ecotopianetwork

Yığın olarak kitle – Baudrillard üzerine

 

clipa3_f-68Kitle, tüketimin gerçekleşebilmesi için gerekli olan ana unsurdur. Yeni kapitalist sistem, devamlılığını sağlayabilmek için kitlelerin tüketmesine ihtiyaç duymaktadır. Bu bakımdan sistemin ilk aşamadaki amacı, kitlelerin tüketmesini sağlamaktır. Bunun için de sistemin iki ana yolu vardır. Ya kitlelerin tüketeceği ürünler üretmek ya da sistemin üretmiş olduğu ürünleri kitlenin tüketmesini sağlamak.İki farklı madde olarak ortaya koyduğumuz bu yollar, aslında birbirinden bağımsız yollar değillerdir. Çünkü sistem, var olabilmek için ikisinden de faydalanmaktadır. Ancak bizim yazıda ağırlıklı olarak üzerinde duracağımız madde ikincisi olacaktır. Çünkü bu madde bizi, kitlenin güdümlenebilirliği meselesine götürmektedir. Kitlenin güdümlenebilirliği ya da güdümlenemezliği, başka bir deyişle kitlenin sistem içindeki aktifliği ya da pasifliği üzerinde bir kanıya varmak, tüketim toplumunun mantığını daha iyi anlamamıza, dolayısıyla da sistem içindeki varlığımızı anlamlandırmamıza yarar sağlayacaktır.

Kitleler, kitle olarak düşünüldüğünde, toplumu ve dolayısıyla toplumsal olanı göz ardı etmek imkansızdır. Bu yüzden de kitle ile birlikte ele alması gereken diğer bir unsur da “toplumsal” dır. Bu yazıda kısaca, kitlenin toplumsal olanı simülasyona uğrattığı fikri üzerinde durulacaktır.

Günümüz toplumları varlıklarını devam ettirebilmek için sembolleri tekrar tekrar üretirlerken kitleleri de yeniden üretmeye çalışmaktadır. Bir bakıma kitleleri güdümlemeye uğraşmaktadırlar. Aslında bunu yapmaya çalışırken de günümüz modern toplumları kendi sistemi içinde yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kalmaktadır. Çünkü iktidar, kitleyi güdümleyebilmek için kitle iletişim araçlarıyla birlikte anlamları sürekli ve düzensiz olarak üretmektedir. Daha doğrusu kitle iletişim araçları, anlamdan yoksun mesajlar üretmektedirler.

Tüketim toplumu kitlenin güdümlenebilmesine ihtiyaç duyuyor. Düz mantıkla düşünecek olursak kitle aktif bir duruma geçmezse tüketimin gerçekleşmeyeceğinden korkuyor.

Kitleyi güdümlemekte kullanılan en etkili silah, kitle iletişim araçlarıdır. Kitle iletişim araçları, kitlelere sonsuz sayıda ve renkli şölenler halinde anlam pompalar. Bu bombardıman karşısında kitlelerin tepki vermesi beklenir. Yani önceden sistem tarafından tepkisizleştirilmeye çalışılan kitle, artık yine sistem tarafından tepki vermeye zorlanmaktadır. Çünkü daha önce de bahsettiğimiz gibi, sistem kendi kazdığı kuyuya kendisi düşmüş ve varoluşunu tehlikeye sokmuştur. Eğer kitle, kitle iletişim araçlarının pompaladığı bu haberleri, sembolleri, mesajları anlamlandırmazsa, tüketim gerçekleşmeyecek ve böylece sistemin sonu gelecektir. Bu yüzden kitlenin tepkisini ortaya çıkartmak ve ölçmek için günümüzde kitle iletişim araçlarını kitlelere testler yöneltmektedirler. Dergilerde, televizyon programlarında ve gazetelerde yayınlanan kişilik testleri gibi testler bu çabaya hizmet etmektedir.

Baudrillard’a göre tüm kitleyi güdümleme çabaları yersizdir. Kitle, kendisine yönlendirilen bu sembolleri, kendi içinde eritip yok etmektedir. Bollukları yüzünden anlamdan yoksun kalmış olan tüm semboller, Baudrillard’ın deyimiyle kitlelerin üzerinden kayıp gitmektedir. Yani kitle, kendisine doğrultulan anlamlara karşı tepkisiz kalmaktadır.

Kitlelerin haber bombardımanı karşısında tepkisiz kalmaları, iletişim araçlarına ve onların ilettikleri anlama karşı ortaya çıkan bir direniş biçimidir. Baudrillard’a göre bu, göründüğü gibi pasif bir direniş niteliği taşımamaktadır. Kitle, sistemin mantığına uyarak gönderilen anlamlara karşı kayıtsız kalıp onları değişime maruz bırakmadan geri püskürtmektedir. İletişim araçları, kitleler sessiz kaldıkları için sonsuz sayıda anlam aktarımında bulunmakta ve kitleler de maruz kaldıkları anlam bombardımanına karşı tepkisiz kalmaya devam etmektedirler. Bir bakıma sistemin çok sayıda ve sürekli olarak anlam pompalamasının nedeni, kitleleri içinde oldukları sessizlik içinden çıkarmaya çalışmaktır. Ancak sonsuz sayıdaki anlam üretimi yüzünden, sembollere yüklenen anlamlar anlamsız duruma gelmektedir ve bu yüzden de kitleler bu anlamsızlık yüklü anlamları sisteme karşı geri püskürtmektedir. Yani hedef şaşmıştır.

Baudrillard, kitlenin bu sessiz kalışını sisteme karşı bir direniş mekanizması olarak nitelendirmektedir. Üstelik kitle bu direnişte pasif değildir. Ona göre kitlenin sessiz kalışı sayesinde, anlamı emerek “nötrolize” etmesi nedeniyle kitle güdümlenemez. Kitleyi güdümlenebilir bir olgu olarak ele almak, kitleyi oluşturan bireylerin bireyselliğini yadsımak demektir. Kitlenin güdümlenebilirliği, Baudrillard’a göre kitleyi değersizleştirici ve alçaltıcı bir durumdur. Halbuki bahsi geçen kitle, pasifliğiyle sisteme karşı aktif rol oynamaktadır.

Ancak Baudrillard’da eksik görülen şu vardır ki, kitle sisteme karşı bu direnişi kendi bilinciyle özümseyip gerçekleştirmemektedir. Bu noktada, ortada bilinçli olarak gerçekleştirilen bir eylem olmadığı için, kitleye artı bir değer atfedilmiş olunmamaktadır. Biraz daha sert bir dille konuşacak olursak, bu bilinçsizce gerçekleştirilen eylemin sonucu her ne kadar sistemin kendi çarkının içinde boşa dönmesini sağlamak olsa da, bilinçsizliği kitleye alçaltıcı bir değer atfetmektedir diye düşünmekteyim. Kitlenin bu yöntemle sisteme karşı bir direniş içinde olması, yine sistemin sayesinde mümkün olmaktadır. Sistemin kitleyi güdümleme konusundaki başarısızlığı yüzünden kitle aktif bir pasiflik içindedir. Baudrillard aynı zamanda gösteri isteyen kitleye, sistemin anlam aşılamaya çalıştığını savunmaktadır. Bu noktada da Baudrillardcı bir mantıkla düşünecek olursak, kitlenin istediği olmaktadır. Çünkü semboller ve anlamlar, çoklukları nedeniyle simülasyona uğrayarak bilinen anlamdaki anlamdan yoksun hale geldikleri için şölene dönüşmektedirler.

Görüldüğü gibi, Baudrillard’in bahsettiği simülasyonun yapısındaki kısır döngü, iletişimde ve dolayısıyla da toplumsalda da kendini göstermektedir. İlk bakışta, kitlelerin tepkisiz kalması kitle iletişim araçlarının daha çok haber aktarımını olanaklı kılabileceği düşüncesiyle iletişim araçlarının aleyhineymiş gibi gözükse de döngüsellik göz önünde bulundurulduğunda, bu durum kitle iletişim araçlarının sonunun geldiğinin göstergesidir. ( Gelişmenin sonuna gelmiş Modern Batı toplumlarının yok olacağı tahayyülü gibi.) Çünkü kitle, mesajlara karşı tepkisiz kalarak mesajları özümsemiyor. Tepkisizliği ile mesajların yok olmasına neden oluyor.* Kısacası sistem, anlam bombardımanı karşısında kitleyi “sessiz yığınlar”a dönüştürürken, sessiz yığın haline gelen kitle de sistemin gönderdiği anlamların yok olmasına neden oluyor. Bence, karşılıklı olarak simülasyona maruz kalmanın kanıtıdır. Bu da bizi, bir yandan kitlenin sistem tarafından güdümlendiği, aynı zamanda da sistemin de kitle tarafından güdümlendiği fikrine götürecektir.

McLuhan’ın deyimiyle “Mesaj, iletişim aracının kendisidir.” Mesajı yok edenin de iletişim aracının kendisi olduğu için, aslında iletişim aracı kendi kendinin yok olmasına zemin hazırlamaktadır. Tıpkı sanayileşme döneminde aşırı üretimin ve proteleryanın sömürülmesinin, bu durumun meydana gelmesinde esas belirleyici olan burjuvazinin sonunun gelmesi tehlikesine zemin hazırlaması gibi. Her iki durum da sistemin kendi kendisini tehlikeye düşürdüğünün kanıtıdır.

Reklam da haber gibi toplumsalın yok olmasına neden olmaktadır. Toplumsal artı değerin üretilmesine katkı sağlayan reklam, reklamlaştırılan “nesneyi” tüketmenin toplumsallaşmaya neden olacağından söz edip durmaktadır. Yani reklamlaştırılan nesneyi tüketmek, toplumsal hiyerarşide belirleyici olabilmektedir. Bu da üretilmiş ve değer atfedilmiş ideallerin, sembollerin tüketilmesine tekabül etmektedir.

Günümüzde her şey reklamlaştırılabildiği için her yerde ve her alanda toplumsallaşma sürekli olarak zikredilmektedir. Ancak bu durum toplumsalın da simülasyona uğramasına, eski anlamının eriyip yok olmasına neden olmuştur. Artık “Duvar afişlerinde hayalete dönmüş bir toplumsallık vardır.”[1]

Reklam da artık iletişim aracı olmaktan çıkmış ve simülasyona uğrayarak yok olmuştur. Günümüzde o, ticari bir mala dönüşmüş ve kendini pazarlayan bir duruma gelmiştir. Düzenlenmiş göstergelerden oluşan bir dizi şerit halini almıştır. Yani o da toplumsallık tarafından, toplumsallığın içinde eritilmiştir. Muhteşem bir görsellikle, gerçek hayatın üzerini bir daha hiç açığa çıkmamak üzere örten reklama insanların inanmamaları söz konusu bile değildir. Çünkü reklam, insanları hayret verici bir simülasyona sokarak etkisi altına almaktadır. İnsanlar göstergeleri tüketmekten kendilerini alamaz duruma gelmektedirler. Bu da kitlenin güdümlenebilir olduğunu açıkça ortaya koymaktadırlar.

Toplumsalın simülasyona uğraması meselesini biraz daha açık olarak irdelemeye çalışalım. Baudrillard’a göre kitle, toplumsalı yansıtmamaktadır. Kitleler, toplumsalın içinde değerlendirilemezler. Çünkü toplumsalın kendi özlerine işlemesine engel olurlar. Toplumsalı nötrolize ederler. Buradan yola çıkarak, kitle iletişim araçlarının kitleye doğru sirkülasyon şeklinde göndermiş olduğu anlam ve mesajları Baudrillardcı bakış açısıyla toplumsala ait olan veriler olarak değerlendirmek gerekmektedir.

“Kitle: Bir özne, bir özneler grubu ve bir nesne olmama tersliğini başarmıştır.” Kitleyi özneye dönüştürme çabaları da, nesneye dönüştürme çabaları da yersiz kalmaktadır. Baudrillard’a göre, kitleyi nesne olarak ele alma çabaları, kitlenin güdümlenemezliği gerçeğine çarparak geri püskürtülmektedir. Kitle güdümlenebilir olsaydı, nesneleştirilmiş olurdu. Ortada nesne olmadığı gibi, nesne olmadığı gerçeğini ortaya koyacak bir özne de

yoktur. Baudrillard’ın bu görüşü, onu bizim yukarıda bahsettiğimiz düşünceye yaklaştırmaktadır. Hatırlayacağınız üzere, kitlenin kitle iletişim araçları karşısında olan tepkisizliğinin bilincinde olmamasından dolayı, onun bireyselliğini sorgulamıştık. Bu noktada Baudrillard’ın tutumu, bizim tutumumuza yaklaşmış sayılmaktadır.

Kitlenin özne ve nesne olmaması durumunu göz önünde bulundurduğumuzda, kitlenin varlığı ya da ne olduğu sorgulanması gereken bir husus olarak karşımıza çıkmaktadır. Çünkü kitle, bir şeyin ya kendisi ya da tersi olması gerektiği düşüncesini yadsımaktadır. Ancak var olduğunu saptamak için, onu var olan yapılandırmalar içine oturtmak gerekmektedir. Bu bakımdan kitleyi bir yere oturtamadığımız için, kitle diyalektik yasalarını yadsımış olmaktadır.

Kitle kavramında görülen bu durum, “toplumsal” kavramı için de geçerlidir. Yani toplumsal da nesnel olarak ortaya konulamaz. Çünkü kendisini tanımlamaya çalışan herkesi kendi içinde yok etmektedir. Kitleler, toplumsalın içinde yok olmaktadır. Aynı zamanda toplumsal da kitle nedeniyle yok olmaktadır. Bu durumda karşılıklı simülasyon ilişkisi söz konusudur. En başından beri savunduğumuz simülasyonun “kapalı devre” gibi, kısır döngü olarak işlediği fikri, burada da kendini göstermektedir.

Kitleye sonsuz sayıda anlam gönderilmesinin nedeni, kitleyi anlamın egemenliği altına almak güdümlenebilirliğini ve denetlenebilirliğini sağlamaktır. Kitle iletişim araçlarından olan reklamın da ilettiği mesajlara kitlelerin inandığı düşünülmektedir. Bu yüzden de reklamlar kitlelere daha çok ve sürekli olarak anlam pompalamaktadırlar. Daha çok anlam, kitleler tarafından özümsenmeyen diğer anlamlarla üst üste bineceği için, daha çok anlamsızlık üretecektir. Böylece, reklam sektörünün varlığı tehlike içindedir. Baudrillard’a göre de; “mesajın alıcı üstündeki yansımasının sıfır olduğu gerçeği ortaya çıktığı anda reklam kurumu ortadan kalkacaktır.”

Aynı mantıkla devam edecek olursak, sistemde kitlenin güdümlenebilirliği fikri hakim olduğu için, yani sistemde hayali bir zafer duygusu var olduğu için, sistem kıskaç içinde de olsa varlığını devam ettirmektedir. Ancak bu varlık, gerçek anlamda bir varoluş değildir. Bu bir kandırmacayı anımsatmaktadır. O halde, sistem başarısızlığını kabul ettiği anda, kitlenin güdümlenemezliğini fark ettiği anda yok olacaktır.


* Unutulmamalıdır ki, kitlenin sessiz kalmasının nedeni sistemin en önemli güdümleyici unsuru olan kitle iletişim araçları olduğu için,  mesajı yok eden aslında kitle iletişim aracının kendisidir.

Advertisement

August 25, 2011 Posted by | anti-otoriter / anarşizan, somuru / tahakkum, tuketim karsitligi | 3 Comments

Hayvanlara Zarar Vermenin Sosyolojisi

Bir çok hayvan hakları eylemcisi dirikesimcinin şeytan, çiftçinin de hasta olduğunu ilan ediyor. Sosyal süreçlerin, yapıların, kurumların kavranması bu tür hataları düzeltebilir. Dirikesimciler ve diğer hayvan kölecileri hasta ya da kötü insanlar değiller- her anlamda tür ayrımcısı olan toplumların sosyalleşmiş bireyleri onlar. Bu yüzden hayvan haklarını savunanların bireysel  hayvan kullanıcılarının patolojisine değil kültürel tür ayrımcılığına dikkat çekmeleri gerekiyor. 

Sosyologlar toplumsallaşma süreçlerinin asla sona ermediğini söylüyor; insanlar doğar doğmaz (hatta rahimde) başlayan bu süreçler insanlar ölene dek devam ediyor. Bu süreçlerin sosyal etkileri toplumsallaşma terimiyle karıştırılarak kullanılan kültürleme gibi terimlerde görülebilir, kültürleme insanların ait oldukları toplumdaki bilgiyi edinmeleri anlamına geliyor, bir de kültürel aktarıma dair antropolojik bir kavram olan kültürleşme var.

Sosyoloji öğrencileri ilk toplumsallaşmanın aşırı derecede önemli olduğunu öğreniyor; çünkü insanların sosyal dünyada hareket edebilmesi için temel bir sosyal bilgiyi ortaya koyuyor. Bireylerin uzun ve yoğun sosyalleşme süreçleri insanların diğer hayvanlarla nasıl bağlantı kurduğunu görmede son derece önemlidir. Bu süreçler sosyal tavırları ve pratikleri biçimlendirir.

Bir  çok sosyal bilimci ilk ve başlangıç sosyalleşme sürecinin insanın toplumdaki yaşam kariyeri anlamında son derece önemli. Sosyal filozof Zygmunt Bauman “grubun” kişinin oluşmasına nasıl yardımcı olduğunu gösteriyor. Sosyal etkileşime ve dile yoğunlaşarak önemli kuramcı Jürgen Habermas sosyalleşme sürecinin öznelerarasılığa dair bir dil yapısı içerisinde hayata geçirildiğini bildiriyor.”Edilgen insanlık” bakışının aşırı sosyalleşmiş görüşünü hatırlatan bazı düşünceleri kabul ederken sosyalleşme süreçlerinin insanlar üzerinde güçlü bir etkisi olduğuna dair iddia ise tamamen meşru görülüyor.
Ayrıca Bauman öncelikle insanların dönüştürüldükleri şeyi değiştirmek için en nihai bir çabayı sarfetmeleri gerektiğini öne sürüyor. Bu yüzden direnme ve değiştirme yönünde bir istek; efor, kararlılık ve sabır gerektirir: açıkçası, insanın kendini akışa bırakması ve konformizme boyun eğerek ve uysalca yaşaması daha kolaydır.

Konuya yönelik sosyopsikolojik bir yaklaşım hem içselleştirilmiş hem de kurumlaşmış boyutları anlamamıza yardımcı oluyor. Örneğin;  Piaget toplumsallaşmanın bilişsel gelişimdeki önemli rolünün altını çizerken, Freud aile düzeninin sağlam bir ahlâki ve kişisel kimliğin edinilmesini sağladığını söylerken sosyolog Herbert Mead ise  benlik ve sosyal kimlik kavramının eş zamanlı edinilmesine işaret ediyor.

1984 yılında şair, oyun ve metin yazarı Maureen Duffy insan ve  insan olmayan canlıların arasındaki ilişkiler üzerine bir kitap yazdı, bu kitaptan söz eden neredeyse hiç kimse yok artık. Ancak kitabı “Men and Beasts: An Animal Rights Handbook” mükemmel bir şekilde çocuk yetiştirmenin sosyolojik boyutlarından söz ediyor. Örneğin, bazı modern İngilizlerin ampirik gerçekliğini ifade ederken şöyle yazıyor, “ ben et yiyen bir dünyada büyüdüm”. Sosyal antropolog Nick Fiddes et yemenin gerekliliği ve hatta iyiliğiyle  ilgili bir çok mitolojiler(et-olojiler) bulunduğunu gösterdi. Duffy etin kendi içinde iyi olduğuna inanarak yetiştirildiğini söylüyor ve et barındırmayan bir yemeğin de içinde iyilik taşımadığına inanıyordu. Genç Maureen Duffy için et tanıdığı herkesin yemeyi istediği birşeydi, bazıları için ekonomik anlamda zor olsa bile.

Eğer bazı insanlar insan yemiyorsa o zaman bunun sebebi bu insanların ancak başka bir sosyal sınıfa ait olduklarındandı. Oların etten “o nazik kaçınışları” bir çeşit sosyal duruş sağlıyordu bu insanlara ya da daha pratik olarak aslında genelde tükettikleri rosto oyunundan farklı bir varyasyon sağlıyordu. Beyaz ekmek gibi bazı temel besinlerin sadece mide doldurmaya yaradığı kabul ediliyordu ama “et yemekleri”nin kesinlikle büyümek ve sağlıklı olmak için gerekli olduğu düşünülüyordu, öyle ki sanki ölü bir hayvanı yemenin o hayvanın gücü ve kuvvetini onu yiyen insana transfer edilmesi gibi bir durum söz konusu oluyordu.

Duffy denizleraşırı yolculuklar yaparak İngiltere’de yabancıların yiyeceği diye kabul ettiği şeyin yavaş yavaş normal kabul edilmesini gözlemlemesi üzerine  et yemeyi de içeren dünyaya dair bir açıklama bulması gerektiğini hissetti. Elbette halihazırda hayvanlara zarar vermeyi açıklayan bir çok geleneksel açıklama vardı, en dinsel, felsefi ve hayvan refahçılığı görüşler de bu açıklamalara dahildi, Duffy bu bakış açılarını tek tek edindiğini söylüyor.

Eğer davranışın sosyolojik örüntülerinin, uzun vadeli sosyal görüşlerin ve yaygın olarak kabul edilen tavırların ve oryantasyonların temelindeki sosyolojik örüntüleriyle  ilgili geçerli bir kavrayışa ulaşılmak isteniyorsa toplumsallaşma gibi toplumsal süreçlerin etkisi göz ardı edilmemelidir. Bireylerin hepsini bir arada tutan gruba bağımlı olduğunu söyleyen Bauman son derece doğru konuşuyor olabilir, öte yandan David DeGrazia dominant değerlere ve düşüncelere direnmenin hem sıradışı bir şekilde zihinsel bağımsızlık hem de büyük bir efor gerektirdiğini söylüyor.

Ancak insanlar toplumsallaşma sürecinden kopabilirler ve koparlar; tür ayrımcısı insanlar arasında hayvan haklarını savunanların bulunması bu iddiayı kanıtlıyor.

Ancak; tam da toplumsallaşma süreçlerinin güçlü sosyal etkileri olduğu için, insanların hayvan hakları taleplerinin hem yaygın hem de sık sık duyulduğu bir dünyada sosyalleşmeleri hayvan hakları davasına oldukça faydalı olurdu. Ne yazık ki günümüz toplumunda insanların gerçek hayvan hakları görüşlerine dair bir şeyler duyabilmesi oldukça zor. Bu tür görüşler genelde yeni refahçı görüşlerin kakafonik retorikleri arasında kaybolup gidiyor. Hayvan refahçılığı ve  onun yasal düzenlemeleri tamamen kendini akışa bırakmaktan ibaret. Geleneksel hayvan refahçılığı arzu edilen türden bir insan-insan olmayan canlılar ilişkisi kurmak adına hiç bir derin ve kök değişimlerin gerekli olmadığını düşündürüyor insanlara. Yeni refahçılık sözde radikal bir değişim talep ediyor, ama pratik anlamda hem ağır ağır işliyor hem de “gerçekçi” reformlar talep ediyor, o kadar. Toplum ise refahçı nosyona göre içinde zulüm barındırmayan hayvan sömürüsündeki bütün gereklilikleri yerine getirecek sosyal kontrol mekanizmalarının gerçekliğine dair ekstra bir çaba görmek istiyor.

Sosyal süreçlerin sosyolojik anlamda kavranışı ile beraber bu oryantasyonun neden bir çok insan için göz boyayıcı bir imaj çizdiğini anlamak hiç zor değil. Ancak, hayvanları koruma toplumunda ya da başka topluluklarda bulunan bir çok insanın refahçı yönergeler içerisinde çalışmak yerine kültürel tür ayrımcılığına karşı koyup meydan okuyacak iddialar ve taleplerde bulunmak için gerekli bütün araç gereci ve olanakları bir araya getirmesi gerekiyor.

http://human-nonhuman.blogspot.com/

Çeviri: CemCB

http://hayvanozgurluguhareketi.wordpress.com/2011/06/26/hayvanlara-zarar-vermenin-sosyolojisi/#more-1191

June 29, 2011 Posted by | anti-otoriter / anarşizan, türcülük, doğa / hayvan özgürlüğü | 2 Comments

Hediye Olarak Satın Alınan Köleler

 

Uzun zamandır yaşayan varlıkların sahibi olabileceğimizi düşünen insanların sorunları üzerine düşünüyorum. Dünyanın her tarafında erkeklerin kadınların sahip olduğu bir çok bölge var. Başka bölgelerde aileler çocuklarının sahibiler, bu çocuklar köle olarak satılıyorlar. Bir canlı bir metaya dönüştüğü an bu canlının sahibi bu metaya canı ne isterse yapmaya yasal olarak hak sahibi oluyor.

 

Bu blogu okuyan herkes hiç bir insanın bir eşya olmadığı ve hiç bir insanın bir eşya olarak satın alınmaması ve satılmaması gerektiği konusunda hemfikirdir. Burada bir sorun yok. Ancak pek de net olmayan başka birşey var, söz konusu insan  türünden olmayan canlılar olunca çizgiyi nerede çekmemiz gerektiğini bilemeyebiliyoruz. Evine, atına ya da köpeğine baktığımız insanlardan birisinin bir arkadaşı dün ineklerini otlamaları için araziye getirdi. Önce anneleri getirdi. Anneler stres altındaydı; çünkü yavruları yanlarında değildi. İki saat sonra adam bu sefer yavruları getirdi, her anne koşan çocuklarına doğru koşturdu, yavruları da onlara doğru koşuyordu. Ardından hem anneler hem de yavrular yük vagonundan mümkün olduğu kadar uzaklaştılar…tepelere doğru gidiyorlardı. Bu çiftçi kendini bu hayvanların sahibi olarak görüyor. Onların sahibi olarak, bu çiftçi onları ne zaman ayırmak gerektiğine ve onlardan birini ne zaman mezbahaya yollamak gerektiğine karar verecek.

 

Bir canlı varlığa sahip olmanın mantıksal ya da şefkat içeren bir açıklamasını bulamıyorum. Köpeğimizi umursuyoruz elbette; ama onun “sahibi” değiliz, o bizim bir eşyamız değil.

 

Heifer İnternational ve Outreach International gibi kuruluşlar canlı varlıkların harika hediyeler olduğunu düşünüyor, bu yüzden de bu kuruluşlar kendi yapılanmalarını canlı varlıkların(insan türünden olmayan canlı kölelerin) eşya gibi sahiplenilmesi gibi bir düşünce üzerine oluşturmuş. Her iki kuruluşun da insan türünden olmayan canlıların satışı, nakliyatı ve öldürülmesini içermeyen değerli programları da bulunuyor. Heifer’ın topluluk bahçelerine odaklanan programları var. Outreach Int’ın ise topluluklara eğitim, dikiş makinesi, giysi, su kuyuları, fırın, marangoz aletleri, tıbbi ilaçlar ve meyva ağacı ile arazi alanları sağlayan programları var.

 

Eğer Outreach Int kölelik içermeyen programlar sürdürürse onlara destek verip diğerlerinin de aynı şeyi yapmasını isterdim; ama mutlu insanların sevimli hayvanları kucaklarken gösteren fotoğrafları satın alıp bu hayvanları da topluluklara gönderdiğiniz zaman, işte bu kuruluşlar esas parayı orada kırıyorlar.

 

Diğer değerli programların yeterli olması yerine, keçiler, koyunlar, tavuklar, inekler, bufalolar, balıklar ve diğer canlılar güya bu topluluklara yardım etmek adına acı çekiyor ve  ölüyorlar.

Lütfen şu an ile önümüzdeki tatil sezonu için bu haberi yayın. Hayatınızdaki insanların sürdürülebilir seçimleri destekleyen, şefkat barındıran kuruluşlara bağışta bulunabileceklerini bilmelerini sağlayın. Canlıların bir eşya gibi kullanılmasını savunmayan bir çok gruba bağış yapabilirler. Ayrıca, eğer bu tür köleliğin sona erdirilmesi sizin için önemliyse lütfen canlı varlıkları “hediye” diye satan kuruluşlarla bağlantı kurun ve canlı varlıkların satışına son vermedikleri sürece programlarına destek vermeyeceğinizi bilmelerini sağlayın.

Bir eşya gibi düşünülmek istemem. En iyi fiyatı veren birisi tarafından satın alınmak ya da ona satılmak istemem. Bir birey olarak davranılmak isterim, gereksiz acı ve ızdıraptan uzak bir hayat yaşamak isterim. Bu sözlerim bütün canlılar için geçerli. En küçük bir sinek bile öldürmekten kaçar, hayatı seçer.

Hayatımın bir döneminde bir grup hayvana bakıp sadece onların bir tür olduğunu düşünüyordum. Bir grup inek, bir grup keçi, bir kuş gibi… Ama artık benim için herşey daha farklı. Onların bir çoğuyla yüzyüze, birebir tanıştım. Şimdi,  bu arazide eşya gibi sahiplenilmiş canlıların gözlerine bakıyorum, ve eşya değil onlarda bireyler görüyorum.  Bu canlıları ürün olarak pazarlayıp satan kataloglara baktığım zaman da aynı şey oluyor; orada türleri görmüyorum, bireyleri görüyorum. 

Rae Sikora /Plant Peace Daily/Hindistan

Çeviri: CemCB

http://hayvanozgurluguhareketi.wordpress.com/2011/06/28/hediye-olarak-satin-alinan-koleler/#more-1195

June 29, 2011 Posted by | anti-otoriter / anarşizan, somuru / tahakkum, türcülük, doğa / hayvan özgürlüğü | 1 Comment

Komünalist Proje – Murray Bookchin

Qijika Reş Dergisi / Sayı:3
 
Çeviren: Bilgesu Sümer[1]
 
Yirmi birinci yüzyılın en radikal zamanlara mı yoksa en gerici zamanlara mı tanıklık edeceği –ya da sadece zavallı bir sıradanlığın griliğine doğru mu sürükleneceği– büyük ölçüde sosyal radikallerin geçmiş iki yüzyıllık devrimci çağ boyunca birikmiş olan teorik, örgütsel ve siyasal zenginliğin içerisinden ne tür bir sosyal hareket ve program yaratabileceklerine bağlı olacaktır. İnsanlığın gelişiminin kesişen muhtelif yolları arasından seçeceğimiz istikamet, yaklaşan yüzyıllar için türümüzün geleceğini pekâlâ belirleyebilir. Bu akıldışı toplum bizi nükleer ve biyolojik silahlarla tehlikeye attığı sürece, bütün insani teşebbüslerin yıkıcı bir sonla karşılaşabileceği olasılığını göz ardı edemeyiz. Askeri endüstriyel kompleksin zarifçe tasarladığı detaylı teknik planların mevcudiyetinde, bu binyılın şafağında kitlesel medyanın kurguladığı gibi fütürist senaryolarda insan türünün kendini imha etmesi olasılığı da –yani insan geleceğinin sonu gibi–hesaba katılmalıdır.
 
Bu yorumlar çok kıyamet benzeri görülmesin diye, aynı zamanda insan yaratıcılığının, teknolojisinin ve hayal gücünün olağanüstü maddi gelişmeler üretebilme kapasitesinin olduğu ve de Saint-Simon, Charles Fourier, Karl Marx ve Peter Kropotkin gibi sosyal teorisyenlerin tasarladığı en dramatik ve en özgürleştirici vizyonun bile erişmeyi tahayyül ettiği özgürlük seviyesinin kat ve kat üstünde bir toplumu bahşedebilecek bir çağda yaşadığımızı da vurgulamalıyım.(1)Postmodern dönemin birçok düşünürü ahmakça bilim ve teknolojiyi insanlığın iyiliğine ve refahına karşı en temel tehdit olarak kabul etmiş olsa da, birkaç disiplin insanlığa maddenin ve yaşamın en gizli saklı sırları hakkında muazzam bir bilgi sunmuş bulunmaktadır, ya da bu disiplinler, türümüzün gerçekliğin önemli her veçhesini değiştirebilme kabiliyetine katkı sağlamıştır ve insani ve gayri-insani yaşam türlerinin hayatlarını iyileştirmiştir.
Bulunduğumuz konum itibariyle ya ucunda “tarihin sonunun” olduğu merhametsiz bir patikayı takip edip içi boş olayların bayağı bir şekilde art arda sıralandığı ve gerçek ilerlemenin yerine geçtiği bir yola gireceğiz ya da tarihin gerçek ve doğru bir şekilde vuku bulacağı bir yolda insanlığın gerçek anlamda akılcı bir dünyaya doğru ilerlediği bir patikadan geçeceğiz. Muhtemelen tarihin nükleer olarak yok edildiği bir felaketi içeren alçakça bir son ile tarihin akılcı olarak yerine getirileceği estetik güdülerle inşa edilmiş özgür ve bereketli toplum arasında tercih yapacağımız bir konumdayız.
 
Her ne kadar hâkim sınıfın (yani, burjuvazinin) rekabet halindeki şirketlerinin teknolojik harikaları bir ötekinin üstünde hegemonya kurmak için gelişiyor olsa da, mevcut toplumdaki öznel doğanın çok azı bunu kendi için kurtarabilir. Bir tür olarak, insanlık durumunda ve de insani olmayan doğal dünyada hayret verici nesnel ilerlemelere ve gelişmelere yönelik –özgür ve akılcı bir toplumun geliştirilebilecek türden ilerlemelere–araçlar üretme kapasitesine sahip olduğumuz bir zamanda, kesinlikle, fiziksel yok oluşumuza ziyadesiyle yol açacak sosyal güçlerin saldırısı karşısında ahlaken neredeyse çırılçıplak duruyoruz. Gelecek hakkındaki teşhislerin çok kırılgan olması anlaşılabilir ve bunlara kolayca güvenilmez. Kültürün yok olma noktasına kadar dehşet verici şekilde geriye gittiği kapitalist sosyal ilişkilerin insan zihninde daha önceden hiç olmadığı kadar kök salmasıyla kötümserlik çok yaygın hale geldi. Bugün birçok insan için, 1917-18 Rus Devrimi ve 1939’da sona eren İspanya İç Savaşının arasındaki yirmi yıllık dönemdeki umut dolu ve çok radikal kesinlikler neredeyse naif gözükmektedir.
 
Ama gene de daha iyi bir toplumu yaratma kararımız ve bunu nasıl yapacağımıza dair tercihimizbizim içimizden gelmelidir, bir ilahın yardımı olmaksızın, mistik olan “doğanın kuvveti” veya karizmatik liderlerin varlığı olmaksızın. Eğer daha iyi bir geleceğe yönelik bir yol seçeceksek, tercihimiz yeteneğimizin sonucu olmalıdır –ve sadece kendi yeteneğimiz– ve geçmişin maddi derslerinden öğrenmeli ve gelecek için gerçek ümitleri takdir etmelidir. İnsanlığın bilinç ve akıl doğrultusunda kendini gerçekleştirmesinden alıkoyan sosyal patolojiler ve tesadüfî hadiselerin karşısında, batıl inançların karanlık cehenneminden, ya da saçma bir şekilde, akademinin açtığı vadiden büyüyle gelen hayaletimsi aşırılıklara değil, tam da insanlığımızı oluşturan yaratıcı özelliklere ve doğal ve sosyal gelişmeye sebep olan temel özelliklerimize başvurmamız gerekecektir. Tarihi neredeyse her şeyin en azından maddi doğada mümkün olduğu bir noktaya getirerek –ve insan hayal gücünün ürettiği mistik ve dinsel varlıkların ideolojik olarak nüfuz ettiği bir geçmişi geride bırakarak– insanlığın daha önceden karşılaşmamış olduğu yeni bir meydan okuma ile yüz yüzeyiz. Bilinçli olarak kendi dünyamızı yaratmalıyız, şeytani fantezilere göre değil, düşüncesiz geleneklere göre değil, yıkıcı önyargılara göre değil, ama eşsiz bir şekilde sadece türümüze ait olan akıl, tefekkür ve de söylemin ölçütlerine uygun olarak bunu yapmalıyız.
 
Kapitalizm, Sınıflar ve Hiyerarşiler
 
Tercihimizi yaparken ne gibi faktörler belirleyici olmalıdır? İlk olarak, en büyük öneme sahip şey bugünün devrimcileri için hazır bulunan engin sosyal ve siyasal deneyim birikimidir, doğru düzgün kavrandığında, bu bilgi ambarı, bizden öncekilerin yaptığı korkunç hatalardan kaçınmak ve insanlığı geçmişteki başarısız devrimlerin korkunç musibetlerinden uzak tutmak için kullanılabilir. Ve vazgeçilemez derecede önemi olan şey ise fikirler tarihi tarafından yaratılmış olan ve oluşmakta olan radikal hareketleri, mevcut sosyal koşulların içinden insanlığın özgürleşmesinin besleneceği bir geleceğe fırlatabilecek yeni bir teorik sıçrama tahtasının potansiyelidir.
 
Ama karşılaştığımız sorunların kapsamından da tamamen haberdar olmalıyız. Net ve açık bir şekilde mevcut kapitalist düzenin gelişiminde nerede durduğumuzu anlamalıyız ve acil sosyal sorunları kavramalıyız ki yeni hareketin programında bu sorunlara bir karşılık bulabilelim. Kapitalizm, hiç kuşkusuz, tarihte belirmiş en dinamik toplumdur. Anlam açısından, emin olmak gerekirse, her zaman satılmak ve kâr için üretilen nesnelerin çoğu insan ilişkilerini istila ettiği ve vasıta olduğu bir meta değişim sistemi olarak kalacaktır. Fakat kapitalizm yüksek derecede değişken bir sistemdir, şirketlerin rakiplerinin aleyhine büyümediği takdirde ölmesi gerektiğine dair merhametsiz düsturu devamlı olarak geliştirmektedir. Böylece “büyüme” ve devamlı değişim kapitalist varoluşun en temel hayat kanunu olmaktadır. Bu, kapitalizmin hiçbir zaman sadece tek bir biçimde devamlı olarak kalmayacağı, her zaman temel sosyal ilişkilerden doğan kurumları dönüştürmek zorunda olacağı anlamına gelir.
 
Her ne kadar kapitalizm toplumda sadece son birkaç yüzyıl içerisinde baskın toplum haline gelmiş olsa da, önceki toplumların çeperinde uzun süredir var olmuştu: kentler ve imparatorluklar arasında büyük oranda ticari bir biçimde yapılanmış şekilde; Avrupa’nın Orta Çağı’nda zanaat biçiminde; bizim zamanlarımızda geniş çapta endüstriyel biçimde; yakın dönem kâhinlerine inanacak olursak, gelecek dönemde enformasyon biçiminde. Sadece yeni teknolojiler yaratmakla kalmadı, atölyeler, fabrikalar, endüstriyel ve ticari kompleksler gibi oldukça çeşitli ekonomik ve sosyal yapılar da oluşturdu. Kesinlikle Sanayi Devriminin kapitalizmi, aynı bir önceki dönemden kalan ve tamamen unutulmaya teslim olmuş izole köylü ailesi ve küçük zanaatkâr gibi bütün olarak yok olmadı. Geçmişin büyük bir kısmı şimdiki zamana dâhil edilir; hakikaten, Marx’ın ısrarla uyardığı gibi, “saf kapitalizm” yoktur ve yeni sosyal ilişkiler radikal olarak kurulana ve kuvvetle baskın olana kadar kapitalizmin erken biçimlerinin hiçbiri yok olmayacaktır. Ama bugün kapitalizm, her ne kadar kendi amaçları için kapitalizm öncesi kurumlarla birlikte var olsa da ve bu kurumları kullansa da (Marx’ın Grundrisse eserini bu diyalektik ilişkiyi görmek için inceleyin), banliyölere ve taşraya alışveriş merkezleri ve yeni tarz fabrikaları ile şimdi ulaşabilmektedir. Gerçekten, bir gün gezegenimizin ötesine de ulaşabileceği hiçbir şekilde manasız ve anlaşılmaz değildir. Her durumda, sadece yeni metalar üreterek, yeni istekleri yaratmak ve beslemekle kalmamıştır, ama aynı zamanda yeni sosyal ve kültürel meseleler de yaratmıştır ve bunlar mevcut sistemde yeni taraftarlar ve karşıtlar bulabilmiştir. Marx ve Engels’in ünlü Komünist Manifesto yapıtının kapitalizmin mucizelerini kutladıkları ilk kısmını burjuvazinin gelişmesiyle üretilen kapitalist başarıları –tabi ki neden olduğu korkunçlukları da– takip edebilmek için periyodik olarak yeniden yazmaları gerekirdi
Batı dünyasında bugün kapitalizmin en dikkat çekici özelliklerinden birisi oldukça basitleşmiş olan iki-sınıflı yapısıdır –burjuvazi ve proletarya–, Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’da öngörmüş olduğu gibi “olgun” kapitalizm safhasında baskın olacak bu yapının (ve neyin “olgun” olduğunu hâlâ bilemiyor olsak da, en azından “geç” ya da “ölüm döşeğinde” bir kapitalizmdir) yeniden kurulum sürecine girdiğidir. Ücretli emek ve sermaye arasındaki çatışma hiçbir şekilde yok olmamıştır, fakat en azından geçmişte olduğu gibi her şeyi kapsayan önemini yitirmiştir. Marx’ın beklentilerinin aksine, endüstriyel işçi sınıfı sayısal olarak azalmaktadır ve bir sınıf olarak geleneksel kimliğini durmadan kaybetmektedir –bu tabi ki hiçbir şekilde kapitalist sosyal ilişkilerin karşısında toplumun bir bütün halinde potansiyel olarak daha da genişlemiş ve belki de çatallanmış bir çatışmadan ayrı tutmamaktadır. Ağırlıkla sendikalistlerin ve Marksistlerin gerçekten de mistik bir anlam yükleyerek odaklandığı geleneksel proletarya, günümüz kültürü, sosyal ilişkileri, kent manzaraları, üretim şekilleri, tarımı ve taşımacılığı ile zihniyetinin kendi burjuva ütopyacılığının altında “tüketmek için tüketmek” şiarını edinmiş geniş ölçekte bir küçük burjuva tabakasına dönüştürdü. Yakasının renginden ya da üretim bandındaki konumundan bağımsız olarak proletaryanın yerine otomasyonun geçeceği ve hatta beyaz önlüklü makine ve bilgisayar operatörleri tarafından işletilen minyatürleşmiş üretim araçlarına dönüşeceği zamanları öngörebiliriz.
 
İlaveten, geleneksel proletaryanın yaşam standartları ve maddi beklentileri (sosyal bilincin oluşumunda hiç de küçük bir faktör değil!) muazzam şekilde değişti, bir ya da iki nesil önce yoksulluk seviyesinden göreceli olarak yüksek derece maddi bolluğa yükseldi. Eskinin çelik ve otomobil işçilerinin ve kömür madencilerinin hiçbir proleter sınıf kimliği taşımayan çocukları ve torunları lise diplomasını yeni sınıf statülerinin bir simgesi olan üniversite diploması ile değiştirdiler. ABD’de bir zamanlar çelişki içindeki sınıf çıkarları öyle bir noktaya geldi ki neredeyse Amerikan ailelerinin yüzde 50’si hisse ve bonoya sahip, öte yandan çok geniş bir kesim ise ev, bahçe ve kırda yazlık sahibi; kısacası o ya da şu şekilde bir mülk sahibidir.
 
Bu değişimleri göz önünde bulundurursak, geçmişin radikal posterlerinde resimlenen elinde kemik kıran cinste bir çekiç tutan, kol adaleleri kasılmış sert işçi erkek ve kadın yerine nazik ve terbiyeli (sözüm ona) “çalışan orta sınıf” geldi. Geleneksel olarak “Dünyanın bütün işçileri birleşin!” diye haykırmanın eski tarihsel manası giderek daha anlamsız hale geliyor. Marx’ın Komünist Manifesto ile uyandırmaya çalıştırdığı proletaryanın sınıf bilinci durmaksızın kan kaybediyor ve birçok yerde görüntü olarak yok oldu. Daha varoluşsal olan sınıf mücadelesi bertaraf edildi, emin olmak gerekirse, mevcut insanlık durumunda yer çekiminin burjuvazi tarafından bertaraf edilmesinden hiçbir farkı yok, ama eğer bugünkü radikaller sınıf mücadelesinin bireysel fabrikaya ya da ofise sıkıştırıldığınınfarkına varmazlar ise, karşımızda duran daha genelleşmiş mücadelelerin içinden yeni, belki de daha geniş bir sosyal bilinç biçiminin ortaya çıkabileceğini göremeyeceklerdir. Aslında, bu yeni sosyal bilinç biçimine, 1789 Devrimini ve geniş çaptaki hümanist sosyallik duygusu için çok önemli olan citoyen(yurttaş) kavramının yeniden doğması gibi yeni ve taze bir anlam verilebilir ki bu biçim Fransa’nın kırmızı horozunun daha sonraki devrimcileri barikatlara çağırmak için hitap şekli olmuştur.
Bir bütün olarak bakıldığında, kapitalizmin bugün üretmiş olduğu sosyal durum Marx ve Fransız devrimci sendikacılarının ortaya koyduğu basitleşmiş sınıf öngörüleriyle çok zıt durmaktadır. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, kapitalizm geniş çaplı yeni sosyal sorunları olağanüstü bir hızlılıkta yaratarak muazzam bir dönüşüme girdi, bu sorunlar iyileştirilmiş maaş, çalışma saatleri ve çalışma koşulları gibi geleneksel proleter taleplerinin de ötesine geçiyor: özellikle çevre, toplumsal cinsiyet, hiyerarşi, kentsel (civic) ve demokratik meseleler. Kapitalizm, aslında, tehditlerini tüm insanlık içingenelleştirdi, özellikle de dünyanın çehresini değiştirebilecek iklimsel değişikliklerle, küresel çaptaki oligarşik kurumlarıyla ve her yere yayılmış hızlı şehirleşme ile kentsel yaşamın temeli olan tabandan gelen (grassroots) siyaseti aşındırıyor.
 
Hiyerarşi, bugün, sınıf gibi telaffuz edilen–yöneticilerin, bürokratların, bilim insanlarının ve benzerlerinin görünürde hâkim gruplar olarak ortaya çıktığını belirleyen pek çok sosyal analizin genişliğine tanıklık ettiği– bir mesele haline geliyor. Statü ve çıkarların yeni ve ayrıntılı derecelendirmeleri yakın geçmişte olmadığı ölçüde önemli kabul ediliyor; geleneksel sosyalistler tarafından daha önceden merkeze konulan, açıkça tanımlanan ve militanca sürdürülen ücretli emek ve sermaye arasındaki çatışmayı bulandırıyor. Sınıf kategorileri artık ırk, cinsiyet, cinsel tercih ve kesinlikle ulusal ve bölgesel farklılıklara dayanan hiyerarşik kategorilerle birbirinin içine geçmiş durumdadır. Hiyerarşinin karakteristikleri olarak statü farklılaşmaları, sınıf farklarıyla birleşme eğilimi gösteriyor ve toplumun gözünde sınıf farklarının önemini sıkça aşan etnik, ulusal ve cinsiyet farklarının olduğu daha da her şeyi kapsayan bir kapitalist dünya ortaya çıkıyor.Bu fenomen tamamen yeni değil: Birinci Dünya Savaşı sırasında sayısız Alman sosyalist işçi proletaryanın kızıl bayrağı altında birleşmeye olan bağlılığını bir yana bırakarak, iyi beslenmiş ve parazit iktidarlarının ulusal bayraklarının altında toplandı ve süngü ve tüfeklerini Fransız ve Rus sosyalist işçilere doğrulttu –aynı şekilde, bunun karşılığında Fransız ve Rus işçilerin de kendi zalimlerinin ulusal bayraklarının altında yaptığı gibi.
 
Aynı zamanda, kapitalizm yeni, belki de devasa bir çelişki üretti: sonu gelmez büyümeye dayalı bir ekonomi ve doğal çevrenin kurutulması arasındaki çatışma.(2) Bu mesele ve onun dallanıp budaklanmış sonuçları artık insanların yemek ya da havaya ihtiyacı karşısında küçültülemez, hele hiç de göz ardı edilemez. Halen, sosyalizmin doğduğu Batı’daki en ümit verici mücadeleler gelir ve çalışma koşullarının yerine nükleer enerji, kirlilik, ormansızlaşma, şehirlerdeki keşmekeş, eğitim, sağlık, toplumsal yaşam ve az gelişmiş ülkelerde insanların bastırılması gibi konular üzerinde tecelli etmektedir –(her ne kadar seyrek de olsa) küreselleşme karşıtı hareketlerde görüldüğü gibi mavi ve beyaz yakalı “işçiler”, orta sınıf hümaniterlerle aynı saflarda yürümekteler ve ortak sosyal endişelere karşı odaklanmışlardır. Proleter savaşçılar orta-sınıftan gelenlerden ayırt edilemez olmuştur. Ayırt edici özellikleri mücadeleci bir militanlık olan güçlü kuvvetli işçiler, “ekmek ve kukla” tiyatro performansları arkasında yürümekte ve genel olarak ortak oyunculuktan görece az nasiplenmektedir. İşçi ve orta sınıftan gelenler artık birçok farklı sosyal şapkalar takmaktadır, yani, kapitalizmi kültürel olduğu kadar ekonomik temellerde dolaylı olduğu kadar doğrudan da meydan okumaktadırlar.
Bir yandan da, hangi yolu seçeceğimizde karar verirken, kapitalizmin eğer kontrol edilmezse gelecekte –ve illa ki çok ileri bir gelecekte değil– fark edilebilir bir şekilde bugün bildiğimiz sistemden farklılaşacağı hakikatini göz ardı edemeyiz. Kapitalist gelişmenin önümüzdeki yıllarda sosyal ufku geniş çapta değiştireceği beklenebilir. Yirmi birinci yüzyıl bitmeden önce fabrikaların, ofislerin, kentlerin, yerleşim alanlarının, sanayinin, ticaretin ve tarımın şöyle dursun, ahlaki değerlerin, estetiğin, medyanın, popüler arzuların ve benzerlerinin yoğun bir şekilde değişeceğini farz edebilir miyiz? Geçen yüzyılda, kapitalizm her şeyin üstünde, sosyal meseleleri –tabi ki, sınıflara bölünmüş ve sömürü içindeki insanlığın eşitlik, otantik uyum ve özgürlük temelli bir toplum yaratıp yaratmayacağına dair tarihsel sosyal sorun– on dokuzuncu ve erken yirminci yüzyılın özgürleşmeci sosyal teorisyenlerinin nadiren öngördüğü kesimlerin çözüm önerilerini de kapsayacak şekildegenişletti. Sınırsız yelpazede “taban çizgileri” ve “yatırım tercihleri” içeren bizim dönemimiz şimditoplumu büyük ve sömürücü bir pazar yerine dönüştürmekle tehdit etmektedir.(3)
 
İlerlemeci sosyalistlerin ilgilenmek zorunda olduğu toplum da radikal şekilde değişiyor ve gelecek yıllarda da değişmeye devam edecektir. Kapitalizmin getirdiği değişiklikleri ve ürettiği yeni ya da daha geniş çelişkileri anlamakta gecikmek son iki yüzyıldaki devrimci hareketlerin hemen hemen hepsinin yenilgisine neden olan tekrar eden felaket suçu işlemek olacaktır. Yeni bir devrimci hareketin geçmişten öğrenmesi gerek en öncelikli derslerden biri yeni popülist programıyla orta sınıfın geniş kitlelerini kazanmak olmalıdır. Kapitalizmin yerine sosyalizmi getirme çabalarının hiçbiri, isterentelijansiya olsun, ister Rus Devrimindeki üniformalı köylüler olsun, ya da entelektüeller, çiftçiler, dükkân sahipleri, memurlar, sanayideki idareciler ve hatta 1918-21 yılları arasındaki Almanya’daki ayaklanmalardaki yönetim şeklinde olsun, hoşnutsuz küçük burjuvazinin yardımı olmadan en ufak bir başarı şansı olmayacaktır. Geçmiş devrimci döngülerin en umut veren dönemlerinde bile, Bolşevikler, Menşevikler, Alman Sosyal Demokratlar ve Rus Komünistler yasama kuvvetlerinin mutlak çoğunluğunu hiçbir zaman elde edemediler. Sözde “proleter devrimler” istisnasız azınlık devrimleriydi, genelde hatta proletaryanın kendisinin içinde gerçekleştiler; başarılı olabilenler (genelde kısaca, bastırılmadan önce ya da devrimci hareketten tarihsel olarak uzaklaşmadan) burjuvazinin kendi askeri kuvvetlerinin etkin desteğinden yoksun olduğu ya da basitçe moralinin bozulduğu durumlara dayanıyordu.
 
Marksizm, Anarşizm ve Sendikalizm
 
Bilinen tanık olduğumuz değişimlere ve hâlâ şekillenen olaylara göre, sosyal radikaller tekstil fabrikasının sahibinin birincil hasmının fabrikadaki proleter olduğu ilk Endüstriyel Devrim sırasında doğmuş ideolojileri ve yöntemleri kullanarak vahşi (aynı şekilde oldukça yaratıcı) kapitalizme karşı duramazlar. (Fakirleşmiş köylüler ve feodal ve yarı feodal toprak sahipleri arasındaki çatışmadan çıkmış ideolojileri de kullanamayız.) Geçmişte anti-kapitalist olduğu iddia edilen ideolojilerin hiçbiri –Marksizm, anarşizm, sendikalizm ve sosyalizmin daha genel biçimleri– kapitalist gelişmenin ve teknolojik gelişmenin erken dönemlerindeki değerini ve geçerliliğini sürdürmemektedir. Ne de kapitalizmin zaman içinde tekrar tekrar yarattığı yeni meselelerin, fırsatların, problemlerin ve çıkarların çokluğunu kapsayabileceklerini umut edebilirler.
 
