcı bir mantıkla düşünecek olursak, kitlenin istediği olmaktadır. Çünkü semboller ve anlamlar, çoklukları nedeniyle simülasyona uğrayarak bilinen anlamdaki anlamdan yoksun hale geldikleri için şölene dönüşmektedirler.
Görüldüğü gibi, Baudrillard’in bahsettiği simülasyonun yapısındaki kısır döngü, iletişimde ve dolayısıyla da toplumsalda da kendini göstermektedir. İlk bakışta, kitlelerin tepkisiz kalması kitle iletişim araçlarının daha çok haber aktarımını olanaklı kılabileceği düşüncesiyle iletişim araçlarının aleyhineymiş gibi gözükse de döngüsellik göz önünde bulundurulduğunda, bu durum kitle iletişim araçlarının sonunun geldiğinin göstergesidir. ( Gelişmenin sonuna gelmiş Modern Batı toplumlarının yok olacağı tahayyülü gibi.) Çünkü kitle, mesajlara karşı tepkisiz kalarak mesajları özümsemiyor. Tepkisizliği ile mesajların yok olmasına neden oluyor.* Kısacası sistem, anlam bombardımanı karşısında kitleyi “sessiz yığınlar”a dönüştürürken, sessiz yığın haline gelen kitle de sistemin gönderdiği anlamların yok olmasına neden oluyor. Bence, karşılıklı olarak simülasyona maruz kalmanın kanıtıdır. Bu da bizi, bir yandan kitlenin sistem tarafından güdümlendiği, aynı zamanda da sistemin de kitle tarafından güdümlendiği fikrine götürecektir.
McLuhan’ın deyimiyle “Mesaj, iletişim aracının kendisidir.” Mesajı yok edenin de iletişim aracının kendisi olduğu için, aslında iletişim aracı kendi kendinin yok olmasına zemin hazırlamaktadır. Tıpkı sanayileşme döneminde aşırı üretimin ve proteleryanın sömürülmesinin, bu durumun meydana gelmesinde esas belirleyici olan burjuvazinin sonunun gelmesi tehlikesine zemin hazırlaması gibi. Her iki durum da sistemin kendi kendisini tehlikeye düşürdüğünün kanıtıdır.
Reklam da haber gibi toplumsalın yok olmasına neden olmaktadır. Toplumsal artı değerin üretilmesine katkı sağlayan reklam, reklamlaştırılan “nesneyi” tüketmenin toplumsallaşmaya neden olacağından söz edip durmaktadır. Yani reklamlaştırılan nesneyi tüketmek, toplumsal hiyerarşide belirleyici olabilmektedir. Bu da üretilmiş ve değer atfedilmiş ideallerin, sembollerin tüketilmesine tekabül etmektedir.
Günümüzde her şey reklamlaştırılabildiği için her yerde ve her alanda toplumsallaşma sürekli olarak zikredilmektedir. Ancak bu durum toplumsalın da simülasyona uğramasına, eski anlamının eriyip yok olmasına neden olmuştur. Artık “Duvar afişlerinde hayalete dönmüş bir toplumsallık vardır.”[1]
Reklam da artık iletişim aracı olmaktan çıkmış ve simülasyona uğrayarak yok olmuştur. Günümüzde o, ticari bir mala dönüşmüş ve kendini pazarlayan bir duruma gelmiştir. Düzenlenmiş göstergelerden oluşan bir dizi şerit halini almıştır. Yani o da toplumsallık tarafından, toplumsallığın içinde eritilmiştir. Muhteşem bir görsellikle, gerçek hayatın üzerini bir daha hiç açığa çıkmamak üzere örten reklama insanların inanmamaları söz konusu bile değildir. Çünkü reklam, insanları hayret verici bir simülasyona sokarak etkisi altına almaktadır. İnsanlar göstergeleri tüketmekten kendilerini alamaz duruma gelmektedirler. Bu da kitlenin güdümlenebilir olduğunu açıkça ortaya koymaktadırlar.
Toplumsalın simülasyona uğraması meselesini biraz daha açık olarak irdelemeye çalışalım. Baudrillard’a göre kitle, toplumsalı yansıtmamaktadır. Kitleler, toplumsalın içinde değerlendirilemezler. Çünkü toplumsalın kendi özlerine işlemesine engel olurlar. Toplumsalı nötrolize ederler. Buradan yola çıkarak, kitle iletişim araçlarının kitleye doğru sirkülasyon şeklinde göndermiş olduğu anlam ve mesajları Baudrillardcı bakış açısıyla toplumsala ait olan veriler olarak değerlendirmek gerekmektedir.
“Kitle: Bir özne, bir özneler grubu ve bir nesne olmama tersliğini başarmıştır.” Kitleyi özneye dönüştürme çabaları da, nesneye dönüştürme çabaları da yersiz kalmaktadır. Baudrillard’a göre, kitleyi nesne olarak ele alma çabaları, kitlenin güdümlenemezliği gerçeğine çarparak geri püskürtülmektedir. Kitle güdümlenebilir olsaydı, nesneleştirilmiş olurdu. Ortada nesne olmadığı gibi, nesne olmadığı gerçeğini ortaya koyacak bir özne de
yoktur. Baudrillard’ın bu görüşü, onu bizim yukarıda bahsettiğimiz düşünceye yaklaştırmaktadır. Hatırlayacağınız üzere, kitlenin kitle iletişim araçları karşısında olan tepkisizliğinin bilincinde olmamasından dolayı, onun bireyselliğini sorgulamıştık. Bu noktada Baudrillard’ın tutumu, bizim tutumumuza yaklaşmış sayılmaktadır.
Kitlenin özne ve nesne olmaması durumunu göz önünde bulundurduğumuzda, kitlenin varlığı ya da ne olduğu sorgulanması gereken bir husus olarak karşımıza çıkmaktadır. Çünkü kitle, bir şeyin ya kendisi ya da tersi olması gerektiği düşüncesini yadsımaktadır. Ancak var olduğunu saptamak için, onu var olan yapılandırmalar içine oturtmak gerekmektedir. Bu bakımdan kitleyi bir yere oturtamadığımız için, kitle diyalektik yasalarını yadsımış olmaktadır.
Kitle kavramında görülen bu durum, “toplumsal” kavramı için de geçerlidir. Yani toplumsal da nesnel olarak ortaya konulamaz. Çünkü kendisini tanımlamaya çalışan herkesi kendi içinde yok etmektedir. Kitleler, toplumsalın içinde yok olmaktadır. Aynı zamanda toplumsal da kitle nedeniyle yok olmaktadır. Bu durumda karşılıklı simülasyon ilişkisi söz konusudur. En başından beri savunduğumuz simülasyonun “kapalı devre” gibi, kısır döngü olarak işlediği fikri, burada da kendini göstermektedir.
Kitleye sonsuz sayıda anlam gönderilmesinin nedeni, kitleyi anlamın egemenliği altına almak güdümlenebilirliğini ve denetlenebilirliğini sağlamaktır. Kitle iletişim araçlarından olan reklamın da ilettiği mesajlara kitlelerin inandığı düşünülmektedir. Bu yüzden de reklamlar kitlelere daha çok ve sürekli olarak anlam pompalamaktadırlar. Daha çok anlam, kitleler tarafından özümsenmeyen diğer anlamlarla üst üste bineceği için, daha çok anlamsızlık üretecektir. Böylece, reklam sektörünün varlığı tehlike içindedir. Baudrillard’a göre de; “mesajın alıcı üstündeki yansımasının sıfır olduğu gerçeği ortaya çıktığı anda reklam kurumu ortadan kalkacaktır.”
Aynı mantıkla devam edecek olursak, sistemde kitlenin güdümlenebilirliği fikri hakim olduğu için, yani sistemde hayali bir zafer duygusu var olduğu için, sistem kıskaç içinde de olsa varlığını devam ettirmektedir. Ancak bu varlık, gerçek anlamda bir varoluş değildir. Bu bir kandırmacayı anımsatmaktadır. O halde, sistem başarısızlığını kabul ettiği anda, kitlenin güdümlenemezliğini fark ettiği anda yok olacaktır.
* Unutulmamalıdır ki, kitlenin sessiz kalmasının nedeni sistemin en önemli güdümleyici unsuru olan kitle iletişim araçları olduğu için, mesajı yok eden aslında kitle iletişim aracının kendisidir.
[1] Baudrillard,2008 (a), sy.128
Duygu Çavdar
http://www.kulturmafyasi.com/2011/05/05/yigin-olarak-kitle-baudrillard-uzerine/
Hayvanlara Zarar Vermenin Sosyolojisi
Bir çok hayvan hakları eylemcisi dirikesimcinin şeytan, çiftçinin de hasta olduğunu ilan ediyor. Sosyal süreçlerin, yapıların, kurumların kavranması bu tür hataları düzeltebilir. Dirikesimciler ve diğer hayvan kölecileri hasta ya da kötü insanlar değiller- her anlamda tür ayrımcısı olan toplumların sosyalleşmiş bireyleri onlar. Bu yüzden hayvan haklarını savunanların bireysel hayvan kullanıcılarının patolojisine değil kültürel tür ayrımcılığına dikkat çekmeleri gerekiyor.
Sosyologlar toplumsallaşma süreçlerinin asla sona ermediğini söylüyor; insanlar doğar doğmaz (hatta rahimde) başlayan bu süreçler insanlar ölene dek devam ediyor. Bu süreçlerin sosyal etkileri toplumsallaşma terimiyle karıştırılarak kullanılan kültürleme gibi terimlerde görülebilir, kültürleme insanların ait oldukları toplumdaki bilgiyi edinmeleri anlamına geliyor, bir de kültürel aktarıma dair antropolojik bir kavram olan kültürleşme var.
Sosyoloji öğrencileri ilk toplumsallaşmanın aşırı derecede önemli olduğunu öğreniyor; çünkü insanların sosyal dünyada hareket edebilmesi için temel bir sosyal bilgiyi ortaya koyuyor. Bireylerin uzun ve yoğun sosyalleşme süreçleri insanların diğer hayvanlarla nasıl bağlantı kurduğunu görmede son derece önemlidir. Bu süreçler sosyal tavırları ve pratikleri biçimlendirir.
Bir çok sosyal bilimci ilk ve başlangıç sosyalleşme sürecinin insanın toplumdaki yaşam kariyeri anlamında son derece önemli. Sosyal filozof Zygmunt Bauman “grubun” kişinin oluşmasına nasıl yardımcı olduğunu gösteriyor. Sosyal etkileşime ve dile yoğunlaşarak önemli kuramcı Jürgen Habermas sosyalleşme sürecinin öznelerarasılığa dair bir dil yapısı içerisinde hayata geçirildiğini bildiriyor.”Edilgen insanlık” bakışının aşırı sosyalleşmiş görüşünü hatırlatan bazı düşünceleri kabul ederken sosyalleşme süreçlerinin insanlar üzerinde güçlü bir etkisi olduğuna dair iddia ise tamamen meşru görülüyor.
Ayrıca Bauman öncelikle insanların dönüştürüldükleri şeyi değiştirmek için en nihai bir çabayı sarfetmeleri gerektiğini öne sürüyor. Bu yüzden direnme ve değiştirme yönünde bir istek; efor, kararlılık ve sabır gerektirir: açıkçası, insanın kendini akışa bırakması ve konformizme boyun eğerek ve uysalca yaşaması daha kolaydır.
Konuya yönelik sosyopsikolojik bir yaklaşım hem içselleştirilmiş hem de kurumlaşmış boyutları anlamamıza yardımcı oluyor. Örneğin; Piaget toplumsallaşmanın bilişsel gelişimdeki önemli rolünün altını çizerken, Freud aile düzeninin sağlam bir ahlâki ve kişisel kimliğin edinilmesini sağladığını söylerken sosyolog Herbert Mead ise benlik ve sosyal kimlik kavramının eş zamanlı edinilmesine işaret ediyor.
1984 yılında şair, oyun ve metin yazarı Maureen Duffy insan ve insan olmayan canlıların arasındaki ilişkiler üzerine bir kitap yazdı, bu kitaptan söz eden neredeyse hiç kimse yok artık. Ancak kitabı “Men and Beasts: An Animal Rights Handbook” mükemmel bir şekilde çocuk yetiştirmenin sosyolojik boyutlarından söz ediyor. Örneğin, bazı modern İngilizlerin ampirik gerçekliğini ifade ederken şöyle yazıyor, “ ben et yiyen bir dünyada büyüdüm”. Sosyal antropolog Nick Fiddes et yemenin gerekliliği ve hatta iyiliğiyle ilgili bir çok mitolojiler(et-olojiler) bulunduğunu gösterdi. Duffy etin kendi içinde iyi olduğuna inanarak yetiştirildiğini söylüyor ve et barındırmayan bir yemeğin de içinde iyilik taşımadığına inanıyordu. Genç Maureen Duffy için et tanıdığı herkesin yemeyi istediği birşeydi, bazıları için ekonomik anlamda zor olsa bile.
Eğer bazı insanlar insan yemiyorsa o zaman bunun sebebi bu insanların ancak başka bir sosyal sınıfa ait olduklarındandı. Oların etten “o nazik kaçınışları” bir çeşit sosyal duruş sağlıyordu bu insanlara ya da daha pratik olarak aslında genelde tükettikleri rosto oyunundan farklı bir varyasyon sağlıyordu. Beyaz ekmek gibi bazı temel besinlerin sadece mide doldurmaya yaradığı kabul ediliyordu ama “et yemekleri”nin kesinlikle büyümek ve sağlıklı olmak için gerekli olduğu düşünülüyordu, öyle ki sanki ölü bir hayvanı yemenin o hayvanın gücü ve kuvvetini onu yiyen insana transfer edilmesi gibi bir durum söz konusu oluyordu.
Duffy denizleraşırı yolculuklar yaparak İngiltere’de yabancıların yiyeceği diye kabul ettiği şeyin yavaş yavaş normal kabul edilmesini gözlemlemesi üzerine et yemeyi de içeren dünyaya dair bir açıklama bulması gerektiğini hissetti. Elbette halihazırda hayvanlara zarar vermeyi açıklayan bir çok geleneksel açıklama vardı, en dinsel, felsefi ve hayvan refahçılığı görüşler de bu açıklamalara dahildi, Duffy bu bakış açılarını tek tek edindiğini söylüyor.
Eğer davranışın sosyolojik örüntülerinin, uzun vadeli sosyal görüşlerin ve yaygın olarak kabul edilen tavırların ve oryantasyonların temelindeki sosyolojik örüntüleriyle ilgili geçerli bir kavrayışa ulaşılmak isteniyorsa toplumsallaşma gibi toplumsal süreçlerin etkisi göz ardı edilmemelidir. Bireylerin hepsini bir arada tutan gruba bağımlı olduğunu söyleyen Bauman son derece doğru konuşuyor olabilir, öte yandan David DeGrazia dominant değerlere ve düşüncelere direnmenin hem sıradışı bir şekilde zihinsel bağımsızlık hem de büyük bir efor gerektirdiğini söylüyor.
Ancak insanlar toplumsallaşma sürecinden kopabilirler ve koparlar; tür ayrımcısı insanlar arasında hayvan haklarını savunanların bulunması bu iddiayı kanıtlıyor.
Ancak; tam da toplumsallaşma süreçlerinin güçlü sosyal etkileri olduğu için, insanların hayvan hakları taleplerinin hem yaygın hem de sık sık duyulduğu bir dünyada sosyalleşmeleri hayvan hakları davasına oldukça faydalı olurdu. Ne yazık ki günümüz toplumunda insanların gerçek hayvan hakları görüşlerine dair bir şeyler duyabilmesi oldukça zor. Bu tür görüşler genelde yeni refahçı görüşlerin kakafonik retorikleri arasında kaybolup gidiyor. Hayvan refahçılığı ve onun yasal düzenlemeleri tamamen kendini akışa bırakmaktan ibaret. Geleneksel hayvan refahçılığı arzu edilen türden bir insan-insan olmayan canlılar ilişkisi kurmak adına hiç bir derin ve kök değişimlerin gerekli olmadığını düşündürüyor insanlara. Yeni refahçılık sözde radikal bir değişim talep ediyor, ama pratik anlamda hem ağır ağır işliyor hem de “gerçekçi” reformlar talep ediyor, o kadar. Toplum ise refahçı nosyona göre içinde zulüm barındırmayan hayvan sömürüsündeki bütün gereklilikleri yerine getirecek sosyal kontrol mekanizmalarının gerçekliğine dair ekstra bir çaba görmek istiyor.
Sosyal süreçlerin sosyolojik anlamda kavranışı ile beraber bu oryantasyonun neden bir çok insan için göz boyayıcı bir imaj çizdiğini anlamak hiç zor değil. Ancak, hayvanları koruma toplumunda ya da başka topluluklarda bulunan bir çok insanın refahçı yönergeler içerisinde çalışmak yerine kültürel tür ayrımcılığına karşı koyup meydan okuyacak iddialar ve taleplerde bulunmak için gerekli bütün araç gereci ve olanakları bir araya getirmesi gerekiyor.
http://human-nonhuman.blogspot.com/
Çeviri: CemCB
Hediye Olarak Satın Alınan Köleler
Uzun zamandır yaşayan varlıkların sahibi olabileceğimizi düşünen insanların sorunları üzerine düşünüyorum. Dünyanın her tarafında erkeklerin kadınların sahip olduğu bir çok bölge var. Başka bölgelerde aileler çocuklarının sahibiler, bu çocuklar köle olarak satılıyorlar. Bir canlı bir metaya dönüştüğü an bu canlının sahibi bu metaya canı ne isterse yapmaya yasal olarak hak sahibi oluyor.
Bu blogu okuyan herkes hiç bir insanın bir eşya olmadığı ve hiç bir insanın bir eşya olarak satın alınmaması ve satılmaması gerektiği konusunda hemfikirdir. Burada bir sorun yok. Ancak pek de net olmayan başka birşey var, söz konusu insan türünden olmayan canlılar olunca çizgiyi nerede çekmemiz gerektiğini bilemeyebiliyoruz. Evine, atına ya da köpeğine baktığımız insanlardan birisinin bir arkadaşı dün ineklerini otlamaları için araziye getirdi. Önce anneleri getirdi. Anneler stres altındaydı; çünkü yavruları yanlarında değildi. İki saat sonra adam bu sefer yavruları getirdi, her anne koşan çocuklarına doğru koşturdu, yavruları da onlara doğru koşuyordu. Ardından hem anneler hem de yavrular yük vagonundan mümkün olduğu kadar uzaklaştılar…tepelere doğru gidiyorlardı. Bu çiftçi kendini bu hayvanların sahibi olarak görüyor. Onların sahibi olarak, bu çiftçi onları ne zaman ayırmak gerektiğine ve onlardan birini ne zaman mezbahaya yollamak gerektiğine karar verecek.
Bir canlı varlığa sahip olmanın mantıksal ya da şefkat içeren bir açıklamasını bulamıyorum. Köpeğimizi umursuyoruz elbette; ama onun “sahibi” değiliz, o bizim bir eşyamız değil.
Heifer İnternational ve Outreach International gibi kuruluşlar canlı varlıkların harika hediyeler olduğunu düşünüyor, bu yüzden de bu kuruluşlar kendi yapılanmalarını canlı varlıkların(insan türünden olmayan canlı kölelerin) eşya gibi sahiplenilmesi gibi bir düşünce üzerine oluşturmuş. Her iki kuruluşun da insan türünden olmayan canlıların satışı, nakliyatı ve öldürülmesini içermeyen değerli programları da bulunuyor. Heifer’ın topluluk bahçelerine odaklanan programları var. Outreach Int’ın ise topluluklara eğitim, dikiş makinesi, giysi, su kuyuları, fırın, marangoz aletleri, tıbbi ilaçlar ve meyva ağacı ile arazi alanları sağlayan programları var.
Eğer Outreach Int kölelik içermeyen programlar sürdürürse onlara destek verip diğerlerinin de aynı şeyi yapmasını isterdim; ama mutlu insanların sevimli hayvanları kucaklarken gösteren fotoğrafları satın alıp bu hayvanları da topluluklara gönderdiğiniz zaman, işte bu kuruluşlar esas parayı orada kırıyorlar.
Diğer değerli programların yeterli olması yerine, keçiler, koyunlar, tavuklar, inekler, bufalolar, balıklar ve diğer canlılar güya bu topluluklara yardım etmek adına acı çekiyor ve ölüyorlar.
Lütfen şu an ile önümüzdeki tatil sezonu için bu haberi yayın. Hayatınızdaki insanların sürdürülebilir seçimleri destekleyen, şefkat barındıran kuruluşlara bağışta bulunabileceklerini bilmelerini sağlayın. Canlıların bir eşya gibi kullanılmasını savunmayan bir çok gruba bağış yapabilirler. Ayrıca, eğer bu tür köleliğin sona erdirilmesi sizin için önemliyse lütfen canlı varlıkları “hediye” diye satan kuruluşlarla bağlantı kurun ve canlı varlıkların satışına son vermedikleri sürece programlarına destek vermeyeceğinizi bilmelerini sağlayın.
Bir eşya gibi düşünülmek istemem. En iyi fiyatı veren birisi tarafından satın alınmak ya da ona satılmak istemem. Bir birey olarak davranılmak isterim, gereksiz acı ve ızdıraptan uzak bir hayat yaşamak isterim. Bu sözlerim bütün canlılar için geçerli. En küçük bir sinek bile öldürmekten kaçar, hayatı seçer.
Hayatımın bir döneminde bir grup hayvana bakıp sadece onların bir tür olduğunu düşünüyordum. Bir grup inek, bir grup keçi, bir kuş gibi… Ama artık benim için herşey daha farklı. Onların bir çoğuyla yüzyüze, birebir tanıştım. Şimdi, bu arazide eşya gibi sahiplenilmiş canlıların gözlerine bakıyorum, ve eşya değil onlarda bireyler görüyorum. Bu canlıları ürün olarak pazarlayıp satan kataloglara baktığım zaman da aynı şey oluyor; orada türleri görmüyorum, bireyleri görüyorum.
Rae Sikora /Plant Peace Daily/Hindistan
Çeviri: CemCB
Komünalist Proje – Murray Bookchin
Devletin iyisi kötüsü olmaz / Devlet şiddeti – Ayça Söylemez
Devlet şiddeti
Meşru müdafaa şiddet değildir
ŞİDDET, 40 yıl rezalet ücretlere çalışmak ve emekli olup olamayacağını merak etmektir…
ŞİDDET, devlet tahvilleridir, soyulan emeklilik fonlarıdır, borsa sahtekârlığıdır…
ŞİDDET, konut kredisi almaya zorlanıp, ve sanki altınmışçasına geri ödemektir…
ŞİDDET, müdürün seni istediği zaman kovabilme hakkıdır…
ŞİDDET, işsizliktir, mevsimlik işçiliktir, sosyal güvenceli ya da değil, asgari ücrettir…
ŞİDDET, iş kazasıdır, patronların güvenlik harcamalarını kısmasından kaynaklanan…
ŞİDDET, aşırı çalışmaktan hasta olmaktır…
ŞİDDET, yorucu çalışma şartlarına dayanmak için vitamin ve depresyon ilacı almaktır…
ŞİDDET, bir meta olan işgücünüzü yenilemek için gereken ilaç parası uğruna çalışmaktır…
ŞİDDET, rüşvet veremediğiniz için, korkunç hastanelerin basmakalıp yataklarında ölmektir…*
Yunanistan İşçileri Genel Konfederasyonu (GSEE) üyesi işçilerin 2008’de yazdığı bir bildiri bu, gerçek şiddetin ne olduğunu anlatan. Hepimizin içinde yaşadığı ama çoğumuzun başka tarafa bakmayı istediği/tercih ettiği bir şiddetin çırılçıplak ifadesi.
M. Foucault’nun söylediği gibi, devletin, suçlulara, aykırılara, delilere, düzene uymayanlara ve günümüz moda terimiyle ‘teröristlere’ ihtiyacı var. (1) Sırtımızdan da karnımızdan da sopayı eksik etmemek için, polise ‘aslında’ ihtiyacımız olduğunu göstermek için. Yani, toplumun şiddetinden beslenen devlete istediği türde şiddeti vererek bir yere varılamayacağı açık. Nasıl ki El Kaide Amerikan yapımı bir örgüt olarak, ABD’nin korku toplumu kurmasına mükemmel bir şekilde hizmet ediyorsa, yanlış yönlenmiş şiddet de polisi meşrulaştırıyor. Düzenin aykırılarına fiziksel şiddet reva görülürken, toplumun tümüne aralıksız şekilde psikolojik şiddet uygulanıyor. Burada, 90’ların cevval başbakan danışmanı, 2000’lerin demokrasi havarisi bir köşe yazarının televizyon konuşmalarını örnek verirdim ama hem adını anmak istemiyorum hem de gerek yok, bir değil iki değil bunlar, siz de hepsini biliyorsunuz zaten. Psikolojik şiddet her zaman bu kadar açık gelmiyor önümüze. Kimi zaman içecek reklamıyla kimi zaman duygu sömüren haber bültenleriyle çoğu zaman da mobbing’i normalize eden televizyon dizileriyle çarpıyor yüzümüze. Yunanistan’da yazılan ama tüm dünyadaki ücretli çalışanların derdini anlatan yazıyla ve konumuzla ve psikolojik şiddetle ilgili, Prof. Dr. Pınar Tınaz’ın makalesinde mobbing kelimesinin tarihsel kökenini anlatan şöyle bir alıntı var: “…Aynı kavram daha sonra 1960’larda, Konrad Lorenz tarafından küçük hayvan gruplarının (örneğin kuşlar) daha güçlü ve yalnız bir hayvana (örneğin tilki) toplu şekilde hücum ederek uzaklaştırması; ya da aynı kuluçkadan çıkan kuşlar arasında yaşanan ve diğer kuşların, aralarındaki en zayıf kuşu yiyecek ve sudan uzak tutarak dışlaması, iyice güçsüz bir hale getirmesi ve en sonunda da fiziksel saldırılarla öldürerek grubun dışına atması durumunu ifade etmek amacıyla kullanmıştır.” (2) Tanıdık geldi mi? Şiddet yaygınlaştıkça, sanılanın aksine tepki doğurmaktansa normalleşiyor çoğu zaman. Savaşın vahşeti gibi sermayenin şiddeti de normal karşılanıyor, daha kötüsü değiştirilemez görülüyor.
Bu düzene çomak sokmak isteyenler ne yapıyor? Mesele bu. İktidarı (sadece siyasi iktidardan bahsetmiyorum) konuşarak kendisini değiştirmeye ikna edemeyeceğimize göre, derdimiz aslında onunla değil, kendimizle. Kopuş savunmasının yaratıcısı avukat Jacques Verges gibi kendi kurallarımızla mı oynayacağız, egemenin kurallarıyla egemenin düzenini değiştirmeye mi çalışacağız? Devletin ceza hukukunu kabul etmeyen ve devletin yasalarını gayrimeşru sayan Verges, “Asıl terörist sizsiniz” demişti. Terörist avına çıkan hükümetlerin, gizli servislerin, açık servislerin foyasını meydana çıkaran adamlardan biri olarak Verges, başka bir mücadelenin mümkün olduğunu da gösterdi. Hitler’e karşı savaşıp yaralanmasına rağmen, Gestapo lideri bir SS subayını savunan Verges’ün bu davranışı, üzerinde düşünülmeye-tartışılmaya değer. (3) Hala becerebiliyorsak bunları yapmayı tabi.
Peki, şiddet ne değildir? Hayatı boyunca ailesinden, devletten, toplumdan, okuldan, polisten, askerden şiddetin alasını görmüş bir öğrencinin sesini yükseltmesi, sokağa dökülmesi değildir. Çünkü meşru müdafaa şiddet değildir, TDK’ya göre bile “Uğranılan bir saldırı karşısında kişinin kendisini koruması”dır. Dünyanın en hukuksuz ülkesinde bile cezası yoktur. Üzerine saldırılan her canlı, kendini koruma refleksiyle hareket eder. Ancak şiddeti egemenin diliyle kullanmaya başladığında, egemenden farkı kalmaz. Yine ezilendir belki, ama artık haklı değildir. Klişe bulacaksınız, haklısınız. Ama mevzu insanlık tarihi kadar eski, hangi yönüne el atsak, güneş altında söylenmemiş bir sözü bulmak zor. Bu sözlerinden doğru olanları yanlış olanlardan ayırmak da, aynı nedenle, kolay değil. Sorun, elinde silah olana karşı nasıl mücadele edileceği değil. Bunun cevabını bir çocuk da verebilir size. Sorun, bilindik anlamıyla bir ateşli silah değil de daha karmaşık daha işlevli ve öldürmekten ziyade süründürme yetisi olan psikolojik silahlar kullananlara karşı ne yapılacağı.
Egemen, ‘iktidarın kılcal damarlarına’ inecek kadar ayrıntılı ve zekice planlar yaparken, karşı tarafın düşünmekten, konuşmaktan, tartışmaktan, doğru pratiği bulmak için teori arayışından vazgeçmesi, onu daha da ezilen yapıyor. Oysa gözü kör olması gereken şiddet değil, adalettir.
(1) Michel Foucault, Hapishanenin Doğuşu, Çev. Mehmet Ali Kılıçbay, İmge Yayıncılık, 2001
(2) “İşyerinde psikolojik taciz (mobbing)” Pınar Tınaz, Çalışma ve Toplum, sayı: 11 http://www.calismatoplum.org/sayi11/tinaz.pdf
(3) http://www.anlayis.net/makaleGoster.aspx?dergiid=73&makaleid=2025
Ayrıca, Verges’ün belgeseliyle ilgili şuraya da bakılabilir: http://www.mongrelmedia.com/data/ftp/Terrors%20Advocate/Terrors%20Advocate%20PK.pdf
http://www.gunzileli.com/2010/12/21/devlet-siddeti-ayca-soylemez/
—
Devletin iyisi kötüsü olmaz (Ayça Söylemez)
Dün bir kez daha hatırladım, Max Weber’in devlet tanımını: Belirli bir toprakta, meşru fiziki güç kullanma tekelini elinde tuttuğunu iddia eden insan topluluğu. Bu meşru şiddet kurumu, hesap verme derdi olmaksızın dayak atar, öldürür, hapseder, fişler, korkutur, askere alıp cinayet işlemeni emreder, manipüle eder, marjinalleştirir, toplum dışına iter…
Kurulduklarından beri şiddet araçlarını tekellerine almak, denetlemek ve yönetmek için çaba sarf eden devletler, psikolojik şiddeti ve manipülasyonu keşfettiğinden bu yana daha az zora başvuruyor. Ancak kendini tehlikede hissettiğinde de dişlerini göstermekten kaçınmıyor ve bazılarınca ideal görünen Avrupa burjuva demokrasilerinde bile polisin sopası da silahı da pervasızca işlemeye başlıyor. Modernizmin feodal topluma karşı büyük bir buluş olarak sarıldığı devlet kavramına karşı çıkışlar da başka bir devlet modelini kutsayarak oluyor, genellikle. Oysa ki devlet tek, derini-sığı, iyisi-kötüsü yok. Maddi ve askeri güçleri yönetme yetkisini elinde bulunduran her kurum gibi tekleşmeye mahkûm.
Neoliberalizmin tek seçenek olarak sunduğu burjuva demokrasisinin çatırdadığı, sırlarının döküldüğü çok uzaktan, Türkiye’den bile görülebiliyor. Örneğin, dün Columbia Üniversitesi, Wikileaks belgelerini ‘paylaşan’ öğrencilerini tehdit eden bir e-posta atarak, bu hareketlerinin ileride Dışişleri’nde iş bulmalarını engelleyebileceğini söyledi, kibar bir şekilde ‘ayağınızı denk alın’ dedi. Wikileaks’le ortaya dökülen ABD Dışişleri yazışmalarını ‘kınayan’ diğer devletler, bu çeşit fişlemelerin de normal vatandaşın fişlenmesinden farksız olduğunu aslında çok iyi biliyor. Devlet arşivcidir. Hayatı kameraya çekilen ve sırası geldiğinde gözleri önünden film şeridi gibi geçirilecek olan sade vatandaş da olabilir, bütün bir toplum da olabilir, başka bir devlet de. Bu nedenle bilgilerin doğruluğunun çok da önemi yok. Önemli olan, onların bir gün aleyhinize kullanılabilir nitelikte olması. Bir dedikodunun haber değeri taşıması, önemli bir gerçeğin basında yer bulamamasıyla ters orantılıdır. Sonradan gelen yalanlamalar ise o haberi bir kez daha manşetlere taşımaktan başka işe yaramaz.
Yine neoliberallerin başka bir ideal model olarak sundukları ulus devletlerin zayıflaması ütopyasının yerine ne koydukları sorusunun ise cevabı yok. Yeni imparatorluklar olan çokuluslu şirketler, devlete ihtiyaç duyduğu sürece bu kurum da var olmaya devam edecek. Çünkü çokuluslu şirketlerin polisin gazına, askerin silahına, basının manipülasyonuna ve bunların tek elden idare edilmesine ihtiyacı var. Siz, tamamen işinize yarayan bir yapıyı değiştirmek ister miydiniz?
Dün devletin şiddetli yüzünü gördük Dolmabahçe’de. Devlet, bu şiddeti hükümetlerden bağımsız olarak uygulama yetkisine sahip. Bu kez şiddetle birlikte gelen aşağılama, dalga geçme gibi hareketler her hükümette bu denli ayyuka çıkmasa da, bunu sadece ar damarlarının çatlamış olmasına bağlamak yanlış. Yanlış hayat gibi bozuk düzen de doğru yaşanmıyor ve sistem böyle kurulduğunda, AKP gibi bir hükümet çıkıp hem dayak atarken hem gülebiliyor. Tamam, bu kadarına biz bile alışkın değiliz ama hedefi AKP olarak koyarsak, ondan önceki hükümetlere de ‘haksızlık etmiş’ olacağız. ‘Devlet için kurşun atan da yiyen de şereflidir’ diyen Çiller’in hükümetinde, Özal hükümetinde hatta darbe döneminde yapılanları, bırakın Türkiye’yi, dünyadaki onlarca örneği göz ardı etmiş olacağız. Eh, buradan da yine başladığımız yere döneceğiz: Benim şiddetim senin şiddetini döver.
Modernizmin ideali, şiddetin hukuk sınırları çerçevesinde kalmasıydı ancak ortada bir şiddet varsa, kime ne zaman rastlayacağı her zaman kestirilemiyor. Daha güçlü bir devletin şiddeti de daha fazla oluyor. Aksine, şiddet devlet eliyle meşrulaştırıldığında, aynı şiddet devlet zayıfladığı anda dönüp onu da vurabiliyor. Ancak son yüzyıldaki savaşlar ve mücadeleler gösterdi ki, sermayeyi de arkasına alan devlet her muharebeden biraz daha güçlenmiş olarak çıkıyor. Mücadeleyi devlet kavramı üzerinden değil de devletin aygıtları üzerinden kurduğumuz sürece de böyle olmaya devam edecek.
http://www.gunzileli.com/2010/12/21/devletin-iyisi-kotusu-olmaz-ayca-soylemez/
Seçimler Neyi Değiştirir? Gün Zileli
Bu yazı Yeni Harman Dergisi’nin, 2011-mayıs sayısında yayınlanmıştır.
Seçim, hükümeti ya da yönetimi değiştirir ama seçimle sistemin değiştiği hiç görülmemiştir. Çünkü seçim ve seçimle oluşturulan parlamento ya da meclis, sistemin rıza mekanizmasısın en önemli unsurudur. Bu rıza mekanizmasından sistemi değiştirmesini beklemek elbette sadece bir ilüzyon olabilir.
Böyle olduğu halde, sistemi bir devrimle değiştireceklerini ileri süren Marksistler neden bazı özel durumlar dışında, seçimlerde ve parlamentoda yer almayı reddetmezler; neden bu rıza mekanizmasında yer almaya devam eder ve bunu iştiyakle savunurlar?
Bu konudaki genel Marksist mantık şöyledir: Seçimler halkın propagandaya en açık olduğu dönemdir. Bu dönemde seçimlere katılıp halka, emekçilere seslenmek çok etkilidir. Seçimlere katılmakla birlikte, seçimlerin ve parlamentonun bir aldatmaca olduğunu bu kürsülerden halka anlatmamız mümkündür. Öte yandan parlamentoya girersek de, keza parlamento kürsüsünden bu parlamenter düzenin sahtekârlığını teşhir edebiliriz. Seçimlerin ve parlamentonun sunduğu propaganda olanaklarını reddetmek anarşist bir tutumdur ve sol komünist bir çocukluk hastalığıdır.