Marksizm sistematik bir sosyalizm biçimi oluşturmak için en kapsamlı ve bütünlüklü çabaydı, yeni bir toplumun hem maddi hem de öznel tarihsel önkoşullarına vurgu yapıyordu. Bu proje, mevcut kapitalizm öncesi iktisadi çözülme ve entelektüel kafa karışıklığı, görecelilik ve öznelcilik çağında yeni barbarlara hiçbir zaman teslim olmamalıdır. Bu yeni barbarların birçoğu kendini ideolojik gerilimin bir zamanlar bariyeri olan yerde yani akademi içinde evinde hissediyor. Marx’ın bize sağladığı, metanın ve meta ilişkilerinin bütünlüklü ve uyarıcı bir analizi, eylemci bir felsefe, sistematik bir sosyal teori, nesnel olarak temellendirilmiş ya da “bilimsel” bir tarihsel gelişme kavramı ve esnek bir siyasal strateji geliştirme çabalarına çok borçluyuz. Marksist siyasal fikirler, korkunç derecede yolunu kaybetmiş bir proletaryanın ihtiyaçları ve 1840’larda İngiltere’de, daha sonra Fransa, İtalya ve Almanya’da ve Marx’ın yaşamının son demlerinde son derece öngörülü şekilde gibi Rusya’da endüstriyel burjuvazinin uyguladığı hususi baskılar açısından fazlasıyla geçerliydi. Rusya’daki halk hareketinin yükselişine kadar (en ünlüsü, Narodnaya Volya), Marx, Avrupa ve Kuzey Amerika’da nüfusun çoğunluğunun ortaya çıkmakta olan proletarya olacağını ve kapitalist sömürü ve sefilleşme sonucu kaçınılmaz olarak devrimci bir sınıf savaşına gideceğini bekliyordu. Ve özellikle Marx’ın ölümünden bir hayli sonra 1917 ve 1939 yılları arasında, Avrupa hakikaten yükselen sınıf savaşı tarafından çevrilmişti ki işçilerin apaçık isyan ettikleri bir noktaya gelmişti. 1917’de, koşulların olağanüstü şekilde bir araya gelmesi hasebiyle –özellikle de Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla Avrupa’daki yarı-feodal sosyal sistemlerin fena halde istikrarsızlaşmasıyla– Lenin ve Bolşevikler, Marx’ın yazdıklarını kullanarak iktisadi olarak geri kalmış ama Avrupa’dan Asya’ya kadar on bir saat dilimini kapsayan büyük bir imparatorlukta iktidarı ele geçirmeye çalıştılar.(4)
Ama en geniş ölçüde, gördüğümüz gibi, Marksizm’in iktisadi öngörüleri on dokuzuncu yüzyılda fabrika kapitalizminin ortaya çıktığı döneme aittir. Sosyalizmin maddi önkoşulları ile ilgili göz alıcı bir teori olarak, ekolojik, kentsel ve öznel kuvvetlere ya da insanlığı devrimci bir sosyal değişime doğru harekete geçirebilecek etkili davalara hitap etmiyordu. Tam tersine, Marksizm yaklaşık bir yüzyıl boyunca teorik durgunluk yaşadı. Marksist teorisyenlerin ortaya çıkan ve geçen gelişmeler karşısında kafaları sıkça karışıyordu ve 1960’lardan beri teorisyenler çevreci ve feminist fikirleri kendi işçiciformülasyonlarına mekanik olarak iliştirdiler.
Aynı şekilde, –kendi otantik biçimini radikal şekilde kısıtlanmamış bir yaşam tarzını teşvik eden oldukça bireyci bir görüşle temsil ettiğine inandığım, genelde kitlesel eylemine yerine ikame edilen– anarşizm, Proudhoncu, basit aileye dayalı köylü ve zanaatkâr dünyasını ifade etmek için modern şehirden ve endüstriyel çevreden daha uygun düşer. Ben şahsen bu siyasal etiketi bir zamanlar kullandım, ama üzerine daha fazla düşünmek benim şu sonuca varmamı sağladı; kendini sıkça yenileyen aforizmaları ve öngörülerine bakılmaksızın, basitçe söylersek anarşizm bir sosyal teori değildir. Önde gelen teorisyenleri, eklektizme ve “paradoks”un ve hatta “çelişki”nin özgürleştirici etkilerine, Proudhoncu abartıyı kullanmaya görünüşteki açıklığını kutluyorlar. Buna göre, birçok anarşist eylemin içtenliğine dair hiçbir ön yargı beslemeden, “anarşizm” adına geçmişte oluşturulan birçok sosyal ve iktisadi yeniden inşa fikirlerinin çoğu genellikle Marksizm’den çekip alınmıştır (benim kullandığım “kıtlık-sonrası” kavramı dâhil ki konu üstüne okuyan birçok anarşisti anlaşıldığı kadarıyla kızdırmıştır). Maalesef, sosyalist terimlerin kullanılması genel olarak anarşistleri bize ne olduklarını anlatmalarından ve hatta ne olduklarını anlamamızdan alıkoymuştur: özerklik kavramının sosyalözgürlük yerine kişisel serbestliğin kuvvetle dayandığı bireyciler veya yapılandırılmış, kurumsallaşmış ve sorumluluk sahibi sosyal örgütlenmelere kendini adamış sosyalistler. Anarşizmin kendini düzenleme (auto-nomos) fikri Nietzsche’nin her şeyi kapsayan iradesinin radikal bir kutlamasına neden oldu. Gerçekte bu “ideolojinin” tarihi, birçok genç insanı ve estetikçiyi hiç de şaşırtıcı olmadık şekilde kendine çeken, acayipliğin sınırlarını zorlayan kendine has karşı koyma eylemleriyle bezenmiştir.      
     
Gerçekte, anarşizm, devlete kahramanca karşı koyulmanın kutlandığı, liberalizmin kısıtlanmamış özerklik ideolojisinin en aşırı formülasyonunu temsil etmektedir. Anarşizmin kendi kuralını koyma (autonomos) mitosu –toplumun üzerindeki veya hatta karşısındaki birey ve kolektif refaha karşı kişisel sorumluluğun olmaması hakkındaki radikal savı– Nietzsche’nin ideolojik yolculuğunun temelinde duran her şeye muktedir iradenin radikal bir onaylanmasına gitmektedir. Bazı kendinden menkul anarşistler hatta kitlesel sosyal eylemin faydasız olduğunu ve kendi özel meselelerine yabancı olduğunu ilan etmişlerdir ve İspanyol anarşistlerin grupçuluk (grupismo) dediği, sosyal olmaktan ziyade yüksek derece bireysel olan küçük-grup tarzı eylemi fetişleştirmişlerdir.
Anarşizm sıkça devrimci sendikalizmle karıştırılmıştır; devrimci sendikalizm oldukçayapılandırılmış ve sağlam temellerde geliştirilmiş bir özgürleştirici emek sendikacılığının kitleselbiçimidir ve anarşizmin aksine demokratik usullere, (5) eylem disiplinine, kapitalizmi elimine etmek için uzun vadeli ve örgütlü devrimci pratiğe bağlıdır. Anarşizmle olan yakınlığı güçlü özgürleştirici eğiliminden gelir ama Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’daki hemen her ülkedeki anarşistler ve sendikalistler arasındaki tatsız antagonizmanın uzun bir tarihi vardır. Yirminci yüzyılın başındaki İspanyol CNT ve Tierra y Libertad arasındaki; Rusya’daki 1917 devriminde anarşist ve devrimci sendikalist gruplar arasındaki; ABD ve İsveç’teki IWW arasındaki gerilimlerin tanık olduğu gibi özgürlükçü emek hareketlerinin tarihinden birçok renkli duruma da referans verebiliriz. Joe Hill’in Utah’daki idamının arifesindeki meydan okuyan düsturu “Yas tutmayın. Örgütlenenin!” karşısında birden fazla Amerikalı anarşist gücenmişti. Hâşâ, küçük gruplar ne Joe Hill’in ne de İspanyol özgürlükçü hareketinin çok ağır şekilde yanlış anlaşılmış idolü Salvador Seguí’nin aklındaki “örgütlenmeler” değildi. Biraz aklı karışmış anarşistler ve devrimci sendikalistlerin aynı örgütlenmede buluşmalarını mümkün kılan şey büyük ölçüde ortak kullanılan özgürlükçü(liberter)kelimesiydi. İspanya’da FAI’nin, anarşist Federica Monstseny tarafından temsil edildiği şekilde eğer hakikaten var olmuşsa da tam anlamıyla kafa karışıklığının örgütü olan CNT-FAI içerisinde Juan Prieto’nun temsil ettiği sendikalistlerle birlikte durmasının nedeni ideolojik anlaşılırlıktan öte sözsel bir karmaşaydı.
 
Devrimci sendikalizmin kaderi ouvrierisme, ya da işçicilik adı verilen bir patolojiye farklı derecelerde bağlıydı. İşçiciliğin içerdiği felsefe, tarih teorisi ya da siyasal iktisat Marx’tan, genelde parça parça ve dolaylı olarak alınmıştır –hakikaten, George Sorel ve erken yirminci yüzyılın diğer kendini geliştirmiş devrimci sendikalistleri olsun kendilerini açıkça Marksist olarak görüyorlardı ve pek çok diğeri de anarşizmden uzak olduğunu dile getiriyordu. Dahası, devrimci sendikalizm genel grev dışında sosyal değişim için bir stratejiden yoksundur. Rusya’da 1905 yılında Ekim ve Kasım aylarındaki devrimci ayaklanmalarla ilişkili genel grevler ortalığı karıştırsa da nihayetinde etkisiz olmuşlardır. Aslında, devletle doğrudan çatışmanın bir peşrevi olarak genel grev ne kadar değerli olsa da, sosyal değişim bağlamında devrimci sendikalistlerin grevlere yükledikleri mistik kapasiteye sahip değildirler. Genel grevlerin kısıtlamaları barizdir. Doğrudan eylemin dönemsel biçimleri olarak genel grevler,ne devrimle ne de kitlesel hareketi varsayan ve uzun oluşum yılları ile doğrultuya dair açık bir mantık gerektiren derin sosyal değişimlerle eşitlenebilir değildir. Hakikaten, devrimci sendikalizmin tipik birişçici anti-entelektüel damarı vardır, bu damar maksatlı bir devrimci yön çizme ve proleter “kendiliğindenliğe” saygı duyma çabalarını hor görür ki bazı zamanlar kendini derinden yok eden durumlara yol açmıştır. Kendi koşullarını analiz etmek için araçlardan yoksunken, İspanyol sendikalistlerin (ve anarşistler) 1936 yazında Franco’nun güçlerine karşı kazandıkları zaferin ardından kendilerini buldukları konumlarını anlamak için asgari kapasiteye sahip olduğu ve işçinin ve köylünün kuracağı yönetimi kurumsallaştırmak için “bir sonraki adımı” atabilmek için hiçbir kapasitelerinin olmadığı ortaya çıktı.
 
Bu gözlemler Marksistlerin, devrimci sendikalistlerin ve otantik anarşistlerin, siyaseti kentsel arena ve insanların demokratik olarak ve doğrudan kendi topluluk meselelerini idare ettikleri kurumlar olarak anlamaları gerekirken, siyaset mefhumunda aldanmış olduğu noktasına çıkıyor.Gerçekten de Sol, devlet idaresi ve siyaset arasındaki fark konusunda defalarca hataya düştü ve bu iki olgunun sadece radikal olarak farklı değil, aynı zamanda radikal olarak gerilimde–hakikaten, birbirinin karşısında– olduğunu anlamak konusunda ısrarla yanıldı.(6)Başka bir yerde yazdığım gibi, tarihsel olarak siyaset –ayrıcalıklı sınıfın çıkarları doğrultusunda yurttaşlığa tahakküm kurulması ve yurttaşlığın sömürüsünün kolaylaştırılması için profesyonel bir makine olarak tasarlanan bir aygıt olan– devletten türemedi. Daha ziyade, siyaset, adeta tanımı gereği, kendi şehre ait meselelerini ele almalarında ve kendi özgürlüklerinin savunulmasında özgür yurttaşların etkin yükümlülükleridir. Siyasetin, Fransız devrimcilerin 1790’larda civicisme dedikleri şeyin “somutlaşmış” hali olduğu tam olarak söylenebilir. Gayet uygun şekilde, gerçekten, politika kelimesi Yunanca “kent” ya da polis, kelimesini barındırır ve klasik Atina’da, demokrasi ile birlikte kullanımı kentin yurttaşlar tarafındandoğrudan yönetilmesiyle anlamına gelir. Özellikle sınıfların oluşumun işaret ettiği, yüzyıllar boyunca süren kentsel çözülme, devletin üretilmesi ve siyasal alanın devlet tarafından aşındırılarak emilmesi için zorunluydu.
Marksistlerin, anarşistlerin ve devrimci sendikalistlerin siyasal alan ve devletçi alan arasında, prensipte, hiçbir farkın var olmadığı inancı tam da Solun ayırt edici bir özelliğidir. Siyasal iktidarın olduğu kadar iktisadi gücün de bulunduğu mahal olarak ulus-devlete –“işçi devletini” de kapsayarak– vurgu yaparak, Marx (özgürlükçüler gibi) işçilerin, güçlenmiş bir bürokrasi ve özünde devletçi (ya da eşdeğer olarak, özgürlükçülerin dediği gibi yönetime bağlı) kurumların arabuluculuğu olmaksızın devleti nasıl tamamen ve doğrudan kontrol edebileceklerini göstermekte feci şekilde başarısız oldu. Bunun bir sonucu olarak, Marksistler kaçınılmaz şekilde,“işçilerin devleti” olarak gösterilen siyasal alanı tek bir sınıfın, proletaryanın, çıkarlarına görünüşte dayalı olan, baskıcı bir varlık olarak gördüler.
 
Devrimci sendikalizm, kendi içinde, işçi komitelerinin fabrikayı idare etmesine vurgu yapar ve sosyal otoritenin mahalli olarak konfedere ekonomik konseyleri önerir, böylece ekonominin dışında var olan herhangi bir halk kurumunu basitçe bertaraf eder. Acayip bir şekilde, 1936 İspanyol Devrimi deneyiminde test edilen bu intikam peşindeki ekonomik determinizmin tamamen etkisiz olduğu kanıtlandı. Reel yönetim iktidarının geniş bir kesimi, askeri meselelerden adaletin idaresine kadar, İspanya’nın liberallerinin ve Stalinistlerinin eline geçti, onlarda ellerindeki otoriteyi özgürlükçü hareketle birlikte 1936 Temmuz’undaki sendikalist işçilerin devrimci kazanımlarını yıkmak için kullandılar, ya da bir romancının sertçe betimlediği şekilde “İspanyol Anarşizminin Kısa Yazı.”
Anarşizme gelince, Bakunin 1871 yılında takipçilerinin tipik görüşünü, yeni sosyal düzenin “kentlerde ve ülke çapında işçi sınıfının sosyal gücünü siyaset dışı ve siyasete karşı örgütlemek ve geliştirmek üzerinden” yaratılabileceğini, böylece aynı yılda İtalya’da tasdik ettiği belediye siyasetinin karakteristik tutarsızlığını ret ederek yazdığında ifade ediyordu. Buna uygun olarak, anarşistler heryönetimi bir devlet olarak gördüler ve buna göre kınadılar –bir görüş olarak sosyal yaşamın herörgütlü biçiminin ayıklanması için bir reçete. Devlet, baskıcı ve sömürücü sınıfın düzenlediği ve zor kullanarak sömürülen sınıfın davranışlarının hâkim sınıf tarafından kontrol edildiği bir araçken,yönetim –ya da daha iyi bir şekilde, yönetim biçimi– düzenli ve umutlu ve adil bir şekilde ortak sosyal yaşamın sorunlarıyla ilgilenmek için tasarlanmış kurumların topluluğudur. Toplumsal sorunları çözmek için bir sistem teşkil eden her kurumsallaşmış birliktelik –devletin mevcut olduğu ya da olmadığı– muhakkak bir yönetimdir. Tezat olarak, her devlet, ne kadar bir yönetim biçimi olsa da, bir kontrol ve sınıf baskısı kuvvetidir. Benzeşen Marksistler ve anarşistler için ne kadar sinir bozucu olsa da, sorumlu ve duyarlı bir yönetim için anayasa ve hatta yasaya nomos–yazılı olmaları yönünde!– atılan çığlıklar, yüzyıllarca monarkların, asillerin ve bürokratların kaprisli bir şekilde kullandıkları idareye karşı ezilen kesimler tarafından atılmıştır. Özgürlükçülerin, yönetimden hiç bahsetmiyorum bile, kanunlara karşı muhalefeti kendi kuyruğunu yiyen yılan kadar saçma bir görüntüdür. Geriye kalan şey varoluşsal bir gerçekliği dahi olmayan retinada zuhur etmiş bir görüntüden başka bir şey değildir.
Gelecek sayfalarda değinilen konular akademik bir ilgiden ötedir. Yirmi birinci yüzyıla girerken, sosyal radikallerin –özgürlükçü ya da devrimci– sosyalizme ihtiyacı var. Bu sosyalizm ne anarşizmin temelinde yatan köylü-zanaatçı temelli “birlikçiliğin” bir uzantısıdır ne de devrimci sendikalizm ve Marksizm’in çekirdeğini oluşturan proletaryacılıktır. Genç insanlar arasında bugün her ne kadar geleneksel ideolojiler (özellikle anarşizm) moda olsa da, özgürlükçü ve Marksist fikirlerden beslenen ama bu eski ideolojileri aşan gerçek anlamda ilerici sosyalizmin entelektüel liderlik sağlaması gerekmektedir. Bugün siyasal radikallerin, Marksizm, anarşizm ya da devrimci sendikalizmi basitçe diriltmeleri ve bu fikirlere ideolojik ölümsüzlük bahşetmeleri gerekli radikal hareketin gelişmesi için engelleyici olacaktır. Yeni ve kapsamlı bir devrimci görüş gereklidir, bu görüş sistematik olarak durmadan gelişen ve değişen kapitalist sistemin karşısında toplumun geniş bir kısmını potansiyel olarak muhalif hale getirecek genel meselelere hitap edebilmelidir.
Sınırsız gelişme temelli yağmacı bir toplum ve insani olmayan doğa arasındaki çatışma mevcut sosyal kriz ve anlamlı radikal değişimin açıklanması için ortaya çıkan bir fikirler topluluğuna sebep olmuştur. Sosyal ekoloji, insanlığın uygarlaşmasında hiyerarşi ve sınıfın ortak etkisiyle birbirini sarmış olan bütünlüklü bir sosyal gelişme vizyonu olarak sosyal ilişkileri doğal dünya ile koruyucu bir dengede yaşayabilmemiz için yeniden düzenlememiz gerektiğini yıllardan beri iddia etmektedir.(7)
 
“Eko-anarşizmin” basitleşmiş ideolojisinin aksine, sosyal ekoloji, ekolojik yönelimli bir toplumun geriye dönük olmaktan daha çok ileriye dönük olabileceğini iddia eder, primitivizme, sadeliğe ve ret etmeye değil, maddi zevklere ve rahatlığa güçlü bir vurgu yapar. Eğer bir toplum, üyeleri için hayatı oldukça zevkli kılabileceği kadar toplumdaki bireylerin canlı bir siyasal hayat ve uygarlığın oluşturulması için gerekli olan entelektüel ve kültürel gelişimleri için de faaliyetler yapabilecekleri kadar vakitlerinin olacağı şekilde kurulacaksa, teknik ve bilime iftira atmamalı hatta insan mutluluğu ve refahı vizyonu çerçevesinde değerlendirmelidir. Sosyal ekoloji, açlığın ve maddi imkânsızlığın değil bolluğun ekolojisidir; atıkların ve fazlalığın da, yeni bir değerler sistemi ile kontrol edildiği akılcı bir toplumun yaratılmasını hedefler; ve akıldışı davranışlar sonucunda eğer kıtlıklar oluşursa şayet, halk meclisleri demokratik süreçler üzerinden tüketimin akılcı standartlarını belirler. Kısaca, sosyal ekoloji, bireysel tuhaflıklardan kaynaklanan düşüncesiz davranış biçimleri yerine demokratik olarak halk meclisleri tarafından formüle edilen idare, planlama ve düzenlemeyi tercih eder.
 
Komünalizm ve Özgürlükçü Belediyecilik
 
Benim tartıştığım ve geldiğim noktaya göre Komünalizm, özgürlükçü belediyecilik ve diyalektik doğalcılık dâhil üzerinde detaylı ve tamamen düşünülmüş sistematik bir görüş olarak sosyal ekolojiyi kapsamak için en uygun ve çevreleyici siyasal kategoridir.(8)Bir ideoloji olarak Komünalizm daha eski Sol ideolojilerin –Marksizm ve anarşizmin, daha da uygun olarak özgürlükçü sosyalist geleneğin– en iyi kısımlarından beslenir ve günümüz için daha geniş ve geçerli bir bakış sunar. Marksizm’den, felsefe, tarih, iktisat ve siyaseti birleştiren akılcı, sistematik ve bütünlüklü bir sosyalizmi kurgulamaya dair temel projeyi alır. Açıkça diyalektiğe dayanarak, teori ve pratiği birleştirmeyi hedefler. Anarşizmden, devlet karşıtlığına ve konfederalizme bağlılığın yanı sıra hiyerarşinin yalnızca özgürlükçü sosyalist bir toplum tarafından üstesinden gelinebilecek bir temel sorun olduğu kabulünü alır.(9)
 
Yirmi birinci yüzyılda sosyalizmin felsefi, tarihi, siyasi ve örgütsel parçalarını kapsaması içinKomünalizm teriminin tercihi hafif bir tercih değildir. Kelimenin kökü, sadece Paris kent konseyini ve konseyin idari alt yapılarını savunmak için değil de cumhuriyetçi ulus-devletin yerine ülke çapında kentleri ve kasabaları bir konfederasyonda birleştirecek bir yapıyı kurmak için Fransız başkentinin silahlanmış halkının barikatlar kurduğu 1871 Paris Komününe dayanır. Komünalizm bir ideoloji olarak, anarşizmin sıkça açığa vurduğu akılcılık karşıtlığı ile veya Marksizm’in tarihsel yükü olan otoriterliğin Bolşevizm’de vücut bulduğu haliyle kirlenmemiştir. Ne fabrikaya birincil sosyal alan olarak ne de endüstriyel proletaryaya esas tarihsel fail olarak odaklanmaz ve geleceğin özgür toplumunu cafcaflı bir ortaçağ köyüne indirgemez. En önemli hedefi klasik sözlük tanımında açıkça verilmiştir: TheAmericanHeritage Dictionary of the English Language sözlüğüne göre Komünalizm, “görünürdeki otonom yerel toplulukların federasyon üzerinden zayıf bir bağla birbirine bağlı olduğu bir yönetim teorisi ya da sistemidir.”(10)
 
Komünalizm, siyasetin anlamını en geniş şekilde, en özgürleştirici yanlarıyla yeniden kazanmayı arar, aslında, zihnin ve söylemin gelişeceği arena olarak belediyenin tarihsel potansiyelini gerçekleştirmeyi hedefler. Belediye, en azından potansiyeli itibariyle, organik evrimin ötesindesosyalevrimin gelişeceği ve dönüşeceği alan olarak kavramsallaştırır. Kent, arkaik kan bağının sadece aileler ve kabilelere kısıtlı tutulduğu ve yabancıların dışlandığı –en azından yasal olarak– yer olmaktan çıkmıştır. Akrabalık, cinsiyet ve yaşa dayanan dar ve sosyo-biyolojik özellikler temelli hiyerarşilerin elimine edilip, paylaşılan ortak insanlığa dayalı özgür bir toplumla değiştirildiği bir alan olmuştur. Potansiyel olarak, bir zamanlar korkulan yabancının,–başlangıçta ortak yurdun korunan sakini ve zamanla kamusal arenada siyasi kararların oluşmasına katıldığı yurttaş olarak– topluluk tarafından tamamen özümsenebildiği alan olmaya devam etmektedir. Her şeyin üstünde, kurumların ve değerlerin zoolojide temellerinin olmadığı, medenî insan faaliyetine dayandığı alandır.
 
Bu tarihsel işlevlerin ötesine baktığımızda, fikirlerin özgürce mübadele edildiği, yaratıcı gayretin özgürlüğün hizmetinde bilinç kapasiteleri kazandırmasına dayanan bir birliğin kurulduğu yegâne alan belediyedir. İnsanlığın ve biyosferin sınıflar ve hiyerarşiler yoluyla boyun eğdirilmekte olduğu çevresel, sosyal ve siyasal aşağılanmaya son verecek bir bakışla, dünyaya –doğrusu yine de akılla oluşturulacak ve şekil verilecek bir dünyaya– yönelik proaktif, akılcı müdahalenin, mevcut ve önceden verili çevreyehayvani uyumu kökünden alt edebileceği alandır. Maddi sömürüden olduğu kadar tahakkümden özgürleşmiş –aslında, hayatın her yönünde insan yaratıcılığı için akılcı bir arena olarak yeniden yaratılmış– belediye iyi yaşamın etik mekânı olacaktır. Komünalizm bu yüzden bir düşünürün icadı olan saf hayal ürünü değildir: siyasal yaşamın, sosyal gelişmenin ve aklın diyalektiği ile kurulmuş kavram ve pratiklerine bağlılığı da ifade etmektedir.
 
Açıkça siyasi bir fikirler kütlesi olarak, Komünalizm, en büyük potansiyelleri ve tarihsel gelenekleriyle uyumlu bir biçimde, kentin (ya da komünün) gelişmesini yeniden kazanmaya ve ilerletmeye çalışır. Bu Komünalizmin belediyeciliği bugün olduğu haliyle kabul ettiği anlamına gelmez. Tam aksine, modern belediye birçok devletçi vasfı barındırır ve genel olarak burjuva ulus devletin bir faili olarak çalışır. Bugün, ulus-devletin hâlâ en muazzam varlık olarak görüldüğü zamanda, modern belediyelerin ellerindeki haklar, daha temel ekonomik ilişkilerin birer yan tesiriymiş gibi reddedilemez. Gerçekten de, büyük ölçüde, bunlar, halkın zorla kazandığı ve tarih boyunca –ve hatta burjuvazinin de karşısında– yönetici sınıfların saldırılarına karşı savundukları haklardır.
 
Komünalizmin somut siyasal boyutu, daha önceden kapsamlı bir şekilde yazdığım gibi, özgürlükçü belediyeciliktir.(11)Özgürlükçü belediyecilik programı içinde, Komünalizm, devletçi belediye yapılarını kararlı bir şekilde yok etmeye çabalar ve bu yapıların yerine özgürlükçü bir yönetim biçiminin kurumlarını koymaya çalışır. Kentlerin yönetim kurumlarını, semtlerde, kasabalarda ve köylerde konumlanan halkın demokratik meclislerine radikal bir şekilde dönüştürmeye çabalar. Bu halk meclislerinde, yurttaşlar –işçi sınıfı olduğu kadar orta sınıfın da dâhil olduğu– toplumsal meseleleri yüz yüze olma kaydıyla ele alırlar, doğrudan demokrasi içinde siyasal kararları verirler, hümanist ve akılcı bir toplum idealine gerçeklik kazandırırlar.
 
Asgari düzeyde, eğer tahayyül ettiğimiz türden özgür sosyal yaşama sahip olacaksak, demokrasiortak siyasal yaşamımızın bir biçimi olmalıdır. Bir belediyenin sınırlarını aşan sorunlara ve meselelere değinmek için, sırasıyla, demokratikleşmiş belediyeler daha geniş kapsamlı bir konfederasyon oluşturmak için birleşmelidir. Bu meclisler ve konfederasyonlar, tam da var oluşlarından ötürü, devletin ve devletçi iktidar biçimlerinin meşruiyetine meydan okuyabilir. Devlet iktidarını ve devletçiliği ortadan kaldırmayı, yerine halk iktidarını ve sosyal açıdan akılcı dönüştürücü bir siyaseti koymayı açıkça hedefleyebilirler. Ve sınıf çatışmalarının dindirildiği ve sınıfların yok edildiği arenalar haline gelebilirler.
 
Özgürlükçü belediyeciliği savunanlar, profesyonelleşmiş iktidar yerine halkın iktidarını getirme girişimlerini devletin ılımlı şekilde karşılayacağı konusunda kendilerini kandırmasınlar. Devletin kasabalar ve kentler üzerindeki egemenliğini çiğneyecek haklar talep edecek bir Komünalist harekete yönetici sınıfların kayıtsızca izin vereceği hususunda hiçbir yanılsamaya sığınmazlar. Tarihsel olarak, bölgeler, yöreler ve hepsinin üstünde kasabalar ve kentler, devletten (her ne kadar her zaman yüksek görüşlü amaçlar için olmasa da) kendi yerel egemenliklerini geri kazanmak için umutsuzca mücadele ettiler. Komünalistlerin, kasaba ve kentlerin iktidarını yeniden kurma çabası ile bunları konfederasyonlar olarak birbirine örme hedeflerinin ulusal kurumlardan gelecek artan bir direnişi tetikleyeceği tahmin edilebilir. Yani, devlete karşı bir ikili iktidarı/ gücü somutlaştıracak yeni halk meclislerinin oluşturduğu belediye konfederasyonlarının giderek artan bir siyasal gerilimin kaynağı haline geleceği apaçıktır. Ya Komünalist hareket bu gerilim yoluyla radikalleşip bunun tüm sonuçlarıyla tereddütsüz yüzleşecekti ya da kuşkusuz değiştirmeyi hedeflediği sosyal düzenin içine geri çeken bir tavizler bataklığına gömülecektir. Hareketin bu zorlukla nasıl karşılaşacağı onun mevcut siyasal sistemi ve kamusal eğitim ve liderliğin kaynağı olarak sosyal bilinci değiştirme değiştirmekteki arayışındaki ciddiyetinin net bir ölçüsüdür.
 
Komünalizm hiyerarşik ve kapitalist toplumun bütünlüklü bir eleştirisini yürürlüğe koyar. Toplumun sadece siyasal yaşamını değil, aynı zamanda iktisadi yaşamını da değiştirmek için çabalar. Bu açıdan, amacı ekonomiyi millileştirmek ya da üretim araçlarının özel mülkiyetine el koymak değil, ekonomiyi belediyeleştirmektir. Şöyle ki, her üretici teşebbüsü, topluluğun bir bütün olarak çıkarlarını karşılamak için nasıl işlev göreceğine karar veren yerel meclisin etki alanına dâhil etmek üzere, üretim araçlarını, belediyenin varoluşsal yaşamı ile bütünleştirmeyi amaçlar. Modern kapitalist ekonomide yaşam ve iş arasındaki ayrılık öylesine hüküm sürer ki yurttaşların arzu ve ihtiyaçlarını, üretim süreci içindeki yaratımın kurnaz meydan okumalarını ve üretimin düşünceye biçim vermek ve kendini tanımlamaktaki rolünü kaybetmeyecek şekilde bunun üstesinden gelinmesi gereklidir. V. Gordon Childe’in Neolitik dönemin sonundaki şehir devrimi ve kentlerin yükselişini anlatan kitabı “Kendini Yaratan İnsan” başlığına atıfta bulunacak olursak, bunu sadece entelektüel ve estetik olarak değil, aynı zamanda insan ihtiyaçlarının yanı sıra bu ihtiyaçları tatmin etmek için üretim yöntemlerinin genişletilmesiyle de yapar. Kendimizi –potansiyellerimizi ve onların gerçekleşmesini– sadece doğal dünyayı dönüştürmekle kalmayan aynı zamanda kendimizi oluşturmamıza ve kendimizi tanımlamamıza giden yaratıcı ve yararlı çalışma vasıtasıyla benliklerimizi keşfederiz.
 
Rus ve İspanya devrimlerindeki “kolektifler” gibi, birçok öz-yönetimli girişimlere bela olmuş dar görüşlülükten ve en nihayetinde mülk sahipliği arzularından da kaçınmalıyız. Öz-yönetimli “sosyalist” işletmelerin, hatta sırasıyla devrimci Rusya ve devrimci İspanya’nın kızıl ve kara-kızıl bayraklı işletmelerinin bile, en sonunda bunların birçoğunun birbirleriyle ham madde ve piyasa için rekabet etmelerine yol açan kolektif kapitalizm biçimlerine saptıkları hakkında yeteri kadar yazılmadı.(12)
 
En önemlisi, Komünalist siyasal yaşamda, farklı mesleklerden işçiler, halk meclislerinde işçilerolarak –baskıcılar, sıhhi tesisatçılar, metal işçileri ve benzerleri olarak kendi mesleki çıkarlarını koruyacak şekilde– oturmayacaklar, ama yaşadıkları toplumun genel yararı konusunda kaygıları ve ilgileri ağır basan yurttaşlar olarak yerlerini alacaklar. Yurttaşlar, işçiler, uzmanlar ve kendi hususi çıkarlarıyla birincil olarak alakalı fertler olarak hususi kimliklerinden özgürleşmelidirler. Belediye yaşamı, yurttaşların oluşturulduğu okul haline dönmeli, hem yeni yurttaşları içine almalı hem de gençleri eğitmeli ve bu arada meclislerin kendileri, yalnızca sürekli karar-verme kurumları olarak işlememeli aynı zamanda da insanları karmaşık kentsel ve bölgesel meseleler konusunda çözüm üretmeye dair eğiten arenalar haline de gelmelidir.(13)
 
Komünalist yaşam yolunda, fiyatlar ve kıt kaynaklara odaklı geleneksel iktisadın yerini insan ihtiyaçlarını ve iyi yaşamı dert edinen etik almalıdır. İnsan dayanışması –ya da Yunanlıların dediği gibi filia– maddi kazanımların ve bencilliğin yerine geçecektir. Belediye meclisleri sadece kentsel (civic) yaşamın ve karar almanın canlı arenaları olmayacak aynı zamanda ekonomik lojistiğin gölgeli dünyasının, uygun şekilde koordine edilen üretimin ve kentsel işlemlerin üzerindeki perdenin indirilip açığa kavuşturulduğu ve bir bütün olarak yurttaşlığın katılımına ve denetlemesine açık olacağı alanlar olacaktır. Yeni yurttaşın ortaya çıkması geleneksel sosyalizmin çıkarcı sınıfını ve Rus devrimcilerinin bir şekilde ulaşabileceklerini umut ettikleri “yeni adamın” aşılmasını işaret edecektir. İnsanlık artık on dokuzuncu yüzyıldaki büyük ütopya düşünürlerinin ve Marksistlerinin çabalarının getireceğini düşündükleri evrensel bilinç durumuna ve akılcılığa ulaşabilecektir. Bu insanlığın tür olarak maddi çıkar yerine akıl ve mantığa büründüğü ve kıtlık ve maddi yetersizlik ahlakı tarafından dayatılan haşin ahenk yerine maddi kıtlığın ötesine gücünün yeteceği yolu da açacaktır.(14)
 
Batının demokrasi geleneğinin kaynağı olan milattan önceki beşinci yüzyılın klasik Atina demokrasisi insanların komünal meclislerde ve bu belediye meclislerinin konfederasyonlarında vuku bulan yüz yüze karar verme süreçlerine dayanıyordu. İki bin yıldan fazla bir süredir, Aristo’nun siyasal yazıları kentin, insanların akıl, öz bilinç ve iyi yaşamı sağlayacakları arena olacağına dair farkındalığımızı defalarca yükseltmeye yaradı. Buna uygun olarak, Aristo polis’in –insanların en temel hayvansal ihtiyaçlarını karşıladığı ve otoritenin en yaşlı erkekte olduğu ihtiyaçlar alanı olan– aileden ya da oikos’tan çıkışının izini sürdü. Ama birden fazla ailenin bir araya gelmesinin “günlük ihtiyaçların karşılanmasından daha fazla bir şeyi hedeflediğini” gözlemledi(15); bu hedef en erken siyasal oluşum olarak köyün kurulmasını tetikledi. Aristo, en meşhur ifadesiyle, insanı (yani yetişkin Yunan erkeğini(16)) bir “siyasal hayvan” (politik onzoon) olarak tanımladı. Bu insan diğer aile fertlerini sadece maddi ihtiyaçlarını karşılamak için yönetmiyordu aynı zamanda aile, düşüncesiz eylemlerin, geleneklerin ve şiddetin yerine söylemin ve aklın öne çıktığı siyasal yaşama katılabilmesi için maddi önkoşulları sağlıyordu. Böylece, “birkaç köy, neredeyse ya da tamamen kendine-yeterli olmaya yetecek büyüklükte tek ve bütün bir toplum (koinonan) etrafında birleştiğinde, yaşamın çıplak ihtiyaçlarındankaynaklanarak ve iyi yaşamın var olması için devam ettirilen polis ortaya çıktı.”(17)
 
Aristo’ya göre ve antik Atinalılar için de aynısını farz edebiliriz, belediyenin uygun işlevleri böylece ne katı bir şekilde araçsaldı ne de hatta ekonomikti. İnsanların ortaklaşmasının yeri olarak belediye ve orada yaşayan insanların kurguladığı sosyal ve siyasal düzenlemeler insanlığın telos’u, insanlığın, tarihsel süreç içerisinde akıl, öz-bilinç ve yaratıcılık potansiyellerini gerçekleştirebilecekleri fevkalade bir arena idi. Böylece antik Atinalılar için siyaset, sadece yönetim biçiminin pratik meselelerinin ele alınmasını değil, aynı zamanda kişinin topluluğuna yönelik ahlaki yükümlülüklerinin bulunduğu kentsel etkinlikleri de ifade ediyordu. Bir kentin tüm yurttaşlarının kentsel etkinliklere etik varlıklar olarak katılması bekleniyordu.
 
Belediyeci demokrasi örnekleri sadece antik Atina ile kısıtlı değildir. Tam aksine, sınıf farklılaşmasının devleti oluşturmasından çok daha önce, görece seküler birçok kasaba yerel demokrasinin en erken kurumsal yapılarını oluşturmuştu. Antik Sümer kentlerinde, yedi ya da sekiz bin yıl önce “şehir devrimi” denilen şeyin başlarında halk meclisleri var olmuşlardı. Halk meclisleri bariz şekilde Yunanlılar arasında da görülmüştü ve Gracchus kardeşlerin yenilmesine kadar, cumhuriyet dönemi Roma’sında halkın iktidar merkezleriydi. Ortaçağ Avrupa kentlerinde ve hatta Rusya’da, bir süre boyunca özellikle Slav dünyasının en demokratik kentlerinden olmuş Novgorod ve Pskov kentlerinde, halk meclisleri neredeyse her yerde bulunuyordu. Halk meclisi, altı çizilmelidir ki, Büyük Devrimin hakiki itici gücü haline geldiği ve yeni bir siyasi örgütlenme için bilinçli faillerin oluştuğu 1793’teParis’in mahalle seksiyonlarında gerçek modern biçimine yaklaşmaya başladı. Özellikle demokratik Marksist eğilimler ve devrimci sendikalistlerin oluşturduğu demokrasi literatüründe hak ettikleri ilgiyi hiçbir zaman görmemeleri devrimci gelenekte var olan kusurların dramatik bir kanıtıdır.
 
Bu demokratik belediye kurumları, sıkça kanlı çatışmalar sonucu bastırılana kadar, normal olarak açgözlü kralların, feodal beylerin, zengin ailelerinin ve korsan işgalcilerin olduğu kavgacı bir gerilim içerisinde var oldular. Radikal tarih içinde ne kadar önemli olmuş olsa da sınıf çatışması içinde boğulmuş modern tarihteki her büyük devrimin kentsel bir boyutunun olduğuna ne kadar vurgu yapılsa azdır. Bu yüzden, 1640’lardaki İngiliz Devriminde Londra’nın devrimin esas mekânı olduğu belirtilmeden, ya da, aynı şekilde Fransa’daki farklı devrimler üzerindeki tartışmalarda Paris’e odaklanmadan, ya da Petrograd’a eğilmeden Rus Devrimini anlamak, ya da Barselona’nın 1936 İspanya Devrimindeki en ileri sosyal merkez olduğundan bahsetmeden düşünülemez. Kentin bu kadar merkezi olması salt bir coğrafi olgu değildir; her şeyin üstünde, devrimci kitlelerinin toplandığı ve tartıştığı, kitleleri besleyen kentsel geleneklerin geldiği ve devrimci görüşlerin yeşerdiği en derininde siyasal bir olgudur.
 
Özgürlükçü belediyecilik Komünalist çerçevenin tamamlayıcı bir parçasıdır, tıpkı sistematik bir devrimci düşünce bütünü olarak Komünalizm gibi, doğrusu onun pratiği de özgürlükçü belediyecilik olmaksızın anlamsızdır. Komünalizm ile otantik ya da “saf” anarşizm, arasındaki farklar Marksizmi bir kenara bırakalım, anarkososyalneo ve hatta özgürlükçü gibi ön adların kapsayacağından çok daha geniştir. Komünalizmi anarşizmin bir türevine indirgeme çabası iki fikrin de bütünlüğünü inkâr etmek olacaktır –aslında, demokrasi, örgütlenme, seçimler, yönetim ve benzeri kavramların iki farklı fikir tarafından kullanımı arasındaki farklılığı görmezden gelmek olacaktır. Bu siyasal terimi ortaya atan Paris Komünü mensubu Gutsa ve Lefrancais katı bir şekilde “anarşist değil, Komünalist olduğunu” ilan etmişti.(18)
 
Her şeyin ötesinde, Komünalizm iktidar sorunuyla bağlanmıştır.(19)Kendilerinin anarşist olduğunu belirtenlerin tercih ettiği “halk” garajları, basım evleri, gıda kooperatifleri ve ev bahçeleri gibi çeşitli türden Komüniter girişimlerine belirgin tezatla, Komünalizm taraftarları potansiyel olarak önemli olan iktidar merkezleriyle –belediye meclisi– seçimler üzerinden bir ilişki kurmak konusunda kendilerini seferber ederler ve bu merkezleri yasama kudreti olan mahalle meclisleri oluşturmak için zorlamaya çalışırlar. Bu meclisler, vurgulanması gerekiyor ki, mevcut durumda köyleri, kasabaları veya kentleri kontrol eden devletçi organları gayri meşru kılmak ve bu organlardan kurtulmak için her çabayı göstereceklerdir, bunun ardından da iktidarın tatbik edildiği gerçek motorlar olarak rol oynayacaklardır. Bir miktar belediye komünalist çizgide demokratikleştikten sonra, düzenli olarak belediye birliklerinde konfedere olup halk meclisleri ve konfedere konseyler yoluyla ulus-devletin rolüne karşı koyabilir, ekonomik ve siyasi yaşam üzerindeki kontrolü ele geçirmeye çalışabilirler.
 
Son olarak, anarşizmle karşılaştırıldığında Komünalizm çok sayıda insanın karar verebilmesi için tek eşitlikçi yol olarak çoğunluğun oylamasının karar verme sürecinde kullanılmasını açıkça önerir. Otantik anarşistler bu ilkenin –azınlığın çoğunluk tarafından “yönetilmesinin”– otoriter olduğunu ve konsensüse dayalı kararlar vermektense kararlar öne sürdüğünü iddia eder. Tek tek bireylerin çoğunluk kararlarını veto edebildiği konsensüs, toplumu bu şekilde ortadan kaldırmakla tehdit eder. Özgür bir toplum, üyelerinin Homeros’un bahsettiği lotus yiyiciler gibi hafıza, baştan çıkma ya da bilgi olmadan memnun mesut yaşadığı bir toplum değildir. İster beğenin ya da beğenmeyin, insanlık bilginin meyvesini yemiştir ve hatıraları tarih ve deneyimle yüklüdür. Yaşanan bir özgürlük halinde –kafe sohbetlerinin aksine– azınlıkların muhalif görüşlerini ifade etme hakları, çoğunluğun hakları kadar korunacaktır. Bu haklarda en ufak bir azalma bile topluluk tarafından düzeltilecektir –umarım ki nazikçe, ama eğer kaçınılmazsa, güç kullanarak– bu olmazsa eğer sosyal yaşam bariz bir kaosa sürüklenir. Aslında, yeni kavrayışların ve oluşmaya başlayan hakikatlerin potansiyel kaynakları olarak azınlıkların görüşlerinin değeri bilinecektir, eğer bunlar kısıtlanırsa toplumu yaratıcılık kaynaklarından ve gelişmenin ilerlemesinden yoksun bırakacaktır. Zira genel olarak yeni fikirler ilham gelmiş azınlıkların belirli bir zaman ve yerde hak ettikleri merkeziyeti aşamalı olarak kazanmaları sonucu ortaya çıkar –bu süreye kadar, gene, bu fikirler dönemin yok olmakta olan geleneksel aklı ile çarpışırlar ve bu fikirlerin donmuş ortodoks fikirlerin yerine geçmesi gerekmektedir.
 
Örgütlenme ve Eğitim İhtiyacı
 
Geriye şu soru kalıyor: bu akılcı toplumu nasıl başaracağız? Bir anarşist yazar iyi toplumun (ya da “doğal insanın” da dâhil, meselelerin gerçekten “doğal” eğilimi) uygarlığın baskıcı yükünün altında, tıpkı karın altındaki bereketli toprak gibi yattığını yazıyor. Bu mantıktan yola çıkarsak hepimizin iyi bir toplumda yaşayabilmesi için bir şekilde kardan kurtulmamız gerekiyor, yani kapitalizm, ulus-devlet, kiliseler, geleneksel eğitim kurumları ve o ya da bu şekilde bir tahakkümü ahlaksızca barındıran sonsuz türden kurumların hepsinden. Galiba anarşist bir toplum –bir kere devletin, yönetimin ve kültürel kurumların yalnızca ortadan kaldırılmasıyla– bir bütün olarak hazır şekilde ortaya çıkacak ve özgür bir toplum olarak işleyecek ve gelişecektir. Böyle bir “toplumu”, eğer buna bir toplum denilebilirse, ileriye yönelik olarak yaratmamız gerekmeyecek: sadece karın erimesini beklememiz yetecek. Özgür Komünalist bir toplumu akılcı olarak yaratma süreci özünde, yazık ki, Aborijin yerlilerinin masumiyet ve saadetine dair gizemli tasavvurlara sarılmaktan daha çok düşünce ve çalışma gerektirecektir.
 
Komünalist bir toplum, her şeyin ötesinde, dünyayı değiştirecek yeni bir radikal örgütlenmenin gayretleri üzerinde duracaktır, bu örgütlenmenin amaçlarını açıklayabilecek yeni bir siyasal lügate ve hedeflerini tutarlı kılan yeni bir programa ve teorik çerçeveye sahip olacaktır. Bu, her şeyin üstünde, eğitimin sorumluluklarını yüklenmeye gönüllü ve evet önderliğe kendini adamış bireylere ihtiyaç duyacaktır. Kelimeler tamamen gizemli olmadıkları ve gözlerimizin önündeki gerçekliği karartacak hale gelmediği sürece, en azından önderliğin her zaman var olacağının ve yok olmayacağının hakkını vermeliyiz çünkü İspanya’da olduğu gibi “militanlar” ve “etkili militanlar” gibi üstü kapalı sözlerle bulutlanmaktadır. CNT gibi erken ortaya çıkan gruplardaki birçok birey sadece “etkili militanlar” değillerdi, aksine deneyim, bilgi ve hikmet sahibi oldukları kadar etkili bir rehberlik sağlayabilmek için psikolojik yetilere sahip oldukları için görüşlerine daha fazla değer verilen –ve bunu hak ediyorlardı!– apaçık önderlerdi. Önderliğe ciddi bir özgürlükçü yaklaşım liderlerin gerçekliğini ve can alıcı önemini –liderlere duyulan saygının suiistimal edilmesi durumunda ya da önderliğin iktidarı kötüye kullanmaya başlaması durumunda diğer mensupların liderleri geri çağırabileceği ve liderlerin faaliyetlerini etkin şekilde kontrol edebilen ve değiştirebilen gerekli resmi yapıları ve düzenlemeleri kurabilmeyi, hem de fazlasıyla– gerçekten onaylar.
Özgürlükçü belediyeci hareket ciddiyetsiz ve değişen üyelere dayanarak değil, ama hareketin fikirlerinin, usullerinin ve faaliyetlerinin okulunda yetişmiş insanlarla işlemelidir. Bu insanlar, doğrusu, örgütlenmelerine –yapısı açıkça resmi bir anayasa ve uygun tüzükler ile düzenlenmiş bir örgütlenmeye–ciddi bir bağlılık göstermelidir. Üyelerinin ve liderlerinin sorumlu tutulduğu demokratik olarak biçimlenen ve kabul gören bir kurumsal çerçeve olmadan, açıkça ifade edilmiş sorumluluk standartları var olamaz. Aslında, tam da üyelerin anayasal ve düzenleyici koşullara karşı artık sorumlu olmadıkları zaman otoriterlik gelişir ve nihayetinde hareketin yok olmasına yol açar. Otoriterlikten [kurtulmuş bir –çn.] özgürlük en iyi şekilde iktidarın açık, özlü ve ayrıntılı bir paylaştırılmasıyla sağlama alınabilir, yoksa iktidar ve liderliğin “yönetim” biçimleri olduğuna dair yüksekten atmalarla ya da onların gerçekliğini gizleyen özgürlükçü metaforlarla değil. Tam da bir örgütlenme bu düzenleyici ayrıntıları ifade etmekte başarısız olduğu zaman hareketin yozlaşma ve çürüme koşulları ortaya çıkar.
 
İşe bakın ki, düzenleme karşısında kendi iradesini uygulama özgürlüğünü talep etmekte hiçbir sosyal tabaka şefler, krallar, soylular ve burjuvazi kadar ısrarcı olmamıştır; çok benzer şekilde, iyi niyetli anarşistler bile bireysel özerkliği uygarlığın “yapaylıklarından” özgürleşmenin gerçek ifadesi olarak görmektedir. Gerçek özgürlüğün alanında –yani, bilinç, bilgi ve ihtiyaç sonucunda somutlaşmış özgürlükte– gerçeklik karşısında ne yapıp neyi yapamayacağımızı bilmek yaşanan dünyanın sınırlarını bilme sorumluluğundan kaçınmaktan daha temiz, dürüst ve doğrudur. Yüz elli yıldan daha uzun bir süre önce çok bilge bir adam şöyle demişti: “İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama sırf kendi keyiflerine göre yapmazlar.”
 
Yeni Bir Sol Yaratmak
 
Uluslararası solun Marksist, anarşist, sendikalist veya muğlâk sosyalist bir çerçeveden Komünalist bir çerçeveye cesaretle ilerlemesinin gerekliliği bugün özellikle daha zaruridir. Sol siyasal fikirlerin tarihi içinde nadiren ideolojiler bu kadar vahşice ve sorumsuzca bulanmıştır; nadiren ideolojinin kendisi bu kadar küçük düşürülmüştür; nadiren “Birleşelim!” sloganları bu kadar umutsuzlukla atılmıştır. Şüphesiz, kapitalizme karşı gelen çeşitli eğilimlerin piyasa sisteminin itibarını sarsmak ve sonunda onu yok etmek için verdikleri çaba etrafında gerçekten birleşmelidirler. Böyle amaçlar için birlik paha biçilemez önemde bir arzulanan hedeftir: tüm Solun birleştiği bir cephe, meta üretimi ve değişimine dayalı kökleşmiş sisteme –tabi ki, kültüre– karşı koymak için ve baskıcı yönetimler ve sosyal sistemlerin karşısında kitlelerin önceki mücadeleleriyle kazandığı hakların geriye kalanlarını savunmak için gereklidir.
 
Fakat bu ihtiyacın aciliyeti, harekete dâhil olacakların birbirlerini eleştirmekten vazgeçmelerini ya da antikapitalist örgütlerde mevcut olan otoriter özelliklere dair eleştirilerini içlerine atmalarını gerektirmez. En azından çeşitli programlarının bütünlüğü ve kimliği konusunda uzlaşmasağlanmasına mecbur bırakır. Bugünkü harekete müdahil kişilerin büyük çoğunluğu postmodern görecelilik çağında büyümüş deneyimsiz genç radikallerden oluşmaktadır. Bunun bir sonucu olarak, hareket bugün deneysel tercihlerin kaotik olarak nesnel temeller üzerinde oturması gereken ideallerle görücü usulü evlendirildiği şevk kırıcı bir eklektizme bürünmüştür.(20)Fikirlerin açıkça belirtilmesinin değer görmediği ve terimlerin uygunsuz kullanıldığı, münakaşanın “saldırgan” daha da kötüsü “bölücü” olarak hor görüldüğü bir ortamda, tartışma zemininde fikirler oluşturmak zor olmaktadır. Fikirler, ideolojik anaokulunun kontrollü ortamında ve sessizlikte değil, görüş ayrılığı kargaşasının ve karşılıklı eleştirinin olduğu yerde büyür ve olgunlaşır.
Geçmişin devrimci sosyalist pratiklerini takip ederek, Komünalistler kitlelerin aciliyeti konusunda endişe duydukları konularda tatmin edilmesini talep eden asgari bir programın oluşturulmasına çalışırlar, bu asgari konulara örnek olarak daha yüksek maaşlar, barınma imkânı veya yeterli garaj alanı ve ulaşım hizmetleri verilebilir. Bu asgari program kitlelerin en temel ihtiyaçlarını karşılamayı ve gündelik yaşamı katlanabilir kılacak kaynaklara ulaşmalarını rahatlatmayı hedefleyecektir. Azami program ise, aksine, özgürlükçü sosyalizm altında insan hayatının nasıl olacağına dair bir görüntü sunacaktır, bu en azından görünüşte hiç bitmeyen endüstriyel devrimlerin etkisi altında mütemadiyen değişen dünyada ne kadar öngörülebilir toplum olabilecekse tabi.
 