Marksistler, yukarda özetlediğim bu anlayışı ve yöntemi II. Enternasyonal’in kurulduğu 19. Yüzyılın son çeyreğinden itibaren uygulamış ve özellikle Almanya’da oluşturdukları güçlü sosyal demokrat partilerle seçimlere girmiş ve parlamentoda önemli bir muhalefet grubu oluşturmuşlardır. Hatta Çarlık Rusya’sının parlamentosu olan Duma’da bile Bolşevik ve Menşevik hiziplerin ayrı ayrı grupları yer almıştır.
Ne var ki, Marksistlerin yukarda özetlediğim teorisi ilk büyük darbeyi I. Dünya Savası’nın başında yemiştir. Normal zamanlarda, barış zamanlarında pek mantıklı gibi görünen bir teori, olağanüstü anlarda hiç de geçerli olmadığını kanıtlamıştır. Burjuvazinin size söz hakkı verirken, parlamentoya girmenizi kabul ederken, propaganda olanaklarından yararlanmanıza izin verirken, bütün bunları hiç de babasının hayrına yapmadığı ortaya çıkmıştır. Burjuvazi, verilen bu parlamenter tavizin günün birinde ve kritik bir anda kendisine kâr olarak döneceğini çok iyi biliyordu ve nitekim öyle de olmuştur. Zaten sosyal demokrasinin kapitalizme entegrasyonu bununla da kalmamış, o günden bugüne sosyal demokrasi sistemin önemli dayanağı olarak görev yapmıştır.
Bolşeviklerin Rusya’da iktidara gelmesiyle Lenin II. Enternasyonal’den kopmuş ve Komünist Enternasyonal’i (Komintern) kurmuştur. Komintern, II. Enternasyonal’in burjuvaziye entegre olma politikasına ağır eleştiriler yöneltmekle birlikte, asla seçimler ve parlamento meselesini köklü bir şekilde sorgulamamıştır. Tam tersine, bunu sorgulayan Sol Komünistler daha 1920 yılında Komintern’den dışlanmış ve Lenin seçimleri kökten reddedip devrim çağrısı yapan Avrupa’daki Sol Komünistleri (Sylvia Pankhurst, Anton Pannekoek, Herman Gorter, Amadeo Bordiga) çocukluk hastalığına tutulmakla suçlamıştır.
Nitekim, özellikle sağlam parlamentolara sahip Avrupa ülkelerindeki komünist partiler, yazının başında açıkkladığım Marksist mantığı devam ettirerek seçimlere ve parlamentoya katılmayı sürdürmüşlerdir.
1920′li ve 1930′lu yıllarda dünyanın en güçlü komünist partisi olan Alman Komünist Partisi (1 milyon üyeli ve 6 milyon seçmenli bir partiydi), Hitler’in Nasyonal Sosyalizmi karşısında parlamenter alanda yenilgiye uğramış ve Hitler’in seçimlerle iktidara gelmesini önleyememistir. Sanılanın tersine, faşizm askeri darbeden çok seçimleri ve parlamentoyu kullanır. Daha sonraki dönemlerin askeri darbelerinin tam anlamıyla faşizm sayılıp sayılamayacağı ayrı bir tartışmadır ama has faşizmler iktidara seçimle gelmişlerdir.
Komintern’in seçim ve parlamento konusunda klasik Marksist çizgiyi izlemesinin en felaket sonuçları II. Dünya Savası’nın hemen ardından yaşanmıştır. Yunanistan KP ve Filipinler KP’lerine Sovyetler Birliği’nden verilen talimat, gerilla mücadelesini ve silahları bırakmaları ve seçimlere katılmalarıydı. Bu iki ülkedeki güçlü gerilla hareketleri bu parlamentarist çağrıyla yenilgiye uğratılmıştır.
Fransa ve İtalya’da da partizanlar kontrolü tamamen ellerinde tuttukları halde, Sovyetler Birliği’nin verdiği talimatla silah bırakışmasına gitmişler ve bu andan itibaren FKP ve İKP kapitalist düzenin eklentisi haline gelmişlerdir. Zaman zaman %30′lara varan oy oranına sahip bu partiler, seçimler ve parlamento yoluyla tüm devrimci potansiyeli sisteme eklemlemişlerdir.
Seçimlerin ve parlamentonun bize gösterdiği tarihi dersler bunlardır.
Seçimler ve parlamento ile sistem değiştirilemez ama seçimler ve parlamento sistem karşıtlarını değiştirip sistem yandaşı haline getirebilir.
Gün Zileli
24 Nisan 2011
http://www.gunzileli.com/2011/05/25/secimler-neyi-degistirir/
Şu Lenin ve Troçki Mirası Meselesi… Gün Zileli
Simon Sebag Montefiore’nin Genç Stalin (Çev: Yavuz Alogan, İthaki, Ekim 2010) kitabını bu gece bitirdim. Biraz uyudum, sonra uykum kaçtı. Arka bahçede bir kedi yavrulamıştı. İkisi öldü. Kalan üç taneden ikisini anneleri alıp başka bir tarafa götürdü. İçlerinde en zayıfı olan üçüncüsü tek başına kaldı. Annesi gelir onu da götürür ya da emzirir diye ilgilenmedim. Bu sabah baktığımda ölmüştü. Kafama dank etti. Anne, onu zayıf olduğu için ölüme terk etmişti. Nasıl olmuştu da bunu düşünememiştim. Eğer düşünseydim yavruyu içeri alıp kurtarabilirdim. Biraz vicdan azabı duydum. Sonra kitabın son sayfalarından satırlar geldi aklıma: “1937-1938 yıllarında, yaklaşık bir buçuk milyon insan kurşuna dizildi. Stalin, çoğunu tanıdığı yaklaşık 39.000 kişinin ölüm listesini bizzat imzaladı. Stalin’in yükselttiği Beria’nın sorumlu olduğu Gürcistan, özellikle ağır bir darbe yedi; Komünist Partisi’nin % 10’u tasfiye edildi; Onuncu Gürcistan Parti Kongresi’ne katılan 644 delegenin 425’i kurşuna dizildi.” (s. 431)
“Acaba” dedim kendime, yattığım yerde, “bütün bunları bir canavarın kana susamışlığı olarak ele almak ne kadar doğru? Belki şu anda yerimde Stalin olsa, o da benim kadar üzülürdü ölen kedi yavrusuna.” Bilirsiniz, gecenin sessizliği içinde, uykusu kaçınca böylesi tuhaf düşünceler durmadan üşüşür insanın kafasına. Kedi yavrusundan Doğan Tarkan’a atladı düşüncelerim birdenbire. İki önceki yazımda NTV’deki konuşmasından söz etmiştim. Orada “Marx, Engels, Lenin ve Troçki’nin mirasçısı olduğunu” söylemişti Doğan. Düzenledikleri “Marksizm’2010” seminerlerinde ise, en önde gelen konulardan biri, “Stalinizm-Kemalizm” bağlantısıydı. Ben de bu bağlantıya önem veriyordum ama Lenin, Troçki ve Stalin bağlantısı birbirinden kopartıldığında Stalin-Kemal bağlantısı tüm ciddiyetini kaybediyordu. Çünkü, eğer Stalin’le Kemal arasında benzerlik varsa, Lenin, Troçki ve Stalin arasında, benzerliğin ötesinde doğrudan ve kesintisiz bir devamlılık vardı. Stalin, Lenin’in de, Troçki’nin de mirasçısıydı.
Lenin daha iktidarı aldığı gün, “İnsanları kurşuna dizmeden nasıl devrim yapabilirsiniz?” (s.409) diye haykırmıştı. Doğrusu, “insanları kurşuna dizmeden nasıl iktidarı alabilirsiniz” olmalıydı, yoksa devrim değil. Tersine, gerçekten devrimci öneri şu olabilirdi: “İnsanları kurşuna dizerek nasıl devrim yapabilirsiniz?” Nitekim, bugüne kadar pek söz konusu edilmeyen bir yönü var işin. Eğer Lenin ve Bolşevikler kafayı böylesine kurşuna dizmeye takmasalardı ve daha baştan her türlü muhalefeti şiddetle ezmeye yönelmeselerdi iç savaş da bu kadar çetin olmayacak, bu kadar zorlu geçmeyecekti. Bolşeviklerin sertliği, Beyazların direncine güç katmış, daha da kötüsü devrimin canlı hücrelerini tahrip etmiştir. Belli ki Lenin daha başından devrimle iktidarı birbirine karıştırmıştı ya da onun kafasında ikisi aynı şeydi. Troçki de ondan aşağı mı kalıyordu sanki. Lenin tarafından boşuna Savaş Komiseri yapılmamış tı. İsmi üstünde: Savaş. Yani kasaplık. Savaşla ilgili herhangi bir görev alıp da kasaplık yapmadığını ya da en azından kasaplık mesleğine intisap etmediğini (illa fiili olarak kesip biçmek şart değildir) iddia edebilecek birisi var mıdır? Japon anarşisti Kotôku Shûsui, geçmişini tanımlarken, “bir katilin oğluyum” dermiş, asker olan babasını kastederek. Bir de koca savaş makinesinin tepesindeki Troçki’yi düşünün. Nitekim Troçki, orduda rütbeleri yeniden geri getirmiş, asker komitelerini ve Sovyetlerini dağıtmış, çarlık ordusunun subaylarını yeniden istihdam etmiş, ordunun eski hiyerarşik yapısını ve ritüellerini yeniden teessüs etmiştir. Troçki’nin yaptıkları bununla da kalmamıştır. Ortaya attığı ”sanayinin askerileştirilmesi” tezi tam bir despotizmdir. Bu teze göre, işçiler askeri disipline tabi tutulacak, silah zoruyla üretime koşulacak ve iç pasaport düzenine tabi kılınarak işyeri ve şehir değiştirmekten men edileceklerdir. Ayrıca, toplama kamplarındaki esir emeğinin sana yi hamlesinde kullanılması fikri de Stalin’in orijinal fikri değildir. Lenin ve Troçki de bunu onaylamış ve hatta ilk uygulamalara başlamışlardı.
Ekim Devrimi’nin ideallerini savunarak ayaklanan Kronstadt bahriyelilerini ezen de Troçki’den başkası değildir. Daha sonra Stalin tarafından “Alman ajanı” olduğu iddiasıyla kurşuna dizilen, eski Çarlık subayı Tukaçevski, Troçki’nin sözleriyle, “Devrimin onuru ve şerefi” Kronstadt bahriyelilerini Troçki’nin emriyle ezmiştir. Elbette Lenin de bu ezme çabasına destek vermiştir. Troçki, 1930’larda dünya çapında hiçbir yere ayak basamamacasına Stalin tarafından kovalanırken bile Kronstadtlılara yaptıklarını kabul etmek istememiş, onların “karşıdevrimci”liğinde ısrar etmiştir. Orijinal ve Ortodoks Troçkistler bugün dahi bunu savunmaya devam etmektedirler. Bu siteye yorum yazan Troçkist bir arkadaş, neredeyse üzerinden yüz yıl geçtikten sonra bile Kronstadt’ı “karşıdevrimci” diye niteleme bağnazlığını gösterebilmiştir.
Troçki ve onun dahil olup liderlik ettiği “Sol Muhalefet”, 1920’li yıllar boyunca Stalin-Buharin ittifakına, köylülüğe gereğince sert davranmadığı yönünde eleştiriler yapmış ve ortaya attığı “sanayileşme planı”yla, Stalin’in 1930’lı yılların başından itibaren uygulayacağı ve milyonlarca köylünün ölümüne yol açan “hızlı sanayileşme ve zorla kolektifleştirme” politikasının önünü açmış, yani Stalinist cehennemi diktatörlüğün taşlarını kendi elleriyle döşemiştir. “Sol Muhalefet”te yer alan onca Bolşevik’in 1930’lu yıllarda Stalin’in önünde secde etmelerini (ki bu bile onların hayatlarını kurtaramamıştır) sadece basit bir teslimiyet olarak ele almamak gerekir. Bu teslimiyetin arkaplanında büyük bir ideolojik ortaklık yatmaktadır. Stalin, pragmatik bir devlet adamıydı. Muhalefetin, sanayileşmede köylülüğü iç sömürge gücü olarak kullanma önerisini aynen alıp uygulamaya koydu. Elbette bunu yaparken, mono litik bir diktatör olarak, önerinin orijinal sahiplerini önce teslim alıp sonra da yok etmek zorunda hissetti kendini.
İşte Doğan Tarkan’ın övünerek sahip çıktığı miras budur. Doğru, siyasi akımlar ve partiler belli miraslara dayanırlar, dolayısıyla bunların hepsinin mirasyedi olduğunu söyleyebiliriz. Evet ama ortada yenecek bir miras kalmış mıdır? Buna sermayeden yemek demek daha doğru olmaz mı? Aynı Kemalistlerin bugünkü durumu gibi. Eğer görmediyseniz Sözcü gazetesinin 10 Kasım tarihli nüshasına bakın, ne demek istediğimi anlarsınız. İflas, tam bir iflas!
Gün Zileli
14 Kasım 2010
http://www.gunzileli.com/2010/11/14/su-lenin-ve-trocki-mirasi-meselesi%e2%80%a6/
Devlete Karşı – Gün Zileli
EĞER DEVLETİN TUTARLI DÜŞMANIYSAN
ANARŞİSTSİN
Soru 1: Devlete gerçekten karşı mısınız?
Eğer cevap evetse ikinci soruya geçiniz:
Soru 2: Öyleyse neden yeni bir devlet kurmaktan söz ediyorsunuz?
İşte en önemli sorunlardan biri burada düğümlenmektedir. Birçok ihtilalci arkadaşımızın devlete samimiyetle karşı olduklarını biliyoruz. Yüreklerindeki özgürlük ateşiyle devletin ezici hantal makinası arasında uzlaşmaz bir çelişme olduğunun farkındayız. Onların dürüstlüklerine ve samimiyetlerine inanıyoruz. Ama yüreklerinde olmasa bile, kafalarında çok önemli bir bağdaşmazlığı uzun süredir barındırdıklarını da bilmelidirler. Devleti yıkarken yeni bir devlet kurmaya kalkışmaları tutarsızlığın en büyüğüdür. Çünkü kurdukları devlet, onlar ne kadar eskisinden farklı olacağını iddia ederlerse etsinler, eskisinin benzeri, hatta belki bazı bakımlardan daha bile zorbası olacaktır.
Çünkü; ezilenlerin devleti olamaz. Devlet yalnızca ezenlerin baskı aracıdır. Ezilenlerin adına kurulduğu iddia edilen devletler bile kısa sürede yine küçük bir ezen azınlığın aracına dönüşmek zorundadırlar. Marxist terminolojide “geri dönüş” ya da “yozlaşma” diye ifade edilen olay bundan başka bir şey değildir. Yüz kere de devlet kursanız yüz keresinde de bu devlet yozlaşacak ve küçük bir azınlığın aracına dönüşecektir.
Çünkü; devlet makinasının işleyişi, kaçınılmaz olarak sürekli devlet görevlilerini gerektirir. Üretimdeki halkın, uzmanlık isteyen devlet işlerinin gerektirdiği uzmanlığı kazanması olanaksızdır. Ezilenler içinden böyle uzmanlaşan insanlar çıksa bile, kaçınılmaz olarak üretimden kopacaklar, kendi kitlelerinden kopacaklar ve devlet makinasının bir unsuruna dönüşeceklerdir.
Çünkü; uzmanlaşmış devlet görevlileri uzmanlık ve sorumluluk, hatta gereğinde yorucu bir çalışma isteyen devlet işlerini babalarının hayrına yapmazlar.
Karşılığında, kitlelerin yaşam standartının üstünde ayrıcalıklar isterler doğal olarak. Hele hele ellerinin altında, itiraz eden kitlelere karşı kullanabilecekleri silahlı güçler de olunca bu imtiyazları rahatlıkla kabul ettirirler. Denecektir ki, yeni devletin görevlileri işçi sınıfının ideolojisine bağlıdırlar. Hadi buna da Marxist bir argümanla yanıt verelim. İnsanların bilincini sosyal çevreleri belirler. Uzmanlaşmış devlet görevlileri ideolojik planda ne kadar halka bağlı olduklarını söylerlerse söylesinler maddi çevreleri, olanakları ele geçirme şanslarının olması, onları kaçınılmaz olarak halktan kopartacak ve ayrıcalıklı bir zümre haline getirecektir. Denecektir ki, halk onları denetler.
Demokratik denetime tabi tutar. Biz de diyeceğiz ki, üste çıkanları altta kalanlar tarihin hiç bir döneminde denetleyememişlerdir. Denetim lafları, batı demokrasilerinde olduğu gibi boş bir tekerlemenin ötesine gitmeyecektir. Bir aldatmacaya dönüşecektir. Yönetenleri denetlediğini sanan halka, bir de bu aldatmaca yoluyla boyun eğdirilecektir. Batı demokrasilerinde “milletin temsilcileri” yutturmacası gibi.
Çünkü; devlet denen makina, her zaman halktan ayrılmış silahlı güçleri, orduyu ve polisi gerektirir. Bir kez, halk adına bile olsa, devletin denetiminde polis, jandarma ve ordu gücü kuruldu mu, silahsız halk silahlı güçlerin baskısı altına alınmış demektir. Her ordu, her polis, aslında dış düşmana karşı değil, iç düşmana, yani halka karşı kurulur. Dünyanın hiçbir devrinde ve hiçbir yerinde halktan yana polis olamaz. Bir kez, polis gücü kurdunuz mu, ya siz de imtiyazlı bir zümrenin yanında yer alıyorsunuz demektir ya da düşmanınıza kendi elinizle silah veriyorsunuz demektir. Polislik her yerde ve her zaman halk düşmanı olmayı gerektirir. Bu yüzdendir ki, devrimlerden sonra kurulan yeni devlet rejimlerinde kısa süre içinde, yeni kurulan polis teşkilatlarına eski rejimin halk düşmanı unsurları doluşmuştur. Yarın aynı şey sizin de başınıza gelirse hiç şaşırmayın.
Çünkü; devlet olmayan devlet kuracağız söylemlerinin hiçbir geçerliliği yoktur. Devlet her yerde devlettir. Devlet olmayan devlet olmaz. Her devlet, isterseniz adını değiştirin gerçek anlamda devlettir.
Öyleyse; devlete, onun polisine ve ordusuna derinden bir karşıtlık içinde olan bir ihtilalci eğer tutarlı olmak istiyorsa, her türlü devlete karşı olmak zorundadır. Tutarlı bir ihtilalci, isterse kendi kendine bunun adını koymaktan kaçınsın, aslında, her türlü devletin amansız düşmanı anarşizmin yolunu tutmuş demektir. İhtilalciliğin tutarlı sonucu anarşist olmaktır!
Gün Zileli
Mutlu Konformist! Gün Zileli
Sevgili arkadaşım Orhan Cerav’ın yolladığı, Sabah adlı bir gazetede çıkan Engin Ardıç adlı birisinin “Mutlu Anarşist Yoktur” yazısını okuduğumda, Orhan’ın internetten bana ara sıra gönderdiği o meşhur ophaaaaaaaa kahkahasını koyuverdim. Çok bilen birisi, yine anarşizm konusunda bazı gülünesi herzeler yumurtlamış.
Hayatta o kadar çok yanlışlık vardır ki, bunları düzeltmeye kalkışırsanız sizin hayatınız kayar. Hele medyadaki yanlışları düzeltmeye kalkmak! Bu imkânsızdan öte bir şeydir. Ne var ki, bazen bazı şeyler kanınıza dokunup sizi kışkırtabiliyor. İşte Engin Ardıç’ın yazısı bende böyle kışkırtıcı bir etki yaptı. Kendisine teşekkür borçluyum!
Engin Ardıç, anarşizmi kulaktan dolma da olsa biraz biliyor. Öyle ki, yazısının başlığını koyarken bile, Aragon’un çok tanınmış „Mutlu Aşk Yoktur“ başlıklı şiirindeki „aşk“ sözcüğünün yerine „anarşist“ sözcüğünü yerleştirecek kadar ve tabii ki, bu bir yanılma değil. İfade yanıltıcıdır ama Ardıç, belki kendisi de bilincinde olmadan „aşk“ ve „anarşist“ sözcüklerinin yaptığı ortak çağrışımın cazibesine kapılıvermiş.
Şimdi yanlışların düzeltilmesine geçeyim.
“Ütopyadır… gerçekleşmesi asla mümkün olmayan…“ Yani bir şeyin gerçekleşmeyecek bir şey olduğunu kanıtlamak için kısa yoldan ona „ütopya“ dediniz mi mesele hallolmuş olur, siz de neden gerçekleşmeyeceğini kanıtlama zahmetinden kurtulursunuz. Oysa anarşizm gerçekleşmeyecek bir ütopya değil, tersine gerçekleşmiş bir gerçekliktir. İnsanlığın yüz binlerce yıllık uzun tarihi göz önüne alındığında devlet ve para oldukça yenidir. Yani insan toplulukları yüz binlerce yıl devletsiz ve parasız yaşamış ve herhalde devlet ve paranın olduğu kısa döneme göre oldukça mutlu yaşamıştır. Devlet ve paranın olduğu dönemlerde bile birçok insan topluluğu devleti ve parayı reddederek var olmuştur uzun dönemler. İşte bu anlamda anarşizm gerçekleşmiş bir gerçekliktir. Gelecekte de insanlığın devlet ve paranın baskısını ilelebet çekmeye devam edeceğini ileri sürmenin hiçbir mantıki açıklaması yoktur. Elbette geleceği bilemeyiz ama insanlığın daha mutlu bir toplumsal örgütlenme kuramayacağını ileri sürmek sadece bugünün konformistlerine özgü bir düşünce tarzıdır.
„Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının anarşizmle uzaktan yakından hiçbir ilgi“sinin olmadığı görüşü de o kadar doğru değildir. Evet, Deniz Gezmiş ve arkadaşları anarşist değildi, ama onların doğrudan eylem tarzı anarşizme bire bir uygundu. Bu Mayıs ayında Yıldız Teknik Üniversitesi‘nde katıldığım bir 68 toplantısında bunu Veysi Sarısözen, „biz çimenlerin üstünde oturmuş eylemi nasıl başlatalım diye düşünür ve tartışırken, Deniz ve arkadaşları bir anda kapıları tutuverdiler. Eylem başlamıştı“ sözleriyle çok güzel anlatmıştı.
Anarşizm, bir düşünce akımı olarak, Türkiye’nin o günkü siyasi ve kültürel ikliminde kendine bir yer bulamamıştı ama doğrudan eyleme ilişkin anarşist tarzın uygulayıcıları Deniz Gezmiş ve arkadaşları olmuştu. Demek ki, öyle „uzaktan yakından“ diye kestirip atılacak kadar da uzak değillermiş anarşizme.
„Anarşizme bireyci komünizm“ dendiği hiç olmamıştır. Bireycilikle komünizm anarşizmin içinde bile zıt kutuplarda yer almıştır. Bireyci anarşistlerle anarkokomünistler ve komünalist anarşistler çok az bir araya gelmiştir.
Ardıç, 20. Yüzyılın başındaki anarşizme ilişkin olarak „bomba atmak, adam öldürmek“ gibi „aptalca“ eylemlerden söz ediyor ama bu eylemlerin nedenlerine ve niçinlerine ya da tarzlarına ilişkin asla derinlemesine düşünmediği anlaşılıyor. Bir kere, bu eylemleri yapan anarşistlerin Ardıç’tan daha zeki ve duyarlı insanlar olduğuna kesinlikle eminim. Bu insanlar, „iki evlilik arasına sığdır“dıkları „anarşist“ Yunan sevgilileri ile kahvelerde sürtmek yerine, zulmün temsilcilerine karşı kendilerini de feda eden bireysel bir başkaldırı yoluna gitmiştir. Eylemlerinin yanlışlığını ne kadar düşünürsek düşünelim, bir kere bu başkaldırıyı saygıyla karşılamak gerekir. Bu anarşistlerin „örgütlü terör“le hiçbir ilgisi olmamıştır. Ne yaptılarsa kendi başlarına ve bireysel olanaklarıyla yapmışlardır. Bu yüzden de o zamanın önde gelen anarşistleri, Kropotkin, Malatesta, Emma Goldman vb., tarzlarına katılmasalar da onları kamuoyu önünde kınamayı haklı olarak reddetmiştir.
Anarşizmin, İspanya iç savaşından sonra „öldüğü“ ya da „bittiği“, sadece Ardıç‘ın seyretmeyi arzuladığı bir senaryodur. Eğer dediği gibi olsaydı, Ardıç da bu yazıyı yazmak zorunda kalmayacaktı.
Ecevit Kılıç’ın Türkiye’deki anarşistlerle konuşması büyük bir gazetecilik başarısı değildir. Ardıç öyle bir izlenim yaratıyor ki, sanki Ecevit, yer altından bir takım yaratıkları bulup su yüzüne çıkartmış. Yok böyle bir şey oysa. Kaos Yayınları, Cağaloğlu’nda yıllardır aynı adreste mütevazı çalışmasını sürdürmektedir.
„Mutlak eşitlik bir rüyadır.“ Eh şimdi anlaşılıyor, Engin Ardıç rüya görmekten bile hoşlanmıyor.
„İnsan toplulukları yönetimsiz varolamazlar…“ demiş Engin Ardıç yazısının sonlarına doğru, yani bu yüzden rüyaymış mutlak eşitlik. Bir kere, anarşizmin mutlak eşitlik diye bir görüşü yoktur. Anarşizm, insanlar arasındaki zekâ ve yetenek farklarını (ki Ardıç’ın varlığı bunun en iyi göstergesidir) reddetmezler. Onların reddettiği, tam tersine, doğal farklılıkların da üzerindeki, doğaya aykırı, toplumsal güçten doğan farklılıklardır. Bir zengin çocuğu, sırf zengin olduğu için, kendisinden çok daha zeki ve yetenekli bir yoksul çocuğunun patronu ya da yöneticisi olur. Doğal olmayan, karşı çıkılması gereken budur. Kaldı ki, anarşistlerin her türlü yönetime karşı olduğu da doğru değildir. Anarşistler, baskıcı, insan inisiyatifini yok eden yönetimlere ve doğal olarak bunun en belirgin örneği olan devletlere karşıdır. Galiba, Ardıç, özyönetim diye bir şey duymamış ve bunu en çok telaffuz edenlerin anarşistler olduğunu da.
„Toplum dışı‚ ‘hippi’ olmaya çalışıyorlar“ buyurmuş Ardıç. Keşke 68 başkaldırısının sembollerinden olan hippilerden o yaşındayken bir şeyler öğrenmiş olmaya gayret edebilseydi.
O zaman, pek beğenerek köşesine koyduğu fotoğrafındaki o konformist yüz ifadesi biraz daha sempatik bir hal alabilirdi. Bunu düzeltmem mümkün değil, ne yazık ki.
Yeryüzünün Lanetlileri: Mülteciler
Ahali Gazetesi’nin 8. sayısında Yeryüzünün Lanetlileri: Mülteciler başlıklı bir yazı yayınlanmıştı. Önceki sayılarda da Mülteciler ile ilgili yazılara yer verdik. ilk sayıda, Mültecinin Laneti başlıklı bir yazı vardı. ardından “Lanetlenmi”ş bir mülteci ile Röportaj yaptık. Mülteciler ile alakalı gündem o kadar hızlı değişiyor ki Gazetenin 8. sayısının basılmasından bir gün sonra yazıda da bahsedilen Türkiye ile AB arasında mültecilerin geri kabulüne ilişkin anlaşma imzalanmış ve aradan geçen 2 aylık süre içerisinde özellikle Libya’da ki isyanla birlikte Akdeniz yeni trajedilere sahne olmuştu. Şu anda Avrupa bütün politik ve sosyal kurgusunu bu yeni tehdit ekseninde inşa ediyor. Arap baharı ile yoğunlaşan göçmen akınına karşı italya mültecilere şengen vizesi dağıttı. Vize sahibi mülteciler, avrupanın çeşitli noktalarına bilhassa fransaya akın etti. fransa ise sınırlarını bu mültecilere yasal bir dayanak olmaksızın kapattı. Danimarka bir adım daha ileri atarak, shengen sözleşmesini askıya alacak bir düzenleme peşinde. yani bir yerler tutuşuyor. Yeni barbarlar’ın Avrupa refahını tehdidi gün geçtikçe avrupa’nın demokrasi ve insan hakları argümanlarını zorluyor. Şu anda Avrupa görünürde hala demokrasi borazanı. ama aşağıdaki yazılarda da görüleceği üzere FRONTEX gibi örgütlü militarist kontrol aygıtlarıyla bu tehdidi her bakımdan bertaraf etmeyi amaçlıyor. Demokrasi ve insan hakları hikayelerini bırakacakları bir an mutlaka gelecek.
Yaşanan son gelişmeleri yazının sonuna ekleyip tekrar yayınlama ihtiyacı hissettik.
Kaynak: http://www.ahaligazetesi.org/2011/05/dosya-yeryuzunun-lanetlileri/
Yeryüzünün Lanetlileri: Mülteciler
İlk sayılarımızda dünyada mülteciler ve mülteci politikalarına dair bir değerlendirme yazısı yayınlamıştık. Milyonlarla ifade edilen mültecilerin istatistiklerden ibaret olmadığını göstermek için bir de hayat hikâyesi dinlemiştik. Mültecilerin Avrupa ülkeleri için bir tehdit unsuru oluşturduğunu, sermaye ve beden politikalarını alt üst ettiğini vurgulamıştık. Ve Giorgio Agamben’in ‘…mülteci, devlet/ulus/toprak teslisini menteşelerinden ayırması itibariyle siyasal tarihimizin marjinal değil, temel figürü olarak ele alınmayı hak etmektedir.’ tespitini yinelemiştik.
Şimdi o günden bu güne ne değişti ve neleri es geçtik bir bakalım. Öncelikle ekonomik krizin faturasının büyük bir kısmının mültecilere kesildiğinin altını çizelim. Bu krizle birlikte Avrupa’daki sosyal devlet anlayışının son kırıntıları da ortadan kaldırılmaya başlandı. Değişen koşullar ve standartların düşmesi yasaların daha hızlı çıkmasına neden oldu. Horkheimer’in dediği gibi ‘kapitalizm konusunda konuşmak istemeyen, faşizm konusunda da sessiz kalsın.’ Ekonomik kriz kapitalizmin krizidir. Göçmen yasalarının sertleştirilmesi, yabancı düşmanlığı ve faşizmin yükselmesi Avrupa’nın yeni yüzünü gösterecek işaretler oldu. Yasalar halk nezdinde meşru bir hale getirildi. Geçtiğimiz aylarda İngiltere eski başbakanı Gordon Brown bir ‘yeniden yapılanma’ sürecinden söz etti. İtalya’da Berlusconi neredeyse Mussolini’yle aynı politikaları izliyor. Yeniden yapılanma daha kapalı ve faşizan bir Avrupa’yı öngörüyor. Bu süreçten en çok etkilenen ise göçmenler…
Neredeyse bütün Avrupa ülkelerinde mülteci yasaları sertleştirildi. Yasa dışı yollarla Avrupa topraklarına ayak basmak dahi artık bir suç teşkil ediyor. Mültecilerin kamplarda kalma süreleri uzatıldı. İltica talebinde bulunan birçok mültecinin talebi reddedildi. Mültecilere herhangi bir şekilde yardım etmenin, yetkililere haber vermeden tedavi etmenin, yani en basit şekliyle konuya dair vicdani her edimin bedeli ağırlaştırıldı. Aşağıda yeni yasalarını ayrıntılı inceleyeceğimiz İtalya’da, kaçak bir göçmeni barındıran kişi 3 yıla kadar hapis istemiyle yargılanacak. Sözün özü Avrupa’nın kapalı, sarışın, beyaz ve arî yüzü, daha da görünür hale geldi.
Yeni Barbarlar sonuçta kapitalizmin vaad ettiği refah, huzur ve güvenin peşindeler. Kapitalizmin sunduklarını elinde tutan arî Avrupa ise sarı besili ve tok olmasını bu barbarların açlığına borçlu. Bugünlerde isyan halinde olan 3. Dünya’nın kalkışması ise tam da bu noktada anlamlı. Dikta rejimlerini sonlandıran Tunus ve Mısır halkları Avrupa ya mülteci olarak kaçmaya çalışan halklar istatistiklerinde hep en başlarda. Bu ‘devrimler’ için nesnel bir neden olur mu bilinmez ama Tunus’ta dikta rejiminin yıkılmasından hemen sonra Şubat ayı başında 4 bin kadar Tunuslu İtalya’nın Lampedusa kentinde karaya çıktı. İtalyan hükümeti olağanüstü hal ilan etti ve Avrupa’nın geri kalanının İtalya’yı bu krizde yalnız bıraktığını söyleyerek sızlanmaya başladı. Avrupa’nın korktuğu başına geldi, yüzlerce yıl “refah devleti” ve “demokrasi” diye diye halkların boğazındaki ekmeği çalan Avrupa şimdi o ekmeği ve huzuru geri isteyen mültecileri ne yapacağını düşünüyor.
Elbette Avrupa Mültecilerin oluşturduğu tehdide epey zamandır hazırlanıyor. Geniş erimde Birlik projesinin bu ve bu gibi tehditleri devre dışı bıraktığını öngörebiliriz. Ancak Hukuki bir birlik olan Avrupa, Esas dayanak noktasını yasalardan alıyor. Gayrı Resmi ve psikolojik unsurları saymazsak Avrupa’nın çıkardığı, göçmenleri dışarıda tutmaya yönelik yasaların en somut sonucu FRONTEX…
Tam burada Frontex’in nasıl bir tehdide karşı örgütlendiğini kavrayabilmek için 2009 istatistiklerini yazalım:
2008 yılı sonunda dünyada 42 milyon insan yer değiştirmek durumunda kaldı. Bunun 15,2 milyonu mülteci, 827 bini sığınmacı ve 26 milyonu savaş ve baskı nedeniyle ülkesi içinde yerinden edilmiş kişi konumunda…
FRONTEX
Dış Sınırlarda Avrupa İşbirliği Ajansı. 2004 yılında yasa dışı göçle mücadele, Avrupa ülkelerine göçmen akışını durdurmak için bir sınır kontrol birimi olarak kuruldu. 2007 yılından beri aktif olan, bu göçle mücadele aygıtının sermayesi Avrupa birliği ülkelerinden sağlanıyor. 15 milyon Euro bütçeyle kurulan FRONTEX’in şimdiki bütçesi 100 milyon Euro’yu aşmış durumda… Türkiye-Yunanistan sınırına gerilen tel örgülerin onaylanmasından sonra, bu güne değin denizlerde Göçmen avlayan Frontex, artık karada da faaliyette. Dolayısıyla Avrupa’ya göç eden mültecilerin ilk karşılaştıkları birim oluyor. Yunan karasularından geri gönderilen ve batırılan gemilerin baş sorumlusu yine frontextir.
Birim göçmenler üzerinde bir nevi NATO görevi yapıyor. Nato gibi çok uluslu bütçesiyle, konusunda uzman özel güvenlik görevlileri barındırıyor. Irak’ı kan gölü haline getiren Blackwater adlı özel ordunun sınır versiyonu gibi. Blackwater nasıl Irak’ta tüm kara para, uyuşturucu ve insan ticareti alanlarını ele geçirdiyse bu örgütte sınırlarda aynını yapıp uzamanı olduğu alanın ticaretini yapıyor. Kaçak insan avrupanın refah sistemi için kritik bir düzeyde. Bir miktar (ama o miktarı belirleyen Frontex değil onların efendileri) işçi, avrupa için çalışmak zorunda. Bu işi de güvenilmez insan tüccarları değil Frontex yapıyor. Yani, Göçmenlik ve kaçak iş gücü ticaretinin hepsini elinde tutmayı hedefliyor. Görevi net: Avrupa’ya mülteci girmeyecek. Bu görevi yerine getirmek için araçları da elbette gelen 3. Dünyalıların yabancısı olmadığı silah ölüm ve acı. Yasalar ya da mülteci kampları değil. Bu bakımdan Frontex’in üzerine kurulduğu sistem Avrupa birliğinin göçmen yasalarından bağımsız işliyor… Hanau İnsiyatifi temsilcisi Hagen Kopp’a göre FRONTEX’le amaçlanan kaçak ve göçmenleri kontrol altında tutarak, büyük firmaların talebi doğrultusunda kaçak işçi geçişini sağlamaktır.