Üstelik dahası, ne olursa olsun, Komünalistler programlarını ve eylemlerini bir süreç olarak görecektir. Hakikaten, her yeni talebin, daha radikal ve sonunda devrimci taleplere yol açacak yükselen talepler için sıçrama tahtası sağlayacağı bir geçiş programıdır. Geçiş dönemi talepleri arasında en çarpıcı örneklerden bir tanesi on dokuzuncu yüzyılda İkinci Enternasyonal’in profesyonel ordu yerine halkın milislerinin yaratılması için program niteliğinde yaptığı çağrıdır. Diğer durumlarda da, devrimci sosyalistler demiryollarının özel mülkiyete dâhil olup, özel olarak işletilmesi yerine kamulaştırılmasını (ya da, devrimci sendikalistlerin talep edebileceği gibi, demiryolu işçileri tarafından kontrol edilmelerini) talep ettiler. Bu taleplerin hiçbir tanesi kendi içinde devrimci değildi, ama devrimci mülkiyet ve işletme biçimlerine siyaseten geçiş yolları açtılar, bunun karşılığında da hareketin azami programına ulaşabilmek için bir tırmanma olacaktı. Bazıları adım adım yapılan uğraşları “reformist” olarak eleştirebilir ama Komünalistler, Komünalist bir toplumun yasamadan doğması için savaşmıyorlar. Bu taleplerin elde etmeğe çalıştığı şey, kısa vadede, insanlar ve sermaye arasında yeni ilişkilenme kurallarıdır –bu kurallar “doğrudan eylem” ile gündemi tamamen egemen sınıflar tarafından belirlenmiş protestoların karıştırıldığı bir zamanda çokça gereklidirler.
 
Bütün olarak, Komünalizm gözden kaybolmakta olan ya da çoğunlukla anlamsız hale gelen polisle çarpışmalara indirgenmekte veya hiçbir öğretici etkisi olmayan, ne kadar sanatsal olursa olsun ciddi konuları basitleştirmiş performanslara indirgeyen sokak tiyatrosu haline gelmekte olan kamusal bir eylem ve söylem alanını kurtarmaya çalışır. Aksine, Komünalistler, gerçek dünyada toplumsal olarak dönüştürücü bir rol oynayabilen uzun ömürlü örgütlenmeler ve kurumlar kurmaya çalışırlar. Kayda değer bir şekilde, Komünalistler belediye seçimlerinde aday olmaktan çekinmezler ve eğer seçilirlerse, seçilmiş olmaktan gelen iktidarlarını halk meclislerinin oluşturulması için gerekli yasamanın yapılması yönünde kullanırlar. Bu meclisler, yeri geldiğinde, en sonunda şehir görüşmeleri yönetiminin etkili biçimlerini yaratmak için iktidarı alacaklardır. Çünkü kentin –tabi ki kent meclislerinin de– ortaya çıkması, sınıflı toplumun ortaya çıkmasından çok öncedir, halk meclislerine dayalı konseyler doğası gereği devletçi yapılar değillerdir; belediye seçimlerine ciddi olarak katılmak, belediye konfederasyonlarının tarihsel özgürlükçü bakış açısını pratik, mücadeleci ve siyasal olarakgüvenilir bir halk alternatifi olarak önermek yoluyla reformist sosyalistlerin devletçi delegeler seçme girişimlerine eşit kuvvetle karşı çıkar. Gerçekten, parlamenter adayların fırsatçı olduklarını açıkça ilan eden Komünalist adaylar,özgürlükçü sosyalizmin nasıl yaratılacağı konusundaki tartışmayı –yıllardır cansız kalmış olan bir tartışmayı– hayatta tutar.
 
Varolan akıldışı toplumumuzu akılcı bir topluma dönüştürmenin bir aracı olarak mevcut fırsatlar hakkında hiç kimse kendini kandırmamalı. Varolan toplumu nasıl değiştireceğimize dair seçeneklerimiz hâlâ tarih masasının üstünde durmakta ve uçsuz bucaksız sorunlarla karşı karşıyadır. Ancak, şimdiki ve gelecek nesiller, mide bulandırıcı hesaplamalara dayanan kültüre ve biber gazı ve tazyikli su sıkan polislere tamamen teslim olmadıkça, elimizdeki özgürlükleri korumak ve nerede bir fırsat ortaya çıkarsa onları özgür bir topluma doğru genişletmekten vazgeçemeyiz. Şu anda bildiğimiz her ölçekte, ekolojik yıkım için eldeki tüm silahların ve araçların ışığında, radikal değişime duyulan ihtiyaç süresiz olarak ertelenemez. Açık olan şey şudur ki insanlar akılcı bir topluma sahip olmamak için fazlasıyla zekidir; yüzleştiğimiz en ciddi sorun ise insanların böyle bir toplumu gerçekleştirmek için yeterince akılcı olup olmadığıdır.
 
Bu yazı ilk olarak International Journalfor a RationalSociety Dergisi, Sayı 2, Kasım 2002’de yayınlanmıştır.
 
Notlar:
1.Listeye birçok, az tanınmış isim eklenebilir, ama özellikle bir tanesini hepsinin dışında tutmak istiyorum, o da Rus halkına 1917-18 yılında uygulanabilir devrimci bir program sunarken destekçilerinin gerçekte yalnız kaldığı Sol Sosyalist Devrimci Parti’nin cesur lideri Maria Spiridonova’dır. Kendi siyasal öngörülerini uygulayamamaları ve (ilk Sovyet yönetiminin kurulmasında en başta birleştikleri) Bolşeviklerin yerine geçememelerini, gelecek yüzyıldaki devrimci hareketlerin felaketle sonuçlanan yenilgilerine sadece yol açmadı aynı zamanda da katkıda bulunmuştur.
 
2.Açıkçası bu çelişkiyi –on dokuzuncu ve erken yirminci yüzyılda Marksistlerin oldukça belirleyici bir rol yüklediği bir çelişki olarak– kâr oranının genelde fark edilmesi zor olan azalma eğilimi ve bu yüzden de kapitalist değişimi işlemez kılmasından daha temel olduğunu düşünüyorum
 
3.Yeni teknolojik gelişmeler gösterme kapasitesini tükettiği vakitte bir toplumun yok olacağına dair Marx’a ait iddianın aksine, kapitalizm durmaksızın teknolojik devrimin olduğu –zaman zaman o kadar ürkütücü– bir safhadadır. Marx bu konuda hata yaptı: sosyal ilişkiler sistemini yok etmek için teknolojik durağanlıktan daha fazlası gereklidir. Yeni meseleler tüm sistemin geçerliliğine meydan okurken, siyasal ve ekolojik alanlar daha da önemli olacaktır. Alternatif olarak, kapitalizmin tüm dünyayı yok edebileceği –kısaca, Rosa Luxemburg’un “Junius” makalesinde uyardığı gibi “kapitalist barbarlığa” ulaşacağı– ve geriye sadece küller ve yıkıntından başka bir şey bırakmayacağı olasılığıyla yüz yüzeyiz.
 
4.Olağanüstü kelimesini kullanıyorum çünkü Marksist standartlara göre Avrupa 1914 yılında nesnel olarak sosyalist bir devrime hazır değildi. Kıtanın büyük bir kısmı, gerçekte, kapitalist piyasa veya burjuva sosyal ilişkiler tarafından sömürgeleştirilecekti. Proletarya –hâlâ köylüler ve küçük üreticiler denizindeki nüfusun çok bariz şekilde azınlığı olan– sınıf olarak önemli bir güce sahip olacak şekilde olgunlaşacaktı. Plekhanov, Kautsky, Bernstein ve diğerlerine yağdırılan aşağılamalara rağmen, onlar Marksist sosyalizmin kendini proletaryanın bilincine işlemesindeki başarısızlığı Lenin’den daha iyi anlamıştı. Her durumda, Luxemburg hem sözde “sosyal-yurtsever” hem de “enternasyonal” cepheyi kendi Marksist parti işleyişi görüşüne uyduruyordu, Lenin’le karşılaştırıldığında, şartlar ne olursa olsun “proletarya diktatörlüğünün” kurulmasına hazırlıklı olan savaş dönemi sosyalistlerinin içinde olduğu Sol’daki “örgütlenme sorunu “ hususunda Luxemburg başlıca rakipti. Birinci Dünya Savaşı hiçbir şekilde kaçınılmazdı ve proleter devrimlerin aksine demokratik ve milliyetçi devrimler doğurdu. (Rusya, bu açıdan, Macar ve Bavyera “sovyet” cumhuriyetlerden hiç farkı olmayan bir “işçi devletinden” daha fazlası değildi.)1939’a kadar, Avrupa bir dünya savaşının kaçınılmaz olduğu bir konumdaydı. (O zamanlar ait olduğum) Devrimci Sol açıkçası sözüm ona “enternasyonalist” konum alıp Müttefikleri (her ne kadar emperyalist patolojileri baki olsa da) dünya faşizmin öncüsü Üçüncü Reich’a karşı desteklemeyi ret ettiğinde derin bir hata yapmıştı.
 
5.Kropotkin, mesela, demokratik karar alma usullerini ret ediyordu: “Çoğunluğun yönetimi, diğer her yönetim türü kadar sakattır” diye iddia ediyordu. Kaynağı için şuraya bakın: Peter Kropotkin “Anarchist Communism: ItsBasisandPrinciples,” Kropotkin’sRevolutionaryPamphlets içinde Roger N. Baldwin editörlüğünde (1927; New York: tekrar basım Dover, 1970), s. 68.
 
6.Siyaset ve devletçilik arasında bir ayrım yapıyorum, şu kaynaklara bakabilirsiniz; Murray Bookchin,FromUrbanizationtoCities: Toward a New Politics of Citizenship (1987; London: Cassell, tekrar basım 1992), s. 41-3, 59-61.
 
7.Sosyal ekoloji üzerine, şu kaynaklara bakabilirsiniz; MurrayBookchin, TheEcology of Freedom: TheEmergenceandDissolution of Hierarchy (1982; Warner, NH: Silver Brook, tekrar basım 2002); The Modern Crisis(Montreal: Black RoseBooks, 1987); ve RemakingSociety (Montreal: Black RoseBooks, 1989).Son iki kitabın basımı bitmiştir; bazı baskıları Vermont’taki InstituteforSocialEcology in Plainfield (ise@sover.net) tarafından istenebilir.
 
8.Birkaç yıl önce, kendimi hâlâ bir anarşist olarak tanımlarken, “sosyal” ve “yaşam tarzı” anarşizmi arasındaki farkı ifade etmeye çalıştım ve Komünalizmin “anarşizmin demokratik boyutu” olduğunu savunduğum bir makale yazdım (bakınız Left Green Perspectives,sayı 31, Ekim 1994). Komünalizmin, anarşizmin demokratik ya da başka şekilde, salt bir “boyutu” olduğunu artık inanmıyorum; bunun yerine, Komünalizm henüz keşfedilmesi gereken kendi devrimci geleneği olan ayrı bir ideolojidir.
 
9.Şüphesiz, bu noktalar Komünalizm altında değişime gider: örneğin, sınıflı toplumların ortaya çıkışını anlatan Marksist tarihsel materyalizm, hiyerarşinin antropolojik ve tarihsel ortaya çıkışını anlatmak için sosyal ekoloji tarafından genişletilir. Marksist diyalektik materyalizm, gene, diyalektik natüralizm tarafından aşılır; ve anarko-komünist bir tanım olan çok gevşek bağlarla oluşturulmuş “özerk komünler federasyon” yerinebileşenleri yurttaş meclisleri vasıtasıyla demokratik tarzda işleyen, sadece konfederasyonun bir bütün olarakonayıyla geri çekilebildiği konfederasyon getirilir.
 
10.Bu az ve öz olan sözlük tanımında ilginç olan şey genel kesinliğidir: sadece “özerk” ve “gevşek bağlar” tanımlamalarına itiraz etmek istiyorum çünkü sınırlı ve tikelci hatta bir bütün olarak konfederasyonun parçaları arasındaki sorumsuz ilişkiden bahsetmektedir.
 
11.Özgürlükçü belediyecilik üzerine yazdıklarım 1970’lerin başına dayanıyor, özellikle de şu makaleme “Spring Offensi ve sandSummerVacations,” Anarchos, sayı 4 (1972). Daha önemli çalışmalarım arasında şunları sayabiliriz; FromUrbanizationtoCities (1987; London: Cassell, tekrar basım 1992), “Theses on LibertarianMunicipalism,” OurGeneration [Montreal], cilt 16, sayı. 3-4 (Bahar/Yaz 1985); “RadicalPolitics in an Era of Advanced Capitalism,” GreenPerspectives, sayı 18 (Kasım 1989); “TheMeaning of Confederalism,”GreenPerspectives, sayı 20 (Kasım 1990); “LibertarianMunicipalism: An Overview,” GreenPerspectives, sayı 24 (Ekim 1991); ve TheLimits of the City (New York: HarperColophon, 1974). Kısa ve kapsamlı bir özet için, şu kaynağa başvurabilirsiniz; JanetBiehl, ThePolitics of SocialEcology: LibertarianMunicipalism (Montreal: Black RoseBooks, 1998).
 
12.Bu tarz bir tartışma için, şu kaynağa bakınız; MurrayBookchin, “TheGhost of Anarchosyndicalism,”Anarchist Studies, cilt 1, sayı. 1 (Bahar 1993).
 
13. 1917 Rus Devrimi ve 1936 İspanya Devriminin en büyük trajedilerinden biri kitlelerin sosyal lojistik ve modern toplumda yaşamın gerekliliklerini idame etmek için gerekli karmaşık bağlar hakkında en ufak bilgiyi dahi elde etme konusunda yaşadıkları başarısızlıktır. Çünkü üretici teşebbüsleri idare etmeye ve kentleri işlevsel kılmaya muktedir uzmanlığa sahip olan eski rejimin taraftarlarıydı, işin hakikatinde işçiler fabrikaların tam kontrolünü ele geçirememişlerdi. Bunun yerine işletmelerin idaresi için “burjuva uzmanlara” bağımlı kalmak zorunda olmuşlardı. Bu uzmanlar işçileri durmaksızın teknokratik elitin kurbanları haline çevirmiştir.
 
14.İşçilerin sadece bir sınıf mensubu olmaktan yurttaşlara dönüşümünden başka yerlerde önceden bahsetmiştim; FromUrbanizationtoCities (1987; London: Cassell, tekrar basım 1995), ve “Workersand the Peace Movement” (1983), The Modern Crisisiçinde basılmıştır (Montreal: Black RoseBooks, 1987).
 
15. Aristo, Politics (1252 [b] 16), çevirmen: Benjamin Jowett, The Complete Works of Aristotleiçinde, Gözden Geçirilmiş Oxford Çevirisi, editör: JonathanBarnes (Princeton, NJ: Princeton UniversityPress, 1984), cilt 2, s. 1987.
 
16.İnsanlığın geleceği için özgürlükçü bir ideal ve özgürlüğün gerçek alanı olarak Atina’daki polis, şehrin nihai vaadinden çok uzakta kalmaktadır. Nüfusu köleler, bastırılmış kadınlar ve kentsel haklardan yoksun yerleşik yabancılar da içeriyordu. Sadece bir grup erkek yurttaş azınlık kamusal haklara sahipti ve şehri, geri kalan nüfusunun büyük kısmına danışmadan yönetiyorlardı. Maddi olarak, polisiçerisindeki istikrar yurttaş olmayanların emeğine dayanıyordu. Daha sonraki belediyelerin düzeltmesi gereken bazı muazzam hatalardan birkaçı bunlardır. Polis önemlidir, fakat özgürleşmiş bir topluma örnek olamaz ama o toplumun özgürkurumlarının başarılı şekilde çalışmasına örnek teşkil edebilir.
 
17. Aristo, Politics (1252 [b] 29-30), çevirmen: Jowett; vurgular eklenmiştir. Orijinal Yunanca metindeki kelimeler şu kaynakta bulunabilir; LoebClassical Library baskı: Aristo, Politics, çevirmen: H. Rackham (Cambridge, MA: Harvard UniversityPress, 1972)
 
18.Lefrancais’e Peter Kropotkin şurada atıf yapar; Memoirs of a Revolutionist (New York: Horizon Press, 1968), s. 393. Ben de kendimi aynı yorumu yapmakla zorunlu hissediyorum. 1950’lerin sonunda, anarşizm henüz ABD içinde esamisi okunmazken, sosyal ekoloji gibi daha sonradan diyalektik doğalcılık ve özgürlükçü belediyeciliğe zamanla dönüşecek felsefi ve siyasi fikirleri geliştirebileceğim ölçüde açık bir alan gibi gözüküyordu. Bu görüşlerin geleneksel anarşist fikirlerle tutarlı olmadığını çok iyi biliyordum, en azından kıtlık sonrası maddi olarak ilerlemiş önkoşulların yaşandığı modern özgürlükçü bir toplumu ima ediyordu. Bugün anarşizmin her zaman olduğu gibi çok basitleşmiş, bireyci ve akılcılık karşıtı bir psikolojinin içinde kaldığını görüyorum. Benim anarşizmi “sosyal anarşizm” adı altında kurtarma çabam büyük ölçüde bir başarısızlık oldu ve şu anda fark ediyorum ki fikirlerimi açıklamak için kullandığım terimler yerine anarşist ve Marksist geleneğin en görülür özelliklerinin de ötesine giden ve bu özellikleri bütensel olarak birleştiren fikir olarak Komünalizm demek zorundayım. Anarşizm kelimesinin yakın tarihte bolca görülen ve bu terim altında toplanan ve hatta “farklılıklara” açıklığını kutlarken çelişkili farklılıkları en aza indirmek ve tesviye etmek için kullanılması, anarşizme aslında birbiriyle keskin çelişkiler gösteren tüm eğilimlerin nüfuz etmesiyle sonuçlanmıştır.
 
19.1936 İspanya Devrim’de anarşistlerin iktidardan kaçınmasının yarattığı gerçek sorunların tartışması için, bu makalenin eki olan“Anarşizm ve İspanya Devriminde İktidar Sorunu” kısmına bakınız.[Bu yazının hemen ardından aşağıda yer almaktadır. -e.n.]
 
20.Nesnel derken sadece mevcut olan varlıklara ve olaylara atıfta bulunmadığımı, ama akılcı olarak kavranabilecek, geliştirilebilecek ve zamanla bizim dar anlamda dediğimiz gibi gerçekliklere dönüşebilecek potansiyellerden bahsettiğimin altını çizmeliyim. Eğer nesnel teriminin anlamı sırf cismani mevcudiyeti olanlardan ibaret olsaydı, hiçbir ideal ya da özgürlük umudu burnumuzun önünde mevcut olmadığı sürece nesnel olarak geçerli bir hedef olamazdı.
 
Ek:
 
Anarşizm ve İspanya Devriminde İktidar Sorunu – Murray Bookchin
Çeviren: Ahmet Sezer
 
Bugün anarşizm radikal çevrelerde le motdujour [her günkü sözcük]haline geldiğinde, anarşiye dayalı bir toplumla sosyal ekolojinin ilkelerine dayalı bir toplum arasındaki fark açıkça belirginleşir. Otantik anarşizm her şeyden önce bireysel kişiliğin tüm etik, siyasal ve toplumsal bağlardan özgürleşmesi arayışıdır. Fakat bunu yaparken tüm devrimcilerin toplumsal bir ayaklanma döneminde karşısına çıkan, çok önem taşıyan ve çok somut olan iktidar konusuna yönelmekte başarısız olur. İktidarın nasıl kazanılacağı ve özgürlükçü bir toplumda eşit bir şekilde nasıl dağıtılacağına yönelmektense, anarşistler iktidarı ele geçirilmemesi, imha edilmesi gereken özü itibarı ile kötücül bir şey olarak düşünürler. Örneğin Proudhon bir zamanlar iktidarı hiçbir sınır olmaksızın böleceğini ve tekrar böleceğini söylemişti, ta ki sonuçta var olmaya son verene kadar. Proudhon iyi bir şekilde, bireyin üzerinde otorite uygulayan yönetimin en küçük bütünlüğe kadar indirgenmesi gerektiğine yönelik iyi niyet beslemiş olabilir, ancak bu saptama iktidarın var olmasının gerçekten sona erebileceğini, yerçekiminin ortadan kaldırılabileceği mefhumu kadar saçma olan bir yanılsamayı devem ettirir.
Anarşizme başlangıcından itibaren sıkıntı veren bu yanılsamanın trajik sonuçları en iyi şekilde, 1936 İspanyol Devrimi’ndeki yaşamsal bir olayın incelenmesiyle anlaşılabilir. Temmuzun 21inde, İspanya’nın en büyük endüstriyel bölgesi Katalonya’nın ve özellikle başkenti Barselona’nın işçileri General Fransisco Franco’nun kuvvetlerini yenilgiye uğrattılar ve böylece Akdeniz kıyıları boyunca uzan an, birçok önemli şehir ve İberya yarımadasının kalbindeki hatırı sayılır bir kırsal bölge dâhil İspanya’nın en büyük eyaletlerinden birisi üzerinde tüm kontrolü ele geçirdiler. Kısmen özgürlükçü bir yerli kültürün ve kısmen de İspanya’nı kitlesel devrimci sendikalist işçi birliği CNT’nin etkisinin bir sonucu olarak, kırsal yörede daha radikal bir köylülük (tarımsal nüfusun oldukça büyük bir parçası) toprağı ele geçirir ve kolektifleştirirken, Katalan proletaryası, büyük bir savunma, komşuluk, tedarik, ulaşım ve diğer komite ve topluluklardan oluşan bir ağ organize etmeye başladı. Katalonya ve onun nüfusu, herhangi bir karşı saldırıya karşı genelde arkaik olan silahlarına rağmen yeterince iyi silahlanmış bir devrimci milis tarafından korundu ki bunlar iyi eğitimli ve iyi tedarikli ordu ve polis gücünü yenmişti. Katolonya’nın işçileri ve köylüleri gerçekte bir burjuva devlet makinesiniparçalamışlar ve kendilerinin yaratmış oldukları kurumlar yoluyla kamusal ve ekonomik ilişkiler üzerinde doğrudan kontrolü kendilerinin gerçekleştirdikleri ve radikal olarak yeni bir yönetim yarattılar. Çok açık terimlerle konuşulursa: Onlar iktidarı almışlardı –basit bir şekilde hâlihazırdaki baskıcı kurumların isimlerini değiştirerek değil, fakat gerçek anlamda tüm bu eski kurumları yıkarak ve kitlelere biçimleri ve içerikleri ile bölgelerinin ekonomi ve yönetim işlemlerini nihai olarak belirleme hakkını veren radikal olarak yeni olanlarını yaratarak.(1)
 
Büyük ölçüde olayların gidişatı nedeniyle, CNT’nin militan üyeleri kendi birliklerine (union) devrimci bir yönetim oluşturmak ve ona siyasal bir yön sağlamak için yetki verdi. Disiplinsizlikleri ile ünlü olmalarına rağmen, CNT üyelerinin çoğunluğu veya cenetistaslar, anarşist olmaktan ziyade özgürlükçü sendikalisttiler; kendilerini güçlü bir şekilde iyi planlanmış, demokratik, disiplinli ve koordine edilmiş bir organizasyona adamışlardı. 1936 Temmuzunda yalnızca ideolojiye gereken saygıyı göstererek değil fakat çoğunlukla kendi inisiyatifleriyle, devrimci harekete dayatılan herhangi bir dogmatik ideolojinin önceden belirlenmiş kalıplarını kırmak yoluyla mahalle konseyleri ve meclisleri, fabrika meclisleri ve aşırı derecede gevşek komitelerin büyük bir çeşitliliği gibi kendi özgürlükçü biçimlerini yaratmak için hareket ettiler.
 
23 Temmuzda, işçilerin yerel Francocu ayaklanmayı yenmelerinden iki gün sonra, CNT’nin Katalan büyük genel kurul toplantısı, işçilerin sendikanın eline verdikleri muazzam siyasal kontrol ile ne yapacaklarına karar vermek için Barselona’da toplandı. Kentin dış bölgeleri üzerinde kurulu militan Bajo de Llobregat bölgesinden birkaç delege ateşli bir şekilde toplantının özgürlükçü sosyalizmi ve eski siyasal ve toplumsal düzenin sonunu beyan etmesini istediler: yani, CNT’nin önderlik ettiği işçiler, genel kurul toplantısına, onların ele geçirdiği ve militanlarının dönüştürmeye başladığı topluma iktidarın verilmesini öneriyorlardı. 
Ona önerilen bu iktidarın kabul edilmesiyle, genel kurul, hali hazırda CNT’nin fiili yönetimi altında olan İspanya’nın oldukça hatırı sayılır ve stratejik bir bölgesindeki tüm toplumsal düzeni değiştirmek zorunda olacaktı. Eğer bu “Paris Komünü”nden daha sürekli olmasaydı bile, böyle bir adım çok daha hatırlamaya değer boyutları olan bir  “Barselona Komünü” doğurabilirdi. Fakat birliğim şaşkınlık içindeki çoğu militanına karşın, genel kurul üyeleri bu belirleyici önlemi almakta isteksizlerdi. Bajo de Llobregat delegeleri ve CNT militanı Juan García Olivier, devam eden itibarlarına dayanarak, genel kurulun zaten sahip oldukları iktidarı talep etmesine çalıştılar, fakat (iki CNT lideri olan) Federica Montseny’nin hitabeti ve Abad de Santillán’ın argümanları genel kurulu bu hamleye girişmemeye, bunu “iktidarın Bolşevik el geçirilişi” olarak ilan ederek ikna etti.
 
Bu hatanın anıtsal tabiatı bütünüyle kavranılmalıdır, çünkü anarşist ideolojinin içsel çelişkisini bütünüyle gözler önüne sermektedir. Bir yönetim şekli ile bir devleti ayırmayı başaramayarak, (büyük kısmı anarşist eğilimli Abad de Santillán ve Montseny rehberlik edilen) CNT liderleri işçilerin yönetimini kapitalist bir devletle karıştırdı, bu nedenle gerçekte kendi ellerinde olduğu bir zamanda Katalonya’da siyasal iktidarı reddetti. İktidarı uygulamayı reddederek zaten elde etmişlerdi, genel kurul iktidarı bu şekilde ortadan kaldırmadı, onu yalnızca kendi ellerinden en kalleş “müttefiklerinin” ellerine aktardı. Vurgulamaya gerek bile yok ki eski yönetici sınıf bu ölümcül kararı kutladı ve yavaş yavaş, 1936 sonbaharında işçilerin yönetimini bir yıllık bir süre zarfında “burjuva-demokratik” devlete dönüştürmeye devam etti, ardından verili koşullarda, gittikçe otoriterleşen bir Stalinist rejimin kapılarını açtı.
Tarihsel CNT genel kurul toplantısı, vurgulamak gerekir ki, birliğin kendi üyelerinin önemli bir kısmının hayatı pahasına kazandığı iktidarı basitçe reddetmekle kalmamıştı. Toplumsal ve siyasal yaşamın hayati bir niteliğine pek çok yeniyetme tarzda sırtını dönerek, yalnızca işçilerin CNT’nin ellerine zaten verdiği siyasal iktidarı reddetmekle kalmadılar, aynı zamanda iktidarın tam da meşruluğunu onaylamayıp –özgürlükçü, demokratik bir biçiminde dahi– ortadan kaldırılması zorunlu, hiç yok edilemez bir şeytan olarak bu şekilde suçlayarak gerçekliğin yerine bir hayali geçirmeye çalıştı. Hiçbir vaka, eğer Abad de Santillán’ın ütopyacı incelemesinin başlığını yazarının genel kurul toplantısındaki kendi davranışına karşı kullanacak olursak, “devrimden sonra” ne yapılacağını farkında olan en üstünkörü kanıtı, genel kurul –ya da CNT önderliğinin– kadar vermez. CNT, sonuçta, devrimleri ve teatral ayaklanmaları yıllarca çoğalttı; 1930ların başlarında, Gerçekte İspanya toplumunu değiştirmeye yeterli en küçük beklenti olmaksızın tekrar tekrar silahları eline aldı –fakat sonunda nihayet toplumda belirgin bir tesiri olduğunda, bunun etrafında kafası karışık bir şekilde durdu, kendi retoriğine gömülü olan hedeflerine ulaşmakta neredeyse tam da kendi kendi işçi sınıfı üyelerinin başarısı yüzünden kimsesiz kaldı. Bu bir cesaret eksikliği değildi; bu CNT-FAI’nin teorik kavrayışının, fiilen kazandığı iktidarı sürdürmeyi üstlenmek zorunda olabileceğini tartmaya dönük teorik kavrayış eksikliğiydi –gerçekten de, sürdürmekten korktu (ve anarşizmin mantıksal çerçevesi içinde asla almamalıydı) çünkü o iktidarı ortadan kaldırmaya çabalar, yalnızca proletarya ve köylülük tarafından kazanılmasını değil.
Eğer CNT liderliğinin bu hayati hatasından öğreneceğimiz bir şey varsa, o da iktidarın ortadan kaldırılamayacağıdır –o daima toplumsal ve siyasal yaşamın belirleyici bir niteliğidir. Kitlelerin ellerinde olmayan iktidar kaçınılmaz olarak onları baskı altında tutanların ellerine düşecektir. Onu içine tıkacağımız ne bir gömme dolap, ne onu buharlaştırabilecek büyü töreni, ne onu yollayabileceğimiz insanüstü bir yer vardır –ve ne de onu ahlaki ve mistik sihirli sözlerle gözden kaybedecek basitleştirici bir ideoloji. Kendi-tarzlarındaki radikaller, CNT liderlerinin Temmuz 1936′da yaptığı gibi, onu ihmal etmeyi deneyebilir, fakat o her toplantıda saklı kalacak, halk etkinliklerinde gizlenmiş olarak yer alacak ve her toparlanmada ortaya çıkacak ve yeniden ortaya çıkacaktır.
Tekrara düşme riskine rağmen, vurgulamama izin verin; anarşizmin karşı karşıya olduğu gerçekten yerinde olan sorun iktidarın olup olmayacağı değil, bir elitin elinde mi yoksa halkın elinde mi olacağıdır –ve en gelişkin özgürlükçü ideallere uygun bir biçim mi verileceği veya gericiliğin hizmetine mi verileceğidir. Kendi üyeleri tarafından önerilen iktidarı reddetmek yerine,  CNT genel kurulunun, bunu kabul edip, İspanyol proletaryasının ve köylülüğünün ekonomik ve siyasal iktidarlarını korumaları için zaten kendi yarattıkları yeni kurumları meşrulaştırması onaylaması gerekirdi.
 
Bunun yerine, metaforik iddialar ve acı verici gerçekler arasındaki gerilim sonunda dayanılmaz hale geldi, kararlı CNT işçileri Mayıs 1937′de Barselona’da iç savaşın içinde kısa fakat kanlı bir savaşta burjuva devlet ile açık bir çarpışmaya sürüklendiler(2). Sonunda, burjuva devleti sendikalist hareketin en büyük son ayaklanmasını, eğer binlerce değilse de yüzlerce CNT militanını doğrayarak bastırdı. Kaç kişi öldürüldüğü asla bilinmeyecek, fakat biz biliyoruz ki anarko-sendikalizm adı verilen içsel olarak çelişkili ideoloji 1936’nın yazında sahip olunanın ardından büyük kısmını kaybetti.
 
Toplumsal devrimciler, kendi görüş alanlarından iktidar sorununun çıkarmaksızın, iktidara nasıl somut bir kurumsal özgürleştirici biçim verecekleri problemine odaklanmak zorundadır. Bu soruya saygı duyarak sessiz kalmak ve günümüzün aşırı ısınmış kapitalist gelişmelerine uygun olmayan modası geçmiş ideolojilerin arkasına saklanmak yalnızca devrim yapıyormuş gibi oynamaktır, hatta onu başarmak için ellerindekinin tümünü veren sayısız militanın hatırası ile dalga geçmektir.
 
Notlar:
1. Bu devrimci sendikalistler, bu dönüşümü ortaya çıkardıkları araçları doğrudan eylemin bir biçimi olarak düşündüler. Birçok anarşistin bugün “doğrudan eylem” olarak göklere çıkardıkları kargaşa çıkarmaların, taş fırlatma ve şiddetin aksine onlar bu terimi kamusal ilişkilerinin doğrudan yönetimini içeren etkinlikler için kullandılar. Onların gözünde, doğrudan eylem, –otantik anarşistlerin bireysel “irade” ya da  “özerkliğin” kısıtlanması olarak gördüğü– bir yönetim biçiminin yaratılması, halk kurumlarının oluşturulması ve hukukun, düzenlemelerin ve benzerlerinin formülleştirilmesi ve tesis edilmesi anlamına geliyordu. 
 
2. Araya giren yıllarda, CNT liderleri Katalan proletaryası ve köylülüğü adına iktidarı reddetmelerinin bireyler olarak kendileri için bir iktidarı reddetmeyi gerektirmediğini keşfettiler. Birkaç CNT-FAI lideri gerçekte fiilen burjuva devletine bakan olarak katılmayı kabul etti ve Barselona’da çarpışmanın bastırıldığı bir zamanda, Mayıs 1937′de ofislerdeki yerlerini muhazafa ettiler.

[1] Bu makaleyi bize öneren ve redaksiyon aşamasında titiz bakışını, yoğun emeğini esirgemeyen Kürşat Kızıltuğ’a teşekkür etmeyi bir gönül borcu biliriz.
 

June 16, 2011 Posted by | anti-kapitalizm, anti-otoriter / anarşizan, sistem karsitligi, somuru / tahakkum | 1 Comment

Devletin iyisi kötüsü olmaz / Devlet şiddeti – Ayça Söylemez

Devlet şiddeti

Meşru müdafaa şiddet değildir

ŞİDDET, 40 yıl rezalet ücretlere çalışmak ve emekli olup olamayacağını merak etmektir…

ŞİDDET, devlet tahvilleridir, soyulan emeklilik fonlarıdır, borsa sahtekârlığıdır…

ŞİDDET, konut kredisi almaya zorlanıp, ve sanki altınmışçasına geri ödemektir…

ŞİDDET, müdürün seni istediği zaman kovabilme hakkıdır…

ŞİDDET, işsizliktir, mevsimlik işçiliktir, sosyal güvenceli ya da değil, asgari ücrettir…

ŞİDDET,  iş kazasıdır, patronların güvenlik harcamalarını kısmasından kaynaklanan…

ŞİDDET, aşırı çalışmaktan hasta olmaktır…

ŞİDDET, yorucu çalışma şartlarına dayanmak için vitamin ve depresyon ilacı almaktır…

ŞİDDET, bir meta olan işgücünüzü yenilemek için gereken ilaç parası uğruna çalışmaktır…

ŞİDDET, rüşvet veremediğiniz için, korkunç hastanelerin basmakalıp yataklarında ölmektir…*

Yunanistan İşçileri Genel Konfederasyonu (GSEE) üyesi işçilerin 2008’de yazdığı bir bildiri bu, gerçek şiddetin ne olduğunu anlatan. Hepimizin içinde yaşadığı ama çoğumuzun başka tarafa bakmayı istediği/tercih ettiği bir şiddetin çırılçıplak ifadesi.

M. Foucault’nun söylediği gibi, devletin, suçlulara, aykırılara, delilere, düzene uymayanlara ve günümüz moda terimiyle ‘teröristlere’ ihtiyacı var. (1) Sırtımızdan da karnımızdan da sopayı eksik etmemek için, polise ‘aslında’  ihtiyacımız olduğunu göstermek için. Yani, toplumun şiddetinden beslenen devlete istediği türde şiddeti vererek bir yere varılamayacağı açık. Nasıl ki El Kaide Amerikan yapımı bir örgüt olarak, ABD’nin korku toplumu kurmasına mükemmel bir şekilde hizmet ediyorsa, yanlış yönlenmiş şiddet de polisi meşrulaştırıyor.  Düzenin aykırılarına fiziksel şiddet reva görülürken, toplumun tümüne aralıksız şekilde psikolojik şiddet uygulanıyor. Burada, 90’ların cevval başbakan danışmanı, 2000’lerin demokrasi havarisi bir köşe yazarının televizyon konuşmalarını örnek verirdim ama hem adını anmak istemiyorum hem de gerek yok, bir değil iki değil bunlar, siz de hepsini biliyorsunuz zaten. Psikolojik şiddet her zaman bu kadar açık gelmiyor önümüze. Kimi zaman içecek reklamıyla kimi zaman duygu sömüren haber bültenleriyle çoğu zaman da mobbing’i normalize eden televizyon dizileriyle çarpıyor yüzümüze.  Yunanistan’da yazılan ama tüm dünyadaki ücretli çalışanların derdini anlatan yazıyla ve konumuzla ve psikolojik şiddetle ilgili, Prof. Dr. Pınar Tınaz’ın makalesinde mobbing kelimesinin tarihsel kökenini anlatan şöyle bir alıntı var: “…Aynı kavram daha sonra 1960’larda, Konrad Lorenz tarafından küçük hayvan gruplarının (örneğin kuşlar) daha güçlü ve yalnız bir hayvana (örneğin tilki) toplu şekilde hücum ederek uzaklaştırması; ya da aynı kuluçkadan çıkan kuşlar arasında yaşanan ve diğer kuşların, aralarındaki en zayıf kuşu yiyecek ve sudan uzak tutarak dışlaması, iyice güçsüz bir hale getirmesi ve en sonunda da fiziksel saldırılarla öldürerek grubun dışına atması durumunu ifade etmek amacıyla kullanmıştır.” (2) Tanıdık geldi mi? Şiddet yaygınlaştıkça, sanılanın aksine tepki doğurmaktansa normalleşiyor çoğu zaman. Savaşın vahşeti gibi sermayenin şiddeti de normal karşılanıyor, daha kötüsü değiştirilemez görülüyor.

Bu düzene çomak sokmak isteyenler ne yapıyor? Mesele bu. İktidarı (sadece siyasi iktidardan bahsetmiyorum) konuşarak kendisini değiştirmeye ikna edemeyeceğimize göre, derdimiz aslında onunla değil, kendimizle. Kopuş savunmasının yaratıcısı avukat Jacques Verges gibi kendi kurallarımızla mı oynayacağız, egemenin kurallarıyla egemenin düzenini değiştirmeye mi çalışacağız? Devletin ceza hukukunu kabul etmeyen ve devletin yasalarını gayrimeşru sayan Verges, “Asıl terörist sizsiniz” demişti. Terörist avına çıkan hükümetlerin, gizli servislerin, açık servislerin foyasını meydana çıkaran adamlardan biri olarak Verges, başka bir mücadelenin mümkün olduğunu da gösterdi. Hit­ler’e kar­şı sa­va­şıp ya­ra­lan­ma­sı­na rağ­men, Ges­ta­po li­de­ri bir SS su­ba­yı­nı savunan Verges’ün bu davranışı, üzerinde düşünülmeye-tartışılmaya değer. (3) Hala becerebiliyorsak bunları yapmayı tabi.

Peki, şiddet ne değildir? Hayatı boyunca ailesinden, devletten, toplumdan, okuldan, polisten, askerden şiddetin alasını görmüş bir öğrencinin sesini yükseltmesi, sokağa dökülmesi değildir. Çünkü meşru müdafaa şiddet değildir, TDK’ya göre bile “Uğranılan bir saldırı karşısında kişinin kendisini koruması”dır. Dünyanın en hukuksuz ülkesinde bile cezası yoktur. Üzerine saldırılan her canlı, kendini koruma refleksiyle hareket eder. Ancak şiddeti egemenin diliyle kullanmaya başladığında, egemenden farkı kalmaz. Yine ezilendir belki, ama artık haklı değildir. Klişe bulacaksınız, haklısınız. Ama mevzu insanlık tarihi kadar eski, hangi yönüne el atsak, güneş altında söylenmemiş bir sözü bulmak zor. Bu sözlerinden doğru olanları yanlış olanlardan ayırmak da, aynı nedenle, kolay değil. Sorun, elinde silah olana karşı nasıl mücadele edileceği değil. Bunun cevabını bir çocuk da verebilir size. Sorun, bilindik anlamıyla bir ateşli silah değil de daha karmaşık daha işlevli ve öldürmekten ziyade süründürme yetisi olan psikolojik silahlar kullananlara karşı ne yapılacağı.

Egemen, ‘iktidarın kılcal damarlarına’ inecek kadar ayrıntılı ve zekice planlar yaparken, karşı tarafın düşünmekten, konuşmaktan, tartışmaktan, doğru pratiği bulmak için teori arayışından vazgeçmesi, onu daha da ezilen yapıyor. Oysa gözü kör olması gereken şiddet değil, adalettir.

(1)   Michel Foucault, Hapishanenin Doğuşu, Çev. Mehmet Ali Kılıçbay, İmge Yayıncılık, 2001

(2)   “İşyerinde psikolojik taciz (mobbing)” Pınar Tınaz, Çalışma ve Toplum, sayı: 11 http://www.calismatoplum.org/sayi11/tinaz.pdf

(3)   http://www.anlayis.net/makaleGoster.aspx?dergiid=73&makaleid=2025

Ayrıca, Verges’ün belgeseliyle ilgili şuraya da bakılabilir: http://www.mongrelmedia.com/data/ftp/Terrors%20Advocate/Terrors%20Advocate%20PK.pdf

http://www.gunzileli.com/2010/12/21/devlet-siddeti-ayca-soylemez/

Devletin iyisi kötüsü olmaz (Ayça Söylemez)

Dün bir kez daha hatırladım, Max Weber’in devlet tanımını: Belirli bir toprakta, meşru fiziki güç kullanma tekelini elinde tuttuğunu iddia eden insan topluluğu. Bu meşru şiddet kurumu, hesap verme derdi olmaksızın dayak atar, öldürür, hapseder, fişler, korkutur, askere alıp cinayet işlemeni emreder, manipüle eder, marjinalleştirir, toplum dışına iter…

Kurulduklarından beri şiddet araçlarını tekellerine almak, denetlemek ve yönetmek için çaba sarf eden devletler, psikolojik şiddeti ve manipülasyonu keşfettiğinden bu yana daha az zora başvuruyor. Ancak kendini tehlikede hissettiğinde de dişlerini göstermekten kaçınmıyor ve bazılarınca ideal görünen Avrupa burjuva demokrasilerinde bile polisin sopası da silahı da pervasızca işlemeye başlıyor. Modernizmin feodal topluma karşı büyük bir buluş olarak sarıldığı devlet kavramına karşı çıkışlar da başka bir devlet modelini kutsayarak oluyor, genellikle. Oysa ki devlet tek, derini-sığı, iyisi-kötüsü yok. Maddi ve askeri güçleri yönetme yetkisini elinde bulunduran her kurum gibi tekleşmeye mahkûm.

Neoliberalizmin tek seçenek olarak sunduğu burjuva demokrasisinin çatırdadığı, sırlarının döküldüğü çok uzaktan, Türkiye’den bile görülebiliyor. Örneğin, dün Columbia Üniversitesi, Wikileaks belgelerini ‘paylaşan’ öğrencilerini tehdit eden bir e-posta atarak, bu hareketlerinin ileride Dışişleri’nde iş bulmalarını engelleyebileceğini söyledi, kibar bir şekilde ‘ayağınızı denk alın’ dedi. Wikileaks’le ortaya dökülen ABD Dışişleri yazışmalarını ‘kınayan’ diğer devletler, bu çeşit fişlemelerin de normal vatandaşın fişlenmesinden farksız olduğunu aslında çok iyi biliyor. Devlet arşivcidir. Hayatı kameraya çekilen ve sırası geldiğinde gözleri önünden film şeridi gibi geçirilecek olan sade vatandaş da olabilir, bütün bir toplum da olabilir, başka bir devlet de. Bu nedenle bilgilerin doğruluğunun çok da önemi yok. Önemli olan, onların bir gün aleyhinize kullanılabilir nitelikte olması. Bir dedikodunun haber değeri taşıması, önemli bir gerçeğin basında yer bulamamasıyla ters orantılıdır. Sonradan gelen yalanlamalar ise o haberi bir kez daha manşetlere taşımaktan başka işe yaramaz.

Yine neoliberallerin başka bir ideal model olarak sundukları ulus devletlerin zayıflaması ütopyasının yerine ne koydukları sorusunun ise cevabı yok. Yeni imparatorluklar olan çokuluslu şirketler, devlete ihtiyaç duyduğu sürece bu kurum da var olmaya devam edecek. Çünkü çokuluslu şirketlerin polisin gazına, askerin silahına, basının manipülasyonuna ve bunların tek elden idare edilmesine ihtiyacı var. Siz, tamamen işinize yarayan bir yapıyı değiştirmek ister miydiniz?

Dün devletin şiddetli yüzünü gördük Dolmabahçe’de. Devlet, bu şiddeti hükümetlerden bağımsız olarak uygulama yetkisine sahip. Bu kez şiddetle birlikte gelen aşağılama, dalga geçme gibi hareketler her hükümette bu denli ayyuka çıkmasa da, bunu sadece ar damarlarının çatlamış olmasına bağlamak yanlış. Yanlış hayat gibi bozuk düzen de doğru yaşanmıyor ve sistem böyle kurulduğunda, AKP gibi bir hükümet çıkıp hem dayak atarken hem gülebiliyor. Tamam, bu kadarına biz bile alışkın değiliz ama hedefi AKP olarak koyarsak, ondan önceki hükümetlere de ‘haksızlık etmiş’ olacağız. ‘Devlet için kurşun atan da yiyen de şereflidir’ diyen Çiller’in hükümetinde, Özal hükümetinde hatta darbe döneminde yapılanları, bırakın Türkiye’yi, dünyadaki onlarca örneği göz ardı etmiş olacağız. Eh, buradan da yine başladığımız yere döneceğiz: Benim şiddetim senin şiddetini döver.

Modernizmin ideali, şiddetin hukuk sınırları çerçevesinde kalmasıydı ancak ortada bir şiddet varsa, kime ne zaman rastlayacağı her zaman kestirilemiyor. Daha güçlü bir devletin şiddeti de daha fazla oluyor. Aksine, şiddet devlet eliyle meşrulaştırıldığında, aynı şiddet devlet zayıfladığı anda dönüp onu da vurabiliyor. Ancak son yüzyıldaki savaşlar ve mücadeleler gösterdi ki, sermayeyi de arkasına alan devlet her muharebeden biraz daha güçlenmiş olarak çıkıyor. Mücadeleyi devlet kavramı üzerinden değil de devletin aygıtları üzerinden kurduğumuz sürece de böyle olmaya devam edecek.

http://www.gunzileli.com/2010/12/21/devletin-iyisi-kotusu-olmaz-ayca-soylemez/

May 27, 2011 Posted by | anti-otoriter / anarşizan, sistem karsitligi, somuru / tahakkum | 1 Comment

Seçimler Neyi Değiştirir? Gün Zileli

Bu yazı Yeni Harman Dergisi’nin, 2011-mayıs sayısında yayınlanmıştır. 

Seçim, hükümeti ya da yönetimi değiştirir ama seçimle sistemin değiştiği hiç görülmemiştir. Çünkü seçim ve seçimle oluşturulan parlamento ya da meclis, sistemin rıza mekanizmasısın en önemli unsurudur. Bu rıza mekanizmasından sistemi değiştirmesini beklemek elbette sadece bir ilüzyon olabilir.

Böyle olduğu halde, sistemi bir devrimle değiştireceklerini ileri süren Marksistler neden bazı özel durumlar dışında, seçimlerde ve parlamentoda yer almayı reddetmezler; neden bu rıza mekanizmasında yer almaya devam eder ve bunu iştiyakle savunurlar?

Bu konudaki genel Marksist mantık şöyledir: Seçimler halkın propagandaya en açık olduğu dönemdir. Bu dönemde seçimlere katılıp halka, emekçilere seslenmek çok etkilidir. Seçimlere katılmakla birlikte, seçimlerin ve parlamentonun bir aldatmaca olduğunu bu kürsülerden halka anlatmamız mümkündür. Öte yandan parlamentoya girersek de, keza parlamento kürsüsünden bu parlamenter düzenin sahtekârlığını teşhir edebiliriz. Seçimlerin ve parlamentonun sunduğu propaganda olanaklarını reddetmek anarşist bir tutumdur ve sol komünist bir çocukluk hastalığıdır.

Marksistler, yukarda özetlediğim bu anlayışı ve yöntemi II. Enternasyonal’in kurulduğu 19. Yüzyılın  son çeyreğinden itibaren uygulamış ve özellikle Almanya’da oluşturdukları güçlü sosyal demokrat partilerle seçimlere girmiş ve parlamentoda önemli bir muhalefet grubu oluşturmuşlardır. Hatta Çarlık Rusya’sının parlamentosu olan Duma’da bile Bolşevik ve Menşevik hiziplerin ayrı ayrı grupları yer almıştır.

Ne var ki, Marksistlerin yukarda özetlediğim teorisi ilk büyük darbeyi I. Dünya Savası’nın başında yemiştir. Normal zamanlarda, barış zamanlarında pek mantıklı gibi görünen bir teori, olağanüstü anlarda hiç de geçerli olmadığını kanıtlamıştır. Burjuvazinin size söz hakkı verirken, parlamentoya girmenizi kabul ederken, propaganda olanaklarından yararlanmanıza izin verirken, bütün bunları hiç de babasının hayrına yapmadığı ortaya çıkmıştır. Burjuvazi, verilen bu parlamenter tavizin günün birinde ve kritik bir anda kendisine kâr olarak döneceğini çok iyi biliyordu ve nitekim öyle de olmuştur. Zaten sosyal demokrasinin kapitalizme entegrasyonu bununla da kalmamış, o günden bugüne sosyal demokrasi sistemin önemli dayanağı olarak görev yapmıştır.

Bolşeviklerin Rusya’da iktidara gelmesiyle Lenin II. Enternasyonal’den kopmuş ve Komünist Enternasyonal’i (Komintern) kurmuştur. Komintern, II. Enternasyonal’in burjuvaziye entegre olma politikasına ağır eleştiriler yöneltmekle birlikte, asla seçimler ve parlamento meselesini köklü bir şekilde sorgulamamıştır. Tam tersine, bunu sorgulayan Sol Komünistler daha 1920 yılında Komintern’den dışlanmış ve Lenin seçimleri kökten reddedip  devrim çağrısı yapan Avrupa’daki Sol Komünistleri (Sylvia Pankhurst, Anton Pannekoek, Herman Gorter, Amadeo Bordiga) çocukluk hastalığına tutulmakla suçlamıştır.

Nitekim, özellikle sağlam parlamentolara sahip Avrupa ülkelerindeki komünist partiler, yazının başında açıkkladığım Marksist mantığı devam ettirerek seçimlere ve parlamentoya katılmayı sürdürmüşlerdir.

1920′li ve 1930′lu yıllarda dünyanın en güçlü komünist partisi olan Alman Komünist Partisi (1 milyon üyeli ve 6 milyon seçmenli bir partiydi), Hitler’in Nasyonal Sosyalizmi karşısında parlamenter alanda yenilgiye uğramış ve Hitler’in seçimlerle iktidara gelmesini önleyememistir. Sanılanın tersine, faşizm askeri darbeden çok seçimleri ve parlamentoyu kullanır. Daha sonraki dönemlerin askeri darbelerinin tam anlamıyla faşizm sayılıp sayılamayacağı ayrı bir tartışmadır ama has faşizmler iktidara seçimle gelmişlerdir.

Komintern’in seçim ve parlamento konusunda klasik Marksist çizgiyi izlemesinin en felaket sonuçları II. Dünya Savası’nın hemen ardından yaşanmıştır. Yunanistan KP ve Filipinler KP’lerine Sovyetler Birliği’nden verilen talimat, gerilla mücadelesini ve silahları bırakmaları ve seçimlere katılmalarıydı. Bu iki ülkedeki güçlü gerilla hareketleri bu parlamentarist çağrıyla yenilgiye uğratılmıştır.

Fransa ve İtalya’da da partizanlar kontrolü tamamen ellerinde tuttukları halde, Sovyetler Birliği’nin verdiği talimatla silah bırakışmasına gitmişler ve bu andan itibaren FKP ve İKP kapitalist düzenin eklentisi haline gelmişlerdir. Zaman zaman %30′lara varan oy oranına sahip bu partiler, seçimler ve parlamento yoluyla tüm devrimci potansiyeli sisteme eklemlemişlerdir.

Seçimlerin ve parlamentonun bize gösterdiği tarihi dersler bunlardır.

Seçimler ve parlamento ile sistem değiştirilemez ama seçimler ve parlamento sistem karşıtlarını değiştirip sistem yandaşı haline getirebilir.

Gün Zileli

24 Nisan 2011

http://www.gunzileli.com/2011/05/25/secimler-neyi-degistirir/

May 25, 2011 Posted by | anti-otoriter / anarşizan, sistem karsitligi | 22 Comments

Şu Lenin ve Troçki Mirası Meselesi… Gün Zileli

Simon Sebag Montefiore’nin Genç Stalin (Çev: Yavuz Alogan, İthaki, Ekim 2010) kitabını bu gece bitirdim. Biraz uyudum, sonra uykum kaçtı. Arka bahçede bir kedi yavrulamıştı. İkisi öldü. Kalan üç taneden ikisini anneleri alıp başka bir tarafa götürdü. İçlerinde en zayıfı olan üçüncüsü tek başına kaldı. Annesi gelir onu da götürür ya da emzirir diye ilgilenmedim. Bu sabah baktığımda ölmüştü. Kafama dank etti. Anne, onu zayıf olduğu için ölüme terk etmişti. Nasıl olmuştu da bunu düşünememiştim. Eğer düşünseydim yavruyu içeri alıp kurtarabilirdim. Biraz vicdan azabı duydum. Sonra kitabın son sayfalarından satırlar geldi aklıma: “1937-1938 yıllarında, yaklaşık bir buçuk milyon insan kurşuna dizildi. Stalin, çoğunu tanıdığı yaklaşık 39.000 kişinin ölüm listesini bizzat imzaladı. Stalin’in yükselttiği Beria’nın sorumlu olduğu Gürcistan, özellikle ağır bir darbe yedi; Komünist Partisi’nin % 10’u tasfiye edildi; Onuncu Gürcistan Parti Kongresi’ne katılan 644 delegenin 425’i kurşuna dizildi.” (s. 431)

“Acaba” dedim kendime, yattığım yerde, “bütün bunları bir canavarın kana susamışlığı olarak ele almak ne kadar doğru? Belki şu anda yerimde Stalin olsa, o da benim kadar üzülürdü ölen kedi yavrusuna.” Bilirsiniz, gecenin sessizliği içinde, uykusu kaçınca böylesi tuhaf düşünceler durmadan üşüşür insanın kafasına. Kedi yavrusundan Doğan Tarkan’a atladı düşüncelerim birdenbire. İki önceki yazımda NTV’deki konuşmasından söz etmiştim. Orada “Marx, Engels, Lenin ve Troçki’nin mirasçısı olduğunu” söylemişti Doğan. Düzenledikleri “Marksizm’2010” seminerlerinde ise, en önde gelen konulardan biri, “Stalinizm-Kemalizm” bağlantısıydı. Ben de bu bağlantıya önem veriyordum ama Lenin, Troçki ve Stalin bağlantısı birbirinden kopartıldığında Stalin-Kemal bağlantısı tüm ciddiyetini kaybediyordu. Çünkü, eğer Stalin’le Kemal arasında benzerlik varsa, Lenin, Troçki ve Stalin arasında, benzerliğin ötesinde doğrudan ve kesintisiz bir devamlılık vardı. Stalin, Lenin’in de, Troçki’nin de mirasçısıydı.

Lenin daha iktidarı aldığı gün, “İnsanları kurşuna dizmeden nasıl devrim yapabilirsiniz?” (s.409) diye haykırmıştı. Doğrusu, “insanları kurşuna dizmeden nasıl iktidarı alabilirsiniz” olmalıydı, yoksa devrim değil. Tersine, gerçekten devrimci öneri şu olabilirdi: “İnsanları kurşuna dizerek nasıl devrim yapabilirsiniz?” Nitekim, bugüne kadar pek söz konusu edilmeyen bir yönü var işin. Eğer Lenin ve Bolşevikler kafayı böylesine kurşuna dizmeye takmasalardı ve daha baştan her türlü muhalefeti şiddetle ezmeye yönelmeselerdi iç savaş da bu kadar çetin olmayacak, bu kadar zorlu geçmeyecekti. Bolşeviklerin sertliği, Beyazların direncine güç katmış, daha da kötüsü devrimin canlı hücrelerini tahrip etmiştir. Belli ki Lenin daha başından devrimle iktidarı birbirine karıştırmıştı ya da onun kafasında ikisi aynı şeydi. Troçki de ondan aşağı mı kalıyordu sanki. Lenin tarafından boşuna Savaş Komiseri yapılmamış tı. İsmi üstünde: Savaş. Yani kasaplık. Savaşla ilgili herhangi bir görev alıp da kasaplık yapmadığını ya da en azından kasaplık mesleğine intisap etmediğini (illa fiili olarak kesip biçmek şart değildir) iddia edebilecek birisi var mıdır? Japon anarşisti Kotôku Shûsui, geçmişini tanımlarken, “bir katilin oğluyum” dermiş, asker olan babasını kastederek. Bir de koca savaş makinesinin tepesindeki Troçki’yi düşünün. Nitekim Troçki, orduda rütbeleri yeniden geri getirmiş, asker komitelerini ve Sovyetlerini dağıtmış, çarlık ordusunun subaylarını yeniden istihdam etmiş, ordunun eski hiyerarşik yapısını ve ritüellerini yeniden teessüs etmiştir. Troçki’nin yaptıkları bununla da kalmamıştır. Ortaya attığı ”sanayinin askerileştirilmesi” tezi tam bir despotizmdir. Bu teze göre, işçiler askeri disipline tabi tutulacak, silah zoruyla üretime koşulacak ve iç pasaport düzenine tabi kılınarak işyeri ve şehir değiştirmekten men edileceklerdir. Ayrıca, toplama kamplarındaki esir emeğinin sana yi hamlesinde kullanılması fikri de Stalin’in orijinal fikri değildir. Lenin ve Troçki de bunu onaylamış ve hatta ilk uygulamalara başlamışlardı.

Ekim Devrimi’nin ideallerini savunarak ayaklanan Kronstadt bahriyelilerini ezen de Troçki’den başkası değildir. Daha sonra Stalin tarafından “Alman ajanı” olduğu iddiasıyla kurşuna dizilen, eski Çarlık subayı Tukaçevski, Troçki’nin sözleriyle, “Devrimin onuru ve şerefi” Kronstadt bahriyelilerini Troçki’nin emriyle ezmiştir. Elbette Lenin de bu ezme çabasına destek vermiştir. Troçki, 1930’larda dünya çapında hiçbir yere ayak basamamacasına Stalin tarafından kovalanırken bile Kronstadtlılara yaptıklarını kabul etmek istememiş, onların “karşıdevrimci”liğinde ısrar etmiştir. Orijinal ve Ortodoks Troçkistler bugün dahi bunu savunmaya devam etmektedirler. Bu siteye yorum yazan Troçkist bir arkadaş, neredeyse üzerinden yüz yıl geçtikten sonra bile Kronstadt’ı “karşıdevrimci” diye niteleme bağnazlığını gösterebilmiştir.

Troçki ve onun dahil olup liderlik ettiği “Sol Muhalefet”, 1920’li yıllar boyunca Stalin-Buharin ittifakına, köylülüğe gereğince sert davranmadığı yönünde eleştiriler yapmış ve ortaya attığı “sanayileşme planı”yla, Stalin’in 1930’lı yılların başından itibaren uygulayacağı ve milyonlarca köylünün ölümüne yol açan “hızlı sanayileşme ve zorla kolektifleştirme” politikasının önünü açmış, yani Stalinist cehennemi diktatörlüğün taşlarını kendi elleriyle döşemiştir. “Sol Muhalefet”te yer alan onca Bolşevik’in 1930’lu yıllarda Stalin’in önünde secde etmelerini (ki bu bile onların hayatlarını kurtaramamıştır) sadece basit bir teslimiyet olarak ele almamak gerekir. Bu teslimiyetin arkaplanında büyük bir ideolojik ortaklık yatmaktadır. Stalin, pragmatik bir devlet adamıydı. Muhalefetin, sanayileşmede köylülüğü iç sömürge gücü olarak kullanma önerisini aynen alıp uygulamaya koydu. Elbette bunu yaparken, mono litik bir diktatör olarak, önerinin orijinal sahiplerini önce teslim alıp sonra da yok etmek zorunda hissetti kendini.

İşte Doğan Tarkan’ın övünerek sahip çıktığı miras budur. Doğru, siyasi akımlar ve partiler belli miraslara dayanırlar, dolayısıyla bunların hepsinin mirasyedi olduğunu söyleyebiliriz. Evet ama ortada yenecek bir miras kalmış mıdır? Buna sermayeden yemek demek daha doğru olmaz mı? Aynı Kemalistlerin bugünkü durumu gibi. Eğer görmediyseniz Sözcü gazetesinin 10 Kasım tarihli nüshasına bakın, ne demek istediğimi anlarsınız. İflas, tam bir iflas!

Gün Zileli
14 Kasım 2010

http://www.gunzileli.com/2010/11/14/su-lenin-ve-trocki-mirasi-meselesi%e2%80%a6/

May 24, 2011 Posted by | anti-otoriter / anarşizan, sistem karsitligi, somuru / tahakkum | Leave a comment

Devlete Karşı – Gün Zileli

EĞER DEVLETİN TUTARLI DÜŞMANIYSAN
ANARŞİSTSİN

Soru 1: Devlete gerçekten karşı mısınız?

Eğer cevap evetse ikinci soruya geçiniz:

Soru 2: Öyleyse neden yeni bir devlet kurmaktan söz ediyorsunuz?

İşte en önemli sorunlardan biri burada düğümlenmektedir. Birçok ihtilalci arkadaşımızın devlete samimiyetle karşı olduklarını biliyoruz. Yüreklerindeki özgürlük ateşiyle devletin ezici hantal makinası arasında uzlaşmaz bir çelişme olduğunun farkındayız. Onların dürüstlüklerine ve samimiyetlerine inanıyoruz. Ama yüreklerinde olmasa bile, kafalarında çok önemli bir bağdaşmazlığı uzun süredir barındırdıklarını da bilmelidirler. Devleti yıkarken yeni bir devlet kurmaya kalkışmaları tutarsızlığın en büyüğüdür. Çünkü kurdukları devlet, onlar ne kadar eskisinden farklı olacağını iddia ederlerse etsinler, eskisinin benzeri, hatta belki bazı bakımlardan daha bile zorbası olacaktır.

Çünkü; ezilenlerin devleti olamaz. Devlet yalnızca ezenlerin baskı aracıdır. Ezilenlerin adına kurulduğu iddia edilen devletler bile kısa sürede yine küçük bir ezen azınlığın aracına dönüşmek zorundadırlar. Marxist terminolojide “geri dönüş” ya da “yozlaşma” diye ifade edilen olay bundan başka bir şey değildir. Yüz kere de devlet kursanız yüz keresinde de bu devlet yozlaşacak ve küçük bir azınlığın aracına dönüşecektir.

Çünkü; devlet makinasının işleyişi, kaçınılmaz olarak sürekli devlet görevlilerini gerektirir. Üretimdeki halkın, uzmanlık isteyen devlet işlerinin gerektirdiği uzmanlığı kazanması olanaksızdır. Ezilenler içinden böyle uzmanlaşan insanlar çıksa bile, kaçınılmaz olarak üretimden kopacaklar, kendi kitlelerinden kopacaklar ve devlet makinasının bir unsuruna dönüşeceklerdir.

Çünkü; uzmanlaşmış devlet görevlileri uzmanlık ve sorumluluk, hatta gereğinde yorucu bir çalışma isteyen devlet işlerini babalarının hayrına yapmazlar.

Karşılığında, kitlelerin yaşam standartının üstünde ayrıcalıklar isterler doğal olarak. Hele hele ellerinin altında, itiraz eden kitlelere karşı kullanabilecekleri silahlı güçler de olunca bu imtiyazları rahatlıkla kabul ettirirler. Denecektir ki, yeni devletin görevlileri işçi sınıfının ideolojisine bağlıdırlar. Hadi buna da Marxist bir argümanla yanıt verelim. İnsanların bilincini sosyal çevreleri belirler. Uzmanlaşmış devlet görevlileri ideolojik planda ne kadar halka bağlı olduklarını söylerlerse söylesinler maddi çevreleri, olanakları ele geçirme şanslarının olması, onları kaçınılmaz olarak halktan kopartacak ve ayrıcalıklı bir zümre haline getirecektir. Denecektir ki, halk onları denetler.

Demokratik denetime tabi tutar. Biz de diyeceğiz ki, üste çıkanları altta kalanlar tarihin hiç bir döneminde denetleyememişlerdir. Denetim lafları, batı demokrasilerinde olduğu gibi boş bir tekerlemenin ötesine gitmeyecektir. Bir aldatmacaya dönüşecektir. Yönetenleri denetlediğini sanan halka, bir de bu aldatmaca yoluyla boyun eğdirilecektir. Batı demokrasilerinde “milletin temsilcileri” yutturmacası gibi.

Çünkü; devlet denen makina, her zaman halktan ayrılmış silahlı güçleri, orduyu ve polisi gerektirir. Bir kez, halk adına bile olsa, devletin denetiminde polis, jandarma ve ordu gücü kuruldu mu, silahsız halk silahlı güçlerin baskısı altına alınmış demektir. Her ordu, her polis, aslında dış düşmana karşı değil, iç düşmana, yani halka karşı kurulur. Dünyanın hiçbir devrinde ve hiçbir yerinde halktan yana polis olamaz. Bir kez, polis gücü kurdunuz mu, ya siz de imtiyazlı bir zümrenin yanında yer alıyorsunuz demektir ya da düşmanınıza kendi elinizle silah veriyorsunuz demektir. Polislik her yerde ve her zaman halk düşmanı olmayı gerektirir. Bu yüzdendir ki, devrimlerden sonra kurulan yeni devlet rejimlerinde kısa süre içinde, yeni kurulan polis teşkilatlarına eski rejimin halk düşmanı unsurları doluşmuştur. Yarın aynı şey sizin de başınıza gelirse hiç şaşırmayın.

Çünkü; devlet olmayan devlet kuracağız söylemlerinin hiçbir geçerliliği yoktur. Devlet her yerde devlettir. Devlet olmayan devlet olmaz. Her devlet, isterseniz adını değiştirin gerçek anlamda devlettir.

Öyleyse; devlete, onun polisine ve ordusuna derinden bir karşıtlık içinde olan bir ihtilalci eğer tutarlı olmak istiyorsa, her türlü devlete karşı olmak zorundadır. Tutarlı bir ihtilalci, isterse kendi kendine bunun adını koymaktan kaçınsın, aslında, her türlü devletin amansız düşmanı anarşizmin yolunu tutmuş demektir. İhtilalciliğin tutarlı sonucu anarşist olmaktır!

Gün Zileli

http://www.gunzileli.com/2006/04/24/devlete-kars/

May 24, 2011 Posted by | anti-otoriter / anarşizan, ezilenler | Leave a comment

Mutlu Konformist! Gün Zileli

Sevgili arkadaşım Orhan Cerav’ın yolladığı, Sabah adlı bir gazetede çıkan Engin Ardıç adlı birisinin “Mutlu Anarşist Yoktur” yazısını okuduğumda, Orhan’ın internetten bana ara sıra gönderdiği o meşhur ophaaaaaaaa kahkahasını koyuverdim. Çok bilen birisi, yine anarşizm konusunda bazı gülünesi herzeler yumurtlamış.

Hayatta o kadar çok yanlışlık vardır ki, bunları düzeltmeye kalkışırsanız sizin hayatınız kayar. Hele medyadaki yanlışları düzeltmeye kalkmak! Bu imkânsızdan öte bir şeydir. Ne var ki, bazen bazı şeyler kanınıza dokunup sizi kışkırtabiliyor. İşte Engin Ardıç’ın yazısı bende böyle kışkırtıcı bir etki yaptı. Kendisine teşekkür borçluyum!

Engin Ardıç, anarşizmi kulaktan dolma da olsa biraz biliyor. Öyle ki, yazısının başlığını koyarken bile, Aragon’un çok tanınmış „Mutlu Aşk Yoktur“ başlıklı şiirindeki „aşk“ sözcüğünün yerine „anarşist“ sözcüğünü yerleştirecek kadar ve tabii ki, bu bir yanılma değil. İfade yanıltıcıdır ama Ardıç, belki kendisi de bilincinde olmadan „aşk“ ve „anarşist“ sözcüklerinin yaptığı ortak çağrışımın cazibesine kapılıvermiş.

Şimdi yanlışların düzeltilmesine geçeyim.

“Ütopyadır… gerçekleşmesi asla mümkün olmayan…“ Yani bir şeyin gerçekleşmeyecek bir şey olduğunu kanıtlamak için kısa yoldan ona „ütopya“ dediniz mi mesele hallolmuş olur, siz de neden gerçekleşmeyeceğini kanıtlama zahmetinden kurtulursunuz. Oysa anarşizm gerçekleşmeyecek bir ütopya değil, tersine gerçekleşmiş bir gerçekliktir. İnsanlığın yüz binlerce yıllık uzun tarihi göz önüne alındığında devlet ve para oldukça yenidir. Yani insan toplulukları yüz binlerce yıl devletsiz ve parasız yaşamış ve herhalde devlet ve paranın olduğu kısa döneme göre oldukça mutlu yaşamıştır. Devlet ve paranın olduğu dönemlerde bile birçok insan topluluğu devleti ve parayı reddederek var olmuştur uzun dönemler. İşte bu anlamda anarşizm gerçekleşmiş bir gerçekliktir. Gelecekte de insanlığın devlet ve paranın baskısını ilelebet çekmeye devam edeceğini ileri sürmenin hiçbir mantıki açıklaması yoktur. Elbette geleceği bilemeyiz ama insanlığın daha mutlu bir toplumsal örgütlenme kuramayacağını ileri sürmek sadece bugünün konformistlerine özgü bir düşünce tarzıdır.

„Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının anarşizmle uzaktan yakından hiçbir ilgi“sinin olmadığı görüşü de o kadar doğru değildir. Evet, Deniz Gezmiş ve arkadaşları anarşist değildi, ama onların doğrudan eylem tarzı anarşizme bire bir uygundu. Bu Mayıs ayında Yıldız Teknik Üniversitesi‘nde katıldığım bir 68 toplantısında bunu Veysi Sarısözen, „biz çimenlerin üstünde oturmuş eylemi nasıl başlatalım diye düşünür ve tartışırken, Deniz ve arkadaşları bir anda kapıları tutuverdiler. Eylem başlamıştı“ sözleriyle çok güzel anlatmıştı.

Anarşizm, bir düşünce akımı olarak, Türkiye’nin o günkü siyasi ve kültürel ikliminde kendine bir yer bulamamıştı ama doğrudan eyleme ilişkin anarşist tarzın uygulayıcıları Deniz Gezmiş ve arkadaşları olmuştu. Demek ki, öyle „uzaktan yakından“ diye kestirip atılacak kadar da uzak değillermiş anarşizme.

„Anarşizme bireyci komünizm“ dendiği hiç olmamıştır. Bireycilikle komünizm anarşizmin içinde bile zıt kutuplarda yer almıştır. Bireyci anarşistlerle anarkokomünistler ve komünalist anarşistler çok az bir araya gelmiştir.

Ardıç, 20. Yüzyılın başındaki anarşizme ilişkin olarak „bomba atmak, adam öldürmek“ gibi „aptalca“ eylemlerden söz ediyor ama bu eylemlerin nedenlerine ve niçinlerine ya da tarzlarına ilişkin asla derinlemesine düşünmediği anlaşılıyor. Bir kere, bu eylemleri yapan anarşistlerin Ardıç’tan daha zeki ve duyarlı insanlar olduğuna kesinlikle eminim. Bu insanlar, „iki evlilik arasına sığdır“dıkları „anarşist“ Yunan sevgilileri ile kahvelerde sürtmek yerine, zulmün temsilcilerine karşı kendilerini de feda eden bireysel bir başkaldırı yoluna gitmiştir. Eylemlerinin yanlışlığını ne kadar düşünürsek düşünelim, bir kere bu başkaldırıyı saygıyla karşılamak gerekir. Bu anarşistlerin „örgütlü terör“le hiçbir ilgisi olmamıştır. Ne yaptılarsa kendi başlarına ve bireysel olanaklarıyla yapmışlardır. Bu yüzden de o zamanın önde gelen anarşistleri, Kropotkin, Malatesta, Emma Goldman vb., tarzlarına katılmasalar da onları kamuoyu önünde kınamayı haklı olarak reddetmiştir.

Anarşizmin, İspanya iç savaşından sonra „öldüğü“ ya da „bittiği“, sadece Ardıç‘ın seyretmeyi arzuladığı bir senaryodur. Eğer dediği gibi olsaydı, Ardıç da bu yazıyı yazmak zorunda kalmayacaktı.

Ecevit Kılıç’ın Türkiye’deki anarşistlerle konuşması büyük bir gazetecilik başarısı değildir. Ardıç öyle bir izlenim yaratıyor ki, sanki Ecevit, yer altından bir takım yaratıkları bulup su yüzüne çıkartmış. Yok böyle bir şey oysa. Kaos Yayınları, Cağaloğlu’nda yıllardır aynı adreste mütevazı çalışmasını sürdürmektedir.

„Mutlak eşitlik bir rüyadır.“ Eh şimdi anlaşılıyor, Engin Ardıç rüya görmekten bile hoşlanmıyor.

„İnsan toplulukları yönetimsiz varolamazlar…“ demiş Engin Ardıç yazısının sonlarına doğru, yani bu yüzden rüyaymış mutlak eşitlik. Bir kere, anarşizmin mutlak eşitlik diye bir görüşü yoktur. Anarşizm, insanlar arasındaki zekâ ve yetenek farklarını (ki Ardıç’ın varlığı bunun en iyi göstergesidir) reddetmezler. Onların reddettiği, tam tersine, doğal farklılıkların da üzerindeki, doğaya aykırı, toplumsal güçten doğan farklılıklardır. Bir zengin çocuğu, sırf zengin olduğu için, kendisinden çok daha zeki ve yetenekli bir yoksul çocuğunun patronu ya da yöneticisi olur. Doğal olmayan, karşı çıkılması gereken budur. Kaldı ki, anarşistlerin her türlü yönetime karşı olduğu da doğru değildir. Anarşistler, baskıcı, insan inisiyatifini yok eden yönetimlere ve doğal olarak bunun en belirgin örneği olan devletlere karşıdır. Galiba, Ardıç, özyönetim diye bir şey duymamış ve bunu en çok telaffuz edenlerin anarşistler olduğunu da.

„Toplum dışı‚ ‘hippi’ olmaya çalışıyorlar“ buyurmuş Ardıç. Keşke 68 başkaldırısının sembollerinden olan hippilerden o yaşındayken bir şeyler öğrenmiş olmaya gayret edebilseydi.

O zaman, pek beğenerek köşesine koyduğu fotoğrafındaki o konformist yüz ifadesi biraz daha sempatik bir hal alabilirdi. Bunu düzeltmem mümkün değil, ne yazık ki.

http://www.gunzileli.com/2008/12/17/mutlu-konformist/

May 24, 2011 Posted by | anti-kapitalizm, anti-otoriter / anarşizan, sistem karsitligi, somuru / tahakkum | Leave a comment

Yeryüzünün Lanetlileri: Mülteciler

Ahali Gazetesi’nin 8. sayısında Yeryüzünün Lanetlileri: Mülteciler başlıklı bir yazı yayınlanmıştı. Önceki sayılarda da Mülteciler ile ilgili yazılara yer verdik. ilk sayıda, Mültecinin Laneti başlıklı bir yazı vardı. ardından “Lanetlenmi”ş bir mülteci ile Röportaj yaptık. Mülteciler ile alakalı gündem o kadar hızlı değişiyor ki Gazetenin 8. sayısının basılmasından bir gün sonra yazıda da bahsedilen Türkiye ile AB arasında mültecilerin geri kabulüne ilişkin anlaşma imzalanmış ve aradan geçen 2 aylık süre içerisinde özellikle Libya’da ki isyanla birlikte Akdeniz yeni trajedilere sahne olmuştu. Şu anda Avrupa bütün politik ve sosyal kurgusunu bu yeni tehdit ekseninde inşa ediyor. Arap baharı ile yoğunlaşan göçmen akınına karşı italya mültecilere şengen vizesi dağıttı. Vize sahibi mülteciler, avrupanın çeşitli noktalarına bilhassa fransaya akın etti. fransa ise sınırlarını bu mültecilere yasal bir dayanak olmaksızın kapattı. Danimarka bir adım daha ileri atarak, shengen sözleşmesini askıya alacak bir düzenleme peşinde. yani bir yerler tutuşuyor. Yeni barbarlar’ın Avrupa refahını tehdidi gün geçtikçe avrupa’nın demokrasi ve insan hakları argümanlarını zorluyor. Şu anda Avrupa görünürde hala demokrasi borazanı. ama aşağıdaki yazılarda da görüleceği üzere FRONTEX gibi örgütlü militarist kontrol aygıtlarıyla bu tehdidi her bakımdan bertaraf etmeyi amaçlıyor. Demokrasi ve insan hakları hikayelerini bırakacakları bir an mutlaka gelecek.

Yaşanan son gelişmeleri yazının sonuna ekleyip tekrar yayınlama ihtiyacı hissettik.

Kaynak: http://www.ahaligazetesi.org/2011/05/dosya-yeryuzunun-lanetlileri/

Yeryüzünün Lanetlileri: Mülteciler

İlk sayılarımızda dünyada mülteciler ve mülteci politikalarına dair bir değerlendirme yazısı yayınlamıştık. Milyonlarla ifade edilen mültecilerin istatistiklerden ibaret olmadığını göstermek için bir de hayat hikâyesi dinlemiştik. Mültecilerin Avrupa ülkeleri için bir tehdit unsuru oluşturduğunu, sermaye ve beden politikalarını alt üst ettiğini vurgulamıştık. Ve Giorgio Agamben’in ‘…mülteci, devlet/ulus/toprak teslisini menteşelerinden ayırması itibariyle siyasal tarihimizin marjinal değil, temel figürü olarak ele alınmayı hak etmektedir.’ tespitini yinelemiştik.

Şimdi o günden bu güne ne değişti ve neleri es geçtik bir bakalım. Öncelikle ekonomik krizin faturasının büyük bir kısmının mültecilere kesildiğinin altını çizelim. Bu krizle birlikte Avrupa’daki sosyal devlet anlayışının son kırıntıları da ortadan kaldırılmaya başlandı. Değişen koşullar ve standartların düşmesi yasaların daha hızlı çıkmasına neden oldu. Horkheimer’in dediği gibi ‘kapitalizm konusunda konuşmak istemeyen, faşizm konusunda da sessiz kalsın.’ Ekonomik kriz kapitalizmin krizidir. Göçmen yasalarının sertleştirilmesi, yabancı düşmanlığı ve faşizmin yükselmesi Avrupa’nın yeni yüzünü gösterecek işaretler oldu. Yasalar halk nezdinde meşru bir hale getirildi. Geçtiğimiz aylarda İngiltere eski başbakanı Gordon Brown bir ‘yeniden yapılanma’ sürecinden söz etti. İtalya’da Berlusconi neredeyse Mussolini’yle aynı politikaları izliyor. Yeniden yapılanma daha kapalı ve faşizan bir Avrupa’yı öngörüyor. Bu süreçten en çok etkilenen ise göçmenler…

Neredeyse bütün Avrupa ülkelerinde mülteci yasaları sertleştirildi. Yasa dışı yollarla Avrupa topraklarına ayak basmak dahi artık bir suç teşkil ediyor. Mültecilerin kamplarda kalma süreleri uzatıldı. İltica talebinde bulunan birçok mültecinin talebi reddedildi. Mültecilere herhangi bir şekilde yardım etmenin, yetkililere haber vermeden tedavi etmenin, yani en basit şekliyle konuya dair vicdani her edimin bedeli ağırlaştırıldı. Aşağıda yeni yasalarını ayrıntılı inceleyeceğimiz İtalya’da, kaçak bir göçmeni barındıran kişi 3 yıla kadar hapis istemiyle yargılanacak. Sözün özü Avrupa’nın kapalı, sarışın, beyaz ve arî yüzü, daha da görünür hale geldi.

Yeni Barbarlar sonuçta kapitalizmin vaad ettiği refah, huzur ve güvenin peşindeler. Kapitalizmin sunduklarını elinde tutan arî Avrupa ise sarı besili ve tok olmasını bu barbarların açlığına borçlu. Bugünlerde isyan halinde olan 3. Dünya’nın kalkışması ise tam da bu noktada anlamlı. Dikta rejimlerini sonlandıran Tunus ve Mısır halkları Avrupa ya mülteci olarak kaçmaya çalışan halklar istatistiklerinde hep en başlarda. Bu ‘devrimler’ için nesnel bir neden olur mu bilinmez ama Tunus’ta dikta rejiminin yıkılmasından hemen sonra Şubat ayı başında 4 bin kadar Tunuslu İtalya’nın Lampedusa kentinde karaya çıktı. İtalyan hükümeti olağanüstü hal ilan etti ve Avrupa’nın geri kalanının İtalya’yı bu krizde yalnız bıraktığını söyleyerek sızlanmaya başladı. Avrupa’nın korktuğu başına geldi, yüzlerce yıl “refah devleti” ve “demokrasi”  diye diye halkların boğazındaki ekmeği çalan Avrupa şimdi o ekmeği ve huzuru geri isteyen mültecileri ne yapacağını düşünüyor.

Elbette Avrupa Mültecilerin oluşturduğu tehdide epey zamandır hazırlanıyor. Geniş erimde Birlik projesinin bu ve bu gibi tehditleri devre dışı bıraktığını öngörebiliriz. Ancak Hukuki bir birlik olan Avrupa, Esas dayanak noktasını yasalardan alıyor. Gayrı Resmi ve psikolojik unsurları saymazsak Avrupa’nın çıkardığı, göçmenleri dışarıda tutmaya yönelik yasaların en somut sonucu FRONTEX…

Tam burada Frontex’in nasıl bir tehdide karşı örgütlendiğini kavrayabilmek için 2009 istatistiklerini yazalım:

2008 yılı sonunda dünyada 42 milyon insan yer değiştirmek durumunda kaldı. Bunun 15,2 milyonu mülteci, 827 bini sığınmacı ve 26 milyonu savaş ve baskı nedeniyle ülkesi içinde yerinden edilmiş kişi konumunda… 

FRONTEX

Dış Sınırlarda Avrupa İşbirliği Ajansı. 2004 yılında yasa dışı göçle mücadele, Avrupa ülkelerine göçmen akışını durdurmak için bir sınır kontrol birimi olarak kuruldu. 2007 yılından beri aktif olan, bu göçle mücadele aygıtının sermayesi Avrupa birliği ülkelerinden sağlanıyor. 15 milyon Euro bütçeyle kurulan FRONTEX’in şimdiki bütçesi 100 milyon Euro’yu aşmış durumda… Türkiye-Yunanistan sınırına gerilen tel örgülerin onaylanmasından sonra, bu güne değin denizlerde Göçmen avlayan Frontex, artık karada da faaliyette. Dolayısıyla Avrupa’ya göç eden mültecilerin ilk karşılaştıkları birim oluyor. Yunan karasularından geri gönderilen ve batırılan gemilerin baş sorumlusu yine frontextir.

Birim göçmenler üzerinde bir nevi NATO görevi yapıyor. Nato gibi çok uluslu bütçesiyle, konusunda uzman özel güvenlik görevlileri barındırıyor. Irak’ı kan gölü haline getiren Blackwater adlı özel ordunun sınır versiyonu gibi. Blackwater nasıl Irak’ta tüm kara para, uyuşturucu ve insan ticareti alanlarını ele geçirdiyse bu örgütte sınırlarda aynını yapıp uzamanı olduğu alanın ticaretini yapıyor. Kaçak insan avrupanın refah sistemi için kritik bir düzeyde. Bir miktar (ama o miktarı belirleyen Frontex değil onların efendileri) işçi, avrupa için çalışmak zorunda. Bu işi de güvenilmez insan tüccarları değil Frontex yapıyor. Yani, Göçmenlik ve kaçak iş gücü ticaretinin hepsini elinde tutmayı hedefliyor. Görevi net: Avrupa’ya mülteci girmeyecek. Bu görevi yerine getirmek için araçları da elbette gelen 3. Dünyalıların yabancısı olmadığı silah ölüm ve acı. Yasalar ya da mülteci kampları değil. Bu bakımdan Frontex’in üzerine kurulduğu sistem Avrupa birliğinin göçmen yasalarından bağımsız işliyor… Hanau İnsiyatifi temsilcisi Hagen Kopp’a göre FRONTEX’le amaçlanan kaçak ve göçmenleri kontrol altında tutarak, büyük firmaların talebi doğrultusunda kaçak işçi geçişini sağlamaktır. 

FRONTEX’e üye ülkeler: Avusturya, Belçika, Kıbrıs, Çek Cumhuriyeti, Danimarka, Estonya, Finlandiya, Fransa, Almanya, Yunanistan, Macaristan, İzlanda, İrlanda, İtalya, Litvanya, Letonya, Luksemburg, Malta, Hollanda, Norveç, Polonya, Portekiz, Slovakya

(Türkiye ile üzerinde teknik olarak mutabakata varılan Ortak Çalışma Anlaşması resmen onaylanmayı bekliyor.)

TÜRKİYE’DE DURUM

Resmi verilere göre 50 ülkeden 143 farklı etnik gruba mensup 18 bin kayıtlı mülteci bulunuyor. Türkiye mülteciler için geçiş ve köprü konumunda. Fakat Türkiye`de mülteciler başta hukuki olmak üzere, barınma, sağlık, eğitim, polis şiddeti gibi birçok sorunla karşı karşıya.

Türkiye`de mültecilerin en büyük sorunu kanunların yetersizliği. Türkiye mülteci haklarıyla ilgili 1951 Cenevre Sözleşmesi`ni imzalayan ülkeler arasında yer alıyor, fakat diğer ülkelerden farklı olarak coğrafi sınır kısıtlaması uyguluyor. Bu kısıtlamaya göre Türkiye, sığınan kişileri mülteci olarak kabul etmiyor ve gereken haklardan yararlandırmıyor. Türkiye bu kişilerin sadece geçici olarak ülkede ikametine izin veriyor. Fakat ironik bir şekilde Avrupa’dan gelenlere mülteci statüsü verebiliyor.

Geçen yıldan beri, Türkiye Avrupa Birliğine geçiş kriterleri uyarınca, Avrupa Birliğiyle bir Geri kabul Anlaşması imzalamayı planlıyor. Bu anlaşmayla Ortadoğu, Asya ve Afrika’dan Türkiye’ye gelip Avrupa’ya geçmeyi başaran mültecileri, sınır dışı edilmeleri durumunda, kabul edecek. Bunun karşılığında Avrupa’dan istediği, Türk Vatandaşlarının Avrupa birliğine vizesiz geçişi ve kabul ettiği mülteci başına ödenek…

Son günlerde ardı ardına gelen Türk vatandaşlarına vizesiz Avrupa müjdesinin arkasındaki mesele de yine mülteciler. Şayet Türkiye “Vizesiz Avrupa” hakkını alırsa haliyle bir göçmen sorunu olacak. Dolayısıyla bir de göçmen yasası. Sınırlarını Ortadoğu’ya genişletme konusunda ayak direyen Avrupa’nın en büyük çekincesini de Türkiye devralmış oluyor. Tabi parasıyla. Kaz gelen yerden tavuk esirgenmez.

Meriç Nehri, bir nehir olarak değil Türkiye Yunanistan sınırını belirleyen bir çizgi olarak bilinir. Bu nehir bir kan nehridir aslında. Mültecilerin daha iyi bir yaşan hayallerini boğdukları yerdir. Yakın zamanda kendisi de İranlı olan bir insan tüccarının 16 mülteciyi, kendisi sınırı geçip Yunanistan’a ayak bastıktan sonra döve döve nehre attığı haberini okuduk. Türkiye sınırları ve konjonktürel durumuna ilişkin, insan ticaretinin en vahşi duraklarından biridir.

Genellikle Afganistan, Somali, İran ve Irak gibi ülkelerden gelen mülteciler, yasaların yetersizliğinden uzun yıllar sağlıksız koşullarda Türkiye`de kalmak zorunda kalıyor. Şimdiki yasal düzenlemeye göre bir kişinin Türkiye’de kalabilmesi için Birleşmiş Milletler Mülteci Yüksek Komiserliğine kayıt yaptırması gerekiyor. Ancak Türkiye’ye Asya ve Afrika’dan gelen çoğu mültecinin böyle bir uygulamadan haberi bile yok. Daha kayıt yaptıramadan sınır dışı ediliyorlar. Kayıt yaptırabilenler ise yıllarca BMMYK’den randevu almayı bekliyor. Başka bir ülkeden kabul görenlerse, Türkiye’nin Harçlar Kanunu’na göre belirlediği geçici ikamet bedelini ödemeden Türkiye’den çıkamıyor. Bu bedel kalınan her altı ay için 306.30 TL. Yani Türkiye’de bir yıl kalmak zorunda kalmış 4 kişilik bir ailenin ödemesi gereken bedel, çıkış defteri parası da eklenirse, 3000 TL’ye denk geliyor.

Bir örnek: İtalya

Öncelikle şunu belirtelim; Berlusconi partisini Mussolini’nin devamı niteliğindeki Forza İtalya Partisiyle birleştirdi. Ulusal ittifak partisi ve sağcı çoğu neofaşist 8 parti daha birleşip adını Özgürlükçü Halk Partisi koydu. İlk kurultayda Berlusconi başkan oldu. Güvenlik yasası paketi 124 redde karşılık 157 evet oyuyla kabul edildi.

2 Temmuz 2009’da İtalya’da kabul edilen güvenlik yasası paketi:

Çok yoruma gerek yok, yasanın kendisi faşist doğasını deşifre eder nitelikte.

1-    İtalya sınırları içine kaçak olarak giren ve yakalanan her kişi 5 ile 10 bin Euro para cezasına çarptırılacak.

2-    Kaçak olduğu bilinen bir göçmeni evinde barındırmak veya evini kiraya vermek 3 yıla kadar hapis istemiyle yargılanacak.

3-    Evsizler kayıt altına alınacak.

4-    Sivil vatandaş birlikleri(mavi bereliler) olarak adlandırılan ekiplere kimlik sorma hakki verildi. Bu Mussolini’nin faşistler ekibine benziyor. Ekiplerin çoğu Casa Pound (Mussolini’nin devamı niteliğindeki sivil ekiplerden oluşan parti birliği) ve faşist Leganord partisinin gençliğinden oluşmakta. Armaları faşist Mussolini’nin armasıyla aynı, yani siyah güneş, kartal, Nazi arması… Bu ekipler genellikle kuzeyde güçlenerek büyüyüp, alanları genişliyor. Bu yasayla hükümet göçmen sorununu sivil faşistlere devretmiş oldu. Yasadan hemen sonra bu birlikler faaliyete geçti: Roma’da 5 İtalyan genç Kongolu bir göçmeni döverek hastanelik etti. Olaydan sonra yakalanan faşistlerin yaptığı açıklama “biz devletin çıkardığı yasayı kullanıp, devletin istediği şeyi yaptık” oldu. Milano’da yaşlı bir Mısırlı sopalarla dövüldü. Parma’da sivil faşist bir ekip Afrikalı siyahi birine kimlik sordu, siyahinin buna uymaması sonucu dövüldü. Bunlar gibi onlarca olay cereyan etti etmeye devam ediyor…

5-    Kaçak bir kadın, İtalya sınırları içinde doğum yaparsa, çocuğu emzirme suresince (yaklaşık 6 ay) İtalya’da çocukla beraber kalabiliyor. Ancak daha sonra anne sınır dışı edilirken, çocuk bir daha geri verilmemek üzere devlette kalıyor. Sonrada büyük ihtimalle İtalyan bir aileye verilip, bir İtalyan olarak büyüyor.

6-    Kaçak göçmenlerin kamplardaki gözaltı suresi 2 aydan 6 ay’a uzatıldı. Kamplardaki yaşam koşulları Türkiye’dekinden farksız. İtalya’nın Guantanamo’su olarak bilinen ve bugünlerde 4 bin Tunusluyu “ağırlayan” Lampedusa’daki isyanı hatırlarsınız. 700 kişilik bir kampa çoğunluğu Kuzey Afrikalı 1500 göçmen yerleştirilince, göçmenler kampın kapılarını kırıp halkla beraber isyan etmişti.

Bu yasaların en faşizanı ise ispiyonculuk yasası. Bu yasa, hastaneye başvuran hastaların doktor ve hemşireler tarafından ihbar edilmesini gerektiriyor. Yasa hâlihazırda var olan; hastaneye başvuran kaçak bir göçmenin ihbar edilmeksizin tedavi edilebileceğini öngören yasayı işlevsiz kılıyor. Bu yasayla göçmenler ölüme mahkûm ediliyor. Yasaya Berlusconi’nin rakibi sol cephedeki Demokrat Parti’den meclis grup başkan vekili Livia Turco’nun tepkisi ise şöyle: Bu yasa tedavi imkânı bulamayan pek çok kişinin, hastalık halinde hastaneye başvurmasını ve tedavi olmasını engelleyerek, yoksulluktan kaynaklanan bulaşıcı hastalıklara bizi de açık hale getiriyor.

Sol cephenin tepkisi adeta burjuva vicdanının bir suretidir. Sorun göçmenin hastalanması ya da ölmesi değil, sorun bunun İtalyanları etkileyip etkilemeyeceğidir.

İtalyadaki bu durum daha önce de tekrarlandı. Her kriz döneminde faşizm yükselip alçalıyor. Neofaşist ve neoNazilerin bütün derdi göçmenlerleydi. Genellikle yoksul kenar mahallelerde yükseliyordu bu hareket. İşsizliğin ve yoksulluğun nedeni ülkelerini istila eden yabancılardı. Bu süreç kapitalizmin doğal bir süreci ve sonucudur. Çağla beraber şekil ve boyut değiştiriyor sadece. Şimdiki faşizan yükseliş ırk temelli değil Avrupalı ve Avrupalı olmayan ayırımının bir sonucudur. Batı medeniyetinin ve ekonomisinin korunması buna bağlıdır. Günah keçisi ve tehdidin kaynağı belirlendi, göçmenler.

Oysa esas tehdit, yani, bir yerden kalkıp bir diğer yere gitmek kadar basit bir şeyi bile, suç haline getiren, kurumsal şiddet aygıtı olan devletlerdir.

Yeryüzü bir bütündür bölünemez! 

Mottomuzda ısrarla vurguladık. Sınırlar, sınıflar, yoksulluk ve yoksunluk devletlerin ve kapitalizmin ürünüdür. Yeryüzü bir bütündür bölünemez dedik; sınırı, vatanı, dini, bayrağı yüceltenlere inat ve hayalimizi bir kez daha eyleme dönüştürmek için. Kan dökerek sınırlar çizip, o sınırlar içinde doğanlara kurallar, yasalar dayatmak katil devletlerin işidir, bizim değil. Biz içine doğduğumuzun bütün bir dünya olduğunu biliyoruz. Bir devlet varsa bir sınır olduğunu, sınırın sadece toprak parçasına değil, özgürlüğümüze, düşlerimize, irademize ve davranışlarımıza çizildiğini biliyoruz. Doğayı bir bütün olarak algılayıp, yeryüzündeki bütün sınırları yıkmadan özgür olamayacağımızın farkındayız.

Bu farkındalık, bizim belirli bir ironiye gönderme yapan ifademizle barbarların akın ettiği her sınırda farklı ifade ediyor kendini. Yakın zamanda Yunanistan’da açlık grevi yapan 300 mülteci anarşistlerin gösterdiği dayanışmayla grevlerine polisin giremediği üniversitelerde devam ettiler. Yunan hükümeti, demokrasi için girilmez kıldığı üniversitelerin özerkliğini bile kaldırmayı düşündü. Yunanistan’dan başlayarak tüm Avrupa yeni koşullarını terazinin bir kefesine bu barbarları diğerine demokrasiyi koyarak örgütlüyor. Ve Avrupa’nın yeni koşulları söyledikleri demokrasi ve huzur yalanından çok ama çok farklı. Çünkü Avrupa’nın da kapitalizminde bir sınırı var.

Ve sınır varsa mülteci vardır. Sınır varsa savaş, ölüm, ırkçılık, gasp ve şiddet vardır. Mülteci bunların sonucunda hayatı elinden alınan, mağdur olandır. Aynı zamanda sınırları ihlal ederek devletlerin o en çok korktuğu şeyi yapandır. Kültürünü, dilini ve dinini yanında taşıyarak, devletin “kendi vatandaşları” için yarattığı ekonomik sistemin yanı sıra; tek bayrak, tek dil ya da tek kültürle sterilize edilerek yaratılan kontrol mekanizmasını tehdit edendir. Çünkü mülteci, varoluşu itibariyle, kontrol dışında, başka bir sınırdan aşıp gelmiş olandır ve “oraya ait olan” müreffeh vatandaş için, kötü görüntüdür.

Mülteci, aynı zamanda, burjuva kapitalist dünyasının tarihinin bir parçasıdır. Kapitalizmin bekası ve Avrupa refah devlet anlayışının sürmesi, mülteci yaratan, Ortadoğu, Asya ve Afrika’daki savaşların sürmesine bağlıdır. Sınırlar bu durumun ve bir bakıma kapitalizmin sürdürülebilir kılınmasına hizmet eder. İşte tam da bu yüzden mültecinin orada kalıp savaşması, silah satın alıp ölmesi, Avrupalının da Avrupa’da kalıp tüketmesi gerekir.

No Border! Sınırlara hayır!

No Border kampı ilk defa 1998 yılında Almanya-Polonya sınırında anarşistler ve anti otoriterler tarafından düzenlendi. O zamandan beri eylemliliklerine devam ediyor. Genellikle göçmen ve sığınmacıların sorunlarına yönelik eylemler yapıyorlar. Ancak sınırsız bir dünya gibi hedeflerinden dolayı bütün devletleri ve yasaları karşılarına almış durumdalar. Kamplarda göçmen sorunlarını gündemde tutup, yaşam alanlarını iyileştirmenin yanı sıra zaman zaman kitlesel sınır ihlalleri gibi eylemler de yapıyorlar. Kaçak göçmenleri işgal evlerinde tutmak, alternatif yaşam alanları kurmak faaliyetleri arasında yer alıyor.

Geçen yıl No Border kampı 25-31 Ağustos tarihleri arasında,  Yunanistan’ın Lesvos (Midilli) adasında yapıldı. Kampın Lesvos’ta yapılmasının nedeni, Avrupa ülkelerine ulaşmaya çalışan göçmenler için adanın ilk durak olması. Lesvos’ta iki kamp var: 18 yaş altı gençlerin kaldığı Agiasos ve Pagani.  Pagani mültecilerin ilk kapatıldıkları yer. Burada genelde Afganistan, Filistin ve Afrika ülkelerinden gelen mülteciler, aylarca insanlık dışı koşullarda, gelecekleri belirsiz bir şekilde tutuluyorlar.

Pagani’de kamp boyunca aktivistlerle, mülteciler birçok eylem yaptı. Mülteci sorunlarıyla ilgili söyleşiler, fikir alış verişleri ve toplantılar düzenlendi, yeni eylem programları hazırlandı. Eylemler sırasından zaman zaman polis sert müdahalelerde bulundu. Bir ara kamp işgal edildi ve bazı göçmenlerin kaçmasına yardım edildi. Yapılan kampın ve eylemlerin en somut sonucu, bir sonraki duraklarına gitmek için, yaklaşık 300 kişinin bir aylık izin kâğıdı almasıydı. Son No Border kampı 27 Eylül 2010 tarihinde Brüksel’de yapıldı.

BİR MÜLTECİNİNLANETİ

O Kerkük’ten kaçıp Türkiye’ye sığınmış ve üçüncü bir ülkeye gönderilmek için BM’ye başvurmuş, yıllardır da başvurusunun sonuçlanmasını bekleyen bir mülteci. Bizi karşılaştıran onun mülteci oluşu olsa da konuştukça fark ettik ki o hem bir Iraklı Türkmen, hem bir mülteci, müzisyen ve inatla kendisini arzuladığı gibi var etmeye çalışan, çabalayan biri.

lamHikayeni kısaca da olsa anlatabilir misin?

Ben gözümü açtım savaşla, savaşta doğmuşum zaten. İlkokula gittiğimde savaş başladı. 91 körfez savaşı. Sokakta ölü insanları gördüm. Vurulmuş ölmüş. Dağa kaçtık. Saddam’ın zulmünden. Süleymaniye’ye geldik. Süleymaniye’de bir ilkokulda kalmıştık. Binlerce insan. Sonra kimyasal tehlikesi. Saddam oraya kimyasal atacak diye dağlara çıktık. İran’da bir kampta kaldık. Sene 91, 92. Sonra tekrar Kerkük’e döndük. Orda okuluma devam ettim. Okulda öğretmenler dövüyorlardı öğrencileri. Bende onlardan biriyim. Sinirli adam. Mesela dersimi çalışmıyorum. Kafam almıyordu artık. Baas Partili idi müdür. Küçüktüm. Küçük yaşta bir insandan ne beklersin savaşa karşı. Korku içindeydim. Annemi kaybedeceğim, babamı kaybedeceğim, akrabalarımdan birisi ölecek, ailemden birisi ölecek korkusundaydım. O yaştaki psikoloji yani. Sonra dağlara, hep böyle kaçak, nasıl söyleyeyim; Irak’tan İran’a geldik dağlardan. Kaçakçılara para verdik zamanında. İran’da yakalandık, tekrar Irak’a sınır dışı edildik. Sonra tekrar İran’a gittik.  İran’dan bu sefer Van’a geldik. Bir keresinde Van’dan da sınır dışı olmuştuk.  Bu 96 senesinde idi. Bak onu hatırlamamıştım. Şimdi hatırladım. Sıraya dizilince düşünceler insanın aklına geliyor. Van’dan sınır dışı edilmiştik o senelerde. Sonra tekrar İran’a geldik. İran’dan dayımın oğlu ile Van’a geldik 98 senesinde annemler İran’da kaldılar. O zamandan beri hep böyle, doğduğum günden beri kaçak. Daha doğru dürüst bir sigortam yok, kimliğim yok, bir güvencem yok.

Van’da nasıl bir hayatını oldu?

Van’da ağabeylerim vardı. Onlar da BM’ye başvurmuştu, mültecilerdi. Dayımın oğlu vardı. Orada Van’da ağabeyim çalışıyordu. Ben de bir mağazaya girdim.  Mağazada çalışmıştım.

Kaçak mı çalışıyordun yoksa yasal olarak çalışma izniniz var mıydı?

Hayır, o zaman Van Emniyet Müdürlüğü’ne gidip imza atıyorduk. Kaçak değildi o zamanlar. Bu anlattığım olay 98 de oluyor. Orada bir mağazada çalışmıştım. Ondan sonra otelde kalıyorduk. Kendi paramızı kendimiz veriyorduk. Sonra kabul gelmeyince İstanbul’a geldik. İstanbul’da çalışmaya başladım. Sonra da annemler geldi. Annemle babam iki seneye yakın Van’da kaldılar. BM’ye başvurdular. Bir sene bir buçuk sene. Annem hasta idi; yani acil gitmesi gerekirken, beklettiler. Orada vefat etti annem. Şu anda mezarı da kayboldu çünkü yapmadılar, yapılamadı işte toprak olarak kaldı sadece.  Yani bunların kim verecek hesabını. BM mi, Türkiye Devleti mi?

Ailen şu anda nerede yaşıyor, neler yapıyorlar?

Babam şu anda Irak’ta, geri döndü ikinci evliliğini yaptı o. Yaşıyor şu anda orada. O da hasta. Hastalandı, şeker hastalığı. Felç oldu. Altı kardeşiz. Bir tane ağabeyim Almanya’da. Bir tane ağabeyim İsveç’te. Bir tane ablam İstanbul’da. Onların kabulü geldi. Amerika’ya gidecekler. O da çocukları sayesinde. Ablam ikiz doğurdu. Bir tanesi spastik; o çocuk hasta olduğu için kabulleri geldi. Bir tane ablam da Irak’ta şu anda. Ağabeylerim kendi istekleri ile gitmişlerdi yurtdışına ablam gidemedi.  İki tane ağabeyim kaçak yollardan gitmişlerdi. Yunanistan üzerinden. BM falan göndermemişti onları.

Onların yanına gitme gibi bir şansın var mı?

Ya işte onu söyledim ben. Benim bu Türkiye’de yapabileceğim hiçbir şey yok yani kalmadı. Gitmek istiyorum yurtdışına zaten. Gidip orada müziğimi yapmak istiyorum. Müzikle uğraşıyorum. Türkiye’de yapamıyorum. Yapsan da ne kadar yapabilirsin, imkân yok.

Daha sonra İstanbul’a geldin galiba. İstanbul’da neler yaptın, nasıl yaşıyorsun? Bir de BM’e yaptığın başvuru var sanırım.

Mağaza da çalıştım. Arapça tercümanlık yaptım. Sonra işten ayrıldım. Sokak müzisyenliği yapıyordum, Beyoğlu’nda. Polislerden baya bir şiddet gördüm; kaldır diyorlar, kılıfıma tekme attılar. Araba ile kılıfımın üstünden geçiyorlar. Dönüşte tekrar ‘ben demin buradan araba ile geçerken, kılıfına bastım şimdi niye kaldırmıyorsun?’ diyor. Coplarla saldırdılar bana, dövdüler. Ayrıca duruyorum böyle, aldılar beni karakola götürdüler, karakolda beklettiler. ‘Senin niye kimliğin yok, niye böyledir…’ bir sürü böyle olaylar oluyor polislerle. Önceden oturma iznim vardı.

Van’dan giriş yaptığında mı aldın oturma iznini?

Hayır İstanbul’da. 3 aylık aldım ilk önce. 2004’te vermişler, 12. ayda. Ondan sonra 6 aylık verdiler. 2005’in 12. ayından 2006’nın 5. Ayına kadar.