FRONTEX’e üye ülkeler: Avusturya, Belçika, Kıbrıs, Çek Cumhuriyeti, Danimarka, Estonya, Finlandiya, Fransa, Almanya, Yunanistan, Macaristan, İzlanda, İrlanda, İtalya, Litvanya, Letonya, Luksemburg, Malta, Hollanda, Norveç, Polonya, Portekiz, Slovakya
(Türkiye ile üzerinde teknik olarak mutabakata varılan Ortak Çalışma Anlaşması resmen onaylanmayı bekliyor.)
TÜRKİYE’DE DURUM
Resmi verilere göre 50 ülkeden 143 farklı etnik gruba mensup 18 bin kayıtlı mülteci bulunuyor. Türkiye mülteciler için geçiş ve köprü konumunda. Fakat Türkiye`de mülteciler başta hukuki olmak üzere, barınma, sağlık, eğitim, polis şiddeti gibi birçok sorunla karşı karşıya.
Türkiye`de mültecilerin en büyük sorunu kanunların yetersizliği. Türkiye mülteci haklarıyla ilgili 1951 Cenevre Sözleşmesi`ni imzalayan ülkeler arasında yer alıyor, fakat diğer ülkelerden farklı olarak coğrafi sınır kısıtlaması uyguluyor. Bu kısıtlamaya göre Türkiye, sığınan kişileri mülteci olarak kabul etmiyor ve gereken haklardan yararlandırmıyor. Türkiye bu kişilerin sadece geçici olarak ülkede ikametine izin veriyor. Fakat ironik bir şekilde Avrupa’dan gelenlere mülteci statüsü verebiliyor.
Geçen yıldan beri, Türkiye Avrupa Birliğine geçiş kriterleri uyarınca, Avrupa Birliğiyle bir Geri kabul Anlaşması imzalamayı planlıyor. Bu anlaşmayla Ortadoğu, Asya ve Afrika’dan Türkiye’ye gelip Avrupa’ya geçmeyi başaran mültecileri, sınır dışı edilmeleri durumunda, kabul edecek. Bunun karşılığında Avrupa’dan istediği, Türk Vatandaşlarının Avrupa birliğine vizesiz geçişi ve kabul ettiği mülteci başına ödenek…
Son günlerde ardı ardına gelen Türk vatandaşlarına vizesiz Avrupa müjdesinin arkasındaki mesele de yine mülteciler. Şayet Türkiye “Vizesiz Avrupa” hakkını alırsa haliyle bir göçmen sorunu olacak. Dolayısıyla bir de göçmen yasası. Sınırlarını Ortadoğu’ya genişletme konusunda ayak direyen Avrupa’nın en büyük çekincesini de Türkiye devralmış oluyor. Tabi parasıyla. Kaz gelen yerden tavuk esirgenmez.
Meriç Nehri, bir nehir olarak değil Türkiye Yunanistan sınırını belirleyen bir çizgi olarak bilinir. Bu nehir bir kan nehridir aslında. Mültecilerin daha iyi bir yaşan hayallerini boğdukları yerdir. Yakın zamanda kendisi de İranlı olan bir insan tüccarının 16 mülteciyi, kendisi sınırı geçip Yunanistan’a ayak bastıktan sonra döve döve nehre attığı haberini okuduk. Türkiye sınırları ve konjonktürel durumuna ilişkin, insan ticaretinin en vahşi duraklarından biridir.
Genellikle Afganistan, Somali, İran ve Irak gibi ülkelerden gelen mülteciler, yasaların yetersizliğinden uzun yıllar sağlıksız koşullarda Türkiye`de kalmak zorunda kalıyor. Şimdiki yasal düzenlemeye göre bir kişinin Türkiye’de kalabilmesi için Birleşmiş Milletler Mülteci Yüksek Komiserliğine kayıt yaptırması gerekiyor. Ancak Türkiye’ye Asya ve Afrika’dan gelen çoğu mültecinin böyle bir uygulamadan haberi bile yok. Daha kayıt yaptıramadan sınır dışı ediliyorlar. Kayıt yaptırabilenler ise yıllarca BMMYK’den randevu almayı bekliyor. Başka bir ülkeden kabul görenlerse, Türkiye’nin Harçlar Kanunu’na göre belirlediği geçici ikamet bedelini ödemeden Türkiye’den çıkamıyor. Bu bedel kalınan her altı ay için 306.30 TL. Yani Türkiye’de bir yıl kalmak zorunda kalmış 4 kişilik bir ailenin ödemesi gereken bedel, çıkış defteri parası da eklenirse, 3000 TL’ye denk geliyor.
Bir örnek: İtalya
Öncelikle şunu belirtelim; Berlusconi partisini Mussolini’nin devamı niteliğindeki Forza İtalya Partisiyle birleştirdi. Ulusal ittifak partisi ve sağcı çoğu neofaşist 8 parti daha birleşip adını Özgürlükçü Halk Partisi koydu. İlk kurultayda Berlusconi başkan oldu. Güvenlik yasası paketi 124 redde karşılık 157 evet oyuyla kabul edildi.
2 Temmuz 2009’da İtalya’da kabul edilen güvenlik yasası paketi:
Çok yoruma gerek yok, yasanın kendisi faşist doğasını deşifre eder nitelikte.
1- İtalya sınırları içine kaçak olarak giren ve yakalanan her kişi 5 ile 10 bin Euro para cezasına çarptırılacak.
2- Kaçak olduğu bilinen bir göçmeni evinde barındırmak veya evini kiraya vermek 3 yıla kadar hapis istemiyle yargılanacak.
3- Evsizler kayıt altına alınacak.
4- Sivil vatandaş birlikleri(mavi bereliler) olarak adlandırılan ekiplere kimlik sorma hakki verildi. Bu Mussolini’nin faşistler ekibine benziyor. Ekiplerin çoğu Casa Pound (Mussolini’nin devamı niteliğindeki sivil ekiplerden oluşan parti birliği) ve faşist Leganord partisinin gençliğinden oluşmakta. Armaları faşist Mussolini’nin armasıyla aynı, yani siyah güneş, kartal, Nazi arması… Bu ekipler genellikle kuzeyde güçlenerek büyüyüp, alanları genişliyor. Bu yasayla hükümet göçmen sorununu sivil faşistlere devretmiş oldu. Yasadan hemen sonra bu birlikler faaliyete geçti: Roma’da 5 İtalyan genç Kongolu bir göçmeni döverek hastanelik etti. Olaydan sonra yakalanan faşistlerin yaptığı açıklama “biz devletin çıkardığı yasayı kullanıp, devletin istediği şeyi yaptık” oldu. Milano’da yaşlı bir Mısırlı sopalarla dövüldü. Parma’da sivil faşist bir ekip Afrikalı siyahi birine kimlik sordu, siyahinin buna uymaması sonucu dövüldü. Bunlar gibi onlarca olay cereyan etti etmeye devam ediyor…
5- Kaçak bir kadın, İtalya sınırları içinde doğum yaparsa, çocuğu emzirme suresince (yaklaşık 6 ay) İtalya’da çocukla beraber kalabiliyor. Ancak daha sonra anne sınır dışı edilirken, çocuk bir daha geri verilmemek üzere devlette kalıyor. Sonrada büyük ihtimalle İtalyan bir aileye verilip, bir İtalyan olarak büyüyor.
6- Kaçak göçmenlerin kamplardaki gözaltı suresi 2 aydan 6 ay’a uzatıldı. Kamplardaki yaşam koşulları Türkiye’dekinden farksız. İtalya’nın Guantanamo’su olarak bilinen ve bugünlerde 4 bin Tunusluyu “ağırlayan” Lampedusa’daki isyanı hatırlarsınız. 700 kişilik bir kampa çoğunluğu Kuzey Afrikalı 1500 göçmen yerleştirilince, göçmenler kampın kapılarını kırıp halkla beraber isyan etmişti.
Bu yasaların en faşizanı ise ispiyonculuk yasası. Bu yasa, hastaneye başvuran hastaların doktor ve hemşireler tarafından ihbar edilmesini gerektiriyor. Yasa hâlihazırda var olan; hastaneye başvuran kaçak bir göçmenin ihbar edilmeksizin tedavi edilebileceğini öngören yasayı işlevsiz kılıyor. Bu yasayla göçmenler ölüme mahkûm ediliyor. Yasaya Berlusconi’nin rakibi sol cephedeki Demokrat Parti’den meclis grup başkan vekili Livia Turco’nun tepkisi ise şöyle: Bu yasa tedavi imkânı bulamayan pek çok kişinin, hastalık halinde hastaneye başvurmasını ve tedavi olmasını engelleyerek, yoksulluktan kaynaklanan bulaşıcı hastalıklara bizi de açık hale getiriyor.
Sol cephenin tepkisi adeta burjuva vicdanının bir suretidir. Sorun göçmenin hastalanması ya da ölmesi değil, sorun bunun İtalyanları etkileyip etkilemeyeceğidir.
İtalyadaki bu durum daha önce de tekrarlandı. Her kriz döneminde faşizm yükselip alçalıyor. Neofaşist ve neoNazilerin bütün derdi göçmenlerleydi. Genellikle yoksul kenar mahallelerde yükseliyordu bu hareket. İşsizliğin ve yoksulluğun nedeni ülkelerini istila eden yabancılardı. Bu süreç kapitalizmin doğal bir süreci ve sonucudur. Çağla beraber şekil ve boyut değiştiriyor sadece. Şimdiki faşizan yükseliş ırk temelli değil Avrupalı ve Avrupalı olmayan ayırımının bir sonucudur. Batı medeniyetinin ve ekonomisinin korunması buna bağlıdır. Günah keçisi ve tehdidin kaynağı belirlendi, göçmenler.
Oysa esas tehdit, yani, bir yerden kalkıp bir diğer yere gitmek kadar basit bir şeyi bile, suç haline getiren, kurumsal şiddet aygıtı olan devletlerdir.
Yeryüzü bir bütündür bölünemez!
Mottomuzda ısrarla vurguladık. Sınırlar, sınıflar, yoksulluk ve yoksunluk devletlerin ve kapitalizmin ürünüdür. Yeryüzü bir bütündür bölünemez dedik; sınırı, vatanı, dini, bayrağı yüceltenlere inat ve hayalimizi bir kez daha eyleme dönüştürmek için. Kan dökerek sınırlar çizip, o sınırlar içinde doğanlara kurallar, yasalar dayatmak katil devletlerin işidir, bizim değil. Biz içine doğduğumuzun bütün bir dünya olduğunu biliyoruz. Bir devlet varsa bir sınır olduğunu, sınırın sadece toprak parçasına değil, özgürlüğümüze, düşlerimize, irademize ve davranışlarımıza çizildiğini biliyoruz. Doğayı bir bütün olarak algılayıp, yeryüzündeki bütün sınırları yıkmadan özgür olamayacağımızın farkındayız.
Bu farkındalık, bizim belirli bir ironiye gönderme yapan ifademizle barbarların akın ettiği her sınırda farklı ifade ediyor kendini. Yakın zamanda Yunanistan’da açlık grevi yapan 300 mülteci anarşistlerin gösterdiği dayanışmayla grevlerine polisin giremediği üniversitelerde devam ettiler. Yunan hükümeti, demokrasi için girilmez kıldığı üniversitelerin özerkliğini bile kaldırmayı düşündü. Yunanistan’dan başlayarak tüm Avrupa yeni koşullarını terazinin bir kefesine bu barbarları diğerine demokrasiyi koyarak örgütlüyor. Ve Avrupa’nın yeni koşulları söyledikleri demokrasi ve huzur yalanından çok ama çok farklı. Çünkü Avrupa’nın da kapitalizminde bir sınırı var.
Ve sınır varsa mülteci vardır. Sınır varsa savaş, ölüm, ırkçılık, gasp ve şiddet vardır. Mülteci bunların sonucunda hayatı elinden alınan, mağdur olandır. Aynı zamanda sınırları ihlal ederek devletlerin o en çok korktuğu şeyi yapandır. Kültürünü, dilini ve dinini yanında taşıyarak, devletin “kendi vatandaşları” için yarattığı ekonomik sistemin yanı sıra; tek bayrak, tek dil ya da tek kültürle sterilize edilerek yaratılan kontrol mekanizmasını tehdit edendir. Çünkü mülteci, varoluşu itibariyle, kontrol dışında, başka bir sınırdan aşıp gelmiş olandır ve “oraya ait olan” müreffeh vatandaş için, kötü görüntüdür.
Mülteci, aynı zamanda, burjuva kapitalist dünyasının tarihinin bir parçasıdır. Kapitalizmin bekası ve Avrupa refah devlet anlayışının sürmesi, mülteci yaratan, Ortadoğu, Asya ve Afrika’daki savaşların sürmesine bağlıdır. Sınırlar bu durumun ve bir bakıma kapitalizmin sürdürülebilir kılınmasına hizmet eder. İşte tam da bu yüzden mültecinin orada kalıp savaşması, silah satın alıp ölmesi, Avrupalının da Avrupa’da kalıp tüketmesi gerekir.
No Border! Sınırlara hayır!
No Border kampı ilk defa 1998 yılında Almanya-Polonya sınırında anarşistler ve anti otoriterler tarafından düzenlendi. O zamandan beri eylemliliklerine devam ediyor. Genellikle göçmen ve sığınmacıların sorunlarına yönelik eylemler yapıyorlar. Ancak sınırsız bir dünya gibi hedeflerinden dolayı bütün devletleri ve yasaları karşılarına almış durumdalar. Kamplarda göçmen sorunlarını gündemde tutup, yaşam alanlarını iyileştirmenin yanı sıra zaman zaman kitlesel sınır ihlalleri gibi eylemler de yapıyorlar. Kaçak göçmenleri işgal evlerinde tutmak, alternatif yaşam alanları kurmak faaliyetleri arasında yer alıyor.
Geçen yıl No Border kampı 25-31 Ağustos tarihleri arasında, Yunanistan’ın Lesvos (Midilli) adasında yapıldı. Kampın Lesvos’ta yapılmasının nedeni, Avrupa ülkelerine ulaşmaya çalışan göçmenler için adanın ilk durak olması. Lesvos’ta iki kamp var: 18 yaş altı gençlerin kaldığı Agiasos ve Pagani. Pagani mültecilerin ilk kapatıldıkları yer. Burada genelde Afganistan, Filistin ve Afrika ülkelerinden gelen mülteciler, aylarca insanlık dışı koşullarda, gelecekleri belirsiz bir şekilde tutuluyorlar.
Pagani’de kamp boyunca aktivistlerle, mülteciler birçok eylem yaptı. Mülteci sorunlarıyla ilgili söyleşiler, fikir alış verişleri ve toplantılar düzenlendi, yeni eylem programları hazırlandı. Eylemler sırasından zaman zaman polis sert müdahalelerde bulundu. Bir ara kamp işgal edildi ve bazı göçmenlerin kaçmasına yardım edildi. Yapılan kampın ve eylemlerin en somut sonucu, bir sonraki duraklarına gitmek için, yaklaşık 300 kişinin bir aylık izin kâğıdı almasıydı. Son No Border kampı 27 Eylül 2010 tarihinde Brüksel’de yapıldı.
BİR MÜLTECİNİNLANETİ
O Kerkük’ten kaçıp Türkiye’ye sığınmış ve üçüncü bir ülkeye gönderilmek için BM’ye başvurmuş, yıllardır da başvurusunun sonuçlanmasını bekleyen bir mülteci. Bizi karşılaştıran onun mülteci oluşu olsa da konuştukça fark ettik ki o hem bir Iraklı Türkmen, hem bir mülteci, müzisyen ve inatla kendisini arzuladığı gibi var etmeye çalışan, çabalayan biri.
lamHikayeni kısaca da olsa anlatabilir misin?
Ben gözümü açtım savaşla, savaşta doğmuşum zaten. İlkokula gittiğimde savaş başladı. 91 körfez savaşı. Sokakta ölü insanları gördüm. Vurulmuş ölmüş. Dağa kaçtık. Saddam’ın zulmünden. Süleymaniye’ye geldik. Süleymaniye’de bir ilkokulda kalmıştık. Binlerce insan. Sonra kimyasal tehlikesi. Saddam oraya kimyasal atacak diye dağlara çıktık. İran’da bir kampta kaldık. Sene 91, 92. Sonra tekrar Kerkük’e döndük. Orda okuluma devam ettim. Okulda öğretmenler dövüyorlardı öğrencileri. Bende onlardan biriyim. Sinirli adam. Mesela dersimi çalışmıyorum. Kafam almıyordu artık. Baas Partili idi müdür. Küçüktüm. Küçük yaşta bir insandan ne beklersin savaşa karşı. Korku içindeydim. Annemi kaybedeceğim, babamı kaybedeceğim, akrabalarımdan birisi ölecek, ailemden birisi ölecek korkusundaydım. O yaştaki psikoloji yani. Sonra dağlara, hep böyle kaçak, nasıl söyleyeyim; Irak’tan İran’a geldik dağlardan. Kaçakçılara para verdik zamanında. İran’da yakalandık, tekrar Irak’a sınır dışı edildik. Sonra tekrar İran’a gittik. İran’dan bu sefer Van’a geldik. Bir keresinde Van’dan da sınır dışı olmuştuk. Bu 96 senesinde idi. Bak onu hatırlamamıştım. Şimdi hatırladım. Sıraya dizilince düşünceler insanın aklına geliyor. Van’dan sınır dışı edilmiştik o senelerde. Sonra tekrar İran’a geldik. İran’dan dayımın oğlu ile Van’a geldik 98 senesinde annemler İran’da kaldılar. O zamandan beri hep böyle, doğduğum günden beri kaçak. Daha doğru dürüst bir sigortam yok, kimliğim yok, bir güvencem yok.
Van’da nasıl bir hayatını oldu?
Van’da ağabeylerim vardı. Onlar da BM’ye başvurmuştu, mültecilerdi. Dayımın oğlu vardı. Orada Van’da ağabeyim çalışıyordu. Ben de bir mağazaya girdim. Mağazada çalışmıştım.
Kaçak mı çalışıyordun yoksa yasal olarak çalışma izniniz var mıydı?
Hayır, o zaman Van Emniyet Müdürlüğü’ne gidip imza atıyorduk. Kaçak değildi o zamanlar. Bu anlattığım olay 98 de oluyor. Orada bir mağazada çalışmıştım. Ondan sonra otelde kalıyorduk. Kendi paramızı kendimiz veriyorduk. Sonra kabul gelmeyince İstanbul’a geldik. İstanbul’da çalışmaya başladım. Sonra da annemler geldi. Annemle babam iki seneye yakın Van’da kaldılar. BM’ye başvurdular. Bir sene bir buçuk sene. Annem hasta idi; yani acil gitmesi gerekirken, beklettiler. Orada vefat etti annem. Şu anda mezarı da kayboldu çünkü yapmadılar, yapılamadı işte toprak olarak kaldı sadece. Yani bunların kim verecek hesabını. BM mi, Türkiye Devleti mi?
Ailen şu anda nerede yaşıyor, neler yapıyorlar?
Babam şu anda Irak’ta, geri döndü ikinci evliliğini yaptı o. Yaşıyor şu anda orada. O da hasta. Hastalandı, şeker hastalığı. Felç oldu. Altı kardeşiz. Bir tane ağabeyim Almanya’da. Bir tane ağabeyim İsveç’te. Bir tane ablam İstanbul’da. Onların kabulü geldi. Amerika’ya gidecekler. O da çocukları sayesinde. Ablam ikiz doğurdu. Bir tanesi spastik; o çocuk hasta olduğu için kabulleri geldi. Bir tane ablam da Irak’ta şu anda. Ağabeylerim kendi istekleri ile gitmişlerdi yurtdışına ablam gidemedi. İki tane ağabeyim kaçak yollardan gitmişlerdi. Yunanistan üzerinden. BM falan göndermemişti onları.
Onların yanına gitme gibi bir şansın var mı?
Ya işte onu söyledim ben. Benim bu Türkiye’de yapabileceğim hiçbir şey yok yani kalmadı. Gitmek istiyorum yurtdışına zaten. Gidip orada müziğimi yapmak istiyorum. Müzikle uğraşıyorum. Türkiye’de yapamıyorum. Yapsan da ne kadar yapabilirsin, imkân yok.
Daha sonra İstanbul’a geldin galiba. İstanbul’da neler yaptın, nasıl yaşıyorsun? Bir de BM’e yaptığın başvuru var sanırım.
Mağaza da çalıştım. Arapça tercümanlık yaptım. Sonra işten ayrıldım. Sokak müzisyenliği yapıyordum, Beyoğlu’nda. Polislerden baya bir şiddet gördüm; kaldır diyorlar, kılıfıma tekme attılar. Araba ile kılıfımın üstünden geçiyorlar. Dönüşte tekrar ‘ben demin buradan araba ile geçerken, kılıfına bastım şimdi niye kaldırmıyorsun?’ diyor. Coplarla saldırdılar bana, dövdüler. Ayrıca duruyorum böyle, aldılar beni karakola götürdüler, karakolda beklettiler. ‘Senin niye kimliğin yok, niye böyledir…’ bir sürü böyle olaylar oluyor polislerle. Önceden oturma iznim vardı.
Van’dan giriş yaptığında mı aldın oturma iznini?
Hayır İstanbul’da. 3 aylık aldım ilk önce. 2004’te vermişler, 12. ayda. Ondan sonra 6 aylık verdiler. 2005’in 12. ayından 2006’nın 5. Ayına kadar.
Irak Türkmen Derneği’nden 100 milyon para istiyorlardı oturma izni için. Irak Türkmen Derneği bizi emniyete gönderiyordu. Oradan da ayrı bir para alıyorlar, 70 milyon kusur. Param olmadığı için gitmedim ben derneğe, almadım da oturma iznini. Zaten pasaportum da yoktu. Pasaport istiyorlardı ilk başta; oturma iznini pasaportsuz vermiyorlar. Ben orda anlatıyorum ki, diyorum ki; ‘kaçak gelmişim Irak’tan bu senede.’ Adamlar yok illa pasaport olacak diyorlar. Her neyse gittim pasaport çıkarttım. İkametimden baya bir süre geçmişti. 2006’nın 9. ayında çıkarttım pasaportu. ‘Ben pasaportumu da çıkardım, geldim işte’ dedim. Bir de ismi değiştirmem gerekiyor. Pasaportu Irak kimliğine göre yaptım. Önceden ismimi … [ailesinin verdiği ad, E.N] olarak kullanıyordum çünkü ismin uzun diye değiştirebilirsin, zorlanmazsın demişlerde Irak Türkmen Derneğinden. Her neyse. Uzun diye ben değiştirip M.K [ Kendi seçtiği ad, E.N] yapmıştım. Emniyete gittiğimde bana ‘Ankara’ya gideceksin’ dediler üstünden baya bir zaman geçmiş çünkü; ‘Ankara’ya gidip Dikmen’de Emniyet Müdürlüğünün Yabancılar Şube Daire Başkanlığı’na dilekçe yazacaksın, oradan emniyete mektup gelecek, emniyetten işini halledeceğiz biz’. Tabi ben Ankara’ya geldim. İlk önce Birleşmiş Milletlere başvurdum, Dikmen’e gitmedim. Aklıma öyle bir şey geldi. Herkes mesela Iraklılar o sıralar BM’ye gidiyordu. Türkmen arkadaşlar bana gidebilirsin, başvurabilirsin demişlerdi. Ben buraya geldim Birleşmiş Milletlere başvurdum. İçeri girdim bana bakıyorlar, bakıyorlar kimlikte isim farklı, pasaportta farklı. ‘Niye’ diyorlar ‘böyle farklı. Sen kimsin? Irak’lı değil misin yoksa?’. Sorguya aldılar beni, Birleşmiş Milletlerden iki kişi. Her neyse ben anlattım olayı. Dosya açtılar bana. Bir kâğıt yazdılar, Van’a göndereceklerdi. ‘Zamanında kaçak gelmişsin Türkiye’ye, geldiğin şehir hangisi ise oraya gitmen gerekiyor, orada kampta kalacaksın’ dediler ama ben ‘zamanında geldim ben Birleşmiş Milletlere başvurdum. Kabulüm gelmedi. İstanbul’a geldim. İstanbul’da oturma izni aldım. Şimdi de süresi geçmiş, süre almam lazım’ dedim, o zaman avukat bana ‘alabiliyorsan süreyi İstanbul’da kalabilirsin’ dedi. Hem benim ablamlar da İstanbul’da. Kanunda, birinci dereceden yakın akraban, mesela ablan ağabeyin olabilir, birileri varsa kaldığın şehirde onlarla beraber kalabilirsin yazıyor. Sonuçta Ankara’dan bana bir kâğıt verdiler. Dikmen’e gittim, emniyete, dilekçemi yazdım. Durumu anlattım, isim soyadı değişecek, doğum tarihi değişecek, oturma izni almam gerekiyor dedim. ‘Bekle’ dediler. ‘İstanbul’a mektup göndereceğiz. Bekliyorum. Üç ay dediler. İşte bak şu kâğıt. 5 Haziranda Ankara’da Birleşmiş Milletlere başvurmuşum. 5 Hazirandan itibaren hala bekliyorum. Aradım birkaç kere, bu numarayı ara dediler. Yok, 3 ay dediler, üç ayı bekledim. 3 aydan sonra yılbaşına kadar dediler, hala bekliyorum. Şu anda ne oturma iznim var, ne Birleşmiş Milletlerden bir cevap geliyor. BM çalış diyor. Çalışma iznim yok, oturma iznim yok. Barakada kalıyorum. Vakfa ait bir yerde kalıyorum. Harabe idi ben kendim yaptım, düzelttim falan. Su yok, elektrik yok içinde.
Bu senin ilk başvurun mu BM’ye?
Bu benim ikinci başvurum BM’ye.
Peki bu başvuru süreci nasıl işliyor?
Şimdi BM dilekçede her şeyi doğru söyleyeceksin, yani tarihleri falan yanlış söylemeyeceksin diyor. Ben ilk geldiğimizde, Van’da BM’ye her şeyi doğru söylemiştim. O dilekçem neden kabul olmadı? Ben her şeyi doğru söylerken, savaştan kaçtığımı söylerken niye kabul olmadı! Yalan söyleyenleri gönderiyorlar, mesela hiçbir siyasetle ilgisi yok, maddi sıkıntıdan Irak’tan kaçmış, gelip burada ben savaştan kaçtım diyor, onları gönderiyorlar. Ben kaldım. Şimdi bir de şu var, aradan bayağı bir zaman geçmiş, ben de küçüktüm hatırlamıyorum tam seneleri. Dilekçeme yazdım ama hep eksik yazdım tarihleri. İkinci dilekçede tarihleri eksik söyledim hatırlamadığım için. Şimdi mülakata çağırsalar belki hatırlamayacağım. Tamam, 98’de giriş yapığımı hatırlıyorum. Mesela okulu hangi tarihte, hangi sebeple bıraktın diye sormuşlar. Yazdım ben de onları. Mesela okul hangi ayda açılıyor, altıncı ayda. 12. ayda mı bitiyordu. Öyle bir şeydi. Yani onları yazmıştım. Ama önemli olan bir şekilde süsleyip sunanların dilekçesinin kabul edilmesi. Şans mı diyeyim artık, şans oluyor herhalde.
Daha ikinci mülakata çağırmadılar, 8 ay geçti üstünden. Bir kez girdim, formu doldurdum. Arayacağız dediler 8 ay geçti üstünden hala aramadılar. Yani ben onları aramasam hani o zenci çocuk vardı ya neydi ismi? Festus Okey. Festus Okey gibi ölebilirdim de. Ki öyle şeyler de atlattım Taksim’de. Polisler durduk yere dayak atıyorlar, baskın yapıyorlar. Ara sokaktan geçiyorum arkadaşlarımla beraber, çeviriyorlar, pataklıyorlar. Tipten dolayı sırf. Beni de diğer şeylere benzetiyorlar, bana torbacı diyorlar, uyuşturucu kullanıyorsun diyorlar. Polisin bana söylediği şey; ‘torbacı’, ki söylemiştim de yani ben zamanında uyuşturucu da kullandım dilekçemde de yazmıştım, kullandım bıraktım.
BM’den kabul geldiği zaman seni belli bir ülkeye mi gönderiyorlar yoksa kendin gideceğin ülkeyi seçebiliyor musun?
3 tane ülke var: Amerika, Kanada, Avustralya. Bu üç ülkeden birisine gönderecekler, ama Kanada’ya gitmek istiyorum. Çünkü dayımlar var orada. Onlar BM sayesinde gittiler. Dayımlar, dayımın oğlu var, akrabalar var. Oraya gidersem daha iyi olur. Amerika’ya gitsem zorluk çekeceğimi biliyorum.
Başvurun kabul edilir ve üçüncü bir ülkeye yerleştirilirsen ne yapmayı düşünüyorsun?
Beklentim dil öğrenmek, orada zaten okula gönderecekler. İngilizceyi öğrenip… pek bir şey yapmak istemiyorum. Müzik yapmak istiyorum. Müziğimle artık bunları sakin kafayla yazmayı, eğer maddi durumumda olursa bir karavan alıp, doğada müzik yapmayı planlıyorum kafamda. Hayatımı ne bileyim savaşları anlatarak, barışı çağrıştıracak şarkılar söyleyerek geçirmek istiyorum. Kafamda bu var yani planım.
Başvuru sürecinde ya da maddi olarak destek sağlayan kuruluşlar var mı?
Helsinki Yurttaşlar Derneği’ne gitmiştim. Beni yardım alabileceğim bir yere gönderdiler. O yerde kapıda bir amca ‘yardım vermiyorlar, açık çıkmış. Orda çalışanlar, Irak’tan ya da artık nereden geliyorsa, gelen yardımları cebe indirmiş’ dedi. Karitas’tı yerin adı. İtalyanlar el koyacakmış olaya. Sonra ben bunu Helsinki Yurttaşlar Derneği’ne söyledim. Güldüler.
Türkiye’de mülteci dahi olsalar Türkmenlerin farklı bir statüsü var gibi. Senin hiç ilişkin olmadı mı diğer Türkmenlerle?
Var evet, Ankara’da bayağı var. Yer de veriyorlar, okulda, üniversitede, kanalları da var Türkmeneli TV. Ben hiç girmek istemedim. Bir kere bana dernekte gel albüm çıkaralım sana müzik yapalım demişlerdi. Şarkılarda hep faşist şarkılar olacaktı. Tamam, gelirim dedim. Gidiş o gidiş. Bir daha da işim olmadı. İlk geldiğimden beri onlara karşı tepkim bu şekildeydi. Çünkü sahtecilik, yalan gördüm onlarda. Ama tabi belki ben o zaman sezilerimle düşünüyordum. Belki bende bir sorun vardı onlara karşı. Ama bir albüm yaparsam Kerkük’ün Zindanını okurum, bir şarkı söylerim Kerkük için.
İstanbul’da diğer mültecilerle ilişkilerin var mı?
Var şu anda İstanbul’da ama onlar çalışıyorlar, belli sisteme geçmiş çalışıyorlar. Uyum sağlıyorlar. Ben sağlayamıyorum uyum. Bir de tipimden dolayı çalışamıyorum. Ben müzisyen olduğum için kendime öz bir tipim var. Buna da işverenler çok karışıyor. Sakalıma saçıma… Polis de karışıyor, işverenler de istemiyorlar böyle bir şey. Şu anda mesela hayatım burada daha da tehlikede. Irak’tan kaçmışım, oradan savaştan kaçmışım. Bir sürü tehlikeler atlatıyorum burada da. Kafamıza silah da dayandı mesela gitar çalarken Beyoğlu’nda, Oda kule’de. Adamın biri geldi kafama silahı dayadı, hiçbir şey yok ortada. ‘Kalkın lan!’ falan diyor, silahı dayıyor kafama.
Mülteci olarak müzikle uğraşmak yerine başka işlerde çalışsaydın hayatının daha farklı olacağını, sana daha farklı davranılacağını düşünüyor musun?
Yok, zannetmiyorum, ya benim bir kere zaten kalbimde bir yara var. O hiçbir zaman iyileşmeyecek. Sadece ne bileyim kendimi avutacağım herhalde.
Ben daha çok insanların, polisin, devletin ya da BM’nin yaklaşımının değişeceğini düşünüyor musun diye sormak istemiştim?
Çalışma açısından biraz rahat olabileceğine inanıyorum. Tabi gözetim altında kalacağım, zaten herhangi bir örgüte katılamazsın orada. Kapitalist sistemin içinde kalacaksın, mahkûm kalacaksın. Ama dediğim gibi pasaportu alınca o sistemin içinde değil de gidip müzik yaparım falan diye düşünüyorum. Yani belli bir şey istemiyorum, gidip orda çalışmak gibi… Yapabileceğim tek bir şey var o da müzik. Müzikle anlatabilirim. Mesela Iraklı bir heavy metal grubu var, onlar da yeni geldiler, başvurdular BM’e. Bekliyorlar. Tabi ben onlardan önce başvurmuştum. Belki onlarınki kabul olur, gönderirler. Ama benim bir grubum yok olmadığı için de saygı duymayacaklar müziğe. Tabi arkadaşlarım aynı zamanda bunlar benim.
Muhatap olmadığın bir savaştan kaçmışsın. Karşına sürekli sınırlar çıkmış. Şu anda sınır senin için ne ifade ediyor?
Benim için artık sınır öyle bir şey oldu ki sınır tanımamaya başladım. Sınır olmasın diye düşünüyorum. Geldim böyle hep. Ne bileyim hep başka ülkelerde yaşadım. İran’da olsun Türkiye’de olsun. Mesela Bulgaristan’a kaçtım. Bulgaristan’da yakalandım. Sonra işte attılar bizi Türkiye’ye. Başka ülkelerde tanımadığım yabancı ülkelerde…
—
Mültecinin Laneti
18 Ağustos 2007 – Urla’da Afganistan ve Pakistan uyruklu kaçak göçmenleri taşıyan bir tekne aşırı ağırlık nedeniyle battı. Teknede kaç kişinin olduğuna dair bilgiler muhtelif. 45 kişi sağ kvurtarıldı, 6 kişinin cesedine ulaşıldı. Kimi kaynaklar 5 kişinin de kaçtığını söylüyor. Kurtarılanların akıbetlerine dair bilgi yok…
20 Ağustos 2007 – Mültecilik Beyoğlu Karakolunda bir silah patladı. Nijerya’dan gelip sığınma talebinde bulunmuş Festus Okey gözaltına alındı ve o gün karakolda patlayan silahın hedefi oydu. Okey o gün, o karakolda Nijeryalı bir mülteci olarak öldü. Mahkeme olayda kasıt olmadığı sonucuna vardı. Festus Okey 20 yaşında, bir karakolda yanlışlıkla patlayan bir silahdan çıkan kurşunla kasıt güdülmeden öldürüldü.
23 Ekim 2007 – Bir ihbar üzerine Ümraniye Çamlıca gişelerinde bir tıra düzenlenen operasyonda 105 Pakistan uyruklu kişi yakalandı. Türkiye’ye kaçak giriş yapmışlardı ve hemen geri iade için Yabancılar Şubesi’ne başvuruldu ama Pakistan’da patlak veren kriz yüzünden iade edilemediler. Gözetim altında tutulmaları gerekiyordu ve karakolların nezarethanelerine yerleştirildiler. Karakollar, nezarethaneler mülteciler tarafından doldurulduğu için gözaltı gerçekleştiremediklerinden yakınıyordu. Mültecilerin şu andaki akıbetlerine dair bir bilgi yok…
10 Aralık 2007 – Seferihisar’a bağlı Sığacık beldesi açıklarında kaçak göçmen taşıyan bir tekne aşırı yük nedeniyle battı. Tekne Sakız adasına gitmekteydi. Olay Filistin uyruklu iki kişinin kıyıya yüzerek ulaşması ve olayı haber vermesi üzerine öğrenildi. Toplam 6 kişi kurtarıldı, 43 kişinin cesedine ulaşıldı. Teknede 85 kişinin bulunduğu tahmin ediliyor. Kurtarılanların geri iadesi için başvurular başladı. Akıbetleri belirsiz…
Mülteciler zaman zaman gözümüze değen, kulağımıza çarpan, kamyonlar ya da tekneler içindeki görüntüleriyle bir kare içinde önümüzde belirip kayboluveren insanlar. Onlar bu sorunla başa çıkamayan, çıkacak yollar arayan, devletlerin tanımladığı şekliyle “dini inançları, siyasi görüşleri, ait olduğu sosyal grup, ırkı veya milliyeti gibi beş sebepten biri yüzünden ülkesinde zulüm göreceğine dair haklı bir korku taşıması ve bu korku nedeniyle ülkesini terk edip”(Cenevre Sözleşmesi) başka bir ülke arayan insanlar.