Irak Türkmen Derneği’nden 100 milyon para istiyorlardı oturma izni için. Irak Türkmen Derneği bizi emniyete gönderiyordu. Oradan da ayrı bir para alıyorlar, 70 milyon kusur. Param olmadığı için gitmedim ben derneğe, almadım da oturma iznini. Zaten pasaportum da yoktu. Pasaport istiyorlardı ilk başta; oturma iznini pasaportsuz vermiyorlar. Ben orda anlatıyorum ki, diyorum ki; ‘kaçak gelmişim Irak’tan bu senede.’ Adamlar yok illa pasaport olacak diyorlar. Her neyse gittim pasaport çıkarttım. İkametimden baya bir süre geçmişti. 2006’nın 9. ayında çıkarttım pasaportu. ‘Ben pasaportumu da çıkardım,  geldim işte’ dedim. Bir de ismi değiştirmem gerekiyor. Pasaportu Irak kimliğine göre yaptım. Önceden ismimi … [ailesinin verdiği ad, E.N] olarak kullanıyordum çünkü ismin uzun diye değiştirebilirsin, zorlanmazsın demişlerde Irak Türkmen Derneğinden. Her neyse. Uzun diye ben değiştirip M.K [ Kendi seçtiği ad, E.N] yapmıştım. Emniyete gittiğimde bana ‘Ankara’ya gideceksin’ dediler üstünden baya bir zaman geçmiş çünkü; ‘Ankara’ya gidip Dikmen’de Emniyet Müdürlüğünün Yabancılar Şube Daire Başkanlığı’na dilekçe yazacaksın, oradan emniyete mektup gelecek, emniyetten işini halledeceğiz biz’. Tabi ben Ankara’ya geldim. İlk önce Birleşmiş Milletlere başvurdum, Dikmen’e gitmedim. Aklıma öyle bir şey geldi. Herkes mesela Iraklılar o sıralar BM’ye gidiyordu. Türkmen arkadaşlar bana gidebilirsin, başvurabilirsin demişlerdi.  Ben buraya geldim Birleşmiş Milletlere başvurdum. İçeri girdim bana bakıyorlar, bakıyorlar kimlikte isim farklı, pasaportta farklı. ‘Niye’ diyorlar ‘böyle farklı. Sen kimsin? Irak’lı değil misin yoksa?’. Sorguya aldılar beni, Birleşmiş Milletlerden iki kişi. Her neyse ben anlattım olayı. Dosya açtılar bana. Bir kâğıt yazdılar, Van’a göndereceklerdi. ‘Zamanında kaçak gelmişsin Türkiye’ye, geldiğin şehir hangisi ise oraya gitmen gerekiyor, orada kampta kalacaksın’ dediler ama ben  ‘zamanında geldim ben Birleşmiş Milletlere başvurdum. Kabulüm gelmedi. İstanbul’a geldim. İstanbul’da oturma izni aldım. Şimdi de süresi geçmiş, süre almam lazım’ dedim, o zaman avukat bana ‘alabiliyorsan süreyi İstanbul’da kalabilirsin’ dedi. Hem benim ablamlar da İstanbul’da. Kanunda, birinci dereceden yakın akraban, mesela ablan ağabeyin olabilir, birileri varsa kaldığın şehirde onlarla beraber kalabilirsin yazıyor. Sonuçta Ankara’dan bana bir kâğıt verdiler. Dikmen’e gittim, emniyete, dilekçemi yazdım. Durumu anlattım, isim soyadı değişecek, doğum tarihi değişecek, oturma izni almam gerekiyor dedim. ‘Bekle’ dediler. ‘İstanbul’a mektup göndereceğiz. Bekliyorum. Üç ay dediler. İşte bak şu kâğıt. 5 Haziranda Ankara’da Birleşmiş Milletlere başvurmuşum. 5 Hazirandan itibaren hala bekliyorum. Aradım birkaç kere, bu numarayı ara dediler. Yok, 3 ay dediler, üç ayı bekledim. 3 aydan sonra yılbaşına kadar dediler, hala bekliyorum. Şu anda ne oturma iznim var, ne Birleşmiş Milletlerden bir cevap geliyor. BM çalış diyor. Çalışma iznim yok, oturma iznim yok. Barakada kalıyorum. Vakfa ait bir yerde kalıyorum. Harabe idi ben kendim yaptım, düzelttim falan. Su yok, elektrik yok içinde.

Bu senin ilk başvurun mu BM’ye?

Bu benim ikinci başvurum BM’ye.

Peki bu başvuru süreci nasıl işliyor?

Şimdi BM dilekçede her şeyi doğru söyleyeceksin, yani tarihleri falan yanlış söylemeyeceksin diyor. Ben ilk geldiğimizde, Van’da BM’ye her şeyi doğru söylemiştim. O dilekçem neden kabul olmadı? Ben her şeyi doğru söylerken, savaştan kaçtığımı söylerken niye kabul olmadı! Yalan söyleyenleri gönderiyorlar, mesela hiçbir siyasetle ilgisi yok, maddi sıkıntıdan Irak’tan kaçmış, gelip burada ben savaştan kaçtım diyor, onları gönderiyorlar. Ben kaldım. Şimdi bir de şu var, aradan bayağı bir zaman geçmiş, ben de küçüktüm hatırlamıyorum tam seneleri. Dilekçeme yazdım ama hep eksik yazdım tarihleri. İkinci dilekçede tarihleri eksik söyledim hatırlamadığım için. Şimdi mülakata çağırsalar belki hatırlamayacağım. Tamam, 98’de giriş yapığımı hatırlıyorum. Mesela okulu hangi tarihte, hangi sebeple bıraktın diye sormuşlar. Yazdım ben de onları. Mesela okul hangi ayda açılıyor, altıncı ayda. 12. ayda mı bitiyordu. Öyle bir şeydi. Yani onları yazmıştım. Ama önemli olan bir şekilde süsleyip sunanların dilekçesinin kabul edilmesi. Şans mı diyeyim artık, şans oluyor herhalde.

Daha ikinci mülakata çağırmadılar, 8 ay geçti üstünden. Bir kez girdim, formu doldurdum. Arayacağız dediler 8 ay geçti üstünden hala aramadılar. Yani ben onları aramasam hani o zenci çocuk vardı ya neydi ismi? Festus Okey. Festus Okey gibi ölebilirdim de. Ki öyle şeyler de atlattım Taksim’de. Polisler durduk yere dayak atıyorlar, baskın yapıyorlar. Ara sokaktan geçiyorum arkadaşlarımla beraber, çeviriyorlar, pataklıyorlar. Tipten dolayı sırf. Beni de diğer şeylere benzetiyorlar, bana torbacı diyorlar, uyuşturucu kullanıyorsun diyorlar. Polisin bana söylediği şey; ‘torbacı’, ki söylemiştim de yani ben zamanında uyuşturucu da kullandım dilekçemde de yazmıştım, kullandım bıraktım.

BM’den kabul geldiği zaman seni belli bir ülkeye mi gönderiyorlar yoksa kendin gideceğin ülkeyi seçebiliyor musun?

3 tane ülke var: Amerika, Kanada, Avustralya.  Bu üç ülkeden birisine gönderecekler, ama Kanada’ya gitmek istiyorum. Çünkü dayımlar var orada. Onlar BM sayesinde gittiler. Dayımlar, dayımın oğlu var, akrabalar var. Oraya gidersem daha iyi olur. Amerika’ya gitsem zorluk çekeceğimi biliyorum.

Başvurun kabul edilir ve üçüncü bir ülkeye yerleştirilirsen ne yapmayı düşünüyorsun?

Beklentim dil öğrenmek, orada zaten okula gönderecekler. İngilizceyi öğrenip… pek bir şey yapmak istemiyorum. Müzik yapmak istiyorum. Müziğimle artık bunları sakin kafayla yazmayı, eğer maddi durumumda olursa bir karavan alıp, doğada müzik yapmayı planlıyorum kafamda. Hayatımı ne bileyim savaşları anlatarak, barışı çağrıştıracak şarkılar söyleyerek geçirmek istiyorum. Kafamda bu var yani planım.

Başvuru sürecinde ya da maddi olarak destek sağlayan kuruluşlar var mı?

Helsinki Yurttaşlar Derneği’ne gitmiştim. Beni yardım alabileceğim bir yere gönderdiler. O yerde kapıda bir amca ‘yardım vermiyorlar, açık çıkmış. Orda çalışanlar, Irak’tan ya da artık nereden geliyorsa, gelen yardımları cebe indirmiş’ dedi. Karitas’tı yerin adı. İtalyanlar el koyacakmış olaya. Sonra ben bunu Helsinki Yurttaşlar Derneği’ne söyledim. Güldüler.

Türkiye’de mülteci dahi olsalar Türkmenlerin farklı bir statüsü var gibi. Senin hiç ilişkin olmadı mı diğer Türkmenlerle?

Var evet, Ankara’da bayağı var. Yer de veriyorlar, okulda, üniversitede, kanalları da var Türkmeneli TV. Ben hiç girmek istemedim. Bir kere bana dernekte gel albüm çıkaralım sana müzik yapalım demişlerdi. Şarkılarda hep faşist şarkılar olacaktı. Tamam, gelirim dedim. Gidiş o gidiş. Bir daha da işim olmadı. İlk geldiğimden beri onlara karşı tepkim bu şekildeydi. Çünkü sahtecilik, yalan gördüm onlarda. Ama tabi belki ben o zaman sezilerimle düşünüyordum. Belki bende bir sorun vardı onlara karşı. Ama bir albüm yaparsam Kerkük’ün Zindanını okurum, bir şarkı söylerim Kerkük için.

İstanbul’da diğer mültecilerle ilişkilerin var mı?

Var şu anda İstanbul’da ama onlar çalışıyorlar, belli sisteme geçmiş çalışıyorlar. Uyum sağlıyorlar. Ben sağlayamıyorum uyum. Bir de tipimden dolayı çalışamıyorum. Ben müzisyen olduğum için kendime öz bir tipim var. Buna da işverenler çok karışıyor.  Sakalıma saçıma… Polis de karışıyor, işverenler de istemiyorlar böyle bir şey. Şu anda mesela hayatım burada daha da tehlikede. Irak’tan kaçmışım, oradan savaştan kaçmışım. Bir sürü tehlikeler atlatıyorum burada da. Kafamıza silah da dayandı mesela gitar çalarken Beyoğlu’nda, Oda kule’de. Adamın biri geldi kafama silahı dayadı, hiçbir şey yok ortada. ‘Kalkın lan!’ falan diyor, silahı dayıyor kafama.

Mülteci olarak müzikle uğraşmak yerine başka işlerde çalışsaydın hayatının daha farklı olacağını, sana daha farklı davranılacağını düşünüyor musun?

Yok, zannetmiyorum, ya benim bir kere zaten kalbimde bir yara var. O hiçbir zaman iyileşmeyecek. Sadece ne bileyim kendimi avutacağım herhalde.

Ben daha çok insanların, polisin, devletin ya da BM’nin yaklaşımının değişeceğini düşünüyor musun diye sormak istemiştim?

Çalışma açısından biraz rahat olabileceğine inanıyorum. Tabi gözetim altında kalacağım, zaten herhangi bir örgüte katılamazsın orada. Kapitalist sistemin içinde kalacaksın, mahkûm kalacaksın. Ama dediğim gibi pasaportu alınca o sistemin içinde değil de gidip müzik yaparım falan diye düşünüyorum. Yani belli bir şey istemiyorum, gidip orda çalışmak gibi… Yapabileceğim tek bir şey var o da müzik. Müzikle anlatabilirim. Mesela Iraklı bir heavy metal grubu var, onlar da yeni geldiler, başvurdular BM’e. Bekliyorlar. Tabi ben onlardan önce başvurmuştum. Belki onlarınki kabul olur, gönderirler. Ama benim bir grubum yok olmadığı için de saygı duymayacaklar müziğe. Tabi arkadaşlarım aynı zamanda bunlar benim.

Muhatap olmadığın bir savaştan kaçmışsın. Karşına sürekli sınırlar çıkmış. Şu anda sınır senin için ne ifade ediyor?

Benim için artık sınır öyle bir şey oldu ki sınır tanımamaya başladım. Sınır olmasın diye düşünüyorum. Geldim böyle hep. Ne bileyim hep başka ülkelerde yaşadım. İran’da olsun Türkiye’de olsun. Mesela Bulgaristan’a kaçtım. Bulgaristan’da yakalandım. Sonra işte attılar bizi Türkiye’ye. Başka ülkelerde tanımadığım yabancı ülkelerde…

Mültecinin Laneti

18 Ağustos 2007 – Urla’da Afganistan ve Pakistan uyruklu kaçak göçmenleri taşıyan bir tekne aşırı ağırlık nedeniyle battı. Teknede kaç kişinin olduğuna dair bilgiler muhtelif. 45 kişi sağ kvurtarıldı, 6 kişinin cesedine ulaşıldı. Kimi kaynaklar 5 kişinin de kaçtığını söylüyor. Kurtarılanların akıbetlerine dair bilgi yok…

20 Ağustos 2007 – Mültecilik Beyoğlu Karakolunda bir silah patladı. Nijerya’dan gelip sığınma talebinde bulunmuş Festus Okey gözaltına alındı ve o gün karakolda patlayan silahın hedefi oydu. Okey o gün, o karakolda Nijeryalı bir mülteci olarak öldü. Mahkeme olayda kasıt olmadığı sonucuna vardı. Festus Okey 20 yaşında, bir karakolda yanlışlıkla patlayan bir silahdan çıkan kurşunla kasıt güdülmeden öldürüldü.

23 Ekim 2007 – Bir ihbar üzerine Ümraniye Çamlıca gişelerinde bir tıra düzenlenen operasyonda 105 Pakistan uyruklu kişi yakalandı. Türkiye’ye kaçak giriş yapmışlardı ve hemen geri iade için Yabancılar Şubesi’ne başvuruldu ama Pakistan’da patlak veren kriz yüzünden iade edilemediler. Gözetim altında tutulmaları gerekiyordu ve karakolların nezarethanelerine yerleştirildiler. Karakollar, nezarethaneler mülteciler tarafından doldurulduğu için gözaltı gerçekleştiremediklerinden yakınıyordu. Mültecilerin şu andaki akıbetlerine dair bir bilgi yok…

10 Aralık 2007 – Seferihisar’a bağlı Sığacık beldesi açıklarında kaçak göçmen taşıyan bir tekne aşırı yük nedeniyle battı. Tekne Sakız adasına gitmekteydi. Olay Filistin uyruklu iki kişinin kıyıya yüzerek ulaşması ve olayı haber vermesi üzerine öğrenildi. Toplam 6 kişi kurtarıldı, 43 kişinin cesedine ulaşıldı. Teknede 85 kişinin bulunduğu tahmin ediliyor. Kurtarılanların geri iadesi için başvurular başladı. Akıbetleri belirsiz…

Mülteciler zaman zaman gözümüze değen, kulağımıza çarpan, kamyonlar ya da tekneler içindeki görüntüleriyle bir kare içinde önümüzde belirip kayboluveren insanlar. Onlar bu sorunla başa çıkamayan, çıkacak yollar arayan, devletlerin tanımladığı şekliyle “dini inançları, siyasi görüşleri, ait olduğu sosyal grup, ırkı veya milliyeti gibi beş sebepten biri yüzünden ülkesinde zulüm göreceğine dair haklı bir korku taşıması ve bu korku nedeniyle ülkesini terk edip”(Cenevre Sözleşmesi) başka bir ülke arayan insanlar.

Kitlesel bir fenomen olarak mülteciler I. Dünya Savaşı sonrasında Rusya, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılması ile ortaya çıktı. Ayrıca ulus-devlet modelinde yeni kurulan devletlerde de Yugoslavya ve Çekoslovakya gibi, %30 oranında azınlıklar vardı. Savaş sonrası kurulan Milletler Cemiyeti’nde konu devletler arasında ikili düzeyde çözülecek bir olgu olarak ele alındı. Birkaç yıl sonra Almanya’daki ırkçı yasalar ve İspanya İç Savaşı da yeni bir mülteci dalgası yarattı. II. Dünya Savaşı ve yayılan faşizm dalgası da milyonlarca insanın yer değiştirmesine sebep oldu. 1944- 1951 yılları arasında 20 milyona yakın insan başka topraklara göçtü. Bu atmosferde, savaş sonrasında, 10 Aralık 1948 tarihinde İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi (İHEB) yayınlandı, buna dayanarak Birleşmiş Milletler sözleşmeleri ve Bölgesel İnsan Hakları Sözleşmeleri oluşturuldu. İHEB’nin 14. maddesinde temel bir insan hakkı olarak sayılan “iltica hakkına” ilişkin Mültecilerin Hukuki statüsüne dair BM Sözleşmesi 1951 yılında Cenevre’de kabul edildi. Bu sözleşme halen günümüzde de iltica/mülteci hukukunun temel belgesi olarak kabul edilmekte. Aynı şekilde bu dönemlerde Avrupa dışında da kitlesel nüfus hareketleri görülüyordu. Ruanda ve Tanzanya´daki Mozambikli mülteciler, Hindistan´daki sayıları 10 milyonu bulan Bengalli mülteciler, Vietnam ve Kamboçyalı mülteciler, İran devrimi sonrası ülke dışına kaçan rejim muhalifi mülteciler, 1979 yılında yaşanan işgal girişiminden sonra Afganistan´dan kaçan 6 milyon mülteci (ki hala bir kısmı bir türlü bitmek bilmeyen iç savaşlardan ötürü ülke dışında kalmaya devam etmektedir), Körfez Savaşından sonra Irak´tan kaçarak İran´a sığınan 1,3 milyon, Türkiye´ye sığınan 460.000 Kürt mülteci, Bosna-Hersek ve Kosova´nın bir çok ülkeye sığınmış nüfusu ve Sudan’ın Darfur Bölgesinde yaşanan krizden ötürü bir milyonu, öncesinde ise güneyde dört milyonu aşkın yerinden edilmiş insan.

O tarihlerden bugüne milyonlarca insan sınırlar arasında, hep sınırlarda kalarak onları tanımlamış, onlara bir kimlik vermiş vatanlarından kaçarak vatansızlaştılar ve başka vatanlara ayak basmaya çalıştılar, bastılar, birçokları öldü ve ölmeye devam ediyor. Vatandaşı oldukları devletlerin verdiği pasaportları ve kimlikleri yok çoğunun yanında. Onlar, artık kendilerini tanımlayan bir kimlikten yoksunlar ve isimlerimizin, ailemizin, soyumuzun sopumuzun kayıtlarının tutulduğu, soyumuz sopumuzla bağlı olduğumuz bir ulusun devleti tarafından bize kendisine bağlılığımızı ispatlamak için verilen kimlik kartlarımızla, pasaportlarımızla varolabildiğimiz, varlığımızı kanıtlayabildiğimiz bir dünyada artık yoklar. Onlar artık vatandaş değil ve insan olmak iktidarların muhasebesinde “vatandaş” olmakla ölçüldüğünden, insan da değiller! Çünkü insan hakları dediğimiz aslında ne idüğü belirsiz, muğlâk, içi boş kavram bu ulus-devletler çağında vatandaşlıkla tanımlanıyor ancak. Vatansızlaştıkları nokta da artık kullanabilecekleri, talep edebilecekleri bir insan hakkı yok. Evet, yoklar ama fiziksel varlıkları inkâr edilemeyecek bir gerçeklik, devletler için. Çizilmiş sınırların içine, onlardan izin almadan girmiş, sınırları ihlal etmiş olan milyonlarca insan.. Bir şeyler yapmak gerekiyordu. Bu insanlar farklı renkleri, dilleri, kültürleri, tarihleri ile birer tehdit çünkü. Sınırdalar, ulus devletin üzerine kurulduğu mitleri yıkıyorlar, Agamben’in deyişiyle insan ve vatandaş, doğum ve milliyet arasındaki kimliği yıkarak egemenliğin özgün kurgusunu krize sokuyorlar. Ulus-devlet denilen mefhum ezelden beri vardı ve ebediyen olacaktı. Sınırlar haritalar üzerinde çizilirken aslında bizim kafalarımızda çiziliyordu. Bize güvenlik sağlayan, kimlik kazandıran, varlığımızı anlamlı kılan sınırlardı onlar. Dışarıdakiler, korkunç yaratıklar kimliğimizi ve bizi tehdit eden, sanki her an bozulacak bir büyü içinde yaşıyoruz aslında ezeli ve ebedi olduğuna inandığımız bu sınırlar içinde.

Evet, bir şeyler yapmak gerekiyordu. Devletler kendi bünyeleri içinde ya da diğer devletlerle ittifak halinde birçok kuruluş oluşturdu bu gittikçe büyüyen sorunu halletmek için. Bunlar zavallı, biçare mültecilere yardım etmek için çırpınıp duruyorlar ama pek tabii ki politik bir duruşları yok devletlerin kendi elleriyle yaratılmış kuruluşlar olarak varlar. Bu halleriyle, mülteciler açısından hükümsüz kurumlar. Sadece belirli kişiler ya da olaylar bağlamında verili durum içindeki sorunları çözmek, yardım toplamak ya da dağıtmak, mülteci kampları kurmak ya da kurulu kamplardaki durumları iyileştirmek üzerinden çalışıyorlar. Mültecinin kim olduğu, neden mülteci olduğu, o sınırlar içinde yaşayan başka herhangi bir insandan ne farkı olduğu, eğer farkı yoksa neden böyle bir durumda yaşamak zorunda bırakıldığı ve devlet ile mülteciler arasındaki ilişkinin ne olduğu gibi sorulara verilecek bir cevapları yok. Devletler ve kuruluşları sorunlarla başa çıkmakta başarısız oldukça polis ve yardımsever kuruluşlar daha fazla devreye giriyor. Mülteciler kendilerini kabul etmeyen bu yeni topraklarda ya acınıp şefkat gösterilecek zavallılar ya da sürekli sorun yaratan, suç işleyen ıslah edilmesi gereken korkunç, tekinsiz eli kanlı suçlular. Bu durumu aslında değişen terimlerde de izlemek mümkün. Resmi belgelerde, başvurularda “sığınma isteyen” terimi “mülteci” ile yer değiştiriyor. Sığınma isteyen pasif, rica eden bir konumdayken mülteci tehdit veya yoksunluktan dolayı bir yerden kaçışı temsil ediyor. Sığınma isterken eylem tam anlamıyla gerçekleştirilmiş sayılmaz, bir ricada bulunulmuş ve cevabı beklenmektedir ama mülteci eylemi gerçekleştirmiştir, kaçmıştır. Her ne sebeple olursa olsun insanların kendi kafalarına göre hem de kalabalık bir halde bir yerden bir yere hareket etmeleri kabul edilebilir bir durum değildir. Bir kere coğrafi iş bölümü denilen bir şey var değil mi? Sermaye küreselleşiyor ama emeğin olduğu yerde kalması kontrollü bir şekilde hareket etmesi gerekiyor. II. Dünya Savaşından sonra yerle bir olmuş Almanya’ya işçi olarak gidilebilirdi büyük kalabalıklar halinde ya da Avustralya’ya Kanada’ya vasıflı işçi olarak ama onlar istemeden bir yerden bir yere hareket etmek pek de hoş değil! Coğrafi iş bölümünün altını oymaktır bu ve küreselleşen sermayeye bir tehdit oluşturur.

Bu tehdide karşı devletler mültecilerin nerede yaşayacaklarını seçme hakkını, paralarını nasıl harcayacaklarına karar verme hakkını bile ellerinden alıyor. Örgütlenmiş, politik olarak etkin gruplar halinde bir araya gelmelerini engellemek için ya da bu şekildeki grupları dağıtmak için mülteciler ülke genelindeki küçük, daha saldırgan şehirlerdeki kamplara dağıtılır, çalışma izinine ise zaten sahip olamazlar. Çoğunu BM’nin desteklediği bu kamplarda ancak yardımlarla hayatta kalabilirler ya da kaçak işler yaparlar ama kaçak çalıştıkları bilindiği için çoğu zaman paralarını da alamazlar. Genellikle muhafazakâr olan, kendi içine kapalı ve dışarıdan gelenlere karşı düşmanca tavırlar sergileyen bu şehirlerde zaten sürekli bir tehdit altındadırlar, bir korku içinde yaşarlar. Okula yeni başlayan ya da devam eden çocuklara kimliklerini gizlemeleri tembihlenir çoğu zaman, özellikle de dinsel kimliklerini. Bir kısmı daha rahat kabul görmek için dinlerini değiştirir. İngiltere’de örneğin mültecilerin nakit para kullanması dahi yasaktır sadece kendilerine verilen biletlerle alışveriş yapabilirler hatta para üstü olarak bile nakit para alamazlar. Böylece sadece biyolojik varlıklarını devam ettirebilecek maddelere ulaşmaları sağlanır. Varlıkları biyolojik bir varlığa indirgenir, toplumsal, tarihsel bir özne olarak kabul edilmezler ki birçoğu biyolojik olarak hayatlarını devam ettirebilecek olanaklardan dahi yoksundur. Sığınma talebinde bulunduklarında sonuçlanması yıllarca sürer ve onlar bu yılları ne olacağını bekleyerek bu kamplarda geçirir. Taleplerinin kabul edilmesi için gerekli koşullar oldukça ağırdır ve gittikçe de ağırlaşmaktadır. Neden kaçtıklarını kanıtlamaları gerekir, daha doğrusu karşılarındakileri inandırmaları. Çünkü haklarını hukuklarını tayin etmek için kendileriyle ilgili yapılmış olan yasalarda, sözleşmelerde göçün nedenleriyle ilgili ayrımlar yapılmıştır. Hayati tehlike söz konusuysa belki kabul edilebilirler ama yoksulluktan kaçıp geldilerse adları “ekonomik göçmen” olur ve kabul edilmezler eğer göç etmeye çalıştıkları devletin böyle bir talebi yoksa. Bu yüzden de doğru söyleyip söylemediklerinin anlaşılması için kendileriyle ardı ardına mülakatlar yapılır. Bu ağır koşullar altında yaptıkları her şey de suç kabul edilir, kamplardan izinsiz ayrılmaları, para kazanabilmek için çalışmaları tahmin edilebileceği gibi ağır şekilde cezalandırılır ya da öldürülürler tıpkı Festus Okey gibi ya da isimlerini bilmediğimiz binlerce insan gibi. Hatta örneğin İngiltere’de özel güvenlik şirketleri tarafından işletilen göçmen tutuklama merkezlerinde, kamplardakinden bile zor şartlarda tutulurlar. Bunca yaşanan şeyden sonra pek çoğunun sığınma talebi yeterince inandırıcı bulunmaz, reddedilir, sınır dışı edilirler, ülkelerine geri gönderilirler.

Milyonlarca insanın yer değiştirdiği, değiştirmek zorunda kaldığı bu coğrafyada Türkiye geçiş yolu işlevi görmekte. Cenevre Sözleşmesi’ni imzalamış ama coğrafi çekince koymuş olan Türkiye, doğudan gelenlere mülteci statüsü vermezken sadece batıdan gelenlere verir ki yasal bir prosedür olmasına rağmen fiiliyatta onlara da vermez. Bu yüzden de insanlar genellikle Türkiye’ye giriş yapıp, sığınma talebinde bulunuyor ve 3. bir ülkeye gönderilmeyi burada bekliyor. Türkiye’ye 2002–2006 yılları arasında toplam 15.556 kişi iltica-sığınma başvurusunda bulunmuş, bunlardan 7.212 kişinin talebi kabul edilmiş ve 3. ülkelere yerleştirilmiştir. 762 kişinin başvurusu reddedilirken 6.061 kişi halen başvurularının sonuçlanmasını beklemektedir. Ayrıca Türkiye’de yakalanan yasa dışı yabancı kişi sayısı son 5 yılda toplam 309.683’tür. Aynı zamanda, 1980–1999 yılları arasında 579. 510 kişi Türkiye´den kaçarak başka ülkeler nezdinde sığınma aramış, bu hali ile dünyada hatırı sayılır mülteci nüfuslarından birisi olmuştur. Genel olarak baktığımızda ise Uluslararası Göç Örgütü’ne göre dünya nüfusunun %3’ü göç halinde ve bu da yaklaşık olarak 191 milyon insan ediyor. Bu göçmenler içinde ise sadece 30–40 milyon kişi kaçak göçmen ve 8,4 milyonu da mülteci statüsü taşıyor.

Bu, arka arkaya sıralanan rakamlar, istatistikler yaşananların gerçek yüzünü saklıyor aslında; çünkü her mülteciyi sadece bir rakama indirgiyor ve yaşananlara dair sadece uzaktan bakmamızı, belki bir iki kere tüh tüh vah vah dememizi sonra da unutmamızı sağlıyor. Ama altında yatan hikâyeleri hiç bir zaman öğrenemiyoruz. Ya mülteci kamplarına kapatılıyorlar ya da etnik azınlık oluyorlar. Bir etnik azınlık diğerinden nefret eder hale getiriliyor. Nefret edilen, korkulan insanlar olarak, korkuyu tanıyan bilen insanlar olarak kendi aralarında da bir diğerine karşı korku yaratılıyor. Biraraya gelmemeleri, daha büyük bir tehdit olmamaları, yaşadığımız toplumu, değer diye bildiklerimizi sorgulamamıza neden olmamaları için. Çünkü yaşadığımız dünya da değişiyor. Bugün kamplarda kalanlar, hayatlarını sadece biyolojik olarak dahi devam ettirmek için çırpınanlar mülteciler ama yarın böyle olmayacak. Ezeli ve ebedi bildiğimiz ulusumuzun devleti biçim değiştirmeye devam ettikçe ulus, vatan dolayısıyla da vatandaşlık üzerinden tanımladığı bütün değerler de aşınacak. Bugün mülteciler üzerinde uygulanan kontrol yöntemleri yavaş yavaş bütün topluma yayılacak. Toplumsal, tarihsel, kendini kurmaya, arzusunu gerçekleştirmeye çalışan bir özne olmaktan çok hayatını sürdürmeye, hayatta kalmaya çalışan birer emek-gücü olacağız. Bu yüzden de mücadele ederken de çıkış noktamız zavallı, biçare mültecilere vatandaşlık verilmesi, vatandaşlığın nimetlerinden yararlanmalarının sağlanması değil her yerde mülteci öznelliğinin yaratılması olmalı; çünkü mülteciler beden üzerinden kontrol mekanizmalarının yaratılmasına, biyolojik hayat ve politik hayat arasında bir çelişki yaratılarak bunun üzerinden iktidar politikaları geliştirilmesine karşı duruyor. Sınırdışı edilmeler sırasında gerçekleştirilen müdahalelerden sınır kamplarına, mülteciler için işgal evleri kurmaya, mali destekte bulunmaya, sağlık hizmeti almalarını sağlamaya kadar dünyanın farklı yerlerinde bugüne kadar birçok yöntem geliştirildi ve gelişitirilmeye devam ediyor ve geliştirilecek. Önemli olan bu sisteme, devletlere rağmen yeni bir hayatı bugünden burada hep beraber örgütleyebilmek

Permalink to this post: http://www.ahaligazetesi.org/2011/05/dosya-yeryuzunun-lanetlileri/?postTabs=2

May 23, 2011 Posted by | anti-otoriter / anarşizan, sistem karsitligi, somuru / tahakkum, sınırlara hayır | Leave a comment

The Need For Transıtion To The Simpler Way

 THE NEED FOR TRANSITION TO THE SIMPLER WAY

(Two page summary;  5.10.2010.)

The basic cause of the many alarming global problems we face is the pursuit of affluent “living standards” and economic growth…the determination to produce and consume more and more, without limit, even in the richest countries.  There is no possibility that the per capita levels of resource consumption in rich countries can be kept up for long.  Only a few of the world’s people have these “living standards” and the rest can never rise anything like them.

    • Resources such as food, land, forests, fisheries soils, minerals and energy (especially petroleum) are being depleted because the people in rich countries are consuming grossly unsustainable amounts, and the rest are trying to live as the few in rich countries live…and all are determined to consume more and increase GDP all the time and without limit.
    • The environment is being destroyed because far too much is being taken from nature and too many wastes are being dumped back into nature.  The environment problem cannot be solved unless rich world per capita levels of production and consumption are greatly reduced, possibly by a factor of 10.  For instance the Australian “footprint”, the amount of productive land per capita used, is 8 ha, but by 2050 the amount available in the world per capita will only be about .8 ha.
    • The Third World problem of perhaps 4 billion people living in deprivation and poverty (and 3 billion on an income of less than $2 per day) is basically due to the fact that the global economy gears most of the Third World’s resources and productive capacity to enriching our rich world corporations and stacking our supermarkets.  We could not have our high “living standards” if we were not taking far more than our fair share of the world’s resources.
    • Most problems of armed conflict and of oppression are due to the determination of some to take the resources of others.  If we all go on fiercely intent on living in, or aspiring to, ways it is impossible for all to rise to, then there must inevitably be more and more armed conflict.  We in rich countries could not have our high “living standards” if we were not getting far more than our fair share.  We do this partly through the way the grossly unjust global economy works.  It allows the rich to outbid the poor for scarce things, and will only permit development of what is most profitable to corporations, i.e., of ventures that serve our supermarkets.  But in addition the rich countries support oppressive regimes and engage in military actions in order to keep Third World countries to the policies that suit us.
    • Social cohesion and the quality of life in even the richest societies are being damaged, because the supreme goals are raising business turnover, incomes and the GDP, not meeting needs, building community and improving the quality of life.

These problems are inevitable consequences of a society that is driven by acquisitiveness, competition, the profit motive, market forces and growth.  It is not just that this society is grossly unsustainable and unjust – the point is that such a society cannot be made sustainable or just.  It is not possible to reform such a society so that it does not generate the above problems, while it continues to be about the fierce drive to get as rich as possible and to allow development to be determined by what will be most profitable to corporations and banks.

Most people however believe that technical advance, such as the development of more efficient cars and of renewable energy sources, will indeed enable us to plunge on down the affluence and growth path for ever while it solves the environment and other problems.  But the magnitude of the overshoot, the unsustainability, is far too great for this to be possible.  If by 2050 all the world’s people had risen to the “living standards” we in rich countries will have then given 3% p.a. growth, then world economic output would be 30 times as great as it is now…and right now it is at a grossly unsustainable level.  Technical advance cannot make such a situation remotely sustainable…and with 3% growth the task would be twice as great every 23 years thereafter.

The second fundamental fault in consumer-capitalist society is that it is based on a massively unjust global economy.  Most of the world’s resources and markets are taken by the few in rich countries, basically because it is a market system.  Markets allow the rich to tae most of what is produced, and to ensure that the development” that takes place in the Third World is development that will enrich corporations and rich world shoppers.  There cannot be peace or justice in the world until the rich countries stop hogging most of its wealth and begin to live on their fair share.  Again this is not possible unless they accept moving down to much lower levels of consumption.

The solution.

The can be no solution to these alarming problems unless there is transition to ways in which there are,

–       Simpler lifestyles, much less production and consumption, much less    

      concern with luxury, affluence, possessions and wealth, and much more

      concern with non-material sources of life satisfaction.

–       Mostly small, highly self-sufficient local economies, largely independent of the global economy, putting local resources to meeting local needs.  When petroleum becomes scarce there will be no choice about this. 

–       More cooperative and participatory ways, enabling people in small communities to take control of their own development, to include and provide for all.  In the coming era of scarcity communities that cooperate to meet needs will have much better chances. We must develop commons and working bees, and there must be town assemblies, local committees and referenda making the important decisions about local development and administration.  

–       A new economy, one that is not driven by profit or market forces, and one that has no growth at all, that produces much less than the present one, and focuses on needs and rights. It might have many private firms and markets, but there must be (participatory, democratic, open and local) social control over what is developed, what is produced, and how it is distributed.  Most economic activity will be local, using local resources, controlled by ordinary citizens, and geared to maximising the quality of life of all in the region. 

–       Some very different values, especially cooperative not competitive, more collectivist and less individualistic, and concerned with frugality and self-sufficiency not acquisitiveness and consuming.

The alternative or Simpler Way is about ensuring a very high quality of life for all without anywhere near as much work, worry, production, consumption, exporting, investment, environmental damage etc. as our present society involves. It is about liberation from the consumer rat race, and the insecurity, inequality, conflict and cultural squalor that goes with it.  Consider having to work for money maybe only two days a week for money, and therefore having a lot of time for arts and crafts and personal growth, living in a rich and supportive community, and in a diverse and productive leisure-rich landscape, having socially worthwhile and enjoyable work with no fear of unemployment…and knowing you are not contributing to global problems.

Many people now accept this view of our situation and the solution, and are working for transition to the alternative way. There are now Global Eco-village and Transition Towns Movements trying to move towards new settlements of the required kind.  The fate of the planet depends on whether these movements can provide many impressive examples of sustainable, just and pleasant settlements showing people in consumer society that there is a better way.

What should one do?  Form a group in your town or suburb to start developing elements of the new way, such as small cooperative gardens and workshops, community working bees, edible landscapes, festivals…and helping to organise wasted local resources such as unemployed, retired and excluded people into producing to meet some of their own needs….with the vision of gradually expanding until we have transformed the entire suburb.  But these efforts must go beyond merely creating community gardens etc.; they must be informed by the vision of vast and radical system change, such as getting rid of an economy driven by profit, market forces and growth.  As conditions in consumer society deteriorate, led by the coming petroleum crisis, people will see the wisdom of coming across to The Simple Way we are pioneering.

http://ssis.arts.unsw.edu.au/tsw/TSW2p.html

THE TRANSITION PROCESS.

How can we get to a sustainable and just society?

20.10.10

(This is a summary of Chapters 12 and 13 in

 The Transition To A Sustainable and Just World, Envirobook, 2010.)

Only when we are clear about the nature of our global predicament and the radical system changes that are needed, and about the form a sustainable society must take, are we in a position to think about the best way to work for the transition.

            The global situation.

Consumer-capitalist society is grossly unsustainable and unjust.  We are far beyond levels of production and consumption that can be kept up or spread to all.  In addition consumer-capitalist society provides a few with high “living standards” by delivering to them far more than their fair share of world resources.  Technical advance cannot solve the problems; they cannot be fixed in or by consumer-capitalist society. There must be dramatic reductions in levels of economic output, and therefore there must be radical and extreme system change.  (For the detail see Part 1 of http://ssis.arts.unsw.edu.au/tsw/02c-TSW-14p.html)

The Solution.

There must be transition to The Simpler Way, involving simpler lifestyles, high levels of local economic self-sufficiency, highly cooperative and participatory arrangements, an almost totally new economic system (one that is not driven by market forces or profit, and one that has no growth), and fundamental value change. Many realise a sustainable and just society must be mostly made up of small local economies in which people participate collectively to run their economies to meet needs using local resources, and in which the goal is a high quality of life and not monetary wealth.  This is a largely Anarchist vision and the coming conditions of scarcity will give us no choice about this.  Big, centralised authoritarian systems will not work.   (For more detail see Part 2 of the account at the above site.)

Implications for transition.

Following are some important implications of the foregoing analyses for the transition process.

–       The conditions we are entering, the era of scarcity, rule out most previous thinking about the good society and social transition.  The good society cannot be affluent, highly industrialised, centralised or globalised, and we cannot get to it by violent revolution led by a vanguard party.  Governments cannot make the transition for us, if only because there will be too few resources for governments to run the many local systems needed.  The new local societies can only be made to work by the willing effort of local people who understand why The Simpler Way is necessary and who want to live that way and who find it rewarding.   Only they know the local conditions and social situation and only they can develop the arrangements, networks, trust, cooperative climate etc. that suit them.  The producing, maintaining and administering will have to be carried out by them and things can’t work unless people are eager to cooperate, discuss, turn up to working bees, and be conscientious, and unless they have the required vision. A central government could not provide or impose these conditions even if it had the resources.  It must be developed, learned by us as we grope our way towards taking control of self-sufficient local economies.

Working for transition therefore has to focus mostly on helping ordinary people to understand the need for The Simpler Way and to move towards its willing acceptance, and towards enthusiastic participation in the long process of learning how best to organise in their own area. The best way for us to do this work is to start building new ways where we live (below.).

Thus our strategy differs from the classic Left/Marxist one which focuses on building a political movement that will take over the state and then reorganise things from the centre, perhaps with a heavy hand (although Marx thought that in time the need for a central authoritarian state would fade away.)  That made more sense when the goal seemed to be to shift energy-intensive, centralised and industrialised systems from capitalist control to ”socialist” control.

–       There is therefore no value in working to take state power, either within the parliamentary system, or by force and revolution.  Even if the Prime Minister and cabinet suddenly came to hold all the right ideas and values, they could not make the required changes – in fact they would be instantly tossed out of office if they tried.  The changes can only come from the bottom, via slow development of the ideas, understandings, and values of ordinary people, and these cannot occur except through a lengthy process of learning the new ways from eperience in the places where people live. 

–       Working for Green parties to get Green candidates elected is not the best use of scarce energy.  They can’t get the necessary radical changes through parliaments, given the dominant ideology.  The task is to change that ideology, and that is not best done by working in the electoral political arena.  Green parties and movements are now almost entirely merely reformist; they do not challenge market forces of affluence and they are not calling for radical structural changes away from affluent consumer-capitalist society.

–       We do not have to get rid of consumer-capitalist society before we can begin to build the new society.  Fighting directly against the system is not going to contribute much to fundamental change at this point in time.  (It is at times necessary to fight against immediate threats.) The consumer-capitalist system has never been stronger than it is today.  The way we think we can beat it in the long run is to ignore it to death, i.e., to turn away from it as much as is possible and to start building its replacement and persuading people to come across.  The Anarchists provide the most important ideas, especially that of working to “Prefigure” the good society here and now, and focusing on development of the required vision in more and more people.

–       The main target, the main problem group, the basic block to progress, is not the corporations or the capitalist class.  They have their power because people in general grant it to them.  The problem group, the key to transition, is people in general.  If they came to see how extremely unacceptable consumer-capitalist society is, and to see that The Simpler Way is the path to liberation then the present system would be quickly abandoned.  The battle is therefore one of ideology or awareness.  We have to help people to see that radical change is necessary and attractive, so that they enthusiastically set about building new local economies on mostly collective principles.  The Left has always understood the importance of ideology and consciousness but has failed to focus on the task of developing the necessary awareness and values in people in general.  They have tended to assume that the necessary consciousness can be developed after power has been taken from the capitalist class.  Again vanguard parties using force cannot get us to The Simpler Way; we will only achieve it if ordinary people build new systems in the places where they live, and they will not do that unless large numbers have come to hold a radical consciousness.

–  The readiness to question consumer society has declined over the last thirty years.  Affluence has generated increasing preoccupation with the trivia of TV, sport, celebrities and mindless self-indulgent hedonism.  Above all there is a refusal to listen to any challenge to growth and affluence, a failure to even think about the fact that the quest for these is leading to catastrophic breakdown.  Governments, media and the general public give no attention to these issues, despite the accumulation of an overwhelming case over the past  fifty years.

–       There is no possibility of significant structural change in the near future.  We are nowhere near the necessary level of public awareness of the need for it.  There will be no significant change while the supermarket shelves remain well stocked.  Nothing much will change until serious scarcity jolts them.  The underlyingproblems are becoming more acute and this will make people more likely to realise that consumer-capitalist society will not provide for them and that there must be a better way.  If/when a petroleum shortage occurs it will concentrate minds wonderfully.  But when it comes the window of opportunity could be brief and risky.  If things deteriorate too far there could easily be too much chaos for sense to prevail and for us to organise cooperative local alternative systems.

–       Therefore the top priorities for anyone concerned about the fate of the planet must be

 a) to contribute to the development of radical global consciousness, that is, to help as many people as possible to understand that capitalist-consumer society will not provide for all, cannot be fixed and has to be largely abandoned, that there is a far better way, and

b) to contribute to the building of elements of The Simpler Way, here and now.  In the last 20 years many people around the world have begun to build, live in and experiment with new settlements which enable simpler ways.  When things begin to shake loose we need to be ready, to have built enough impressive examples of The Simpler Way, so that people can see there is a better alternative, and can quickly move into it.

The main reason why we should do this building is not to have more of the new institutions – it is to be in the  best possible position to influence the thinking of people.   By working with them on local projects we will be in the best position to help them to see that we must eventually go far beyond more community gardens etc. and embrace radical system change.

–       The most promising development to work within is the rapidly growing Transition Towns Movement.  If we make it to a sustainable and just world it can only be through a movement of this general kind.  But again much has to be done to get the movement to go beyond its presently reformist aims.  The things being done now within the Transition Towns movement will not solve the big global problems.  They are only reforms within consumer-capitalist society and are no threat to it.  The movement is not about replacing consumer-capitalist society; it is about surviving within it.  For instance it does not have the goal of getting rid of a growth economy.  Global problems cannot be solved unless this is eventually achieved.

This is the general fault in the green movement, the failure to grasp the distinction between system reform and system replacement.  Many good alternative, local, green practices are being developed now, such as farmers’ markets, local agriculture, recycling co-ops.  However these are almost entirely reformist; that is they do not come from any vision that recognises the need to scrap and replace the core structures of growth and affluence society.  They do not include the most crucial purposes, such as to get to a zero-growth economy, to much simpler lifestyles, and to taking control of local economies away from market forces.  Unless things like this are done the many (desirable) green initiatives occurring will not and cannot achieve significant social change

The reformist nature of these movements is understandable and inevitable, and are a very welcome beginning.  As people become concerned to develop more sustainable ways of course they will start by supporting things like Permaculture and local agriculture.  This is very healthy, but it is far from sufficient.  It is inevitable that at first people will think about reforms, rather than see that fundamental structures of the system have to be scrapped.  Over time quite different goals must be added, to do with replacing things like the growth economy.

It is also a serious mistake to assume, as many do, that the things happening now within movements like Transitions Towns will in time lead to the big radical structural changes called for above.  Just building more community gardens etc. cannot lead to the establishment of a zero- growth economy.  That goal can’t be achieved unless it becomes clearly and widely understood as necessary and unless a lot of work over time goes into designing and developing a  zero-growth economy.  If all you do is build more community gardens all you will end up with will be a consumer-capitalist society with more community gardens in it.

–       So beware the mistakes that could waste your valuable time and energy!  Each of us should think very carefully about what we can do that will make the biggest contribution.  Again there are many (desirable and noble) “light green” actions that make no contribution whatsoever to the transition.  For instance working to save the whale, increase recycling, stop wood chipping…are good causes… but they do nothing to move us towards a sustainable society, because that requires transition from consumer-capitalist society, and more recycling and forest-saving does not contribute to that.  The best use of our scarce energies is to work within these light green campaigns and movements to try to spread the more radical global vision to ore people.

–       Change will be rapid when it comes. The problems in consumer-capitalist society are intensifying.  If we do achieve transition it will be via rapidly increasing discontent with the failure of the present society to provide.

–       The breakdown of consumer-capitalist society will force us  towards small, local economies whether we like it or not, to cooperate and to shift from high consumption. Local farms, jobs etc. will (have to) emerge as petroleum dwindles and transport and travel become too costly. 

–       It could be a very peaceful revolution…if we can get enough people to see the sense of moving to The Simpler Way.  The rich and the corporations will have no power if enough of us decide to ignore them and to build our own local systems.  The corporations and banks will probably soon be grappling with the breakdown of their systems and will not have the resources to block the initiatives people will be taking up in thousands of towns and suburbs.  They can’t run armies and secret police forces very well without lots of oil.

–       At this point in time our chances of a successful transition would seem to be very poor. Very few people have any idea that it is required, hardly anyone wants to even think about the need for transition to The Simpler Way, because it contradicts the most cherished values in modern Western Culture…and time is running out.  Despite the efforts of a few over 50 years to draw attention to these issues the mainstream still refuses to think about them. 

–       Not only is working together to build elements of the Simpler Way the

best effective purpose for people concerned about the planet to put their energy into, it provides the best possibility of maintaining morale and enthusiasm. This strategy enables us here and now to practise and enjoy elements of the post-revolutionary society.

An Outline of a  Practical Strategy.

Following are the steps we can start to take immediately, within our suburbs and especially in dying country towns, to start building the new local economies. ( It might take many years to get all these things going.)

Form a Community Development Collective.

A group must come together and form itself into a Community Development Collective (hereafter referred to as CDC.)  Ideally the CDC will eventually develop into a mechanism for the participatory self-government of the town or suburb, but at first it might involve only a handful of individuals seeking to do a few humble things.

Set up a community garden and workshop.

The  CDC’s initial goal is  to identify and organise some of the locality’s unused productive resources of skill, energy, experience and good will so that a few people can start to produce  for themselves some of the basic goods and services they need. The most promising first step is to establish a community garden and workshop, especially to involve low income receivers in the production of food and other items for their own use.

The CDC should then look for other areas in which further cooperative production to meet local needs could be organised.  A promising early possibility would be bread baking.  Once or twice a week a cooperative working bee might produce most of the bread etc. the group needs, again perhaps selling some to outsiders for cash.  Another early possibility would be the repair of furniture, bicycles and appliances.  The workshop could become a shop where surpluses are for sale.  Scavenging from the locality, especially on council waste collection days, will provide furniture, appliances, bicycle parts and toys to be repaired and materials  for use in the workshop.   Other possible areas of activity would be cooperative house repair and maintenance, nursery production, herbs, poultry, honey, preserving and bottling fruits and vegetables, toy making, making slippers, sandals, hats, bags and baskets, car repair and the “gleaning” of local surplus fruit from private back yards.

Later the CDC would explore somewhat more complicated fields in which it could organise productive activity, such as planting fast growing trees for fuel wood, aquaculture based on tanks, simple house building and repairing, insulating houses, recycling and planting “edible landscapes” on public land.

These activities would also provide important intangible benefits, such as the experience of community and worthwhile activity.  The involvement of local people who are not on low incomes would be important, especially gardeners, handymen and retired people.  Ideally the garden and workshop would become a lively community centre with information, recycling, meeting and leisure functions.  Specific times in the week should be set when all would try to gather at the site for the working bees, followed by a meal, discussions, entertainment and social activities.

Cooperatives would tally work time contributions and pay for these from later produce or income.  This in effect creates our own money, enabling economic activity among the poorest people who have little or no money.  This is the first step to an economy in which all participants can contribute time to many different productive ventures, earning the right to acquire the many different products our cooperatives and firms are producing, even though they might have no normal job or money. Some of the most viable CDC activities could in time become small firms run by a family or cooperative.

The huge significance of what we have done at this point could easily be overlooked.  We have established a radically new economy, one geared to need not profit, one that is cooperative and caring, independent of market forces, and under our own local participatory social control.  We now have the power to set up the enterprises we need, provide jobs and livelihoods, decide what will be invested in and developed, identify and fix local problems such as unemployment, and lend or give wealth and capital, for instance to organise working bees to build a shed for the new beekeeper.  Our enterprises might be nowhere near as “efficient” or dollar-cheap as those the corporations can provide, but this is not important; what matters is that we can provide for ourselves, securely.

The significance of this step is immense.  We have ceased to make reforms within the old society, we have started to establish a new economy to replace the old one.

Connect with the normal/old economy — stimulating the town’s internal economy. 

The next step must be to enable people in this new sector to trade with the normal/old firms that exist within the locality. Right from the start we can sell small amounts of our produce to people in the town, (which also gives us a great opportunity to explain the project.)  But more importantly the CDC must find out what things the new sector as a whole can start providing to some of the old sector firms in the town. For instance in the case of restaurants the answer is vegetables from the CDC’s cooperative garden.

We would not set up firms that compete with the existing small firms in the town.  There is no net benefit in us setting up a bakery that wins all the scarce bread sales opportunities and therefore just puts people in the existing bakery out of work.  We would compete against the supermarket where we could, because our goal is to replace its imports.   Our focus must be on creating sales and jobs in a new economy involving those people previously excluded from economic activity. However this will not be possible unless the CDC finds items it can sell to the old firms or to people in the town.

It is in the interests of the old firms to join us enthusiastically, because this will enable them to increase their sales and their real incomes.  They will be able to start selling to that large group of people previously not involved in much economic activity (e.g., because they were unemployed.)

Organise town working bees. 

The development of the garden and workshop would have taken place through cooperative working bees.  Before long the CDC should organise voluntary neighbourhood or town working bees, perhaps occasional at first but eventually occurring at set times aimed at developing the locality in ways that will make it more sustainable, e.g., planting fruit and nut trees in local parks, or building simple premises for new little firms.  These activities can have powerful awareness raising effects within the town.

Organise committees

These research, monitor, organise, e.g., how to grow various things well, raise poultry and fish, graft fruit trees, run good little firms, buy in bulk, deal with water, wastes, liase with council, organise our financial affairs, provide for our self-education (e.g., on global affairs), monitor the quality of life, cohesion, and problems.

Start developing commons

…throughout the neighbourhood, such as sheds, tools, clay pits, patches for herbs, bamboo, fruit trees and timber.  The working bees get the jobs done.

Organise market day

This would be organised mainly to sell CDC produce and products, and so that many people who do not operate firms or work full time for wages can gain income by selling items they produce in small volume through home gardens, craft activity or family produce.

Later start working on replacing imports to the town or suburb. 

The proportion of the town or suburb’s consumption that is met by imported goods is typically very high.  When goods are produced somewhere else and imported this means that the jobs that were involved in their production are not located in the town, and it means that money is flowing out of the town.  The CDC should explore what items the town is most likely to be able to start producing to replace imports.  Food is an obvious item.  Other possibilities are fire wood, and house insulation as a replacement for imported energy, timber from woodlots, earth for building, and entertainment (concerts, plays, picnics, talks, festivals.)

Work on reducing the need for money in the first place.

The CDC must constantly focus attention on the importance of living simply, making things ourselves, home gardening, repairing, sharing and re-using.  The fewer goods people consume the less that the town will have to import or provide.  The more simple their demands are the more likely that these can be met from local resources. The more we do without or make for ourselves the less money we need to earn in order to buy things.   Every dollar we can cut from our expenditure the less the town needs to produce for export.

The CDC should develop craft groups to increase home production.  It could organise classes, skill sharing and display days for gardening, pottery, basket making, woodwork, cooking, sewing, preserving, sandal making, weaving, leatherwork, blacksmithing, etc.  It would list skilled people willing to give advice or run classes.  It would also list sources of materials, especially those free from the commons such as bamboo clumps, reed  beds and clay pits.  The CDC could develop recipes for nutritious but cheap meals mainly using plants (and weeds) that grow well locally.  It would run field days and visits, and bring in experts, to increase our knowledge and skills.

Leisure, entertainment, celebrations, festivals and culture.  

One of the committees within the CDC should focus on the possibilities for providing local entertainment, especially including regular concerts, dances, visiting artists, drama groups, craft and produce shows, art galleries, picnic days, celebrations, rituals and festivals.  We would organise our own news services, such as occasional bulleltins gleaning material from global sources on sustainability and quality of life themes.  Eventually the main news media will be local radio stations.

Form a town bank (or credit union) and business incubator

This creates the power to set up the kinds of firms the town needs.  For example we can lend capital, and organise working bee labour to develop premises for the boot repairer, whether or not it is profitable.  We would debate and vote on the bank’s rules and elect our own board.  The business incubator helps new firms to get going.  Both institutions assist old firms in the town that are failing (as oil scarcity hits transport and imported goods) to shift to production of needed items.  Thus we would eventually take control over the town’s economic development, eliminating unemployment and creating the firms we need, and ensuring that everyone has a secure livelihood and a valued contribution.

Develop collective spirit

Emphasise cooperation, sharing, helping, solidarity, feeling of mutual support and security. Synergism multiplies good effects and brings out the best in all. (Competitive individualism brings out the worst.)  This is no threat to individual freedoms – we just need to make the good of all the top priority.

The  research and educational functions of the CDC

The CDC must constantly study the local situation, working out what needs we have, what resources we have, and how to organise better ways.  The most important functions for the CDC are to do with the education of people within the wider locality.  After all the main point of the exercise is to bring people to understand the need for and the rewards offered by the new ways.  All our activities such as working bees and market days provide opportunities for increasing awareness within the surrounding region.

Above all the goal must be to help people understand a) that there has to be vast and radical system change; a society based on affluence, growth, competition and market forces cannot solve our problems, and b) the Simpler Way defuses the problems while liberating us for a much higher quality of life.  We in the CDC must clearly understand that the point of the project is not just securing comfortable “downshifted” lifestyles for ourselves within a society that remains a part of consumer capitalist society.

In other words it is important that the main goal of the CDC is changing the consciousness of the locality, so that we can move from implementing reforms within consumer society to replacing it with radically different institutions and ways.

Transition Conclusions.

If we do make it to a sustainable and just world order then the transition will have been begun by tiny groups of people who at some point in time have taken on this task of working out how they could start to move their towns and suburbs towards being highly self-sufficient and cooperative local economies.  Governments cannot do it.  Only the people of the town can learn their way to the procedures that work for them.  Those ways cannot work unless all are energetic, conscientious citizens keen to live The Simpler Way.

The approach outlined is positive and immediate. It is not about destroying before we can start to build.  It enables living in and enjoying the new ways, to some extent, here and now, long before the old system has been transcended.  There is nothing to stop us starting this work immediately.  Above all, given our global situation, what other action strategy makes as much sense?  Is any other more likely to get us to The Simpler Way?

May 16, 2011 Posted by | anti-kapitalizm, anti-otoriter / anarşizan, komünler, kolektifler, kooperatifler vb modeller, ozyonetim | Leave a comment

Left Biocentrism: Fostering New Earth Values and Social Justice for the World’s Peoples – David Orton

Book Proposal
Provisional Title
Left Biocentrism:
Fostering New Earth Values and Social Justice for the World’s Peoples
By David Orton              
       
Rationale for this book:
The theoretical tendency of left biocentrism exists and can be seen as a “left wing” of the deep ecology movement. It is therefore worthy of support. One might consider the following, in assessing whether to publish a book on left biocentrism.
A number of well known deep ecology and green theorists have expressed general support for the left biocentric theoretical tendency as it has evolved, and specific support for my own work, including for example the late Richard Sylvan, Andrew McLaughlin, Alf Hornborg, the late Rudolf Bahro, the late Judi Bari and, most recently Fred Bender, the author of the new text The Culture Of Extinction: Toward A Philosophy Of Deep Ecology
Both Arne Naess and George Sessions, through personal correspondence have, in the past, expressed interest in and general support for my theoretical work. A summary of left biocentrism, which continues to evolve, is given in the ten-point Left Biocentrism Primer, which was collectively agreed upon in 1998. A personal letter to me from George Sessions, dated 4/19/1998, also copied to Arne Naess, Bill Devall, Andrew McLaughlin and Howard Glasser, noted in part about left biocentrism and the Primer: “Personally, I agree with almost everything you say in the Left Biocentric Primer…It’s a real shame that the Green parties came under the influence of Bookchin and not your version of Left Biocentrism – it’s obvious that’s where they need to head. So, I have no necessary bones to pick with your idea of a Left wing of the Deep Ecology movement, more power to you and your colleagues. I wonder if the word ‘Left’ is the appropriate one to use (as opposed to social justice).” John Clark, a “deep” social ecologist, has expressed in writing the viewpoint that left biocentrism is welcome evidence of some “common ground” between deep and social ecology: “The existence of such common ground is indicated by the emergence of a left biocentrism’ that combines a theoretical commitment to deep ecology with a radical decentralist, anticapitalist politics having much in common with social ecology.” (See the third and fourth editions of the undergraduate college reader, Environmental Philosophy: From Animal Rights to Radical Ecology.)
There are people in a number of countries, in addition to myself, in particular Canada and the USA, who support deep ecology as an overall philosophy and who also consider themselves left biocentrists, i.e. “left bios.” Some of these people are active in the federal Green Party in Canada. That party publicly endorsed deep ecology in the last federal election in Canada and polled over 4 percent of the vote. 
My ideas and writings reflect the input of a number of others who see themselves as left bios. The formation of the internet discussion group left bio, with its approximately 35 members, now functioning for almost eight years, has aided substantially in this regard. I have always been conscious of writing in some way as part of a “collective”, seeking the input of kindred spirits. In early days this was more nebulous, but in recent years it has become more concrete, as left biocentrism becomes more publicly known. Articles or book reviews in draft form, written from a left biocentric theoretical perspective, have normally been made available to other left bios in the discussion group for their critical commentary.
Apart from my own writings, there are a number of books, some in press, which explicitly refer to and discuss the left biocentric theoretical tendency. It is also necessary to point out that, since the early 1980s, other thinkers within the deep ecology movement (although not calling themselves “left biocentrists”), have been struggling to outline what it means to be supporters of deep ecology, and yet to continue to see themselves in some way as part of the Left. Their ideas have greatly influenced me and contributed to my own thinking. These include, in addition to the people mentioned above, Andrew Dobson in England. [Although not included in the original book outline, which was published in 2005, an important early discussion of left biocentrism was published in Patrick Curry’s 2006 book, Ecological Ethics: An Introduction. A revised edition is due to come out in the fall of 2011.)
I myself became involved in environmental work as a primary focus in the late 1970s in British Columbia through naturalist organizations, after a previous political life in Canada centered around social justice issues and left wing politics. My interest in nature and wildlife go back to my boyhood in England. Prior to any contact with deep ecology, through my environmental work in forestry and wildlife issues, I had come to see that the ecological perspective meant to reject the human-centered domination over nature. This was expressed in my writings coming out of B.C. and Nova Scotia environmental struggles. (I had moved with my family to Nova Scotia in 1979.) By 1985 I had come to accept the philosophy of deep ecology and started to promote it in the Maritimes. I came to define myself politically as a Green, although I still consider myself a person of the Left. I began exploring what a left focus in deep ecology would mean. Later I was to discover that others were on the same path.
In 1989, at the Learned Societies Conference in Quebec City, I presented (along with my partner Helga) a paper called “Green Marginality in Canada.” This paper, in addition to the stated focus, outlined the conceptual perspective of “socialist biocentrism.” (Robyn Eckersley in her 1992 book, Environmentalism and Political Theory: Toward an Ecocentric Approach spoke of “ecocentric socialism.”) 
Later I discarded the expression socialist biocentrism in favour of the term “left biocentrism” as wider and more inclusive, as “socialism” seemed too forgiving towards the environmental record of socialist and communist societies. I was also confronted with the fact that many who were sympathetic to social justice concerns were hostile to the term socialism, perhaps a legacy of Cold War socialization. “Left” as used in left biocentrism, is therefore defined as meaning anti-industrial and anti-capitalist, but not necessarily socialist. Yet personally, I remain a socialist. 
The future ecocentric economic foundation of society remains to be defined, although it will not be capitalist, i.e., a society based on endless economic growth and consumerism, population growth, private profit, and human-centeredness. As for “biocentrism”, it is the more popular movement term, while “ecocentrism” is the more ecologically and scientifically aware term. Both “biocentrism” and “ecocentrism” are used interchangeably by left biocentrists.
Since the mid-1980s I have tried to blend theoretical and practical environmental work, from a deep ecology perspective. I have published articles and book reviews in a variety of environmental and green publications, including the Earth First! Journal. My work has included investigating and writing about controversial issues, e.g. green theory, aboriginal concerns, green electoralism, seals, fundamentalism – religious and economic, ecofascism, etc. Interests in forest and forestry-related issues have remained a central theme of my work within Nova Scotia. I also have published in Canadian left publications, e.g. Canadian Dimension and the Socialist Studies Bulletin, when they would accept my deep ecology advocacy articles. Yet a lot of the work is unpublished.
There is a common but misleading perception that the deep ecology movement, particularly in North America, is hostile to the social justice concerns of the Left and is in fact anti-Left. Publishing this book would help to dispel this myth. (Arne Naess, in his main work, Ecology, community and lifestyle, has a sympathetic yet critical discussion of socialism and shows a sophisticated economic, political and power analysis, and a class perspective.)  
Left Biocentrism: Fostering New Earth Values and Social Justice for the World’s Peoples would show the needed ecocentric critique of the traditional Left, but also what can be taken from the Left and incorporated into a socially and politically conscious deep ecology. Left biocentrism needs to be seen as a valued part of the deep ecology movement. Supporting the publication of this book would be a concrete manifestation of this. The front is indeed long. It needs to include and welcome the biocentric Left.
March 3, 2005

 

~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~
BOOK OUTLINE
This book will be based on articles written by David Orton over a period of about twenty-five years, though most of them were written during the last few years. Each chapter theme will be discussed from past articles written on the topic, but placed in a contemporary perspective. The relevant articles are listed on the website under “A Taste of Green Web Writings and Left Biocentrism
Provisional Title
Left Biocentrism:
Fostering New Earth Values and Social Justice for the World’s Peoples
By David Orton
Introduction: Personal Biography and Intellectual Biography
Personal biography: Orton’s social origins in England: working class, wartime evacuation to the countryside, shipwright dockyard apprenticeship, and boyhood interests in wildlife and nature; the reason for the emigration to Canada; and the last twenty years of living in place in rural Nova Scotia. (One comes to eventually understand that one is a Canadian, and that one does not want to go “home” to Britain any more.)
Intellectual biography: unconscious social democracy of family background in England; Canadian radical politics and their reflection in the university as a student and short-lived faculty member in the 1960s; naturalist and outdoor involvement, environmental engagement and the beginnings of an ecological consciousness.
Chapter One: Pre-Deep Ecology Environmental Work
 
Forest and wildlife struggles in British Columbia, South Moresby and Tsitika watershed involvement – the fallacy of “multiple use” or “integrated resource management.” The credo of industry: “Forest management for the primary production of timber;” the conservatism of naturalist organizations and the limiting assumptions of mainstream environmentalism.
The critique of pulpwood forestry and of “natural resource management” in Nova Scotia, and the ecological perspective. Uranium exploration/mining and the self-interest of the trade union movement. Discussion of why unions and employers have an economic interest in the continuation of industrial society and its priorities. Organizational differentiation from mainstream environmentalism: not accepting government or corporate financing or “working the system.”
Chapter Two: Embracing Deep Ecology and Various Problems
Deep ecology as the ideological counter to “resourcism,” the world view that the non-human world exists as raw material for the human purpose. Acceptance of the eight-point Deep Ecology Platform. Deep and shallow ecology and implications for industrial capitalism. Three key ideas: non-human centeredness; the necessity for a new spiritual relationship to Nature; and opposition to the idea of “private property” in Nature. Deep ecology as part of the larger green movement – as the first social movement in history to advocate a lower material standard of living, from the perspective of industrial consumerism. Nature as a Commons and not to be privatized.
Problems: ambiguity and the “conceptual bog” (Richard Sylvan) of deep ecology; who ‘owns’ deep ecology and how does it evolve; Self-realization and the psychological self-absorbed path of “transpersonal ecology” (Warwick Fox); the unreality of non-violence and Gandhi, and implications for organizing; NO necessary separation of the peace, social justice and ecology movements; lack of real political, economic, social analysis, or class perspective by most deep ecology writers; lack of awareness of the imperial role of the United States and its world-wide consumption of “resources”; the isolation of deep ecology academics and their lack of accountability to the movement, etc.
Chapter Three: Characteristics of Left Biocentrism
Social base of left biocentrism, theoretical and practical views, handling contradictions among left biocentrists. Is there a role for anarchism? Unity and differentiation with deep ecology. Other Left paths in deep ecology and green theory: deep green theory (Sylvan), radical ecocentrism (McLaughlin), green fundamentalism (Bahro), revolutionary ecology (Bari), and ecologism (Dobson). Characteristics of socialist biocentrism and why it is inadequate. Drafting of the Left Biocentrism Primer in 1998.

Chapter Four: Aboriginal Issues in Canada

A general overview of aboriginal issues as articulated in the 1996 Canadian Report of the Royal Commission on Aboriginal Peoples (5 volumes) and a left biocentric critique given. Implications of aboriginal views for wildlife, forestry, parks, land claims and social justice. What should be supported and what should be opposed on ecocentric and social justice considerations? Past treaties dictated to aboriginals by a feudal-colonial state in Canada – can they be models for contemporary land use and redress of grievances? Treaty rights or social and ecological justice today: going beyond human-centeredness, treaties, land ownership and property rights. What is the relationship of contemporary aboriginal views to deep ecology and left biocentrism within industrial capitalist society?  Deep stewardship of traditional aboriginal thinking as human-centered. The imposition (and implications) of the industrial consumer culture on aboriginals and non-aboriginals. 

Chapter Five: Green Electoralism and Left Biocentrism

Deep ecology in contention for the consciousness of the green movement (Realo/Fundi discussion). How the environmental movement in Canada and elsewhere should define itself – reformist or subversive. Assumptions of green electoralism and their congruence with the continuation of industrial capitalism and shallow ecology. Ecological politics across the ‘isms’ of bourgeois society (Bahro). The disenfranchisement of the electorate with the parliamentary road and liberal democracy: alternative ecocentric visions which undermine industrial capitalist society cannot be advanced through the electoral process, as they go against short-term economic interests. The fundamental dilemma: eco-capitalism – ‘sustainable development’, ‘natural capitalism’, ‘cradle to cradle’ etc., or revolutionary ecocentric change. The overall tendency towards absorption and neutralization for “green” electoral parties and why this occurs. Liberal democracy and ecocentric democracy: why they are incompatible. Is there a political vehicle for a revolutionary deep ecology in our contemporary world? Why some left bios work inside green parties and why others work from the outside, and the example of the federal Canadian Green Party. 

Chapter Six: The Ecocentric Critique of the Left

Green movement has replaced the socialist/communist movement as the center of innovative debate and alternative thinking. No Earth justice without social justice. Discussion of the positive ideas of the Left: e.g. society should control the economy and not the economy control the society; collective responsibility for all members of a society and opposition to the cult of individualism and selfishness; class dimensions of environmental, economic and social issues; etc.
Opposing the negative ideas of the Left: e.g. human-centered world view; hostility to population reduction; Nature having no intrinsic value or worth unless transformed by human labour; seeing capitalism, not industrialism, as the main problem; lack of an alternative economic model; hostility towards Earth spirituality; denial of personal responsibility for ecological destruction or social actions, etc.
The Earth can belong to no one – the fiction of “ownership” of the Earth and its life forms. (Bahro, Livingston and Naess) Moving to usufruct use, accountability to a community of all beings. Defining the ecocentric Left, the NECESSITY that it be a vital component of a radical deep ecology movement.
The primacy of ecocentric consciousness and that social justice, while very important, is secondary to such a consciousness. Ecocentric justice as much more inclusive than human justice.

Critique of “social environmentalism” in the mainstream environmental movement, where social justice is upheld over environmental justice: social ecology, eco-Marxist and ecofeminist positions. 

Chapter Seven: The Ecofascism Attack on Deep Ecology

Supporters of deep ecology are uncomfortable and on the defensive about ecofascism. “Ecofascism” as an attack term, with social ecology roots, against deep ecology and the environmental movement; linking deep ecology with Hitler’s “national socialist” movement, i.e. the Nazis. “Fascism”, a term whose origins and use reflect a particular form of HUMAN social, political and economic organization, now with a prefix “eco”, used against environmentalists. On the other hand, for supporters of deep ecology the concept “ecofascism” conjures thoughts of the violent onslaught against Nature and its non-human life forms, justified as economic “progress”; the so-called “Wise Use” movement in North America, which sees all of Nature as available for HUMAN use. Different views of deep ecology and social ecology on ecofascism, the love of Nature, spiritual transformation, non-coercive population reduction, controls on immigration, etc. Deep-green German ecophilosopher and activist Rudolf Bahro (1935-1997), accused by social ecology supporters of being an ecofascist and a contributor to “spiritual fascism”. Bahro’s conflict with left and green thought orthodoxies and his interest in building a mass social movement. How Bahro saw left “ecosocialist” opportunists, for whom ecology was just an “add-on”, without a transformation of world view and consciousness. Bahro’s resignation from the Green Party, because he saw that the members did not want out of the industrial system.
Chapter Eight: The Left Biocentric Forest Vision
A vision of animals and plants, along with rocks, oceans, streams and mountains having spiritual and ethical standing. Industrial forestry model to be phased out in favour of low impact, value-added, selection forestry. Appropriate social policy alternatives for forestry workers and communities to be deep-ecology inspired. Sustainable forestry in a sustainable society. Questioning some ecoforestry positions: that forests need be managed or “restored”; that forests can be managed in an ecologically sensitive way. Why forests should be left “unmanaged.” Forest “certification” as a “green” marketing gimmick. What is a deep-ecology inspired forestry, and the need for primacy of non-economic interests in maintaining a living forest. For example, see the article “Some Conservation Guidelines for the Acadian Forest” on our web site.
Chapter Nine: Animals and Earth Spirituality
Deep ecology supporters as defenders of wild animals and their habitats. Placing animals in an ecological, political, economic and cultural “context”. Opposing hunting in protected areas and parks, and uniting with traditionalist aboriginals against the “resourcism” of industrial consumerist society. Acceptance of subsistence hunting, subject to the status of a species. Problem with ethical social relativism. Earth spirituality, animals and organized religion; the Abrahamic faiths and the Vedic religions. Modern day religious fundamentalists, who aim to re-sacralize human societies, not the natural world. The pre-industrial past. How deep ecology supporters want to re-sacralize Nature. The need for a new language and a new philosophical and spiritual outlook. The need to respect all animals as an integral part of preserving the community of life.
Chapter Ten: Religious and Economic Fundamentalism
The need to understand religious fundamentalism and economic fundamentalism and how they relate to each other, their threat to the world. Both fundamentalisms are antagonistic to the goals of the deep ecology movement. Fundamentalism as a form of “security” in religious conformity, as refuge when cultures are falling apart. Different kinds of religious fundamentalisms. Grievances in the Islamic world, inequality between Arabs and Jews; the subservience of Arab states to U.S. foreign policy, etc. The oil issue. Economic fundamentalism as an attempt to impose, if necessary by force, one economic model on the world. U.S. economic fundamentalism and its rhetoric of “freedom,” “democracy,” “individual initiative,” etc. The threat posed by U.S.-style economic fundamentalism to the well-being of the planet and its diverse inhabitants. Globalization and how its opponents are being “squeezed” by Islamic and US economic fundamentalism.

Chapter Eleven: Tributes
Tributes to Winin Pereira, Richard Sylvan and Rudolf Bahro – three people from India, Australia and Germany, who had an important influence on the conceptualization of left biocentrism. The tributes were written on learning of their deaths and are brief testimonials to this influence.  [I would now also include Arne Naess, from Norway.]
Conclusion: The Present Situation for Left Biocentrism and Deep Ecology
An assessment of the current situation for the philosophy of deep ecology as an influence on the green and environmental movements. Also, a look at the status, at this time, of the theoretical tendency of left biocentrism within deep ecology.
Appendix
1. The Deep Ecology Platform
2. The Left Biocentrism Primer
March 3, 2005 [Slightly revised April 30, 2011]

May 13, 2011 Posted by | anti-endustriyalizm, anti-kapitalizm, anti-otoriter / anarşizan, ekolojist akımlar, sistem karsitligi, somuru / tahakkum, türcülük, doğa / hayvan özgürlüğü | 1 Comment

The Problem With…Work – Keith Farnish

At what age do you think your working future is planned out for you? If you are conscious of the impact civilization has on our lives, you shouldn’t be surprised to hear that the answer is: “from birth”.

I could be writing this article about both the education system and the workplace, but there would be little point separating the two – real education has nothing to do with the education system we were taken through in our early years, and the children and teenagers of today are being taken through now. Neither is education anything to do with on the job learning or career paths; after all, what people have been brought up to do in Industrial Civilization is to do work, and not just any old work.

The population explosion of the last 200 years can be almost completely accounted for by the Industrial Revolution1. The growing population of Earth, from the traditional industrial hubs of Europe, into North America and Japan, and then across a huge swath of southern and south-east Asia largely consists of a mass of willing slaves brought up in the cities to be components of the industrial machine. To create wealth you need product; to create product you need people.

There were a few who saw what was going on and realised that some of the most brutal aspects of physical work needed changing: the great philanthropists of the West – Titus Salt, Lord Leverhulme, Joseph Rowntree – bear the passing of time, mellowed into a whimsical tale of pure goodness; ignoring the fact that the philanthropists were largely ensuring that their workforces remained loyal and hard-working. To be blunt, working during the Industrial Revolution in the West was hell; working in the new Industrial Revolution in the sweatshops, mines and factories of China, India, Indonesia, Vietnam: different sets of eyes, but the same vision of hell. Time may have passed, but all that has really changed is the location.

Yet, incredibly, the participants see such conditions as a necessary evil. Unionisation, a living wage and the promise that the company will do its best not to shorten your life is the best that can be hoped for. Such “victories” make life tolerable for those people working to make the shoes you wear, the food you eat and the televisions you watch, but they do not change the fact that we are all part of the machine. The education system is where it starts.

For centuries governments and dictators have twisted a population’s knowledge base to their own ends. We may look back in history, and gape at the ritual burning or enforced suppression of the works of authors whose printed ideas did not match those of the accepted orthodoxy, but the flames are closer than we like to admit. The Nazi elite stirred up hatred of anti-Nazi materials in a coordinated “synchronization of culture”2, while only a decade later the US government elite stirred up hatred of left-leaning beliefs in a coordinated exhumation of so-called Communist sympathisers; the Chinese government installed the Great Chinese Firewall to suppress “immoral” Internet access, while at the same time the US government continue to control information coming out of wartime Iraq and Afghanistan through the use of “embedded journalists”. In the last few decades, stories of censored schoolbooks in far off lands3 have made those in supposedly more enlightened nations cringe, yet in a culture that apparently promotes freedom of thought and expression, teachers are forced to become mouthpieces for the Culture of Maximum Harm:

The Government has worked with partners from the statutory and voluntary and community sectors to define what the five outcomes mean. We have identified 25 specific aims for children and young people and the support needed from parents, carers and families in order to achieve those aims.4

This is from the UK Government Every Child Matters programme, which “sets out the national framework for local change programmes to build services around the needs of children and young people so that we maximise opportunity and minimise risk.” Twenty-five aims, supposedly to promote the well-being of children, yet containing the following items:

·        Ready for school
·        Attend and enjoy school
·        Achieve stretching national educational standards at primary school
·        Achieve stretching national educational standards at secondary school
·        Develop enterprising behaviour
·        Engage in further education, employment or training on leaving school
·        Ready for employment
·        Access to transport and material goods
·        Parents, carers and families are supported to be economically active

National educational standards; Enterprising behaviour; Ready for employment; Access to material goods; Economically active – the progression is there for everyone to see. Even when veiled as being in order to “improve the lives of children”, the educational system is little more than an instruction manual for creating little wheels and cogs. I urge you to look at your own national curriculum, searching for words like Citizenship, Enterprise and Skills – it won’t take long to find the real motivation behind the education system where you live. “A child in the work culture is asked, ‘What do you want to be?’ rather than ‘What do you want to do?’ or ‘Where do you want to go?’ The brainwashing to become some kind of worker starts young and never stops.”5

This is a wake up call: look at the work you do and how it neatly fits into the industrial machine, ensuring economic growth and continued global degradation; think about your job and what part it plays in ensuring we remain disconnected from the real world; read your children’s books, talk to their teachers – find out how your own flesh and blood is being shaped into a machine part. As we are encouraged to work more and more in order to feed our inherited desire for material wealth and artificial realities, we lose touch with the real world; we pack our children off to day centres and child minders in order that we can remain economic units, and stop being parents; most of us work to produce things that nobody needs, and we are unable to perceive the things that we do need – food, shelter, clean air, clean water, love, friendship, connection.

The vast majority of us don’t need to do the job we do. The lucky few, who through chance or design have found work that is a fulfilling part of their lives rather than their lives being a slave to work, provide examples for the rest of us. Once you decide to break out of this cycle for all the right reasons and reduce your expenses to the bare minimum by refusing to follow the instructions of civilization, leaving your job and taking on something that provides you with a real living becomes easy.
The Earth Blog’s “The Problem With…” articles are short opinion pieces that take an uncompromising look at key things that affect the global environment.

This article is an edited extract from the author’s book “A Matter Of Scale”.  


1. Charles More, “Understanding The Industrial Revolution”, Routledge, 2000.
2. “Book Burning”, United States Holocaust Memorial Museum, 
http://www.ushmm.org/wlc/article.php?lang=en&ModuleId=10005852
3. For example: “China seizes books from Japan school because of Taiwan map”, Japan Today, 28 June 2005, http://www.ipcs.org/Jun_05_japan.pdf; Ali Asghar Ramezanpoor, “The Scope and Structure of Censorship in Iran”, Gozaar, http://www.gozaar.org/template1.php?id=1017&language=english.
4. 
http://www.everychildmatters.gov.uk/_files/F9E3F941DC8D4580539EE4C743E9371D.pdf
5. Jan Lundberg, “Unlucky to have a job”, Culture Change, http://www.culturechange.org/cms/index.php?option=com_content&task=view&id=115&Itemid=1

http://earth-blog.bravejournal.com/entry/26526

March 30, 2011 Posted by | anti-kapitalizm, anti-otoriter / anarşizan | Leave a comment

What If…We Connected? Keith Farnish

The wind is blowing hard, and the trees are bending down low, the air rushing across their branches, dragging leaves and blossom into the sky. The early summer grass, being soaked in the thick drizzle that falls in an urgent slant, ripples and chases with the gusts. A blackbird announces its territory, darting across the patch of green before being pulled askew by a fresh blast of air, still vocalising urgently. A family of humans are scattered throughout their house: one on a laptop, another immersed in a Nintendo game, the third goggling at the television that finds its market, and homes in on the hypnotised viewer. The humans barely hear the wind, let alone feel its embrace, as it batters the side of the house and cuts around leaving eddies of detritus dancing at the foot of the solid walls.

The trees and the grass and the blackbird feel the warmth of the sun as the wind drops and the clouds fracture like an ancient lace shawl. The atmosphere is thick with post-rain smells that rise from the soil, and the music of nature fills the sky in a celebration of continued life. The humans feel nothing different: they carry on living their civilized, disconnected lives.


Disconnected

Life exists in a complex embrace, the threads of each species’ existence intertwining in such a way that balance is the normal state of things. If one part of the energy web overreaches itself, like a fecund herd of reindeer overgrazing the winter lichen, the system tips into a localised collapse, until balance is restored and the lichen has time to regrow among the now sparse reindeer population. This connection is absolute: no food, no life.

Connections go far deeper than this, though; for it is our innate understanding of the patterns of nature, as the species Homo sapiens, that makes us survivors in so many ways. Humans are superbly adaptable: able to find water, bring about fire, craft shelters and tools, follow scents and tracks to find food – all of this utterly dependent on the connections we make and refine from the moment we emerge into the sensory storm that is the real world.

And then we shut the door; shut the windows; shut the blinds; shut our minds…it’s still going on out there, but we would rather let the caustic rain of civilization wash it away and supplant it with connections that have been manufactured to keep us in our place. We feel safe, even though we are on the edge of catastrophe; we enjoy what we do, even though we have forgotten what joy feels like; we experience self-worth, even though we have become worthless; we feel in control, even though we have no control at all…the system has us where it wants us. And now it can use us like the metaphorical batteries and cogs that signify our labour and our spending, and our naïve compliance in which we live our synthetic lives, from the plastic toys we grasp as babies to the flickering, energy-sapping screens that fix our attention on the advertisers’ world; from the blacktop roads we populate in our teeming masses, contained in metal caskets with wheels on our way to and from our places of work, to the offices and factories and shopping malls we spend a third of our lives operating in order to keep the machine moving, in order that we can be given currency with which we, in our docility, reinsert into the system so it can keep growing, and taking, and killing everything it is able to reach.

And when we feel weary, we take a packaged, predetermined vacation. And when we feel hungry, we eat a packaged, predetermined meal. And when we feel bored, we go to a packaged, predetermined slice of entertainment. And when we are of no more use to the system, we are retired…and only then do we, in those moments of reflection we never had during our urgent “productive” days, think about what we could have been.

Homo sapiens is connected. Homo sapiens civilis has had the connections ripped away from it.


What If We Connected?

We would be free.

In a culture that seeks to timeslice our attention span into smaller and smaller chunks, so that we are left always wanting more, but never reach what we think we are seeking, there is little time for contemplation. Silence is the enemy, and open minds are force-fed a diet of trivia in order to keep us sated.

Full silence departed; empty silence became like a weight around our necks, something to be cast off at any opportunity: anything to keep the flimsy cultural dialogue going, a defense mechanism against the naked, voiceless underpinning of life that was quietly lurking beneath.1


Civilized humans are born into a world where the big questions can only be answered by those in “authority”, and the biggest questions are ignored, for fear that the answers may take people to a place that is not state-sanctioned or approved by the machine. So we must ask the biggest questions: like, “Why are we here?”

To a civilized, disconnected Homo sapiens civilis, there is no answer to this question, for there is no world outside of the civilized one. The best answer a civilized human can give is one that is framed only in the confines of his or her experience: we exist to serve the machine. The ecology of such an answer – for in reality we exist to be a part of nature within the endless cycle of birth, life and death – goes no further than that which we told we are dependent on: the government, work, product, the economy. The true ecology of any answer in a genuinely connected state is limited only by the environment of which we are a part. Where does my food come from?

A shop.

Or the soil, the solar energy that warms it and the rain that falls upon it, and the countless micro-organisms that work as one to create the ideal growing conditions for the plant; that may feed an animal, that may feed yet another animal, or may simply be picked and eaten like the rosehip from the briar that bursts with flavour on a warm September afternoon.

The machine fears the second answer: we have to believe that our food is the product of a systemic, organised process that culminates in an economic transaction. If we don’t then we might question the system and decide to grow or pick our own food, depleting the industrial economy of its energy. We have to believe that in order to live, then we must go to work and produce something, whether that be a consumer product, an energy flow, a service or an ersatz lifestyle; and we have to keep believing that this is the only way to live. If we don’t, then we might fail to turn up one day, and the machine will have lost one of its cogs or rivets or pins. Take away too many parts and the machine will break.


Reconnecting

In the glass of the window that shields me from the world outside, I see the reflection of a tree, blowing in the breeze, and wonder what the air tastes like. I open the window and feel the cool air touch my face as the soft rain patters on the sill and wets the floor in tiny circles of darkness – difference. A sudden gust brings a litter of flora across the threshold that dances in the spaces and falls upon my feet – beauty. The blackbird sits on a swaying branch and tells its story in a burst of sublime avian music that pushes back the noise of the traffic below – joy.

I have let the outside in, and now I need to let the inside out. It’s time to reconnect…

 



Reference:

1. Sandy Krolick, “The Recovery Of Ecstasy”, BookSurge Publishing, 2009.

March 30, 2011 Posted by | anti-kapitalizm, anti-otoriter / anarşizan, türcülük, doğa / hayvan özgürlüğü | Leave a comment

Denetim Toplumları – Gilles Deleuze (Çeviren: Ulus Baker)

 

1. Tarihsel Bakımdan
Foucault “disiplin toplumları”nı 18. ve 19. yüzyıllara yerleştirmişti. Bu toplumlar doruk noktalarına 20. Yüzyıl’ın başlarında varmışlardı. Bu toplumlar, geniş ve yaygın kapatıp-kuşatma mekânları düzenlemeleriyle ayırt edilirler. Birey hiç durmadan, her biri kendi yasalarına sahip olan bir kuşatma mekânından öbürüne geçer; önce aile; sonra okul (“artık ailende değilsin”); ardından kışla (“artık okulda değilsin”); en sonunda da fabrika; ara sıra hastane; olasılıkla hapishane, yani kapatılmış-kuşatılmış çevrenin en önde gelen örneği. Analojik bir model oluşturan hapishanedir burada; Rossellini’nin Europa 51 filminin kadın kahramanlarından biri bazı işçileri işbaşında gördüğünde “mahkûmlarla karşı karşıya olduğumu sandım” diye haykırabilir.

Foucault bu kapatıp-kuşatma çevrelerine ilişkin ideal projeyi parlak bir şekilde inceledi; özellikle fabrikalarda görüldüğü haliyle; yoğunlaştırma; mekân içinde dağıtım; zaman içinde sıralama; etkisi, parça parça kuvvetlerin toplamından daha büyük olacak bir üretken kuvveti zaman-mekân içinde kurmak… Ancak Foucault, bu modelin geçiciliğini de tanımıştı. Bu model, amaç ve işlevleri son derece farklı olan, üretimi örgütlemektense vergilendiren, hayatı idare etmektense ölümü yöneten “hükümranlık toplumları” modelini takip etmişti; geçiş zaman içinde gerçekleşti ve Napolyon, görüldüğü kadarıyla, bu modelin bir toplumdan başka bir topluma yayılarak geniş bir ölçek kazanmasını sağladı. Ama disiplinler de, sıraları gelince kendi bunalımlarıyla karşılaştılar ve bu hal, zamanla kurulan ve İkinci Dünya Savaşı’nın ardından ivme kazanan yeni kuvvetlerin kârınaydı; bir disiplin toplumu, artık içinde olmadığımız, artık olmayı bıraktığımız şeydir.

Kapatıp-kuşatma mekânlarına ilişkin genelleşmiş bir bunalımın ortasındayız –hapishanede, hastanede, fabrikada, okulda ve ailede. Aile de, diğer bütün “içeriler” –eğitsel, mesleki vs.– gibi kriz içinde bulunan bir “içerisi”dir. Görev ve yetki üstlenen idari mekanizmalar zorunlu olduğunu varsaydıkları reformları ilan etmeyi bir an olsun bırakmazlar: Eğitim kurumlarında reform, sanayide reform, hastanelerde reform, silahlı kuvvetlerde reform, hapishanelerde reform. Ama herkes, tam tükenişleri ne zaman gerçekleşecek olursa olsun, bu kurumların işlerinin bitik olduğunu biliyor.

Yapılan aslında son ayinleri ifa etmek ve bu alanlarda istihdam edilen insanları, kapıyı çalacak yeni güçler yerlerine yerleşene dek beslemeyi sürdürmekten ibarettir. Bu yeni kuvvetler, disiplin toplumlarının yerini almakta olan “denetim toplumları”dır. “Denetim”, Foucault’nun pek yakın geleceğimiz olarak teşhis ettiği bu yeni canavara Burroughs’un taktığı addır. Paul Virilio da devamlı olarak kapalı bir sistemin zaman çerçevesinde işleyen eski disiplinlerin yerini daha şimdiden almış olan “serbestçe-kayan” denetimin ultra-hızlı biçimlerini incelemeyi sürdürüyor. Bu meyanda olağanüstü ecza ürünlerini, moleküler mühendisliği, genetik müdahaleleri anmaya bile gerek yok; ama bunlar bile yepyeni bir sürecin içine girdiğimizi işaretliyorlar. Hangi rejimin daha berbat olduğunu kendimize sorup durmanın pek bir anlamı yok, çünkü her biri kendilerine özgü özgürleştirici ve köleleştirici güçlerin karşı karşıya geldikleri durumlardır. Sözgelimi, bir kapatıp-kuşatma mekânı olarak hastanenin bunalımında, “mahalle klinikleri”, “sağlık ocakları” ve “gündüz bakım” kuruluşları ilk başlarda biraz özgürlük tattırsalar da, kapatmanın en sertine bile taş çıkaracak denetim mekanizmalarına da katılabilirler. Korku ya da umut çare değildir; yeni silahlar bulmaya girişmek gerekir.  

2. Mantıksal Bakımdan
Bireyin içinden geçtiği farklı kapatıp-kuşatma mekânlarında geçen mahpusluklar bağımsız değişkenlerdir: Her defasında sıfırdan başlandığı farz edilir ve bütün bu yerlerde ortak bir dil olsa da birbirlerine oranlanmaları analojiktir. Diğer taraftan, farklı denetim mekanizmaları birbirinden ayrılamaz çeşitlenmeler halindedirler ve dili sayısal olan (ikili olması gerekmez) değişken bir geometri sistemi oluştururlar. Kapatıp-kuşatmalar “öbek”ler, ayrı ayrı düzenlemeler halindedirler; oysa denetimler bir modülasyondur: Bir andan sonrakine sürekli olarak değişen kendini-bozup duran bir yığın, ya da bir noktadan ötekine sıçrayan cıva taneciklerinin oluşturduğu bir kütle gibi.

Bu durum, ücretler konusuna bakıldığında apaçıktır: Fabrika kendi iç güçlerini belli bir denge düzeyinde tutarak kuşatıp kapsayan bir gövdedir –üretimde azami, ücretlerdeyse asgari… Ama bir denetim toplumunda, korporasyon fabrikanın yerini almıştır. Korporasyon ise bir ruh, bir gazdır. Kuşkusuz fabrika da ödüllendirme ve teşvik sistemiyle tanışıktı, ama korporasyon her bireysel ücret üzerine bir modülasyon dayatma konusunda çok daha derinden işlemektedir; orada hüküm süren, meydan okumalarla, sürekli uyarılarla, yarışmalarla ve son derece gülünç grup ya da ekip seanslarıyla işleyen sürekli bir metastaz durumudur bu. Eğer en budalaca televizyon oyun şovları bile o kadar başarı kazanıyorsa, bunun nedeni korporasyondaki durumu büyük bir kesinlikle dışa vurmalarıdır. Fabrika, bireyleri hem kitle içindeki her bir unsuru gözetim altında tutan patronun, hem de kitlesel bir direnişi seferber eden işçi sendikalarının lehine tek bir gövde olarak teşkil ediyordu; oysa korporasyon en sert tavırlı rekabeti ve karşıtlığı sağlıklı bir emülasyon biçimi, bireyleri birbirleriyle karşıtlaştıran ve her birini kat edip ta içlerinden bölen harika bir motivasyon gücü olarak sunmaktadır. “Yeteneğe göre ücret” adı verilen motivasyon prensibi milli eğitimleri kendine çekmekten geri kalmamıştır. Gerçekten de, nasıl korporasyon fabrikanın yerini alıyorsa, “sürekli eğitim” de “okul”un, denetimin sürekliliği ise sınavın yerini almaktadır. Okulu korporasyonun eline teslim etmenin en emin yolu da zaten budur.

Disiplin toplumlarında birey her zaman yeniden, hep yeniden başlamaktadır (okuldan kışlaya, kışladan fabrikaya), oysa denetim toplumlarında kimse herhangi bir şeyi bitirecek durumda değildir –korporasyon, eğitim sistemi, askeri hizmet, hepsi, evrensel bir deformasyon sistemine benzer tek ve aynı modülasyon içinde bir arada var olan metastaz konumları gibidirler. Kendini daha o zamanlardan iki toplumsal oluşum tipi arasındaki odak noktasına yerleştirmiş olan Kafka, “Dava”da hukuki biçimlerin en korkutucusunu tasvir etmişti. Disiplin toplumlarının “görünüşte beraat”i (iki hapis arasındaki hal); ve denetim toplumlarının “sınırsız erteleme”si (sürekli değişim halinde). Bu ikisi, birbirinden çok farklı hukuki yaşam tarzlarıdır ve eğer hukukumuzun bizzat kendisi kriz içindeyse, tereddüt halindeyse bunun nedeni bir tarzı bırakıp ötekine dâhil olmaya gitmemizdir. Disiplin toplumlarının iki kutbu vardır: Bireye işaret eden “imza” ve bireyin bir “kitle” içindeki konumunu işaretleyen sayı ya da idari rakam. Bunun nedeni disiplinlerin hiçbir zaman bu ikisi arasında bir uyumsuzluk görmemesi ve iktidarın hem bireyleştirmesi hem de bir araya massetmesidir. Yani iktidar, üzerinde iktidar icra ettiklerini bir gövde halinde oluşturmakta ve bu gövdenin her üyesinin bireyliğini öbeklemektedir. (Foucault bu ikili yükün kökenini rahibin çobanıl iktidarında –sürü ile hayvanların her biri– görmüştü; ama sivil iktidar da kendi hesabına harekete geçmekte ve başka araçlardan faydalanarak kendini gündelik hayat “rahibi” kılmaktadır.) Oysa denetim toplumlarında, önemli olan artık bir imza ya da sayı değil, bir koddur: Kod bir “şifredir”; öte taraftan disiplin toplumları “parolalar” tarafından düzenlenirler (hem uyum sağlama hem de direniş açısından). Denetimin sayısal dili enformasyona erişimi onaylayan ya da reddeden kodlardan imal edilmiştir. Kendimizi artık kitle/birey çiftiyle uğraşır görmüyoruz. Bireyler bölünür hale gelirken, kitleler örneklemlere, verilere, piyasalara ya da “banka”lara dönüşmüşlerdir. İki toplum arasındaki farkı en iyi ifade eden şey belki de paradır, çünkü disiplin hep altını sayısal standart olarak kilitleyen yığılmış paraya başvurur geriye dönüp; oysa denetim bir standart kurlar toplamınca kurulan bir orana bağlı olarak değişip duran yüzergezer mübadele oranlarına bağlanmaktadır. Eski para midyedir, yani kapatıp-kuşatan bir ortamın hayvanı; oysa denetim toplumlarının hayvanı yılandır. Bir hayvandan diğerine, midyeden yılana geçmişiz. Yalnızca içinde yaşadığımız sistem açısından değil, yaşam tarzlarımız ve başkalarıyla ilişkilerimiz açısından da. Disiplin insanı, sürekli olmayan bir enerji üreticisiydi; denetim insanı ise dalgalıdır, yörüngededir, sürekli bir şebekenin içindedir. “Sörf” her yerde eski bildik “spor”ların yerini almıştır bile.

Her toplum tipiyle bir makina tipi kolayca eşleştirilebilir –makineler belirleyici olduklarından değil, kendilerini üretip kullanabilen toplumsal biçimleri ifade ettikleri için. Eski hükümranlık toplumları basit makineler kullanıyorlardı –kaldıraçlar, bocurgatlar, saatler; yakın zamanların disiplin toplumlarıysa enerjiyle çalışan makinelerle teçhizatlandılar –edilgin entropi, etkin sabotaj riskleriyle birlikte; denetim toplumlarıysa üçüncü türden makinelerle işliyorlar –bilgisayarlarla –ve tıkanma türünden edilgin, korsanlık ya da virüs bulaştırma türünden etkin tehlikelerle. Böyle bir teknolojik evrim, daha da derin bir açıdan, kapitalizmin bir mutasyonu olmalı; daha şimdiden iyi bilinen ya da tanıdık bir mutasyondur bu ve şöyle özetlenebilir: 19. yüzyıl kapitalizmi üretime ve mülkiyete yönelik bir yoğunlaşma, bir konsantrasyon kapitalizmiydi. Bu yüzden fabrikayı bir kapatıp-kuşatma ortamı olarak dikiyordu; kapitalist ise üretim araçlarının sahibiydi, ama giderek, analojiyle kavranabilecek öteki mekânların da sahibine dönüşecekti (işçinin aile evi, okul). Pazarlar ise kâh uzmanlaşmayla, kâh kolonileştirmeyle, kâh üretim maliyetlerini düşürme yoluyla fethedilecekti. Ama şu andaki durumda kapitalizm artık üretimle filan uğraşmamakta, onu sıklıkla Üçüncü Dünya’ya devretmektedir –karmaşık tekstil, metalürji ya da petrol üretimi de dâhil olmak üzere. Bu bir üstün-düzey üretim kapitalizmidir. Artık hammadde satın alıp tamamlanmış ürünler satmamaktadır: Tamamlanmış ürünler satın almakta ve parçalarını monte etmektedir. Satmak istediği şey hizmetlerdir; almak istediği şey ise stoklar. Bu artık üretim için kapitalizm değil, ürün için kapitalizmdir; yani satılmak ve pazarlanmak için olan ürünün kapitalizmi. Bu yüzden, bu kapitalizm dağılımsaldır ve fabrika da yerini korporasyona devreder. Aile, okul, ordu, fabrika ise artık bir mülk sahibine –devlet ya da özel güç– doğru çeken birbirlerinden ayrı ve analojiyle benzeşen mekânlar değildirler. Şimdi artık yalnız stok paylaşımcıları bulunan tek bir korporasyonun –deforme edilebilir ve dönüştürülebilir– kodlanmış figürleridirler. Sanat bile artık kapatıp-kuşatma mekânlarını bırakarak bankanın açık uçlu devrelerine dâhil olmaktadır. Pazar fetihleri ise artık disiplinli eğitimle değil, tarayıcı denetimle, maliyetlerin düşürülmesinden çok mübadele oranlarının sabitleştirilmesiyle, üretimde uzmanlaşmadan çok ürünün dönüştürülmesiyle gerçekleştirilmektedir. Böylece çürüme ve yozlaşma yepyeni bir güç kazanır. Pazarlama, korporasyonun merkezi, hatta “ruhu” olmuştur. Bize korporasyonların bir ruhu olduğu öğretiliyor; bu dünyanın en dehşet verici haberi. Piyasaların işlemleri şimdi artık bir toplumsal denetim aracıdır ve efendilerimizin şerefsiz ekmeğidir. Denetim kısa-vadelidir ve devir adedi hızlıdır; ama aynı zamanda sürekli ve sınırsızdır; oysa disiplin süre bakımından kalıcı, sonsuz ve süreksizdir. İnsan artık kapatılmış insan değildir. Borç içindeki insandır. Kapitalizmin insanlığın, borçlanmak için çok yoksul, kapatmak içinse çok kalabalık dörtte üçünün aşırı sefaletini bir değişmez veri olarak tuttuğu ve sürdürdüğü doğrudur: Denetim sınırların aşınmasıyla ilgilenmemektedir yalnızca; gecekondulardaki ve gettolardaki patlamalarla da uğraşacaktır.

 
3. Program Açısından
Açık bir ortamda ve herhangi bir anda her unsurun konumunu veren (rezervde bir hayvan, korporasyonda bir insan, elektronik bir kemer aracılığıyla) bir denetim mekanizması düşüncesi yalnızca bir bilim kurgu fikri değildir. Félix Guattari şöyle bir kent düşleyebiliyordu: Evinizi, sokağınızı, mahallenizi (bireye ait) elektronik kartınızla bariyerleri aşıp terk edebilirdiniz; ama aynı kart, belli bir gün, ya da belirli birkaç saat için çalışmaz durumda da olabilir; burada önemli olan bariyer değil, her kişinin konumunu –uygun mu uygunsuz mu– düzenleyen ve evrensel bir modülasyonu gerçekleştiren bilgisayardır.

İş başındayken denetim mekanizmalarının sosyal-teknolojik incelenmesi kategorik olmalı ve bunalımları her yerde ilan edilen disipliner kapatım-kuşatım yerlerinin yerine daha şimdiden geçmekte olan yenilikleri anlatmalıdır. Önceki hükümranlık toplumlarından ödünç alınacak eski yöntemlerin geri dönüp ön plana çıkmaları mümkündür –ama zorunlu değişikliklerle. Önemli olan bir şeylerin henüz başlangıcında olmamızdır. “Hapishane sistemi”nde, hiç değilse küçük suçlar için, “yerine geçen” cezalar bulma ve mahkûm edilen kişiyi, belli saatlerde elektronik bir kemer aracılığıyla evinde tutma girişimleri. “Okul sistemi”nde, sürekli denetim biçimleri, sürekli eğitimin okul üzerindeki etkisi, buna bağlı olarak bütün üniversite araştırma faaliyetinin ortadan kaldırılarak, “korporasyon”un bütün okullaşma düzeylerine hâkim kılınması. “Hastane sistemi”nde, hasta insanları tekilleştiren ve risklere maruz bırakan, bunu yaparken hiç de bireyleştirmeye başvurmayacak –şimdiden önerenlerin söylemeye başladıkları gibi–, aksine bireyin ya da sayısal gövdenin yerine denetimde tutulacak “bölünebilir” bir materyalin kodunu yerleştirecek, “doktorsuz ve hastasız” yeni tıp. “Korporasyon sistemi”nde ise: Eski fabrika biçimini kat etmeden para, kâr ve insan dolaştırmanın yeni yolları. Bunlar çok ufak örnekler; ama kurumların bunalımı denince ne anlaşılması gerektiğini daha iyi anlayabilmeyi sağlıyorlar: Yeni bir tahakküm sisteminin ilerleyici ve yaygın kuruluş süreci. En önemli sorulardan biri birlik ve sendikaların etkisizliği ile ilgili olacaktır: Bunlar disiplinlere ve kapatıp-kuşatma mekânlarına karşı verdikleri mücadelenin tarihinin bütününe bağlılar; acaba uyum mu sağlayacaklar yoksa denetim toplumlarına karşı yeni direniş biçimlerine mi bırakacaklar yerlerini? Gelmekte olan, pazarlamanın keyiflerini tehdit edebilecek direniş biçimlerini kaba çizgileriyle daha şimdiden kavrayabilir miyiz? Çok sayıda genç insan “motive” edilmekten gururlanmakta, çıraklık ve sürekli eğitim talep etmektedir. Neye hizmet etmekte olduklarını keşfetmek onlara düşer; disiplinlerin amacını, zorluklarla da olsa, keşfetmiş olan büyükleri gibi. Bir yılanın kıvrımları, bir midyenin yumuşak ipliklerinden bile daha karmaşıktır.

Sociétés de controle L’Autre Journal, 1992, Paris.

March 28, 2011 Posted by | anti-otoriter / anarşizan, sistem karsitligi, somuru / tahakkum | 2 Comments

Pardon Çağı – Derrick Jensen

2011 Mart sayısı 

En az on beş yıldır bu kültürün işlevsel olarak, içsel olarak, sistematik olarak adaletsiz ve sürdürülmesi mümkün olmayan bir kültür olduğunu, yasal yaklaşımlar bu adaletsizlikleri ya da sürdürülemezliği belli belirsiz yumuşatırken, bu yaklaşımların asla gerçek anlamda yeterli olmayacağını söylüyorum. Yanılmışım. Yakın zamanlarda kendimi bu  kültürün adaletsizliklerini ve sürdürülemezliğini çözecek türden yasal bir çözümü hayal etme yönünde kışkırttığımt ürden bir düşünce deneyine giriştim. 

Belki biraz ön bilgi vermem gerekir. Bu kültürün temel sorunu, her anlamda şiddet uygulayanların neredeyse hiç sorumluluk yüklenmemesi, buna ev içi şiddet ve tecavüzden (hapiste sadece bir gece geçiren tecavüzcü oranı %6) çevreye karşı hükümet sponsorluğunda işlenen şiddet eylemleri, savaş suçları ve kitlesel suçları da katabiliriz.  Pek de komik olmayan bir bilmece ne demek istediğimi anlatacaktır.Soru: İki eyalet, büyük bir şirket , 40 ton zehir ve en az 8 bin ölü insanı çarpınca sonuç  ne olur? Cevap: Tam ücret artı faiz ile elde edilen mis gibi bir emeklilik ( Union Carbide CEO’su Warren Anderson). Gezegeni yıkıp geçiren insanların gerçekten bir bedel filan ödemediğini farkeden tek kişi ben değilim. BP CEO’su Tony Hayward’a ne oldu?, bu adam  diğer insanlarla beraber devasa Deepwater Horizon petrol akıntısından sorumlu tutulmalı. Adam 1,6 milyon dolarlık bir ihbar tazminatıyla görevinden çıkarıldı, ayrıca yıllık emekli maaşı da 1 milyon dolar civarında (BP hisselerinin çoğu da onun elinde). Bazı cesur insanlar, cesaretle, azıcık da olsa minicik de olsa, öhhö, nezaketle acaba ihbar tazminatı en aza indirilebilir mi diye soracak oldular; ama Hayward’ın başını mızrak ucuna takıp New Orleans tepelerinde dolaştırmaya niyet eden türden bir kamu davası açıldığını duymadım (ama duyduğuma göre şahsi davalar açılmış).