Kitlesel bir fenomen olarak mülteciler I. Dünya Savaşı sonrasında Rusya, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılması ile ortaya çıktı. Ayrıca ulus-devlet modelinde yeni kurulan devletlerde de Yugoslavya ve Çekoslovakya gibi, %30 oranında azınlıklar vardı. Savaş sonrası kurulan Milletler Cemiyeti’nde konu devletler arasında ikili düzeyde çözülecek bir olgu olarak ele alındı. Birkaç yıl sonra Almanya’daki ırkçı yasalar ve İspanya İç Savaşı da yeni bir mülteci dalgası yarattı. II. Dünya Savaşı ve yayılan faşizm dalgası da milyonlarca insanın yer değiştirmesine sebep oldu. 1944- 1951 yılları arasında 20 milyona yakın insan başka topraklara göçtü. Bu atmosferde, savaş sonrasında, 10 Aralık 1948 tarihinde İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi (İHEB) yayınlandı, buna dayanarak Birleşmiş Milletler sözleşmeleri ve Bölgesel İnsan Hakları Sözleşmeleri oluşturuldu. İHEB’nin 14. maddesinde temel bir insan hakkı olarak sayılan “iltica hakkına” ilişkin Mültecilerin Hukuki statüsüne dair BM Sözleşmesi 1951 yılında Cenevre’de kabul edildi. Bu sözleşme halen günümüzde de iltica/mülteci hukukunun temel belgesi olarak kabul edilmekte. Aynı şekilde bu dönemlerde Avrupa dışında da kitlesel nüfus hareketleri görülüyordu. Ruanda ve Tanzanya´daki Mozambikli mülteciler, Hindistan´daki sayıları 10 milyonu bulan Bengalli mülteciler, Vietnam ve Kamboçyalı mülteciler, İran devrimi sonrası ülke dışına kaçan rejim muhalifi mülteciler, 1979 yılında yaşanan işgal girişiminden sonra Afganistan´dan kaçan 6 milyon mülteci (ki hala bir kısmı bir türlü bitmek bilmeyen iç savaşlardan ötürü ülke dışında kalmaya devam etmektedir), Körfez Savaşından sonra Irak´tan kaçarak İran´a sığınan 1,3 milyon, Türkiye´ye sığınan 460.000 Kürt mülteci, Bosna-Hersek ve Kosova´nın bir çok ülkeye sığınmış nüfusu ve Sudan’ın Darfur Bölgesinde yaşanan krizden ötürü bir milyonu, öncesinde ise güneyde dört milyonu aşkın yerinden edilmiş insan.
O tarihlerden bugüne milyonlarca insan sınırlar arasında, hep sınırlarda kalarak onları tanımlamış, onlara bir kimlik vermiş vatanlarından kaçarak vatansızlaştılar ve başka vatanlara ayak basmaya çalıştılar, bastılar, birçokları öldü ve ölmeye devam ediyor. Vatandaşı oldukları devletlerin verdiği pasaportları ve kimlikleri yok çoğunun yanında. Onlar, artık kendilerini tanımlayan bir kimlikten yoksunlar ve isimlerimizin, ailemizin, soyumuzun sopumuzun kayıtlarının tutulduğu, soyumuz sopumuzla bağlı olduğumuz bir ulusun devleti tarafından bize kendisine bağlılığımızı ispatlamak için verilen kimlik kartlarımızla, pasaportlarımızla varolabildiğimiz, varlığımızı kanıtlayabildiğimiz bir dünyada artık yoklar. Onlar artık vatandaş değil ve insan olmak iktidarların muhasebesinde “vatandaş” olmakla ölçüldüğünden, insan da değiller! Çünkü insan hakları dediğimiz aslında ne idüğü belirsiz, muğlâk, içi boş kavram bu ulus-devletler çağında vatandaşlıkla tanımlanıyor ancak. Vatansızlaştıkları nokta da artık kullanabilecekleri, talep edebilecekleri bir insan hakkı yok. Evet, yoklar ama fiziksel varlıkları inkâr edilemeyecek bir gerçeklik, devletler için. Çizilmiş sınırların içine, onlardan izin almadan girmiş, sınırları ihlal etmiş olan milyonlarca insan.. Bir şeyler yapmak gerekiyordu. Bu insanlar farklı renkleri, dilleri, kültürleri, tarihleri ile birer tehdit çünkü. Sınırdalar, ulus devletin üzerine kurulduğu mitleri yıkıyorlar, Agamben’in deyişiyle insan ve vatandaş, doğum ve milliyet arasındaki kimliği yıkarak egemenliğin özgün kurgusunu krize sokuyorlar. Ulus-devlet denilen mefhum ezelden beri vardı ve ebediyen olacaktı. Sınırlar haritalar üzerinde çizilirken aslında bizim kafalarımızda çiziliyordu. Bize güvenlik sağlayan, kimlik kazandıran, varlığımızı anlamlı kılan sınırlardı onlar. Dışarıdakiler, korkunç yaratıklar kimliğimizi ve bizi tehdit eden, sanki her an bozulacak bir büyü içinde yaşıyoruz aslında ezeli ve ebedi olduğuna inandığımız bu sınırlar içinde.
Evet, bir şeyler yapmak gerekiyordu. Devletler kendi bünyeleri içinde ya da diğer devletlerle ittifak halinde birçok kuruluş oluşturdu bu gittikçe büyüyen sorunu halletmek için. Bunlar zavallı, biçare mültecilere yardım etmek için çırpınıp duruyorlar ama pek tabii ki politik bir duruşları yok devletlerin kendi elleriyle yaratılmış kuruluşlar olarak varlar. Bu halleriyle, mülteciler açısından hükümsüz kurumlar. Sadece belirli kişiler ya da olaylar bağlamında verili durum içindeki sorunları çözmek, yardım toplamak ya da dağıtmak, mülteci kampları kurmak ya da kurulu kamplardaki durumları iyileştirmek üzerinden çalışıyorlar. Mültecinin kim olduğu, neden mülteci olduğu, o sınırlar içinde yaşayan başka herhangi bir insandan ne farkı olduğu, eğer farkı yoksa neden böyle bir durumda yaşamak zorunda bırakıldığı ve devlet ile mülteciler arasındaki ilişkinin ne olduğu gibi sorulara verilecek bir cevapları yok. Devletler ve kuruluşları sorunlarla başa çıkmakta başarısız oldukça polis ve yardımsever kuruluşlar daha fazla devreye giriyor. Mülteciler kendilerini kabul etmeyen bu yeni topraklarda ya acınıp şefkat gösterilecek zavallılar ya da sürekli sorun yaratan, suç işleyen ıslah edilmesi gereken korkunç, tekinsiz eli kanlı suçlular. Bu durumu aslında değişen terimlerde de izlemek mümkün. Resmi belgelerde, başvurularda “sığınma isteyen” terimi “mülteci” ile yer değiştiriyor. Sığınma isteyen pasif, rica eden bir konumdayken mülteci tehdit veya yoksunluktan dolayı bir yerden kaçışı temsil ediyor. Sığınma isterken eylem tam anlamıyla gerçekleştirilmiş sayılmaz, bir ricada bulunulmuş ve cevabı beklenmektedir ama mülteci eylemi gerçekleştirmiştir, kaçmıştır. Her ne sebeple olursa olsun insanların kendi kafalarına göre hem de kalabalık bir halde bir yerden bir yere hareket etmeleri kabul edilebilir bir durum değildir. Bir kere coğrafi iş bölümü denilen bir şey var değil mi? Sermaye küreselleşiyor ama emeğin olduğu yerde kalması kontrollü bir şekilde hareket etmesi gerekiyor. II. Dünya Savaşından sonra yerle bir olmuş Almanya’ya işçi olarak gidilebilirdi büyük kalabalıklar halinde ya da Avustralya’ya Kanada’ya vasıflı işçi olarak ama onlar istemeden bir yerden bir yere hareket etmek pek de hoş değil! Coğrafi iş bölümünün altını oymaktır bu ve küreselleşen sermayeye bir tehdit oluşturur.
Bu tehdide karşı devletler mültecilerin nerede yaşayacaklarını seçme hakkını, paralarını nasıl harcayacaklarına karar verme hakkını bile ellerinden alıyor. Örgütlenmiş, politik olarak etkin gruplar halinde bir araya gelmelerini engellemek için ya da bu şekildeki grupları dağıtmak için mülteciler ülke genelindeki küçük, daha saldırgan şehirlerdeki kamplara dağıtılır, çalışma izinine ise zaten sahip olamazlar. Çoğunu BM’nin desteklediği bu kamplarda ancak yardımlarla hayatta kalabilirler ya da kaçak işler yaparlar ama kaçak çalıştıkları bilindiği için çoğu zaman paralarını da alamazlar. Genellikle muhafazakâr olan, kendi içine kapalı ve dışarıdan gelenlere karşı düşmanca tavırlar sergileyen bu şehirlerde zaten sürekli bir tehdit altındadırlar, bir korku içinde yaşarlar. Okula yeni başlayan ya da devam eden çocuklara kimliklerini gizlemeleri tembihlenir çoğu zaman, özellikle de dinsel kimliklerini. Bir kısmı daha rahat kabul görmek için dinlerini değiştirir. İngiltere’de örneğin mültecilerin nakit para kullanması dahi yasaktır sadece kendilerine verilen biletlerle alışveriş yapabilirler hatta para üstü olarak bile nakit para alamazlar. Böylece sadece biyolojik varlıklarını devam ettirebilecek maddelere ulaşmaları sağlanır. Varlıkları biyolojik bir varlığa indirgenir, toplumsal, tarihsel bir özne olarak kabul edilmezler ki birçoğu biyolojik olarak hayatlarını devam ettirebilecek olanaklardan dahi yoksundur. Sığınma talebinde bulunduklarında sonuçlanması yıllarca sürer ve onlar bu yılları ne olacağını bekleyerek bu kamplarda geçirir. Taleplerinin kabul edilmesi için gerekli koşullar oldukça ağırdır ve gittikçe de ağırlaşmaktadır. Neden kaçtıklarını kanıtlamaları gerekir, daha doğrusu karşılarındakileri inandırmaları. Çünkü haklarını hukuklarını tayin etmek için kendileriyle ilgili yapılmış olan yasalarda, sözleşmelerde göçün nedenleriyle ilgili ayrımlar yapılmıştır. Hayati tehlike söz konusuysa belki kabul edilebilirler ama yoksulluktan kaçıp geldilerse adları “ekonomik göçmen” olur ve kabul edilmezler eğer göç etmeye çalıştıkları devletin böyle bir talebi yoksa. Bu yüzden de doğru söyleyip söylemediklerinin anlaşılması için kendileriyle ardı ardına mülakatlar yapılır. Bu ağır koşullar altında yaptıkları her şey de suç kabul edilir, kamplardan izinsiz ayrılmaları, para kazanabilmek için çalışmaları tahmin edilebileceği gibi ağır şekilde cezalandırılır ya da öldürülürler tıpkı Festus Okey gibi ya da isimlerini bilmediğimiz binlerce insan gibi. Hatta örneğin İngiltere’de özel güvenlik şirketleri tarafından işletilen göçmen tutuklama merkezlerinde, kamplardakinden bile zor şartlarda tutulurlar. Bunca yaşanan şeyden sonra pek çoğunun sığınma talebi yeterince inandırıcı bulunmaz, reddedilir, sınır dışı edilirler, ülkelerine geri gönderilirler.
Milyonlarca insanın yer değiştirdiği, değiştirmek zorunda kaldığı bu coğrafyada Türkiye geçiş yolu işlevi görmekte. Cenevre Sözleşmesi’ni imzalamış ama coğrafi çekince koymuş olan Türkiye, doğudan gelenlere mülteci statüsü vermezken sadece batıdan gelenlere verir ki yasal bir prosedür olmasına rağmen fiiliyatta onlara da vermez. Bu yüzden de insanlar genellikle Türkiye’ye giriş yapıp, sığınma talebinde bulunuyor ve 3. bir ülkeye gönderilmeyi burada bekliyor. Türkiye’ye 2002–2006 yılları arasında toplam 15.556 kişi iltica-sığınma başvurusunda bulunmuş, bunlardan 7.212 kişinin talebi kabul edilmiş ve 3. ülkelere yerleştirilmiştir. 762 kişinin başvurusu reddedilirken 6.061 kişi halen başvurularının sonuçlanmasını beklemektedir. Ayrıca Türkiye’de yakalanan yasa dışı yabancı kişi sayısı son 5 yılda toplam 309.683’tür. Aynı zamanda, 1980–1999 yılları arasında 579. 510 kişi Türkiye´den kaçarak başka ülkeler nezdinde sığınma aramış, bu hali ile dünyada hatırı sayılır mülteci nüfuslarından birisi olmuştur. Genel olarak baktığımızda ise Uluslararası Göç Örgütü’ne göre dünya nüfusunun %3’ü göç halinde ve bu da yaklaşık olarak 191 milyon insan ediyor. Bu göçmenler içinde ise sadece 30–40 milyon kişi kaçak göçmen ve 8,4 milyonu da mülteci statüsü taşıyor.
Bu, arka arkaya sıralanan rakamlar, istatistikler yaşananların gerçek yüzünü saklıyor aslında; çünkü her mülteciyi sadece bir rakama indirgiyor ve yaşananlara dair sadece uzaktan bakmamızı, belki bir iki kere tüh tüh vah vah dememizi sonra da unutmamızı sağlıyor. Ama altında yatan hikâyeleri hiç bir zaman öğrenemiyoruz. Ya mülteci kamplarına kapatılıyorlar ya da etnik azınlık oluyorlar. Bir etnik azınlık diğerinden nefret eder hale getiriliyor. Nefret edilen, korkulan insanlar olarak, korkuyu tanıyan bilen insanlar olarak kendi aralarında da bir diğerine karşı korku yaratılıyor. Biraraya gelmemeleri, daha büyük bir tehdit olmamaları, yaşadığımız toplumu, değer diye bildiklerimizi sorgulamamıza neden olmamaları için. Çünkü yaşadığımız dünya da değişiyor. Bugün kamplarda kalanlar, hayatlarını sadece biyolojik olarak dahi devam ettirmek için çırpınanlar mülteciler ama yarın böyle olmayacak. Ezeli ve ebedi bildiğimiz ulusumuzun devleti biçim değiştirmeye devam ettikçe ulus, vatan dolayısıyla da vatandaşlık üzerinden tanımladığı bütün değerler de aşınacak. Bugün mülteciler üzerinde uygulanan kontrol yöntemleri yavaş yavaş bütün topluma yayılacak. Toplumsal, tarihsel, kendini kurmaya, arzusunu gerçekleştirmeye çalışan bir özne olmaktan çok hayatını sürdürmeye, hayatta kalmaya çalışan birer emek-gücü olacağız. Bu yüzden de mücadele ederken de çıkış noktamız zavallı, biçare mültecilere vatandaşlık verilmesi, vatandaşlığın nimetlerinden yararlanmalarının sağlanması değil her yerde mülteci öznelliğinin yaratılması olmalı; çünkü mülteciler beden üzerinden kontrol mekanizmalarının yaratılmasına, biyolojik hayat ve politik hayat arasında bir çelişki yaratılarak bunun üzerinden iktidar politikaları geliştirilmesine karşı duruyor. Sınırdışı edilmeler sırasında gerçekleştirilen müdahalelerden sınır kamplarına, mülteciler için işgal evleri kurmaya, mali destekte bulunmaya, sağlık hizmeti almalarını sağlamaya kadar dünyanın farklı yerlerinde bugüne kadar birçok yöntem geliştirildi ve gelişitirilmeye devam ediyor ve geliştirilecek. Önemli olan bu sisteme, devletlere rağmen yeni bir hayatı bugünden burada hep beraber örgütleyebilmek
Permalink to this post: http://www.ahaligazetesi.org/2011/05/dosya-yeryuzunun-lanetlileri/?postTabs=2
The Need For Transıtion To The Simpler Way
THE NEED FOR TRANSITION TO THE SIMPLER WAY
(Two page summary; 5.10.2010.)
The basic cause of the many alarming global problems we face is the pursuit of affluent “living standards” and economic growth…the determination to produce and consume more and more, without limit, even in the richest countries. There is no possibility that the per capita levels of resource consumption in rich countries can be kept up for long. Only a few of the world’s people have these “living standards” and the rest can never rise anything like them.
- Resources such as food, land, forests, fisheries soils, minerals and energy (especially petroleum) are being depleted because the people in rich countries are consuming grossly unsustainable amounts, and the rest are trying to live as the few in rich countries live…and all are determined to consume more and increase GDP all the time and without limit.
- The environment is being destroyed because far too much is being taken from nature and too many wastes are being dumped back into nature. The environment problem cannot be solved unless rich world per capita levels of production and consumption are greatly reduced, possibly by a factor of 10. For instance the Australian “footprint”, the amount of productive land per capita used, is 8 ha, but by 2050 the amount available in the world per capita will only be about .8 ha.
- The Third World problem of perhaps 4 billion people living in deprivation and poverty (and 3 billion on an income of less than $2 per day) is basically due to the fact that the global economy gears most of the Third World’s resources and productive capacity to enriching our rich world corporations and stacking our supermarkets. We could not have our high “living standards” if we were not taking far more than our fair share of the world’s resources.
- Most problems of armed conflict and of oppression are due to the determination of some to take the resources of others. If we all go on fiercely intent on living in, or aspiring to, ways it is impossible for all to rise to, then there must inevitably be more and more armed conflict. We in rich countries could not have our high “living standards” if we were not getting far more than our fair share. We do this partly through the way the grossly unjust global economy works. It allows the rich to outbid the poor for scarce things, and will only permit development of what is most profitable to corporations, i.e., of ventures that serve our supermarkets. But in addition the rich countries support oppressive regimes and engage in military actions in order to keep Third World countries to the policies that suit us.
- Social cohesion and the quality of life in even the richest societies are being damaged, because the supreme goals are raising business turnover, incomes and the GDP, not meeting needs, building community and improving the quality of life.
These problems are inevitable consequences of a society that is driven by acquisitiveness, competition, the profit motive, market forces and growth. It is not just that this society is grossly unsustainable and unjust – the point is that such a society cannot be made sustainable or just. It is not possible to reform such a society so that it does not generate the above problems, while it continues to be about the fierce drive to get as rich as possible and to allow development to be determined by what will be most profitable to corporations and banks.
Most people however believe that technical advance, such as the development of more efficient cars and of renewable energy sources, will indeed enable us to plunge on down the affluence and growth path for ever while it solves the environment and other problems. But the magnitude of the overshoot, the unsustainability, is far too great for this to be possible. If by 2050 all the world’s people had risen to the “living standards” we in rich countries will have then given 3% p.a. growth, then world economic output would be 30 times as great as it is now…and right now it is at a grossly unsustainable level. Technical advance cannot make such a situation remotely sustainable…and with 3% growth the task would be twice as great every 23 years thereafter.
The second fundamental fault in consumer-capitalist society is that it is based on a massively unjust global economy. Most of the world’s resources and markets are taken by the few in rich countries, basically because it is a market system. Markets allow the rich to tae most of what is produced, and to ensure that the development” that takes place in the Third World is development that will enrich corporations and rich world shoppers. There cannot be peace or justice in the world until the rich countries stop hogging most of its wealth and begin to live on their fair share. Again this is not possible unless they accept moving down to much lower levels of consumption.
The solution.
The can be no solution to these alarming problems unless there is transition to ways in which there are,
– Simpler lifestyles, much less production and consumption, much less
concern with luxury, affluence, possessions and wealth, and much more
concern with non-material sources of life satisfaction.
– Mostly small, highly self-sufficient local economies, largely independent of the global economy, putting local resources to meeting local needs. When petroleum becomes scarce there will be no choice about this.
– More cooperative and participatory ways, enabling people in small communities to take control of their own development, to include and provide for all. In the coming era of scarcity communities that cooperate to meet needs will have much better chances. We must develop commons and working bees, and there must be town assemblies, local committees and referenda making the important decisions about local development and administration.
– A new economy, one that is not driven by profit or market forces, and one that has no growth at all, that produces much less than the present one, and focuses on needs and rights. It might have many private firms and markets, but there must be (participatory, democratic, open and local) social control over what is developed, what is produced, and how it is distributed. Most economic activity will be local, using local resources, controlled by ordinary citizens, and geared to maximising the quality of life of all in the region.
– Some very different values, especially cooperative not competitive, more collectivist and less individualistic, and concerned with frugality and self-sufficiency not acquisitiveness and consuming.
The alternative or Simpler Way is about ensuring a very high quality of life for all without anywhere near as much work, worry, production, consumption, exporting, investment, environmental damage etc. as our present society involves. It is about liberation from the consumer rat race, and the insecurity, inequality, conflict and cultural squalor that goes with it. Consider having to work for money maybe only two days a week for money, and therefore having a lot of time for arts and crafts and personal growth, living in a rich and supportive community, and in a diverse and productive leisure-rich landscape, having socially worthwhile and enjoyable work with no fear of unemployment…and knowing you are not contributing to global problems.
Many people now accept this view of our situation and the solution, and are working for transition to the alternative way. There are now Global Eco-village and Transition Towns Movements trying to move towards new settlements of the required kind. The fate of the planet depends on whether these movements can provide many impressive examples of sustainable, just and pleasant settlements showing people in consumer society that there is a better way.
What should one do? Form a group in your town or suburb to start developing elements of the new way, such as small cooperative gardens and workshops, community working bees, edible landscapes, festivals…and helping to organise wasted local resources such as unemployed, retired and excluded people into producing to meet some of their own needs….with the vision of gradually expanding until we have transformed the entire suburb. But these efforts must go beyond merely creating community gardens etc.; they must be informed by the vision of vast and radical system change, such as getting rid of an economy driven by profit, market forces and growth. As conditions in consumer society deteriorate, led by the coming petroleum crisis, people will see the wisdom of coming across to The Simple Way we are pioneering.
http://ssis.arts.unsw.edu.au/tsw/TSW2p.html
THE TRANSITION PROCESS.
How can we get to a sustainable and just society?
20.10.10
(This is a summary of Chapters 12 and 13 in
The Transition To A Sustainable and Just World, Envirobook, 2010.)
Only when we are clear about the nature of our global predicament and the radical system changes that are needed, and about the form a sustainable society must take, are we in a position to think about the best way to work for the transition.
The global situation.
Consumer-capitalist society is grossly unsustainable and unjust. We are far beyond levels of production and consumption that can be kept up or spread to all. In addition consumer-capitalist society provides a few with high “living standards” by delivering to them far more than their fair share of world resources. Technical advance cannot solve the problems; they cannot be fixed in or by consumer-capitalist society. There must be dramatic reductions in levels of economic output, and therefore there must be radical and extreme system change. (For the detail see Part 1 of http://ssis.arts.unsw.edu.au/tsw/02c-TSW-14p.html)
The Solution.
There must be transition to The Simpler Way, involving simpler lifestyles, high levels of local economic self-sufficiency, highly cooperative and participatory arrangements, an almost totally new economic system (one that is not driven by market forces or profit, and one that has no growth), and fundamental value change. Many realise a sustainable and just society must be mostly made up of small local economies in which people participate collectively to run their economies to meet needs using local resources, and in which the goal is a high quality of life and not monetary wealth. This is a largely Anarchist vision and the coming conditions of scarcity will give us no choice about this. Big, centralised authoritarian systems will not work. (For more detail see Part 2 of the account at the above site.)
Implications for transition.
Following are some important implications of the foregoing analyses for the transition process.
– The conditions we are entering, the era of scarcity, rule out most previous thinking about the good society and social transition. The good society cannot be affluent, highly industrialised, centralised or globalised, and we cannot get to it by violent revolution led by a vanguard party. Governments cannot make the transition for us, if only because there will be too few resources for governments to run the many local systems needed. The new local societies can only be made to work by the willing effort of local people who understand why The Simpler Way is necessary and who want to live that way and who find it rewarding. Only they know the local conditions and social situation and only they can develop the arrangements, networks, trust, cooperative climate etc. that suit them. The producing, maintaining and administering will have to be carried out by them and things can’t work unless people are eager to cooperate, discuss, turn up to working bees, and be conscientious, and unless they have the required vision. A central government could not provide or impose these conditions even if it had the resources. It must be developed, learned by us as we grope our way towards taking control of self-sufficient local economies.
Working for transition therefore has to focus mostly on helping ordinary people to understand the need for The Simpler Way and to move towards its willing acceptance, and towards enthusiastic participation in the long process of learning how best to organise in their own area. The best way for us to do this work is to start building new ways where we live (below.).
Thus our strategy differs from the classic Left/Marxist one which focuses on building a political movement that will take over the state and then reorganise things from the centre, perhaps with a heavy hand (although Marx thought that in time the need for a central authoritarian state would fade away.) That made more sense when the goal seemed to be to shift energy-intensive, centralised and industrialised systems from capitalist control to ”socialist” control.
– There is therefore no value in working to take state power, either within the parliamentary system, or by force and revolution. Even if the Prime Minister and cabinet suddenly came to hold all the right ideas and values, they could not make the required changes – in fact they would be instantly tossed out of office if they tried. The changes can only come from the bottom, via slow development of the ideas, understandings, and values of ordinary people, and these cannot occur except through a lengthy process of learning the new ways from eperience in the places where people live.
– Working for Green parties to get Green candidates elected is not the best use of scarce energy. They can’t get the necessary radical changes through parliaments, given the dominant ideology. The task is to change that ideology, and that is not best done by working in the electoral political arena. Green parties and movements are now almost entirely merely reformist; they do not challenge market forces of affluence and they are not calling for radical structural changes away from affluent consumer-capitalist society.
– We do not have to get rid of consumer-capitalist society before we can begin to build the new society. Fighting directly against the system is not going to contribute much to fundamental change at this point in time. (It is at times necessary to fight against immediate threats.) The consumer-capitalist system has never been stronger than it is today. The way we think we can beat it in the long run is to ignore it to death, i.e., to turn away from it as much as is possible and to start building its replacement and persuading people to come across. The Anarchists provide the most important ideas, especially that of working to “Prefigure” the good society here and now, and focusing on development of the required vision in more and more people.
– The main target, the main problem group, the basic block to progress, is not the corporations or the capitalist class. They have their power because people in general grant it to them. The problem group, the key to transition, is people in general. If they came to see how extremely unacceptable consumer-capitalist society is, and to see that The Simpler Way is the path to liberation then the present system would be quickly abandoned. The battle is therefore one of ideology or awareness. We have to help people to see that radical change is necessary and attractive, so that they enthusiastically set about building new local economies on mostly collective principles. The Left has always understood the importance of ideology and consciousness but has failed to focus on the task of developing the necessary awareness and values in people in general. They have tended to assume that the necessary consciousness can be developed after power has been taken from the capitalist class. Again vanguard parties using force cannot get us to The Simpler Way; we will only achieve it if ordinary people build new systems in the places where they live, and they will not do that unless large numbers have come to hold a radical consciousness.
– The readiness to question consumer society has declined over the last thirty years. Affluence has generated increasing preoccupation with the trivia of TV, sport, celebrities and mindless self-indulgent hedonism. Above all there is a refusal to listen to any challenge to growth and affluence, a failure to even think about the fact that the quest for these is leading to catastrophic breakdown. Governments, media and the general public give no attention to these issues, despite the accumulation of an overwhelming case over the past fifty years.
– There is no possibility of significant structural change in the near future. We are nowhere near the necessary level of public awareness of the need for it. There will be no significant change while the supermarket shelves remain well stocked. Nothing much will change until serious scarcity jolts them. The underlyingproblems are becoming more acute and this will make people more likely to realise that consumer-capitalist society will not provide for them and that there must be a better way. If/when a petroleum shortage occurs it will concentrate minds wonderfully. But when it comes the window of opportunity could be brief and risky. If things deteriorate too far there could easily be too much chaos for sense to prevail and for us to organise cooperative local alternative systems.
– Therefore the top priorities for anyone concerned about the fate of the planet must be
a) to contribute to the development of radical global consciousness, that is, to help as many people as possible to understand that capitalist-consumer society will not provide for all, cannot be fixed and has to be largely abandoned, that there is a far better way, and
b) to contribute to the building of elements of The Simpler Way, here and now. In the last 20 years many people around the world have begun to build, live in and experiment with new settlements which enable simpler ways. When things begin to shake loose we need to be ready, to have built enough impressive examples of The Simpler Way, so that people can see there is a better alternative, and can quickly move into it.
The main reason why we should do this building is not to have more of the new institutions – it is to be in the best possible position to influence the thinking of people. By working with them on local projects we will be in the best position to help them to see that we must eventually go far beyond more community gardens etc. and embrace radical system change.
– The most promising development to work within is the rapidly growing Transition Towns Movement. If we make it to a sustainable and just world it can only be through a movement of this general kind. But again much has to be done to get the movement to go beyond its presently reformist aims. The things being done now within the Transition Towns movement will not solve the big global problems. They are only reforms within consumer-capitalist society and are no threat to it. The movement is not about replacing consumer-capitalist society; it is about surviving within it. For instance it does not have the goal of getting rid of a growth economy. Global problems cannot be solved unless this is eventually achieved.
This is the general fault in the green movement, the failure to grasp the distinction between system reform and system replacement. Many good alternative, local, green practices are being developed now, such as farmers’ markets, local agriculture, recycling co-ops. However these are almost entirely reformist; that is they do not come from any vision that recognises the need to scrap and replace the core structures of growth and affluence society. They do not include the most crucial purposes, such as to get to a zero-growth economy, to much simpler lifestyles, and to taking control of local economies away from market forces. Unless things like this are done the many (desirable) green initiatives occurring will not and cannot achieve significant social change
The reformist nature of these movements is understandable and inevitable, and are a very welcome beginning. As people become concerned to develop more sustainable ways of course they will start by supporting things like Permaculture and local agriculture. This is very healthy, but it is far from sufficient. It is inevitable that at first people will think about reforms, rather than see that fundamental structures of the system have to be scrapped. Over time quite different goals must be added, to do with replacing things like the growth economy.
It is also a serious mistake to assume, as many do, that the things happening now within movements like Transitions Towns will in time lead to the big radical structural changes called for above. Just building more community gardens etc. cannot lead to the establishment of a zero- growth economy. That goal can’t be achieved unless it becomes clearly and widely understood as necessary and unless a lot of work over time goes into designing and developing a zero-growth economy. If all you do is build more community gardens all you will end up with will be a consumer-capitalist society with more community gardens in it.
– So beware the mistakes that could waste your valuable time and energy! Each of us should think very carefully about what we can do that will make the biggest contribution. Again there are many (desirable and noble) “light green” actions that make no contribution whatsoever to the transition. For instance working to save the whale, increase recycling, stop wood chipping…are good causes… but they do nothing to move us towards a sustainable society, because that requires transition from consumer-capitalist society, and more recycling and forest-saving does not contribute to that. The best use of our scarce energies is to work within these light green campaigns and movements to try to spread the more radical global vision to ore people.
– Change will be rapid when it comes. The problems in consumer-capitalist society are intensifying. If we do achieve transition it will be via rapidly increasing discontent with the failure of the present society to provide.
– The breakdown of consumer-capitalist society will force us towards small, local economies whether we like it or not, to cooperate and to shift from high consumption. Local farms, jobs etc. will (have to) emerge as petroleum dwindles and transport and travel become too costly.
– It could be a very peaceful revolution…if we can get enough people to see the sense of moving to The Simpler Way. The rich and the corporations will have no power if enough of us decide to ignore them and to build our own local systems. The corporations and banks will probably soon be grappling with the breakdown of their systems and will not have the resources to block the initiatives people will be taking up in thousands of towns and suburbs. They can’t run armies and secret police forces very well without lots of oil.
– At this point in time our chances of a successful transition would seem to be very poor. Very few people have any idea that it is required, hardly anyone wants to even think about the need for transition to The Simpler Way, because it contradicts the most cherished values in modern Western Culture…and time is running out. Despite the efforts of a few over 50 years to draw attention to these issues the mainstream still refuses to think about them.
– Not only is working together to build elements of the Simpler Way the
best effective purpose for people concerned about the planet to put their energy into, it provides the best possibility of maintaining morale and enthusiasm. This strategy enables us here and now to practise and enjoy elements of the post-revolutionary society.
An Outline of a Practical Strategy.
Following are the steps we can start to take immediately, within our suburbs and especially in dying country towns, to start building the new local economies. ( It might take many years to get all these things going.)
Form a Community Development Collective.
A group must come together and form itself into a Community Development Collective (hereafter referred to as CDC.) Ideally the CDC will eventually develop into a mechanism for the participatory self-government of the town or suburb, but at first it might involve only a handful of individuals seeking to do a few humble things.
Set up a community garden and workshop.
The CDC’s initial goal is to identify and organise some of the locality’s unused productive resources of skill, energy, experience and good will so that a few people can start to produce for themselves some of the basic goods and services they need. The most promising first step is to establish a community garden and workshop, especially to involve low income receivers in the production of food and other items for their own use.
The CDC should then look for other areas in which further cooperative production to meet local needs could be organised. A promising early possibility would be bread baking. Once or twice a week a cooperative working bee might produce most of the bread etc. the group needs, again perhaps selling some to outsiders for cash. Another early possibility would be the repair of furniture, bicycles and appliances. The workshop could become a shop where surpluses are for sale. Scavenging from the locality, especially on council waste collection days, will provide furniture, appliances, bicycle parts and toys to be repaired and materials for use in the workshop. Other possible areas of activity would be cooperative house repair and maintenance, nursery production, herbs, poultry, honey, preserving and bottling fruits and vegetables, toy making, making slippers, sandals, hats, bags and baskets, car repair and the “gleaning” of local surplus fruit from private back yards.
Later the CDC would explore somewhat more complicated fields in which it could organise productive activity, such as planting fast growing trees for fuel wood, aquaculture based on tanks, simple house building and repairing, insulating houses, recycling and planting “edible landscapes” on public land.
These activities would also provide important intangible benefits, such as the experience of community and worthwhile activity. The involvement of local people who are not on low incomes would be important, especially gardeners, handymen and retired people. Ideally the garden and workshop would become a lively community centre with information, recycling, meeting and leisure functions. Specific times in the week should be set when all would try to gather at the site for the working bees, followed by a meal, discussions, entertainment and social activities.
Cooperatives would tally work time contributions and pay for these from later produce or income. This in effect creates our own money, enabling economic activity among the poorest people who have little or no money. This is the first step to an economy in which all participants can contribute time to many different productive ventures, earning the right to acquire the many different products our cooperatives and firms are producing, even though they might have no normal job or money. Some of the most viable CDC activities could in time become small firms run by a family or cooperative.
The huge significance of what we have done at this point could easily be overlooked. We have established a radically new economy, one geared to need not profit, one that is cooperative and caring, independent of market forces, and under our own local participatory social control. We now have the power to set up the enterprises we need, provide jobs and livelihoods, decide what will be invested in and developed, identify and fix local problems such as unemployment, and lend or give wealth and capital, for instance to organise working bees to build a shed for the new beekeeper. Our enterprises might be nowhere near as “efficient” or dollar-cheap as those the corporations can provide, but this is not important; what matters is that we can provide for ourselves, securely.
The significance of this step is immense. We have ceased to make reforms within the old society, we have started to establish a new economy to replace the old one.
Connect with the normal/old economy — stimulating the town’s internal economy.
The next step must be to enable people in this new sector to trade with the normal/old firms that exist within the locality. Right from the start we can sell small amounts of our produce to people in the town, (which also gives us a great opportunity to explain the project.) But more importantly the CDC must find out what things the new sector as a whole can start providing to some of the old sector firms in the town. For instance in the case of restaurants the answer is vegetables from the CDC’s cooperative garden.
We would not set up firms that compete with the existing small firms in the town. There is no net benefit in us setting up a bakery that wins all the scarce bread sales opportunities and therefore just puts people in the existing bakery out of work. We would compete against the supermarket where we could, because our goal is to replace its imports. Our focus must be on creating sales and jobs in a new economy involving those people previously excluded from economic activity. However this will not be possible unless the CDC finds items it can sell to the old firms or to people in the town.
It is in the interests of the old firms to join us enthusiastically, because this will enable them to increase their sales and their real incomes. They will be able to start selling to that large group of people previously not involved in much economic activity (e.g., because they were unemployed.)
Organise town working bees.
The development of the garden and workshop would have taken place through cooperative working bees. Before long the CDC should organise voluntary neighbourhood or town working bees, perhaps occasional at first but eventually occurring at set times aimed at developing the locality in ways that will make it more sustainable, e.g., planting fruit and nut trees in local parks, or building simple premises for new little firms. These activities can have powerful awareness raising effects within the town.
Organise committees
These research, monitor, organise, e.g., how to grow various things well, raise poultry and fish, graft fruit trees, run good little firms, buy in bulk, deal with water, wastes, liase with council, organise our financial affairs, provide for our self-education (e.g., on global affairs), monitor the quality of life, cohesion, and problems.
Start developing commons
…throughout the neighbourhood, such as sheds, tools, clay pits, patches for herbs, bamboo, fruit trees and timber. The working bees get the jobs done.
Organise market day
This would be organised mainly to sell CDC produce and products, and so that many people who do not operate firms or work full time for wages can gain income by selling items they produce in small volume through home gardens, craft activity or family produce.
Later start working on replacing imports to the town or suburb.
The proportion of the town or suburb’s consumption that is met by imported goods is typically very high. When goods are produced somewhere else and imported this means that the jobs that were involved in their production are not located in the town, and it means that money is flowing out of the town. The CDC should explore what items the town is most likely to be able to start producing to replace imports. Food is an obvious item. Other possibilities are fire wood, and house insulation as a replacement for imported energy, timber from woodlots, earth for building, and entertainment (concerts, plays, picnics, talks, festivals.)
Work on reducing the need for money in the first place.
The CDC must constantly focus attention on the importance of living simply, making things ourselves, home gardening, repairing, sharing and re-using. The fewer goods people consume the less that the town will have to import or provide. The more simple their demands are the more likely that these can be met from local resources. The more we do without or make for ourselves the less money we need to earn in order to buy things. Every dollar we can cut from our expenditure the less the town needs to produce for export.
The CDC should develop craft groups to increase home production. It could organise classes, skill sharing and display days for gardening, pottery, basket making, woodwork, cooking, sewing, preserving, sandal making, weaving, leatherwork, blacksmithing, etc. It would list skilled people willing to give advice or run classes. It would also list sources of materials, especially those free from the commons such as bamboo clumps, reed beds and clay pits. The CDC could develop recipes for nutritious but cheap meals mainly using plants (and weeds) that grow well locally. It would run field days and visits, and bring in experts, to increase our knowledge and skills.
Leisure, entertainment, celebrations, festivals and culture.
One of the committees within the CDC should focus on the possibilities for providing local entertainment, especially including regular concerts, dances, visiting artists, drama groups, craft and produce shows, art galleries, picnic days, celebrations, rituals and festivals. We would organise our own news services, such as occasional bulleltins gleaning material from global sources on sustainability and quality of life themes. Eventually the main news media will be local radio stations.
Form a town bank (or credit union) and business incubator
This creates the power to set up the kinds of firms the town needs. For example we can lend capital, and organise working bee labour to develop premises for the boot repairer, whether or not it is profitable. We would debate and vote on the bank’s rules and elect our own board. The business incubator helps new firms to get going. Both institutions assist old firms in the town that are failing (as oil scarcity hits transport and imported goods) to shift to production of needed items. Thus we would eventually take control over the town’s economic development, eliminating unemployment and creating the firms we need, and ensuring that everyone has a secure livelihood and a valued contribution.
Develop collective spirit.
Emphasise cooperation, sharing, helping, solidarity, feeling of mutual support and security. Synergism multiplies good effects and brings out the best in all. (Competitive individualism brings out the worst.) This is no threat to individual freedoms – we just need to make the good of all the top priority.
The research and educational functions of the CDC.
The CDC must constantly study the local situation, working out what needs we have, what resources we have, and how to organise better ways. The most important functions for the CDC are to do with the education of people within the wider locality. After all the main point of the exercise is to bring people to understand the need for and the rewards offered by the new ways. All our activities such as working bees and market days provide opportunities for increasing awareness within the surrounding region.
Above all the goal must be to help people understand a) that there has to be vast and radical system change; a society based on affluence, growth, competition and market forces cannot solve our problems, and b) the Simpler Way defuses the problems while liberating us for a much higher quality of life. We in the CDC must clearly understand that the point of the project is not just securing comfortable “downshifted” lifestyles for ourselves within a society that remains a part of consumer capitalist society.
In other words it is important that the main goal of the CDC is changing the consciousness of the locality, so that we can move from implementing reforms within consumer society to replacing it with radically different institutions and ways.
Transition Conclusions.
If we do make it to a sustainable and just world order then the transition will have been begun by tiny groups of people who at some point in time have taken on this task of working out how they could start to move their towns and suburbs towards being highly self-sufficient and cooperative local economies. Governments cannot do it. Only the people of the town can learn their way to the procedures that work for them. Those ways cannot work unless all are energetic, conscientious citizens keen to live The Simpler Way.
The approach outlined is positive and immediate. It is not about destroying before we can start to build. It enables living in and enjoying the new ways, to some extent, here and now, long before the old system has been transcended. There is nothing to stop us starting this work immediately. Above all, given our global situation, what other action strategy makes as much sense? Is any other more likely to get us to The Simpler Way?
Left Biocentrism: Fostering New Earth Values and Social Justice for the World’s Peoples – David Orton
A general overview of aboriginal issues as articulated in the 1996 Canadian Report of the Royal Commission on Aboriginal Peoples (5 volumes) and a left biocentric critique given. Implications of aboriginal views for wildlife, forestry, parks, land claims and social justice. What should be supported and what should be opposed on ecocentric and social justice considerations? Past treaties dictated to aboriginals by a feudal-colonial state in Canada – can they be models for contemporary land use and redress of grievances? Treaty rights or social and ecological justice today: going beyond human-centeredness, treaties, land ownership and property rights. What is the relationship of contemporary aboriginal views to deep ecology and left biocentrism within industrial capitalist society? Deep stewardship of traditional aboriginal thinking as human-centered. The imposition (and implications) of the industrial consumer culture on aboriginals and non-aboriginals.
Chapter Five: Green Electoralism and Left Biocentrism
Deep ecology in contention for the consciousness of the green movement (Realo/Fundi discussion). How the environmental movement in Canada and elsewhere should define itself – reformist or subversive. Assumptions of green electoralism and their congruence with the continuation of industrial capitalism and shallow ecology. Ecological politics across the ‘isms’ of bourgeois society (Bahro). The disenfranchisement of the electorate with the parliamentary road and liberal democracy: alternative ecocentric visions which undermine industrial capitalist society cannot be advanced through the electoral process, as they go against short-term economic interests. The fundamental dilemma: eco-capitalism – ‘sustainable development’, ‘natural capitalism’, ‘cradle to cradle’ etc., or revolutionary ecocentric change. The overall tendency towards absorption and neutralization for “green” electoral parties and why this occurs. Liberal democracy and ecocentric democracy: why they are incompatible. Is there a political vehicle for a revolutionary deep ecology in our contemporary world? Why some left bios work inside green parties and why others work from the outside, and the example of the federal Canadian Green Party.
Chapter Six: The Ecocentric Critique of the Left
Critique of “social environmentalism” in the mainstream environmental movement, where social justice is upheld over environmental justice: social ecology, eco-Marxist and ecofeminist positions.
Chapter Seven: The Ecofascism Attack on Deep Ecology
The Problem With…Work – Keith Farnish
At what age do you think your working future is planned out for you? If you are conscious of the impact civilization has on our lives, you shouldn’t be surprised to hear that the answer is: “from birth”.
I could be writing this article about both the education system and the workplace, but there would be little point separating the two – real education has nothing to do with the education system we were taken through in our early years, and the children and teenagers of today are being taken through now. Neither is education anything to do with on the job learning or career paths; after all, what people have been brought up to do in Industrial Civilization is to do work, and not just any old work.
The population explosion of the last 200 years can be almost completely accounted for by the Industrial Revolution1. The growing population of Earth, from the traditional industrial hubs of Europe, into North America and Japan, and then across a huge swath of southern and south-east Asia largely consists of a mass of willing slaves brought up in the cities to be components of the industrial machine. To create wealth you need product; to create product you need people.
There were a few who saw what was going on and realised that some of the most brutal aspects of physical work needed changing: the great philanthropists of the West – Titus Salt, Lord Leverhulme, Joseph Rowntree – bear the passing of time, mellowed into a whimsical tale of pure goodness; ignoring the fact that the philanthropists were largely ensuring that their workforces remained loyal and hard-working. To be blunt, working during the Industrial Revolution in the West was hell; working in the new Industrial Revolution in the sweatshops, mines and factories of China, India, Indonesia, Vietnam: different sets of eyes, but the same vision of hell. Time may have passed, but all that has really changed is the location.
Yet, incredibly, the participants see such conditions as a necessary evil. Unionisation, a living wage and the promise that the company will do its best not to shorten your life is the best that can be hoped for. Such “victories” make life tolerable for those people working to make the shoes you wear, the food you eat and the televisions you watch, but they do not change the fact that we are all part of the machine. The education system is where it starts.
For centuries governments and dictators have twisted a population’s knowledge base to their own ends. We may look back in history, and gape at the ritual burning or enforced suppression of the works of authors whose printed ideas did not match those of the accepted orthodoxy, but the flames are closer than we like to admit. The Nazi elite stirred up hatred of anti-Nazi materials in a coordinated “synchronization of culture”2, while only a decade later the US government elite stirred up hatred of left-leaning beliefs in a coordinated exhumation of so-called Communist sympathisers; the Chinese government installed the Great Chinese Firewall to suppress “immoral” Internet access, while at the same time the US government continue to control information coming out of wartime Iraq and Afghanistan through the use of “embedded journalists”. In the last few decades, stories of censored schoolbooks in far off lands3 have made those in supposedly more enlightened nations cringe, yet in a culture that apparently promotes freedom of thought and expression, teachers are forced to become mouthpieces for the Culture of Maximum Harm:
The Government has worked with partners from the statutory and voluntary and community sectors to define what the five outcomes mean. We have identified 25 specific aims for children and young people and the support needed from parents, carers and families in order to achieve those aims.4
This is from the UK Government Every Child Matters programme, which “sets out the national framework for local change programmes to build services around the needs of children and young people so that we maximise opportunity and minimise risk.” Twenty-five aims, supposedly to promote the well-being of children, yet containing the following items:
· Ready for school
· Attend and enjoy school
· Achieve stretching national educational standards at primary school
· Achieve stretching national educational standards at secondary school
· Develop enterprising behaviour
· Engage in further education, employment or training on leaving school
· Ready for employment
· Access to transport and material goods
· Parents, carers and families are supported to be economically active
National educational standards; Enterprising behaviour; Ready for employment; Access to material goods; Economically active – the progression is there for everyone to see. Even when veiled as being in order to “improve the lives of children”, the educational system is little more than an instruction manual for creating little wheels and cogs. I urge you to look at your own national curriculum, searching for words like Citizenship, Enterprise and Skills – it won’t take long to find the real motivation behind the education system where you live. “A child in the work culture is asked, ‘What do you want to be?’ rather than ‘What do you want to do?’ or ‘Where do you want to go?’ The brainwashing to become some kind of worker starts young and never stops.”5
This is a wake up call: look at the work you do and how it neatly fits into the industrial machine, ensuring economic growth and continued global degradation; think about your job and what part it plays in ensuring we remain disconnected from the real world; read your children’s books, talk to their teachers – find out how your own flesh and blood is being shaped into a machine part. As we are encouraged to work more and more in order to feed our inherited desire for material wealth and artificial realities, we lose touch with the real world; we pack our children off to day centres and child minders in order that we can remain economic units, and stop being parents; most of us work to produce things that nobody needs, and we are unable to perceive the things that we do need – food, shelter, clean air, clean water, love, friendship, connection.
The vast majority of us don’t need to do the job we do. The lucky few, who through chance or design have found work that is a fulfilling part of their lives rather than their lives being a slave to work, provide examples for the rest of us. Once you decide to break out of this cycle for all the right reasons and reduce your expenses to the bare minimum by refusing to follow the instructions of civilization, leaving your job and taking on something that provides you with a real living becomes easy.
The Earth Blog’s “The Problem With…” articles are short opinion pieces that take an uncompromising look at key things that affect the global environment.
This article is an edited extract from the author’s book “A Matter Of Scale”.
1. Charles More, “Understanding The Industrial Revolution”, Routledge, 2000.
2. “Book Burning”, United States Holocaust Memorial Museum, http://www.ushmm.org/wlc/article.php?lang=en&ModuleId=10005852
3. For example: “China seizes books from Japan school because of Taiwan map”, Japan Today, 28 June 2005, http://www.ipcs.org/Jun_05_japan.pdf; Ali Asghar Ramezanpoor, “The Scope and Structure of Censorship in Iran”, Gozaar, http://www.gozaar.org/template1.php?id=1017&language=english.
4. http://www.everychildmatters.gov.uk/_files/F9E3F941DC8D4580539EE4C743E9371D.pdf
5. Jan Lundberg, “Unlucky to have a job”, Culture Change, http://www.culturechange.org/cms/index.php?option=com_content&task=view&id=115&Itemid=1
What If…We Connected? Keith Farnish

The wind is blowing hard, and the trees are bending down low, the air rushing across their branches, dragging leaves and blossom into the sky. The early summer grass, being soaked in the thick drizzle that falls in an urgent slant, ripples and chases with the gusts. A blackbird announces its territory, darting across the patch of green before being pulled askew by a fresh blast of air, still vocalising urgently. A family of humans are scattered throughout their house: one on a laptop, another immersed in a Nintendo game, the third goggling at the television that finds its market, and homes in on the hypnotised viewer. The humans barely hear the wind, let alone feel its embrace, as it batters the side of the house and cuts around leaving eddies of detritus dancing at the foot of the solid walls.
The trees and the grass and the blackbird feel the warmth of the sun as the wind drops and the clouds fracture like an ancient lace shawl. The atmosphere is thick with post-rain smells that rise from the soil, and the music of nature fills the sky in a celebration of continued life. The humans feel nothing different: they carry on living their civilized, disconnected lives.
Disconnected
Life exists in a complex embrace, the threads of each species’ existence intertwining in such a way that balance is the normal state of things. If one part of the energy web overreaches itself, like a fecund herd of reindeer overgrazing the winter lichen, the system tips into a localised collapse, until balance is restored and the lichen has time to regrow among the now sparse reindeer population. This connection is absolute: no food, no life.
Connections go far deeper than this, though; for it is our innate understanding of the patterns of nature, as the species Homo sapiens, that makes us survivors in so many ways. Humans are superbly adaptable: able to find water, bring about fire, craft shelters and tools, follow scents and tracks to find food – all of this utterly dependent on the connections we make and refine from the moment we emerge into the sensory storm that is the real world.
And then we shut the door; shut the windows; shut the blinds; shut our minds…it’s still going on out there, but we would rather let the caustic rain of civilization wash it away and supplant it with connections that have been manufactured to keep us in our place. We feel safe, even though we are on the edge of catastrophe; we enjoy what we do, even though we have forgotten what joy feels like; we experience self-worth, even though we have become worthless; we feel in control, even though we have no control at all…the system has us where it wants us. And now it can use us like the metaphorical batteries and cogs that signify our labour and our spending, and our naïve compliance in which we live our synthetic lives, from the plastic toys we grasp as babies to the flickering, energy-sapping screens that fix our attention on the advertisers’ world; from the blacktop roads we populate in our teeming masses, contained in metal caskets with wheels on our way to and from our places of work, to the offices and factories and shopping malls we spend a third of our lives operating in order to keep the machine moving, in order that we can be given currency with which we, in our docility, reinsert into the system so it can keep growing, and taking, and killing everything it is able to reach.
And when we feel weary, we take a packaged, predetermined vacation. And when we feel hungry, we eat a packaged, predetermined meal. And when we feel bored, we go to a packaged, predetermined slice of entertainment. And when we are of no more use to the system, we are retired…and only then do we, in those moments of reflection we never had during our urgent “productive” days, think about what we could have been.
Homo sapiens is connected. Homo sapiens civilis has had the connections ripped away from it.
What If We Connected?
We would be free.
In a culture that seeks to timeslice our attention span into smaller and smaller chunks, so that we are left always wanting more, but never reach what we think we are seeking, there is little time for contemplation. Silence is the enemy, and open minds are force-fed a diet of trivia in order to keep us sated.
Civilized humans are born into a world where the big questions can only be answered by those in “authority”, and the biggest questions are ignored, for fear that the answers may take people to a place that is not state-sanctioned or approved by the machine. So we must ask the biggest questions: like, “Why are we here?”
To a civilized, disconnected Homo sapiens civilis, there is no answer to this question, for there is no world outside of the civilized one. The best answer a civilized human can give is one that is framed only in the confines of his or her experience: we exist to serve the machine. The ecology of such an answer – for in reality we exist to be a part of nature within the endless cycle of birth, life and death – goes no further than that which we told we are dependent on: the government, work, product, the economy. The true ecology of any answer in a genuinely connected state is limited only by the environment of which we are a part. Where does my food come from?
A shop.
Or the soil, the solar energy that warms it and the rain that falls upon it, and the countless micro-organisms that work as one to create the ideal growing conditions for the plant; that may feed an animal, that may feed yet another animal, or may simply be picked and eaten like the rosehip from the briar that bursts with flavour on a warm September afternoon.
The machine fears the second answer: we have to believe that our food is the product of a systemic, organised process that culminates in an economic transaction. If we don’t then we might question the system and decide to grow or pick our own food, depleting the industrial economy of its energy. We have to believe that in order to live, then we must go to work and produce something, whether that be a consumer product, an energy flow, a service or an ersatz lifestyle; and we have to keep believing that this is the only way to live. If we don’t, then we might fail to turn up one day, and the machine will have lost one of its cogs or rivets or pins. Take away too many parts and the machine will break.
Reconnecting
In the glass of the window that shields me from the world outside, I see the reflection of a tree, blowing in the breeze, and wonder what the air tastes like. I open the window and feel the cool air touch my face as the soft rain patters on the sill and wets the floor in tiny circles of darkness – difference. A sudden gust brings a litter of flora across the threshold that dances in the spaces and falls upon my feet – beauty. The blackbird sits on a swaying branch and tells its story in a burst of sublime avian music that pushes back the noise of the traffic below – joy.
I have let the outside in, and now I need to let the inside out. It’s time to reconnect…
Reference:
1. Sandy Krolick, “The Recovery Of Ecstasy”, BookSurge Publishing, 2009.
Denetim Toplumları – Gilles Deleuze (Çeviren: Ulus Baker)
![]() |
1. Tarihsel Bakımdan
Foucault “disiplin toplumları”nı 18. ve 19. yüzyıllara yerleştirmişti. Bu toplumlar doruk noktalarına 20. Yüzyıl’ın başlarında varmışlardı. Bu toplumlar, geniş ve yaygın kapatıp-kuşatma mekânları düzenlemeleriyle ayırt edilirler. Birey hiç durmadan, her biri kendi yasalarına sahip olan bir kuşatma mekânından öbürüne geçer; önce aile; sonra okul (“artık ailende değilsin”); ardından kışla (“artık okulda değilsin”); en sonunda da fabrika; ara sıra hastane; olasılıkla hapishane, yani kapatılmış-kuşatılmış çevrenin en önde gelen örneği. Analojik bir model oluşturan hapishanedir burada; Rossellini’nin Europa 51 filminin kadın kahramanlarından biri bazı işçileri işbaşında gördüğünde “mahkûmlarla karşı karşıya olduğumu sandım” diye haykırabilir.
Foucault bu kapatıp-kuşatma çevrelerine ilişkin ideal projeyi parlak bir şekilde inceledi; özellikle fabrikalarda görüldüğü haliyle; yoğunlaştırma; mekân içinde dağıtım; zaman içinde sıralama; etkisi, parça parça kuvvetlerin toplamından daha büyük olacak bir üretken kuvveti zaman-mekân içinde kurmak… Ancak Foucault, bu modelin geçiciliğini de tanımıştı. Bu model, amaç ve işlevleri son derece farklı olan, üretimi örgütlemektense vergilendiren, hayatı idare etmektense ölümü yöneten “hükümranlık toplumları” modelini takip etmişti; geçiş zaman içinde gerçekleşti ve Napolyon, görüldüğü kadarıyla, bu modelin bir toplumdan başka bir topluma yayılarak geniş bir ölçek kazanmasını sağladı. Ama disiplinler de, sıraları gelince kendi bunalımlarıyla karşılaştılar ve bu hal, zamanla kurulan ve İkinci Dünya Savaşı’nın ardından ivme kazanan yeni kuvvetlerin kârınaydı; bir disiplin toplumu, artık içinde olmadığımız, artık olmayı bıraktığımız şeydir.
Kapatıp-kuşatma mekânlarına ilişkin genelleşmiş bir bunalımın ortasındayız –hapishanede, hastanede, fabrikada, okulda ve ailede. Aile de, diğer bütün “içeriler” –eğitsel, mesleki vs.– gibi kriz içinde bulunan bir “içerisi”dir. Görev ve yetki üstlenen idari mekanizmalar zorunlu olduğunu varsaydıkları reformları ilan etmeyi bir an olsun bırakmazlar: Eğitim kurumlarında reform, sanayide reform, hastanelerde reform, silahlı kuvvetlerde reform, hapishanelerde reform. Ama herkes, tam tükenişleri ne zaman gerçekleşecek olursa olsun, bu kurumların işlerinin bitik olduğunu biliyor.
Yapılan aslında son ayinleri ifa etmek ve bu alanlarda istihdam edilen insanları, kapıyı çalacak yeni güçler yerlerine yerleşene dek beslemeyi sürdürmekten ibarettir. Bu yeni kuvvetler, disiplin toplumlarının yerini almakta olan “denetim toplumları”dır. “Denetim”, Foucault’nun pek yakın geleceğimiz olarak teşhis ettiği bu yeni canavara Burroughs’un taktığı addır. Paul Virilio da devamlı olarak kapalı bir sistemin zaman çerçevesinde işleyen eski disiplinlerin yerini daha şimdiden almış olan “serbestçe-kayan” denetimin ultra-hızlı biçimlerini incelemeyi sürdürüyor. Bu meyanda olağanüstü ecza ürünlerini, moleküler mühendisliği, genetik müdahaleleri anmaya bile gerek yok; ama bunlar bile yepyeni bir sürecin içine girdiğimizi işaretliyorlar. Hangi rejimin daha berbat olduğunu kendimize sorup durmanın pek bir anlamı yok, çünkü her biri kendilerine özgü özgürleştirici ve köleleştirici güçlerin karşı karşıya geldikleri durumlardır. Sözgelimi, bir kapatıp-kuşatma mekânı olarak hastanenin bunalımında, “mahalle klinikleri”, “sağlık ocakları” ve “gündüz bakım” kuruluşları ilk başlarda biraz özgürlük tattırsalar da, kapatmanın en sertine bile taş çıkaracak denetim mekanizmalarına da katılabilirler. Korku ya da umut çare değildir; yeni silahlar bulmaya girişmek gerekir.
2. Mantıksal Bakımdan
Bireyin içinden geçtiği farklı kapatıp-kuşatma mekânlarında geçen mahpusluklar bağımsız değişkenlerdir: Her defasında sıfırdan başlandığı farz edilir ve bütün bu yerlerde ortak bir dil olsa da birbirlerine oranlanmaları analojiktir. Diğer taraftan, farklı denetim mekanizmaları birbirinden ayrılamaz çeşitlenmeler halindedirler ve dili sayısal olan (ikili olması gerekmez) değişken bir geometri sistemi oluştururlar. Kapatıp-kuşatmalar “öbek”ler, ayrı ayrı düzenlemeler halindedirler; oysa denetimler bir modülasyondur: Bir andan sonrakine sürekli olarak değişen kendini-bozup duran bir yığın, ya da bir noktadan ötekine sıçrayan cıva taneciklerinin oluşturduğu bir kütle gibi.
Bu durum, ücretler konusuna bakıldığında apaçıktır: Fabrika kendi iç güçlerini belli bir denge düzeyinde tutarak kuşatıp kapsayan bir gövdedir –üretimde azami, ücretlerdeyse asgari… Ama bir denetim toplumunda, korporasyon fabrikanın yerini almıştır. Korporasyon ise bir ruh, bir gazdır. Kuşkusuz fabrika da ödüllendirme ve teşvik sistemiyle tanışıktı, ama korporasyon her bireysel ücret üzerine bir modülasyon dayatma konusunda çok daha derinden işlemektedir; orada hüküm süren, meydan okumalarla, sürekli uyarılarla, yarışmalarla ve son derece gülünç grup ya da ekip seanslarıyla işleyen sürekli bir metastaz durumudur bu. Eğer en budalaca televizyon oyun şovları bile o kadar başarı kazanıyorsa, bunun nedeni korporasyondaki durumu büyük bir kesinlikle dışa vurmalarıdır. Fabrika, bireyleri hem kitle içindeki her bir unsuru gözetim altında tutan patronun, hem de kitlesel bir direnişi seferber eden işçi sendikalarının lehine tek bir gövde olarak teşkil ediyordu; oysa korporasyon en sert tavırlı rekabeti ve karşıtlığı sağlıklı bir emülasyon biçimi, bireyleri birbirleriyle karşıtlaştıran ve her birini kat edip ta içlerinden bölen harika bir motivasyon gücü olarak sunmaktadır. “Yeteneğe göre ücret” adı verilen motivasyon prensibi milli eğitimleri kendine çekmekten geri kalmamıştır. Gerçekten de, nasıl korporasyon fabrikanın yerini alıyorsa, “sürekli eğitim” de “okul”un, denetimin sürekliliği ise sınavın yerini almaktadır. Okulu korporasyonun eline teslim etmenin en emin yolu da zaten budur.
Disiplin toplumlarında birey her zaman yeniden, hep yeniden başlamaktadır (okuldan kışlaya, kışladan fabrikaya), oysa denetim toplumlarında kimse herhangi bir şeyi bitirecek durumda değildir –korporasyon, eğitim sistemi, askeri hizmet, hepsi, evrensel bir deformasyon sistemine benzer tek ve aynı modülasyon içinde bir arada var olan metastaz konumları gibidirler. Kendini daha o zamanlardan iki toplumsal oluşum tipi arasındaki odak noktasına yerleştirmiş olan Kafka, “Dava”da hukuki biçimlerin en korkutucusunu tasvir etmişti. Disiplin toplumlarının “görünüşte beraat”i (iki hapis arasındaki hal); ve denetim toplumlarının “sınırsız erteleme”si (sürekli değişim halinde). Bu ikisi, birbirinden çok farklı hukuki yaşam tarzlarıdır ve eğer hukukumuzun bizzat kendisi kriz içindeyse, tereddüt halindeyse bunun nedeni bir tarzı bırakıp ötekine dâhil olmaya gitmemizdir. Disiplin toplumlarının iki kutbu vardır: Bireye işaret eden “imza” ve bireyin bir “kitle” içindeki konumunu işaretleyen sayı ya da idari rakam. Bunun nedeni disiplinlerin hiçbir zaman bu ikisi arasında bir uyumsuzluk görmemesi ve iktidarın hem bireyleştirmesi hem de bir araya massetmesidir. Yani iktidar, üzerinde iktidar icra ettiklerini bir gövde halinde oluşturmakta ve bu gövdenin her üyesinin bireyliğini öbeklemektedir. (Foucault bu ikili yükün kökenini rahibin çobanıl iktidarında –sürü ile hayvanların her biri– görmüştü; ama sivil iktidar da kendi hesabına harekete geçmekte ve başka araçlardan faydalanarak kendini gündelik hayat “rahibi” kılmaktadır.) Oysa denetim toplumlarında, önemli olan artık bir imza ya da sayı değil, bir koddur: Kod bir “şifredir”; öte taraftan disiplin toplumları “parolalar” tarafından düzenlenirler (hem uyum sağlama hem de direniş açısından). Denetimin sayısal dili enformasyona erişimi onaylayan ya da reddeden kodlardan imal edilmiştir. Kendimizi artık kitle/birey çiftiyle uğraşır görmüyoruz. Bireyler bölünür hale gelirken, kitleler örneklemlere, verilere, piyasalara ya da “banka”lara dönüşmüşlerdir. İki toplum arasındaki farkı en iyi ifade eden şey belki de paradır, çünkü disiplin hep altını sayısal standart olarak kilitleyen yığılmış paraya başvurur geriye dönüp; oysa denetim bir standart kurlar toplamınca kurulan bir orana bağlı olarak değişip duran yüzergezer mübadele oranlarına bağlanmaktadır. Eski para midyedir, yani kapatıp-kuşatan bir ortamın hayvanı; oysa denetim toplumlarının hayvanı yılandır. Bir hayvandan diğerine, midyeden yılana geçmişiz. Yalnızca içinde yaşadığımız sistem açısından değil, yaşam tarzlarımız ve başkalarıyla ilişkilerimiz açısından da. Disiplin insanı, sürekli olmayan bir enerji üreticisiydi; denetim insanı ise dalgalıdır, yörüngededir, sürekli bir şebekenin içindedir. “Sörf” her yerde eski bildik “spor”ların yerini almıştır bile.
Her toplum tipiyle bir makina tipi kolayca eşleştirilebilir –makineler belirleyici olduklarından değil, kendilerini üretip kullanabilen toplumsal biçimleri ifade ettikleri için. Eski hükümranlık toplumları basit makineler kullanıyorlardı –kaldıraçlar, bocurgatlar, saatler; yakın zamanların disiplin toplumlarıysa enerjiyle çalışan makinelerle teçhizatlandılar –edilgin entropi, etkin sabotaj riskleriyle birlikte; denetim toplumlarıysa üçüncü türden makinelerle işliyorlar –bilgisayarlarla –ve tıkanma türünden edilgin, korsanlık ya da virüs bulaştırma türünden etkin tehlikelerle. Böyle bir teknolojik evrim, daha da derin bir açıdan, kapitalizmin bir mutasyonu olmalı; daha şimdiden iyi bilinen ya da tanıdık bir mutasyondur bu ve şöyle özetlenebilir: 19. yüzyıl kapitalizmi üretime ve mülkiyete yönelik bir yoğunlaşma, bir konsantrasyon kapitalizmiydi. Bu yüzden fabrikayı bir kapatıp-kuşatma ortamı olarak dikiyordu; kapitalist ise üretim araçlarının sahibiydi, ama giderek, analojiyle kavranabilecek öteki mekânların da sahibine dönüşecekti (işçinin aile evi, okul). Pazarlar ise kâh uzmanlaşmayla, kâh kolonileştirmeyle, kâh üretim maliyetlerini düşürme yoluyla fethedilecekti. Ama şu andaki durumda kapitalizm artık üretimle filan uğraşmamakta, onu sıklıkla Üçüncü Dünya’ya devretmektedir –karmaşık tekstil, metalürji ya da petrol üretimi de dâhil olmak üzere. Bu bir üstün-düzey üretim kapitalizmidir. Artık hammadde satın alıp tamamlanmış ürünler satmamaktadır: Tamamlanmış ürünler satın almakta ve parçalarını monte etmektedir. Satmak istediği şey hizmetlerdir; almak istediği şey ise stoklar. Bu artık üretim için kapitalizm değil, ürün için kapitalizmdir; yani satılmak ve pazarlanmak için olan ürünün kapitalizmi. Bu yüzden, bu kapitalizm dağılımsaldır ve fabrika da yerini korporasyona devreder. Aile, okul, ordu, fabrika ise artık bir mülk sahibine –devlet ya da özel güç– doğru çeken birbirlerinden ayrı ve analojiyle benzeşen mekânlar değildirler. Şimdi artık yalnız stok paylaşımcıları bulunan tek bir korporasyonun –deforme edilebilir ve dönüştürülebilir– kodlanmış figürleridirler. Sanat bile artık kapatıp-kuşatma mekânlarını bırakarak bankanın açık uçlu devrelerine dâhil olmaktadır. Pazar fetihleri ise artık disiplinli eğitimle değil, tarayıcı denetimle, maliyetlerin düşürülmesinden çok mübadele oranlarının sabitleştirilmesiyle, üretimde uzmanlaşmadan çok ürünün dönüştürülmesiyle gerçekleştirilmektedir. Böylece çürüme ve yozlaşma yepyeni bir güç kazanır. Pazarlama, korporasyonun merkezi, hatta “ruhu” olmuştur. Bize korporasyonların bir ruhu olduğu öğretiliyor; bu dünyanın en dehşet verici haberi. Piyasaların işlemleri şimdi artık bir toplumsal denetim aracıdır ve efendilerimizin şerefsiz ekmeğidir. Denetim kısa-vadelidir ve devir adedi hızlıdır; ama aynı zamanda sürekli ve sınırsızdır; oysa disiplin süre bakımından kalıcı, sonsuz ve süreksizdir. İnsan artık kapatılmış insan değildir. Borç içindeki insandır. Kapitalizmin insanlığın, borçlanmak için çok yoksul, kapatmak içinse çok kalabalık dörtte üçünün aşırı sefaletini bir değişmez veri olarak tuttuğu ve sürdürdüğü doğrudur: Denetim sınırların aşınmasıyla ilgilenmemektedir yalnızca; gecekondulardaki ve gettolardaki patlamalarla da uğraşacaktır.
![]() |
Açık bir ortamda ve herhangi bir anda her unsurun konumunu veren (rezervde bir hayvan, korporasyonda bir insan, elektronik bir kemer aracılığıyla) bir denetim mekanizması düşüncesi yalnızca bir bilim kurgu fikri değildir. Félix Guattari şöyle bir kent düşleyebiliyordu: Evinizi, sokağınızı, mahallenizi (bireye ait) elektronik kartınızla bariyerleri aşıp terk edebilirdiniz; ama aynı kart, belli bir gün, ya da belirli birkaç saat için çalışmaz durumda da olabilir; burada önemli olan bariyer değil, her kişinin konumunu –uygun mu uygunsuz mu– düzenleyen ve evrensel bir modülasyonu gerçekleştiren bilgisayardır.
İş başındayken denetim mekanizmalarının sosyal-teknolojik incelenmesi kategorik olmalı ve bunalımları her yerde ilan edilen disipliner kapatım-kuşatım yerlerinin yerine daha şimdiden geçmekte olan yenilikleri anlatmalıdır. Önceki hükümranlık toplumlarından ödünç alınacak eski yöntemlerin geri dönüp ön plana çıkmaları mümkündür –ama zorunlu değişikliklerle. Önemli olan bir şeylerin henüz başlangıcında olmamızdır. “Hapishane sistemi”nde, hiç değilse küçük suçlar için, “yerine geçen” cezalar bulma ve mahkûm edilen kişiyi, belli saatlerde elektronik bir kemer aracılığıyla evinde tutma girişimleri. “Okul sistemi”nde, sürekli denetim biçimleri, sürekli eğitimin okul üzerindeki etkisi, buna bağlı olarak bütün üniversite araştırma faaliyetinin ortadan kaldırılarak, “korporasyon”un bütün okullaşma düzeylerine hâkim kılınması. “Hastane sistemi”nde, hasta insanları tekilleştiren ve risklere maruz bırakan, bunu yaparken hiç de bireyleştirmeye başvurmayacak –şimdiden önerenlerin söylemeye başladıkları gibi–, aksine bireyin ya da sayısal gövdenin yerine denetimde tutulacak “bölünebilir” bir materyalin kodunu yerleştirecek, “doktorsuz ve hastasız” yeni tıp. “Korporasyon sistemi”nde ise: Eski fabrika biçimini kat etmeden para, kâr ve insan dolaştırmanın yeni yolları. Bunlar çok ufak örnekler; ama kurumların bunalımı denince ne anlaşılması gerektiğini daha iyi anlayabilmeyi sağlıyorlar: Yeni bir tahakküm sisteminin ilerleyici ve yaygın kuruluş süreci. En önemli sorulardan biri birlik ve sendikaların etkisizliği ile ilgili olacaktır: Bunlar disiplinlere ve kapatıp-kuşatma mekânlarına karşı verdikleri mücadelenin tarihinin bütününe bağlılar; acaba uyum mu sağlayacaklar yoksa denetim toplumlarına karşı yeni direniş biçimlerine mi bırakacaklar yerlerini? Gelmekte olan, pazarlamanın keyiflerini tehdit edebilecek direniş biçimlerini kaba çizgileriyle daha şimdiden kavrayabilir miyiz? Çok sayıda genç insan “motive” edilmekten gururlanmakta, çıraklık ve sürekli eğitim talep etmektedir. Neye hizmet etmekte olduklarını keşfetmek onlara düşer; disiplinlerin amacını, zorluklarla da olsa, keşfetmiş olan büyükleri gibi. Bir yılanın kıvrımları, bir midyenin yumuşak ipliklerinden bile daha karmaşıktır.
Pardon Çağı – Derrick Jensen
2011 Mart sayısı
En az on beş yıldır bu kültürün işlevsel olarak, içsel olarak, sistematik olarak adaletsiz ve sürdürülmesi mümkün olmayan bir kültür olduğunu, yasal yaklaşımlar bu adaletsizlikleri ya da sürdürülemezliği belli belirsiz yumuşatırken, bu yaklaşımların asla gerçek anlamda yeterli olmayacağını söylüyorum. Yanılmışım. Yakın zamanlarda kendimi bu kültürün adaletsizliklerini ve sürdürülemezliğini çözecek türden yasal bir çözümü hayal etme yönünde kışkırttığımt ürden bir düşünce deneyine giriştim.
Belki biraz ön bilgi vermem gerekir. Bu kültürün temel sorunu, her anlamda şiddet uygulayanların neredeyse hiç sorumluluk yüklenmemesi, buna ev içi şiddet ve tecavüzden (hapiste sadece bir gece geçiren tecavüzcü oranı %6) çevreye karşı hükümet sponsorluğunda işlenen şiddet eylemleri, savaş suçları ve kitlesel suçları da katabiliriz. Pek de komik olmayan bir bilmece ne demek istediğimi anlatacaktır.Soru: İki eyalet, büyük bir şirket , 40 ton zehir ve en az 8 bin ölü insanı çarpınca sonuç ne olur? Cevap: Tam ücret artı faiz ile elde edilen mis gibi bir emeklilik ( Union Carbide CEO’su Warren Anderson). Gezegeni yıkıp geçiren insanların gerçekten bir bedel filan ödemediğini farkeden tek kişi ben değilim. BP CEO’su Tony Hayward’a ne oldu?, bu adam diğer insanlarla beraber devasa Deepwater Horizon petrol akıntısından sorumlu tutulmalı. Adam 1,6 milyon dolarlık bir ihbar tazminatıyla görevinden çıkarıldı, ayrıca yıllık emekli maaşı da 1 milyon dolar civarında (BP hisselerinin çoğu da onun elinde). Bazı cesur insanlar, cesaretle, azıcık da olsa minicik de olsa, öhhö, nezaketle acaba ihbar tazminatı en aza indirilebilir mi diye soracak oldular; ama Hayward’ın başını mızrak ucuna takıp New Orleans tepelerinde dolaştırmaya niyet eden türden bir kamu davası açıldığını duymadım (ama duyduğuma göre şahsi davalar açılmış).
Bu türden bir sorumluluk duygusu ile ilgili kurduğum hayâl tedbir prensibinin mecburi yasal versiyonunun bir örneği. Tedbir prensibi; eğer bir eylem, veya politikanın halka ya da çevreye zarar verme riski varsa, bu eylemin zararlı olmadığını kanıtlamanın bu eylemi yapmaya niyetli olanlara kaldığını öne sürüyor. Eğer hiç bir zararın söz konusu olmadığını kanıtlayamazlarsa o zaman harekete geçemezler. Bu yüzden, meselâ, Meksika Körfezindeki petrol akıntısının zararlı olmadığını öne sürüyorlarsa ve zararın söz konusu olduğunu gösteren kanıtlar olmasına rağmen sadece sondajı askıya alıyorlarsa, o zaman tersi kanıtlanana dek bu eylemin zararlı olduğunu kabul etmek zorundayız. Aynı mantık sera gazı emisyonları konusunda da uygulanmalı. Aslında, tedbir prensibini mantıklı bir şekilde uyguladığımızda durdurulması gereken binlerce zararlı eylem bulunuyor.
Elbette, tedbir prensibinin hastalıklı bir biçimi kültürümüz tarafından halihazırda uygulanıyor, ama çevreye veya halka hizmet etmek yerine şirketlere hizmet ediyor: gerçek dünyayı koruyan eylemlerin ciddi ciddi planlanmadan önce çıkarlara zarar vermediğinin gösterilmesi gerekiyor.Bugün potansiyel zararlar,genel olarak risk değerlendirmesi adı verilen bir şekilde hesaplanır, burada zararlı eylemi yapacak olan şirket genelde uzun ve okunması pek mümkün olmayan bir belge hazırlar, böylece projenin potansiyel riskleri ve ödüllerinin ortaya konmasını engellemiş olur. Bu süreçle ilgili bir çok sorun var.
Öncelikle, belgeler saçma sapan şeylere dayanıyor, belgelerin kendisi açık açık yanlış (Deepwater Horizon meselesinde bildiride mesela petrol sızıntısının diğer memeliler ve morslara potansiyel etkilerinin ne olacağına dair bilgiler içeriyordu).İkinci olarak, bu belgeler genelde en az şirketlerdeki benzerleri kadar yozlaşmış bürokratlar ve teknisyenler tarafından onaylanıyor (ve gerçekten de güya birbirine zıt bu varlıklar arasında kayar kapılar var), bu insanlar ya baskı zoruyla (belgeleri onaylamak ya da işini kaybetmek arasında kalıyorlar) ya da kontrol ettikleri endüstrilerin üyeleriyle işbirliği sayesinde (ya da alenen yatağa girerek) işi bağlıyorlar.Ama bunların hepsi risk değerlendirmesinin yanında basit kalıyor, değerlendirilen projeler genelde şirketin liderlerine ve hissedarlarına gidiyor, bu arada söz konusu riskler de hem hayvanların hem de insanların sırtına yığılıyor, tabii bu canlılar işler ters gidince ( ve hatta işler iyi gitse bile) acı çekiyorlar. Union Carbide, Bhopal, Hindistan’daki endüstriyel kimyasal maddeleri işleyen bir fabrikadan para kazanıyor (bu maddelerin çoğu toksik), Bhopal halkı ise her geçen gün fabrikadaki operasyonlar sebebiyle acı çekiyor, fabrika havaya uçtuğunda ölüyor. BP parasını Meksika Körfezi’ndeki sondajlardan kazanıyor; ama hem körfez hem de insan-hayvan orada yaşayan canlılar bu toksik ve artık bir felaket boyutunu almış sonuçlardan kaynaklı acılar çekiyorlar.
Kaçınılmaz olarak vahşete yol açan gülünç bir sistem bu. Sanki şirket sahiplerinin zar atarsa para kazandığı, atmazsa sizin öldüğünüz türden bir kumarhane gibi. Zar atmaya devam etmelerine şaşmamak lazım. Biz de ölmeye devam ediyoruz.
Ve ayrıca eğer yaşanabilir bir gezegen istiyorsak, o zaman risk değerlendirme analizimizi değiştirmek zorundayız. Önlem almaya yönelik prensip yönetmeliği önerim şöyle bir şey: eğer birisi bir politikanın, eylemin ya da ürünün çevreye ya da halka zarar vermeyeceğini öne sürüyorsa ve ardından bu politikasını eylemini ya da ürününü devreye sokuyorsa, yani bu zarar riskini halka ya da çevreye dayatıyorsa – ve ardından halk ya da çevre zarar görüyorsa, işte o kişi adaletin önüne çıkarılmalı: dava açılmalı, elde ettiği kazançların hepsi kurbanlara teslim edilmeli, sebep olduğu bütün kargaşayı temizlemesi sağlanmalı, söz konusu hasarın ölçüsüne göre uygun bir cezaya çarptırılmalı.
Diğer bir deyişle, ödüller içselleştirildiği gibi, riskler de içselleştirilmeli. Sonuçta bu politikaları, eylemleri ya da ürünleri devreye sokan insanlar gerçeği söylüyorsa ve halka ya da derin su sondajından, sera gazı emisyonundan, barajlardan ya da toksik kimsayallarında işlenmesinden çevreye yönelik önemli bir risk söz konusu değilse,o zaman kaybedecek bir şeyleri yok demektir, değil mi? Bu tür bir politika bu insanlar ancak yanıldıysa ya da yalan söylüyorsa sorun yaratabilr. Başka insanların yaşamlarını risk altına sokuyorsanız kesinlikle yalan söylememeniz gerekir, ayrıca yanılma olasılığı konusunda da bu kadar cesur olmamak gerekir.
İnsan ve hayvan toplumlarını yok ederek kendilerini zenginleştirenler diğer canlılara empoze ettikleri risklerle orantılı riskleri üstlenebilseler o zaman bu yıkıcı davranışları bir gece içerisinde sona erebilir. Şimdi, sadece CEOlara ve politikacılara uygulanmayıp projeyle alakalı bütün insanlara uygulandığını düşünelim bu durumun, yıkıcı ürünler dizayn eden mühendislerden onlara para ödenmesinin bir yolunu bulan muhasebecilere, onları reklam edip para kazanan pazarlamacılara, ve cebini dolduran bürokratlara kadar herkese uygulandığını düşünün. Bu öneri radikal bir öneri bile sayılmaz. Önemli bir yasal örnek bulunuyor elimizde: eğer siz ve ben bir bankayı soymak için üçüncü bir kişi tarafından tutulsak ve birisi bizim eylemlerimiz yüzünden ölse, üçümüz de ceza alırız, siz tetikçi olsanız, bense sadece arabayı sürmüş olsam bile.
Şirketlerin sadece bir biçimi olduğu bürokrasilerin en önde gelen işlevlerinden biri, sorumluluğun ortadan kaldırılmasıdır.Ben yanlış bir şey yapmadım! Ben sadece işimi yapıyordum! Sadece trenlerin zamanında çalışmasını sağlıyordum ! Trenlerin ölüm kamplarına gitmesi umrunuzda değil, değil mi? Eğer ABD Çevre Koruma Organı adına çevresel etki bildirimlerini incelemekle görevli bir kamu çalışanıysanız ve gerçekten derin su sondajının okyanuslara, okyanus yaşamına ya da kıyı topluluklarına yönelik ciddi riskler oluşturduğuna inanıyorsanız bu sondaj teknolojisinin başarısız olduğu zaman (böyle olacağını hepimiz biliyorduk, hatta siz bile), diğer canlıların bu riskten zarar görmesi gibi sizin de bu riskin birazını yüklenmeye istekli olmanız gerekiyor. Peki şuna ne dersiniz: eğer gerçekten inanmıyorsanız, o imzayı atmamalısınız.
Çeviri: CemC
http://hayvanozgurluguhareketi.wordpress.com/2011/03/26/pardon-cagi/#more-732
Newroz, Doğanın Devlete Diz Çöktürmesidir – Ayhan Bilgen
İnsan ve doğa hayatın gerçek özneleridir. Devlet, insan ile doğa arasındaki ilişkiyi bozan, yozlaştıran bir bidattır. Bidat en genel anlamı ile, sonradan çıkmış anlamına gelir. Klasik İslam fıkıhçıları, bidat olarak tanımladıkları şeyleri, iyi bidat ve kötü bidat diye ikiye ayırmışlardır.
Devlet gerçekten nötr bir hizmet aracı olabilseydi, hayatı kolaylaştıran bir nesne olarak ele alınabilirdi. Ne yazık ki insanlık tarihi başka bir tecrübeyi göstermektir. Sonradan ortaya çıkmış, insanlar eliyle oluşturulmuş devlet gücünün kendisi, çok kısa bir süre sonra, insanlığa yönelen bir tehdide dönüşmektedir.
Birlikte yaşamanın gereği olarak ihtiyaç duyulan ilişkilerin, devlet formu ile şekillendirilmesi peşin bir yenilginin kabullenilmesidir.
Newroz yeni bir gün için yeni sayfalar açmakla anlam bulur.
Kimi siyaset bilimciler, insanın içinde yaşadığı iklim ve doğa koşullarının politik belirleyiciliği üzerine tespit ve değerlendirmeler yapmışlardır. Sert ve karasal iklimlerin, sıcak ülkelerin, yüksek dağların egemen olduğu coğrafyaların, engin denizlerin farklı kişilikleri ve farklı yönetim biçimlerini beraberinde getirdiğini iddia etmişlerdir.
Cemre havaya, suya ve nihayet toprağa düştüğünde atmosferdeki değişimin herkes tarafından hissedilmesi ve dikkate alınması gerekir.
Bu değişimi kabullenme konusunda devlet, iktidar hız kaybettiren bir işlev görür. Doğal, yalın haliyle insan içinde yaşadığı doğadan etkilenme ve onu anlama konusunda önemli algı araçlarına sahiptir. Acı duyar, öfkelenir, bıkar, umutlanır, yenilenme ihtiyacını hisseder. Devletlerin de ruhu olduğunu kabul etseniz bile bu ruhun, insan ruhundan daha ince, daha duyarlı, daha az kirlenmiş olduğunu savunan bir düşünüre ben şimdiye kadar rastlamadım.
Doğanın, canlı olduğu konusunda hiç şüphe olmadığı gibi, bir çok dünya görüşü, ruhunun olduğu konusunda da tereddüt göstermemiştir. Doğanın da intikam alma, kucak açma, yeniden doğma gibi bir çok canlılık refleksinin güçlü bir ruha dayandığını kabul etmişlerdir. Doğayla daha iç içe yaşayan, onu daha fazla hissedenler elbette bunu daha kolay görecek ve düşüncelerini davranışlarını bu doğrultuda şekillendirecektir.
Dağlarda doğa ile iç içe yaşayanlar bunu hissetme konusunda modern hayat içinde kendini edilgenleştirenlerden bir adım önde olurlar. Bu nedenle cezaevleri, yani doğadan yoksun bırakma, özgürlüklerinden alıkoyma, devletlerin egemenliklerini hissettirme, boyun eğdirme yöntemlerinin en önemli aracı olagelmiştir.
Newroz, artık insanlar arası ilişkinin bir belirleyeni olmaktan çok, insanla devlet, devletle doğa arasındaki ilişkinin şekillendiği dönemi ifade etmektedir. Yeni günü anlamak, kabullenmek ve bu doğrultuda hazırlık içinde olmak için devlet sahibi olmak, iktidar gücünü sırtında taşımak sadece bir engeldir.
Bu nedenle barışı, ekolojik düşünce sistematiği içinden savunmak gerekir. İnsanla insanın, insanla doğanın barışını bozan, sömürü ve sınırsız tüketme alışkanlıkları, bu barışın önündeki en önemli engeldir. Elbette devletleri yönettiğini, iktidarlara egemen olduğunu sanan ama aslında onun esiri olduğunu bile fark etmeyen insanlar, bir süre sonra kendi doğal yeteneklerini de kaybederler. Onların en insani duyguları bile bir süre sonra yönettiklerini sandıkları gücün kontrolü altına geçtiğinde, her şeyleri mekanikleşir.
Devletin çıkarları, iktidarın menfaatleri ile toplumların gelecekleri, beklentileri çeliştiğinde kazanacak olan eninde sonunda insana dair olana, en insani olandır. Kendi geleceğine dair karar verebilmektir, kendi dilini konuşabilmektir, gerektiğinde kendini savunabilmektir.
Bu mücadelede doğa devletin değil, yok edilme tehlikesi ile karşı karşıya olan insan ve insani değerlerin yanında olacaktır. Ve hala doğa, dünyanın en güçlü devletlerinde daha güçlüdür. Devletlerin orduları doğanın gücü karşısında çaresizliğe mahkumdur.
Bu inanç ve umutla Newrozu kutluyor, bütün insanlık için yeni bir sayfanın açılmasına vesile olması dileklerimi paylaşmak istiyorum. Yeni günü anlamlandırmak, ancak onu hakkıyla anlamakla mümkündür.
TAHAKKÜMÜN TEKNİĞİ – Dilaver Demirağ
Japonyada meydana gelen deprem aslında teknolojinin ve bilimin bize güvenli, müreffeh bir dünya sunacağı yalanının maskesini sıyırmak bakımından eşsiz bir örnek sundu. Denebilirki Japonya depremi 400 yıllık doğanın insan egemenliğine girmesi gibi safsataları bir kenara sıyırıp atarak modernitenin iflasının ilanı oldu. Modernite temel iddiasını akla dayalı bir dünyanın mümkün olmanın ötesinde gerekli olduğu tespitine dayandırır. İnsanlar akıllarını özgürce kullanarak kendilerine güvenli, özgür ve sefaletin son bulduğu bir dünya inşaa edebilirler. Bunun en önemli ön koşulu ise insanların doğayı bilim ve teknoloji yolu ile denetim altına almasıdır. Yaşanılan büyük çaplı deprem dünyanın en akılcı toplumları arasında sayılan, teknolojik bakımdan bir hayli ileri, deprem güvenliğinin had safhada uygulandığı bir yerde yaşandı. Japonyanın deprem karşısında kurduğu güvenlik şemsiyesi bu kapsamda inşaat teknolojisindeki üstünlüğü dünyaya örnek oluşturuyordu. Ancak görüldüki doğanın o denetlenemez devasa enerjilerine gem vurabilecek hiç bir teknoloji yok ve doğayı zincirleyip de ehlileştirmek nerede ise imkansız. Ancak yaşanan büyük depremler, kasırgalar, tsunamiler, ikim değişimi vb gibi hadiseler bir kez daha ortaya koyduki doğayı boyunduruk altına almak imkansızdır. Bu nedenle aslında gerçek akıllılık doğa ile uyumlu bir hayat yaratmaktır. Bu da adeta babil kulesini andıran binaların olduğu, içinde insani ve doğal herşeyin son bulduğu devasa şehirler inşaa etmemek demektir. Ama bir başka ders daha var, doğadaki nükleer gücü insanın emrine seferber ederek kapitalizmin doymak bilmez üretim ve tüketim açlığına dayanan kalkınma hırsının da olanaksız olduğu ortaya çıktı. Ancak modern medeniyeti benimseyenler doğanın insanlara verdiği mesajı, onun deprem aracılığı ile ilettiği mesajı anlmamakta ısrar edecektir.
Nükler Enerji; Teşekkürler
Kaç gündür dünyanın yeni bir Çernobilin eşiğine gelmişliğini gözlerimiz açılmış bir halde seyrediyoruz. Japonyadaki Fukişişima nükleer santralında yaşanan reaktör erimesi dünyayı yeni bir nükleer kabusun eşiğine getirdi. Bu süreçle beraber batıdaki sağcı yönetimler eli ile yeniden yükselişe geçen ve başta İran, Libya gibi tiranik ülkelerin de peşinde koştuğu nükleer gücün yeniden yükselen değer haline gelmesi süreci ikinci bir dip yapacağa benziyor. Nükleer endüstrisinin dev şirketleri Çernobilin yaralarını daha yeni sarmaya başlamışken yaşanan bu ikinci kazanın tekrar dip yapıcı etkisi nedeni ile medya eli ile lobi faaliyetine önem vereceğini, dahası artık şirket lobilerinin elinde oyuncak haline gelen batılı demokrasileri ikna etmek için rüşvet de dahil her olanağı kullanacağı açık. Ama bu durum nükleer lobi için bir kurtuluş sağlar mı bugünden yarına cevap üretmek zor ama üzerinde çalışılan dördüncü nesil rekatörler ile güvenlik düzeyini maksimuma çeviren yeni bir teknik yenilenme ile küllerinden doğamyı umduğu da açık. Zaten bilim denen modern fetişin yeni rahipleri olan uzmanlar sürekli Japonyadaki nükleer felaketin nedeninin 1’inci nesil rekatörler olduğunu belirtiyorlar. Dahası risk karşısında kiltlenen yaşamperver modernlerin aklına girmeye çalışarak “canım uçağa binmek de riskli değil mi, evinizdeki Likit Gaz Tüpünün de patlama riski yok mu gibi sözlerle” riskle yüzleşmeyi hatta riski göğüslemeyi öneriyor.
Her ne kadar nükleer endüstri üzerinden sıkı bir modern toplum çözümlemesi yapmak olanaklıysa da dahası nükleer endüstri ile tüketim kapitalizmi arasındaki bağlantıları sıkı bir biçimde örmek de iyi olurdu ama bu yazıyı uzatmamak için bunlara değinip geçmeyi bu söylediğim bağlantıları başka bir yazıda ele almayı planlıyorum.
Enerji oburu bir uygarlık olduğumuz açık, bunun nedeni modernleşmenin üretimde patlama denecek kadar eşi görülmemiş bir üretkenlik yaratması. Enerji oburu olununca enerjinizi tek bir kaynağa bağlamanız da zordur, hele ki rekabeti merkeze alan bir sistemde bunu yapmanız ekonomik akılcılık açısından akla ziyandır. Nitekim şu anda ne denli büyük bir falaket kaynağı olduğunu farkettiğimiz nükleer enerji de, 1970’leri sarsan ve neo-liberal küreselleşme olarak adlandırılacak sürecin önünü açan petrol krizinin bir sonucudur. Kömürle başlayan büyük çaplı endüstriyel üretimin enerji talebini karşılamak bakımından büyük bir kaynak olan petrol, ekonominin başat aktörü haline gelince petrole dayalı ekonomi 1970’lerde petrol arzının ekonomiyi tehdit edebileceği riskini görünce, dışa bağımlılığı azaltmak ve enerji teminini güvenilir kaynaklara dayandırmak adına nükleer enerjiye başvurdu. Ancak daha ilk kazadan, yani Three Mile Island nükleer reaktöründe meydana gelen sızıntıdan itibaren nükleer enerji de sorgulanmaya başlandı, Çernobilde yaşanan patlama ise nükleer enerji için adeta bir nükleer kış etkisi yarattı. Son yıllarda zararlarını yavaş da olsa kapatmaya başlayan nükleer lobi, demokratik olmayan ülkelere yönelmişti. Kaza sonrası bu ülkelerin nükleer kararlığının süreceğini varsaymak zor olmasa gerek. Zaten nükleer enerji de ancak özgürlükle pek barışık olmayan ülkelerle arası iyi olan bir enerji biçimi
Son yıllarda enerji tekelleri enerjinin yetersizliğini gündeme getirerek ölümcül bir teknoloji olduğu çok iyi bilinen Nükleer enerjiyi önümüze tekrar koydu . AKP hükümeti de bu fırsattan istifade ile nükleer dayatmayı hızlandırdı. Türkiye bu belaya bulaşırsa iklim değişimi le parelel gündeme sokulan kuraklık ve çölleşme, nükleerin yanında daha az acı veren bir ölüm olur. Ama belliki hükümet bu sevdaya vurulmuş, nükleer lobinin rantı hükümet başta bir takım çevrelere cazip gelmiş olacak ki bu teknolojinin zararları iyi bilindiği halde bu enerejide israr ediliyor.. Üstelik de fay yakının da santral inşaa edecek denli gözü dönmüşçe bir tutkuyla
Türkiye yaklaşık 10 yıl önce ciddi bir nükleer dayatmayı turnikeden dönerek atlattı. Ama her bakımdan Özal’ı taklit eden ve iktidarını küresel güçlere dayanarak sürdüren AKP hükümeti, bu kirli mirası sahiplenmede bir beis görmeyerek, nükleer pazarlıkta Türkiye’nin Hayatını iştahı kabarık nükleer şirketlerin önüne pey akçesi olarak sürdü. Oysa Çernobil’in kanseri daha kurumamıştı, hatta bulutlar adam öldürürken ve Karadeniz halkı ölümcül miras altında damgalanmışken Nükleer Ölüm için tekrar davetiye çıkarıldı.
Tabi Tavuk Kümesindeki tilki misali kimi işadamı örgütleri ile kendi nükleer zevkleri uğruna bilimsel erdemi hiçe sayan bilim adamları ve ana akım medyanın bir bölümü , nükleer İktidarın önünde susta durmayı içlerine pek bir güzel sindirdiler. Eh ne de olsa sermaye denen gönül ferman dinlemiyordu.
Ancak bir nükleer karşıtı olarak en çok komiğime giden de nükleer ölüme, kanser bulutlarına ilişkin her karşı çıkışın ardında petrol lobilerinin olduğunu iddia edecek denli müfteri olan bir takım bilimci kara perensler. Normaldir, bilimsel onurlarını ikbale değişenler her vicdanı satılık sanır, ama bilmelidirler ki kimi vicdanlar asla satın alınamaz.
Neyse değerli satırlarımı bu bilim ve vicdan karikatürleri ile daha fazla işgale açık kılmak niyetinde değilim.Benim asıl değinmek istediğim Nükleer enerji ile ilgili olarak ülkemizde yapılan tüm tartışmalar da hemen hiç kimsenin nedense pek değinmediği enerji ve teknoloji ilişkisine ve bu ikiliden yola çıkarak sanayi uygarlığı denen olguya dikkat çekmek..Çünkü Nükleer tahakküm ile modern sanayi uygarlığı arasında kopmaz bir bağ var.
Savaşan Teknoloji: Biri Sivil mi Dedi
Teknoloji konusundaki kuşkucu ve hatta eleştirel yaklaşımıyla tanıdığımız Lewis Mumford, ilk pramidler gibi modern teknolojinin de savaşın rahminde büyüdüğünü ve ondan doğduğunu belirtir. Teknoloji bir Megamakine’dir bu kavramla Mumford gücün seferber edilmesini, tek bir elde toplanarak yoğunlaştırılmasını ve merkezileştirilmesini kasteder ki, nükleer santraller tam da böyle bir yapılanma taşırlar. Teknik olgular bilimin hükümranlığına dayandıklarından, neden ve ne için gibi etik sorular ıskalanarak, nasıl sorusuna yani yapılabilirlik olgusuna yoğunlaşılır. Böylece daha baştan aslında istenilen şeyin toplumsal fayda değil, güç elde etmek, gücü temerküz etmek olduğu ortaya çıkar. Nitekim Mumford Dev Makine kavramını izah ettiği Teknik ve Uygarlık kitabında, Dev Makine’nin (yani Teknik seferberliğin) bir güç temerküzü yani yoğunlaşma olduğuna dikkat çekerek, dev makinenin bir güç kombinasyonu olarak tüm kaynakları bir araya getirdiğini, dil, din, bürokrasi ve kapitalizmi, askeri güç kaynaklarını devasa bir egemenlik için yoğunlaştırdığını belirtir. Nükleer teknoloji de böyledir, nükleer enerjide de askeri güç, sermaye, bilim, devlet iktidarı bir araya toplanır ve böylece insan devre dışı bırakılır. Çünkü teknoloji olarak nükleer güç, militer ve parasal amaçlar için insanın ve doğanın üzerinde olağanüstü bir hakimiyet kurarak geniş anlamda insanın kendi potansiyelini değersizleştirir. Bu nedenle tekniğin gelişimi, insanın gelişimini durdurduğu için özgürlüğün düşmanıdır. Yani nükleer enerji doğası gereği anti-demokratiktir.
Demokrasi temelde müzakere edilebilirlik temelinde oluşmuştur, bu nedenle doğrular ve beceriler üzerinde bir iktidar inşa eden uzmanlaşma ile uyuşmaz. Demokrasi doğası gereği profesyonelliği değil amatörlüğü içerir. Bunun yanı sıra nükleer teknoloji, doğasında savaşçı amaçlar taşıdığı için sivil amaçlar ve demokrasiyle çelişir. Nükleer enerjinin olduğu yerde olağanüstü bir polisiye güvenlik, gizlilik ve denetim dışılık vardır. Bunlar doğası gereği demokrasinin ruhu ile uyuşmaz.
Nitekim Mumford’da “Savaş Megamakine’nin ruhu ve bedenidir. Dolayısıyla savaş Megamakine’nin kurulumunu ilerletmenin ideal koşuludur Bir Megamakine bir kez vücuda getirildikten sonra, onun programıyla ilgili herhangi bir tenkid, ayrılma onun rutinlerinden herhangi bir kopma, aşağıdan gelen talepler doğrultusunda onun yapısında herhangi bir değişiklik, bütün sistem için bir tehdit teşkil eder” diyerek tekniğin ruhu ile özgürlük olarak demokrasinin ruhunun birbirini dışladığını göstermiş olur. Görüldüğü gibi Nükleer enerji demokratik bir toplumun değil, totaliter bir toplumun tekniğidir.
Ne Kadarı Yeterli?
Andre Gorz kapitalizmle ilgili bir saptama yaparken “Kapitalizm yeterlilik denen şeyi bilmez “der. Marks’da kapitalizmin büyümeye mahkum olduğunu, büyüyemeyen kapitalizmin ölümcül bir hal içinde olacağını söyler. Bu anlamda fazlaya ve biriktirmeye koşullanmış bir düzen olarak kapitalizm de doğası gereği güneş, rüzgar, dalga vb yenilenebilir doğal güçlerden istifade edemez. Çünkü sürekli büyümek durumunda olan kapitalizme bu enerji yetmez. Mevcut enerji talebinin devam etmesi mümkün değildir, çünkü dünya kaynakları bu büyüme temposuna cevap verebilecek halde değildir. Dolayısıyla bu talebe halihazırda dünya elektrik üretiminin yüzde 16’sını karşılayan nükleer santrallerde cevap veremez. Kalkınma ve daha çok üretmek, daha çok tüketmek ve refah gibi değerleri sorgulamadıkça, mevcut tüketim eğilimlerimizi değiştirmedikçe yenilenebilir enerji ile ekolojik bir topluma geçilemez.
Bugün dünyada ki uranyum rezervlerin işletilmesi ve çıkarılması ağırlıklı olarak üç büyük şirketin elinde yoğunlaşmış durumda. Bu üç şirket mevcut terzervlerin yüzde ellisine yakınını çıkarıyor. Fransız devi AREVA’ya bağlı COGEMA, bu şirket dünya uranyum üretiminin yüzde 20’sini karşılıyor. Onu Kanada kökenli Cameco izliyor bunlarda yüzde 17’lik bir paya sahipler. Onu da yüzde onluk pay ile Energy Resources of Australia izliyor. Yani nükleer enerji bir tekelleşmeyi de beraberinde getirir.
Bu nedenle Amerikalı Ekolojist Boockhin’nin dediği gibi özgürlükçü bir teknik ancak özgürlükçü bir toplumda varolabilir. Dolayısıyla küresel iktidar odaklarıyla kucak kucağa olmayı seçenlerin ve İktidar Seçkinlerinin nükleeri bu denli sevmeleri son derece anlaşılabilir, çünkü onlar ruhlarını para ve güç şeytanına sattıklarından özgürlük denen şeyden nefret ederler.
Diyeceğim o ki birileri bizleri kanserli bir Güç sevdasının içinde harcamaya niyetlenmiş olabilirler, ama siz siz olun ruhunuzu İktidar ve Sermaye şeytanlarına satmayın. Çünkü bu size kesinlikle kanser olarak geri döner.
Demokratik Ekoloji ve Toplum – Hasip GÜN
Demokratik ekolojinin hayat bulduğu ve şekillendiği belli alanlar olduğu bilinmektedir. Bu alanlar daha yerel alanlar olmakla birlikte ekolojinin biyo-bölgecilik yaklaşımı ve demokrasiyi yetkin kılan alanlar olması demokratik-ekolojiyi yorumlama olanağı sunar. Bu açıdan gerek demokratik-ekoloji toplum formu ve gerek yerel yönetimlerden kasaba, köy ve mahallelerde doğrudan demokrasinin gücüyle bir yaşam biçimi geliştirebilir. Bu alanlar aynı zamanda ekolojik hareketin komüncü yaşamın birliklerini olduğu kadar toplumun kültür ve bilinç düzeyini, beşeri bilimlerin kendi varlığını özgürce yönetmesini ve akademik çalışmaların düzeyini yükselten alanlar olma özelliğini kazandığı gibi, özgür ilişki, özgür birey ve grupların sonuç alacağı alanlardır.
Böylesi bir perspektifle özgür toplum, özgür birey ikilemi geliştirilir. Bu da demokrasi ve güçlü sivil toplum, aynı zamanda devletsiz bir zihniyet perspektifi, beraberinde demokratik ekolojik ve cinsiyet özgürlüğü de doğurur. Dolayısıyla tahakkümcü ve hiyerarşiden uzak, demokratik ekolojik toplum her şeyden önce özgürlük düzeyidir. Bu nedenle ekolojik sorunun kökenine inmek kadar, sorunun kökeninde uygarlığın tahakkümcü ve hiyerarşik gelişimini de görmek mümkündür. Çünkü sınıflı toplum, uygarlığın doğayla yarattığı çelişki doğayı ve insanı yok oluş eşiğine getirdi. Bu nedenle doğa ile insan (toplum) arasında bir uyum ya da diyaloğu ertelemez kılmıştır. Özcesi doğa ve toplum arasında yeni bir sözleşme yapılması kaçınılmazdır. Bu yüzden ekolojik bakışta “ötekileştirme” olmadığı gibi insan-doğa diyaloğuna ‘doğanın ve toplumun dilini ve aklını çözme ile başlamalıdır.’ Eğer gerçekten bu dilin özüne ulaşmak isteniyorsa, o zaman hiyerarşik toplum birimlerini aşan bir zihniyet devrimi gereklidir.
Doğa-insan çelişkisi
İnsanın, doğayı sadece yararlanılması gereken cansız bir nesne olarak görüp insanı merkez alan ideoloji, felsefe ve anlayışlar geliştirmesinin ekolojik sorun yarattığı kesindir. Burada “insan her şeyin ölçüsüdür” mantık ve anlayışının, dikta rejimlerin kendilerini ölçü almalarından farkı yoktur. Bu egemen yaklaşım diğer türlerin yok oluşunu getirir. Bu anlamda doğa-insan çelişkisinde birini merkeze alarak diğerini yararcı noktaya düşürmek veya farklılığını anlamamak felakete götürür. Burada devreye konulması gereken ise, ekolojiyi doğanın hiyerarşik izahatından uzak tutmak ve eşit, özgür ilkelere dayalı ekoloji özyönetim, özdisiplini, özdenetimi ve özeylemliliği esas alan bir formasyona kavuşmaktır. Dolayısıyla insani şartlar ve sosyalist olma bilinci yine özgürlük ve eşitlik ilkelerine göre ahlaki bir yaşamı benimsemek, bu ilkeler temelinde insan-doğa merkezli en temel ve dinamik değerleri olduğu gibi ekolojisttir de.
O halde tartışılması gereken eşitliği nasıl ele alacağımızdır. Eşitliği bir hak, adalet olarak mı yoksa farklı bir anlamda mı ele alacağız? Çünkü eşitlik de çeşitliliği aynılaştırma riski taşır. Dolayısıyla eşitliğin yerine farklı kavramlar mı tüketmeliyiz? Örneğin ekoloji hiyerarşik izahatı reddeder. Bazı çevreciler ekoloji ile çevreciliği aynı tutmaktadır. Ancak ikisi temelde farklı şeylerdir. Çevrecilik insanı merkez alan ve doğayı da insanın hizmetine sunan endüstriyel mantığın oluşturduğu bir çevre mühendisliğinden başka bir şey değildir. Ekoloji ise, toplum ve bilim felsefesini öngörür. Ve aynı zamanda toplumsal dönüşüm yasalarını, bilim gücü, yine sanatın estetiğiyle vardır. En belirgin özelliği zihniyet veya düşünce biçimi olarak algılamak daha doğrudur.
Ekolojik toplumda kadın
Mevcut durumda erkek egemenlikli sistemin kadın üzerindeki tahakkümünü sonlandırmakla başlamalı ve buna meydan okumalıdır. Bu zihniyet formuyla başlarken, kadın sorununu kotaya bağlamak ve ona göre dizayn etmek kadın kurtuluş çizgisine ve ekolojik bakıştan uzak bir duruş olduğunu baştan vurgulamak gerekir. Kadın üzerindeki erkek egemenliğe meydan okuma, yeni bir kozmik doğa ve epistemolojik kavrayışla gerçekleştirilir. Hiyerarşik toplum uygarlığı önce erkeğin kadın üzerinde tahakkümü ile başladı ve sonra sınıflı toplum uygarlığı olarak gelişti ve doğanın sömürülmesi, talanı, yıkımı başladı; özcesi ekolojik sorun, erkeğin kadın üzerindeki tahakkümüyle doğdu. Aynı zamanda ekolojik zihniyet ya da devrim ve dönüşümün gelişmesi de, tüm tahakkümcü zihniyetleri ve örgütlerini reddetmekle gelişir. Anlaşılması gereken nokta ise, hiyerarşinin olduğu yerde özgürlükten, eşitlikten ve adaletten bahsedilemeyeceğidir. Dolayısıyla altüst ilişkisine dayalı kategoriler varsa o zaman hiyerarşi ve tahakküm vardır. Tahakküm yalnızca sömürü olmadığı gibi, hiyerarşi de yalnız toplumsal sınıflar değildir. Bu nedenle kadın özgürlüğü ya da kadın kuruluş ideolojisinin can çekişen bir noktada durması kuşkusuz erkek egemenlikli ve hiyerarşik toplum uygarlığının tahakkümcü zihniyetinde kaynaklanmaktadır. Kadın ve erkek sorununu yaratan erkek egemenliğidir. Kadının bakış açısı, ekoloji perspektifini içermek durumundadır. İkisinin ortak düşmanı olduğu gibi hareket noktaları da neoliktir.
Kadınların günümüzdeki kimliği hâlâ aşırı derecede boyun eğmeye ve aşırı derecede sessizliğe bürünme üzerine kuruludur. Feminizm her ne kadar tehdit edici bir rol oynamaya çalışsa da bir muhalefet, iktidar söyleminin dışında bir kimlik mücadelesi verilmektedir. Geriye yine sakin ve iyi hümanist bir sav söylemi oluşturmak kalıyor. Burada iki yönlü kadın portresi çizmek ve ona göre bir kimlik oluşturmak kalıyor. Ya baskıcı Adem’e karşı başkaldıran ve onu terk eden lilith olacak, ya da onun yanında yaşamayı kabul eden, onun çizilmiş politikalarında sürüklenmeye hazır Havva olacak.
Ekoloji-toplum ve devlet
Sorunun düğümlendiği nokta ekolojik bakış açısının devleti nasıl gördüğüdür. Hiç kuşku yok ki, ekoloji-toplum bakış açısı devletsiz düşünebilmeyi ve çalışabilmeyi öngörür. Yani siyaseti, toplumu, devletin dışında birer olgu olarak değerlendirir. Bu demokrasi anlayışında da nitelikli özgürlük açılımıdır. Devlet varlığı demek özgürlüğün ve eşitliğin yokluğu demektir. Her şeyden önce ekolojik bir yaşam devletsiz bir zihniyetle yaşam bulur. Bu perspektif özgür birey, özgür toplum ve aynı zamanda demokratik sivil toplum anlayışını geliştirir. Devlete bulaşmadan demokratik ekolojik topluma ulaşmak aynı zamanda ahlak değer yargılarının çıtasını biraz daha yükseltmek demektir. Bu nedenle devletsiz toplum demokratik, ekolojik, cinsiyet özgürlükçü toplum demektir.
* Bolu F Tipi Cezaevi
Kaynak: Günlük
http://www.dicleuniversitesi.net/ekoloji/820-demokratik-ekoloji-ve-toplum.html
Jean Baudrillard ve Tüketim Toplumu – SİNEM GÜDÜM
Gerçek ihtiyaçlar ile sahte ihtiyaçlar arasındaki ayrımın ortadan kalktığı tüketim toplumunda birey, tüketim mallarını satın almanın ve bunları sergilemenin toplumsal bir ayrıcalık ve prestij getirdiğine inanır. İnsan bu süreçte bir yandan kendini toplumsal olarak diğerlerinden ayırt ettiğine inanırken, bir yandan da tüketim toplumuyla bütünleşir. Dolayısıyla tüketmek birey için bir zorunluluğa dönüşür. İnsani ilişkiler yerini maddelerle ilişkiye bırakır. Artık geçerli ahlâk, tüketim etkinliğinin ta kendisidir. Jean Baudrillard
—————————————————————————————————————————
Küreselleşme, hem dünyanın küçülmesine hem de bir bütün olarak dünya bilincinin güçlenmesine işaret eder. Küreselleşen dünya pazarında işletmeler de rekabet koşullarına ayak uydurabilmek için yeni pazarlama stratejileri geliştirmişlerdir. 1914’lü yıllarda Hanry Ford’un öncülüğünü yaptığı ‘seri üretim sistemi’ Fordizm, Post-Modern yaşam biçimiyle değişen tüketici, teknoloji ve piyasaların bir getirisi olarak 1970’lerden itibaren yerini Post-Fordizm’e bırakmıştır.
Bu yeni akımla paralel giden Post-Modernizm döneminde hem global pazar ekonomisini hem de tüketici kimliğindeki post-modern insanı farklı görürüz. Tüketim toplumu tabiri de işte bu dönemde, özellikle Batı ülkelerinde sanayileşme sonrası ortaya çıkan toplum şeklini tarif etmek için kullanılmıştır. Seri üretimin artmasıyla hızla değişen arz-talep dengesi, üreticileri ve hükümetleri farklı politikalara itmiş, üretilenlerin hızlı tüketilmesini sağlamak maksadıyla türlü yollar denenmeye başlanmıştır.
Bu yolların en önemlileri elbette kitle iletişim vasıtalarıdır. Yazılı ve görüntülü basınla (TV) birlikte son yıllarda bu ikisini de geçeceğe benzeyen internet, tüketim toplumunu yönlendirmede ve manipule etmede kullanılan başlıca kaynaklardır.
Baudrillard’ın belirttiği gibi, artık ihtiyaçlar medya tarafından belirlenmekte, neyin ihtiyaç olduğunu düşünecek zamanı bulamayan tüketici, önüne sunulan alternatiflere ‘evet-hayır’ cevabından birisini verebilecek kadar bir zamanı ancak bularak, şuurlu olmaktan çok, gayri iradî ve şuursuz bir şekilde cevaplar üretmektedir.
Postmodern tüketici, günlük mutluluk peşinde koşan, anında tatmin isteyen, ihtiyacının tatminini ertelemeyen, gelecek için bugünü feda etmeyen, geçmiş ve geleceği içerecek biçimde denemeyi büyük bir arzuyla isteyen, içerik yerine biçime daha çok ilgi duyabilen, hazcı yanı öne çıkan, kendisini tüketime hazır bir imaj haline getirmiş tüketicidir. Yeni Medya da işte bu tüketicinin taleplerini görmek üzere yapılandırılmıştır.
Günümüzde milyonlarca insan, internet üzerinden alışveriş etmektedir; giysileri denemeden, parfümleri koklamadan, sebze-meyveyi dokunmadan almaktadır. Tüketim sadece maddesel de değildir üstelik; arkadaş bulmak, sohbet etmek, çeşitli aktivitelere katılmak, hatta evlenmek de internet üzerinden, fazla emek vermeden, kolay ve hızlı bir şekilde yapılabilmektedir. ‘Yeni Medya’ düzeninde her birey başlı başına bir ‘medya kanalı’ olmuştur adeta. Bireylerin, kaç takipçisi olduğu, ürettiği içeriklerin ne kadar paylaşıldığı gibi verilerin ölçümünü yapan http://www.klout.com gibi birçok site vardır. Bu akımı geleneksel medyadan ayıran en önemli özellik de işte burada yatmaktadır.
John Tomlinson, “Kültürel Emperyalizm” isimli kitabında, “Marlboro ve Coca Cola içmek bizim kültürel yazgımız mı?” diye sorgular. Bunu yaparken de Stuart Hall gibi pek çok kuramcının, otantik kültürlerin Batı’nın (özellikle de Amerika’nın) gelişkin kapitalist kültürü tarafından işgal edilerek “popüler” hale getirildiğini savunduklarını hatırlatır (Tomlinson,J. 2010). Zamanımızın en ünlü düşünürlerinden Jean Baudrillard da Batı kültürünün bir dizi simülasyon modeli ya da düzeni olarak gelişmiş olduğu yönündeki meydan okuyucu teziyle dikkat çekmiştir. Ünlü düşünüre göre, reklamların vaad ettiği kişiselleştirici farklar tam tersine kişiler arasındaki gerçek farkları yok ederek kişileri ve ürünleri türdeşleştirir. “Bireyin narsizmi ayrıksılığın hazzı değil, kollektif niteliklerin kırılıp yayılmasıdır.” (Baudrillard, J. Tüketim Toplumu. s.107) Öte yandan gerçek imkânları cılızlaşan ve denetim altında sıkışan beden yüceltilir.
Marlboro reklamlarında işlenen yalnız kovboy ve sigara temaları, Levis reklamında yarı çıplak direkte asılı duran delikanlı ve genç kızın asilikleri ile yarattıkları ‘farklılık’ ne kadar doğrudur? Neyin simulasyonudurlar? Reklamlarda verilen mesajlar kimlerin çizdiği kurallara göre sunulur? Misal vermek gerekirse, sigara içenin ayrıcalıklı olduğu mesajı gerçek hayata dönüp de istatistiklere bakıldığında pek de doğru çıkmamaktadır. Bu durumda reklamın tersine, sigara içmeyenler daha ayrıcalıklı olmalıdır. Aynı şekilde Levis giyip de herkesten farklı olacağını düşünen gençler sokağa çıktıklarında giydikleri markanın ne derecede yaygın olduğunu görmelidirler. Fakat durum nedense böyle olmamaktadır. ‘Şeyleşen’ meta, insanın gözünü mi bağlamıştır?
Diane Crane, “Moda ve Gündemleri” isimli kitabında, giyimini dert eden herkesin aslında belli bir ölçüde başkalarının da giyimini taklit ettiğine dikkat çeker. Semt pazarlarından alınan ünlü markaların taklitlerine de ‘Bir sınıf atlama isteği’ olarak yorum getirir (Crane,D. 2010). Marka satın almak, bireyin belli bir kimlik oluşturma aracı olurken, kitle kültürünün sürekli beslediği “Tüketim Toplumu”, şirket logolarını üzerlerinde taşıyan insanlar üretmiştir (Willis, 1993). Bu şekilde yaratılan toplumsal standartlaşma sonucu, popüler kültürün, diğer bir adıyla kitle kültürünün belirlediği standart tüketim davranışları toplumu sürekli etkisi altına almaktadır.
TÜKETİM TOPLUMU KAVRAMI
“Tüketim Toplumu” ya da “Kitle Kültürü” daha önce aralarında Frankfurt Okulu yazarlarının da bulunduğu birçok düşünürce eleştirilmişti. Bu düşünürler kendilerini -potansiyel de olsa- bir toplumsal muhalefetin parçası olarak görüyorlardı. İsteği dışında kendi hakikatine yabancılaştırılmış, iktidarca manipüle edilmiş ama yine de bu durumdan kurtulma umudunun var olduğu bir toplum söz konusuydu.
Rosenau, ‘Post-Modern birey, parçalanmış bir kimliğe karşılık gelir’ der. Kendi temelsizliği üzerine temellendirilen bu özne, ayrık bir kişiliğe ve parçalanmış kimliğe sahip bir “persona” dır. Postmodern özne, paradoksal bir anlam içinde, hem özgürdür hem de özgür değildir: Özgürdür, çünkü olumsal güçler öbeği tarafından belirlenmiş ve biçimlendirilmiştir; özgür değildir, çünkü Adorno’nun söylediği gibi “kendini ‘Ben’ olarak ortaya koyan şey gerçekte bir ön yargıdır.”
Frankfurt Okulu düşünürlerinden Theodor Adorno, Aydınlanmanın Diyalektiği adlı yapıtında ilk kez kullanılan “Kültür Endüstrisi” kavramının doğuşundan söz ederken ilk önce “Kültür Endüstrisi” yerine “Kitle Kültürü” kavramını kullandıklarını belirtmektedir.
Adorno, sözü edilen kullanımın popüler sanatın çağdaş biçimi olarak algılanması olasılığına karşı ‘Kültür Endüstrisi’ ile ‘Kitle Kültürü’ arasında bir ayrıma gittiklerini ifade etmektedir. Kültür endüstrisi, eski olanla tanıdık olanı yeni bir nitelikte birleştirirken tüketicileri kendisine uydurmaktadır. Bu bağlamda da “metalaşma”, “şeyleşme” ve “fetişleşme” kavramları öne çıkmaktadır. Benjamin, Adorno ve Marcuse gibi düşünürlerin kitle kültürüne eleştirel bakışına, yirmi birinci yüzyılda kültür endüstrisinin ana sektörlerinden biri olarak yerini alan televizyonun ve reklamların konumu irdelenirken de gereksinim vardır.
Benjamin’e göre, modern dönemi betimleyen özellikler arasında şunlar vardır: (1) Modern dönemin betimleyici özelliği metaların kitlesel üretimi ve insan ilişkilerinin şeyselleşmiş oluşudur; (2) buna teknolojik değişim neden olmaktadır; (3) bunun sonucu ise, geleneğin ve geleneğe dayanan yaşam tarzının yıkılıp yok olmasıdır; (4) imgeler (imajlar) metalaşmışlar, algılamalarımızın nesneleri olmuşlar, fantazyalarımızın materyalize olmuş biçimlerine dönüşmüşlerdir. Yani, yaşam deneyimlerimiz algılama ve fantazya düzeyinde de değişim göstermişlerdir; (5) imgeler ve nesneler, algılamalarımızın nesnelerine, fantazyalarımızın materyalize olmuş biçimine dönüşüp metalaşmış bulundukları için günümüzde çok önem kazanmışlardır; (6) günümüz yaşamının gerçekliğinin anlaşılmasında, bu nedenle, fantazyaların ve imgelerin tarih ve kültür açısından doğru bir biçimde açıklanması büyük önem taşımaktadır (Aktaran: Oskay, 1981a:4).
BAUDRİLLARD VE YENİ TÜKETİM TOPLUMU
Tamamen bireysel bir bakış açısıyla iktidarı da muhalefeti de eleştirip dışlayan Baudrillard ise yeni tüketim toplumunun artık asıl/kopya, gerçeklik/görünüş gibi karşıtlıklar kurularak açıklanamayacağını, çünkü yabancılaşılan bir insan özünün ve hakikatinin ve buna bağlı olarak hakikati temel alan toplumsal muhalefet biçimlerinin yok olduğunu, bir simülasyona dönüşen gündelik hayatın gönderme yapabileceği dolaysız yaşam biçimlerinin ortadan kalktığını iddia eder. Baudrillard’ı sosyalist görüşten ayıran temel fark budur.
Baudrillard’ın ‘Simulakra ve Simulasyon’ isimli kitabında bahsettiği yalnızlaşan toplumu düşündüğümüzde, bilgi çağıyla yaratılan ‘yapay gerçeklikte’ birey, ‘virtüel ‘avatarı’ ile bütünleşmekte ve kimliğinden uzaklaşmaktadır. Bu yapay gerçeklikte birey, kendi kendisinin kölesi olmuştur. Artık tüm sistem ve düzen değişmiştir.
Dünya düzeninin değişiyor olduğuna dair ilk sinyalleri elbette ki medya vermiştir. Yaklaşık kırk yıl kadar önce, Amerika’da Loud Ailesi ile 1971 yılında başlayan ilk ‘Reality Show’ programıyla artık birey televizyona değil, televizyon onun nasıl yaşadığına bakar olmuştur. Baudrillard, bu bağlamda, ‘Panoptik Gözetleme Sistemi’nden, aktifle pasifin yok edildiği bir caydırma sistemine geçildiğine değinmektedir. Model ve gerçeğin birbirine karıştığı bu “hiper-gerçek dünya” artık bireyi haber yapmaktadır. “Haber sizsiniz, toplumsal sizsiniz, olay sizsiniz…” Yedi ay aralıksız sürdürülen çekimler sonucunda Loud ailesinden geriye kalan ne yazık ki sadece 300 saatlik bir film olmuştur; çift boşanmış, çocuklar ise dağılmıştır. (Baudrillard, J. Simulakrlar ve Simülasyon.1982, s: 53).
Toplumun büyük bir kesimi tarafından ilgiyle izlenen bu tarz ‘Reality Show’larda bireyler kendi kimliklerine en yakın buldukları kişilerle adeta bütünleşerek ‘taraf olma’ ve ‘ötekileştirme’ yaklaşımını göstermişlerdir.
Tüketim Toplumu, bu tarz programlarda da gözlemlenebildiği gibi, radikal bir toplumsal muhalefet yaratamaz. Ancak anomi ya da anomali üretir; amaçsız şiddet, kollektif kaçış davranışları (uyuşturucu, hippiler) yorgunluk, intiharlar, sinir hastalıkları, iç sıkıntısı ve suçluluk duygusu bu topluma hakimdir…
Büyük ölçüde birbirine benzeyen, televizyon dünyasındaki gibi konuşan, gülen, düşünen, giyinen bireylerden oluştuğu için toplum artık varlığının anlamını bulmaya çalışmaz. Toplumla ilişkisini bir dünya görüşü çerçevesinde temellendirmek isteyen birey tipi büyük ölçüde ortadan kalkmıştır. Televizyonda görünen hayat izleyicisine zorla dayatılan, onun yabancısı olduğu bir hayat değildir. İzleyici televizyonda, zaten yaşadığı ya da en azından özlem duyduğu bir hayatın yansımalarını görmektedir. O, ‘Bihter yüzükleri’ ve ‘Shakira kemeri’ alarak mutsuzluğunu gidermeye çalışacaktır.
MUTLULUK VE TÜKETİM TOPLUMU
“Eşitlik talep edilene kadar eşitsizlik yoktur!” J. Baudrillard
Mutluluk kavramının ideolojik gücü toplumsal ve tarihsel olarak modern toplumlarda mutluluk söyleminin EŞİTLİK söylemini canlandıran söylem olmasından ileri gelir. Eşitlik söylemi, SANAYİ DEVRİMİ sonrasında üstlendiği politik ve sosyolojik güç ile mutluluk kavramına devredilmiştir. Mutluluk, ‘eşitlik’ olarak ‘lanse edildiğinde’ ve/veya algılandığında ise, bu kavrama ölçülebilirlik katmak ihtiyacı doğar. Tocqueville, ‘Mutluluk, nesneler, göstergeler ve ‘konfor’ aracılığıyla ölçülebilir refahtır!” der. Kanıtlara ihtiyac duymayan ‘içsel mutluluk’ kavramı, tüketim toplumu inanışında hemen dışlanır! Bu idealde mutluluk, öncelikle eşitlik (ya da ayrıcalık) talebidir ve bu yüzden kendini görünür ölçütler bakımından göstermek zorundadır (Baudrillard, J. Tüketim Toplumu. s:52-53)
Bu toplumun dili tüketimin dilidir. “Bireysel ihtiyaçlar ve hazlar bu dile bağlı olarak sözden ibarettir.”( Baudrillard, J. Tüketim Toplumu. s.88) Haz zevk olarak değil ama yurttaşlık görevi olarak kurumsallaşmıştır. Birey etkin bir şekilde kendini tüketmeye hasretmelidir, aksi taktirde toplum dışı kalmak tehlikesiyle karşılaşır. Marjinal konuma düşmek istemeyen her birey çalışma piyasasına uygun bilgi ve beceri birikimini her an yenilemek, “işin içinde olmak”, giyim kuşamından genel kültürüne kadar her şeyine dikkat etmek zorundadır.
“Tüketmekte ya da tüketmemekte özgür olan savaş öncesinin küçük tasarrufçuların ya da anarşik tüketicilerin artık bu sistemde yapacakları hiçbir şey yoktur.”(Baudrillard, J. Tüketim Toplumu. s.91)
FARKLI İHTİYAÇLAR VE TÜKETİM TOPLUMU
Tüketim toplumunda ruhun yerini beden almış, tutku dışlanmıştır. Bedenin etrafı sağlık, perhiz, tedavi, arzu gibi söylenlerce kuşatılmıştır. Reklamlar bireyi yatırım nesnesine dönüşen bedenlerini keşfetmeye davet eder. Yeni cinsellik ” ‘işlevsel’ bir konuttaki sıcak ve soğuk renkler oyunu gibi sıcak ve soğuktur(s.161). Erotik olan artık arzuda değil göstergelerdedir. “Kadının bedeni… reklamda görülen diğer cinsiyetsiz ve işlevsel nesnelerin türdeşi olur.” (s.162)
Özneye gelince “artık ne ‘kendi’ ne ‘kendi-özne’ ne de dolayısıyla kendinin başkalaşması, yani kelimenin doğru anlamında yabancılaşma vardır (s.240) Tüketimin oyunculluğu içinde bireysel kimliğin trajikliği yok olur.
Tüketim toplumu kültürü halkın ayağına götürür. Bir çift çorap ya da bir bahçe koltuğu, bir kilo domatesle aynı anda hipermarketten alınabilmektedir (s.124). Kültürel nesneler çamaşır makinasıyla aynı tarzda tüketilmektedir. Bu kültür gerçekten kültür sahibi olanları ve geleneksel kültürün kendi kendini yetiştiren marjinal kahramanını dışlar. Tüketim toplumunun kültürü insanları toplumsal ve mesleki olarak bütünleştirir ve birbirlerine uyumlu hale getirir.
Tüketim toplumunun insanı boş zaman etkinliklerini çalışma alanında hakim olan zorlama ahlakı çerçevesinde gerçekleştirir. “Bronzlaşma saplantısı… güneş altındaki bu zorunlu cimnastik ve çıplaklık ve özellikle de eksiksiz yaşamaya özgü bu gülüş ve bu neşe hepsi birlikte aslında ödev, fedakarlık, çilekeşlik ilkesine adanmanın belirtisidir. ” (s.190-191) Aynı zorlama insanlar arasındaki doğal sıcaklık ve gülümsemenin yerini kurumsal nezaketin ve gülümsemenin almasına yol açar. İçtenliğin yok olmasıyla birlikte “… reklamın yakın, içten, kişisel iletişim tarzlarını taklit ettiği görülür.” (s.197) Bireylerarası ilişkilerde varılan nokta gerçek sıcaklığını kaybetmiş bir diyalog zorlamasıdır.
Tüketim Toplumu neden meydana gelmiştir?
Baudrillard, tüketim toplumunun meydana gelişinin altında yatan sebepleri ortaya koyarken, şunları söylemektedir:
“Tarihte aynı olayların iki defa vuku bulduğu olur. Birincisinde bu olaylar gerçek bir tarihî değere sahipken, ikincisi birincisinin karikatürüdür ve grotesk (garip, acayip, fıtrî olmayan) bir serüvendir; efsane olmuş bir atıftan beslenir.”
Bu tespitin ardından Baudrillard, yitirdiğimiz değerleri, gerçeklerinin yerini tutamayan sunî düzenlemelerle telâfi etmeye çalıştığımızı belirtmektedir. Yeşilini yitiren hayatta yok olan insanlık, şehirlerin göbeğinde oluşturduğu sunî teneffüs borusu misali parklarla vicdanını rahatlatmaktadır. İnsanlık, tarihe karışmış bazı güzellikleri, ritüel biçiminde, zorla yeniden güncelleştirerek tüketmektedir.
“Saf ve temiz bir görünüme sahip olmak isteyen her şey karşıtına dönüşmektedir… İktidarlar ancak bir ölüm simulasyonuna baş vurarak gerçek ölümden kaçabileceklerine inanır.” (Baudrillard,J. Simulakrlar ve simulasyon. P:39)
Bu, tüketim toplumunun özelliğidir. Günlük haberlerin acımasız yalancılığı, kitle iletişimi yoluyla bütün felâketlerden yola çıkarak günlük hayatın sadeliğini ve sakinliğini yüceltmektedir. Cinayetler, hırsızlıklar ve tecavüzler her gün haber konusu yapılmakta, bunlardan yola çıkılarak faziletli bir topluma hasret yansıtılmaya çalışılmaktadır.
Tüketim toplumunda yayınlar paradokslarla doludur. Bir yandan asil evlilikler yüceltilirken, diğer yanda “televole” tarzı programlar ile aldatma ve ihanet meşrulaştırılmaktadır. Ailelerin çöktüğü, toplumun felâkete sürüklendiği anlatıldıktan hemen sonra bütün ihanetlerin iç içe girdiği “yalan rüzgârları” estirilip kalan soylu kırıntılar süpürülüp atılmaktadır. Çünkü medya için önemli olan tüketim toplumuna, hızla tüketeceği malzemeyi pompalamaktır. Gâye, sahte ağlamalarla soylu tüketiciyi okşamak, ardından da bedenî hazlara ve doymaz ruhlara yalancı baharlar yaşatmaktır. Yaşatılan baharlarda bir nostalji havası estirilir, erdemler tek tek sıralanırken, hedef, gerçeği yaşanıp bitmiş olayları sembolik olarak tekrar körükleyip tüketim kültürü oluşturmaktır: Tüketim kültürü ya da kültür tüketimi…
Kültürel Yeniden Çevrim (Recycling) veya Tüketilme
Baudrillard “bilgi gelişimi” tabiriyle, bir yeniden çevrimi anlatır. Çünkü günümüzde moda, bilgidir. Enformasyon toplumunun içinde yaşayan her fert, bilgili olmak, gelişmeleri takip etmek zorundadır. Daha doğrusu öyle yapıyor görünmelidir. Yoksa aslında ortada bilgi geliştiren falan yoktur.
Günümüz insanının bilgiye ulaşma çabaları, modayı takip etme gayretiyle aynıdır. İkisinin de yaptırımı içtimaî muvaffakıyet yahut dışlanmadır. Dolayısıyla işimiz, rasyonel bir ilmî birikim süreciyle değil, rasyonel olmayan bütün diğer tüketim süreçleriyle dayanışma içindeki içtimaî yapıyladır.
Yaşadığımız çağda her şey yeniden çevrim sürecinin içindedir. Tabiat, sanat, bilim ve bunun gibi her şey… Tabiat sevgisi, çevreyi koruma çabaları, kirliliğe karşı meydanlarda atılan nutuklar, sanki bütün kötülüklerin müsebbibi kendisi değilmiş gibi, insanoğlunun yaşanmış değerleri sunî olarak yeniden tüketme girişimidir.
Sanat eserlerinin en kıymetlisinden en bayağısına kadar aynı ortamlarda sergilendiği, kıymetsiz olanın kıymetlisine bir zarar vermediği görülür. Nadir sanat eserlerinin kopyalanıp seri olarak üretilmesinde bir mahsur yoktur. Çünkü çevrimde sıra onlara gelmiş, tüketilme zamanı medya tarafından ayarlanmıştır.
Kierkegaard’ın yüz binlerce adet satması, insanların kültür seviyesinin arttığının, onun anlaşılmaya başlandığının göstergesi değildir. Eser kendi özünü büyük ihtimalle kaybetmiş, satın alınan kitapların çoğu medyanın tesiriyle edinilmiş birçoğu da büyük ihtimalle okunmamıştır. Çok satması, sadece çevrim sırasının ona gelmesindendir. Bu çarkın işleyişi nadiren bozulur. Halbuki fikir eserlerinin, cevherin kadrini bilecek azınlık tarafından takip edilmesi belki daha sağlıklıdır. Aksi takdirde eser, kendi referans kodunu kaybedip, harcanma sürecinde, modası gelen bir elbise ya da yeni üretilmiş bir çamaşır makinesiyle aynı semantik alanı paylaşacaktır.
Bilim için de aynı şey söz konusu olmaktadır. İnsanlar ilmî bir dergiyi okumak için aldıkları kanaatindedirler, fakat bir çoğu okunmadan kenarda bekler. Gaye, bir üst kültür seviyesinin paylaşıldığı topluluğa ait olma isteği ve gayretidir. Ortak kodları ve mesajları iletişim maksadıyla kullanabilme isteği, düşünmenin, bilgiyi kullanmanın üstündedir.
En Küçük Ortak Kültür
Televizyon ve radyoların düzenlediği yarışma programlarının aslında hiçbir öğretici yanı yoktur. Katılanların çoğunun heyecandan doğru cevap veremediği, ama yine de mutlu olduğu görülür. Çünkü istediklerini elde etmişlerdir; istedikleri şey paylaşımdır. Paylaşımın modern bir biçimi olan iletişim ve temas hedeflenmiş, o da başarılmıştır. Törenlerle yapılan paylaşımlar günümüzde yerini kitle iletişim araçlarıyla paylaşıma bırakmıştır.
İnsanlar, biyolojik bedenleriyle fiilî olarak bir şeyi paylaşmazlar. Paylaşılan, kitle kültürü olarak adlandırılabilecek en küçük ortak paydadır. Tüketim toplumunda ortalama ferdin sahip olması gereken en küçük standartlar ve moda olan işaretler bütününe ne kadar erişilirse, o kadar başarılı olunmuştur.
Kitle iletişimi, kültürü ve bilgiyi dışlamaktadır. Katılımlar, içi boşaltılmış semboller aracılığıyla gerçekleşir ve hayatın içinde birer merasime dönüştürülerek yüceltilir. Bunda tabiî ki yine yaygın olarak medya kullanılmaktadır.
Medya, tüketicinin davranışlarını yönetir ve insanlara zevkleri hatırlatıp, bu zevklerin nasıl olması gerektiğini öğretir. Reklâmlar, bu konuda ciddî yatırımlar yapılarak geliştirilmekte, insanların eğlenerek ve hoşlanarak seyredeceği şekle sokulmaktadır. Hâlâ “annesinin televizyonunu, margarinini, elektrik süpürgesini kullananlar” dışlanmakta, yeni modeller sunulmaktadır. Alternatiflerin sunuluşu öyle kurnazcadır ki, “alayım mı?” sorusunu sormak aklımıza bile gelmez, “hangisini almayalım?” sorusunu, farkında bile olmadan kendimize sorduğumuzu görürüz.
Reklâmlarda hep “prezentabl” (eli yüzü düzgün, gösterişli) tipler kullanılarak model insan paradigmaları oluşturularak önemli insanların “A” ürününü seçtiği ihsas edilmektedir. Tüketici bu durumda nesnenin faydalılığı ile ilgili soruya değil, nesnenin ona toplumda kazandıracağı statü ile ilgili soruya cevap vermektedir.
Sembollerle kuşatılmış sanal bir dünyada gibiyiz. Mahremiyetin dönüşümünü yaşıyor, kendimize ait bir hayat süremiyoruz. Ferdiyetçiliğin zirvesine çıkma aşkıyla yaşadığımız yılların sonunda en tepeden uçuruma yuvarlanırken, bireyselleşmeyle mahremiyetin farkını çok geç görmenin acısını çekiyoruz. Ne “ben” olarak kalabiliyor ne “biz”e ulaşıyoruz. Başkaları tarafından kurgulanmış bir hayatın figüranlığını yapıp senaryomuzu “öteki”lere yazdırıyoruz. En kötüsü de bunun farkında olmamamız. Öyleyse yapılacak şey nedir? Baudrillard’ın sözleriyle noktalayalım:
“Sistemi başarısızlığa uğratabilen tek şey terörizmdir. Çekilen bir söylevin, ironik bir gülümsemeyle sıfırlanması, kölenin yadsınmayı yadsıyan o bir anlık tavrıyla efendisinin gücünü sıfırlayıp keyfini kaçırması gibi, terörizm de her şeyi tersine çevirdiği sırada, alttakinin bıraktığı izleri silerek onu sıfırlamaktadır… Düş gücünü harekete geçirebilen tek şey terörizmdir.”
KAYNAKLAR
Kitaplar
Baudrillard, Jean (1997). Tüketim Toplumu. İstanbul; Ayrıntı Yayınları.
Baudrillard, Jean (1998). Simulakrlar ve Simulasyon. İstanbul: Doğubatı Yayınları
Baudrillard, McLuhan, Foucoult, Chomsky, Postman, Lacan, Zizek (2003). Kadife Karanlık. (Haz: Rigel N, Batus G, Yücedoğan G, Çoban B.) İstanbul; Su Yayınları.
Benjamin, Walter (1990). Benjamin, Baudelaire ve Pasajlar. (çev.: Ahmet Cemal), İstanbul; Argos Yayınları. 28: 50-52.
Crain, Diane. (2010). Moda ve Gündemleri. İstanbul; Ayrıntı Yayınları
Pepitone, A., (2000). Cross Cultural Research, Sage Publication Inc.
Tomlinson, J. (2010). Kültürel Emperyalizm, İstanbul; Ayrıntı Yayınları
Makaleler ve diğer çalışmalar
http://www.isguc.org/?p=article&id=17&cilt=5&sayi=1&yil=2003
Sessiz Devrim – Dr. Steve Best
(Ulusal Evsiz Hayvanlar Günü’nde yapılan bir konuşma)
17 Ağustos , 2002
Bizler hayvanlarla ilgili, onları temel haklar ve içsel değerlerle donatan , artık onları eşya ya da kaynak olarak görmeyen, kavramsal değişimlerin tam ortasındayız. Bu durum insan zihninin tarihinde en önde gelen türden evrimsel bir ilerleme, etik gelişimi ve ahlâk toplumunun genişleyip büyümesi anlamında önemli bir aşama.
Ama eski kavramlar zihinlerimizi ve ahlâkımızı ilkel bir düşünce zindanına zincirlemeye devam ediyor: şu anda hayvanlarla ilgili yasalarımız ve dilimiz eski Roma günlerine, hayvanların, kadınların ve çocukların köle oldukları dönemlere kadar gidiyor. Zaman içerisinde insanlar resmî şekilde özgürleştirildi ama hayvanlar hâlen hapiste; yasaya göre eşya ya da meta olarak tanımlanıyorlar ve insanlar da onların hiç bir sorumluluğu olmayan efendisi, sahibi ya da Tanrıları olarak görülüyor. Eğer bir hayvanın ekonomik ya da “bilimsel” bir işlevi varsa,o zaman insanların yasal olarak hayvanlara istediği şeyi yapmasını engelleyecek hiç bir şey yok demektir.
Dünyayı anlamak için kullandığımız dil son derece önemli; bu dil düşüncelerimizi şekillendiriyor, kısıtlıyor; eğer doğayı bir makine gibi tanımlarsak o zaman ona varoluşumuza yabancı şeylerin bir parçası gibi davranırız. Aynı şekilde eğer hayvanlara eşya ve nesne muamelesi yaparsak, o zaman onlara yaşamı olmayan şeyler, sıradan basit metalar ya da kullanıp atılabilir objeler gibi bakmaya doğru meylederiz. Bu tür kavramlara minnet duyan insanlar hayvanları zincire vuruyor, hayvanları gıda, tıbbi ve eğlence kaynakları olarak sömürüyor; ya da mobilyalarını tırmıkladılar diye ötenazi uygulayarak öldürtüyorlar.
Ama hayvanlar ne bir nesne , ne de aptal canlılar; onlar bizimle temel ortak noktaları paylaşan yaşam özneleri: bu ortak noktalar; duygular, zengin bir sosyal dünya ve yaratıcı bir zekâ. Bu şekilde hak sahibi olmayı hakediyorlar, onlara saygı göstermemizi hak ediyorlar, ve onları herhangi bir şekilde sömürdüğümüz zaman yanlış davranmış oluyoruz.
Değişimin mayası içinde, sessiz bir devrim bütün ülkeye yayılıyor; hayvanları savunanlar şehir kodlarındaki dili değiştiriyorlar, hayvan” sahibi” kelimesi yerine hayvan “koruyucusu” sözcüğünü koyuyorlar. Eğer Los Angeles’te ya da Rhode Island’da kedi veya köpek lisansı için başvurursanız, artık o hayvanların sahibi değil koruyucusu oluyorsunuz.
Eğer hayvanlar bizim mülkümüz değilse, biz de onların sahibi değiliz. İnsanlar yaşamayan nesnelerin sahibi olabilir, yaşayan öznelerin değil. “Sahip” terimi, bir bağ olması gereken yere uçurum koyuyor; aslında bir ve tek olan bir biyolojik toplumu bölüyor; ve sorumluluk duymak yerine iktidar sahibi olmayı işaret ediyor. Ama koruyuculuk daha geniş bir ahlâki alan içerisinde hayvanların refah ve iyi olma durumlarına ömür boyu etkin bir şekilde dahil olmaya işaret ediyor.
Koruyucuların hayvanlara yönelik sorumlulukları sadece hayvanlara zarar vermemek değil, ayrıca onlara iyi davranmak- yardımlarına ve onları kurtarmaya gelmek, onları her türden istismar ve ihmalden kurtarmak, her kafesi açmak. Ölmek için bekleyen kedi ve köpekler; fabrika çiftlikleri ve mezbahalardaki kuş, domuz ve büyük baş hayvanlar; okyanustaki balina ve yunuslar; ve ormanlardaki ayı ve kurtların hepsi bize muhtaçlar.
Hayvanlar karşılığında ancak bizim el uzatabileceğimiz bir yardım çığlığıyla ağlıyorlar; bizlere reddedilemeyecek iç parçalayıcı gözlerle bakıyorlar; onlarla olan ilişkimiz kutsal bir güven ilişkisi, bu ilişki asla bozulmamalı.
İşte bu yakınlık ve dayanışma ruhu içerisinde insan toplumunun bir parçası olan hayvanlarla bir araya geliyoruz; bizimle onlar arasındaki benzerlikler, bütün farklılıklardan ahlâken daha önemli ve daha bağlayıcı; evrimsel bir sürem içerisinde hepimiz tek bir yaşam ailesiyiz.
ABD’de her sene ötenazi metoduyla milyonlarca evsiz hayvan öldürülüyor; kendi bölgemiz El Paso, Teksas’da geçen yıl 22 bin hayvan “uyutuldu”. 22 bin değerli yaşam. Yani;
Yüreğimize saplanmış 22 bin bıçak darbesi
22 bin gözyaşı
Anlayanlar için 22 bin darbe
Başarısız olduğumuz 22 bin an
Bu gece burada olmamız için 22 bin sebep
Bu gereksiz acı ve öldürmelere son vermemiz için vermemiz gereken 22 bin söz.
Dostlarımız, arkadaşlarımız, sevdiklerimiz, aile üyelerimiz ve yaşam macerasında ortaklarımız olan hayvanlara şunu söylüyorum: Ağlayışlarınızı duyuyoruz ve bizler de ağlıyoruz- toplumumuzdaki herkesten size yardım etmesini, sizin bulunduğunuz bu derde büyük önem vermelerini, kaderimizin sizin kaderinize bağlı olduğunu anlamalarını ve tek tek her bir yurttaşın bu güzel dünyanın ve onun göz kamaştırıcı yaşam biçimlerinin koruyucuları olmasını istiyoruz.
Çeviri : CemC
http://hayvanozgurluguhareketi.wordpress.com/2011/03/13/sessiz-devrim/#more-627
Dr. Steve Best Röportajı – Sol hayvan hakları hareketini niçin küçümsüyor?
Sizce anti-kapitalist Sol ve hayvan hakları hareketi arasında neden bu kadar çok gerginlik var?
Sol hayvan hakları hareketini küçümsüyor; çünkü Sol hem hümanist hem de tür ayrımcısı. Sol politikalar her zaman içni insan haklarıyla ilgilidir.
Hayvan hakları anlamında Sol’un ulaşabildiği en üst etik noktası hayvan refahçılığı, o da aslında hayvanlara işkenceye devam etmek için uydurulmuş bir kılıg, ayrıca endüstrinin etiği. Temiz Kömür gibi bir şey.
Sol ayrıca hayvan haklarındaki insanları elitist olarak görüyor. Farklı ırktan insanlar belki biraz haklı olarak hayvan haklarını savunanları ırkçı olarak görmese de bile ırkçılık karşıtı olarak da görmüyor.
Hayvan hakları hareketi ve vegan hareketinde bir beyaz elitizminde söz edebiliriz, buna şüphe yok.
Hareket ağırlıklı olarak beyaz ve orta sınıf insanlardan oluşuyor. Pahalı ve içine zulüm bulaşmamış ürünleri savunuyorlar. Ama elbette merkeze ulaşmıyor bu mesaj. Asla farklı ırktan insanları hedef almıyor. Beyaz ve siyah veganlar arasında büyük bir uçurum var. Gerçekten çok izole bir hareket.
O halde bir dereceye kadar, hayvan haklarına yönelik eleştirilere katılıyor musunuz?
Evet. Benimle ilgili anlamanız gereken şey, benim Soldan yola çıkmış olduğum. Emperyalizme, cuntalara, neoliberalizme ve kapitalin yapılarına bakarak yola çıktım.
Marks ve bütün Sol Darwinci geleneği içselleştirdi. Kesinlikle doğal evrimi ve sosyal evrimi anlıyorlardı. Hayvanlar olarak nasıl evrim geçirdiğimizi ve toplumların tarih boyunca nasıl evrim geçirdiğini anlıyorlardı.
Hatırlayın, Marks Darwin’den çok etkilendi. Das Kapital: vOlume One’ı Darwin’e adamak istedi. Ama Darwin’den öğrenemediği şey Darwin’in hayvan kontinyumu içerisinde türlerin devamlılığına yaptığı vurguydu. Bütün hayvanların zengin öznel dünyaları var, kompleks duyguları ve ilgi çekici zihinleri var. Ancak Sol hayvanları makinelere indirgedi.
Peki sizce iki mücadelenin birbirine eklemlendiği yer neresi?
Hayvan haklarını savunanlar insanların ezilmesi ve hayvanların ezilmesi arasındaki bağlantıları kurmuyorlar.
Bağ kurmuyorlar; mesela, tür ayrımcılığı ve ataerkillik, ırkçılık ve tür ayrımcılığı arasında bağ kurmuyorlar. Tür ayrımcılığı ve kapitalizmin bir soykırım yaratmak için nasıl bir arada çalışabileceğini, her yıl sadece yemek için 50 milyar hayvanın küresel bir soykırımla nasıl öldürüldüğünü görmüyorlar.
Bu da çevreyi yıkıma uğratıyor. Yoksul insanlar tarım endüstrileri işe el koyabilsin diye topraklarından sürülüyor.
Bunların hapsi kurulması gereken bağlar, ama iki taraf da bunu yapmıyor.
Ama hayvanları sömürerek kapitalistler bir tüketici talebini yerine getirmiş olmuyorlar mı? Bu talebin sosyalist bir toplumda kaybolacağını düşünmüyorsunuz, değil mi?
Hayır, çünkü insanlar tür ayrımcısılar.
Eğer bütün bunların nasıl beraber işlediğine bakmak isterseniz, fabrika çiftçiliğine bakabiliriz. Kapitalizmde fabrika çiftçiliği talep yaratan bir endüstri haline geliyor.
Bütün bu et ve süt ürünlerinin reklam edilmesi talebi harekete geçiriyor ve çıkar elde etmek amacıyla talebi doyurmak istiyor, bunu yapmak için de mümkün olan et etkili teknolojik koşulları kullanıyor.
Yani bu da buradaki esas hedefin hayvanların insancıl şekilde refahlarının korunması olmadığını gösteriyor. Buradaki esas hedef yetkinlik. Kapitalizm Taylorizasyon ve endüstrileştirme yöntemlerini kullanarak hayvanların gıda olarak üretilmesini kitle-mekanize bir boyuta taşıyarak yapıyor.
Bunun sonuçları ne? İnsanların sağlığı yok oluyor: kanser, inme, obezite- dünyanın her yanında on binlerce insan ölüyor her gün.
Sebeplerden biri kesinlikle politik. İnsanlardan yiyecekleri saklayan, çalan, insanlara gitmesi gereken yiyeceklerden para kazanan otoriter rejimlerle alakası var bu durumun.
Ama kaynakların azalması ile de ilgisi var.Et yemenin ne kadar etkisiz olduğuyla ilgili istatistiklere bakabilirsiniz.
Doğrudan topraktan yiyin; hayvanı bu denklemden çıkarın. Yulaf ve mısırın %89’u büyük baş hayvanlara yediriliyor- insanlar yemiyor. Artık sera gazı emisyonunun en büyük sebebinin ulaşım endüstrisi değil tarım ticareti olduğunu söylüyorlar.
İki hareket sizce birbirinden neler öğrenebilir?
Sol’un hayvan hakları ve vegan hareketten öğrenebileceği şey bence bu son ayrımcılık biçinden, hiyerarşik tahakkümden ve önyargıdan kurtulmak olmalı. Hayat tarzlarına bakıp bu hayat tarzlarını prensipleriyle bir araya getirmeyi öğrenebilirler.
Vegan hareket ,hayat tarzı politikası güdüyor, toplumsal hareket politikası oluşturmaktan uzak. Bu yüzden veganlar toplumsal hareketlere bakıp böyle bir sosyal hareket haline gelmeliler.
Yapılacak çok şey var, veganizmi toplumsal bir hareket yapmak lazım, bağlantılardan ve adaletten daha çok konuşmak lazım, vegan kekleri filan bırakın. Mutfaklarınızdan çıkın artık !
scavenger.net sitesinden.
Çeviri: CemC
http://hayvanozgurluguhareketi.wordpress.com/2011/03/07/dr-steve-best-roportaji/
Border Controls and Freedom of Movement in an Age of Climate Chaos
We are here in Cochabamba partly to participate in the Migration and Climate Change working group. We are involved in the No Border network in the UK and Europe and have worked in solidarity with migrants at European and US-Mexican borders. We would like to take the opportunity of this space, to present our political positions around migration and to invite reflections and discussion with the perspectives that we find here in Bolivia.
Introduction:
Climate change is exacerbating factors which force people to migrate such as lack of access to land and conflict. The tiny proportion who attempt the expensive and dangerous journey, are met with militarised border controls on the journey to ‘Fortress Europe’ or North America. Labelled ‘illegals,’ they are denied basic rights and struggle to live in dignity, whilst becoming scapegoats for a range of social problems. The Global North states’ historical development of capital accumulation, colonialism and carbon emissions, means they have a unique responsibility towards those who are displaced. Only those with the correct papers and commodities are free to move around the world. Those seeking a better life or moving to survive are increasingly denied this option. Failure to cut emissions is tantamount to genocide. Climate Justice means defending the principle of freedom of movement for all. Here we expand on seven main points to explain how the No Borders position can focus the debate on the root causes.
1. NATION STATES CAN NOT SOLVE THE PROBLEM OF CLIMATE CHANGE
In the same way that the straight lines that divide so much of the world were drawn by European statesmen to divide colonial possessions; the infrastructure that makes up a state has been designed and developed by the rich and powerful for the benefit of their own class. All countries are ‘imagined communities,’ members of even the smallest nation never know, meet, or even hear of most of the other people in their country. This imagined community was created as a means to control the poor, to divide working people from their natural allies of other exploited people from across the globe. One of the reasons why we see that the COP process has failed is that at its core lies the inherent contradiction that nation states, who are competing economically, come together to solve the problem of climate change, which would have massive economic implications. Climate change is a symptom of economies which do not distribute wealth and instead need to keep on growing infinitely on a finite planet. To solve the climate crisis we must change the systems of production, consumption and exploitation of both natural resources and people. This also means a rejection of nationalism and the false division between citizens and non-citizens.
2. BORDERS EXIST TO PRESERVE INEQUALITIES
As a result of the hyper-exploitation of people and planet over the last hundred years we have increasingly unequal and therefore precarious societies. The position of gross inequality where 20% of the global population are responsible for 80% of global pollution, is the result of a long history of expropriation and oppression. Border controls can be seen as an attempt to avoid the inevitable consequences of imperialist conquest. Neo-liberal globalisation has continued to perpetuate the inequalities established during the colonial period. At one end of the spectrum we have carbon intensive lifestyles and a celebrity obsessed culture which is completely alienated from its devastating impacts. At the other are all those who struggle daily to live with basic dignity and enough food to eat. Immigration controls are used as a means to control labour and to restrict the ability of all workers to unite internationally. Immigration controls reinforce, spread and normalise racist attitudes by ensuring the existence of an “other”, “aliens”, “foreigners.” By intensifying immigration controls, whether to appease racists and fascists or for other reasons, racism is exacerbated.
3. BORDER CONTROLS ARE LETHAL AND YET INEFFECTIVE
Under global policies of ‘migration management’, borders mean watchtowers and barbed wire, and migrants are reduced to mere quotas. To realise their objectives, the European agency, Frontex – armed and in possession of considerable powers – executes a merciless hunt of migrants in maritime, aerial and terrestrial areas. This only forces people to seek alternative and inevitably more fatal access routes. For this reason there were 1,508 deaths at the EU border were recorded in 2008 alone.1 The EU policy of the “free movement of persons,” within its borders has gone hand in hand with an attempt to build ‘Fortress Europe’; externalising EU borders into Africa and Asia with EU border guards patrolling the Mediterranean, Libya and off the West Coast of Africa. This entire system is overseen by the The International Organisation for Migration, (IOM) a 120 member intra- governmental organisation headed by the USA, that aims to manage migration worldwide for the benefit of capital.
Although it is not widely reported, so called non-lethal technologies on borders exist, for example semi-intelligent fences and unmanned aerial drones. In response to the projected displacement from climate change technologies are being developed based on racist assumptions, for example technologies that could target certain racial groups. The very same arms companies are not only profiting from conflicts but are now bidding for border policy contracts and internal surveillance mechanisms.
Yet despite this border controls do not work as a barrier but more of a filter, only allowing through those who are deemed useful or profitable and excluding those who are not. They can also be counter-productive to their stated aims as people who would seek to migrate temporarily are kept permanently inside, as we see on the US-Mexico border. People will continue to move whilst conditions remain intolerable. We must fight for freedom to stay while at the same time work towards open borders which allow people to mitigate for themselves the consequences of climate change and capitalism.
4. THE END OF TOLERANCE
In the UK and Europe we have seen a shift away from tolerance and human rights in relation to migration. This has been a gradual process of erosion of civil liberties through the War on Terror and increasingly repressive immigration policies. A new category of people has been developed, an underclass of so called “illegals”. We see enforced destitution, the refusal of any state support, people are prevented from working legally, and live in fear of forced deportation. Far from being a bastion of human rights and dignity, the UK is the only European country to use indefinite imprisonment of asylum seekers and foreign nationals, including children. Terror suspects are held without trial. At the same time we see the rise of far-right political parties, such as the British National Party, who position anti-immigration discourses as the solutions to environmental problems. As the global recession affects the number of low-paid jobs available we see that immigrants are increasingly scape-goated for a range of problems from lack of housing to crime and societal breakdown. All this detracts attention from the real causes; capitalism and unequal social relations.
5. THE CATEGORY OF CLIMATE REFUGEE WILL NOT ADDRESS THE PROBLEM
The debate about immigration in Europe is dominated by right-wing views. Hence there is real fear about the terms of the climate refugee debate. Many fear that to open up the Geneva convention, which still provides at least come protection to political refugees, would risk losing it all together. But there are other important considerations as we attempt to build a political struggle for those displaced by climate change. To claim asylum in the UK or Europe is a demeaning and degrading process. Individualised stories of suffering and persecution must be proved to a very high level and many times are not believed, despite scars, trauma etc. The arguments around climate refugees seem to be following this same path, people are portrayed as helpless victims. Not only does this remove people’s political agency and , but carries the risk of merely appealing to the conscience of those who already accept a high level of degrading treatment for ‘others’ in the name of preserving their national identity.
6. WE MUST FOCUS ON STRUCTURAL CAUSES
We believe that a more empowering way of talking about the issues would focus on the structural causes, in a politicised context of anti-racism, anti-fascism and anti-colonialism. We must talk about people’s situation in terms of imperial relations, free trade agreements and the role of the military. States are already responding to the “threat” of people being displaced by climate change. If we limit ourselves to the discourse of refugees we will never be able to move beyond these divisions of human beings to a more egalitarian distribution of wealth and power. Therefore, we need a strong global movement that recognises the historic role of borders and immigration controls, and fights for truly universal principles of equality and liberty. This is made even more urgent by climate change, but we must not let this current crisis be used as a vehicle for the further entrenchment of repressive authority and exploitation.
7. CREATING POLITICAL SPACE TO IMAGINE A WORLD WITHOUT BORDERS
Until we step outside of constructed national interests we can never create real solutions to climate change. We must reject claims that borders equate to security. Unless we deal with the root causes of climate change, every person on the planet is a potential climate refugee. Rather than campaigning for a further category of people which can then be arbitrarily applied by those in power, we must demand Freedom to Stay and Freedom of Movement for All.
No Borders is an anti-authoritarian position rejecting any border regime which allows for the free flow of capital, whilst limiting the movement of human beings. We support the struggles for the freedom of movement and freedom to stay for all, and an end to the exploitation of people and resources around the world for the benefit of the few. We support the radical climate justice movement which challenges the use of the threat of climate chaos as an excuse for even more harsh migration and social controls. No Borders groups and their allies organise around many concrete campaigns including, camps of radical convergence, direct action to work in solidarity with migrant struggles, resisting immigration prisons and supporting anti-deportation campaigns. We are part of a transnational network of autonomous groups calling for unity between exploited people against the rich and powerful. We imagine a future without migration controls, capitalism or the state, based on the principles of freedom and equality.
People put their bodies in motion, and this motion is a movement. A movement against the borders, against the detention camps, against the world system as it stands. Not a movement of leaders and party campaigns, but of physical crossings and antagonism.
“Vicdanlı” Başbakanla Görüşen Hayvansever Heyetine Açık Mektup
Geçtiğimiz günlerde, Türkiye’deki hayvanların durumunun yasalar nezdinde iyileştirilmesi için bir avuç hayvansever olarak, biz hayvanseverleri temsilen başbakanla görüştüğünüzü basından öğrendim. Habere ait fotoğraf karesine baktığımda İBB Başkanı Kadir Topbaş’ın da yanınızda, aynı masada yerini almış olduğunu gördüm ve hiç şaşırmadım. Yıllardan beri başkanı olduğu belediyenin hayvanlara yaptığını destekleyen ve onaylayan, perişan durumdaki, kaşektik, korkudan donakalmış hayvanları sokaklardan toplatıp belediyesinin barınaklarına kapattıran, onlara binbir eziyeti, sistematik katliamı, soykırımı, reva gören Kadir Topbaş’la aynı masadaydınız. Her gün lanet okuduğunuz o adamla vicdan muhasebesi yaptığınız o masada birlikteydiniz…
Sizler, biz hayvan korumacıları, hayvan hakları savunucularını hiçbir şekilde temsil edemezsiniz. Çünkü hayvan nedir; ne çeker; ne yaşar; ne hisseder; bihabersiniz. Bihaber olmasaydınız “vicdan” kelimesini kullanırken bir kere durup düşünürdünüz. Yıllar boyunca hayvanları “süpürülmesi gereken çöp” olarak gören, onları katleden, yaşamaya çalıştıkları sokaklardan ellerindeki tüm olanakları seferber ederek onları süpürmeye uğraşan adamlarla aynı masadaydınız. Sözde onların haklarını korumak için… İBB’nin Hasdal Barınağı’nda boğazlanan onlarca yavru köpeği nasıl da unutup elleri kanlı o adamlarla aynı masaya oturabiliyorsunuz? Aaa, unuttum, siz hayvan hakkı koruyordunuz, değil mi? Masabaşında? Kendinizi her türlü pislikten arındırarak, toplumun gerçekliğinden soyutlayarak ne de güzel koruyorsunuz hayvanları. “Vicdanlı” adamlarla masalara oturup hayvanlar için merhamet dileniyorsunuz. Hayvanların daha kapsamlıca nasıl kökünü kazırız diye düşünen, fikri neyse zikri de yıllardan beri belli olan o adamlarla birlikte hayvanların haklarını koruyacaksınız, hem de yasayla. Sizde hiç mi mantık kalmadı da giyinip kuşanıp o adamlarla hayvanlar için merhamet dilenmek için o masaya oturma cüretini gösterebiliyorsunuz? Size o temsil yetkisini kim verdi? Hayvanlar mı? Yoksa aynı masaya oturmaktan bile imtina ettiğiniz bizler mi? Ne uğruna o adamlarla uzlaşmayı düşünebiliyorsunuz?
Size bu tür bir yetkiyi ne hayvanlar verdi, ne de biz verdik. Ama siz, kendinizi soyutladığınız bu toplum içerisinde toplumsal duyarlılığınızı cümle aleme göstermek, kanıtlamak için kendinize vazife edinip katillerle aynı masaya oturuyorsunuz. Riyakâr, reklam kokan, sahte gülümsemenizle hayvanlar için her şeyin daha iyi olacağını iddia ediyorsunuz. Aynı masada oturduğunuz başbakanın da meğer ne kadar vicdanlı olduğunu söylüyorsunuz.
O “vicdanlı” adamın yönettiği devletin sınırları içerisinde her gün kadına şiddet, taciz, tecavüz uygulanıyor; gariban hayvanlar binbir eziyetle sokaklardan toplanarak barınaklara hapsediliyor, buralarda katlediliyorlar, kesilip biçiliyorlar; seks işçiliğine zorlanan travestiler/transseksüeller nefret cinayetine kurban gidiyor; anayasal hak diye kendilerine bahşedilen hakları kullanıp tepkisini dile getiren öğrenciler ya da toplumun muhalif grupları gazlanıyor, coplanıyor, 19 yaşındaki bir kadın öğrencinin bebeği düşürülüyor eylemdeyken; insanlar sırf etnik kökenlerinden ötürü aşağılanıyor, yerlerinden yurtlarından edilip sürgüne gönderiliyor, ailesinden insanlar gözaltında kaybediliyor; Roman bireyler halen aşağılanıyor, daha iyi bir yaşam kandırmacasıyla yıllardır sürdürdükleri yaşam tarzlarından vazgeçmeleri isteniyor, yani yok sayılıyorlar; ağzını açıp tepkisini dile getiren, sözde demokratik kitle eylemi düzenleyip başka bir düzeni talep edenler yıllarca tutsak ediliyor; bu listeyi daha çoook uzatabilirim. Kendisine “çevrecinin daniskasıyım” diyen o vicdanlı adam ve ekibi, Türkiye’nin dört bir yanında HES kurdurtup her tarafta yaşamı işgal ediyor, bitiriyor, yaban hayvanlarını zorla göç ettiriyor, hayatı zindan ediyor onlara, ne için? Daha çok para için? Ama bunların hiçbirisi sizi ilgilendirmiyor, değil mi? Vicdanına inandığınız ve hayvanlar için merhamet dilendiğiniz adam, hayvanseverleri “bunlar da köpekleriyle yatıp kalkarlar” diyerek halihazırda toplumsal şiddete maruz kalan hayvana duyarlı kesimi bir de hedef gösteriyor. Ama sizin umrunuzda olur mu ki? Siz “sosyal sorumluluğunuz”a bakarsınız sadece. Kiminle, hangi masaya oturmuşsunuz, neyin pazarlığını yapmışsınız, hiçbir önemi yok, değil mi? Demek ki kendinizi toplumdan ne kadar soyutlamışsınız ki bütün bu saydığım hak ihlalleri sizi hiç rahatsız etmiyor? Sahi, hayvan deyince aklınıza kedi-köpek mi geliyor sadece? Devletin izniyle vurdurtulan ve üzerinden para kazanılan yaşlı geyik sizi hiç rahatsız etmiyor mu mesela? Ağzınıza bir parmak bal çalınması da sizi rahatsız etmiyor? Aptal yerine konmak? Seçimlerden sonra istediğinizi yapacağım diyor o “vicdanlı” adam. Siz de inanıyorsunuz, kabul gördüğünüz, o koskoca (!) Dolmabahçe Sarayı’nda ağırlandığınız görüşmenizin olumlu geçtiğini söylüyorsunuz. Hayvanlar bu ülkede yasalarla katledilirken halen inanıyorsunuz ya, helal olsun diyorum size. Bu kadar kör olabilmek herkesin becerebileceği bir şey değildir çünkü. Ama siz her gün zihnimize işlenen o acıyla, işkenceyle, aşağılamayla dolu hak ihlallerinden de rahatsız olmuyorsunuz ki bu durumdan rahatsız olmayan, bu durumları değiştirmek bir yana hak ihlali mağdurlarını oyalamayı bile beceremeyen bir diğer “vicdanlı” adamla oturup mutlu, mesut evlerinizde barındırdığınız hayvanlarınızın hikayelerini paylaşıyorsunuz.
Toplum hayvanları görmeye tahammül bile edemezken, devlet bu tahammülsüzlüğü körükleyerek, yani habire ortaya kuduz senaryoları atarak ahaliyi hayvanlara karşı galeyana getirip “steril toplum”u yaratmaya çalışırken, yine yıllardan beri hayvan konusunda fikrini açıklamış, belli etmiş devlet, yasalarını kullanarak hayvanların kökünü kazımaya uğraşırken siz hangi hakkı, kimden talep ediyorsunuz? Bir hak ya vardır ya da yoktur, bunun tartışmasını kim olarak, hangi sıfatla yapıyorsunuz? Hem de hayvanın kökünü kurutmaya and içmiş devletten hayvanlar için merhamet dilenerek, katillerle uzlaşmaya çalışarak?
Hayvan konusuna nerden bulaştınız, hiç bilmiyorum, ama size bir tavsiyem var. Yol yakınken dönün, hayvanları siyasetçilere ve sosyal sorumluluk saçmalıklarınıza meze etmeyin, bırakın, sosyal sorumluluk projelerinizi başka alanlara yönlendirin. Hiçkimsenin zorla temsilcisi olmaya çalışmayın. Hayvanları da bizleri de devletin, toplumun maskarası etmeyin. 5199 çıkarken alkışlamıştınız, bayram etmiştiniz, böylelikle yine devlet bir parmak balı ağzınıza çalmıştı, anlaşılan o ki yine ağzınıza bir parmak bal çalınacak. 5199 çıktı da ne oldu? Hayvanların, yasalar dayanak gösterilerek öldürüldüğü bir sürece girilmiş oldu, kısırlaştırma zorunlu hale geldi, belediye barınakları mezbahaya döndü, eskiden belediyeler ulu orta hayvanları zehirlerken şimdi dağa, taşa, bayıra atıyor; kapalı kapılar ardında istediği şekilde öldürüp geçiyor. Bu mu sizin zaferiniz, yere göğe sığdıramadığınız başarılarınız? Biraz “biz ne yapıyoruz, girişimlerimizin sonucu nereye varır” diye düşünün. Hayvanı tanıyana kadar da bir zahmet elinizi hayvanlardan çekin, zarar verdiğiniz yeter. Toplum hayvanla birarada yaşamaya bu kadar yabancılaşmışken, onlarla yaşamak istemediğini türlü talihsiz olayla belli etmişken yasa masa diye boşuna hiç uğraşmayın. Çocuk istismarcısı lehine rapor tanzim eden, tacize uğrayan kadını karakoldan kovan, yıllardır süren faili meçhul cinayetleri ya da arkasında başka güç odakları olduğu apaçık ortada olan suikastleri aydınlatmayan, dava dosyalarının zaman aşımıyla sonuçlanmasına toplumu seyirci bırakan, töre cinayeti ya da erkek şiddetinden kadını korumayı bile beceremeyen, adalet aramak için adliye – ev arasında mekik dokuyan, yolları aşındıran insanları mağdur eden, doğayı çıkardığı yasayla tahrip eden devlet mi hayvanı koruyacak? Katliamı gerçekleştireni bulacak? Göstermelik olarak bulduğunda ne olacak? Bunları biraz olsun düşünün. Yakın tarihi de göz önünde bulundurarak biraz analiz yapmayı deneyin. İyi niyetliyseniz bile katillerle aynı masaya oturup uzlaşmaya çalışarak hayvanların içinde bulunduğu zor koşulları daha da beter etmeyin. Ve artık farkına varın, devlet hayvan için gerçekten kılını kıpırdatmaz, “kıpırdatmış gibi yaptığı” zaman da infiale kapılmış olan sizleri susturmak, hayvanlara çektirdiklerini sizlere unutturmak için yerinden kıpırdar. Sonra hayvanlar yine aynı acıyla yaşamaya devam eder.
Kuduz Köpek
Stop Consuming! Boycott Everything! Renewable Energy: Alternative Consumption and the consumption of alternatives
Here’s a question for all those genetic engineers out there: What do you get if you cross new-age greenie hippies with corporate greed?…
Biodiesel of course!
Apparently loads of plants produce oils that the lazy have discovered can be used to save them having to walk or cycle anywhere. Renewable energy is the term used to describe energy sources that haven’t been conclusively shown not to be renewable.
Dr. T. N. B. Kaimal of IICT, Hyderabad, has said that many plants will provide oil, listing a variety of plants that produce it. As many 25 families of plants have been catalogued for their oil richness. As Dr. Kaimal says with respect to castor seed oil: “if 100 million hectares is brought under cultivation we can get castor seeds of 150 million tonnes out of which we can get 50 million tonnes of oil”.
A hundred million hectares is a very large size. Indeed, it is four times the size of the entire United Kingdom. Thus in order to get 50 million tonnes of fuel oil we need to plant the whole of the UK, France, Belgium, Holland and Luxembourg, with no room for anything else! If it was possible to get two crops per year out of this, we would have 100 million tonnes of oil per year. This would provide one third of the USA’s annual imports, ignoring the amount they consume of their own production. This kind of calculation really brings home the scale of our profligate use of earth’s energy.
This level of production, inadequate though it is, would neccessitate a monoculture with an incredibly high input of bioicides and fertilisers. All in all not very green. The proponents of this `solution’ fall into two groups: desperate business leaders and stupid professional environmentalists. It seems very few people are willing to actually change their lazy habits in order to allow life to continue. If you suggest that a small amount of self-discipline is an essential part of any viable solution, you will come up against the full indignant wrath of the human rights lobby.
According to Stanford University’s Paul Ehrlich, humankind has co-opted for its use about 40 per cent of the net primary productivity on the planet — that is, of the energy fixed by photosynthesis each year. The earth is straining to it’s photosynthetic limits just to provide the rich “First World” with all the wasteful packaged crap that the food adulteration industry has foisted upon us, and now the ravaged fields must provide fuel for a billion lazy entities who will do anything rather than use their own energy to get around. (That’s five billion if we are aiming for social justice, but it seems the new age will be just as bad as the old on that score.)
This is by no means a new phenomenon; the idle races have been insinuating themselves into the human genome since before history began. This is just the latest advancement in the process that probably started with the enslavment of the dog and the horse. Paul Shepherd described this latter unfortunate soul as “that domestic animal which, more than any other symbolised and energised the worldwide pastoral débacle of the skinning of the earth… No wonder the horse is the end-of-the-world mount of Vishnu and Christ. As famine, death and pestilence, it was the apocalyptic beast who carried Middle East sky-worship and the sword to thousands of hapless tribal peoples and farmers from India to Mexico.” [1]
Along with hydro-electricty, wind power and tidal energy, plant fuels are the latest attempt by technocracy to stay in business. On the bright side, this does at least show that the corporations are slowly becoming aware that even they will have big problems very soon. All these so-called `solutions’ overlook the fact that energy sources are not the problem. The people who live in the third world — and that is most people — do not have anything like the amount of energy consumption that we do. Their low life expectancy and ill health is due to the fact that all the good land is taken up by western corporations to overfeed us, not because of a lack of televisions or electric toothbrushes. These people are living proof that the power consumption of the rich world is totally unnecessary. All these `renewable’ energy sources are not solutions at all, they are irrelevant to the problem.
The major problem that this planet has today is the incredible capacity a minority of humans has to consume ever increasing quantities of everything. This is the problem, yet it is never addressed; never even recognised. Instead the problem is seen as one of continuing to consume as much as possible; of finding alternative things to consume when the current consumables run out. The green gurus keep parroting out the same old crap about treading lightly on the earth, and their followers keep lapping it all up, sending in their subscriptions, buying the videos, going to the meetings, writing their letters, recycling their ideologies and reciting their platitudes — anything rather than face up to the fact that the party is over and hard times are on the way.
We are running out of slaves. There is a world shortage of slave material and the rich idle West is too deeply habituated to the `good’ life to see that it is time to face up to that reality. Never mind all the other species, we don’t even provide the whole human population with this level of consumption, most of the rest of humanity are slaves of the west too! The clever slave driver will not drive the slaves too hard; they are no use to him dead. We have not even been clever. Now we are scraping the bottom of the barrel. We have used up most of the earth’s available stored energy, and are laying into the latest deliveries. The soon-to-come shift into large scale plundering of this energy will further accellerate the already alarming rate of devastation. That these `solutions’ are being touted as `green’ is the ultimate example of Orwellian doublespeak. These people claim to be looking towards a new future — as indeed they are, with the same rapacious eye that the first colonialists viewed the `new’ world of 500 years ago.
So what is the solution then? All we need to do is to look at the problem: Consumption. It is very, very simple. We must reduce consumption. Now. Not in 2002 when the UN sets some kind of target. Not next year when the government raises some kind of tax a bit. What kind of lifeforms are we who need some kind of financial incentive to save ourselves from oblivion? Are we really so powerless that we can’t stop buying things until the government tells us we have to? Is it really the government’s fault that millions of supposedly free-thinking individuals go shopping in vast depersonalised hypermarkets miles from their homes on new bypasses built specially for that purpose? (an average of 75% of traffic on UK bypasses is local.)
I hear people whinge about how they just don’t have the time, or the local shops are too expensive… or some other feeble excuse. The worst excuse, and the most difficult one to overcome is the one about freedom of choice: “but people have the right to choose…” they whine, “you can’t tell people what to do.” Well, leaving aside their total blindness to the existence of all other life forms, what about the people in other parts of the world, who, to provide land for food to fill these supermarkets and tins to put it in, are forcibly removed from their homes to live in filthy shanty towns watching their children starve or go into prostitution? What about all the families devastated by war fought on their land over resources they will never see or even benefit from; wars to ensure the free flow of oil so that these pathetic mollycoddled perversions of humanity can excersize their `right’ to shop where they choose? Do these people really give a shit about anybody’s rights other than their own?
They claim not to know about all this, they say that they don’t boycott (old example this, sorry!) South African goods because (wait for it, mindless zombie statement no.1) “You can’t boycott everything, can you?”
So they don’t boycott anything!
Brilliant!
Blank smile, blank eyes, blank brain.
And then there are those who do their bit… “I do my bit for the environment.” they say. God, yes, perhaps I should do my bit for my dog, I won’t kick him on Thursday afternoons! They are just a load of pathetic sheep (sheep have been bred to be pathetic over thousands of years… just like a lot of humans) who can’t even be bothered to take responsibility for their own actions. If I buy a tin of food, who is responsible for the open cast mine where the tin was extracted from? Who is responsible for the pesticides used in producing the contents, or the transport infrastructre involved in getting it through the convoluted route from field to me? The government? Bill Gates?
Of course not. I must stop buying these things. I can’t extricate myself from the sick parasitic system overnight — the grip is too tight, real alternatives either don’t exist or are on the way out and very fragile. So this must be my priority. I may seek out those places, co-ops, small grocers etc and support them, find other people and work with them in the hope that we will enhance each other’s efforts. The alternatives may be difficult to get but this is of no relevance, if an alternative exists it is the thing to do, regardless of inconvenience. If no alternative exists this is usually a non-essential item.
(It is said that the main reason that community supported agriculture has not taken off is because the corporations are opposed to it. Could it perhaps be because the vast majority of the population are too apathetic to get up and find out about these things?)
I must stop working for the system, regardless of the personal hardship this may seem to entail. This is a personal thing. There is no set course, we must all find our own and help each other. No leader will be needed, we must take back our self-respect and stop relying on cult figures and green gurus, who are obviously not up to the task. We don’t need any experts to tell us what to do, we pretend that we need them because we don’t really want to do it.
Stop consuming.
It seems bad, but if we do it, maybe we will start living again.
Footnotes
[1]^ Shepherd, Paul; “A Post-Historic Primitivism” from the collection “The Wilderness Condition” ed. Max Oelschlaeger. Island Press, 1992
-
Archives
- August 2011 (1)
- June 2011 (9)
- May 2011 (23)
- April 2011 (3)
- March 2011 (27)
- February 2011 (24)
- January 2011 (39)
- December 2010 (12)
- October 2010 (10)
- September 2010 (10)
- August 2010 (21)
- July 2010 (12)
-
Categories
- anti-endustriyalizm
- anti-kapitalizm
- anti-otoriter / anarşizan
- antinükleer
- antropoloji, arkeoloji
- bu topraklar
- e-kitap
- eko-savunma
- ekokoy – permakultur
- ekoloji
- ekolojist akımlar
- ekotopya heterotopya utopyalar
- ezilenler
- gorsel
- iklim
- isyan
- kadın ve doğa / ekofeminizm
- kent yasami
- kir yasami
- komünler, kolektifler
- kooperatifler vb modeller
- ozyonetim
- savaş karşıtlığı
- sistem karsitligi
- somuru / tahakkum
- Su
- sınırlara hayır
- tarim gida GDO
- türcülük, doğa / hayvan özgürlüğü
- totoliterlik / otoriterlik
- tuketim karsitligi
- Uncategorized
- yerel yönetimler
- yerli – yerel halklar
- yeşil kapitalizm
-
RSS
Entries RSS
Comments RSS