Bu türden bir sorumluluk duygusu ile ilgili kurduğum hayâl tedbir prensibinin mecburi yasal versiyonunun bir örneği. Tedbir prensibi; eğer bir eylem, veya politikanın halka ya da çevreye zarar verme riski varsa, bu eylemin zararlı olmadığını kanıtlamanın bu eylemi yapmaya niyetli olanlara kaldığını öne sürüyor. Eğer hiç bir zararın söz konusu olmadığını kanıtlayamazlarsa o zaman harekete geçemezler. Bu yüzden, meselâ, Meksika Körfezindeki petrol akıntısının zararlı olmadığını öne sürüyorlarsa ve zararın söz konusu olduğunu gösteren kanıtlar olmasına rağmen sadece sondajı askıya alıyorlarsa, o zaman tersi kanıtlanana dek bu eylemin zararlı olduğunu kabul etmek zorundayız. Aynı mantık sera gazı emisyonları konusunda da uygulanmalı. Aslında, tedbir prensibini mantıklı bir şekilde uyguladığımızda durdurulması gereken binlerce zararlı eylem bulunuyor.

Elbette, tedbir prensibinin hastalıklı bir biçimi kültürümüz tarafından halihazırda uygulanıyor, ama çevreye veya halka hizmet etmek yerine şirketlere hizmet ediyor: gerçek dünyayı koruyan eylemlerin ciddi ciddi planlanmadan önce çıkarlara zarar vermediğinin gösterilmesi gerekiyor.Bugün potansiyel zararlar,genel olarak risk değerlendirmesi adı verilen bir şekilde hesaplanır, burada  zararlı eylemi yapacak olan şirket genelde uzun ve  okunması pek mümkün olmayan bir belge hazırlar, böylece projenin potansiyel riskleri ve ödüllerinin ortaya konmasını engellemiş olur. Bu süreçle  ilgili bir çok sorun var.

Öncelikle, belgeler saçma sapan şeylere dayanıyor, belgelerin kendisi açık açık yanlış (Deepwater Horizon meselesinde bildiride mesela petrol sızıntısının diğer memeliler ve morslara potansiyel etkilerinin ne olacağına dair bilgiler  içeriyordu).İkinci olarak, bu belgeler genelde en az şirketlerdeki benzerleri kadar yozlaşmış bürokratlar ve teknisyenler tarafından onaylanıyor (ve gerçekten de güya birbirine zıt bu varlıklar arasında kayar kapılar var), bu insanlar ya  baskı zoruyla (belgeleri onaylamak ya da  işini kaybetmek arasında kalıyorlar) ya da kontrol ettikleri endüstrilerin üyeleriyle işbirliği sayesinde (ya da alenen yatağa girerek) işi bağlıyorlar.Ama bunların hepsi risk değerlendirmesinin yanında basit kalıyor, değerlendirilen projeler genelde şirketin liderlerine ve hissedarlarına gidiyor, bu arada söz konusu riskler de hem hayvanların hem de insanların sırtına yığılıyor, tabii bu canlılar işler ters gidince ( ve hatta işler iyi gitse bile) acı çekiyorlar. Union Carbide, Bhopal, Hindistan’daki endüstriyel  kimyasal maddeleri işleyen bir fabrikadan para kazanıyor (bu maddelerin çoğu toksik), Bhopal halkı ise her geçen gün fabrikadaki operasyonlar sebebiyle acı çekiyor, fabrika havaya uçtuğunda  ölüyor. BP parasını Meksika Körfezi’ndeki sondajlardan kazanıyor; ama hem körfez hem de insan-hayvan orada yaşayan canlılar bu toksik ve artık bir felaket boyutunu almış sonuçlardan kaynaklı acılar çekiyorlar.

Kaçınılmaz olarak vahşete yol açan gülünç bir sistem bu. Sanki şirket sahiplerinin zar atarsa para kazandığı, atmazsa sizin öldüğünüz türden bir kumarhane gibi. Zar atmaya devam etmelerine şaşmamak lazım. Biz de ölmeye devam ediyoruz.

Ve ayrıca eğer yaşanabilir bir gezegen istiyorsak, o zaman risk değerlendirme  analizimizi değiştirmek zorundayız. Önlem almaya yönelik prensip yönetmeliği önerim şöyle bir şey: eğer birisi bir  politikanın, eylemin ya da ürünün çevreye ya da halka zarar vermeyeceğini öne sürüyorsa ve ardından bu  politikasını eylemini ya da ürününü devreye sokuyorsa, yani bu zarar riskini halka ya da çevreye dayatıyorsa – ve ardından halk ya da çevre zarar görüyorsa, işte o kişi adaletin önüne çıkarılmalı: dava açılmalı, elde ettiği kazançların hepsi kurbanlara teslim edilmeli, sebep olduğu bütün kargaşayı temizlemesi sağlanmalı, söz konusu hasarın ölçüsüne göre uygun bir cezaya çarptırılmalı.

Diğer bir deyişle, ödüller içselleştirildiği gibi, riskler de içselleştirilmeli. Sonuçta bu politikaları, eylemleri ya da ürünleri devreye sokan insanlar gerçeği söylüyorsa ve halka ya da  derin su sondajından, sera gazı emisyonundan, barajlardan ya da toksik kimsayallarında işlenmesinden çevreye yönelik önemli bir risk söz konusu değilse,o zaman kaybedecek bir şeyleri yok demektir, değil mi? Bu tür bir politika bu insanlar ancak yanıldıysa ya da yalan söylüyorsa sorun yaratabilr. Başka insanların yaşamlarını risk altına sokuyorsanız kesinlikle yalan söylememeniz gerekir, ayrıca yanılma olasılığı konusunda da bu kadar cesur olmamak gerekir.

İnsan ve hayvan toplumlarını yok ederek kendilerini zenginleştirenler diğer canlılara empoze ettikleri risklerle orantılı riskleri üstlenebilseler o zaman bu yıkıcı davranışları bir gece içerisinde sona erebilir. Şimdi, sadece CEOlara ve politikacılara uygulanmayıp projeyle alakalı bütün insanlara uygulandığını düşünelim bu durumun, yıkıcı ürünler dizayn eden mühendislerden onlara para ödenmesinin bir yolunu bulan muhasebecilere, onları reklam edip para kazanan pazarlamacılara, ve cebini dolduran bürokratlara kadar herkese uygulandığını düşünün. Bu öneri radikal bir öneri bile sayılmaz.  Önemli bir yasal örnek bulunuyor elimizde: eğer siz ve ben bir bankayı soymak için üçüncü bir kişi tarafından tutulsak ve birisi bizim eylemlerimiz yüzünden ölse, üçümüz de ceza alırız, siz tetikçi olsanız, bense sadece arabayı sürmüş olsam bile.

Şirketlerin sadece bir biçimi olduğu bürokrasilerin en önde gelen işlevlerinden biri, sorumluluğun ortadan kaldırılmasıdır.Ben yanlış bir şey yapmadım! Ben sadece işimi yapıyordum! Sadece trenlerin zamanında çalışmasını sağlıyordum ! Trenlerin ölüm kamplarına gitmesi umrunuzda değil, değil mi?  Eğer ABD Çevre Koruma Organı adına çevresel etki bildirimlerini incelemekle görevli bir kamu çalışanıysanız ve gerçekten derin su sondajının okyanuslara, okyanus yaşamına ya da kıyı topluluklarına yönelik ciddi riskler oluşturduğuna inanıyorsanız bu sondaj teknolojisinin başarısız olduğu zaman (böyle olacağını hepimiz biliyorduk, hatta siz bile), diğer canlıların bu riskten zarar görmesi gibi sizin de bu riskin birazını yüklenmeye istekli olmanız gerekiyor. Peki şuna ne dersiniz: eğer gerçekten inanmıyorsanız, o imzayı atmamalısınız. 

Çeviri: CemC

http://hayvanozgurluguhareketi.wordpress.com/2011/03/26/pardon-cagi/#more-732

March 27, 2011 Posted by | anti-kapitalizm, anti-otoriter / anarşizan, sistem karsitligi | 1 Comment

Newroz, Doğanın Devlete Diz Çöktürmesidir – Ayhan Bilgen

İnsan ve doğa hayatın gerçek özneleridir. Devlet, insan ile doğa arasındaki ilişkiyi bozan, yozlaştıran bir bidattır. Bidat en genel anlamı ile, sonradan çıkmış anlamına gelir. Klasik İslam fıkıhçıları, bidat olarak tanımladıkları şeyleri, iyi bidat ve kötü bidat diye ikiye ayırmışlardır.

Devlet gerçekten nötr bir hizmet aracı olabilseydi, hayatı kolaylaştıran bir nesne olarak ele alınabilirdi. Ne yazık ki insanlık tarihi başka bir tecrübeyi göstermektir. Sonradan ortaya çıkmış, insanlar eliyle oluşturulmuş devlet gücünün kendisi, çok kısa bir süre sonra, insanlığa yönelen bir tehdide dönüşmektedir.

Birlikte yaşamanın gereği olarak ihtiyaç duyulan ilişkilerin, devlet formu ile şekillendirilmesi peşin bir yenilginin kabullenilmesidir.

Newroz yeni bir gün için yeni sayfalar açmakla anlam bulur.

Kimi siyaset bilimciler, insanın içinde yaşadığı iklim ve doğa koşullarının politik belirleyiciliği üzerine tespit ve değerlendirmeler yapmışlardır. Sert ve karasal iklimlerin, sıcak ülkelerin, yüksek dağların egemen olduğu coğrafyaların, engin denizlerin farklı kişilikleri ve farklı yönetim biçimlerini beraberinde getirdiğini iddia etmişlerdir.

Cemre havaya, suya ve nihayet toprağa düştüğünde atmosferdeki değişimin herkes tarafından hissedilmesi ve dikkate alınması gerekir.

Bu değişimi kabullenme konusunda devlet, iktidar hız kaybettiren bir işlev görür. Doğal, yalın haliyle insan içinde yaşadığı doğadan etkilenme ve onu anlama konusunda önemli algı araçlarına sahiptir. Acı duyar, öfkelenir, bıkar, umutlanır, yenilenme ihtiyacını hisseder. Devletlerin de ruhu olduğunu kabul etseniz bile bu ruhun, insan ruhundan daha ince, daha duyarlı, daha az kirlenmiş olduğunu savunan bir düşünüre ben şimdiye kadar rastlamadım.

Doğanın, canlı olduğu konusunda hiç şüphe olmadığı gibi, bir çok dünya görüşü, ruhunun olduğu konusunda da tereddüt göstermemiştir. Doğanın da intikam alma, kucak açma, yeniden doğma gibi bir çok canlılık refleksinin güçlü bir ruha dayandığını kabul etmişlerdir. Doğayla daha iç içe yaşayan, onu daha fazla hissedenler elbette bunu daha kolay görecek ve düşüncelerini davranışlarını bu doğrultuda şekillendirecektir.

Dağlarda doğa ile iç içe yaşayanlar bunu hissetme konusunda modern hayat içinde kendini edilgenleştirenlerden bir adım  önde olurlar. Bu nedenle cezaevleri, yani doğadan yoksun bırakma, özgürlüklerinden alıkoyma, devletlerin egemenliklerini hissettirme, boyun eğdirme yöntemlerinin en önemli aracı olagelmiştir.

Newroz, artık insanlar arası ilişkinin bir belirleyeni olmaktan çok, insanla devlet, devletle doğa arasındaki ilişkinin şekillendiği dönemi ifade etmektedir. Yeni günü anlamak, kabullenmek ve bu doğrultuda hazırlık içinde olmak için devlet sahibi olmak, iktidar gücünü sırtında taşımak sadece bir engeldir.

Bu nedenle barışı, ekolojik düşünce sistematiği içinden savunmak gerekir. İnsanla insanın, insanla doğanın barışını bozan, sömürü ve sınırsız tüketme alışkanlıkları, bu barışın önündeki en önemli engeldir. Elbette devletleri yönettiğini, iktidarlara egemen olduğunu sanan ama aslında onun esiri olduğunu bile fark etmeyen insanlar, bir süre sonra kendi doğal yeteneklerini de kaybederler. Onların en insani duyguları bile bir süre sonra yönettiklerini sandıkları gücün kontrolü altına geçtiğinde, her şeyleri mekanikleşir.

Devletin çıkarları, iktidarın menfaatleri ile toplumların gelecekleri, beklentileri çeliştiğinde kazanacak olan eninde sonunda insana dair olana, en insani olandır. Kendi geleceğine dair karar verebilmektir, kendi dilini konuşabilmektir, gerektiğinde kendini savunabilmektir.

Bu mücadelede doğa devletin değil, yok edilme tehlikesi ile karşı karşıya olan insan ve insani değerlerin yanında olacaktır. Ve hala doğa, dünyanın en güçlü devletlerinde daha güçlüdür. Devletlerin orduları doğanın gücü karşısında çaresizliğe mahkumdur.

Bu inanç ve umutla Newrozu kutluyor, bütün insanlık için yeni bir sayfanın açılmasına vesile olması dileklerimi paylaşmak istiyorum. Yeni günü anlamlandırmak, ancak onu hakkıyla anlamakla mümkündür.

Kaynak: Günlük

March 25, 2011 Posted by | anti-otoriter / anarşizan, ezilenler, isyan, sistem karsitligi, somuru / tahakkum | 4 Comments

TAHAKKÜMÜN TEKNİĞİ – Dilaver Demirağ

 Japonyada meydana gelen deprem aslında teknolojinin ve bilimin bize güvenli, müreffeh bir dünya sunacağı yalanının maskesini sıyırmak bakımından eşsiz bir örnek sundu. Denebilirki Japonya depremi 400 yıllık doğanın insan egemenliğine girmesi gibi safsataları bir kenara sıyırıp atarak modernitenin iflasının ilanı oldu. Modernite temel iddiasını akla dayalı bir dünyanın mümkün olmanın ötesinde gerekli olduğu tespitine dayandırır. İnsanlar akıllarını özgürce kullanarak kendilerine güvenli, özgür ve sefaletin son bulduğu bir dünya inşaa edebilirler. Bunun en önemli ön koşulu ise insanların doğayı bilim ve teknoloji yolu ile denetim altına almasıdır. Yaşanılan büyük çaplı deprem dünyanın en akılcı toplumları arasında sayılan, teknolojik bakımdan bir hayli ileri, deprem güvenliğinin had safhada uygulandığı bir yerde yaşandı. Japonyanın deprem karşısında kurduğu güvenlik şemsiyesi bu kapsamda inşaat teknolojisindeki üstünlüğü dünyaya örnek oluşturuyordu. Ancak görüldüki doğanın o denetlenemez devasa enerjilerine gem vurabilecek hiç bir teknoloji yok ve doğayı zincirleyip de ehlileştirmek nerede ise imkansız. Ancak yaşanan büyük depremler, kasırgalar, tsunamiler, ikim değişimi vb gibi hadiseler bir kez daha ortaya koyduki doğayı boyunduruk altına almak imkansızdır. Bu nedenle aslında gerçek akıllılık doğa ile uyumlu bir hayat yaratmaktır. Bu da adeta babil kulesini andıran binaların olduğu, içinde insani ve doğal herşeyin son bulduğu devasa şehirler inşaa etmemek demektir. Ama bir başka ders daha var, doğadaki nükleer gücü insanın emrine seferber ederek kapitalizmin doymak bilmez üretim ve tüketim açlığına dayanan kalkınma hırsının da olanaksız olduğu ortaya çıktı. Ancak modern medeniyeti benimseyenler doğanın insanlara verdiği mesajı, onun deprem aracılığı ile ilettiği mesajı anlmamakta ısrar edecektir.  
Nükler Enerji; Teşekkürler

Kaç gündür dünyanın yeni bir Çernobilin eşiğine gelmişliğini gözlerimiz açılmış bir halde seyrediyoruz. Japonyadaki Fukişişima nükleer santralında yaşanan reaktör erimesi dünyayı yeni bir nükleer kabusun eşiğine getirdi. Bu süreçle beraber batıdaki sağcı yönetimler eli ile yeniden yükselişe geçen ve başta İran, Libya gibi tiranik ülkelerin de peşinde koştuğu nükleer gücün yeniden yükselen değer haline gelmesi süreci ikinci bir dip yapacağa benziyor.  Nükleer endüstrisinin dev şirketleri Çernobilin yaralarını daha yeni sarmaya başlamışken yaşanan bu ikinci kazanın tekrar dip yapıcı etkisi nedeni ile medya eli ile lobi faaliyetine önem vereceğini, dahası artık şirket lobilerinin elinde oyuncak haline gelen batılı demokrasileri ikna etmek için rüşvet de dahil her olanağı kullanacağı açık. Ama bu durum nükleer lobi için bir kurtuluş sağlar mı bugünden yarına cevap üretmek zor ama üzerinde çalışılan dördüncü nesil rekatörler ile güvenlik düzeyini maksimuma çeviren yeni bir teknik yenilenme ile küllerinden doğamyı umduğu da açık. Zaten bilim denen modern fetişin yeni rahipleri olan uzmanlar sürekli Japonyadaki nükleer felaketin nedeninin 1’inci nesil rekatörler olduğunu belirtiyorlar. Dahası risk karşısında kiltlenen yaşamperver modernlerin aklına girmeye çalışarak “canım uçağa binmek de riskli değil mi, evinizdeki Likit Gaz Tüpünün de patlama riski yok mu gibi sözlerle” riskle yüzleşmeyi hatta riski göğüslemeyi öneriyor.  

Her ne kadar nükleer endüstri üzerinden sıkı bir modern toplum çözümlemesi yapmak olanaklıysa da dahası nükleer endüstri ile tüketim kapitalizmi arasındaki bağlantıları sıkı bir biçimde örmek de iyi olurdu ama bu yazıyı uzatmamak için bunlara değinip geçmeyi bu söylediğim bağlantıları başka bir yazıda ele almayı planlıyorum.

Enerji oburu bir uygarlık olduğumuz açık, bunun nedeni modernleşmenin üretimde patlama denecek kadar eşi görülmemiş bir üretkenlik yaratması. Enerji oburu olununca enerjinizi tek bir kaynağa bağlamanız da zordur, hele ki rekabeti merkeze alan bir sistemde bunu yapmanız ekonomik akılcılık açısından akla ziyandır.  Nitekim şu anda ne denli büyük bir falaket kaynağı olduğunu farkettiğimiz nükleer enerji de, 1970’leri sarsan ve neo-liberal küreselleşme olarak adlandırılacak sürecin önünü açan petrol krizinin bir sonucudur. Kömürle başlayan büyük çaplı endüstriyel üretimin enerji talebini karşılamak bakımından büyük bir kaynak olan petrol, ekonominin başat aktörü haline gelince petrole dayalı ekonomi 1970’lerde petrol arzının ekonomiyi tehdit edebileceği riskini görünce, dışa bağımlılığı azaltmak ve enerji teminini güvenilir kaynaklara dayandırmak adına nükleer enerjiye başvurdu. Ancak daha ilk kazadan, yani Three Mile Island nükleer reaktöründe meydana gelen sızıntıdan itibaren nükleer enerji de sorgulanmaya başlandı, Çernobilde yaşanan patlama ise nükleer enerji için adeta bir nükleer kış etkisi yarattı. Son yıllarda zararlarını yavaş da olsa kapatmaya başlayan nükleer lobi, demokratik olmayan ülkelere yönelmişti. Kaza sonrası bu ülkelerin nükleer kararlığının süreceğini varsaymak zor olmasa gerek. Zaten nükleer enerji de ancak özgürlükle pek barışık olmayan ülkelerle arası iyi olan bir enerji biçimi

Son yıllarda enerji tekelleri enerjinin yetersizliğini gündeme getirerek ölümcül bir teknoloji olduğu çok iyi bilinen Nükleer enerjiyi önümüze tekrar koydu . AKP hükümeti de bu fırsattan istifade ile nükleer dayatmayı hızlandırdı. Türkiye bu belaya bulaşırsa iklim değişimi le parelel gündeme sokulan kuraklık ve çölleşme, nükleerin yanında daha az acı veren bir ölüm olur. Ama belliki hükümet bu sevdaya vurulmuş, nükleer lobinin rantı hükümet başta bir takım çevrelere cazip gelmiş olacak ki bu teknolojinin zararları iyi bilindiği halde bu enerejide israr ediliyor.. Üstelik de fay yakının da santral inşaa edecek denli gözü dönmüşçe bir tutkuyla

Türkiye yaklaşık 10 yıl  önce ciddi bir nükleer dayatmayı turnikeden dönerek atlattı. Ama her bakımdan Özal’ı taklit eden ve iktidarını küresel güçlere dayanarak sürdüren AKP hükümeti, bu kirli mirası sahiplenmede bir beis görmeyerek, nükleer pazarlıkta Türkiye’nin Hayatını iştahı kabarık nükleer şirketlerin önüne pey akçesi olarak sürdü. Oysa Çernobil’in kanseri daha kurumamıştı, hatta bulutlar adam öldürürken ve Karadeniz halkı ölümcül miras altında damgalanmışken Nükleer Ölüm için tekrar davetiye çıkarıldı.

Tabi Tavuk Kümesindeki tilki misali kimi işadamı örgütleri ile kendi nükleer zevkleri uğruna bilimsel erdemi hiçe sayan bilim adamları ve ana akım medyanın bir bölümü , nükleer İktidarın önünde susta durmayı içlerine pek bir güzel sindirdiler. Eh ne de olsa sermaye denen gönül ferman dinlemiyordu.

Ancak bir nükleer karşıtı  olarak en çok komiğime giden de nükleer ölüme, kanser bulutlarına ilişkin her karşı çıkışın ardında petrol lobilerinin olduğunu iddia edecek denli müfteri olan bir takım bilimci kara perensler. Normaldir, bilimsel onurlarını ikbale değişenler her vicdanı satılık sanır, ama bilmelidirler ki kimi vicdanlar asla satın alınamaz.

Neyse değerli satırlarımı  bu bilim ve vicdan karikatürleri ile daha fazla işgale açık kılmak niyetinde değilim.Benim asıl değinmek istediğim Nükleer enerji ile ilgili olarak ülkemizde yapılan tüm tartışmalar da hemen hiç  kimsenin nedense pek değinmediği enerji ve teknoloji ilişkisine ve bu ikiliden yola çıkarak sanayi uygarlığı denen olguya dikkat çekmek..Çünkü Nükleer tahakküm ile modern sanayi uygarlığı arasında kopmaz bir bağ var.

Savaşan Teknoloji: Biri Sivil mi Dedi

Teknoloji konusundaki kuşkucu ve hatta eleştirel yaklaşımıyla tanıdığımız Lewis Mumford, ilk pramidler gibi modern teknolojinin de savaşın rahminde büyüdüğünü ve ondan doğduğunu belirtir. Teknoloji bir Megamakine’dir bu kavramla Mumford gücün seferber edilmesini, tek bir elde toplanarak yoğunlaştırılmasını ve merkezileştirilmesini kasteder ki, nükleer santraller tam da böyle bir yapılanma taşırlar. Teknik olgular bilimin hükümranlığına dayandıklarından, neden ve ne için gibi etik sorular ıskalanarak, nasıl sorusuna yani yapılabilirlik olgusuna yoğunlaşılır. Böylece daha baştan aslında istenilen şeyin toplumsal fayda değil, güç elde etmek, gücü temerküz etmek olduğu ortaya çıkar. Nitekim Mumford Dev Makine kavramını izah ettiği Teknik ve Uygarlık kitabında, Dev Makine’nin (yani Teknik seferberliğin) bir güç temerküzü yani yoğunlaşma olduğuna dikkat çekerek, dev makinenin bir güç kombinasyonu olarak tüm kaynakları bir araya getirdiğini, dil, din, bürokrasi ve kapitalizmi, askeri güç kaynaklarını devasa bir egemenlik için yoğunlaştırdığını belirtir. Nükleer teknoloji de böyledir, nükleer enerjide de askeri güç, sermaye, bilim, devlet iktidarı bir araya toplanır ve böylece insan devre dışı bırakılır. Çünkü teknoloji olarak nükleer güç, militer ve parasal amaçlar için insanın ve doğanın üzerinde olağanüstü bir hakimiyet kurarak geniş anlamda insanın kendi potansiyelini değersizleştirir. Bu nedenle tekniğin gelişimi, insanın gelişimini durdurduğu için özgürlüğün düşmanıdır. Yani nükleer enerji doğası gereği anti-demokratiktir.

Demokrasi temelde müzakere edilebilirlik temelinde oluşmuştur, bu nedenle doğrular ve beceriler üzerinde bir iktidar inşa eden uzmanlaşma ile uyuşmaz. Demokrasi doğası gereği profesyonelliği değil amatörlüğü içerir. Bunun yanı sıra nükleer teknoloji, doğasında savaşçı amaçlar taşıdığı için sivil amaçlar ve demokrasiyle çelişir. Nükleer enerjinin olduğu yerde olağanüstü bir polisiye güvenlik, gizlilik ve denetim dışılık vardır. Bunlar doğası gereği demokrasinin ruhu ile uyuşmaz.

Nitekim Mumford’da “Savaş  Megamakine’nin ruhu ve bedenidir. Dolayısıyla savaş Megamakine’nin kurulumunu ilerletmenin ideal koşuludur Bir Megamakine bir kez vücuda getirildikten sonra, onun programıyla ilgili herhangi bir tenkid, ayrılma onun rutinlerinden herhangi bir kopma, aşağıdan gelen talepler doğrultusunda onun yapısında herhangi bir değişiklik, bütün sistem için bir tehdit teşkil eder” diyerek tekniğin ruhu ile özgürlük olarak demokrasinin ruhunun birbirini dışladığını göstermiş olur. Görüldüğü gibi Nükleer enerji demokratik bir toplumun değil, totaliter bir toplumun tekniğidir.

Ne Kadarı Yeterli?

Andre Gorz kapitalizmle ilgili bir saptama yaparken “Kapitalizm yeterlilik denen şeyi bilmez “der. Marks’da kapitalizmin büyümeye mahkum olduğunu, büyüyemeyen kapitalizmin ölümcül bir hal içinde olacağını söyler. Bu anlamda fazlaya ve biriktirmeye koşullanmış bir düzen olarak kapitalizm de doğası gereği güneş, rüzgar, dalga vb yenilenebilir doğal güçlerden istifade edemez. Çünkü sürekli büyümek durumunda olan kapitalizme bu enerji yetmez. Mevcut enerji talebinin devam etmesi mümkün değildir, çünkü dünya kaynakları bu büyüme temposuna cevap verebilecek halde değildir. Dolayısıyla bu talebe halihazırda dünya elektrik üretiminin yüzde 16’sını karşılayan nükleer santrallerde cevap veremez. Kalkınma ve daha çok üretmek, daha çok tüketmek ve refah gibi değerleri sorgulamadıkça, mevcut tüketim eğilimlerimizi değiştirmedikçe yenilenebilir enerji ile ekolojik bir topluma geçilemez.

Bugün dünyada ki uranyum rezervlerin işletilmesi ve çıkarılması ağırlıklı  olarak üç büyük şirketin elinde yoğunlaşmış durumda. Bu üç şirket mevcut terzervlerin yüzde ellisine yakınını çıkarıyor. Fransız devi AREVA’ya bağlı COGEMA, bu şirket dünya uranyum üretiminin yüzde 20’sini karşılıyor. Onu Kanada kökenli Cameco izliyor bunlarda yüzde 17’lik bir paya sahipler. Onu da yüzde onluk pay ile Energy Resources of Australia izliyor. Yani nükleer enerji bir tekelleşmeyi de beraberinde getirir.

Bu nedenle Amerikalı  Ekolojist Boockhin’nin dediği gibi özgürlükçü bir teknik ancak özgürlükçü bir toplumda varolabilir. Dolayısıyla küresel iktidar odaklarıyla kucak kucağa olmayı seçenlerin ve İktidar Seçkinlerinin nükleeri bu denli sevmeleri son derece anlaşılabilir, çünkü onlar ruhlarını para ve güç şeytanına sattıklarından özgürlük denen şeyden nefret ederler.

Diyeceğim o ki birileri bizleri kanserli bir Güç sevdasının içinde harcamaya niyetlenmiş olabilirler, ama siz siz olun ruhunuzu İktidar ve Sermaye şeytanlarına satmayın. Çünkü bu size kesinlikle kanser olarak geri döner.

March 25, 2011 Posted by | anti-endustriyalizm, anti-kapitalizm, anti-otoriter / anarşizan, antinükleer, sistem karsitligi, somuru / tahakkum | Leave a comment

Demokratik Ekoloji ve Toplum – Hasip GÜN

Demokratik ekolojinin hayat bulduğu ve şekillendiği belli alanlar olduğu bilinmektedir. Bu alanlar daha yerel alanlar olmakla birlikte ekolojinin biyo-bölgecilik yaklaşımı ve demokrasiyi yetkin kılan alanlar olması demokratik-ekolojiyi yorumlama olanağı sunar. Bu açıdan gerek demokratik-ekoloji toplum formu ve gerek yerel yönetimlerden kasaba, köy ve mahallelerde doğrudan demokrasinin gücüyle bir yaşam biçimi geliştirebilir. Bu alanlar aynı zamanda ekolojik hareketin komüncü yaşamın birliklerini olduğu kadar toplumun kültür ve bilinç düzeyini, beşeri bilimlerin kendi varlığını özgürce yönetmesini ve akademik çalışmaların düzeyini yükselten alanlar olma özelliğini kazandığı gibi, özgür ilişki, özgür birey ve grupların sonuç alacağı alanlardır.

Böylesi bir perspektifle özgür toplum, özgür birey ikilemi geliştirilir. Bu da demokrasi ve güçlü sivil toplum, aynı zamanda devletsiz bir zihniyet perspektifi, beraberinde demokratik ekolojik ve cinsiyet özgürlüğü de doğurur. Dolayısıyla tahakkümcü ve hiyerarşiden uzak, demokratik ekolojik toplum her şeyden önce özgürlük düzeyidir. Bu nedenle ekolojik sorunun kökenine inmek kadar, sorunun kökeninde uygarlığın tahakkümcü ve hiyerarşik gelişimini de görmek mümkündür. Çünkü sınıflı toplum, uygarlığın doğayla yarattığı çelişki doğayı ve insanı yok oluş eşiğine getirdi. Bu nedenle doğa ile insan (toplum) arasında bir uyum ya da diyaloğu ertelemez kılmıştır. Özcesi doğa ve toplum arasında yeni bir sözleşme yapılması kaçınılmazdır. Bu yüzden ekolojik bakışta “ötekileştirme” olmadığı gibi insan-doğa diyaloğuna ‘doğanın ve toplumun dilini ve aklını çözme ile başlamalıdır.’ Eğer gerçekten bu dilin özüne ulaşmak isteniyorsa, o zaman hiyerarşik toplum birimlerini aşan bir zihniyet devrimi gereklidir.

Doğa-insan çelişkisi

İnsanın, doğayı sadece yararlanılması gereken cansız bir nesne olarak görüp insanı merkez alan ideoloji, felsefe ve anlayışlar geliştirmesinin ekolojik sorun yarattığı kesindir. Burada “insan her şeyin ölçüsüdür” mantık ve anlayışının, dikta rejimlerin kendilerini ölçü almalarından farkı yoktur. Bu egemen yaklaşım diğer türlerin yok oluşunu getirir. Bu anlamda doğa-insan çelişkisinde birini merkeze alarak diğerini yararcı noktaya düşürmek veya farklılığını anlamamak felakete götürür. Burada devreye konulması gereken ise, ekolojiyi doğanın hiyerarşik izahatından uzak tutmak ve eşit, özgür ilkelere dayalı ekoloji özyönetim, özdisiplini, özdenetimi ve özeylemliliği esas alan bir formasyona kavuşmaktır. Dolayısıyla insani şartlar ve sosyalist olma bilinci yine özgürlük ve eşitlik ilkelerine göre ahlaki bir yaşamı benimsemek, bu ilkeler temelinde insan-doğa merkezli en temel ve dinamik değerleri olduğu gibi ekolojisttir de.

O halde tartışılması gereken eşitliği nasıl ele alacağımızdır. Eşitliği bir hak, adalet olarak mı yoksa farklı bir anlamda mı ele alacağız? Çünkü eşitlik de çeşitliliği aynılaştırma riski taşır. Dolayısıyla eşitliğin yerine farklı kavramlar mı tüketmeliyiz? Örneğin ekoloji hiyerarşik izahatı reddeder. Bazı çevreciler ekoloji ile çevreciliği aynı tutmaktadır. Ancak ikisi temelde farklı şeylerdir. Çevrecilik insanı merkez alan ve doğayı da insanın hizmetine sunan endüstriyel mantığın oluşturduğu bir çevre mühendisliğinden başka bir şey değildir. Ekoloji ise, toplum ve bilim felsefesini öngörür. Ve aynı zamanda toplumsal dönüşüm yasalarını, bilim gücü, yine sanatın estetiğiyle vardır. En belirgin özelliği zihniyet veya düşünce biçimi olarak algılamak daha doğrudur.

Ekolojik toplumda kadın

Mevcut durumda erkek egemenlikli sistemin kadın üzerindeki tahakkümünü sonlandırmakla başlamalı ve buna meydan okumalıdır. Bu zihniyet formuyla başlarken, kadın sorununu kotaya bağlamak ve ona göre dizayn etmek kadın kurtuluş çizgisine ve ekolojik bakıştan uzak bir duruş olduğunu baştan vurgulamak gerekir. Kadın üzerindeki erkek egemenliğe meydan okuma, yeni bir kozmik doğa ve epistemolojik kavrayışla gerçekleştirilir. Hiyerarşik toplum uygarlığı önce erkeğin kadın üzerinde tahakkümü ile başladı ve sonra sınıflı toplum uygarlığı olarak gelişti ve doğanın sömürülmesi, talanı, yıkımı başladı; özcesi ekolojik sorun, erkeğin kadın üzerindeki tahakkümüyle doğdu. Aynı zamanda ekolojik zihniyet ya da devrim ve dönüşümün gelişmesi de, tüm tahakkümcü zihniyetleri ve örgütlerini reddetmekle gelişir. Anlaşılması gereken nokta ise, hiyerarşinin olduğu yerde özgürlükten, eşitlikten ve adaletten bahsedilemeyeceğidir. Dolayısıyla altüst ilişkisine dayalı kategoriler varsa o zaman hiyerarşi ve tahakküm vardır. Tahakküm yalnızca sömürü olmadığı gibi, hiyerarşi de yalnız toplumsal sınıflar değildir. Bu nedenle kadın özgürlüğü ya da kadın kuruluş ideolojisinin can çekişen bir noktada durması kuşkusuz erkek egemenlikli ve hiyerarşik toplum uygarlığının tahakkümcü zihniyetinde kaynaklanmaktadır. Kadın ve erkek sorununu yaratan erkek egemenliğidir. Kadının bakış açısı, ekoloji perspektifini içermek durumundadır. İkisinin ortak düşmanı olduğu gibi hareket noktaları da neoliktir.

Kadınların günümüzdeki kimliği hâlâ aşırı derecede boyun eğmeye ve aşırı derecede sessizliğe bürünme üzerine kuruludur. Feminizm her ne kadar tehdit edici bir rol oynamaya çalışsa da bir muhalefet, iktidar söyleminin dışında bir kimlik mücadelesi verilmektedir. Geriye yine sakin ve iyi hümanist bir sav söylemi oluşturmak kalıyor. Burada iki yönlü kadın portresi çizmek ve ona göre bir kimlik oluşturmak kalıyor. Ya baskıcı Adem’e karşı başkaldıran ve onu terk eden lilith olacak, ya da onun yanında yaşamayı kabul eden, onun çizilmiş politikalarında sürüklenmeye hazır Havva olacak.

Ekoloji-toplum ve devlet

Sorunun düğümlendiği nokta ekolojik bakış açısının devleti nasıl gördüğüdür. Hiç kuşku yok ki, ekoloji-toplum bakış açısı devletsiz düşünebilmeyi ve çalışabilmeyi öngörür. Yani siyaseti, toplumu, devletin dışında birer olgu olarak değerlendirir. Bu demokrasi anlayışında da nitelikli özgürlük açılımıdır. Devlet varlığı demek özgürlüğün ve eşitliğin yokluğu demektir. Her şeyden önce ekolojik bir yaşam devletsiz bir zihniyetle yaşam bulur. Bu perspektif özgür birey, özgür toplum ve aynı zamanda demokratik sivil toplum anlayışını geliştirir. Devlete bulaşmadan demokratik ekolojik topluma ulaşmak aynı zamanda ahlak değer yargılarının çıtasını biraz daha yükseltmek demektir. Bu nedenle devletsiz toplum demokratik, ekolojik, cinsiyet özgürlükçü toplum demektir.

* Bolu F Tipi Cezaevi

Kaynak: Günlük

http://www.dicleuniversitesi.net/ekoloji/820-demokratik-ekoloji-ve-toplum.html

March 23, 2011 Posted by | anti-kapitalizm, anti-otoriter / anarşizan, ekolojist akımlar | 3 Comments

Jean Baudrillard ve Tüketim Toplumu – SİNEM GÜDÜM

Gerçek ihtiyaçlar ile sahte ihtiyaçlar arasındaki ayrımın ortadan kalktığı tüketim toplumunda birey, tüketim mallarını satın almanın ve bunları sergilemenin toplumsal bir ayrıcalık ve prestij getirdiğine inanır. İnsan bu süreçte bir yandan kendini toplumsal olarak diğerlerinden ayırt ettiğine inanırken, bir yandan da tüketim toplumuyla bütünleşir. Dolayısıyla tüketmek birey için bir zorunluluğa dönüşür. İnsani ilişkiler yerini maddelerle ilişkiye bırakır. Artık geçerli ahlâk, tüketim etkinliğinin ta kendisidir. Jean Baudrillard 

————————————————————————————————————————— 

Küreselleşme, hem dünyanın küçülmesine hem de bir bütün olarak dünya bilincinin güçlenmesine işaret eder. Küreselleşen dünya pazarında işletmeler de rekabet koşullarına ayak uydurabilmek için yeni pazarlama stratejileri geliştirmişlerdir.  1914’lü yıllarda Hanry Ford’un öncülüğünü yaptığı ‘seri üretim sistemi’ Fordizm, Post-Modern yaşam biçimiyle değişen tüketici, teknoloji ve piyasaların bir getirisi olarak 1970’lerden itibaren yerini Post-Fordizm’e bırakmıştır. 

Bu yeni akımla paralel giden Post-Modernizm döneminde hem global pazar ekonomisini hem de tüketici kimliğindeki post-modern insanı farklı görürüz. Tüketim toplumu tabiri de işte bu dönemde, özellikle Batı ülkelerinde sanayileşme sonrası ortaya çıkan toplum şeklini tarif etmek için kullanılmıştır. Seri üretimin artmasıyla hızla değişen arz-talep dengesi, üreticileri ve hükümetleri farklı politikalara itmiş, üretilenlerin hızlı tüketilmesini sağlamak maksadıyla türlü yollar denenmeye başlanmıştır.

Bu yolların en önemlileri elbette kitle iletişim vasıtalarıdır. Yazılı ve görüntülü basınla (TV) birlikte son yıllarda bu ikisini de geçeceğe benzeyen internet, tüketim toplumunu yönlendirmede ve manipule etmede kullanılan başlıca kaynaklardır.
Baudrillard’ın belirttiği gibi, artık ihtiyaçlar medya tarafından belirlenmekte, neyin ihtiyaç olduğunu düşünecek zamanı bulamayan tüketici, önüne sunulan alternatiflere ‘evet-hayır’ cevabından birisini verebilecek kadar bir zamanı ancak bularak, şuurlu olmaktan çok, gayri iradî ve şuursuz bir şekilde cevaplar üretmektedir. 

Postmodern tüketici, günlük mutluluk peşinde koşan, anında tatmin isteyen, ihtiyacının tatminini ertelemeyen, gelecek için bugünü feda etmeyen, geçmiş ve geleceği içerecek biçimde denemeyi büyük bir arzuyla isteyen, içerik yerine biçime daha çok ilgi duyabilen, hazcı yanı öne çıkan, kendisini tüketime hazır bir imaj haline getirmiş tüketicidir. Yeni Medya da işte bu tüketicinin taleplerini görmek üzere yapılandırılmıştır. 

Günümüzde milyonlarca insan, internet üzerinden alışveriş etmektedir; giysileri denemeden, parfümleri koklamadan, sebze-meyveyi dokunmadan almaktadır. Tüketim sadece maddesel de değildir üstelik; arkadaş bulmak, sohbet etmek, çeşitli aktivitelere katılmak, hatta evlenmek de internet üzerinden, fazla emek vermeden, kolay ve hızlı bir şekilde yapılabilmektedir. ‘Yeni Medya’ düzeninde her birey başlı başına bir ‘medya kanalı’ olmuştur adeta. Bireylerin, kaç takipçisi olduğu, ürettiği içeriklerin ne kadar paylaşıldığı gibi verilerin ölçümünü yapan http://www.klout.com gibi birçok site vardır. Bu akımı geleneksel medyadan ayıran en önemli özellik de işte burada yatmaktadır.

John Tomlinson, “Kültürel Emperyalizm” isimli kitabında, “Marlboro ve Coca Cola içmek bizim kültürel yazgımız mı?” diye sorgular. Bunu yaparken de Stuart Hall gibi pek çok kuramcının, otantik kültürlerin Batı’nın (özellikle de Amerika’nın) gelişkin kapitalist kültürü tarafından işgal edilerek “popüler” hale getirildiğini savunduklarını hatırlatır (Tomlinson,J. 2010). Zamanımızın en ünlü düşünürlerinden Jean Baudrillard da Batı kültürünün bir dizi simülasyon modeli ya da düzeni olarak gelişmiş olduğu yönündeki meydan okuyucu teziyle dikkat çekmiştir. Ünlü düşünüre göre, reklamların vaad ettiği kişiselleştirici farklar tam tersine kişiler arasındaki gerçek farkları yok ederek kişileri ve ürünleri türdeşleştirir. “Bireyin narsizmi ayrıksılığın hazzı değil, kollektif niteliklerin kırılıp yayılmasıdır.” (Baudrillard, J. Tüketim Toplumu. s.107) Öte yandan gerçek imkânları cılızlaşan ve denetim altında sıkışan beden yüceltilir.

Marlboro reklamlarında işlenen yalnız kovboy ve sigara temaları, Levis reklamında yarı çıplak direkte asılı duran delikanlı ve genç kızın asilikleri ile yarattıkları ‘farklılık’ ne kadar doğrudur? Neyin simulasyonudurlar? Reklamlarda verilen mesajlar kimlerin çizdiği kurallara göre sunulur? Misal vermek gerekirse, sigara içenin ayrıcalıklı olduğu mesajı gerçek hayata dönüp de istatistiklere bakıldığında pek de doğru çıkmamaktadır. Bu durumda reklamın tersine, sigara içmeyenler daha ayrıcalıklı olmalıdır. Aynı şekilde Levis giyip de herkesten farklı olacağını düşünen gençler sokağa çıktıklarında giydikleri markanın ne derecede yaygın olduğunu görmelidirler. Fakat durum nedense böyle olmamaktadır. ‘Şeyleşen’ meta, insanın gözünü mi bağlamıştır? 

Diane Crane, “Moda ve Gündemleri” isimli kitabında, giyimini dert eden herkesin aslında belli bir ölçüde başkalarının da giyimini taklit ettiğine dikkat çeker. Semt pazarlarından alınan ünlü markaların taklitlerine de ‘Bir sınıf atlama isteği’ olarak yorum getirir (Crane,D. 2010). Marka satın almak, bireyin belli bir kimlik oluşturma aracı olurken, kitle kültürünün sürekli beslediği “Tüketim Toplumu”, şirket logolarını üzerlerinde taşıyan insanlar üretmiştir (Willis, 1993). Bu şekilde yaratılan toplumsal standartlaşma sonucu, popüler kültürün, diğer bir adıyla kitle kültürünün belirlediği standart tüketim davranışları toplumu sürekli etkisi altına almaktadır. 

TÜKETİM TOPLUMU KAVRAMI 

 “Tüketim Toplumu” ya da “Kitle Kültürü” daha önce aralarında Frankfurt Okulu yazarlarının da bulunduğu birçok düşünürce eleştirilmişti. Bu düşünürler kendilerini -potansiyel de olsa- bir toplumsal muhalefetin parçası olarak görüyorlardı. İsteği dışında kendi hakikatine yabancılaştırılmış, iktidarca manipüle edilmiş ama yine de bu durumdan kurtulma umudunun var olduğu bir toplum söz konusuydu. 

Rosenau, ‘Post-Modern birey, parçalanmış bir kimliğe karşılık gelir’ der. Kendi temelsizliği üzerine temellendirilen bu özne, ayrık bir kişiliğe ve parçalanmış kimliğe sahip bir “persona” dır. Postmodern özne, paradoksal bir anlam içinde, hem özgürdür hem de özgür değildir: Özgürdür, çünkü olumsal güçler öbeği tarafından belirlenmiş ve biçimlendirilmiştir; özgür değildir, çünkü Adorno’nun söylediği gibi “kendini ‘Ben’ olarak ortaya koyan şey gerçekte bir ön yargıdır.” 

Frankfurt Okulu düşünürlerinden Theodor Adorno, Aydınlanmanın Diyalektiği adlı yapıtında ilk kez kullanılan “Kültür Endüstrisi” kavramının doğuşundan söz ederken ilk önce “Kültür Endüstrisi” yerine “Kitle Kültürü” kavramını kullandıklarını belirtmektedir. 

Adorno, sözü edilen kullanımın popüler sanatın çağdaş biçimi olarak algılanması olasılığına karşı ‘Kültür Endüstrisi’ ile ‘Kitle Kültürü’ arasında bir ayrıma gittiklerini ifade etmektedir. Kültür endüstrisi, eski olanla tanıdık olanı yeni bir nitelikte birleştirirken tüketicileri kendisine uydurmaktadır. Bu bağlamda da “metalaşma”, “şeyleşme” ve “fetişleşme” kavramları öne çıkmaktadır. Benjamin, Adorno ve Marcuse gibi düşünürlerin kitle kültürüne eleştirel bakışına, yirmi birinci yüzyılda kültür endüstrisinin ana sektörlerinden biri olarak yerini alan televizyonun ve reklamların konumu irdelenirken de gereksinim vardır. 

Benjamin’e göre, modern dönemi betimleyen özellikler arasında şunlar vardır: (1) Modern dönemin betimleyici özelliği metaların kitlesel üretimi ve insan ilişkilerinin şeyselleşmiş oluşudur; (2) buna teknolojik değişim neden olmaktadır; (3) bunun sonucu ise, geleneğin ve geleneğe dayanan yaşam tarzının yıkılıp yok olmasıdır; (4) imgeler (imajlar) metalaşmışlar, algılamalarımızın nesneleri olmuşlar, fantazyalarımızın materyalize olmuş biçimlerine dönüşmüşlerdir. Yani, yaşam deneyimlerimiz algılama ve fantazya düzeyinde de değişim göstermişlerdir; (5) imgeler ve nesneler, algılamalarımızın nesnelerine, fantazyalarımızın materyalize olmuş biçimine dönüşüp metalaşmış bulundukları için günümüzde çok önem kazanmışlardır; (6) günümüz yaşamının gerçekliğinin anlaşılmasında, bu nedenle, fantazyaların ve imgelerin tarih ve kültür açısından doğru bir biçimde açıklanması büyük önem taşımaktadır (Aktaran: Oskay, 1981a:4).

BAUDRİLLARD VE YENİ TÜKETİM TOPLUMU

Tamamen bireysel bir bakış açısıyla iktidarı da muhalefeti de eleştirip dışlayan Baudrillard ise yeni tüketim toplumunun artık asıl/kopya, gerçeklik/görünüş gibi karşıtlıklar kurularak açıklanamayacağını, çünkü yabancılaşılan bir insan özünün ve hakikatinin ve buna bağlı olarak hakikati temel alan toplumsal muhalefet biçimlerinin yok olduğunu, bir simülasyona dönüşen gündelik hayatın gönderme yapabileceği dolaysız yaşam biçimlerinin ortadan kalktığını iddia eder. Baudrillard’ı sosyalist görüşten ayıran temel fark budur.

Baudrillard’ın ‘Simulakra ve Simulasyon’ isimli kitabında bahsettiği yalnızlaşan toplumu düşündüğümüzde, bilgi çağıyla yaratılan ‘yapay gerçeklikte’ birey, ‘virtüel ‘avatarı’ ile bütünleşmekte ve kimliğinden uzaklaşmaktadır. Bu yapay gerçeklikte birey, kendi kendisinin kölesi olmuştur. Artık tüm sistem ve düzen değişmiştir.

Dünya düzeninin değişiyor olduğuna dair ilk sinyalleri elbette ki medya vermiştir. Yaklaşık kırk yıl kadar önce, Amerika’da Loud Ailesi ile 1971 yılında başlayan ilk ‘Reality Show’ programıyla artık birey televizyona değil, televizyon onun nasıl yaşadığına bakar olmuştur. Baudrillard, bu bağlamda, ‘Panoptik Gözetleme Sistemi’nden, aktifle pasifin yok edildiği bir caydırma sistemine geçildiğine değinmektedir. Model ve gerçeğin birbirine karıştığı bu “hiper-gerçek dünya” artık bireyi haber yapmaktadır. “Haber sizsiniz, toplumsal sizsiniz, olay sizsiniz…” Yedi ay aralıksız sürdürülen çekimler sonucunda Loud ailesinden geriye kalan ne yazık ki sadece 300 saatlik bir film olmuştur; çift boşanmış, çocuklar ise dağılmıştır. (Baudrillard, J. Simulakrlar ve Simülasyon.1982, s: 53).

Toplumun büyük bir kesimi tarafından ilgiyle izlenen bu tarz ‘Reality Show’larda bireyler kendi kimliklerine en yakın buldukları kişilerle adeta bütünleşerek ‘taraf olma’ ve ‘ötekileştirme’ yaklaşımını göstermişlerdir.

Tüketim Toplumu, bu tarz programlarda da gözlemlenebildiği gibi, radikal bir toplumsal muhalefet yaratamaz. Ancak anomi ya da anomali üretir; amaçsız şiddet, kollektif kaçış davranışları (uyuşturucu, hippiler) yorgunluk, intiharlar, sinir hastalıkları, iç sıkıntısı ve  suçluluk duygusu bu topluma hakimdir…

Büyük ölçüde birbirine benzeyen, televizyon dünyasındaki gibi konuşan, gülen, düşünen, giyinen bireylerden oluştuğu için toplum artık varlığının anlamını bulmaya çalışmaz. Toplumla ilişkisini bir dünya görüşü çerçevesinde temellendirmek isteyen birey tipi büyük ölçüde ortadan kalkmıştır. Televizyonda görünen hayat izleyicisine zorla dayatılan, onun yabancısı olduğu bir hayat değildir. İzleyici televizyonda, zaten yaşadığı ya da en azından özlem duyduğu bir hayatın yansımalarını görmektedir. O, ‘Bihter yüzükleri’ ve ‘Shakira kemeri’ alarak mutsuzluğunu gidermeye çalışacaktır. 

MUTLULUK VE TÜKETİM TOPLUMU

“Eşitlik talep edilene kadar eşitsizlik yoktur!” J. Baudrillard

Mutluluk kavramının ideolojik gücü toplumsal ve tarihsel olarak modern toplumlarda mutluluk söyleminin EŞİTLİK söylemini canlandıran söylem olmasından ileri gelir. Eşitlik söylemi, SANAYİ DEVRİMİ sonrasında üstlendiği politik ve sosyolojik güç ile mutluluk kavramına devredilmiştir. Mutluluk, ‘eşitlik’ olarak ‘lanse edildiğinde’ ve/veya algılandığında ise, bu kavrama ölçülebilirlik katmak ihtiyacı doğar. Tocqueville, ‘Mutluluk, nesneler, göstergeler ve ‘konfor’ aracılığıyla ölçülebilir refahtır!” der. Kanıtlara ihtiyac duymayan ‘içsel mutluluk’ kavramı, tüketim toplumu inanışında hemen dışlanır! Bu idealde mutluluk, öncelikle eşitlik (ya da ayrıcalık) talebidir ve bu yüzden kendini görünür ölçütler bakımından göstermek zorundadır (Baudrillard, J. Tüketim Toplumu. s:52-53)

Bu toplumun dili tüketimin dilidir. “Bireysel ihtiyaçlar ve hazlar bu dile bağlı olarak sözden ibarettir.”( Baudrillard, J. Tüketim Toplumu. s.88) Haz zevk olarak değil ama yurttaşlık görevi olarak kurumsallaşmıştır. Birey etkin bir şekilde kendini tüketmeye hasretmelidir, aksi taktirde toplum dışı kalmak tehlikesiyle karşılaşır. Marjinal konuma düşmek istemeyen her birey çalışma piyasasına uygun bilgi ve beceri birikimini her an yenilemek, “işin içinde olmak”, giyim kuşamından genel kültürüne kadar her şeyine dikkat etmek zorundadır.

 “Tüketmekte ya da tüketmemekte özgür olan savaş öncesinin küçük tasarrufçuların ya da anarşik tüketicilerin artık bu sistemde yapacakları hiçbir şey yoktur.”(Baudrillard, J. Tüketim Toplumu. s.91) 

FARKLI İHTİYAÇLAR VE TÜKETİM TOPLUMU

Tüketim toplumunda ruhun yerini beden almış, tutku dışlanmıştır. Bedenin etrafı sağlık, perhiz, tedavi, arzu gibi söylenlerce kuşatılmıştır. Reklamlar bireyi yatırım nesnesine dönüşen bedenlerini keşfetmeye davet eder. Yeni cinsellik ” ‘işlevsel’ bir konuttaki sıcak ve soğuk renkler oyunu gibi sıcak ve soğuktur(s.161). Erotik olan artık arzuda değil göstergelerdedir. “Kadının bedeni… reklamda görülen diğer cinsiyetsiz ve işlevsel nesnelerin türdeşi olur.” (s.162)

Özneye gelince “artık ne ‘kendi’ ne ‘kendi-özne’ ne de dolayısıyla kendinin başkalaşması, yani kelimenin doğru anlamında yabancılaşma vardır (s.240) Tüketimin oyunculluğu içinde bireysel kimliğin trajikliği yok olur.

Tüketim toplumu kültürü halkın ayağına götürür. Bir çift çorap ya da bir bahçe koltuğu, bir kilo domatesle aynı anda hipermarketten alınabilmektedir (s.124). Kültürel nesneler çamaşır makinasıyla aynı tarzda tüketilmektedir. Bu kültür gerçekten kültür sahibi olanları ve geleneksel kültürün kendi kendini yetiştiren marjinal kahramanını dışlar. Tüketim toplumunun kültürü insanları toplumsal ve mesleki olarak bütünleştirir ve birbirlerine uyumlu hale getirir.

Tüketim toplumunun insanı boş zaman etkinliklerini çalışma alanında hakim olan zorlama ahlakı çerçevesinde gerçekleştirir. “Bronzlaşma saplantısı… güneş altındaki bu zorunlu cimnastik ve çıplaklık ve özellikle de eksiksiz yaşamaya özgü bu gülüş ve bu neşe hepsi birlikte aslında ödev, fedakarlık, çilekeşlik ilkesine adanmanın belirtisidir. ” (s.190-191) Aynı zorlama insanlar arasındaki doğal sıcaklık ve gülümsemenin yerini kurumsal nezaketin ve gülümsemenin almasına yol açar. İçtenliğin yok olmasıyla birlikte “… reklamın yakın, içten, kişisel iletişim tarzlarını taklit ettiği görülür.” (s.197) Bireylerarası ilişkilerde varılan nokta gerçek sıcaklığını kaybetmiş bir diyalog zorlamasıdır.
Tüketim Toplumu neden meydana gelmiştir?
Baudrillard, tüketim toplumunun meydana gelişinin altında yatan sebepleri ortaya koyarken, şunları söylemektedir:

“Tarihte aynı olayların iki defa vuku bulduğu olur. Birincisinde bu olaylar gerçek bir tarihî değere sahipken, ikincisi birincisinin karikatürüdür ve grotesk (garip, acayip, fıtrî olmayan) bir serüvendir; efsane olmuş bir atıftan beslenir.”

Bu tespitin ardından Baudrillard, yitirdiğimiz değerleri, gerçeklerinin yerini tutamayan sunî düzenlemelerle telâfi etmeye çalıştığımızı belirtmektedir. Yeşilini yitiren hayatta yok olan insanlık, şehirlerin göbeğinde oluşturduğu sunî teneffüs borusu misali parklarla vicdanını rahatlatmaktadır. İnsanlık, tarihe karışmış bazı güzellikleri, ritüel biçiminde, zorla yeniden güncelleştirerek tüketmektedir.

Saf ve temiz bir görünüme sahip olmak isteyen her şey karşıtına dönüşmektedir… İktidarlar ancak bir ölüm simulasyonuna baş vurarak gerçek ölümden kaçabileceklerine inanır.” (Baudrillard,J. Simulakrlar ve simulasyon. P:39)

Bu, tüketim toplumunun özelliğidir. Günlük haberlerin acımasız yalancılığı, kitle iletişimi yoluyla bütün felâketlerden yola çıkarak günlük hayatın sadeliğini ve sakinliğini yüceltmektedir. Cinayetler, hırsızlıklar ve tecavüzler her gün haber konusu yapılmakta, bunlardan yola çıkılarak faziletli bir topluma hasret yansıtılmaya çalışılmaktadır.

Tüketim toplumunda yayınlar paradokslarla doludur. Bir yandan asil evlilikler yüceltilirken, diğer yanda “televole” tarzı programlar ile aldatma ve ihanet meşrulaştırılmaktadır. Ailelerin çöktüğü, toplumun felâkete sürüklendiği anlatıldıktan hemen sonra bütün ihanetlerin iç içe girdiği “yalan rüzgârları” estirilip kalan soylu kırıntılar süpürülüp atılmaktadır. Çünkü medya için önemli olan tüketim toplumuna, hızla tüketeceği malzemeyi pompalamaktır. Gâye, sahte ağlamalarla soylu tüketiciyi okşamak, ardından da bedenî hazlara ve doymaz ruhlara yalancı baharlar yaşatmaktır. Yaşatılan baharlarda bir nostalji havası estirilir, erdemler tek tek sıralanırken, hedef, gerçeği yaşanıp bitmiş olayları sembolik olarak tekrar körükleyip tüketim kültürü oluşturmaktır: Tüketim kültürü ya da kültür tüketimi…

Kültürel Yeniden Çevrim (Recycling) veya Tüketilme

Baudrillard “bilgi gelişimi” tabiriyle, bir yeniden çevrimi anlatır. Çünkü günümüzde moda, bilgidir. Enformasyon toplumunun içinde yaşayan her fert, bilgili olmak, gelişmeleri takip etmek zorundadır. Daha doğrusu öyle yapıyor görünmelidir. Yoksa aslında ortada bilgi geliştiren falan yoktur.

Günümüz insanının bilgiye ulaşma çabaları, modayı takip etme gayretiyle aynıdır. İkisinin de yaptırımı içtimaî muvaffakıyet yahut dışlanmadır. Dolayısıyla işimiz, rasyonel bir ilmî birikim süreciyle değil, rasyonel olmayan bütün diğer tüketim süreçleriyle dayanışma içindeki içtimaî yapıyladır.

Yaşadığımız çağda her şey yeniden çevrim sürecinin içindedir. Tabiat, sanat, bilim ve bunun gibi her şey… Tabiat sevgisi, çevreyi koruma çabaları, kirliliğe karşı meydanlarda atılan nutuklar, sanki bütün kötülüklerin müsebbibi kendisi değilmiş gibi, insanoğlunun yaşanmış değerleri sunî olarak yeniden tüketme girişimidir.

Sanat eserlerinin en kıymetlisinden en bayağısına kadar aynı ortamlarda sergilendiği, kıymetsiz olanın kıymetlisine bir zarar vermediği görülür. Nadir sanat eserlerinin kopyalanıp seri olarak üretilmesinde bir mahsur yoktur. Çünkü çevrimde sıra onlara gelmiş, tüketilme zamanı medya tarafından ayarlanmıştır.

Kierkegaard’ın yüz binlerce adet satması, insanların kültür seviyesinin arttığının, onun anlaşılmaya başlandığının göstergesi değildir. Eser kendi özünü büyük ihtimalle kaybetmiş, satın alınan kitapların çoğu medyanın tesiriyle edinilmiş birçoğu da büyük ihtimalle okunmamıştır. Çok satması, sadece çevrim sırasının ona gelmesindendir. Bu çarkın işleyişi nadiren bozulur. Halbuki fikir eserlerinin, cevherin kadrini bilecek azınlık tarafından takip edilmesi belki daha sağlıklıdır. Aksi takdirde eser, kendi referans kodunu kaybedip, harcanma sürecinde, modası gelen bir elbise ya da yeni üretilmiş bir çamaşır makinesiyle aynı semantik alanı paylaşacaktır.

Bilim için de aynı şey söz konusu olmaktadır. İnsanlar ilmî bir dergiyi okumak için aldıkları kanaatindedirler, fakat bir çoğu okunmadan kenarda bekler. Gaye, bir üst kültür seviyesinin paylaşıldığı topluluğa ait olma isteği ve gayretidir. Ortak kodları ve mesajları iletişim maksadıyla kullanabilme isteği, düşünmenin, bilgiyi kullanmanın üstündedir.

En Küçük Ortak Kültür

Televizyon ve radyoların düzenlediği yarışma programlarının aslında hiçbir öğretici yanı yoktur. Katılanların çoğunun heyecandan doğru cevap veremediği, ama yine de mutlu olduğu görülür. Çünkü istediklerini elde etmişlerdir; istedikleri şey paylaşımdır. Paylaşımın modern bir biçimi olan iletişim ve temas hedeflenmiş, o da başarılmıştır. Törenlerle yapılan paylaşımlar günümüzde yerini kitle iletişim araçlarıyla paylaşıma bırakmıştır.

İnsanlar, biyolojik bedenleriyle fiilî olarak bir şeyi paylaşmazlar. Paylaşılan, kitle kültürü olarak adlandırılabilecek en küçük ortak paydadır. Tüketim toplumunda ortalama ferdin sahip olması gereken en küçük standartlar ve moda olan işaretler bütününe ne kadar erişilirse, o kadar başarılı olunmuştur.

Kitle iletişimi, kültürü ve bilgiyi dışlamaktadır. Katılımlar, içi boşaltılmış semboller aracılığıyla gerçekleşir ve hayatın içinde birer merasime dönüştürülerek yüceltilir. Bunda tabiî ki yine yaygın olarak medya kullanılmaktadır.

Medya, tüketicinin davranışlarını yönetir ve insanlara zevkleri hatırlatıp, bu zevklerin nasıl olması gerektiğini öğretir. Reklâmlar, bu konuda ciddî yatırımlar yapılarak geliştirilmekte, insanların eğlenerek ve hoşlanarak seyredeceği şekle sokulmaktadır. Hâlâ “annesinin televizyonunu, margarinini, elektrik süpürgesini kullananlar” dışlanmakta, yeni modeller sunulmaktadır. Alternatiflerin sunuluşu öyle kurnazcadır ki, “alayım mı?” sorusunu sormak aklımıza bile gelmez, “hangisini almayalım?” sorusunu, farkında bile olmadan kendimize sorduğumuzu görürüz.

Reklâmlarda hep “prezentabl” (eli yüzü düzgün, gösterişli) tipler kullanılarak model insan paradigmaları oluşturularak önemli insanların “A” ürününü seçtiği ihsas edilmektedir. Tüketici bu durumda nesnenin faydalılığı ile ilgili soruya değil, nesnenin ona toplumda kazandıracağı statü ile ilgili soruya cevap vermektedir.

Sembollerle kuşatılmış sanal bir dünyada gibiyiz. Mahremiyetin dönüşümünü yaşıyor, kendimize ait bir hayat süremiyoruz. Ferdiyetçiliğin zirvesine çıkma aşkıyla yaşadığımız yılların sonunda en tepeden uçuruma yuvarlanırken, bireyselleşmeyle mahremiyetin farkını çok geç görmenin acısını çekiyoruz. Ne “ben” olarak kalabiliyor ne “biz”e ulaşıyoruz. Başkaları tarafından kurgulanmış bir hayatın figüranlığını yapıp senaryomuzu “öteki”lere yazdırıyoruz. En kötüsü de bunun farkında olmamamız. Öyleyse yapılacak şey nedir? Baudrillard’ın sözleriyle noktalayalım:

“Sistemi başarısızlığa uğratabilen tek şey terörizmdir. Çekilen bir söylevin, ironik bir gülümsemeyle sıfırlanması, kölenin yadsınmayı yadsıyan o bir anlık tavrıyla efendisinin gücünü sıfırlayıp keyfini kaçırması gibi, terörizm de her şeyi tersine çevirdiği sırada, alttakinin bıraktığı izleri silerek onu sıfırlamaktadır… Düş gücünü harekete geçirebilen tek şey terörizmdir.” 

KAYNAKLAR 

Kitaplar

Baudrillard, Jean (1997). Tüketim Toplumu. İstanbul; Ayrıntı Yayınları.

Baudrillard, Jean (1998). Simulakrlar ve Simulasyon. İstanbul: Doğubatı Yayınları

Baudrillard, McLuhan, Foucoult, Chomsky, Postman, Lacan, Zizek (2003). Kadife Karanlık. (Haz: Rigel N, Batus G, Yücedoğan G, Çoban B.) İstanbul; Su Yayınları.

Benjamin, Walter (1990). Benjamin, Baudelaire ve Pasajlar. (çev.: Ahmet Cemal), İstanbul; Argos Yayınları. 28: 50-52.

Crain, Diane. (2010). Moda ve Gündemleri. İstanbul; Ayrıntı Yayınları

Pepitone, A., (2000). Cross Cultural Research, Sage Publication Inc.

Tomlinson, J. (2010). Kültürel Emperyalizm, İstanbul; Ayrıntı Yayınları 

Makaleler ve diğer çalışmalar 

http://www.isguc.org/?p=article&id=17&cilt=5&sayi=1&yil=2003 

http://populerkultur.uzerine.com/

http://www.wikipedia.org/

March 23, 2011 Posted by | anti-kapitalizm, anti-otoriter / anarşizan, somuru / tahakkum, tuketim karsitligi | 5 Comments

Sessiz Devrim – Dr. Steve Best


(Ulusal Evsiz Hayvanlar Günü’nde yapılan bir konuşma)

17 Ağustos , 2002

Bizler hayvanlarla  ilgili, onları temel haklar ve içsel değerlerle donatan , artık onları eşya ya da kaynak olarak görmeyen,  kavramsal değişimlerin tam ortasındayız. Bu durum insan zihninin tarihinde en önde gelen türden evrimsel bir ilerleme, etik gelişimi ve ahlâk toplumunun genişleyip büyümesi anlamında önemli bir aşama.

Ama eski kavramlar zihinlerimizi ve ahlâkımızı  ilkel bir düşünce zindanına zincirlemeye devam ediyor: şu anda hayvanlarla ilgili yasalarımız ve dilimiz eski Roma günlerine, hayvanların, kadınların ve çocukların köle oldukları dönemlere kadar gidiyor. Zaman içerisinde insanlar resmî şekilde özgürleştirildi ama hayvanlar hâlen hapiste; yasaya göre eşya ya da meta olarak tanımlanıyorlar ve insanlar da onların hiç bir sorumluluğu olmayan efendisi, sahibi ya da Tanrıları olarak görülüyor. Eğer bir hayvanın ekonomik ya da “bilimsel” bir işlevi varsa,o zaman insanların yasal olarak hayvanlara istediği şeyi yapmasını engelleyecek hiç bir şey yok demektir. 

Dünyayı anlamak için kullandığımız dil son derece  önemli; bu dil düşüncelerimizi şekillendiriyor, kısıtlıyor; eğer doğayı bir makine gibi tanımlarsak o zaman ona varoluşumuza yabancı şeylerin bir parçası gibi davranırız. Aynı şekilde eğer hayvanlara eşya ve nesne muamelesi yaparsak, o zaman onlara yaşamı olmayan şeyler, sıradan basit metalar ya da kullanıp atılabilir objeler gibi bakmaya doğru meylederiz. Bu tür kavramlara minnet duyan insanlar hayvanları zincire vuruyor, hayvanları gıda, tıbbi ve eğlence kaynakları olarak sömürüyor; ya da mobilyalarını tırmıkladılar diye ötenazi uygulayarak öldürtüyorlar.

Ama hayvanlar ne bir nesne , ne de aptal canlılar; onlar bizimle temel ortak noktaları paylaşan yaşam özneleri: bu ortak noktalar; duygular, zengin bir sosyal dünya ve yaratıcı bir  zekâ. Bu şekilde hak sahibi olmayı hakediyorlar, onlara saygı göstermemizi hak ediyorlar, ve onları herhangi bir şekilde sömürdüğümüz zaman yanlış davranmış oluyoruz.

Değişimin mayası içinde, sessiz bir devrim bütün ülkeye yayılıyor; hayvanları savunanlar şehir kodlarındaki dili değiştiriyorlar, hayvan” sahibi” kelimesi yerine hayvan “koruyucusu” sözcüğünü koyuyorlar.  Eğer Los Angeles’te ya da Rhode Island’da kedi veya köpek lisansı için başvurursanız, artık o hayvanların sahibi değil koruyucusu oluyorsunuz.

Eğer hayvanlar bizim mülkümüz değilse, biz de onların sahibi değiliz. İnsanlar yaşamayan nesnelerin sahibi olabilir, yaşayan öznelerin değil. “Sahip” terimi, bir bağ olması gereken yere uçurum koyuyor; aslında bir ve tek olan bir biyolojik toplumu bölüyor; ve sorumluluk duymak yerine iktidar sahibi olmayı işaret ediyor. Ama koruyuculuk daha geniş bir ahlâki alan içerisinde hayvanların refah ve  iyi olma durumlarına ömür boyu etkin bir şekilde dahil olmaya işaret ediyor.

Koruyucuların hayvanlara yönelik sorumlulukları sadece hayvanlara zarar vermemek değil, ayrıca onlara iyi davranmak- yardımlarına ve  onları kurtarmaya gelmek, onları her türden istismar ve ihmalden kurtarmak, her kafesi açmak. Ölmek için bekleyen kedi ve köpekler; fabrika çiftlikleri ve mezbahalardaki kuş, domuz ve büyük baş hayvanlar; okyanustaki balina ve yunuslar; ve ormanlardaki ayı ve  kurtların hepsi bize muhtaçlar.

Hayvanlar karşılığında ancak bizim el uzatabileceğimiz bir yardım  çığlığıyla ağlıyorlar; bizlere reddedilemeyecek iç parçalayıcı gözlerle bakıyorlar; onlarla olan  ilişkimiz kutsal bir güven ilişkisi, bu ilişki asla bozulmamalı.

İşte bu yakınlık ve dayanışma ruhu içerisinde insan toplumunun bir parçası olan hayvanlarla bir araya geliyoruz; bizimle onlar arasındaki benzerlikler, bütün farklılıklardan ahlâken daha önemli ve daha bağlayıcı; evrimsel bir sürem içerisinde hepimiz tek bir yaşam ailesiyiz.

ABD’de her sene ötenazi metoduyla  milyonlarca evsiz hayvan öldürülüyor; kendi bölgemiz El Paso, Teksas’da geçen yıl 22 bin hayvan “uyutuldu”. 22 bin değerli yaşam. Yani;

Yüreğimize saplanmış 22 bin bıçak darbesi

22 bin gözyaşı

Anlayanlar için 22 bin darbe

Başarısız olduğumuz 22 bin an

Bu gece burada olmamız için 22 bin sebep

Bu gereksiz acı ve  öldürmelere son vermemiz için vermemiz gereken 22 bin söz.

Dostlarımız, arkadaşlarımız, sevdiklerimiz, aile üyelerimiz ve yaşam macerasında ortaklarımız olan hayvanlara  şunu söylüyorum: Ağlayışlarınızı duyuyoruz ve bizler de ağlıyoruz- toplumumuzdaki  herkesten size yardım etmesini, sizin bulunduğunuz bu derde büyük önem vermelerini, kaderimizin sizin kaderinize bağlı olduğunu anlamalarını ve tek tek her bir yurttaşın  bu güzel dünyanın ve onun göz kamaştırıcı yaşam biçimlerinin koruyucuları olmasını istiyoruz.

Çeviri : CemC

http://hayvanozgurluguhareketi.wordpress.com/2011/03/13/sessiz-devrim/#more-627

March 14, 2011 Posted by | anti-otoriter / anarşizan, somuru / tahakkum, türcülük, doğa / hayvan özgürlüğü | 2 Comments

Dr. Steve Best Röportajı – Sol hayvan hakları hareketini niçin küçümsüyor?

Sizce anti-kapitalist Sol ve hayvan hakları hareketi arasında neden bu kadar çok gerginlik var?

Sol hayvan hakları hareketini küçümsüyor; çünkü Sol hem hümanist hem de tür ayrımcısı. Sol politikalar her zaman içni insan haklarıyla ilgilidir.

Hayvan hakları anlamında Sol’un ulaşabildiği en üst etik noktası hayvan refahçılığı, o da aslında hayvanlara işkenceye devam etmek için uydurulmuş bir kılıg, ayrıca endüstrinin etiği. Temiz Kömür gibi bir şey. 

Sol ayrıca hayvan haklarındaki insanları elitist olarak görüyor.  Farklı ırktan insanlar belki biraz haklı olarak hayvan haklarını savunanları ırkçı olarak görmese de bile ırkçılık karşıtı olarak da görmüyor.

Hayvan hakları hareketi ve vegan hareketinde bir beyaz elitizminde söz edebiliriz, buna  şüphe yok.

Hareket ağırlıklı olarak beyaz ve orta sınıf insanlardan oluşuyor. Pahalı ve  içine zulüm bulaşmamış ürünleri savunuyorlar. Ama elbette merkeze ulaşmıyor bu mesaj. Asla farklı ırktan insanları hedef almıyor. Beyaz ve siyah veganlar arasında büyük bir uçurum var. Gerçekten  çok izole bir hareket.

O halde bir dereceye kadar, hayvan haklarına yönelik eleştirilere katılıyor musunuz?

Evet. Benimle ilgili anlamanız gereken şey, benim Soldan yola çıkmış olduğum. Emperyalizme, cuntalara, neoliberalizme ve kapitalin yapılarına bakarak yola çıktım.

Marks ve bütün Sol Darwinci geleneği içselleştirdi. Kesinlikle doğal evrimi ve sosyal evrimi anlıyorlardı. Hayvanlar olarak nasıl evrim geçirdiğimizi ve toplumların tarih boyunca nasıl evrim geçirdiğini anlıyorlardı.

Hatırlayın, Marks Darwin’den  çok etkilendi. Das Kapital: vOlume One’ı Darwin’e adamak istedi. Ama Darwin’den öğrenemediği şey Darwin’in  hayvan kontinyumu içerisinde türlerin devamlılığına yaptığı vurguydu. Bütün hayvanların zengin öznel dünyaları var, kompleks duyguları ve  ilgi çekici zihinleri var. Ancak Sol hayvanları makinelere indirgedi. 

Peki sizce  iki mücadelenin birbirine eklemlendiği yer neresi?

Hayvan haklarını savunanlar insanların ezilmesi ve hayvanların ezilmesi arasındaki bağlantıları kurmuyorlar.

Bağ kurmuyorlar; mesela, tür ayrımcılığı ve ataerkillik, ırkçılık ve tür ayrımcılığı arasında bağ kurmuyorlar. Tür ayrımcılığı ve kapitalizmin bir soykırım yaratmak için nasıl bir arada çalışabileceğini, her yıl sadece yemek için 50 milyar hayvanın küresel bir soykırımla nasıl öldürüldüğünü görmüyorlar.

Bu da çevreyi yıkıma uğratıyor. Yoksul insanlar tarım endüstrileri işe el koyabilsin diye topraklarından sürülüyor.

Bunların hapsi kurulması gereken bağlar, ama iki taraf da bunu yapmıyor.

Ama hayvanları sömürerek kapitalistler bir tüketici talebini yerine getirmiş olmuyorlar mı? Bu talebin sosyalist bir toplumda kaybolacağını düşünmüyorsunuz, değil mi?

Hayır, çünkü insanlar  tür ayrımcısılar.

Eğer bütün bunların nasıl beraber işlediğine bakmak isterseniz, fabrika çiftçiliğine bakabiliriz. Kapitalizmde fabrika çiftçiliği talep yaratan bir endüstri haline geliyor.

Bütün bu et ve süt ürünlerinin reklam edilmesi talebi harekete geçiriyor ve çıkar elde etmek amacıyla talebi doyurmak istiyor, bunu yapmak  için de mümkün olan et etkili teknolojik koşulları kullanıyor.

Yani bu da buradaki esas hedefin hayvanların insancıl şekilde refahlarının korunması olmadığını gösteriyor. Buradaki esas hedef yetkinlik. Kapitalizm Taylorizasyon ve endüstrileştirme yöntemlerini kullanarak hayvanların gıda olarak üretilmesini kitle-mekanize bir boyuta taşıyarak yapıyor.

Bunun sonuçları ne? İnsanların sağlığı yok oluyor: kanser, inme, obezite- dünyanın her yanında on binlerce insan ölüyor her gün.

Sebeplerden biri kesinlikle politik. İnsanlardan yiyecekleri saklayan, çalan, insanlara gitmesi gereken yiyeceklerden para kazanan otoriter rejimlerle alakası var bu durumun.

Ama kaynakların azalması  ile de  ilgisi var.Et yemenin ne kadar etkisiz olduğuyla  ilgili istatistiklere bakabilirsiniz.

Doğrudan topraktan yiyin; hayvanı bu denklemden çıkarın.  Yulaf ve mısırın %89’u büyük baş hayvanlara yediriliyor- insanlar yemiyor. Artık sera gazı emisyonunun en büyük sebebinin ulaşım endüstrisi değil tarım ticareti olduğunu söylüyorlar.

İki hareket sizce birbirinden neler öğrenebilir?

Sol’un hayvan hakları ve vegan hareketten öğrenebileceği şey bence bu son ayrımcılık biçinden, hiyerarşik tahakkümden ve önyargıdan kurtulmak olmalı. Hayat tarzlarına bakıp bu hayat tarzlarını prensipleriyle bir araya getirmeyi öğrenebilirler.

Vegan hareket ,hayat tarzı politikası güdüyor, toplumsal hareket politikası oluşturmaktan uzak. Bu yüzden veganlar toplumsal hareketlere bakıp böyle bir sosyal hareket haline gelmeliler.

Yapılacak çok şey var, veganizmi toplumsal bir hareket yapmak lazım, bağlantılardan ve adaletten daha çok konuşmak lazım, vegan kekleri filan bırakın. Mutfaklarınızdan çıkın artık !

scavenger.net sitesinden.

Çeviri: CemC

http://hayvanozgurluguhareketi.wordpress.com/2011/03/07/dr-steve-best-roportaji/

March 7, 2011 Posted by | anti-otoriter / anarşizan, türcülük, doğa / hayvan özgürlüğü | Leave a comment

Border Controls and Freedom of Movement in an Age of Climate Chaos

Borders

We are here in Cochabamba partly to participate in the Migration and Climate Change working group. We are involved in the No Border network in the UK and Europe and have worked in solidarity with migrants at European and US-Mexican borders. We would like to take the opportunity of this space, to present our political positions around migration and to invite reflections and discussion with the perspectives that we find here in Bolivia.

Introduction:

Climate change is exacerbating factors which force people to migrate such as lack of access to land and conflict. The tiny proportion who attempt the expensive and dangerous journey, are met with militarised border controls on the journey to ‘Fortress Europe’ or North America. Labelled ‘illegals,’ they are denied basic rights and struggle to live in dignity, whilst becoming scapegoats for a range of social problems. The Global North states’ historical development of capital accumulation, colonialism and carbon emissions, means they have a unique responsibility towards those who are displaced. Only those with the correct papers and commodities are free to move around the world. Those seeking a better life or moving to survive are increasingly denied this option. Failure to cut emissions is tantamount to genocide. Climate Justice means defending the principle of freedom of movement for all. Here we expand on seven main points to explain how the No Borders position can focus the debate on the root causes.

1. NATION STATES CAN NOT SOLVE THE PROBLEM OF CLIMATE CHANGE

In the same way that the straight lines that divide so much of the world were drawn by European statesmen to divide colonial possessions; the infrastructure that makes up a state has been designed and developed by the rich and powerful for the benefit of their own class. All countries are ‘imagined communities,’ members of even the smallest nation never know, meet, or even hear of most of the other people in their country. This imagined community was created as a means to control the poor, to divide working people from their natural allies of other exploited people from across the globe. One of the reasons why we see that the COP process has failed is that at its core lies the inherent contradiction that nation states, who are competing economically, come together to solve the problem of climate change, which would have massive economic implications. Climate change is a symptom of economies which do not distribute wealth and instead need to keep on growing infinitely on a finite planet. To solve the climate crisis we must change the systems of production, consumption and exploitation of both natural resources and people. This also means a rejection of nationalism and the false division between citizens and non-citizens.

2. BORDERS EXIST TO PRESERVE INEQUALITIES

As a result of the hyper-exploitation of people and planet over the last hundred years we have increasingly unequal and therefore precarious societies. The position of gross inequality where 20% of the global population are responsible for 80% of global pollution, is the result of a long history of expropriation and oppression. Border controls can be seen as an attempt to avoid the inevitable consequences of imperialist conquest. Neo-liberal globalisation has continued to perpetuate the inequalities established during the colonial period. At one end of the spectrum we have carbon intensive lifestyles and a celebrity obsessed culture which is completely alienated from its devastating impacts. At the other are all those who struggle daily to live with basic dignity and enough food to eat. Immigration controls are used as a means to control labour and to restrict the ability of all workers to unite internationally. Immigration controls reinforce, spread and normalise racist attitudes by ensuring the existence of an “other”, “aliens”, “foreigners.” By intensifying immigration controls, whether to appease racists and fascists or for other reasons, racism is exacerbated.

3. BORDER CONTROLS ARE LETHAL AND YET INEFFECTIVE

Under global policies of ‘migration management’, borders mean watchtowers and barbed wire, and migrants are reduced to mere quotas. To realise their objectives, the European agency, Frontex – armed and in possession of considerable powers – executes a merciless hunt of migrants in maritime, aerial and terrestrial areas. This only forces people to seek alternative and inevitably more fatal access routes. For this reason there were 1,508 deaths at the EU border were recorded in 2008 alone.1 The EU policy of the “free movement of persons,” within its borders has gone hand in hand with an attempt to build ‘Fortress Europe’; externalising EU borders into Africa and Asia with EU border guards patrolling the Mediterranean, Libya and off the West Coast of Africa. This entire system is overseen by the The International Organisation for Migration, (IOM) a 120 member intra- governmental organisation headed by the USA, that aims to manage migration worldwide for the benefit of capital.

Although it is not widely reported, so called non-lethal technologies on borders exist, for example semi-intelligent fences and unmanned aerial drones. In response to the projected displacement from climate change technologies are being developed based on racist assumptions, for example technologies that could target certain racial groups. The very same arms companies are not only profiting from conflicts but are now bidding for border policy contracts and internal surveillance mechanisms.

Yet despite this border controls do not work as a barrier but more of a filter, only allowing through those who are deemed useful or profitable and excluding those who are not. They can also be counter-productive to their stated aims as people who would seek to migrate temporarily are kept permanently inside, as we see on the US-Mexico border. People will continue to move whilst conditions remain intolerable. We must fight for freedom to stay while at the same time work towards open borders which allow people to mitigate for themselves the consequences of climate change and capitalism.

4. THE END OF TOLERANCE

In the UK and Europe we have seen a shift away from tolerance and human rights in relation to migration. This has been a gradual process of erosion of civil liberties through the War on Terror and increasingly repressive immigration policies. A new category of people has been developed, an underclass of so called “illegals”. We see enforced destitution, the refusal of any state support, people are prevented from working legally, and live in fear of forced deportation. Far from being a bastion of human rights and dignity, the UK is the only European country to use indefinite imprisonment of asylum seekers and foreign nationals, including children. Terror suspects are held without trial. At the same time we see the rise of far-right political parties, such as the British National Party, who position anti-immigration discourses as the solutions to environmental problems. As the global recession affects the number of low-paid jobs available we see that immigrants are increasingly scape-goated for a range of problems from lack of housing to crime and societal breakdown. All this detracts attention from the real causes; capitalism and unequal social relations.

5. THE CATEGORY OF CLIMATE REFUGEE WILL NOT ADDRESS THE PROBLEM

The debate about immigration in Europe is dominated by right-wing views. Hence there is real fear about the terms of the climate refugee debate. Many fear that to open up the Geneva convention, which still provides at least come protection to political refugees, would risk losing it all together. But there are other important considerations as we attempt to build a political struggle for those displaced by climate change. To claim asylum in the UK or Europe is a demeaning and degrading process. Individualised stories of suffering and persecution must be proved to a very high level and many times are not believed, despite scars, trauma etc. The arguments around climate refugees seem to be following this same path, people are portrayed as helpless victims. Not only does this remove people’s political agency and , but carries the risk of merely appealing to the conscience of those who already accept a high level of degrading treatment for ‘others’ in the name of preserving their national identity.

6. WE MUST FOCUS ON STRUCTURAL CAUSES

We believe that a more empowering way of talking about the issues would focus on the structural causes, in a politicised context of anti-racism, anti-fascism and anti-colonialism. We must talk about people’s situation in terms of imperial relations, free trade agreements and the role of the military. States are already responding to the “threat” of people being displaced by climate change. If we limit ourselves to the discourse of refugees we will never be able to move beyond these divisions of human beings to a more egalitarian distribution of wealth and power. Therefore, we need a strong global movement that recognises the historic role of borders and immigration controls, and fights for truly universal principles of equality and liberty. This is made even more urgent by climate change, but we must not let this current crisis be used as a vehicle for the further entrenchment of repressive authority and exploitation.

7. CREATING POLITICAL SPACE TO IMAGINE A WORLD WITHOUT BORDERS

Until we step outside of constructed national interests we can never create real solutions to climate change. We must reject claims that borders equate to security. Unless we deal with the root causes of climate change, every person on the planet is a potential climate refugee. Rather than campaigning for a further category of people which can then be arbitrarily applied by those in power, we must demand Freedom to Stay and Freedom of Movement for All.

No Borders is an anti-authoritarian position rejecting any border regime which allows for the free flow of capital, whilst limiting the movement of human beings. We support the struggles for the freedom of movement and freedom to stay for all, and an end to the exploitation of people and resources around the world for the benefit of the few. We support the radical climate justice movement which challenges the use of the threat of climate chaos as an excuse for even more harsh migration and social controls. No Borders groups and their allies organise around many concrete campaigns including, camps of radical convergence, direct action to work in solidarity with migrant struggles, resisting immigration prisons and supporting anti-deportation campaigns. We are part of a transnational network of autonomous groups calling for unity between exploited people against the rich and powerful. We imagine a future without migration controls, capitalism or the state, based on the principles of freedom and equality.

People put their bodies in motion, and this motion is a movement. A movement against the borders, against the detention camps, against the world system as it stands. Not a movement of leaders and party campaigns, but of physical crossings and antagonism.

http://ayya2cochabamba.wordpress.com/texts-and-articles/border-controls-and-freedom-of-movement-in-an-age-of-climate-chaos/

March 1, 2011 Posted by | anti-otoriter / anarşizan, sınırlara hayır | Leave a comment

“Vicdanlı” Başbakanla Görüşen Hayvansever Heyetine Açık Mektup

Geçtiğimiz günlerde, Türkiye’deki hayvanların durumunun yasalar nezdinde iyileştirilmesi için bir avuç hayvansever olarak, biz hayvanse­verleri temsilen başbakanla görüştü­ğünüzü basından öğrendim. Habere ait fotoğraf karesine baktığımda İBB Başkanı Kadir Topbaş’ın da yanınız­da, aynı masada yerini almış olduğu­nu gördüm ve hiç şaşırmadım. Yıllar­dan beri başkanı olduğu belediyenin hayvanlara yaptığını destekleyen ve onaylayan, perişan durumdaki, kaşek­tik, korkudan donakalmış hayvanla­rı sokaklardan toplatıp belediyesinin barınaklarına kapattıran, onlara binbir eziyeti, sistematik katliamı, soykırımı, reva gören Kadir Topbaş’la aynı masa­daydınız. Her gün lanet okuduğunuz o adamla vicdan muhasebesi yaptığınız o masada birlikteydi­niz…

Sizler, biz hayvan korumacıları, hayvan hakları savunucu­larını hiçbir şekilde temsil edemezsiniz. Çünkü hayvan nedir; ne çeker; ne yaşar; ne hisseder; biha­bersiniz. Bihaber ol­masaydınız “vicdan” kelimesini kullanır­ken bir kere durup düşünürdünüz. Yıllar boyunca hayvanları “süpürülmesi gere­ken çöp” olarak gö­ren, onları katleden, yaşamaya çalıştıkları sokaklardan ellerin­deki tüm olanakları seferber ederek on­ları süpürmeye uğ­raşan adamlarla aynı masadaydınız. Söz­de onların haklarını korumak için… İBB’nin Hasdal Barınağı’nda boğazla­nan onlarca yavru köpeği nasıl da unu­tup elleri kanlı o adamlarla aynı ma­saya oturabiliyorsunuz? Aaa, unuttum, siz hayvan hakkı koruyordunuz, değil mi? Masabaşında? Kendinizi her türlü pislikten arındırarak, toplumun ger­çekliğinden soyutlayarak ne de güzel koruyorsunuz hayvanları. “Vicdanlı” adamlarla masalara oturup hayvanlar için merhamet dileniyorsunuz. Hay­vanların daha kapsamlıca nasıl kökünü kazırız diye düşünen, fikri neyse zikri de yıllardan beri belli olan o adamlarla birlikte hayvanların haklarını koruya­caksınız, hem de yasayla. Sizde hiç mi mantık kalmadı da giyinip kuşanıp o adamlarla hayvanlar için merhamet di­lenmek için o masaya oturma cüretini gösterebiliyorsunuz? Size o temsil yet­kisini kim verdi? Hayvanlar mı? Yoksa aynı masaya oturmaktan bile imtina ettiğiniz bizler mi? Ne uğruna o adam­larla uzlaşmayı düşünebiliyorsunuz?

Size bu tür bir yetkiyi ne hayvanlar verdi, ne de biz verdik. Ama siz, ken­dinizi soyutladığınız bu toplum içeri­sinde toplumsal duyarlılığınızı cümle aleme göstermek, kanıtlamak için ken­dinize vazife edinip katillerle aynı ma­saya oturuyorsunuz. Riyakâr, reklam kokan, sahte gülümsemenizle hayvan­lar için her şeyin daha iyi olacağını id­dia ediyorsunuz. Aynı masada oturdu­ğunuz başbakanın da meğer ne kadar vicdanlı olduğunu söylüyorsunuz.

O “vicdanlı” adamın yönettiği devle­tin sınırları içerisinde her gün kadına şiddet, taciz, tecavüz uygulanıyor; ga­riban hayvanlar binbir eziyetle sokak­lardan toplanarak barınaklara hapsedi­liyor, buralarda katlediliyorlar, kesilip biçiliyorlar; seks işçiliğine zorlanan travestiler/transseksüeller nefret cina­yetine kurban gidiyor; anayasal hak diye kendilerine bahşedilen hakları kullanıp tepkisini dile getiren öğren­ciler ya da toplumun muhalif grupları gazlanıyor, coplanıyor, 19 yaşındaki bir kadın öğrencinin bebeği düşürü­lüyor eylemdeyken; insanlar sırf etnik kökenlerinden ötürü aşağılanıyor, yer­lerinden yurtlarından edilip sürgüne gönderiliyor, ailesinden insanlar gö­zaltında kaybediliyor; Roman bireyler halen aşağılanıyor, daha iyi bir yaşam kandırmacasıyla yıllardır sürdürdük­leri yaşam tarzlarından vazgeçmeleri isteniyor, yani yok sayılıyorlar; ağ­zını açıp tepkisini dile getiren, sözde demokratik kitle eylemi düzenleyip başka bir düzeni talep edenler yıllarca tutsak ediliyor; bu listeyi daha çoook uzatabilirim. Kendisine “çevrecinin daniskasıyım” diyen o vicdanlı adam ve ekibi, Türkiye’nin dört bir yanın­da HES kurdurtup her tarafta yaşamı işgal ediyor, bitiriyor, yaban hayvan­larını zorla göç ettiriyor, hayatı zin­dan ediyor onlara, ne için? Daha çok para için? Ama bunların hiçbirisi sizi ilgilendirmiyor, değil mi? Vicdanına inandığınız ve hayvanlar için merha­met dilendiğiniz adam, hayvansever­leri “bunlar da köpekleriyle yatıp kal­karlar” diyerek halihazırda toplumsal şiddete maruz kalan hayvana duyarlı kesimi bir de hedef gösteriyor. Ama si­zin umrunuzda olur mu ki? Siz “sosyal sorumluluğunuz”a bakarsınız sadece. Kiminle, hangi masaya oturmuşsunuz, neyin pazarlığını yapmışsınız, hiçbir önemi yok, değil mi? Demek ki kendi­nizi toplumdan ne kadar soyutlamışsı­nız ki bütün bu saydığım hak ihlalleri sizi hiç rahatsız etmi­yor? Sahi, hayvan de­yince aklınıza kedi-köpek mi geliyor sadece? Devletin iz­niyle vurdurtulan ve üzerinden para kaza­nılan yaşlı geyik sizi hiç rahatsız etmiyor mu mesela? Ağzınıza bir parmak bal çalın­ması da sizi rahatsız etmiyor? Aptal yeri­ne konmak? Seçim­lerden sonra istediği­nizi yapacağım diyor o “vicdanlı” adam. Siz de inanıyorsunuz, kabul gördüğünüz, o koskoca (!) Dol­mabahçe Sarayı’nda ağırlandığınız görüş­menizin olumlu geç­tiğini söylüyorsunuz. Hayvanlar bu ülkede yasalarla katledilir­ken halen inanıyorsu­nuz ya, helal olsun diyorum size. Bu kadar kör olabilmek herkesin becere­bileceği bir şey değildir çünkü. Ama siz her gün zihnimize işlenen o acıyla, işkenceyle, aşağılamayla dolu hak ih­lallerinden de rahatsız olmuyorsunuz ki bu durumdan rahatsız olmayan, bu durumları değiştirmek bir yana hak ihlali mağdurlarını oyalamayı bile be­ceremeyen bir diğer “vicdanlı” adamla oturup mutlu, mesut evlerinizde barın­dırdığınız hayvanlarınızın hikayelerini paylaşıyorsunuz.

Toplum hayvanları görmeye taham­mül bile edemezken, devlet bu taham­mülsüzlüğü körükleyerek, yani habire ortaya kuduz senaryoları atarak aha­liyi hayvanlara karşı galeyana getirip “steril toplum”u yaratmaya çalışırken, yine yıllardan beri hayvan konusunda fikrini açıklamış, belli etmiş devlet, yasalarını kullanarak hayvanların kö­künü kazımaya uğraşırken siz hangi hakkı, kimden talep ediyorsunuz? Bir hak ya vardır ya da yoktur, bunun tar­tışmasını kim olarak, hangi sıfatla ya­pıyorsunuz? Hem de hayvanın kökünü kurutmaya and içmiş devletten hay­vanlar için merhamet dilenerek, katil­lerle uzlaşmaya çalışarak?

Hayvan konusuna nerden bulaştınız, hiç bilmiyorum, ama size bir tavsiyem var. Yol yakınken dönün, hayvanla­rı siyasetçilere ve sosyal sorumluluk saçmalıklarınıza meze etmeyin, bıra­kın, sosyal sorumluluk projelerinizi başka alanlara yönlendirin. Hiçkim­senin zorla temsilcisi olmaya çalışma­yın. Hayvanları da bizleri de devletin, toplumun maskarası etmeyin. 5199 çıkarken alkışlamıştınız, bayram et­miştiniz, böylelikle yine devlet bir parmak balı ağzınıza çalmıştı, anlaşı­lan o ki yine ağzınıza bir parmak bal çalınacak. 5199 çıktı da ne oldu? Hay­vanların, yasalar dayanak gösterilerek öldürüldüğü bir sürece girilmiş oldu, kısırlaştırma zorunlu hale geldi, be­lediye barınakları mezbahaya döndü, eskiden belediyeler ulu orta hayvanla­rı zehirlerken şimdi dağa, taşa, bayıra atıyor; kapalı kapılar ardında istediği şekilde öldürüp geçiyor. Bu mu sizin zaferiniz, yere göğe sığdıramadığınız başarılarınız? Biraz “biz ne yapıyoruz, girişimlerimizin sonucu nereye varır” diye düşünün. Hayvanı tanıyana ka­dar da bir zahmet elinizi hayvanlardan çekin, zarar verdiğiniz yeter. Toplum hayvanla birarada yaşamaya bu kadar yabancılaşmışken, onlarla yaşamak istemediğini türlü talihsiz olayla belli etmişken yasa masa diye boşuna hiç uğraşmayın. Çocuk istismarcısı lehine rapor tanzim eden, tacize uğrayan ka­dını karakoldan kovan, yıllardır süren faili meçhul cinayetleri ya da arkasın­da başka güç odakları olduğu apaçık ortada olan suikastleri aydınlatmayan, dava dosyalarının zaman aşımıyla so­nuçlanmasına toplumu seyirci bırakan, töre cinayeti ya da erkek şiddetinden kadını korumayı bile beceremeyen, adalet aramak için adliye – ev arasında mekik dokuyan, yolları aşındıran in­sanları mağdur eden, doğayı çıkardığı yasayla tahrip eden devlet mi hayvanı koruyacak? Katliamı gerçekleştireni bulacak? Göstermelik olarak buldu­ğunda ne olacak? Bunları biraz olsun düşünün. Yakın tarihi de göz önünde bulundurarak biraz analiz yapmayı de­neyin. İyi niyetliyseniz bile katillerle aynı masaya oturup uzlaşmaya çalışa­rak hayvanların içinde bulunduğu zor koşulları daha da beter etmeyin. Ve artık farkına varın, devlet hayvan için gerçekten kılını kıpırdatmaz, “kıpır­datmış gibi yaptığı” zaman da infiale kapılmış olan sizleri susturmak, hay­vanlara çektirdiklerini sizlere unut­turmak için yerinden kıpırdar. Sonra hayvanlar yine aynı acıyla yaşamaya devam eder.

Kuduz Köpek

March 1, 2011 Posted by | anti-otoriter / anarşizan, ekoloji, ezilenler, sistem karsitligi, somuru / tahakkum, türcülük, doğa / hayvan özgürlüğü | Leave a comment

Stop Consuming! Boycott Everything! Renewable Energy: Alternative Consumption and the consumption of alternatives

Here’s a question for all those genetic engineers out there: What do you get if you cross new-age greenie hippies with corporate greed?… 
Biodiesel of course! 
Apparently loads of plants produce oils that the lazy have discovered can be used to save them having to walk or cycle anywhere. Renewable energy is the term used to describe energy sources that haven’t been conclusively shown not to be renewable.

Dr. T. N. B. Kaimal of IICT, Hyderabad, has said that many plants will provide oil, listing a variety of plants that produce it. As many 25 families of plants have been catalogued for their oil richness. As Dr. Kaimal says with respect to castor seed oil: “if 100 million hectares is brought under cultivation we can get castor seeds of 150 million tonnes out of which we can get 50 million tonnes of oil”.

A hundred million hectares is a very large size. Indeed, it is four times the size of the entire United Kingdom. Thus in order to get 50 million tonnes of fuel oil we need to plant the whole of the UK, France, Belgium, Holland and Luxembourg, with no room for anything else! If it was possible to get two crops per year out of this, we would have 100 million tonnes of oil per year. This would provide one third of the USA’s annual imports, ignoring the amount they consume of their own production. This kind of calculation really brings home the scale of our profligate use of earth’s energy.

This level of production, inadequate though it is, would neccessitate a monoculture with an incredibly high input of bioicides and fertilisers. All in all not very green. The proponents of this `solution’ fall into two groups: desperate business leaders and stupid professional environmentalists. It seems very few people are willing to actually change their lazy habits in order to allow life to continue. If you suggest that a small amount of self-discipline is an essential part of any viable solution, you will come up against the full indignant wrath of the human rights lobby.

According to Stanford University’s Paul Ehrlich, humankind has co-opted for its use about 40 per cent of the net primary productivity on the planet — that is, of the energy fixed by photosynthesis each year. The earth is straining to it’s photosynthetic limits just to provide the rich “First World” with all the wasteful packaged crap that the food adulteration industry has foisted upon us, and now the ravaged fields must provide fuel for a billion lazy entities who will do anything rather than use their own energy to get around. (That’s five billion if we are aiming for social justice, but it seems the new age will be just as bad as the old on that score.)

This is by no means a new phenomenon; the idle races have been insinuating themselves into the human genome since before history began. This is just the latest advancement in the process that probably started with the enslavment of the dog and the horse. Paul Shepherd described this latter unfortunate soul as “that domestic animal which, more than any other symbolised and energised the worldwide pastoral débacle of the skinning of the earth… No wonder the horse is the end-of-the-world mount of Vishnu and Christ. As famine, death and pestilence, it was the apocalyptic beast who carried Middle East sky-worship and the sword to thousands of hapless tribal peoples and farmers from India to Mexico.” [1]

Along with hydro-electricty, wind power and tidal energy, plant fuels are the latest attempt by technocracy to stay in business. On the bright side, this does at least show that the corporations are slowly becoming aware that even they will have big problems very soon. All these so-called `solutions’ overlook the fact that energy sources are not the problem. The people who live in the third world — and that is most people — do not have anything like the amount of energy consumption that we do. Their low life expectancy and ill health is due to the fact that all the good land is taken up by western corporations to overfeed us, not because of a lack of televisions or electric toothbrushes. These people are living proof that the power consumption of the rich world is totally unnecessary. All these `renewable’ energy sources are not solutions at all, they are irrelevant to the problem.

The major problem that this planet has today is the incredible capacity a minority of humans has to consume ever increasing quantities of everything. This is the problem, yet it is never addressed; never even recognised. Instead the problem is seen as one of continuing to consume as much as possible; of finding alternative things to consume when the current consumables run out. The green gurus keep parroting out the same old crap about treading lightly on the earth, and their followers keep lapping it all up, sending in their subscriptions, buying the videos, going to the meetings, writing their letters, recycling their ideologies and reciting their platitudes — anything rather than face up to the fact that the party is over and hard times are on the way.

We are running out of slaves. There is a world shortage of slave material and the rich idle West is too deeply habituated to the `good’ life to see that it is time to face up to that reality. Never mind all the other species, we don’t even provide the whole human population with this level of consumption, most of the rest of humanity are slaves of the west too! The clever slave driver will not drive the slaves too hard; they are no use to him dead. We have not even been clever. Now we are scraping the bottom of the barrel. We have used up most of the earth’s available stored energy, and are laying into the latest deliveries. The soon-to-come shift into large scale plundering of this energy will further accellerate the already alarming rate of devastation. That these `solutions’ are being touted as `green’ is the ultimate example of Orwellian doublespeak. These people claim to be looking towards a new future — as indeed they are, with the same rapacious eye that the first colonialists viewed the `new’ world of 500 years ago.

So what is the solution then? All we need to do is to look at the problem: Consumption. It is very, very simple. We must reduce consumption. Now. Not in 2002 when the UN sets some kind of target. Not next year when the government raises some kind of tax a bit. What kind of lifeforms are we who need some kind of financial incentive to save ourselves from oblivion? Are we really so powerless that we can’t stop buying things until the government tells us we have to? Is it really the government’s fault that millions of supposedly free-thinking individuals go shopping in vast depersonalised hypermarkets miles from their homes on new bypasses built specially for that purpose? (an average of 75% of traffic on UK bypasses is local.)

I hear people whinge about how they just don’t have the time, or the local shops are too expensive… or some other feeble excuse. The worst excuse, and the most difficult one to overcome is the one about freedom of choice: “but people have the right to choose…” they whine, “you can’t tell people what to do.” Well, leaving aside their total blindness to the existence of all other life forms, what about the people in other parts of the world, who, to provide land for food to fill these supermarkets and tins to put it in, are forcibly removed from their homes to live in filthy shanty towns watching their children starve or go into prostitution? What about all the families devastated by war fought on their land over resources they will never see or even benefit from; wars to ensure the free flow of oil so that these pathetic mollycoddled perversions of humanity can excersize their `right’ to shop where they choose? Do these people really give a shit about anybody’s rights other than their own?

They claim not to know about all this, they say that they don’t boycott (old example this, sorry!) South African goods because (wait for it, mindless zombie statement no.1) “You can’t boycott everything, can you?”

So they don’t boycott anything!

Brilliant!

Blank smile, blank eyes, blank brain.

And then there are those who do their bit… “I do my bit for the environment.” they say. God, yes, perhaps I should do my bit for my dog, I won’t kick him on Thursday afternoons! They are just a load of pathetic sheep (sheep have been bred to be pathetic over thousands of years… just like a lot of humans) who can’t even be bothered to take responsibility for their own actions. If I buy a tin of food, who is responsible for the open cast mine where the tin was extracted from? Who is responsible for the pesticides used in producing the contents, or the transport infrastructre involved in getting it through the convoluted route from field to me? The government? Bill Gates?

Of course not. I must stop buying these things. I can’t extricate myself from the sick parasitic system overnight — the grip is too tight, real alternatives either don’t exist or are on the way out and very fragile. So this must be my priority. I may seek out those places, co-ops, small grocers etc and support them, find other people and work with them in the hope that we will enhance each other’s efforts. The alternatives may be difficult to get but this is of no relevance, if an alternative exists it is the thing to do, regardless of inconvenience. If no alternative exists this is usually a non-essential item.

(It is said that the main reason that community supported agriculture has not taken off is because the corporations are opposed to it. Could it perhaps be because the vast majority of the population are too apathetic to get up and find out about these things?)

I must stop working for the system, regardless of the personal hardship this may seem to entail. This is a personal thing. There is no set course, we must all find our own and help each other. No leader will be needed, we must take back our self-respect and stop relying on cult figures and green gurus, who are obviously not up to the task. We don’t need any experts to tell us what to do, we pretend that we need them because we don’t really want to do it. 
Stop consuming.

It seems bad, but if we do it, maybe we will start living again.

Footnotes

[1]^ Shepherd, Paul; “A Post-Historic Primitivism” from the collection “The Wilderness Condition” ed. Max Oelschlaeger. Island Press, 1992

February 25, 2011 Posted by | anti-endustriyalizm, anti-kapitalizm, anti-otoriter / anarşizan, tuketim karsitligi | Leave a comment

%d bloggers like this: