ecotopianetwork

HAYVANAT BAHÇELERİ VE DOĞANIN SONU – Dr. Steve Best

Hayvanat bahçeleri,postmodern dünyanın küçük bir sembolü haline geldi.

İnsanların,devlet politikalarının,ve daha birçok şeyin sahte olduğu National Entertaintment State ‘in(ulusal eğlence devletinin) sahte-yalanlarla dolup taşan dünyasında yaşıyoruz.Peki,insanoğlundaki yapay doğa yaratma çabası,hayvanları bu ortamda yaşatma isteği,onları habitatlarından ayırma isteği neden kaynaklanıyor?Gezegenin kapitalist sömürge sistemi,doğal dünyadan geriye çok az şey bırakıyor.Ve hayvanat bahçeleri,yaşam süreçlerinin metalaşmasını,dağılmasını,parçalanmasını içerirken,aynı zamanda Biyoçeşitliliğin yapaylaştırılıp gözler önüne serilmesine neden oluyor.

Toplum ve doğa arasında şimdiye kadar süregelen ilişkiye aykırı olarak,son zamanlarda doğa,’gelişmiş bir yaşam’kavramına eşdeğer olarak görülerek kültüre bağımlı hale gelmiştir.Fakat kültür, evrimi korumak için yeterince gelişmiş değil.Hayvanat bahçeleri,gezegendeki hayata son verilmesinin,hayvan türlerinin yok edilmesinin ve insan gücü patolojisinin kontrolden çıktığının bir göstergesidir.İnsanın,doğal hayat üzerinde hakimiyet kurma arzusunun bir sonucu olarak oluşturulan hayvanat bahçeleri, en başta gelen güç ilişkisi belirtisidir.

Başka bir deyişle:emperyalizm

‘Birçok açıdan,hayvanat bahçesi,Kontrol Çağının içeriğinde bulunan kavramlara örnek oluşturur: keşfetme,hakimiyet kurma,faşizim,gösterişçilik,üstünlük sağlama hırsı,yönetme isteği. David Ehrenfeld, Ethics on the Ark’

Hayvanat bahçesi eğlence yada ‘eğitim’ amaçlı kurulan bir parktır.Ve gezici hayvanat bahçeleri,küçük hayvanat bahçeleri yada yollarda oluşturulan hayvanat bahçelerinden ayırt edilmelidir.Teksas ve Louisiana’daki Tiger Truck Plazas gibi yollarda kurulan hayvanat bahçelerinde kaplanlar,kafeslerinde tutsak olarak yaşıyorlar.American Zoo(amerikan hayvanatbahçesi) ve Aquarium Association (AZA),en iyi hayvanat bahçeleri olarak kabul ediliyor fakat hala,AZA-onaylı birçok hayvanat bahçesinde hayvanlar kötü muamele görüyor.(1998’de EL Paso hayvanat bahçesindeki fil Sissy , şiddete maruz kalmıştı).Dahası,United States Department of Agriculture(USDA) lisanslı 2002’ den fazla hayvanat bahçesinden sadece %10’u AZA tarafından onaylanmış halde… Öncelikle,hayvanat bahçeleriyle, halka açık tutulmayan,içinde geniş türlerin barındığı Tenessee’deki hayvan koruma yerleri arasında belirgin farklar bulunur.Buna rağmen,Horwood’daki ‘Noah’s Land Sanctuary(hayvan koruma evi)’ gibi hayvanat bahçeleri ve hayvanların sergilendiği yerler ‘koruma evi’ olarak kabul ediliyor.Fakat gerçekte,bu yerlerde hayvanlara kötü muhalemede bulunuluyor.Yasalara bağlı olarak işletilen,para tuzağı olarak görülmeyen koruma evlerinin sayısı oldukça az.Günümüz hayvanat bahçelerinin işlevi,türleri korumak olmalıdır.Ama hayvanat bahçeleri ve benzeri yerler her zaman hayvanları hapsetmekte,öldürmekte ve onlar üzerinden ticaret yapmaktadır.Hayvanların eğlence aracı haline getirilmesinin ilk örneklerini-yılanların,fillerin ve diğer hayvanların dinsel amaçlarla yetiştirildiği-Eski Mısır’da görüyoruz.Romalılar leopar,aslan,ayı,fil,antilop,zürefa gibi hayvanları gladyatör gösterilerinde öldürmek için yetiştiriliyordu.Aylarca süren gösteriler sırasında binlerce hayvan katlediliyordu.Kan başlıbaşına eğlence unsuruydu halk için…bunun hayvan yada insan kanı olması fark etmiyordu.1519’da Herando Cortez,zamanının hükümdarı Monte’nin,dinsel törenlerde kurban edilecek hayvanların bakılması amacıyla görkemli bir gösteri mekanı yaptığını duyurmuştu.Zira hayvan gösteri merkezleri yaptırmak,pek çok hükümdar tarafından zenginlik ve statü sembolü olarak görülmekteydi.Batının eğlence anlayışında, hayvanların eğlence-gösteri dünyasında kullanılmak üzere toplanıp bir arada tutulması,bir gelenekti.Çoğunlukla spor,yiyecek amaçlı avlanıyorlardı,dövüştürülüyorlardı yada şiddet içerikli eğlence mekanlarında öldürülüyorlardı.Dale JAmieson’ın ‘Against Zoos’ makalesinde belirtmiş olduğu gibi modern hayvanat bahçeleri 18.Y.Y’da Viyana,Madrid ve Paris’te 19.Y.Y’da ise Londra’da ve Berlin’de kuruldu.İlk Amerikan hayvanat bahçeleri 1870’lerde Philadelphia’da ve Cicinnati’de kuruldu.Randy Malamud,Reading Zoos;Representations of Animals in Captivity adlı kitabında hayvanat bahçelerinin sömürgeci sistemle olan ilişkisinin anlatılmamış hikayesini aktarır bize.Hayvanat bahçeleri,emperyalizm ve içinde barındırdığı ‘zapt etme,egemen olma’ kavramlarıyla özdeşleştirilir bu kitapta.

Kavramları gelişimsel olarak ele alacak olursak:zapt etme,canlılar üzerinde egemenlik kurma,hakimiyet yaratma isteği,beraberinde akıldışı,kötücül uygulamaları da getirdi.Emperyalizmin pazarı olan yabancı alanlarda tutsak tutulan hayvanlar,halkın gösterimine sunulmak için Londra gibi başkentlere götürüldüler.Başka habitatlardan getirilen bu yabancı hayvanlar doğa ve kültür üzerinde hakimiyet kurmayı hedefleyen emperyalist gücü sembolize ediyordu aslen.Kısa zamanda bu hayvanlar,gözde tüketim objesi haline getirildiler. Silahların,devlet gücü ve ihtişamın göstergesi haline gelmesinden bu yana,yabancı(egzotik) hayvan türleri yabancı topraklarda yetkin güç olma ve emperyal fethin sembolleri olarak görülmekteydi.Hayvanlar vahşi doğadan alınıp esir tutulmakta ,doğal yaşam alanlarından ,ailelerinden koparılmakta,habitatlarından uzak iklimlere gönderilmekte,kafeslere hapsedilmekte,çeşitli programlarda araç olarak kullanılmakta ,acılar çektirilmekte ve sürekli olarak insan gözetimi altında tutulmaktaydı.(şimdikinden farksız)Ve sonuç itibariyle,hayvanat bahçeleri,hem devlet hem de türcülük İmparatorluğunun bir uzantısı haline gelmiştir.Malamud şöyle der: Hayvan ve insan gösterileri,ticari ve ekonomik olarak sömürge dinamiklerini entegre eder,türlerin insan gözetiminde tutulmasını sağlamak için gerekli olan güçlerin elde edildiğine dair bir sanrıdır. Marjorie Spiegel ‘in,The Dreaded Comparison: Human and Animal Slavery adlı kitabında belirtildiği gibi,Afrikalı köleler üzerinde hakimiyet kurma modeliyle benzerlik gösteren bu hayvan sömürüsü isteği tamamıyle insanlıkdışı olarak adlandırılmaktadır.Öncelikle,insan kötücül hayvanlar grubuna rahatlıkla dahil edilebilir.Sömürgeciliğin esas sebebi yine insandan başka bir faktör değildir.

Hayvanat bahçeleri hümanizmin çöküşüne sebep oldu.9.y.y.sonlarında ve 20.Y.Y. başlarında insanlar hayvanlarla beraber kafeslerde tutulup gösteri yapmaya zorlanıyorlardı.Irkçılığın ve türcüğün en üst seviyede olduğu durumlardan bazıları Mors,Tartarlar,Hindistanlılar,Asyalılar,Eskimolar,Afrikalılar ve diğerlerinde görüldü,bunlar,farklı yaşamları çok çirkin yöntemlerle halkın gözü önüne sererek,insan yaşamlarının eğlence unsuru haline getirilmesine neden oldular.Gösterilerde tercih edilen insan tipleri daha çok,cüceler,ilginç vücut yapısına sahip insanlar,ilginç görünümlü kadınlar,hastalıklı kişilerdi.İnsancıl yaklaşımlar böylelikle sona doğru yaklaşmış oldu.Günümüzde maalesef bazı sirklerde hala bu tarz uygulamaların yapıldığı biliniyor.

Zaman içinde yol alan ahlaki ilerleme, insanların kafeslerde sergilenmesinin yanlış olduğunu düşündürtmeye başladı insanoğluna…Ve şimdi de umutla, aynı şekilde hayvanat bahçelerinde birer sömürü aracı,ticari nesne olarak tutulan hayvanların haksızlığa uğradıklarının fark edileceği günün gelmesini bekliyoruz.Fakat maalesef şehirlerde,en gözde turistik eğlence yeri olarak görülmeye devam ediyor.Ve bir şehir kesinlikle hayvanat bahçesi olmadan düşünülemiyor.Hayvanların birer ticari mal olarak sergilendiği hayvanat bahçeleri,yaşam kriterlerinin vazgeçilmez bir öğesiymiş gibi görülüyor.Hayvanlar şehir eğlence kaynaklarından biri olarak görülmeye devam etiği sürece ve insan gözetimi altında tutulduğu müddetçe hayvanların içinde bulunduğu ağır koşullar ve hayvan hakları, çoğu politikacı ve birçok insanı ilgilendirmeyecektir.

TÜRLERİN BERLİN DUVARI

‘İnsanlar, güzel bulduğu her şeyi-hayvanları- esiri yapıyor,hapsediyor,daha sonra da onu acılar içinde ölürken görmek için hayvanat bahçesine akın ediyor.’ David Garnett, hayvanat bahçesi görevlisi

Hayvanat bahçeleri ile ilgili söylenebilecek tek olumsuz şey,onların maddi yatırım alanı olarak görülmeleri değil.Bu olumsuzluklara,hayvanların kafesler içinde duvarlar arasında,yalnızlıklarına terk edilerek,geceleri acılar içinde bırakılarak,hastalık kokan yerlerde tutulmaları vb etkenleri de eklememiz mümkün.Hayvanat bahçelerinin bu özellikleri hayvanların psikolojileri üzerinde travmalar yaratıyor.Bu, üzerinde durulması gereken en önemli konuların başında geliyor.Tüm bunların,İnsan aklında her zaman bulunan üstün gelme,türler arasında hiyerarşi yaratma,vahşi yaşamı sonlandırma gibi isteklerin yer almasından kaynaklandığını söyleyebiliriz.Bu, özelikle batı kültürünün vazgeçilmez bir öğesi haline gelmiş durumda.hayvanat bahçeleri,doğal dünya-hayvanlar arasında çizilen bir sınır gibidir.Hayvanat bahçeleri bizi yalnızca özel hayvan türlerinden ayırmakla kalmıyor aynı zamanda biyolojik atalarımızdan (evrimin biyolojik mecerasını birlikte yaşadığımız düşünme yetisine sahip olanlar) ayırır.Sonuç itibariyle duvarlar da ,yaşamı,’biz’ ve ‘ötekiler’ olarak 2ye ayırır.

Hayvanat bahçelerinin varlığı,insan ruhunu ele geçirmeye çalışan bir korku fenomeninden farksızdır.Hapsedilmiş hayvanlara birer eğlence unsuru olarak bakarken,aynı zamanda hayata yabancılaştığımızı da fark ederiz.Onlara bakarken,doğanın tahrib etmeye devam ettğimiz sürece geçmişteki günahlarımızı ve gelecekteki problemlerimizi görür gibi oluruz.

Çocukların hayvanat bahçelerini sevmesi esas tartışma konusu değildir.Asıl rahatsız edici olan genç beyinlerin erken yaşta yanlış düşünmeye başlamasıdır.

Daniel Quinns’in romanı IShmael’de,hümanist ve filozof gorilla arasında geçen bir sokratik dialoğa yer verilir. Gorilla birçok sirkte eğlence kurumlarında esir olarak tutulmaktadır fakat haksızlığa uğradığını düşünüp öfkelenir.Hristiyan kültürünün felsefi öğeleriyle eğitilen insan,antropozentrizimin(insan bilimin) o müthiş paradigması içinde bir köle oluğunun farkına varmaya başlar.

DEZENFORMASYON OKULU

Hayvanat bahçelerindeki tutsaklığa karşı olmanın birçok nedeni var:’Hayvanları,doğadan uzakta yapay bir habitatta,hoş olmayan koşullarda tutuyoruz.Hiçbiri doğal özelliklerini,güçlerini gösterebilecek şartlara sahip değiller.Bu fırsat onlara sunulmuyor.Can sıkıntısı içinde boğuluyorlar.Ve gerçek dünyalarından çok farklı yaşayıp, tüm reellikten uzak kalıyorlar.’ Evan C.young ,Profesör

Hayvan hakları ve hayvanlara uygulanan eziyetlere yönelik olan duyarlılığın artması ve toplumda bu konularda daha fazla bilincin oluşması nedeniyle hayvanat bahçeleri varlıklarını sürdürmek için ve kendilerini haklı çıkarmak adına geçerliliği olmayan uyduruk gerekçeler ileri sürmeye başladılar.

Hayvanat bahçelerinde insanlar yalnIzca zürafa,aslan,fil vb hayvanları görme şansı yakalarlar.Hayvanat bahçelerinin bilgilendirici özelliğinin de olması gerekmektedir.Hayvanat bahçeleri,insanlara,hayvanların da saygı görmesi gereken bir canlı türü olduğunu hatırlatmalıdır.Nesli tükenmiş türlerin belli bir alanda korunması,üremelerine ilişkin çözüm yöntemlerinin konuşulmasına ortam sağlamalıdır.
İnsanoğlunun bitmek bilmeyen sonsuz memnuniyet isteği ve merak etme içgüdüsü,hayvanların doğal habitatlarında rahat bir yaşam sürme hakkını elinden almaktadır.İnsanoğlunun eğlenirken yaşayacağı anlık mutluluk uğruna hayvanların yaşamları boyunca hapsoldukları yerlerde acılara maruz kalmalarını,hiçbir gerekçe haklı çıkaramaz.

İzleyicilerin hayvanat bahçelerinde tanık oldukları hayvan davranışları doğru,gerçek ve doğaldır fakat hayvanat bahçesinin yapaylığı,orada yaşayan hayvanların yaşam biçimini ve düzenini bozmaktadır.İzleyiciler,gözlemledikleri hayvanla ilgili bilgilerle pek ilgilenmezler.Hayvanların beslenme biçimleri doğal yaşantıları hatta adlarıyla ilgili çok kısıtlı bilgiye sahiptir.Hayvanları yalnızca belirli prototiplerle bilirler. Çalışmalar şunu gösteriyor ki:hayvanat bahçesine gidenler hayvanlarla ilgili az bilgiye sahipler yada,bildikleri şeyler yalnızca hayvanların tipik,fiziksel özellikleriyle kısıtlı.(örnek:şirin,komik görünümlü gibi hayvan betimlemeleri).Asıl problem şudur:hayvanat bahçesi ziyaretçileri bilgi yada eğitim değil,eğlence arıyorlar.Ve hayvanat bahçeleri toplumu bu konuda eğitmek için pek ciddi çalışmalar yürütmüyor.Hayvanların gerçek yaşantılarını bize yansıtan Discovery Channel gibi kanallar aracılığıyla,hayvan davranışlarıyla ilgili olarak daha fazla edinilebilir.Geçtiğimiz gün,El Paso hayvanat bahçesini gezerken bir çocuk anne-babasına ‘bu hayvan gerçek mi’ diye sordu.Ve ebeveyn, bu soru karşısında gülmeye başladı.-Aslına bakarsanız bu çok derin bir yanıt bu-.

İnsanların hayvanat bahçesinde gördüğü tek şey:üzgün,yalnız,terkedilmiş,depresif,acı çeken yaralı hayvanlar…Kaplanları,filleri,şempanzeleri değil,onlara ne yapıldığını,nerelere maruz kaldıklarını görüyoruz.Ziyaretçiler hayvanları direk olarak gördüklerini düşünürler ama aslında hayvanat bahçesi kurumunun hiç te sağlıklı olmayan etkileri içinden görüyorlar.Sığınaktaki yada hapisanedeki insanları inceleyerek insan doğası üzerinde çalışmalar yapılabilir.Aynı şekilde hayvanlar da tutsaklığın ve izole edilmesinin yarattığı psikolojik etkiler sonucunda acı çekiyorlar.Doğal yaşamdan,ailelerinden koparıldıkları için,özgürce hareket edemedikleri için,sosyal yaşamdan uzak tutuldukları için hayvanat bahçesindeki hayvanlar çeşitli psikolojik sorunlar yaşamaktadır. Fiziksel olarak ta zorluklar yaşatılmaktadır.Örneğin ,çemberlerden atlamaya,yürümeye,üst platformlardan sarkıtılarak show yapmaya zorlanmaktadırlar.bu aktiviteler,hayvanların sakat kalmalarıyla sonuçlanabiliyor.(mesela şempanzelerde,ağrılar ve organlarında çeşitli rahatsızlıklar oluşur.Bill Travers ve Virginia Mckennna’e göre (Born Free Foundation)hayvanat bahçelerindeki hayvanların % 60’ından fazlası düşünce bulanıklığı ve akıl karışıklığı yaşıyor. Hayvanat bahçelerinin yarısından fazlası hala daha kötü koşullar altında varlığını sürdürmeye devam ediyor.Ülkesindeki en iyi hayvanat bahçelerinden biri olan San Diego hayvanat bahçesi yetkilisinin görüşü şöyle:hayvanat bahçesindeki hayvanlar yetersiz ve kötü besleniyorlar.Yapılan anezteziler sonucunda oluşan ölüm oranları bir hayli yüksek,hayvanların nakil edilmesi süresi boyunca meydana gelen ciddi yaralanma ve ölümler görülüyor.Yamyamlıktan farksız denebilecek davranışlar sergileniyor.Hayvanlar arasında dövüşler görülüyor.Tüm bunlar,çok sayıda hayvanın bir arada tutulmasından doğan kötü sonuçlar.

Hayvanat bahçeleri,hayvanların aslında hiç te orada göründükleri gibi olmadıklarına dair bir içgörü oluşturur.İnsanoğlunun yabancılaşmış doğasına,hayvanları da dahil etmek isteme içgüdüsünün görüntüsüdür bu.Hayvanlarda ,doğal hayatlarından uzaklaştırılıp yeni iklimlerine alıştırılır.Açık alanda yeşil kanatlı büyük Macaus kuşlarını gördüğünüzde neden uçamadıklarını merak edersiniz ve hemen sonra,uçmalarını engellemek amacıyla kanatlarının kesildiğinin fark edersiniz.Birarada 2 fil gördüğünüzde onları çok sevimli bulursunuz fakat daha sonra anlarsınız ki; bu görkemli hayvanlar sürü halinde ve 20şer olarak yaşatılıyorlar.Zaman zaman güzel beyaz bir kaplana rastlarsınız.Aslında türünün gerçeği değildir o.Katarak sorunu,ayak,kalça problemleri yaşadığı için yeterli kamuflaj yeteneğinden yoksun kalıp doğada yaşamını sürdüremeyen türünün benzer örneğidir.Hayvanat bahçeleriyle ilgili değişmeyecek olan tek gerçek şudur:hayvanlar insan emelleri uğruna küçük yaşam alanlarına hapsedilir.Ve birer canlı olarak değil,yalnızca reklam aracı olarak görülüyor.

En iyi hayvanat bahçelerinde bile,karşılaşılan durumlar değişmiyor.Hayvanat bahçeleri bir yandan insanlara,türlerin karşılaştıkları krizi anlamalarına yardımcı olurken bir yandan da hayvanları doğalarından uzaklaştırıp yaşamı kötü hale getirmekte,izleyici-obje aracılığıyla insan-insandışı-ayrımını yaratıp insan dışındaki canlıların kurumsallaşmasına,madde haline getirilmesine yol açar.Örneğin;hayvanat bahçeleri çarpıtılmış fikirleri insanlara edindirmeye çalışır. Bize; hayvanların birer yiyecek,giyecek,deney ve eğlence kaynağı olduğu düşüncesini enjekte etmeye çalışır.Amerika’da her sene 120 milyondan fazla insan hayvanat bahçelerini ziyaret ediyor ve dolayısıyla,hayvanat bahçelerinin vermiş olduğu mesajlar büyük önem taşıyor.İşin en rahatsız edici yönü;çocukların,hayvanat bahçelerinde gülerek,eğlenerek vakit geçirmeleri esnasında bu eğlence anlayışının doğal dünyaya karşı olan duyguları zehirlemesidir.

Söyleşi hikayesi

‘neyazikki hayvanat bahçelerinin büyük bir çoğunluğu gerçek amaçlarından uzaklaştırlar. şöyleşi ve eğitim üzerine çalışmalar yapmak yerine,işin eğlence ve ticari başarı yönüne odaklanır. ‘ Debra Jordan

Günümüzün hayvanat bahçeleri,bazı yasalarla uyumsuzluk gösteriyor.Son birkaç on yıldır hayvanat bahçeleri eğitim,söyleşi,araştırmadan çok eğlence sektörü için çalışmaktadır.Kavramların üstü her zamanki gibi sürekli örtülüyor.Tutsaklık,’koruma altına alma’,eğlence ise ‘eğitim’ olarak adlandırılırıyor.Ve hayvanat bahçeleri ‘söyleşi parkı’ Olarak isimlendirilir.Hayvanat bahçeleri en başta gelen iş sahalarından biri olduğundan ve hayvanlar üzerinde kar yapmayı amaç edindiğinden,eğlence anlayışını benimseyen ilkelerle varlıklarını sürdürmek zorunda.

Hayvanat bahçeleri türlerin,yok olması,habitatlarının ortadan kalkması,ekolojik krizin oluşmasına neden olmasının savunmasını,söyleşi hizmetini sunmasını öne sürmesiyle yapmaktadır.1981’de AZA,söyleşi hakkında toplumu eğitmek ve hayvan nesli tükenmesini önlemek amacıyla ‘Species Survival Plan Program’ (SSP)’i kurdu.

Hayvan üretim programlarından biri olan SSP,kırma kurt,siyah ayaklı dağ gelinciği gibi vahşi türleri en iyi şekilde koruduğunu iddia ederek bununla övünmekte.Hayvanat bahçelerinin söyleşi kimliğini gösteren belgeler biraz kuşku uyandırıcı.Hayvanat bahçeleri,türlerin korunmasında minimal rol oynarlar.Söyleşi kavramının işlevli,çok yönel olması gerekir.Nesil tükenme sorunu azaltmak yerine daha çok,ziyaretçi çekmenin yollarını arıyor.Nesli tükenmiş türlerin sadece % 2’si hayvanat bahçelerinin yetiştirme programlarının bir parçasıdır.Ve yalnızca birkaç hayvanat bahçesi vahşi yaşamı koruma ve yetiştirme programlarına kayıtlı durumdalar.

Yetiştirme(üreme)programları yapan bir tek hayvanat bahçeleri değil.Hayvanat bahçelerinin sahip olduğu ‘söyleşi belgeleri’ genellikle ya yetersiz yada eksik.Aynı zamanda hayvanları habitatlarına yeniden alıştırma konusunda da pek başarılı oldukları söylenemez.(Meksikalı gri kurt örneğinde olduğu gibi).Hayvanat bahçesindeki hayvanlar insan bakımına alışırlar.Ve tek başına yaşam sürdürebilme yetisinden yoksun kalırlar. Hayvanlar,gerçekte korumaya alınmaz.Sonuç olarak şu soruyla karşılaşıyoruz:eğer hayvan neslinin devam etmesini sağlayacak habitatlar yaratmıyorsa,hayvanat bahçelerinin ‘koruma altına alma’ görevini üstlenmesi neden?SSP tarafından yayınlanan reklamda görüldüğü gibi EL Paso hayvanat bahçesinde SSP programı dahilinde,üremelerine izin verilmeyen 2 asya fili var.Ala Grew tarafından yazılan ve önemli belgeleri sunan ‘Animal Underground:Balck Market for Rare And exotic Species’ adlı kitabı,hayvanat bahçeleri hakkındaki küçük pis sırrı ortaya çıkarıyor:
Artakalan türlerden yenilerin çoğaltıyorlar.ve bu hayvanlar Animal Finders Guide gibi kaynaklar ile alıcılar çekiyor. Hayvanat bahçeleri,avcılar,mezbahalar,kürk çiftlikleri,sirkler,petshopların da içinde bulunduğu illegal dünyanın bir parçasıdır.genellikle çoğaltılan hayvanlar tüccarlardan ve hayvan üreticilerinden temin edilir.ilk başta sevimli olarak görülüp hayvanat bahçesine alınan,büyükten sonra ilgi gösterilmediği için şevkate ihtiyacı olan hayvanlar,öldürülmek üzere depolara gönderilir.Bir kısmı deney labaratuarlarında kullanılır.Bir kısmı –et yada konserve haline getirilir,insan hizmetine sunulur.Green’in de yayınlamış olduğu gibi,AZA poliçesi,bu çeşit pazarlamaları yasaklıyor ama biryandan tolere ediyor.Hatta hayvanat bahçesi üyeleriyle irtibat halinde olan avcılara özel hayvanlar üretiyorlar.San Diego vahşi hayvan parkı gibi,dünyanın en iyi hayvanat bahçelerinden birkaçının 1992-1998 tarihleri arasında nesli tükenmiş yada nadir rastlanan binlerce hayvanı tekrar tekrar sattığı iddia edilmişti ve suçlu bulunmuştu.

Eğer hayvanat bahçeleri,türlerin yok olmasını engelleme konusunda başarılı olsaydı hayvan tür sayının artmasını beklerdi fakat aksine düşüyor.Son günlerde American Museum of Natural History(amerikan doğal tarih müzesi) tarafından yapılan bir çalışmanın ortaya koymuş olduğu sonuç dikkat çekici :
‘Açıkça söyleyebiliriz ki hayvanat bahçeleri biyoçeşitliliğin iyileştirilmesi hususunda bir çözüm üretmiyor. Hayvanat bahçelerinin ‘modern eğlence mekanı’ olmadığı bilinmelidir.Hayvanat bahçeleri kapitalizm pazarı hali değildir.

YOKOLUŞ:

‘Toplumun geneli tarafından henüz fark edilmeyen bununla birlikte, hem gezegenin sağlığını hem de insan yaşamını güçlü bir şekilde tehdit eden bir durumla karşı karşıyayız.’
Ellen V.Futter,President of Museum of the Natural History

Doğal yaşantılarını sürdürebilecekleri habitatların sayısı hızlı bir biçimde azalma gösterdi.Türlerin neslinin tükenmesi ve habitatlarının ortadan kalkması daha hızlı gerçekleşir hale geldi.Açgözlülük ve şiddetin sonucu olarak; hayvanlar avlanıyor,hayvanların yaşam alanlarında egemenlik kuruluyor.Türler aracılığıyla ilerleyen,biyoçeşitliliğin oluşturmuş olduğu ‘evrim’ şuanda durgun hale geldi.Ve tüm yaşam formları tersyüz olmuş durumda.Küresel ısınma ve ozon tabakasının incelmesinin yanı sıra,dünya benzerini en son 4.6 milyar yıl önce yaşadığı bir krizle karşı karşıya kalmış durumda.Bazı biyolojistlere göre,birkaç on yıl içinde türlerin 3te 1’i yok olacak.

Hayvanat bahçeleri varlıklarını sürdürme zorunluluklarını öne sürüp,bu krizi,sonuna kadar sömürüyor.Fakat seçim,hayvanat bahçeleri ve kitlesel yokoluş arasında değil,yabanıl hayvanların korundukları yerlerle habitatın korunması arasında yapılmalıdır.Tennesseee Hohohewald’daki Elephant Sanctuary,California’daki Shambala PResever,Washington’daki Lynwood PAws yabanıl hayvan merkezi,hayvanlara en iyi imkanları sunuyor.Fakat en iyi hayvanat bahçeleri bile ana probleme(ekosistem ve habitat tahribatı)geçici çözümler bulmakla yetiniyor.Hayvanat bahçelerinden farklı olarak,gerçek yabanıl hayvan evleri,hayvanların sosyal,fiziksel,psikoloik ihtiyaçlarını karşıyalabilecekleri şekilde yaşamalarına imkan tanıyor.Eğerki hayvanları yapay yaşama alanlarında muhafaza etmek durumundaysak,hayvanat bahçeleri standartlarını yükseltmemiz,koşullarını çok daha iyi bir hale getirmemiz gerekir.Yabanıl hayvan koruma merkezleri,sadece geçici önlemler almakla yetiniyor.Bu da yokoluşu engelleyecek düzeyde olmaktan oldukça uzakta.

Dondurulmuş hayvanat bahçeleri; Hayvan DNAsını sıvı nitrojen içinde koruyan teknikler uyguluyor.Bu teknikte,tekrar klonlama gerçekleştiriyor.Hayvanlar,ekolojik alandaki vahşi yaşam alanları olmadan hayatlarını sürdüremezler.Habitatlar yaratmak,risklidir.Klonlandıktan sonra yapay alanlarda aynı türden çoğaltılan tekno hayvanlar,gerçekten farksız görünerek hayvanat bahçelerinde yer alır fakat doğal davranışlarda bulunmazlar.Çünkü insan tarafından klonlandıkları için,insan davranışlarına benzer davranışlar sergilerler.Bu durumda hayvanat bahçelerinin türlerin yaşamını koruma konusunda yaptıkları kuşku uyandırıyor.Gerçekte hayatta olan hayvan türlerinin bir kısmı,hayvanat bahçelerinde yok olma sürecine giriyor.Hayvanlara orijinal habitatları unutturuluyor.Ve hapis hayatı yaşamaya zorlanıyorlar.Jamiecson’ın düşüncelerini ele alacak olursa ‘birkaç şansız dağ gorillasını küçük bir mekana hapsetmek,nesil tükenmesine engel olmaktan daha mı iyidir gerçekten?’ bunu yaparak,hayvanları hiçe sayıyor gibi olmuyormuyuz.?.Eğer dağ gorillalasının sadece hayvanat bahçelerinde yaşamlarını sürdürebilecekleri doğru ise,kendimize şu soruyu sormalıyız;hayvanların,bizim planladığımız yapay bir çevrede yaşamaları,hiç doğmamış olmalarından daha mi iyidir’ .Hayvanların doğaları ile insanların doğası,sosyalleşmeleri farklıdır.Hayvanların insanlaştırılmaya çalışılması boşuna bir çabadır.

Bu sorunu çözmek için insanların radikal değişimler yapması gerekmektedir.
İlk olarak,dünya nüfusunu azaltmalıyız.Vahşi yaşama müdahale etmeden türlerin ekosistemini bozmadan yaşamamamız lazım.İnsanlar et yemekten vazgeçip sebzeye yönelmeli.Böylelikle yeryüzündeki enerji,kaynak ve alanların korunması gerçekleştirebilir.Hayvan türlerini korumak için çok yönlü Endangered Species Act (nesli tükenmiş hayvanları koruma hareketi)oluşturmamız gerekir.Bu şekilde ancak hayvanları habitatlarında korumaya alabiliriz.Hayvan ve hayvan ürünlerinin ticaretini yapan bütün pazarları, alışveriş yerlerini kapatmalıyız.Tartışmasız şu bir gerçekki.insanoğlu sadece kendisinin çözümleyebileceği bir problem yarattı.Yaratıcı fikirler,çözümler üretmek için gerekli olan enerjiyi kendimizde bulmamız gerekiyor,hem de acil olarak..

Global dengenin değişmesi için değişiklikler yapmaya başladık ve bunu umut vaat edici bir gelişme olarak nitelendirebiliriz.İnsanoğlu şimdi,biraz da olsa dünyayı koruma görevini üstlenmiş halde.Bu da bizim,dünyayı iyileştirmede aktif şekilde rol alabileceğimiz anlamına geliyor.Bunun sonucu olarak;biyoçeşitlilik sağlıklı hale gelecek,türlerin neslinin devamının sağlanabilmesi için çeşitli programlar uygulanabilecek.

Yapay zeka,robotlar,genetik mühendisliği,sibernatik organizmaların sayısı arttıkça,bir zamanlar doğal olan her şey günden güne önemini yitiriyor ve zamanla yokoluyor.Doğal hayat,tekrar düzenleniyor,transforme ediliyor ve teknolojik sistemlere dönüştürülüyor.Ne avcıların olduğu bir dünya istiyoruz ne de hiçbir iyi yanı olmayan teknikdünyayı. Dünya tehlikeli boyuta gelmiş bir sorunla karşı karşıya..,türlerin dünya yüzeyinden silinmeleri artarken,onların hayatta kalmalarını sağlayacak olan yaşam formları azalıyor.Hemen harekete geçmemiz gerekiyor.

Çeviri:Melis

http://www.hayvanozgurlugu.com/news.php?extend.472

Advertisement

June 14, 2010 Posted by | antropoloji, arkeoloji, türcülük, doğa / hayvan özgürlüğü | Leave a comment

DÜNYANIN YEŞİL TARİHİ HÜZNÜN TARİHİDİR – Süleyman Yılmaz

Clive Ponting
Dünyanın Yeşil Tarihi – Çevre ve Uygarlıkların Çöküşü

Çeviren: Ayşe Başcı-Sander
Sabancı Üniversitesi Yayınevi, 2000
Orjinal Basım: A Green History of The World – The Environment and The Collapse of Great Civilizations
Penguin Books, 1991

Dünyanın yeşil tarihi çoğunlukla hüznün tarihidir. Bu hüznü insanlığın ve dünyanın birlikte çektikleri acılar doğurur ve bundan sonra yaşanacaklar da daha az acılı olmayacak gibi görünmektedir. “Çevrenin şu anki durumu ve gelecekte yaşanabilecekler konusunda birçok kitap var; fakat bunların çok azı uzak geçmişe kadar uzanıyor ve çevrenin insanlık tarihini nasıl etkilediğini inceliyor. Hiçbiri de, çok önemli olan noktalara ve sorulara değinmiyor. “Ben, dünyanın tarihine ‘yeşil’ perspektiften bakan bir kitaba büyük bir gereksinim olduğuna yürekten inanıyorum” diyor Clive Ponting kitabının önsözünde.

Kitap, dünyanın yeşil tarihinin kısa bir özeti olarak Paskalya adasının tarihi ile başlıyor. Bu adanın ibret verici hikayesi kitapta oldukça uzun anlatılmakla birlikte biz kısaca özetleyelim: “ Paskalya adası, dünyanın en ücra bölgelerinden birisidir. Sadece 390 km kare bir alanı kaplayan bu Pasifik adası, Güney Amerika’nın batı sahiline 3700 km, en yakın yaşanabilir adaya 2300 km uzaklıktadır. Hollandalılar, adayı 1722 yılında ilk batılılar olarak ziyaret ettiklerinde, kulübelerde ve mağaralarda yaşayan sürekli savaş halinde olan ve adadaki besin kaynaklarının yetersizliği yüzünden umutsuzca yamyamlığa yönelen 3000 kişilik ilkel bir toplum buldular. Avrupalı ziyaretçileri en fazla şaşırtan ve ilgilendiren olay ise, bütün bu sefalet ve barbarlığın arasında, bir dönemin gösterişli ve gelişmiş bir toplumuna ait, adanın çeşitli yerlerinde yükseklikleri altı metreyi aşan 600′ den fazla yekpare taş anıt olmasıydı. Toplumsal açıdan gelişmiş ve teknolojik açıdan karmaşık bir iş olan heykellerin yontulması taşocaklarından başka yerlere taşınması ve dikilmesinin bu ilkel toplum tarafından gerçekleştirilmiş olması olanaksız görünüyordu.

Paskalya adasının geçmişi, kayıp uygarlıklarla ya da gizemli bilgilerle dolu bir tarih değildir. Bu tarih insan topluluklarının çevreye olan bağımlığını ve bu çevreyi düzeltilemeyecek biçimde bozmanın sonuçlarını gösteren çarpıcı bir örnektir. MS 5. yy.’da adaya batıdan 20 ya da 30 Polinezyalı göçmen geldi. Adanın çok zengin olmayan bir bitki örtüsü vardı ve hiç memeli hayvan yoktu. Evcil hayvanları tavuk ve Polinezya faresinden ibaretti; temel ekinleri tatlı patatesti. Yeterli derecede besleyici olmasına karşın tekdüze seyreden bir beslenme biçiminin tek yararı tatlı patates ekiminin zor olmaması nedeniyle başka etkinliklere ayıkacak zamanlarının kalmasıydı. Temel toplumsal birimler geniş ailelerden oluşan, aralarında her konuda rekabet olan klanlardı ve her klanın kendine ait tören alanları vardı. Buralarda ahu denilen dev heykellerin dikildiği atalara tapınma platformları vardı. Bu heykeller bir taşocağında yapılıyordu ve daha sonra adanın değişik yerlerindeki tören alanlarına yük hayvanları olmadığı için ağaç gövdelerini kızak olarak kullanıp insan gücüyle götürülmek zorundaydı. 1550 yılında ada nüfusu 7000 kişiyle doruk noktasına ulaşmıştı. Zamanla klan sayıları artmış yüzlerce ahu ve 600’den fazla dev taş heykel vardı. Sonra bu uygarlık birdenbire yıkıldı. Taşocağındaki yarım bırakılmış heykeller kaldı. Bu yıkımın nedeni, Paskalya Adası’ndaki ”gizemi” çözmenin anahtarı, bütün adanın ormansızlaşmasının getirdiği çevresel bozulmaydı: Göçmenler adaya ilk geldiğinde adada büyük ormanlar vardı. Nüfus arttıkça, tarım alanı açmak, ısınma ve yemek pişirme, ev aletleri, direkler ve sazdan ev yapımı için malzeme elde etmek ve balık avlayabilmek için tekne yapmak amacıyla ağaçlar kesilmeye başlandı: En çok da kızak yapımı için kesiliyordu. 1600 yılında ada tamamen çıplak kalmıştı. Heykel yapımı durdu. Ev yapılamadığı için mağaralarda yaşamaya başladılar. Artık tekne yapamadıkları için balık avlayamıyorlardı ve uzun yolculuklara çıkamıyorlardı. Erozyon topraklarını zayıflattığından yiyecek üretiminde ciddi bir sıkıntı yaşıyorlardı. 7000 kişiyi beslemek olanaksız hale geldi ve nüfus hızla azalmaya başladı. Dünyanın bu ücra köşesinde kapana kısılan ada halkı azalan kaynaklar üzerindeki tartışmalar sonucu neredeyse sürekli savaş halindeydi. Kölelik arttı ve alınabilecek protein miktarı düştükçe yamyamlık yaygınlaştı. Savaşların temel amacı rakip klanın ahularını yıkmaktı. 1830′larda neredeyse bu dev heykellerin tamamı yıkıldı. Adaya gelen ziyaretçiler bu heykellerin nasıl taşındığını sorduklarında adanın ilkel sakinleri, atalarının neler yaptığını artık hatırlamıyordu; yalnızca, bu dev figürlerin adanın öteki tarafından ‘yürüyerek’ geldiğini söyleyebildiler.

Dünyanın öteki bölgelerinden neredeyse tamamen kopmuş olduklarını bilen Paskalya halkı, varlıklarının bu küçük adadaki sınırlı kaynaklara bağlı olduğunu anlamış olmalıydı. Taşocağının yakınında tamamlanmamış birçok heykel bulunması adada ne kadar ağaç kaldığının hiç düşünülmediğini, artan nüfusun ve ada halkının kültürel hırslarının, ellerindeki kaynaklardan çok güçlü olduğunu akla getirmektedir.”

Kitapta diğer konular on altı ana başlık altında bu perspektiften ve daha da genişletilerek anlatılıyor. Aslında hepimizin bildiği gibi dünya, her açıdan kapalı bir sistemdir. Güneş ışığının yaşam için gerekli olan enerjiyi sağlamasına karşın bütün kaynaklar sonludur. Dünyanın kapalı bir sistem olduğu gerçeği, hiçbir şeyin dünya dışına çıkamayacağı anlamını da taşımaktadır. İnsanlar da bu gerçeğin ve bundan kaynaklanan başka sorunların bilincinde olsunlar ya da olmasınlar, dünya ekosisteminin bir parçasıdırlar. “İnsanların ekosistemle olan ilişkilerindeki iki etken, onları bütün öteki hayvanlardan ayırır. Öncelikle, varlığının bağlı olduğu ekosistemleri tehlikeye atma, dahası yok etme gücüne sahip tek canlı türü insandır. İkinci olarak da yeryüzündeki her ekosisteme yayılan ve ardından teknolojiden yararlanarak bütün ekosistemleri egemenliği altına alan tek canlı türü de insandır. İnsan topluluklarının en büyük sorunu, çeşitli talepleri ile bu talepler sonucu oluşan baskılara ekosistemlerin dayanma gücünü dengeleyememektir”.

İlk insanların ortaya çıktığı zamandan beri insanlar iki milyon yıllık varoluşlarının neredeyse tamamında yiyecek toplayarak ve hayvan avlayarak yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Bu avcı-toplayıcı yaşam biçimi insanlık tarihinin yüzde doksan dokuzunu oluşturmuştur. İnsanların son birkaç bin yıl dışında hemen hemen ve her koşulda, küçük ve hareketli topluluklar halinde yaşamış olduklarını görüyoruz. Günümüzde hala aynı yaşam biçimini sürdüren çok az sayıda topluluk vardır. Bu topluluklar aşama aşama dışlanmışlardır, birçoğu da kendi topraklarının dışına sürülmüş durumdadır: “Güneybatı Afrika’ da Buşmanlar, ekvatoral ormanlarda Pigmeler, Doğu Afrika’da Hadzalar, Avustralya yerlilerinin bir kısmı, Amazon yerlileri, Artika’da İnuitler”. Ama günümüzde ve geçmişte bu avcı-toplayıcı toplumların genellikle, sürekli bir açlık tehlikesi altında yaşamadığını, tersine ellerindeki zengin besin kaynaklarından seçtikleri ve besin değeri açısından yeterli bir beslenme biçimlerinin var olduğunu biliyoruz. “Haftada iki buçuk günlük çalışma ile ‘yeterli’ nin üzerinde besin elde edilebilir. Bunun için ortalama 10 km’den daha uzağa gitmek gerekmezdi. Kadınlar günde bir ile üç saat arası çalışır ve geri kalan zamanlarını boş vakit etkinlikleriyle değerlendirir. Topluluğun yüzde kırkı besin elde etme şeklinde hiç rol oynamaz.” Daha fazla iş yapmanın gerekli olduğu tarımın cazibesine bu toplumların büyük kısmı hiç kapılmamıştır. Afrikalı bir yerlinin, bir antropologa söylediği gibi ”Dünyada bu kadar çok mongongo meyvesi varken neden tarımla uğraşalım ki”.

İlk insanlar Afrika’dan çıkıp Ortadoğu, Hindistan, Güney Çin ve Endonezya’nın bazı bölgelerindeki sıcak alanlara doğru yayıldı ve Avrupa’da yaşam ise 80.000 yıl önce başlayıp 12.000 yıl öncesine kadar süren son ve uzun buzul çağında başladı. Fazlasıyla zorlu iklim koşullarında Avrupa’da sabit yerleşimlerin kurulması, insanın bir başarısı ve çevre üzerindeki artan denetiminin bir göstergesi olduğunu görüyoruz. Çünkü “Kuzey Avrupa’nın çoğu buzullarla kaplı, güneyindeki toprakların alt tabakası sürekli bir don altındaydı. Uzun yaz mevsimlerinde buzulların kuzeye doğru çekilmesiyle günümüzdekinden bile zengin bir bitki örtüsü ortaya çıkıyor. Başta ren geyiği, tüylü mamut, bizon ve vahşi at sürüleri olmak üzere, tüylü gergedanlar, iri boynuzlu dev geyikler ve bozkır antiloplarından oluşan çok çeşitli bir hayvanlar alemi vardı. İnsanlar varlıklarını sürdürebilmek için bu hayvan sürülerine bağımlıydı. Bu zorlu ortam, mevcut besin kaynaklarını denetleyebilmek için gerekli olan çok gelişmiş ve karmaşık bir kültürün oluşmasına yol açtı ve insan topluluklarının daha önce hiç olmadığı kadar yüksek bir toplumsal iletişime girmesini sağladı. Avustralya yerleşimlerinde ise kıtanın doğu bölümünde nispeten daha yumuşak bir iklimin olması ve avcı-toplayıcı grupların daha kolay yiyecek elde etmesi sayesinde karmaşık uygulamalara gerek yoktu.” Avrupa, Asya ve Amerika’da biraz geç de olsa (yaklaşık dört bin yıl kadar) benzer bir süreç izlenirken, Avustralya’da geçimin daha kolay olması, toplumun tabakalaşması ve karmaşıklaşmasının önünde bir engel olmuştur.

İnsanların tüm dünyaya yayılma sürecinin son aşaması sayılabilecek süreç, son buzul çağının sonunda Bering Boğazı’nın bir kara köprüsüne dönüşmesiyle Sibirya’dan Alaska’ya geçilmesiyle kurulan Amerika yerleşimleri oldu. Yaklaşık 13.000 yıl önce olan bu olaydan sonra insanlar iki-üç bin yılda Güney Amerika’nın en uç noktasına kadar ulaştı. Günümüzle kıyaslandığında ekolojik olarak çok uyumlu olduğu düşünülen avcı-toplayıcı yaşam biçimi de çevre üzerinde ciddi baskılar oluşturabiliyordu. “Yaklaşık olarak 10.000 yıl önce Wyoming’ de Caspar’da tek bir avda 74 bizon öldürülmüştü. Aynı dönemde Güneydoğu Colorado’ da bir av sırasında hayvanlar korkutularak bir uçuruma doğru yönlendirilmiş, yaklaşık 200 hayvan düşerek birbirinin üzerine yığıldığı için de birçoğu kullanılamamıştı. Doğu Afrika’da yaşayan Hadza topluluğunun bir parça bal alabilmek için vahşi arı kovanlarını tamamen yok ettiği bilinmektedir. Birçok bitkiyi kökünden sökerek yok etmişlerdi. Bazen yenilebilir bitkilere yer açmak için ateşi kullanarak büyük orman yangınları çıkarmışlardı.Yine de en büyük etki avcılık sayesinde olmuştur. Milattan Önce Kuzey Pasifik’te Aleut Adaları’nın halkı su samurlarını öldürmeye başlamış, bin yıldan kısa bir sürede bu türü avlayarak yok etmişlerdi. Madagaskar Adası’nda ilk yerleşimlerin başlamasından birkaç yüzyıl içinde uçamayan bir kuş türü ve küçük su aygırı kısa sürede ortadan kaldırılmıştı. Yeni Zelanda’da Maoriler, kivi, veka ve birçok moa türü gibi uçamayan kuşların büyük bölümünü acımasızca avlayarak ve yumurtalarını yiyerek ilk yerleşimden 600 yıl içinde yirmidört moa türünün ve bunu dışında yirmi ayrı kuş türünün neslini tüketmişlerdi. Avrupa’da iklim değişmelerinden etkilenmiş bile olsalar yünlü mamut, yünlü gergedan, dev İrlanda geyiği, misk sığırı ve bozkır bizonu ve birçok otobur aşırı avlanmadan yok edilmiştir.

Asya’da bazı türlerin azalması nispeten küçük ölçekteydi. Ama ada olan Avustralya’da yerliler 40.000 yılda adadaki hayvanların yüzde 86’sının neslini avlanmayla yok etmişlerdi.

Amerika’da memelilerin üçte ikisi (üç cins fil, altı dev dişsiz memeli, armadillo, karınca yiyenler ve tembel hayvan), on beş cins toynaklı hayvan, dev kemirgenler ve etoburlar avlanarak yok edildi.”

Tüm bu örneklerden anlıyoruz ki avcı-toplayıcı toplumlar da doğaya karşı son derece yıkıcı olmuşlardır, ama daha sonra da bahsedildiği gibi bunun hızı son derece yavaştı. Belki de bir önceki toplumdan bir sonraki topluma bu yıkım ve yok oluş süreçleri fark edilemiyordu.

MÖ 15.000 yılında Yakındoğu’da ilk tarım uygulamalarına rastlanmıştır. Neden tarıma geçildiği konusunda Clive Ponting en önemli tezin, artan nüfusun çevre üzerine getirdiği baskı olduğunu kabul ediyor. “Tarımın diğer geçim türlerine tek üstünlüğü, harcanan büyük çaba karşılığında daha küçük bir alandan daha fazla besin elde edilmesini sağlamaktadır. .Çok fazla besin üretilmesine olanak tanıdığı için, yerleşik; karmaşık, hiyerarşik toplumların doğmasını ve insan nüfusunun çok daha hızlı artmasını sağladı. Tarım devrimi öncesinde dört milyon olan dünya nüfusu, MÖ 5000 yılında beş milyona, MÖ 1000 yılında 50 milyona, MS 200 yılına 200 milyona yükseldi. Bu artış, sabit bir hızla olmamakla birlikte, o dönemden bu yana sürmektedir; günümüzde altı milyara yaklaşmıştır. Tarım, Güneybatı Asya, Çin ve Orta Amerika’da birbirinden bağımsız olarak ortaya çıkmıştır ve insanlık tarihinde en önemli değişim olarak görülmektedir.

Tarıma geçişte yine çevresel olanakların ne kadar belirleyici olduğunu görmekteyiz. “Köpek, koyun, at ve sığır gibi hayvanların evcilleştirilmesi tarımın daha da hızlı gelişmesini sağlarken, bunlardan yoksun olan Amerika kıtasında eski dünyadan yaklaşık dört bin yıl sonra tarım toplumuna geçmişlerdi”.Gerçekten de onaltıncı yüzyılda Avrupalılar Amerika kıtalarına ilk kez gittiklerinde birçok açıdan MÖ 2000 yıllarının Mezopotamya’sına benzer bir toplumla karşılaştılar.

Mezopotamya’da, MÖ 5000 yılında bakır kullanılmaya başlandığını, tekerlek ve yazının bulunduğunu bilmekteyiz. “Ama bunların arasında en önemli gelişme, besin fazlasını toplama, depolama ve dağıtma sürecindeki karmaşık işlemlerin hesaplarını kayıtlı tutma gereksinimi sayesinde icat edilen yazıydı. Bu merkezi denetimin artmasına çok yardımcı ve belirleyici olmuştur.”

Yoğun tarımsal faaliyetlerin çevreye geniş çaplı zararları ilk olarak bu bölgede görüldü. “Sümerliler, güneyde büyük bir özenle kurdukları dünyalarını kendileri yıkmışlardı. Yoğun sulamanın toprakta tuzlanmayı artırması sebebiyle, topraklar hızla çölleşmiş. Besin üretemeyen ve kaynakları tükenen bu toplum kısa sürede çökmüştür. Aynı şey İndus Vadisi’nde MÖ 2300 yılında 500 yıllık bir uygarlık kuran başka bir toplumda yine topraklarının tuzlanması, evlerini ve tapınaklarını güneşte kurutulmuş tuğladan değil de, pişirilmiş topraktan yapılmış tuğladan yaptıkları için çevre orman dokusunun yok edilmesiyle hızla çökmüştür. Besin üretemeyen ve ordularını beslemekte zorluk çeken bu toplumlar dış istilalara açık hale geliyordu.” Bu iki örnekte de dünyanın son derece gelişmiş ilk büyük uygarlıklarının ortadan kalkmasında çevresel değişimin yine ne kadar belirleyici olduğunu anlıyoruz.

Tarımsal üretimin artışı ile nüfus artışı hiçbir zaman aynı paralellikte gitmemiştir. Çünkü tarım yıllık ve dönemsel iklim değişimlerine ve bitkileri etkileyen hastalıklara çok bağlıdır. Bu etkenler hasatın bir yıl kötü gitmesine sebep olduğu gibi ertesi yılın hasatını da birçok üründe tehlike sokar. Bu da tarihsel süreçte açlığa ve birçok defa kitlesel ölümlere sebep olan kıtlıklara yol açmıştır. “Onsekizinci yüzyılda Avrupa genelinde insanlar, yoğun çalışma sonucunda sınırlı çeşitle, tekdüze bir beslenme biçimiyle en fazla 2000 kalori alabilirken, Kalahari çölü’ndeki zenciler, haftada yalnızca üç gün çalışarak elde ettikleri besinlerden günde yaklaşık 2100 kalori almaktadır.”

Avrupa onikinci yüzyıla kadar Yakındoğu ve Çin ile kıyaslandığında temel gelişmelerin uzağında, geri kalmış bir bölgeydi. Onbirinci yüzyılda Avrupa’da daha önceleri uygulanan parçala yak yöntemiyle tarım yapma yerine, ilk defa doğal ormanları yok ederek kalıcı tarım arazileri açılmaya başlanmış. Öyle ki günümüzde turistleri Akdeniz bölgesine çeken zeytin, asma, maki bitki örtüsü ve kokulu bitkiler aslında bu bölgenin doğal bitki örtüsü olan meşe, kayın ve sedir ağaçlarından oluşan sınırsız ormanların kesilerek yok edilmesiyle ortaya çıkmıştır. Bu iş batıdan doğuya doğru genişlemiş ve bir tür iç sömürgeleştirme hareketi olmuştur. Onaltıncı yüzyilda da dünyanın diğer kısımlarını denetim altına almayla dış sömürgeleşme süreci yaşanmış. Bu iki hareketin etkileri birleşerek modern dünyayı oluşturmuştur. Avrupa’nın bu yayılımının tüm dünya ülkelerinin çevresi ve yerli halkları üzerine hala devam eden etkileri olmuştur.

Avrupa düşüncesinin temelini oluşturan klasik Yunan ve Roma filozoflarının ve Hıristiyan dünyasının Yahudi köklerinden gelme düşüncelerine dek uzandığı bilinmektedir. Eski Yunan’da birçok filozof doğanın insan için yaratıldığını söylerken, Hıristiyan düşüncesinde tanrının yarattığı insanın en üstün varlık olduğu ve diğer varlıkları yönetme hakkının olduğu kabul edilmiştir. İslam düşüncesinde de hemen hemen aynı şey benimsenmiştir. Bu yaklaşım tarzı insanın doğa üzerindeki her tür eylemini meşru kılmak açısından önemli olmuştur.On sekizinci yüzyılda gelişimin kaçınılmazlığı düşüncesi benimsenmişti. Marks, Adam Smith, Keynes gibi sosyalist ve liberal iktisatçıların hepsi birbiriyle rekabet halindeki uçlara kaynakların nasıl dağıtılması sorunu ile ilgilenmiş ama kaynakların tükenme sorununu hepsi görmezden gelmiştir.”Bu düşünceler, Avrupalıların doğal dünyaya verdikleri zarar, diğer toplumları kendi hedefleri doğrultusunda biçimlendirmeleri ve dünyanın doğal kaynaklarını sömürmeleri doğrultusunda kendi kendilerini mazur göstercek entelektüel bir temel oluşturmalarına yardımcı olmuştur.”

Dünyanın yağmalanması ve birçok hayvan ve bitki türünün yok edilmesinin Avrupa yayılmacılığıyla başlamadığını biliyoruz. “Mısır’da Eski Krallık dönemine gelindiğinde Nil Vadisi’nde fil, gergedan ve zürafa gibi hayvanlar kalmamıştı. MÖ 2000 yılında Anadolu ve Yunanistan’da aslan ve leoparlar tükenmişti.” Ama en korkunç etkiler yayılmacılık döneminde özellikle Kuzey Amerika kıtasında görülmüştür. Bizonlar, Kızılderililerin yaşamlarını birlikte sürdürdükleri ve onlara bağımlı şekilde yaşadıkları hayvanlar olarak bilinir. “Batılılar bu hayvanları sadece derileri için avlamaya başladıklarında sayıları nerdeyse 60 milyonu buluyordu ama sadece 1830′lu yıllardan başlayarak 40 yıl içinde nesilleri tamamen tükenme noktasına gelmiştir.” Avrupalılar, balina, fok ve birçok deniz canlısını özellikle ondokuzuncu yüzyılda kitleler halinde yok etmiştir. “Çünkü bu tür canlıların nesillerinin tükeneceğinin anlaşılmasına rağmen avlanmalarına rekabet hissinden dolayı son verilemiyordu. Bu canlıların doğada sahipleri yoktu. Kimse kimseyi sorumlu tutamıyordu. Ekonomik olarak tükenen bir canlıdan sonra başka bölgelere veya başta türlere yöneliyorlardı” Yayılma ve sömürgeleştirme sürecinde bazı bitki ve hayvanların, başka kıtalara önceden ne soruna sebep olabilecekleri hiç düşünülmeden taşınmasıyla birçok ekolojik felaket yaşanmıştır. “Avustralya’da tavşanların doğal düşmanları olmamasından dolayı milyonlarca üreyip doğal bitki örtüsünü yok etmeye başlaması, binlerce çiftlikte zarara yol açması ve buna engel olabilmek için kuzeyden güneye 1600 km’lik bir çit yapılmak zorunda kalınmıştır. Yine bu kıtada Arabistan’dan daha çok yabani hecin devesi vardır. Yeni Zelanda’da yabancı bitki türleri yüzlerce yerli bitkiyi yok etmiş ve 800 yabancı bitki türü bu ülkede yayılmıştır.”

1500 yılından sonraki dönemde Avrupa’nın yayılımı, dünyanın farklı bölgelerinin tek bir sisteme bağlanması sürecini başlattı ve bir dünya ekonomisi yarattı. Dünyanın diğer yerlerindeki kaynakların, madenlerin, hammaddelerin nasıl batıya taşındığını, batı için artan kölelik ve zorla çalıştırmayla yerli halkların ve kültürlerinin yok edildiğini biliyoruz.”Sadece Afrika’dan Amerika kıtasına 1500 yıllarından köleliğin yasaklandığı 1800′lü yılların sonlarına kadar onüç milyon insan köle olarak götürülmüştür.” Ayrıca sömürge ülkelerde tek tip ürün yetiştirilmesi buralardaki ekosistemleri yok etmiştir. Günümüzde birçok ekonomik ve ekolojik sorunla boğuşan üçüncü dünya ülkelerinin nasıl yaratıldığını yeşil tarih perspektifinden bakarak daha iyi anlıyoruz.

“Önem açısından tarımın benimsenmesi ve yerleşik toplumların oluşmasıyla karşılaştırılabilecek ikinci büyük değişim, dünyadaki geniş (ama sınırlı) fosil yakıt kaynakların kullanılmasını, yani dünya nüfusunun belli bir bölümünün enerji bolluğu dönemi yaşamasını sağlayan bir hareket içeriyordu.” İnsanlar binlerce yıl boyunca, en ucuz ve verimli enerji kaynağı olarak insan gücünü kullanmıştır. Yakıt olarak da aslında yenilebilir bir kaynak olan odunu kullanmış, son derece yavaş bir toplumsal gelişim ve dönüşüm sağlamıştır. Enerji kaynaklarında günümüzde özellikle petrolün sanayi olarak gelişmiş olan ülkelerde değil de üçüncü dünyada olması bu ülkeler üzerindeki her türlü denetim ve baskıyı daha da arttırmaktadır.

Kitapta kentlerin doğuşu, büyümesi, metropoller ve üçüncü dünya kentlerinin farklı sorunları, tarım toplumlarının yoksulluğu, sanayileşmenin etkileri, dünyadaki servetin dağılımı, çevresel kirlilik, sanayiden kaynaklanan hastalıklar, trafik gibi birbirinden farklı birçok konu sayılar, tarihler ve yerler belirtilerek anlatılıyor. Kitap bu açıdan son derece gerçekçi ve fazla yoruma yer vermeden sunduğu bilgiler ışığında bizim kendi yorumumuzu yapmamızı sağlıyarak yeşil bakışımızı derinleştiriyor.

Clive Ponting tarafından yazılan, ilk basımı 1991’de ABD’de yapılan “A Green History of the World: the Environment and the Collapse of Great Civilizations” adlı bu kitap, “Dünyanın Yeşil Tarihi: Çevre ve Uygarlıkların Çöküşü” adıyla Ayşe Başçı-Sander tarafından çevrilmiş ve Sabancı Üniversitesi Yayınevi tarafından 2000 yılında yayımlanmıştır.

ÜÇ EKOLOJİ – SAYI 2

February 26, 2010 Posted by | antropoloji, arkeoloji, ekoloji, somuru / tahakkum, türcülük, doğa / hayvan özgürlüğü | Leave a comment

İlkelin mistikleştirilmesi – Murray Bookchin – Toplumsal Anarşizm mi, Yaşamtarzı Anarşizm mi?

Teknoloji ve uygarlık karşıtlığının sonucu, tarih öncesinin göklere çıkarılması ve o dönemin farazi masumiyetine geri dönme isteği anlamına gelen ilkelciliktir.* Bradford gibi yaşamtarzı anarşistleri ilhamlarını, yerli halklardan ve cennet­ten çıkma bir tarih öncesine dair efsanelerden alıyorlar. Ona göre, ilkel halklar “teknolojiyi reddetmişti” – “araçsal ya da uygulamalı tekniklerin göreceli ağırlığını en azda tutarak, vecd tekniklerinin önemini arttırmışlardı”. Çünkü, animistik inançlarından ötürü ilk yerli halklar, hayvan yaşamı ve vah­şi yaşam “sevgisi”ne doymuşlardı – onlar için, “hayvanlar, bitkiler ve doğal nesneler” “insandılar, hatta akrabaydılar”.1

Buna uygun olarak, Bradford, tarih öncesi gıda arayıcı kültürlerin yaşamlarını “berbat, acımasız ve göçebe, kanlı bir varolma mücadelesi” olarak gösteren “resmi” görüşe karşı çıkıyor. Daha çok, “ilkel dünya”yı Marshall Sahlins’in “orijinal bolluk toplumu” olarak nitelediği toplum olarak göklere çıkarıyor:

Zengin, çünkü ihtiyaçları az, tüm arzuları kolayca karşılana­biliyor. Aletleri seçkin ve hafif, perspektifi dilbilim açısından karmaşık ve kavram olarak derin, ancak aynı zamanda basit ve anlaşılabilir. Kültürü engin ve coşkulu. Mülkiyetsiz ve komünal (s. 54), eşitlikçi ve ortaklaşmacı… Anarşik… İşten kurtulmuş… Dans eden bir toplum, şarkı söyleyen bir toplum, kutlayan bir toplum, hayal kuran bir toplum.3

“İlkel dünyanın” sakinleri, Bradford’a göre, doğal dünyay­la uyum içinde yaşadılar ve bol bol boş zaman da dahil olmak üzere, bolluğun tüm nimetlerinden yararlandılar. “İlkel Top­lum” diye vurgular Bradford, “işten kurtulmuştu”, çünkü av­lanma ve yiyecek toplama, bugün insanların sekiz saatlik iş günlerine ayırdıklarından çok daha az çaba gerektiriyordu. İlkel toplumun “zaman zaman açlık çekebildiğini” makul gö­rerek kabul eder. Ancak, bu, “açlık”, aslında semboliktir ve bilerek yaratılır, çünkü, bilirsiniz, ilkel halklar “bazen açlığı, karşılıklı ilişkililiği çoğaltmak, oynamak ya da görüntüler görmek için [seçmişlerdir]”.4

İçindeki birkaç gerçeğin saf fanteziyle karıştırıldığı ya da sarıldığı bu gevezeliği bırakın çürütmek, anlaşılır bir hale ge­tirmek bile başlı başına bir makale konusu olur. Bradford, bize anlatılana göre, anlattıklarını “ilkel halkların ve onların torunlarının görüşlerini daha iyi anlamaya yönelen”, “daha eleştirel bir antropoloji”ye dayandırır.(5) Aslında, bu “eleştirel antropoloji”nin çoğu, Nisan 1966’da Şikago Üniversitesi’nde yapılan “Avcı İnsan” sempozyumundan kotarılmış gibi gö­rünmekte.”6 Bu sempozyuma sunulan araştırmaların çoğu oldukça değerliyse de, bazıları 1960’ların karşı kültürüne sız­mış olan -ve bugün de devam eden- “ilkelliğin” safça mistifikasyonuna uygundu. O günün birkaç antropologunu etkile­yen hippi kültürü, dünyanın geri kalanındaki toplumsal ve ekonomik güçlerin, günümüzdeki avcı-toplayıcı halkları etki­lemediğini, onların ve hâlâ Neolitik ve Paleolitik yaşam tarz­larının yalıtılmış kalıntıları olarak bozulmamış bir durumda yaşadıklarını iddia ediyordu. Dahası, avcı-toplayıcılar ola­rak, yaşamları çok sağlıklı ve huzurluydu; o zaman da bugün olduğu gibi doğanın zengin cömertliğiyle yaşıyorlardı.

Böylece, konferansa sunulan araştırmaların basımcıların­dan Richard B. Lee, “ilkel” halkların kalori alımının çok yük­sek ve yiyecek kaynaklarının da bol olduğu, insanların günde yalnızca birkaç saat yiyecek aramaya ihtiyaç duydukları bir nevi bakir “bolluk”tan söz ediyordu. “Doğal durumda yaşam (s. 55) ille de kötü, acımasız ve kısa değil” diye yazıyordu Lee. Kalahari Çölü’ndeki Kung Yerlileri, örneğin, “doğal olarak bulunan yiyecekler açısından bolluk içinde”ydiler. Lee’nin yazdıklarına göre, neolitik çağa girmek üzere olan Güney Afrika’daki Dobe bölgesi yerlileri;

… tüm Buşman** yerlilerinin daha önce yaşadıkları bölgelerin en verimsiz kısmında yaşadıkları halde bugün yabani bitki ve vahşi hayvanları yiyerek gayet iyi yaşıyorlar. Bu avcı ve toplayıcıların, Afrika’daki herhangi bir doğal çevreyi seçtikleri zamanlarda, daha zengin bir geçim temeline sahip olmaları muhtemeldir.7

Pek de öyle değil – az sonra göreceğimiz gibi.

“İlkel Yaşam”a bayılan herkes için , tarih öncesinin birkaç bin yılını üst üste yığmak çok sıradan; sanki birbirinden önemli bir biçimde farklı insansı ve insan türleri bir tek tipte toplumsal örgütlenmeyle yaşamışlar gibi. Tarih öncesi kelimesi ise oldukça belirsiz. İnsan türü birkaç farklı cinsi kapsadığına göre, 30.000 yıl önceki Aurignacian ile Magdalenian gıda arayıcılarının (Homo sapiens sapiens) “perspektif’leri ile araçları, sanatsal yetenekleri ve konuşma kapasiteleri ile çarpıcı bir biçimde farklı olan Homo sapiens neanderthalensis ve Homo erektus’unkini bir tutamayız.

Önemli bir nokta da tarih öncesi çeşitli zamanlardaki avcı-toplayıcı ya da gıda arayıcıların, ne dereceye kadar hiyerarşik olmayan toplumlarda yaşamış olduklarıdır. Sungir’de (günümüz Doğu Avrupa’sında) bulunan 25.000 yıl öncesine ait olan gömütler, herhangi bir yoruma izin veriyorsa (ortada bize yaşamları hakkında bilgi verecek Paleolitik insanlar da olmadığına göre), o da iki gencin mezarında bulunan zengin mücevher, mızrak, fildişi kargı ve boncuklu giysilerin, insan­lar tarımla uğraşmak üzere yerleşik hayata geçmeden çok önce yüksek statülü ailelerin varlığını düşündürmesidir. Paleolitik dönemdeki kültürlerin birçoğu büyük olasılıkla görece eşitlikçiydi, ancak görünen o ki, Paleolitik dönemin sonlarında bile hiyerarşi vardı; bu hiyerarşi, derece, tip ve egemenlik alanı açısından, Paleolitik eşitlikçiliğe retorik zafer şarkıları düzerek anlaşılamayacak çeşitlilikteydi. (s. 56)

Diğer bir önemli nokta da, değişik çağlardaki iletişim yeteneğinin farklılığından -ilk vakalarda, yokluğundan-ortaya çıkıyor. Tarihsel dönemlere dek yazılı bir dil ortaya çıkmadığı gibi, ilk Homo sapiens sapienslerin bile dili pek de ‘kavramsal olarak derin” değildi. “İlkel” halkların geçmişe ilişkin bilgi için güvendiği resimyazılar, oyma piktograflar ve her şeyden öte ezberlenen materyal, açık kültürel sınırlara tabiydi. Kuşakların, birikimsel bilgeliğini kaydeden yazılı bir edebiyat olmadıktan sonra, bırakın ‘kavram açısından derin” düşünceleri, tarihsel hafızanın bile akılda tutulması zordur, tüm bilgiler genelde zamanla kaybolur ya da üzücü bir biçim­de çarpıtılırlar. En azından, son derece eleştirel yaklaşılması gereken sözel tarih, Bradford’un deyimiyle “ilk şairler” olmak şöyle dursun, “bilgilerini” kendi toplumsal çıkarları için kul­lanır görünen seçkin ‘kâhinlerin” ve şamanların elinde bir oyuncak haline gelir.8

Bu da bizi, kaçınılmaz olarak, aşırı bir uygarlık karşıtı, ilkelci John Zerzan’a getirir. Anarchy: A Journal of Desire Armed dergisinin sürekli yazarlarından Zerzan’a göre, konuşma, dil ve yazının yokluğu birer lütuftur. “Avcı İnsan” zaman tünelinin diğer bir sakini olan Zerzan, Future Primitive (Gelecekteki İlkel) adlı kitabında “evcilleştirme/ ta­rım öncesi yaşam, boş zamanın, doğayla içli dışlılığın, duyu­sal bilgeliğin, cinsel eşitliğin ve sağlığın yaşamıydı”9 diye öne sürer – şu farkla ki, Zerzan’ın “ilkellik” görüşü dört ayak­lı hayvan olmaya daha yakındır. Aslında, Zerzancı Paleoantropoloji’de, Homo sapiens ile Homo habilis, Homo erectus ve “çok yerilen” Nedndertaller arasındaki fark şüphelidir; tüm ilk Homo türleri, ona göre, Homo sapiens’in akılsal ve fizik­sel yeteneklerine sahiptiler ve iki milyon yıldan fazla ilkel bir saadet içinde yaşadılar.

Eğer tüm bu insansılar modern insanlar kadar zekiydilerse, diye safça sormak isteyebiliriz, neden teknolojik deği­şiklik yapmadılar? “Şu bana gayet akla yatkın geliyor” diye zekice tahminde bulunur Zerzan “avcı-toplayıcı varoluşunun başarısı ve verdiği tatminden doğan akıl, ‘vurgulanan ilerle­me’ eksikliğinin gerçek nedenidir. İş bölümü, evcilleştirme, sembolik kültür -bunlar açıkça [!] çok yakın zamanlara dek (s. 57) reddedilmişti.” Homo türleri, “uzun süre kültür yerine doğayı seçtiler” ve Zerzan burada kültür ile “temel sembolik şekille­rin işlenmesi”ni kastediyor (vurgu tarafımdan eklenmiştir) -yabancılaştırıcı bir yük. Aslında, diye devam ediyor, “şeyleşmiş zaman, dil (yazılı, elbette ve bu dönemin neredeyse tümü ya da büyük bir bölümü boyunca sözlü), sayı ve sanatın, bun­lara yeten bir aklın varlığına rağmen hiç yeri yoktu”.10

Kısaca, insansılar sembol kullanma, konuşma ve yazma yetilerine tamamıyla sahip olmalarına rağmen, birbirlerini ve çevrelerini, bunların yardımı olmadan içgüdüsel olarak anlayabildikleri için onları reddettiler. Böylece Zerzan, “San/Buşman yerlilerinin Doğa ile olan birliğini”nin “nere­deyse mistik olarak adlandırılabilecek bir deneyim düzeyi”ne vardığını düşünen antropologlara coşkuyla katılır. “Örneğin, bir fil, bir aslan, bir antilop” hatta bir baobap ağacı “olmanın neye benzediğini biliyor gibiydiler.”11

Dili, sofistike aletleri, zamana bağlılığı ve iş bölümünü reddetme yolundaki bilinçli “kararları” (tahminen denemiş ve “Pöh!” diye homurdanmışlardır) bize anlatılana göre Ho­mo habilis tarafından alınmış; burada belirtmeliyim ki, bu tür, modern insanların yarısı kadar beyin büyüklüğüne sa­hipti ve büyük olasılıkla heceli konuşma yolundaki anatomik yetiden yoksundu. Buna rağmen, Zerzan’ın üstün otoritesiyle, habilis (hatta büyük olasılıkla “iki milyon yıl önce” var olmuş olan Austuralopithecus afarensis bile) tüm bu işlevlere “tamamıyla kabil bir zekâ”ya -ne demezsiniz- sahipti ancak kullanmayı reddetti. Zerzancı paleoantropolojiye göre, ilk in­sansı ya da insanlar, keşişlerin sessizlik yemini etmelerine benzer şekilde, konuşma gibi hayati kültürel özellikleri benimseyebiliyor ya da reddedebiliyorlardı.

Ancak sessizlik yemini bir kere bozulduktan sonra, her şey ters gitmeye başladı. Yalnızca Tanrı’nın ve Zerzan’ın bil­diği sebeplerle:

İçkin yönetme ve kontrol etme iradesiyle, sembolik kültürün doğuşu, kısa sürede doğanın evcilleştirilmesine de kapıları açtı. Doğanın sınırları içinde diğer vahşi türlerle dengeli bir biçimde geçen iki milyon yıllık insan yaşamından sonra, tarım, yaşam tarzımızı,  uyum sağlama  biçimimizi  görülmemiş bir  şekilde (s. 58) değiştirdi. Daha önce hiçbir türde böylesine kökten bir değişik­lik, böyle hızla ve böyle bütünüyle gerçekleşmemişti… Dil, ritüel ve sanat yoluyla öz-evcilleştirme, daha sonra bitkilerin ve hay­vanların evcilleştirilmesine ilham verdi.12 (Vurgu tarafımdan eklenmiştir.)

Bu palavrada, gerçekten de ilgi çekici bir ihtişam var. Birbirlerinden çok farklı çağlar, insansı ve/veya insan türle­ri, ekolojik ve teknolojik durumlar hep birlikte “doğanın sı­nırları içinde” yaşanan ortak bir yaşama tıkıştırılıyor. Zerzan’ın, insanlar ile insan olmayan doğa arasındaki ol­dukça karmaşık diyalektiği böyle basitleştirmesi, öyle indir­gemeci ve basit bir zihniyeti ele veriyor ki, insan dehşete düşmeden edemiyor.

Elbette, yazı öncesi kültürlerden -benim Özgürlüğün Ekolojisi (The Ecology of Freedom) adlı kitabımda verdiğim adla organik toplumlardan- öğrenebileceğimiz çok şey var; özellikle de genelleyerek “insan doğası” adı verilen şeyin değişebilirliği üzerine. Onların grup içi ortak çalışma ruhları ve en iyi durumlarda da, eşitlikçi düşünce tarzları yalnızca takdire değer -ve de içinde yaşadıkları güvenilmez dünya göz önüne alındığında, toplumsal olarak gerekli- olmakla kalmı­yor, aynı zamanda, rekabet ve aç gözlülüğün doğal insan özellikleri olduğu mitinin aksine, insan davranışının şekillenebilirliği konusunda zorlayıcı kanıtlar da sunuyor. Aslında, yararlanma hakkı ve eşitlerin eşitsizliği konusundaki uygu­lamaları, ekolojik bir toplum için büyük önem taşıyor.

Ancak, “ilkel” ya da tarih öncesi halkların insan dışı doğaya “saygı gösterdiği” iddiası, en iyi olasılıkla yanıltıcı, en kötü olasılıkla da samimiyetsiz. Köyler, kasabalar ve şehirler gibi “doğal olmayan” çevrelerin yokluğunda, doğal çevreden farklı olarak “doğa” fikrinin kavramsallaştırılması gerekiyor­du – Zerzan’a göre, gerçekten yabancılaştırıcı bir deney. Uzak atalarımızın doğal dünyayı, tarihsel kültürlerdeki insanlar­dan daha az araççı bir şekilde görmüş olmaları da pek olası değil. Kendi maddi çıkarları -yaşamlarını ve sağlıklarını devam ettirme- göz önüne alındığında, tarih öncesi halklar, olabildiğince fazla avlanmış olmalıdırlar ve eğer, hayali ola­rak hayvanlar dünyasını, antropomorfik sıfatlarla (s. 59) insanlaştırmışlarsa -ki elbette yapmışlar- bunu sadece ona saygı gös­terme amacıyla değil, onu kullanma amacıyla iletişim kur­mak için yapmışlardır.

Böylece, gayet araçsal amaçlarla, “konuşan” hayvanlar, (genelde kendi toplumsal yapılarına göre düzenlenen) hay­van “kabileleri”, ve karşılık veren hayvan “ruhları” oluştur­dular. Sınırlı bilgileri göz önüne alındığında, anlaşılır bir biçimde, insanların uçup hayvanların konuşabildiği rüyala­rın gerçekliğine -gerçek sandıkları, açıklanamaz, sık sık da korkutucu hayal dünyasına- inanıyorlardı. Av hayvanlarını kontrol etmek, doğal bir çevreyi yaşamsal amaçları doğrul­tusunda kullanmak ve meteorolojik değişiklik vb. şeylerle başa çıkmak için, tarih öncesi insanlar bu fenomenleri kişileştirmek ve onlarla “konuşmak” zorundaydılar; doğru­dan, ritüel ya da eğretileme olarak.

Aslında, tarih öncesi insanlar çevrelerine olabildiğince, kararlılıkla müdahale etmiş gibi görünmektedirler. Örneğin, Homo erectus ve daha sonraki insan türleri ateşi bulur bul­maz, onu ormanları yakmak için; büyük olasılıkla av hayvanlarını, tepelerden indirmek ya da kolayca katledebilecek­leri doğal ortamlara sürmek amacıyla kullanıma sokmuş gibi gözüküyorlar. Tarih öncesi insanların “yaşama karşı saygı­ları” böylece, yiyecek kaynaklarını kontrol etmek ve arttır­mak yolundaki oldukça pragmatik bir çıkarı yansıtıyordu; hayvanlara, (hem şeytansı hem de iyi tanrıların yüce evi ola­rak pekâlâ da korkmuş olabilecekleri) ormanlara ve dağlara duyulan sevgiyi değil.13

Bradford’un “ilkel topluma” isnat ettiği “doğa sevgisi” de, iş ve av hayvanlarına oldukça zalimce davranan günümüz gıda arayıcısı halklara tam anlamıyla uymuyor; örneğin Ituri ormanındaki Pigmeler, tuzağa düşen ava oldukça sadist bir biçimde işkence ederlerdi; Eskimolar ise köpeklerine genelde kötü davranırlardı.14 Avrupa ile temas etmeden önceki Amerikan Yerlileri’ne gelince, onlar da kıtanın büyük bir bö­lümünü bahçıvanlık ve av sırasında daha iyi görüş sağlamak için ateş kullanarak değiştirmişlerdi; öyle ki Avrupalılar’ın bulduğu “cennet”, “açıkça insanileştirilmişti.”15

Kaçınılmaz bir biçimde, birçok Kızılderili kabilesi (s. 60) görünüşte yerel av hayvanlarını tüketmiş ve yaşamak için gere­ken maddi koşulları sağlamak üzere yeni alanlara göç etmek zorunda kalmıştı. Gittikleri yerlerin esas sakinlerini yerle­rinden etmek için savaşa başvurmamış olmaları da epey şaşırtıcı olurdu. Onların uzak ataları da pekâlâ, geçen buz çağına ait Kuzey Amerika’nın büyük memelilerini (özellikle mamutları, mastodonları, uzun boynuzlu bizonları, atları ve develeri) tükenme sınırına getirmiş olabilirler. Kitle katliam­larını ve “seri” kasaplığı akla getiren birikmiş bizon kemik­leri Amerika’daki birkaç kuraklaşmış vadi yerleşimlerinde hâlâ görülebilir.16

Tarım yapan halkların toprağı kullanımı da ekolojik açı­dan ille de sağlıklı değildi. Meksika’nın merkezi dağlık böl­gesinde bulunan Patzcuaro Gölü çevresinde, İspanyol istilası öncesinde, “tarih öncesi toprak kullanımı, uygulamada doğal kaynakları korumaya yönelik değildi”, diye yazar Karl W. Butzer, tam tersine büyük oranda toprak erezyonuna neden oluyordu. Aslında, ilk yerlilerin çiftçilik uygulamaları “Eski Dünya’daki endüstri öncesi toprak kullanımı kadar zararlı olabiliyordu”17 Diğer çalışmalar da, ormanların yok edilme­sinin ve geçinmeye yönelik tarımın başarısızlığa uğra­masının Maya kültürünün sonunu hazırladığını gösterdi.18

Bugünün gıda arayıcı kültürlerinin yaşam tarzlarının, geçmişteki atalarımızınkini kesin olarak yansıtıp yansıt­madığını asla öğrenemeyeceğiz.*** Modern yerli kültürlerin (s. 61) binlerce yılda gelişmiş olmaları bir yana, aynı zamanda Batı­lı araştırmacılar tarafından incelenmeye başlamadan önce, diğer kültürlerden sayısız özelliklerin de katılımıyla önemli bir biçimde değişmişlerdir. Clifford Geertz’in acı bir biçimde gözlemlediği gibi, modern ilkelcilerin ilk insanlıkla ilişkilendirdiği yerli kültürlerde eskiye ait pek bir şey yok, hatta hiçbir şey yok. Geertz’e göre, “[Günümüzdeki yerlilerin bo­zulmamış ilkelliklerinin] Pigmeler, hatta Eskimolar için bile varolmadığının ve bu insanların gerçekte onları onlar yapmış olan ve yapmaya devam eden daha geniş ölçekli toplumsal değişim süreçlerinin ürünleri olduklarının geç ve istemeye­rek de olsa anlaşılması, [etnografik] alanda esaslı bir krize yol açan bir şok yarattı”.19 İçinde yaşadıkları ormanları gibi, “İlkel” halkların kendileri de, Avrupalılarla tanıştıklarında Lakota Kızılderilileri’nin (Kurtlarla Dans aksini iddia etse de) Amerikan İç Savaşı sırasında olduklarından daha “bakir” değildi. Bol bol çığırtkanlığı yapılan varolan yerlilerin “ilkel” inanç sistemlerinin çoğundaki Hıristiyan etkiler açıkça görülebiliyor. Örneğin, Kara Geyik gayretli bir Hıristiyan’dı;20 Paiute ve Lakotalar’ın 19. yüzyıl sonundaki Hayalet dansı ise, Hıristiyan Katolik Binyılcılığından**** derin bir bi­çimde etkilenmişti.

Ciddi antropolojik araştırmaların ışığında, “coşkulu” bo­zulmamış avcı fikri, “Avcı İnsan” sempozyumundan bu güne kadar geçen otuz yıla dayanamadı. “İlkel bolluk” efsanesinin hayranları tarafından anılan “zengin avcı” toplumlarının çoğu, tam anlamıyla -büyük olasılıkla arzuları dışında- bahçıvan toplumsal sistemlerden kopup gelmişti. Kalahari’ deki San halkının çöle sürülmeden önce bahçecilik yaptığı (s. 62) şimdi biliniyor. Edwin Wilmsen’e göre, birkaç yüzyıl önce San dili konuşan halklar, hayvancılık ve çiftçiliğin yanı sıra, Hint okyanusu boyunca yayılan bir ağ ile, komşu çiftçi şeflik­lerle alışverişte bulunuyorlardı. Kazıların gösterdiği üzere, 1000 yılına gelindiğinde, San halkının yaşam alanı olan Dobe, seramik yapan, demir işleyen ve sığır gütmekte olan insanların yurduydu; 1840’larda bu sığırları, büyük miktar­larda fildişiyle birlikte Avrupa’ya ihraç ettiler. Fildişlerinin çoğu San halkı tarafından avlanan fillere aitti; şüphesiz, kalın derili, dört ayaklı “kardeşlerine” karşı gerçekleştirdik­leri bu katliamı, Zerzan’ın onlara atfettiği büyük duyarlılık­la gerçekleştirmişlerdir. 1960’larda gözlemcileri öylesine bü­yüleyen San halkının marjinal gıda arayıcı yaşam biçimleri, aslında 19. yüzyılın sonunda ortaya çıkan ekonomik değişikliklere bağlıydı: Diğer taraftan “dışarıdan gözlemleyenlerin hayal ettiği uzaklık kendiliğinden değildi, ticari sermayenin çöküşü sonucu ortaya çıkmıştı.”22 “Afrika ekonomilerinin kırsal sınırındaki Sauca konuşan halkların günümüzdeki statüsü”, der Wilmsen;

… yalnızca sömürge dönemi ve sonrasının toplumsal politikaları ve ekonomilerine dayandırılabilir. Onların gıda arayıcı olarak görünmesi, içinde bulunduğumuz binyıldan önce başlayan ve bu yüzyılın başındaki on yıllarda doruğuna varan tarihsel süreçle­rin oluşumunda bir alt sınıfa indirgenmelerinin bir neticesi­dir.23

Amazon’daki Yuqui’ler de, 1960’larda yüceltilen eski gıda arayıcı toplumlardan biri olarak örnek teşkil edebilir. 1950’lere dek Avrupalılar tarafından incelenmeyen bu halk, yal­nızca domuz pençesi ile ok ve yaylardan oluşan bir alet takımına sahipti: “Ateş yakamamalarına ek olarak” diye ya­zar, onları incelemiş olan Allyn M. Stearman “hiçbir deniz taşıtları; evcil hayvanları (köpekleri bile), değerli taşları, ayin uzmanları yoktu ve sadece gelişmemiş bir kozmolojileri vardı. Yaşamları göçebe olarak, Bolivya ovalarında, kendi yetenekleriyle sağladıkları av ve diğer yiyecek kaynaklarını arayarak geçiyordu”24 Hiçbir ürün yetiştirmiyorlardı ve balık tutmak için bir çengel ile çubuğun kullanılmasına ya­bancıydılar. (s. 63)

Yine de, eşitlikçi olmaktan çok uzak olan Yuqui’ler, top­lumlarını, ayrıcalıklı seçkin bir tabakayla hor görülen, iş gör­dürülen bir köle grubu arasında bölen, kalıtsal bir kölelik kurumunu benimsemişlerdi. Bu özellik, şu anda daha önceki bahçeciliğin getirdiği yaşam biçimlerinin bir kalıntısı olarak görülüyor. Görünene göre, Yuqui’ler, köleci bir Kolombiya öncesi toplumdan geliyorlardı ve zamanla, gezgin ve topraksız yaşama zorunluluğu nedeniyle kültürel miraslarının çoğunu kaybederek kültürsüzleşmeye maruz kaldılar. Ancak, kültürlerinin birçok öğesi kaybolduysa da, diğerleri kaybolmadı. Kölelik, açıkça, kaybolmayanlardandı.”25

Sadece “eski” gıda arayıcı efsanesi yıkılmakla kalmadı, Richard Lee’nin “zengin” gıda arayıcılarının kalori alımı ko­nusundaki verileri de Wilmsen ve arkadaşları tarafından önemli oranda çürütüldü.26 !Kung halkının ortalama yaşam süresi otuz yıldı. Çocuk ölüm oranı yüksekti ve Wilmsen’e göre, (Bradford’un söylediğinin aksine), insanlar kıraç mev­simlerde hastalık ve açlığa maruz kalıyorlardı (Lee’nin ken­disi de bu konudaki görüşlerini 1960’tan bu yana yeniden gözden geçirdi).

Tüm bunlara göre, ilk atalarımızın yaşamları mutlu ol­mak dışında her şeyle nitelenebilirdi. Aslında, yaşam onlar için oldukça çetin, genelde kısa ve maddi olarak da zordu. Yaşam süreleri üzerine yapılan anatomik analizler, yarısının çocukluğunda ya da yirmi yaşından önce öldüğünü ve çok azının elli yaşını aştığını gösteriyor.***** Büyük olasılıkla, (s. 64) avcı-toplayıcı olmaktan çok leş yiyiciydiler ve muhtemelen leopar­larla çakalların avıydılar.27

Kendi topluluklarının, kabilelerinin ve klanlarının üyele­rine karşı, tarih öncesindeki ve sonraki gıda arayıcı halklar, genelde yardımlaşmacı ve barışçıydılar ancak diğer topluluk­ların, kabile ve klanların üyelerine karşı genelde savaşçıydı­lar, hatta mallarına el koymak ve topraklarını kendilerine maletmek çabalarıyla bazen soykırım bile yapıyorlardı. İlkel­cilere inanacak olursak, atalarımız içinde en mutlusu olan Homo erectus, Paul Janssens’in özetlediği verilere göre, arka­sında insanların birbirini katletmesine dair cesaret kırıcı bir kayıt bırakmıştır.28 Çin ve Java’daki birçok bireyin volkanik patlama sonucu öldüğü iddia edilmiştir ancak ölümcül yara­lar almış ve başları kesilmiş olarak bulunan 40 kişinin kalın­tıları ışığında bu açıklamalar büyük oranda inanılırlıklarını yitirdiler, – “bir yanardağın işi olması zor” diye gözlemler Corinne Shear Wood, alaycı bir ifadeyle.29 Çağdaş gıda arayıcı­lara gelince, Amerikan yerlileri arasındaki çatışmalar sayı­lamayacak kadar çoktur – Güneydoğu’da Iroquois Konfede­rasyonunu kurmak zorunda kalan Anasazi ve Güneydoğu’ daki komşularının (birbirlerini yok etmemeleri için Konfede­rasyon açısından bir ölüm kalım meselesine dönüşmüştü) ve Huran kabilelerinin neredeyse tamamen yok olması ve ka­lanların kaçmasıyla sonuçlanan Mohawk’larla Huranlar ara­sındaki şiddetli çatışmanın tanıklık ettiği gibi.

Bradford’un iddia ettiği gibi tarih öncesi halkların “arzu­ları”, “kolayca karşılanabilir” idiyse, bunun nedeni, yaşam­larının tüm maddi koşullarının -ve böylece de arzularının- çok basit olmasıydı. Yenilik yapmak yerine uyum sağlayan, doğal çevreyi kendi isteklerine uyacak şekilde değiştirmek yerine kendisine verilmiş olan doğal çevreye uyan herhangi bir yaşam şeklinden de bu beklenirdi. Tabi ki, ilk insanlar, içinde yaşadıkları doğal çevreyi mükemmel bir biçimde anlıyorlardı – ne de olsa oldukça zeki ve hayal gücü olan can­lılardı. Yine de bu halkların “vecdi” kültürleri, kaçınılmaz olarak yalnızca neşe ve “şarkı söyleme… kutlama… hayal kurma” ile değil, batıl inançlar ve kolayca istismar edilebilen korkularla da iç içeydi. (s. 65)

Ne uzak atalarımız ne de varolan yerliler, günümüz ilkel­ciliğinin onlara atfettiği “büyülü” Disneyland fikirlerine sa­hip olsalardı, hayatta kalmayı asla başaramazlardı. Avru­palılar, yerli halklara elbette harika bir toplumsal konum sunmadı. Tam aksine; emperyalistler, yerli halkları pervasız bir sömürüye, apaçık bir soykırıma, bağışıklıklarının olma­dığı hastalıklara ve utanmazca bir yağmaya maruz bırak­tılar. Hiçbir animistik büyü bu katliamı durduramazdı, dur­duramadı; kurşunlara dayanıklı hayalet gömlekler efsanesi­nin koca bir yalan olduğunun acı bir biçimde ortaya çıka­rıldığı, 1890’daki Yaralı Diz trajedisinde de olduğu gibi.

Burada hayati derecede önemli olan şey, yaşamtarzı anarşistleri arasındaki ilkelciliğe gerileyişin, insanlığın bir tür olarak en ayırt edici niteliklerini ve Avro-Amerikan kül­türünün potansiyel olarak özgürleştirici yönlerini reddetme­sidir. İnsanlar, çevrelerindeki dünyaya sadece uyum sağla­maktan daha fazlasını yapmalarıyla, diğer hayvanlardan önemli bir biçimde ayrılırlar; yenilikler yapar ve yalnızca insan olarak güçlerini keşfetmek için değil, aynı zamanda hem bir canlı hem de birey olarak, çevrelerindeki dünyayı gelişmelerine daha uygun hale getirmek için yeni bir dünya yaratırlar. Bu yetenek, günümüzün akıldışı toplumu tarafın­dan çarpıtılmış olsa da, dünyayı değiştirme yeteneği doğanın bir armağanı, insanın biyolojik evriminin ürünüdür; yani, teknoloji, akılcılık ve uygarlığın ürünü değildir. Kendilerine anarşist adını veren insanların; pek de gizleyemedikleri uyum sağlama ve pasiflik mesajlarıyla animalizme yaklaşan bir ilkelciliği savunmaları, yüzlerce yıllık devrimci ideal, düşünce ve pratikleri karalamak, hatta insanlığın, dar görüşlülük, mistisizm ve batıl inançlardan kurtulma ve dünyayı değiştirme yolundaki anmaya değer çabalarına iftira etmek anlamına gelir.

Yaşamtarzı anarşistlerine, hele de uygarlık karşıtı ve ilkelciliği savunanlara göre, tarihin kendisi tüm ayrımları, dolayımları, gelişme evrelerini ve toplumsal özellikleri silip süpüren, bütün tek parçadan oluşan, aşağılayıcı bir abidedir. Kapitalizm ve ona özgü çelişkiler, her şeyi yok eden bir uygarlık ve onun ayrıntı ve farklılaşmadan yoksun (s. 66) teknolojik “zorunlulukları” epifenomenine****** indirgenmiştir. Tarih, biz onu insanlığın akılcı unsurunun -özgürlük, özbilinç ve işbirliği için gelişmekte olan potansiyelin- açılımı olarak gördüğümüz sürece, insan duyarlılıklarının, kurumlarının, zekâsının ve bilgisinin işlenmesine ya da bir zamanlardaki adıyla “insanlığın eğitimi”ne dair karmaşık bir anlatımdır. Tarihi, Zerzan, Bradford ve onların yandaşlarının Martin Heidegger’e benzer bir biçimde çeşitli derecelerde yaptıkları gibi, animalistik bir “otantiklikten” sürekli bir “düşme” ola­rak ele almak, insan gelişiminin çağlarına damgasını vuran, özgürlük, bireysellik ve özbilinç ideallerini -bu amaçlara ulaşmak üzere yapılan devrimci mücadelelerin ufkunun git­tikçe genişlediğini teslim etmek gerekirken- göz ardı etmek olur.

Uygarlık karşıtı yaşamtarzı anarşizmi, 20. yüzyılın son birkaç on yılına damgasını vuran toplumsal gerileyişin tek nedeni değil. Kapitalizm, doğal tarihi, daha basit, daha az farklılaşmış bir jeolojik ve zoolojik bir döneme taşıyıp parçalamakla tehdit ederken, uygarlık karşıtı yaşamtarzı anar­şizmi de, insan ruhunu ve onun tarihini, daha az gelişmiş, daha belirsiz, prelapseryen bir dünyaya -insanlığın “masumi­yetten çıkma” öncesinde var olan, “teknoloji ve uygarlık” ön­cesinin “masum” olduğu varsayılan toplumuna- geri götür­mekle kapitalizmin suç ortaklığını yapmaktadır. Homeros’un Odysseids’ındaki lotus yiyiciler gibi, insanlar da geçmiş ve gelecek olmadan -anılar ya da fikir oluşumu tarafından ra­hatsız edilmeden, geleneksiz ve oluşun meydan okuması olmaksızın- sonsuz bir şimdiki zamanda yaşadıklarında “otan­tiktirler”.

İroniktir ki, ilkelcilerin idealize ettiği dünya, aslında Max Stirner’in bireyci mirasçılarının övdüğü radikal bireyciliğe engel olurdu. Çağdaş “ilkel” topluluklardan oldukça farklı bireyler çıksa da, zorlayıcı koşulların dayattığı geleneklerin gücü ile grup dayanışmasının güçlülüğü, egonun üstünlüğü­nü öven Stirnerci anarşistlerin talep ettiği tipte bir bireyselci davranışa pek az yer bırakır. Bugün ilkelcilikle uğraşmak, (s. 67) tamamıyla, yalnızca açlara, fakirlere ve şehir sokaklarında yaşayan “göçebe”lere değil, aynı zamanda çalışan işçiye de yasak olan fantezilerle oynamaya parası yeten zengin kentlilerin ayrıcalığıdır. Günümüzün çocuk sahibi çalışan kadını, -genelde evin gelirinin büyük bir kısmını oluşturan miktarı kazanmak üzere işe gitmeden önce yaptığı- günlük ev işlerini az da olsa rahatlatan çamaşır makinesi olmadan yapamazdı. İroniktir ki, Fifth Estate dergisini çıkaran kolek­tif de bir bilgisayarsız yapamayacağını anlamış ve bir tane edinmek “zorunda kalmıştır” – samimiyetsiz bir “ondan nef­ret ediyoruz!”30 tekzibi eşliğinde. Bir yandan ileri bir tekno­lojiyi suçlayıp diğer yandan onu teknoloji karşıtı bir litera­türü yaymakta kullanmak yalnızca samimiyetsizlik boyutu­na değil, ikiyüzlülük boyutuna da sahiptir. Bilgisayarlara duyulan böylesine bir “nefret”; daha çok, birbirinden lezzetli yiyecekleri tıkınıp, pazar dualarında yoksulluğun erdemleri­ni öven ayrıcalıklıların geğirtilerini andırır.

NOTLAR

1.  Bradford, “Civilization in Bulk”, Fifth Estate (Bahar 1991), syf. 11.

  1. A.g.e, dipnot 3.

3.  A.g.e, syf. 10.

4.  A.g.e, aynı yer.

  1. A.g.e, aynı yer.

6.  Konferanstaki araştırmalar Man the Hunter (Avcı İnsan) başlığı altında Richard B. Lee ve Irven DeVore’nin editörlüğüyle basıldı, Aidine Publishing Co., Şikago, 1968. (s. 68)

7. Lee ve DeVore, Man the Hunter içinde, “What Hunters Do for a Living, or, How to Make Out in Scarce Resouces” syf. 43.

8. Bkz., Paul Radin, The World of Primitive Man (İlkel İnsanın Dünyası), Grove Press, New York, 1953, syf. 139-150.

9. John Zerzan, Future Primitive and Other Essays (Geleceğin İlkeli ve Diğer Yazılar), Autonomedia, Brooklyn, New York, 1994, syf. 16. Zerzan’ın araştırmasına inanan okurlar kaynakçadaki ‘Cohen (1974)’ ve ‘Clark (1979)’ gibi önemli kaynakları inceleyebilir (sırasıyla 24. ve 29. sayfalarda bahsedilmiştir) – onları ve diğerlerini kesinlikle bulamayacaklardır.

10.  John Zerzan, Future Primitive and Other Essays, syf. 23, 24.

11.  A.g.e, syf. 33, 34.

12.  A.g.e, syf. 27, 28.

13.  Tarih öncesi yaşamın bu yönüne ait literatür çok geniştir. Anthony Legge ve Peter A. Rowly’nin eserleri “Gazelle Killing in Stone Age Syria”, Scientific American, Cilt 257 (Ağustos 1987), syf. 88-95, göç eden hayvan­ların ağıl kullanımıyla katledilmiş olabileceğini gösterir. Bronislaw Malinowski’nin Myth, Science and Religion (Efsane, Bilim ve Din, Doubleday, Garden City, NewYork, 1954) adlı eseri, animizmin pragmatik yönlerini ele alan klasik bir çalışmadır. Makuna efsanelerinde olduğu gibi şamanların insani alandan insanlık dışı alana geçmesine ait birçok anlatıda manipülatif insanbiçimcilik açıkça görülür. Bkz. Kaj Ârhem, “Dance of the Water Peo­ple”, Natural History (Ocak 1992).

14.  Pigmeler konusunda, bkz. Colin M. Turnbull, The Forest People: A Study of the Pygmies of the Congo (Orman Halkları: Kongo’daki Pigmeler Üzerine Bir Araştırma), Clarion/Simon and Schuster, New York, 1961, syf. 101-102. Eskimolar için, geleneksel Eskimo kültürü hakkındaki diğer birçok eserin yanı sıra bkz. Gontran de Montaigne, Kabloona: A White Man in the Arctic Among the Eskimos (Kabloona: Kutupta Eskimolar Arasında Beyaz Bir Adam), Reynal & Hitchcock, New York, 1941, syf. 208-209.

15.  Muhtemelen Homo erectus döneminden beri dünyadaki birçok otlağın yangınlar sayesinde meydana geldiği hipotezi antropolojik literatürde yaygın bir yer edinmiştir. Bu konudaki mükemmel bir araştırma Stephen J. Pyne’in Fire İn America (Amerika’da Yangın) adlı eseridir; Princeton Uni­versity Press, Princeton, New Jersey, 1982. Ayrıca William K. Stevens’ın “An Eden in Ancient America? Not Really,” adlı yazısında [“The New York Times (30 Mart 1993)] bahsi geçen William M. Donavan’ın Annals of the American Association of Geographers (Eylül 1992) adlı eserine bakınız.

16.Çok tartışılan “ihtiyaçtan fazlasını öldürme” konusunda bkz. Pleistocene Extinctions: The Search for a Cause (Pleistosen’de Soy Tükenmeleri: Neden Arayışında) derl: P.S. Martin ve H.E. Wright Jr, Çevre etkenlerinin ve/ya da insanların “ihtiyaçtan fazlasını öldürmelerinin” Pleistosen memelilerinin yaklaşık otuz beş türünün soylarının tükenmesine yol açtığına yönelik iddi­alar burada tartışılamayacak kadar karmaşıktır. Bkz. Paul S. Martin “Prehistoric Overkill”, Pleistocene Extinctions: The Search for a Cause içinde, deri: P.S. Martin ve H.E. Wright Jr., Yale University Press, New Haven, (s. 69) 1967. Bu iddiaların bazılarını The Echology of Freedom’ın (Özgürlüğün Ekolojisi) 1991 tarihinde yenilenen baskısı için yazdığım girişte inceledim. (Black Rose Books, Montreal) Kanıtlar halen tartışma konusudur. Bir zamanlar çevre koşulları yüzünden sayılarının azaldığı düşünülen Mastodonların aslında Pleoindian avcıları tarafından romantik çevrecilerin inanmak istediğinden daha az vicdan azabı duyarak öldürülmüş olabileceği artık bilinmektedir. Bu büyük memelilerin yalnızca avcılık yüzünden yok oldukla­rını düşünmüyorum – büyük çapta bir katliam yeterli olurdu. Bizonların avlanması ile ilgili gerçeklerin bir özeti Brian Pagan’ın “Bison Hunters of the Northern Plains” Archaeology (Mayıs-Haziran 1994) syf. 38’de bulunabilir.

17.  Karl W. Butzer, “No Eden in the New World” Nature, Cilt 82 (4 Mart, 1993), syf. 15-17.

18.  T. Patrick Cuthbert, “The Collapse of Classic Maya Civilization,” The Collapse of Ancient States and Civilizations (Eski Devletlerin ve Uygar­lıkların Çöküşü) içinde, derl: Norman Yoffee ve George L. Cowgill, Univer­sity of Arizona Press, Tucson, Arizona, 1988; ve Joseph A. Tainer, The Collapse of Complex Societies (Kompleks Toplumların Çöküşü), Cambridge University Press, 1988, özellikle 5. Bölüm.

19.  Clifford Geerrtz, “Life on the Edge”, The New York Review of Books (7 Nisan 1994), syf. 3.

20.  William Powers’a göre “Black Elk Speaks kitabı 1932’de yayınlanmıştı. Bu kitapta Black Elk’in Hıristiyan yaşamına dair hiçbir iz yoktur.” Black Elk’in öyküsünün detaylı bir incelemesi için bkz. William Powers’s “When Black Elk Speaks, Everybody Listens”, Social Text, Cilt 8, No: 2, (1991), syf. 43-56.

21.  Susan Brown, The Politics of Individualism, syf. 160.

22.     Edwin N. Wilmsen, Land Filled With Flies (Sineklerle Dolu Ülke), University of Chicago Press, Şikago, 1989, syf. 127.

23.  Wilmsen, Land Filled with Fli.es, syf. 3.

24.  Allyn Maclean Stearman, Yuqui: Forest Nomads in a Changing World (Yuqui: Değişen Dünyada Orman Göçebeleri), Holt, Rinehart and Winston, Port Worth ve Şikago, 1989, syf. 23.

25.  Stearman , Yuqui, syf. 80-81.

26.  Wilmsen, Land Filled with Flies, syf. 235-39 ve 303-15.

27.  Örneğin, bkz., Robert J. Blumenschine ve John A. Cavallo, “Scavenging and Human Evolution”, Scientific American (Ekim 1992), syf. 90-96.

28.  Paul A. Janssens, Paleopathology: Diseases and Injuries of Prehistoric Man (Paleopatoloji: Tarih Öncesi İnsanın Hastalıkları ve Yaralanmaları), John Baker, Londra, 1970.

29.  Wood, Human Sickness (İnsan Hastalıkları), syf. 20.

30.     E.B. Maple, “The Fifth Estate Enters The 20th Century. We Get a Computer and Hate it!”, The Fifth Estate, cilt 28, No: 2 (Yaz 1993), syf. 6-7. (s. 70)


* Bize önemli oranda, hatta şiddetli bir biçimde teknolojimizi azaltmamızı öneren kişi, aynı zamanda, her türlü mantıkla, “taş çağı”na –en azından Neolitik ya da Paleolitik çağlara (başı, ortası ya da sonuna) – dönmemizi önerir. İlkel dünyaya geri dönemeyeceğimiz iddiasına cevap olarak, Bradford iddiaya değil de, onu ortaya atanlara saldırır: “Şirket mühendisleri ve kapitalizmin Solcu/sendikacı eleştirmenleri”, “teknolojik tahakküm üzerine tüm diğer perspektifleri (…) taş çağına dönmeye yönelik ‘gerilemeci’ ve ‘teknofobik bir arzu olarak’ reddederler” diye şikayet eder.2 Teknolojik ilerlemeden yana olmanın, kendi başına insanlar ve insani olmayan doğa üzerindeki “tahakkümün” yayılmasından yana olmak anlamına geldiği yolundaki uydurmayı bir yana bırakacağım. “Şirket mühendisleri” ile “kapitalizmin Solcu/sendikacı eleştirmenleri”, teknoloji ve onun kullanımları konusundaki yaklaşımları açısından hiçbir şekilde aynı kefeye konamazlar. “Solcu/sendikacı kapitalizm eleştirmenleri”nin övgüye değer bir biçimde, kapitalizme karşı sınıf muhalefetine bağlı olduğu düşünülünce, bugün, geniş bir emek hareketi oluşturmakta uğradıkları başarısızlık, kutlanacak bir olay değil, yas tutulacak bir trajedidir.

** Güney Afrika’da siyah ırka mensup kimse (ç.n.)

*** Bir kere daha – bu sefer de L. Susan Brown’dan – “hiçbir hiyerarşinin bulunmadığı ‘organik’ toplumlar üzerine” sunduğum21 (vurgu tarafımdan eklenmiştir). Brown’ın delil olarak gösterdiği Marjorie Cohen, “cinsel simetri ve tam eşitliğin” varolan “antropolojik kanıtlar”a dayanarak tutarlı bir biçimde gösterilebileceği ya da “cinsel temelli işbölümünün” ille de “cinsel eşitlik anlamına gelmediği” iddiasını “inandırıcı değil” şeklinde nitelendiriyorsa – tüm diyeceğim şudur; iyi! Cohen ve Brown bize hiçbir şey anlatmıyorlar, hele “inandırıcı” kanıtlar hiç sunmuyorlar. Aynı şey benim Özgürlüğün Ekolojisi adlı kitabımda ortaya attığım toplumsal cinsiyet ilişkileri için de söylenebilir. Aslında “cinsel simetri” ile ilgili tüm çağdaş “antropolojik” kanıtlar tartışmalıdır, çünkü modern yerliler, çağdaş antropologlar onlara ulaşmadan çok önce iyi ya da kötü Avrupalı kültürler tarafından koşullandırılmıştı. O kitapta sunmaya çalıştığım şey, – ne Brown’ın ne Cohen’in ne de benim bileceğimiz – tarih öncesinin ayrıntılı bir anlatımı değil, toplumsal cinsiyet eşitliği ve eşitsizliğinin bir diyalektiğiydi – gözden çıkardığı sonuçlarımın akla yatkın olduğunu göstermek için.

Brown’ın hiyerarşinin nasıl ortaya çıktığı konusundaki “kanıt”larımın yetersizliğine ısrarla dikkat çekmesine gelince; Mezoamerika’da yakın zamanda ortaya çıkarılan bulgular, Maya resimyazılarının çözülmesinden sonra, benim hiyerarşinin ortaya çıkışı konusundaki kurgumu destekliyor. Son olarak, benim hiyerarşinin büyük olasılıkla ilk şekli olarak vurguladığım yaşlıların egemenliği (gerontokrasi), antropolojik literatürde dile getirilen en yaygın hiyerarşik gelişmelerden biridir.   

**** Binyılcılık (Millennarianism): Şeytanın esir edileceği ve İsa’nın hüküm süreceği binyılın geleceği inancı. (ç.n.)

***** Bu korkunç istatistikler için bkz. Corinne Shear Wood: Human Sickness and Health: A Biocultural View (İnsan Hastalık ve Sağlığı: Biyokültürel Bir Bakış/Polo Alto, Calif: Mayfield Publishing Co, 1979, s. 17-23) Neandertaller, Zerzan’ın “aşağılanıyorlar” iddiasının aksine bugünlerde büyük ilgi görüyorlar – Christopher Stringer ve Clive Framle’ın In Search of the Neanderthals (Neandertallerin İzinde / New York: Thames & Hudson, 1993) adlı eserinde geniş bir biçimde ele alınmış. Ancak, bu yazarların vardığı sonuç şudur: “Neanderthaller, dejeneretif eklem hastalığının sıklığı, yaşadıkları zor yaşam ve bunun vücutlarında oluşturduğu yıpranma göz önüne alındığında belki normaldir. Ancak, ciddi yaralanmaların yoğunluğu daha da şaşırtıcıdır ve Neanderthal toplumlarında ‘yaşlılığa’ ulaşmayı başaramayanlar için bile yaşamın ne derece tehlikeli olduğunu gösterir.” (s. 94-95)

80.000 yıl önce Florida bataklıklarını işgal eden gıda arayıcılar gibi, tarih öncesindeki bazı bireyler şüphesiz 70’lerine kadar yaşamışlardı ancak bunlar çok nadir örneklerdir. Ancak çok ısrarcı bir ilkelci bu tür istisnaları alıp kural haline getirebilir. Evet – uygarlıkta koşullar insanların çoğu için berbat. Ama, uygarlığın sınırsız eğlence, ziyafet ve aşkla anıldığını iddia etmeye çalışan kim ki?

****** Epifenomen: Bir olaya eklendiği halde, onun üzerinde hiçbir etkisi bulunmayan olay.

Ka0s Yayınlarına teşekkür 🙂

February 1, 2010 Posted by | anti-kapitalizm, anti-otoriter / anarşizan, antropoloji, arkeoloji, ekolojist akımlar, ekotopya heterotopya utopyalar, yerli - yerel halklar | Leave a comment

Oyun Ve Potlaça Dair – Johan Huizinga’nın Homo Ludens Kuramı; Etkilenen İsimler, Yöneltilen Eleştiriler – Ramazan KAYA

İÇİNDEKİLER

A) HOMO LUDENS KURAMI

1) Giriş
Oyunun özellikleri

2) Oyun Kelimesinin Dilde Kavranılışı

3) Kültürün Oyunsal Biçimleri

Oyun ve Hukuk
Oyun ve Savaş

4) Sanatın Oyunsal Biçimleri

Oyun ve Şiir
Oyun ve Müzik
Oyun ve Dans
Oyun ve Plastik Sanatlar

5) Felsefenin Oyunsal Biçimleri

Oyun ve Bilgelik
Hayal Gücünün İşlevi
Oyun ve Bilim

6) Çağdaş Kültürde Oyun

B) HOMO LUDENS KURAMI TARTIŞMALARI

1) Etkilenen isimler

Caillois’ya göre Huizinga
Metin And’a göre Huizinga

2) Huizinga’ya Yöneltilen Eleştiriler

Gombrich’in eleştirileri
Benveniste’in eleştirileri
Ehrmann’ın eleştirileri
Fink’in eleştirileri
Oskay’ın eleştirileri

Tablolar

Kaynaklar

A) HOMO LUDENS KURAMI

A.1) Giriş: Kültür Olgusu Olarak Oyunun Doğası ve Anlamı

Hollanda’lı tarihçi Huizinga’ya göre “oyun” kültürü yaratır yahut Huizinga’nın deyimiyle kültür özellikle Batı uygarlığı sub specie ludi’dir (Huizinga 1995:21). Huizinga, meşhur kitabının önsözünde “oyun”un etnoloji ile ona akraba olan bilimler tarafından çok ihmal edilmiş bir kavram olduğu tezini iddia edebileceğini belirtir, oyun konusunda mevcut terminolojinin yetersizliğini şikâyet eder ve bu konuda ciddi sıkıntı çektiğini söyler (Huizinga 1995:15). Oyuna ilişkin bilimsel literatür azdır ve Huizinga’dan öncesinde neredeyse hiç yoktur. Kendisinden önceki bilimsel literatürün bakış açısını bir çırpıda anlatıverir.

“Psikoloji ve fizyoloji, oyunu hayvanlarda, çocuklarda ve yetişkin insanlarda gözlemek, tasvir etmek ve açıklamak için çaba sarf etmektedirler. Bu bilim dalları oyunun doğasını ve anlamını saptamaya ve onun hayat düzlemindeki yerini belirlemeye uğraşmaktadırlar. Bu yerin önemi, oyunun yerine getirdiği işlevin gerekli veya hiç değilse yararlı karakteri, her bilimsel araştırma ve inceleme tarafından, genel olarak ve çelişkisiz bir şekilde hareket noktası kabul edilmiştir.

Oyunun bu biyolojik işlevini tanımlamaya yönelik çok sayıdaki girişim birbirlerinden oldukça farklıdır. Kimileri oyunun kökeninin ve temelinin, yaşam sevinci fazlalığından kurtulmanın bir biçimi olarak tanımlanabileceğine inanmıştır. Başka teorilere göre ise, canlı varlık oyun oynadığında, doğuştan gelen bir taklit yeteneğinin hükmü altındadır; veya bir gevşeme ihtiyacını tatmin etmektedir; veya hayatın ondan talep edeceği ciddi faaliyetlere hazırlık antrenmanı yapmaktadır; ya da oyun, insanın benliğine sahip çıkmasını sağlamaktadır. Daha başka varsayımlar da, oyunun kökenini hem egemenlik kurma arzusu, hem de yarışma ihtiyacı içinde, bir şey yapabilmeye veya bir şeyi belirleyebilmeye yönelik olan kendiliğinden yatkınlıkta aramaktadırlar. Nihayet diğer bazı teoriler, oyunu zararlı eğilimlerden masum bir şekilde kurtulma yolu olarak kabul etmektedirler; yani bunlara göre oyun, ya fazlasıyla tek yanlı olarak hareket etmeye yönelten bir eğilimin zorunlu telafisidir, yada gerçek hayatta gerçekleştirilmesi olanaksız arzuların bir kurmaca aracılığıyla yatıştırılması ve böylece kişisel benlik duygusunun korunmasının sağlanmasıdır (Zondervan,1928; Buytendijk,19321; aktaran Huizinga 1995:17-8).”

“Bütün bu açıklamalar ortak bir hareket noktasından yola çıkmaktadırlar: Oyunun oyun olmayan başka bir şey karşısında ortaya çıktığı ve bazı biyolojik beklentilere cevap verdiği varsayımı. Bu açıklamalar oyunun nedenini ve amacını araştırmaktadırlar. Bu soruna verilen cevaplar birbirlerini hiçbir şekilde dışlamaz. Belirtilen bütün açıklamaları, can sıkıcı bir kavram kargaşasına düşmeksizin, birbiri ardına kabul etmek mümkündür. Buradan, bütün bu açıklamaların kısmi olduğu sonucu çıkmaktadır. Eğer aralarından biri gerçekten eksiksiz olsaydı ötekileri dışlar veya onları içerir ve üst bir birim içinde özümlerdi. Bu açıklama girişimlerinin çoğu, oyunun bizatihi kendi olarak doğası ve oyuncular için taşıdığı anlam üzerinde ancak ikincil olarak durmaktadır. Bunlar oyuna, öncelikle estetiğin derinlerine demir atmış olma niteliğine hiç dikkat etmeden, hemen deneysel bilimin ölçü aletleriyle yaklaşmaktadırlar (Huizinga 1995:18).”

Huizinga’nın oyunun estetik derinliğine çektiği dikkat bir epistemoloji tartışması olarak görülebilir. Huizinga denemesinde dil bilim aracılığıyla bilimsel bir platforma taşıdığı “oyun”’u bir işlev olarak tanımlar ve kuramlaştırır. Ancak esas merak ettiği ve yanıtını kendisinin de veremediği soru şudur.

“Gerçektende, oyunun asıl özü tasvir bile edilmemiştir. Getirilen her açıklamanın karşısında, şu soru geçerliğini korumaktadır: Tamam öyle olsun, ama sonuçta oyunun “zevkli yanı” nedir? Bebek neden zevkten bağırır? Oyuncunun neden hırstan gözü döner, neden binlerce kişi kalabalık futbol maçında çılgınlığa varan bir heyecan yaşar?(Huizinga 1995:18).”

Huizinga’nın bir genel kültür kuramını oyun aracılığıyla tarif ederken karşısında olan en büyük güçlük oyunun ciddi olmayan bir eylem olduğu yaygın kanaatidir. Bu kanaatin pek de sağlam olmadığını şu şekilde belirtir.

“Oyun fikri, düşünce tarzımızda ciddiyet fikrinin karşıtıdır. İlk bakışta, bu antitez, bizatihi oyun kavramı kadar ortadan kaldırılamaz gözükmektedir. Bu oyun-ciddiyet antitezi, daha yakından ele alınınca, bize ne sonuca ulaştırıcı, ne de sağlam gelmektedir. Şunu söyleyebiliriz: Oyun, ciddi-olmayan’dır. Fakat bu yargı oyunun pozitif karakterlerine ilişkin hiçbir şey söylemediği gibi, çok da istikrarsızdır. Yukarıdaki önermeyi, oyun ciddi değildir biçiminde değiştirdiğimiz anda, antitez bize hemen ihanet eder, çünkü oyun çok ciddi bir şey de olabilir. Üstelik hayatta karşılaştığımız birçok temel kategori ciddi-olmayan içinde yer almakla birlikte, bu nedenden ötürü oyunla eşdeğer değildir. Gülme bazı bakımlardan ciddiyetin karşıtıdır, ama oyunla hiçbir şekilde doğrudan bağlantısı yoktur. Çocuklar, “futbol” veya satranç oyuncuları, akıllarından asla gülme isteği geçmeden, derin bir ciddiyet içinde oynamaktadırlar. Nitekim tamamen fizyolojik olan gülme işlevinin sadece insana özgü olmasına karşılık, yaratıcı oyun işlevinin insan ile hayvanda ortak olarak bulunması ilginçtir. Aristoteles’in animal ridens kavramı, insan hayvan zıtlığını homo sapiens’ten daha açık bir şekilde nitelemektedir(Huizinga 1995:22).”

Şu adım adım ilerleyen akıl yürütmeye bir an için bakalım: Çocuk tam bir ciddiyet içinde oynamaktadır; buna haklı olarak kutsal bir ciddiyet de denilebilir. Fakat çocuk oyun oynamakta ve oyun oynadığını bilmektedir. Sporcu inançlı bir ciddiyet içinde ve heyecanlı bir ataklıkla oynamaktadır. Oyun oynamakta ve oyun oynadığını bilmektedir. Aktör kendini oyuna kaptırmıştır. Yine de oynamakta ve bunun bilincinde olmaktadır. Kemancı en kutsal heyecanı duymaktadır; ancak faaliyeti bir oyun olarak kalmaktadır (Huizinga 1995:37).”

Huizinga’nın bu önermesi oyun üzerine yapılan çalışmalar yönünde müthiş bir sıçramadır. Oyunu ciddi olmayan alanından çıkarması bu konuda yapılacak çalışmaların önünü açmıştır. Oyunun geriye kalan özelliklerini Huizinga’ya göre şöyle sıralayabiliriz.

Oyunun özellikleri

  • “Her oyun, her şeyden önce gönüllü bir eylem’dir. Emirlere bağlı oyun, oyun değildir (Huizinga 1995:24).” 
  • “Oyun serbesttir, oyun özgürlüktür. Oyun “gündelik” veya “asıl” hayat değildir. Oyun, bu hayattan kaçarak, kendine özgü eğilimleri olan geçici bir faaliyet alanına girme bahanesi sunmaktadır. Küçük çocuk bile “sadece …miş gibi yaptığı” , ”yalnızca gülmek için” davrandığı konusunda tam bir bilince sahiptir (Huizinga 1995:25).” 
  • “Oyun başlar ve belli bir anda “biter”. “Sonuna kadar oynanır”. Oyun sürerken hareket, gidiş-gelişler, kader değişiklikleri, birbiri yerine geçmeler, bağlanmalar ve ayrılmalar görülür. Oyunun zamansal olarak sınırlandırılmasına, dikkat çekici başka bir nitelik de doğrudan bağlanır. Oyun hemen kültürel bir biçim olarak belirlenir. Bir kez oynandıktan sonra, belleklerde manevi bir yaratı veya bir hazine olarak kalmakta, aktarılmaktadır ve her an tekrarlanabilir, ya bir çocuk oyunu, bir tavla partisi veya bir yarış gibi hemen veya belli bir aradan sonra tekrarlanabilir. Bu tekrarlanabilme olanağı oyunun temel özelliklerinden biridir. Bu olanak yalnızca bütünü itibarıyla ele alınan oyuna değil, aynı zamanda oyunun iç yapısına da uygulanabilir. Hemen tüm gelişmiş oyun biçimlerinde tekrar, nakarat, birbiri yerine geçen çeşitlemeler, sanki bir zincir veya bir doku oluşturmaktadır (Huizinga 1995:26-7).” 
  • “Oyunun mekânsal sınırlılığı, zamansal sınırlılığından da çarpıcıdır. Her oyun ister maddi veya hayali, ister keyfe göre saptanmış veya zorunlu olmuş olsun, önceden belirlenmiş kendi mekânsal alanının sınırları içinde cereyan eder. Aynı şekilde, bir oyun ile kutsal bir eylem arasında hiçbir biçimsel fark yoktur, yani kutsal eylem oyununkilerle aynı biçimler altında gerçekleştirilir; öte yandan, kutsal yer de oyunun cereyan ettiği yerden biçimsel olarak farklı değildir. Arena, oyun masası, sihirli çember, tapınak, sahne, perde, mahkeme; bütün bunların hepsi biçim ve işlev açısından oyun alanlarıdır, yani tahsis edilmiş, ayrılmış, çevresine parmaklık çekilmiş, kutsallaştırılmış ve kendi sınırları içinde özel kurallara tabi kılınmış yerlerdir. Bunlar bildik dünyanın ortasında, belirli bir eylemin gerçekleşmesi amacıyla tasarlanmış geçici dünyalardır(Huizinga 1995:27).” 
  • “Her oyun, oyuncuyu, her an tümüyle içine alabilir (Huizinga 1995:25).” 
  • “Oyun alanlarının sınırları içinde kendine özgü ve mutlak bir düzen hüküm sürer. Ve işte oyunun daha da pozitif yeni bir çizgisi: oyun düzen yaratır, oyun düzenin ta kendisidir. Dünyanın mükemmel olmaması ve hayatın karışıklığı içinde geçici ve sınırlı bir mükemmellik yaratır. Oyun mutlak bir düzen gerektirir. Bu düzenin en küçük ihlali oyunu bozar, oyun niteliğini ve değerini yok eder (Huizinga 1995:27).” 
  • “Oyunun unsurlarını belirtmek için kullanabileceğimiz terimlerin büyük bir bölümü estetik alanda yer almaktadır. Bunlar bize aynı zamanda güzellik izlenimlerini aktarma işinde de hizmet etmektedirler: gerilim, denge, salınım, birbirinin yerine geçme, zıtlık, çeşitleme, birbirine eklenme, ayrılma ve çözüm. Oyun dahil eder ve serbest bırakır. Özümler. Yakalar, başka bir ifadeyle, cezbeder (Huizinga 1995:28).” 

Huizinga bu özellikleri belirttikten sonra oyunun tanımını şöyle yapar.

“Demek ki oyunu biçim açısından, kısaca, özgür, “kurmaca” ve olağan hayatın dışında yer aldığı hissedilen, ama yine de oyuncuyu tamamen özümleme yeteneğine sahip bir eylem olarak tanımlamak mümkündür. Oyun her tür maddi çıkar ve yarardan arınmış bir eylemdir; bu eylem bilhassa sınırlandırılmış bir zaman ve mekânda tamamlanmakta, belirli kurallara uygun olarak, düzen içinde cereyan etmekte ve kendilerini gönüllü olarak bir esrar havasıyla çevreleyen veya alışılmış dünyaya yabancı olduklarını kılık değiştirerek vurgulayan grup ilişkilerini doğurmaktadır (Huizinga 1995:31).”

A.2) Oyun Kelimesinin Dilde Kavranılışı

Huizinga’nın oyun sözcüğünü linguistik yönden ele aldığı “oyunun dilde kavranılışı” başlığında; oyunun izini Avrupa dillerinde sürerken kısıtladığı anlam, oyun tanımında diğer bir tanımı da yanında getirmektedir. Bu, Huizinga’ya göre oyunun ne olmadığı yönünden tanımlamak biçiminde görülebilir.

“Bu kavramı şu şekilde sınırlandırmayı düşünüyoruz: Oyun, özgürce razı olunan, ama tamamen emredici kurallara uygun olarak belirli zaman ve mekân sınırları içinde gerçekleştirilen, bizatihi bir amaca sahip olan, bir gerilim ve sevinç duygusu ile “alışılmış hayattan “başka türlü olmak” bilincinin eşlik ettiği, iradi bir eylem veya faaliyettir. Böylece tanımlanan kavram, hayvanlar, çocuklar ve yetişkin insanlara ilişkin olarak oyun adını verdiğimiz her şeyi kapsamaya yatkın hale gelmiştir: beceri, güç, zekâ ve şanslı olmak. Bu oyun kategorisi, hayatın temel ruhsal unsurlarından biri olarak kabul edilebilir gibi gözükmekteydi (Huizinga 1995:48).”

Huizinga böylelikle bu anlama dâhil olan Avrupa dillerindeki kelimeleri araştırmaya başlar. Oyun kelimesi üzerine linguistik yönden en kapsamlı yaklaşım kendisi de bir dilbilimci olan Huizinga’ya aittir. Bu kelimeler tablo 1 ve tablo 7 arası özetlenmiştir. Huizinga’ya göre bu kelimelerden Latincedeki ludus ve ludere bütün oyun ve oynamak alanını kapsar. Daha sonraları ise Roman dillerine geçerken varlıklarını sürdürememiştir. Şaka yapmak, eğlenmek anlamlarını gösteren ve esas oyun fikrine işaret etmeyen iocus ve iocari sözcükleri zamanla ludus ve ludere kelimeleri aracılığıyla genel bir oyun fikrini içeren anlayışın yerine geçmiştir. Buna karşın Huizinga’ya göre oyunsal terimin ifade alanı Germanik dillerde dar ve biçimsel anlamı içindeki oyunla hiçbir bağlantısı olmayan her tür hareket ve faaliyet kavramına kadar genişlemektedir. Bir mekanizmanın çarklarının kısıtlı hareketliliğine oyun denmesi Fransızca, İtalyanca, İspanyolca, İngilizce, Almanca, Felemenkçe ve Japonca da ortak bir durum olmasını gösterir ve sanki her şey oynamak kavramının hep daha büyük –paizo ve hatta ludere’ninkinden çok daha büyük bir alanı kapsadığını belirtmektedir. (Huizinga 1995:56-7.) Huizinga’ya göre ise bu durum oyunun esas anlamının zayıflaması, oyunsal kavramda bozulmaların göstergesi olarak belirtilir ve şöyle devam eder. “Burada söz konusu olan, kavramın oyunsal bir eylem konusundaki özgül kavrayıştan daha başka fikirlere ait bir düzleme bilinçli olarak aktarılması değildir, yani burada şiirsel bir ifade yoktur; kavram, daha çok, bilinçsiz bir alaycılığın içinde kendiliğinden erimektedir. Kuşkusuz, orta yukarı Almancanın spil (oyun) kelimesinin ve türevlerinin, mistik dil içinde bu kadar istekle kullanılması bir rastlantı değildir. Aynı şekilde, Kant’ın eserlerinde “hayal gücünün oyunları, fikir oyunu, kozmolojik fikirlerin bütün diyalektik oyunları” gibi ifadelerin çok sıklıkla kullanılmış olması çarpıcıdır (Huizinga 1995:58-9).”

Huizinga oyun kelimesini dilde ararken bir kelimenin aynı zamanda onun zıttını ifade eden kelime tarafından da tanımlanabileceğini belirttikten sonra oyunun zıttının ciddiyet yahut çalışmak olarak ele alınabileceğini belirtir. Dillerdeki karşılıklarını araştırır ve şu sonuca varır. “Oyun-ciddiyet zıtlaşmalı grubunu, dilsel sorunu ayrı tutarak, daha yakından incelenecek olursa, bu iki terimin eşdeğerli olmadıkları ortaya çıkar. Oyun burada pozitif terim olarak gözükmekte, ciddiyet ise oyunun inkârı noktasında kalmakta ve tükenmektedir: Ciddiyet, oyun-olmayandır ve başka hiçbir şey değildir. Buna karşılık, oyun’un anlamsal ağırlığı ciddi-olmayan kavramıyla asla tanımlanamaz ve tüketilemez. Oyun bizatihi bir kavramdır. Bu kavram, olduğu haliyle, ciddiyet kavramından daha üst bir düzlemde yer almaktadır. Çünkü ciddiyet, oyun‘u dışlamaya yöneliktir, oysa oyun, ciddiyet‘i rahatlıkla içerebilir (Huizinga 1995:66).”

A.3) Kültürün Oyunsal Biçimleri

Bir kültür kuramını oyun aracılığıyla açıklayan Huizinga, kavrayışının yeni olmadığını, XVII. yy’ın başında genel kabul görmüş bir bakış açısı olduğunu belirtir. Ona göre Shakespeare, Calderon, Racine gibi laik dram yazarlarının, dünyayı herkesin rolünü oynadığı bir sahneye benzetmeleri bu kavrayışa örnektir. Bu fikir Platon’a kadar uzanan bir karşılaştırmadır ve bu kavrayış dünyevi şeylerin beyhudeliğine, faniliğine ilişkin eski bir temanın çeşitlemesinden başka bir şey değildir. Huizinga’ya göre, bu fikir bu güne kadar etik bir anlam taşımış, oyunun kültürün düpedüz bir temeli ve bir faktörü olduğunu kimse açığa çıkartamamıştır(Huizinga 1995:21). Frobenius bir eserinde2, kültürden “doğal varlık’tan kaynaklanan bir oyun” olarak söz etmiş, kültür ve oyun arasındaki ilişkiyi aşırı mistik bir biçimde yorumlamış ve onu oldukça belirsiz bir biçimde tasvir etmiştir. Kültürün oyunsal karakterini Frobenius da tam olarak açığa çıkaramamıştır (Huizinga 1995:68). “Kültürün oyunsal karakteri kutsal alan tarafından özümlenmekte, bilgelik ve şiir halinde, hukuki ve siyasal hayat biçimleri içinde billurlaşmaktadır. Kültürün oyunsal niteliği, kültür tarafından arka plana itilir, gizlenilir (Huizinga 1995:68).”

“Kültürün oyunsal unsurundan söz ederken, oyunların kültürel hayatın çeşitli faaliyetleri içinde önemli bir yeri olduğunu kastetmiyoruz; kültürün bir evrim süreciyle oyundan kaynaklandığını, yani başlangıçta oyun olan şeyin başka bir şeye dönüşebildiğini ve buna artık kültür denildiğini de iddia etmiyoruz. Bizim kavrayışımız şöyledir: Kültür oyun biçiminde doğar, kültür başlangıçtan itibaren oynanan bir şeydir (Huizinga 1995:67).”

Konuyu daha netleştirmek için Huizinga’nın kültürün oyun biçiminde gelişmesinin içeriğini biraz daha açmak gerekir. “Oyun bir şey için mücadeledir veya bir şeyin temsilidir. Ayrıca bu iki işlev, oyunun bir şey için olan mücadeleyi “temsil” etmesi veya bir şeyi en iyi temsil edecek bir mücadele olması anlamında iç içe girebilir (Huizinga 1995:31).” Yunanda oyunla ilgili alanlara dair paidia terimi kullanılır. Müsabaka-mücadele ise agon ile gösterilir. Bu haliyle Yunan, müsabakaları oyun alanında görmeyen tek kültür gibidir, ancak Huizinga’ya göre Yunanlılar için tüm hayatın bir oyun olduğu iddia edilebilir. Çok erken dönemlerde müsabakalar kültürde, erken ve ilksel bir yer edinmiş, böylelikle her yönüyle oyunun izlerini taşıyan müsabakalar öylesine yoğun bir işlev haline gelmiştir ki, “alışılmış” ve tamamen meşru bir şey sayılmış dolayısıyla oyun olarak hissedilmekten çıkmıştır. Bu durum oyun için dilinde dört kök bulunduran eski Hint toplumlarında da geçerlidir (Huizinga 1995:50-1).” Nitekim eski Hint’te evren, Şiva ile karısı tarafından oynanan bir zar oyunu olarak hayal edilmiştir. Mevsimler (rtu), altın ve gümüş zarlarla oynayan altı adam tarafından temsil edilmiştir. Germen mitolojisinde de bir masada oynanan tanrısal bir oyun vardır ve Tacitus, Germenlerin tek ciddi meşguliyetinin zar oyunu olmasına haksız yere şaşırmaktaydı (Huizinga 1995:79-80).”

Huizinga agonal unsur olarak tanımladığı kültürün yarışmacı yapısını fratrilerden (phratrie) örnek vererek açıklar. Etnolojinin, kültürün arkaik dönemlerinde, genel olarak zıtlaşmalı ve çelişkili bir topluluk yapısına dayandığını, bu toplulukların zihinsel dünyasının bu ikililik sayesinde düzene sokulduğunu, bu ilkel ikililiğin izlerine her yerde rastlandığına işaret etmektedir. İki fratrinin ilişkileri bir mücadele veya karşılıklı rekabet ilişkileridir, ama aynı zamanda karşılıklı yardımlaşma ve dostça alışverişte bulunmada söz konusudur. Kabilenin iki yarısını ayıran ikili sistem, giderek her tür evren kavrayışını içerir. Her varlık ve her nesne ya bir cepheye, ya da diğerine mensup olmakta, böylece evrenin tümü bu tasnifin içine alınmış olmaktadır. Çinlilerde birbirlerinin yerine geçerek ve işbirlikleri sayesinde hayatın ritmini koruyan erkek ilke ve dişi ilke olan Yin ve Yang zıtlığı buna bir örnektir. Bu düşüncede olanlara göre, felsefi sistem olarak cinsel ikiliğin kökeninde, mevsimlerin karşılandığı bayramlarda, ayinsel biçimler altında karşılıklı söylenilen şarkılar ve oyundan yararlanarak birbirlerini cezbeden genç erkek ve kızların somut olarak gruplara ayrılmaları bulunmaktadır. Yıl dönümü bayramlarında, kabilenin zıt grupları veya cinsiyet grupları arasındaki olumlu rekabet açığa çıkmaktadır. Mevsimler değişirken düzenlenen her cinsten görkemli müsabakaların Çin uygarlığının yapısı içinde kazandığı görkemli yerin kültür yaratıcı değeri, agon ilkesinin Helen uygarlığında kazandığından daha büyüktür ve esas oyunsal karakter Çin toplumunda çok daha anlamlı bir şekilde ortaya çıkmaktadır (Huizinga 1995:76-9).

Huizinga’ya göre; her müsabaka, yalnızca bir şey için yapılmaz, aynı zamanda bir şeye ilişkin ve onun yardımı sayesinde de yapılır.3 Güce veya beceriye, bilgiye, ustalığa, şana veya zenginliğe, iyi kalpliliğe veya mutluluğa, doğuma veya çocuk sayısına ilişkin birinci olabilmek için mücadele edilmektedir. Beden gücü, silah, deha veya eller, gösteriş, büyük sözler, övünme, palavra, hakaret yardımıyla; zar fincanıyla, hatta hile ve aldatmacaya başvurarak mücadele edilmektedir (Huizinga 1995:74). Bu noktada Huizinga’nın kavrayışı; hile ve aldatmacanın, müsabakanın oyunsal karakterini bozduğu ve ortadan kaldırdığı yönündedir. Ona göre oyunbozan, oyunun yarattığı yanılsamayı, inlusio’yu, kelimenin gerçek anlamıyla “oyuna giriş”i, anlam dolu bu kelimeyi yok eder. Oyunbozan topluluğun büyülü dünyasını bozmaktadır, bu nedenle haindir ve atılması gerekir (Huizinga:1995:29). Buna karşılık Huizinga arkaik kültürün kurnazlığı, bir müsabaka teması olarak kabul edip günümüz popüler kavrayışından farklı düşündüğünü de eklemektedir (Huizinga 1995:74-80). Huizinga; Platondan Shakespeare’e kadar uzanan, hayatı oyun olarak görme fikrinin, kültüre olan benzerliği (ki bunun etik bir anlayış olduğunu da belirtir), müsabaka-mücadele gibi agonal unsurun büyük uygarlıklardaki kültür yaratıcı işlevi dışında, yine belki de agon unsuru ile iç içe geçmiş, etnolojiden aldığı potlatch adı verilen bir gelenekten bahsederek, kültürün oyunsal karakteri üzerine olan kuramını pekiştirir.

Potlatch, Kwakiutl kabilesinde, büyük ve gösterişli bir seremonidir; iki gruptan biri, gösteriş içinde ve törensel bir havada diğer gruba çok sayıda armağan verir, tek amacı böylece onun karşısında üstünlüğünü kanıtlamaktır. Diğer tarafın buna verebileceği tek ve zorunlu karşılık, bu töreni belli bir süre içinde ve eğer mümkünse armağan miktarını artırarak tekrarlamaktır. Bu cins cömertlik bayramları, bu usulü bilen kabilelerin tüm toplumsal hayatına, tapınmalarına, hukuki örflerine ve sanatlarına hükmeder. Doğumlar, evlilikler, genç erkeklerin yetişkinler topluluğuna kabul törenleri, ölümler, dövme yapılması, bir mezar yapımı, bütün bunlar ilahiler, maskeler ve büyücüler eşliğinde yapılan potlatch’a bahanedir. Fakat asıl olgu zenginliklerin dağıtılmasıdır. Bayramı düzenleyen kişi klanın bütün maddi varlığını dağıtır. Böylelikle öteki klan daha da savurgan başka bir potlatch vermekle sorumlu olmuş olur. Eğer bu yükümlülüğü yerine getirmezse, ününü, armasını, totemlerini ve medeni ve dinsel haklarını kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Kaynaklar bu yolla dolaşıma çıkar (Huizinga 1995:81).

Potlatch’ın diğer bir özelliği ise daha çarpıcı bir biçimde varlıkların tahribi yoluyla yapılmasıdır. Böylelikle malların önemsizliği belirtilmiş olur. Bu yarışma, dramatik ve ayinsel bir yapı içinde cereyan eder. Yine aynı şekilde rakip daha çok tahribat yaratmak mecburiyetindedir. Kwakiutl şefi Tlinkit şefine meydan okumak istediğinde bütün kölelerini öldürtmüş, Tlinkit şefini kendi kölelerinden daha fazlasını öldürtmeye zorlamıştır. Huizinga’ya göre bu çeşit çılgınca israfın benzeri adetlerine Yunan, Roma ve eski Germen uygarlıklarında karşılaşılmakta İslamiyet öncesi arap putataparlığında mu’akara adı altında görülmektedir. Mu’akaranın sözlük anlamı ise “devenin sinirlerini keserek, itibar yarıştırmak”’tır.4 Granet’e göre Çin uygarlığında benzeri biçimde adetlere rastlanmaktadır. Mauss ise bu durumu eski Hint için çoktan formüle etmiştir. “Mahabharata, devasa bir potlatch öyküsüdür.”5 Potlatch için Mauss “potlatch aslında bir oyun ve bir sınavdır” der. Davy, potlatch’ı hukuk yaratan; talihin, mertebenin ve itibarın, bahislerin ve tahriklerin hükmünde, oyun kurumuyla kıyaslanır bir adet olarak ele alır. Held, zar oyunlarının ve satrancın ilkel biçimlerinin kutsal alana dahil oldukları ve potlatch ilkesini ifade ettiklerinden gerçek talih oyunları olmadıkları sonucuna varır. Huizinga ise bu görüşün tam tersini şöyle savunur. “Bunlar kutsal alana dâhildir, çünkü gerçek oyunlardır.” Huizinga, potlatch’ı “şan ve şeref için oyun” dediği temel bir insani eğilimin en temsili ve dışa dönük biçimi olarak kabul eder. Böylelikle potlatch teknik bir terim olur, bilimsel dil bunu bir kez kabul ettikten sonra, bir olguyu açıklamak üzere yeterli ve kestirme bir yol olur (Huizinga 1995:81-4).

Huizinga, Homeros’un aien aristeuein kai hupeirochon emmenai allon (ötekileri geçerek, hep en iyi olmak) sözünü örnek verir, buna göre destanın önemi, bizzat savaş işlevinin kendinde değil tek tek her savaşçının aristeia’sındadır (en iyi olmak, en yüce olmak). Böylelikle “erdem, şeref, soyluluk ve şan daha başlangıçtan beri, müsabaka çerçevesinde, yani oyunun içinde yer alır. Genç soylu savaşçının hayatı, sürekli olarak erdemli olmaktan ve bulunduğu yüksek mertebenin şerefi için mücadele etmekten ibarettir (Huizinga 1995:80-7).”

Müsabaka ve mücadelenin yani agon olanın yahut agonal’in kültürdeki yerine daha birçok örnekler verdikten sonra kültürün ne oyun olarak nede oyundan doğmakta olduğunu bilakis kültürün oyunun içinde olduğunu belirtir. Agonal karakter bizatihi hep yükselme heveslisi olan insanın doğasındadır; bu yükselme dünyevi şan ve üstünlükte veya dünyevi unsurlar üzerinde zafer kazanmakta yatar. Huizinga’ya göre her uygarlığın gelişiminde, agonal işlev ve yapı en aşikâr ve çoğu zaman da en güzel biçimlerine, arkaik dönemden itibaren ulaşır. Kültür malzemesinin daha karmaşık, dağınık ve geniş hale gelmesi ve toplumsal, bireysel ve kolektif hayat ile üretim tekniğinin daha incelmiş bir örgütlenmeyi bilir hale gelmesiyle birlikte, bir uygarlığın temeli, oyunla muhtemelen bütün temasını kaybetmiş olan kavram, sistem, kavrayış, doktrin, ölçü, yapaylık ve örflerin istilasına uğrar. Kültür giderek daha ciddi hale gelir ve oyuna artık yalnızca ikincil bir yer verir. Huizinga’ya göre agonal dönem geride kalmıştır veya en azından böyle gözükmektedir (Huizinga 1995:99-100). Huzinga’nın bu kavrayışı daha sonraları çokça eleştirilir. Buna karşın bu kavrayışın izlerine, bu eserden yirmi yıl öncesinde 14. ve 15. yüzyıllarda Burgundy kenti üst sınıfının davranış, sanat, fikir ve hayatlarını ele aldığı Ortaçağın Günbatımı (1919)’nda net bir şekilde rastlanır. Kendisine esas ün sağlayan bu eserinde Huzinga şöyle başlar.

“Dünya bundan beş yüzyıl daha gençken, hayatın olayları ortaya daha belirgin çizgilerle çıkmaktaydılar. Bahtsızlıkla talihin yaver gitmesi arasındaki mesafe daha büyüğe benzemekteydi. Henüz her deney, zevk ile acının bir çocuğun zihnindeki gibi, dolaysızlık ve mutlaklık basamağında yer almaktaydı. Her eylem, her olay, sabit ve anlatımsal biçimlerle çevreleniyor ve bir ayin derecesine yükseltiliyordu. Doğum, evlilik ve ölüm gibi başat olaylar, kutsama aracılığıyla, kendilerini ilahi esrarın içinde buluyorlardı. Görev veya ziyaret amacıyla yapılan yolculuklar gibi daha düşük öneme sahip olaylara da çok sayıda kutsama, tören ve kalıplaşmış sözler eşlik etmekteydiler (Huizinga 1997:13).”

  • Oyun ve Hukuk

Kutsal veya ciddi niteliğinin oyun niteliğini asla dışlamadığını kuşku götürmez bir şekilde saptayan Huizinga’ya göre hukuk, yasa, yargı alanı ilk bakışta oyun alanından uzakmış gibi görünse bile; dava bir talih oyunudur, bir yarıştır ve bir atışmadır.

Dava, hak olan ve olmayan şeyi kabul ettirmek için; kimin haklı kimin haksız olduğuna karar vermek için; kimin kazandığını, kimin kaybettiğini belirlemek için yapılan bir mücadeledir. Oyunun esas ilkelerinden biri olarak agonal unsuru belirleyen Huizinga’ya göre kim müsabakadan yahut mücadeleden söz ederse oyundan söz etmiş olur. Yargıcın önünde sürdürülen yargılamada, her an ve her koşulda kazanma arzusu öylesine ağır basar ve öylesine sabit bir fikir haline gelir ki agonal unsuru bir an için bile unutmak mümkün olmaz. Üstelik bu mücadeleye hükmeden katı kurallar sistemi onu biçimsel açıdan kurala bağlı zıtlaşmalı oyunlar çerçevesine tamamen yerleştirir.

Yunanlılarda bir davanın başlangıcı taraflar arasında bir agon sayıldığına dikkat çeken Huizinga; sabit kurallara tabi olan, belirgin biçimler altında cereyan eden ve iki rakibin bir hakemin kararına uydukları bir mücadele olan dava; bu bakış açısı nedeniyle kesinlikle bu kurumun bir yozlaşması olarak düşünülmemelidir.

Huizinga’ya göre kimin yenip kimin kaybedeceğini belirlemek için yapılan mücadele, bizatihi kutsaldır. Eğer bu mücadele ilhamını hak ve haksızlığa ilişkin formüle edilmiş kavramlardan alıyorsa, o zaman hukuk alanına kadar yükselir; eğer tanrısal güce ilişkin pozitif kavramlarla açıklanıyorsa, bu durumda din alanına kadar yükselir. Ancak, temel olgu her halükarda oyundur.

Adalet bir “avlu”da dağıtılmaktadır. Bu avlu kelimenin tam anlamıyla hicros kuklos’tur. Yani Akhilleus’un kalkanında görülen ve davaya bakan yargıçların temsil edildiği şu kutsal dairedir. Davaya bakılan her yer, gerçek bir temenos, gündelik dünyadan ayrılmış ve sınırlandırılmış, kutsal bir alandır. Mahkemenin etrafı işte böyle çevrilmekte ve sonra ona adalet dağıt emri verilmektedir. Burası gerçek bir sihirli çember, insanlar arasındaki alışılmış mertebe farklarının bir süre için askıya alındığı serbest bir alandır. Burada kimse kimseye, geçici bir süre için zarar veremez.

Yargıçlar, adalet dağıtma işlemleri sırasında, “olağan hayat”ın dışına çıkmaktadırlar, cüppe ve peruka takarlar. İngiliz yargıçlarının bu uygulamalarının etimolojik kökenini araştıran Huizinga bu perukanın işlevini, ilkel toplumların dans maskelerinin işlevine benzetir. Perukayı takan başka bir varlık haline gelmektedir.

Huizinga bu haliyle Otto Gierke’in geçmişte Humor im Recht (Hukukta Mizah) başlığı altında topladığı olgulara atıfta bulunur. Germanik halkların eski adli geleneklerinde; bir davayı kimin kazanacağı, ya gözleri bağlanmış birinin bir kişiye veya bir eşyaya dokunması veya bir yumurtanın döndürülmesi veyahut yuvarlanması yoluyla belirlenmektedir. Bir markenin veya bir toprak mülkiyetinin sınırları bazen bir yarış veya bir baltanın fırlatılması yoluyla belirlenmekteydi. Arapça da gara, kura çekmek veya bir hedefe ok atarak kazanmak anlamlarındadır. Adli tartışma müsabaka olarak kabul edildiğinden bunların çoğunu hukukun oyunla ilişkisi sayan Huizinga, halk zihniyetinin gerçekten oyun dolu olduğunu; ama Gierke’in kabul ettiğinden daha derin ve daha ciddi bir anlamda yüklü olduğunu belirtir (Huizinga 1995:101-14).

  • Oyun ve Savaş

Huizinga’nın kavrayışında modern zamanlar ile geçmiş zaman; ortaçağ ya da antik çağlar veyahut “ilkel” denilen ilk insanların kavrayışı arasında uçurum vardır. Ona göre ortaçağ insanları çocuk kafalı devlerdir. Bu insanlar cehennem korkusuyla çocukça zevkler, gaddarlık ile sevgi arasında gidip gelmişlerdir. Dünya zevklerinden tam bir kaçınma veya dünyevi zevklere tam bir dalış; bu insanlar hep bir uçtan diğerine savrulmuşlardır (Huizinga 1997:41). Ona göre bu kuşakların gülüşü artık sona ermiş, yaşama gustosları ve kaygısız sevinçleri artık yalnızca halk türkülerinde ve fars tipi oyunlarda yer edinmektedir (Huizinga 1997:42). Bu bağlamda Huizinga modern savaşı bu tartışmanın dışında bırakır. Ani saldırılar, pusular, yağmalama seferleri, katliamlar bütün bu çarpışma biçimleri agonal türden bir savaşta kullanılabilir nitelikte olsalar dahi bizatihi agonal sayılmazlar. Öte yandan bir savaşın siyasal amacı – fetih, boyun eğdirme, başka bir halka egemen olma – müsabaka alanının dışında yer almaktadır. Modern savaşı yüceltmeye yönelik ne yazık ki çok iyi bildiğimiz genel eğilimler, aslında savaşı kutsal şanı sağlamak üzere tanrılardan gelen bir emir sayan ve düşmanların yok edilmesine dayanan Asur-Babil kavrayışının tekrarından başka bir şey değildir (Huizinga 1995:117). Bu fikre karşın Huizinga’ya göre savaşların kültür yaratmada oyun biçiminde çok derin bir etkisi olduğu kanaati vardır. Ona göre çarpışmalar, turnuvalar, düellolar özü itibariyle hem oyundur; hem de savaş. Huizinga bu konuyu şöyle açıklar.

“Çarpışmayı bir oyun olarak adlandırmak, bizzat çarpışma ve oyunu ifade eden kelimeler kadar eski bir söyleyiş biçimidir. Oyun ve çarpışma kavramları, çoğu zaman fiilen iç içe girer. Kısıtlayıcı kurallara tabi olan her mücadele, bu sınırlandırmadan ötürü zaten bir oyunun biçimsel özelliklerini taşımaktadır; özellikle yoğun, enerjik ve aynı zamanda son derece aşikâr ve ilkel bir cins oyun söz konusudur. Yavru köpekler ve çocuklar, şiddet kullanımını sınırlandıran kurallara uyarak, “eğlenmek için” dövüşmektedirler. Ancak, oyunun izin verdiği sınırın, kan dökmeyi veya hatta ölümcül darbeyi dışta bırakması gerekli değildir. Ortaçağ turnuvaları, hiç tartışmasız bir çarpışma taklidiydi, yani bunlar bir oyundu; fakat en eski biçimi altında, tam ve mutlak bir şekilde “hissedilmiş” ve tıpkı Abner ve Joab gibi genç savaşçıların “oyun”unda olduğu üzere, ölümle sonuçlanmaya kadar varmıştır.

Kültürel işlev olarak çarpışma, her zaman sınırlandırıcı kuralları varsaymakta, oyunsal bir niteliğin kabulünü belli bir noktaya kadar talep etmektedir. Nispeten daha yakın dönemlerde bile, savaş bazen açıkça oyunsal bir biçime bürünmekteydi (Huizinga, 1995:115-6).”

Bununla birlikte eskinin savaşlarından örnekler verir. Yunan tarihinde Euboia (eğriboz) adasında, Khalkis ve Eretria kentleri arasındaki savaş tam anlamıyla bir müsabaka biçiminde işlemiş, çarpışma kurallarını hükme bağlayan resmi bir anlaşma Artemis tapınağına konulmuştur. Çarpışmanın yeri ve zamanı bu belgede belirtilmiştir. Mızrak, ok, sapan gibi fırlatılan silahlar yasaklanmış, yalnızca kılıç ve kargıya izin verilmiştir. Granet’ten alıntılayarak aktardığı Çin’de geçen bir diğer örnekte; Ts ve Tsin adlı iki senyör arasındaki mücadelede Tsin rakibine karşı üstün gelebilecek bir avantajı, savaşın şerefine hitap eden, şu kurallarına bağlı kalabilmek için reddetmektedir. “ölü ve yaralıları toplamamak insanlık dışıdır.” “saptanan zamanı beklemeden düşmanı gafil avlamak alçaklıktır (Huizinga 1995:124).”

Huizinga’ya göre “Eskinin savaşlarında önemli bir yere sahip olan düello özü itibariyle törensel bir oyun biçimidir, sınır tanımayan bir öfke anında aniden indirilen ölümcül darbenin kurala bağlanmasıdır. Düellonun yapıldığı yer oyunsal bir alandır; silahlar birbirinin tamamen aynı olmak zorundadır; düellonun başlangıcı ve bitişi bir işaretle belirlenir. Kaç el ateş edileceği veya kaç kılıç darbesi indirileceği hükme bağlanmıştır. Kan akması, tek başına, beklenen koşul olan şerefin temizlenmesi için yeterlidir (Huizinga 1995:122).”

Düelloların, çarpışmaların, turnuvaların oyuna olan biçimsel benzerliği dışında başka bir noktaya daha dikkat çeker. Örneklerini ortaçağ Hıristiyan şövalyeliği ve Japon samuraylarının yaşam biçimlerinden verdiği; şövalyelerin şeref kodu, kılıç kuşanması, arma tutkusu, unvanları ve yemin törenleri gibi etkinlikler hep bir oyun biçiminde gerçekleşmektedir. Rütbe alabilmek için verilen mücadele, kahraman olma isteği ve en önemlisi “sadakat” iyi bir oyuncudan beklenen ile iyi bir askerden beklenen ortak özelliklerdir. Böylelikle Huizinga’da kültür ile oyun arasındaki en derin ilişki savaş konusunda ortaya çıkar. Huizinga bu konuda bir diğer önemli noktayı da belirtir. “Yenme arzusu, şeref duygusunun dayattığı ılımlılıktan her zaman daha güçlü olmuştur. Ancak, kazanma ihtiyacı çarpışmalara öyle kaçınılmaz bir şekilde egemen olmaktadır ki, insanlığın kötü yanı hep serbest alan bulmakta ve düşünülebilecek her türlü hileyi kullanmaya kendini yetkili görmektedir (Huizinga 1995:128).

Burada belirtilmesi gereken bir diğer trajik durum 19. yüzyıldan itibaren sivil halka da saldırılabilen savaşlar Huizinga’ya göre uygarlık karşıtıdır. “Üstelik II. Dünya savaşının “oyunun symptomatic bir görünümü” olduğunu da yazmıştır (Oskay 2000:160).” “Altmış yaşını geçkinken6 Hollanda’yı işgal eden Nazilerin Huizingayı bu yüzden tutukladıklarını biliyoruz. Huizinga, uzun bir süre Nazi kamplarında kalmış; bu kamplarda vücudu beslenme bozuklukları yüzünden giderilmesi olanaksız bir hastalık geçirmiş; savaş sonrasında kurtarılamayarak bu hastalıktan ölmüştür (Oskay 2000:151).”

A.4) Sanatın Oyunsal Biçimleri

Huizinga, lirik sanatlar ile plastik sanatlar arasındaki farkı oyun üzerinden ele alarak tanımlar. Ona göre bu biçimdeki ayrım Helen zihniyetinde zaten belirgindir. Lirik sanatlar mousaların hükmündeyken, el emeğine dayalı olan plastik sanatlar mousalar ile ilgisiz ve hatta tanrısal bir iradeye bağlıydılar. Plastik sanatlar Hephaistos ve Athene Ergane’nin yetki alanındaydı. Böylelikle plastik sanatlarla uğraşanlar bizim bugün zanaatkar dediğimiz sınıfa dahil oluyor ve şairlere gösterilen ilgi ve itibardan yoksun kalıyorlardı (Huizinga 1995:202).

  • Oyun ve Şiir

Huizinga sanatlardan en çok şiiri yüce saymaktadır. Şiirsel biçimin tüm kültürlerde edebi düz yazıdan önce geldiğine dikkat çeken Huizinga’ya göre, eski bilimin şiirsel biçim kullanmasını, “kitaptan yoksun toplumların unutmamasını sağladığı”na dair katıksız yarar sağlama amacına bağlamak yetersizdir. Ona göre kültürün arkaik döneminde hayat deyim yerindeyse vezin ve kafiyeye dayalı olarak inşa edilmiştir. Eski Frizya hukukundan alıntıladığı pasaj çarpıcıdır. Bu pasajda bir yetimin malvarlığının satılma zorunluluğu şu şekilde ele alınmaktadır.

“İkinci zorunluluk şudur: Eğer bu yıl pahalılık olursa ve tehlikeli bir açlık ülkeyi istila ederse ve çocuk açlıktan ölecek olursa, anne bu durumda çocuğunun miras payını satmak ve çocuğu için bir inek, buğday vb. almak zorundadır…” “Üçüncü zorunluluk şudur: Eğer çocuk bir solucan gibi çıplak ve barınaksızsa ve kış soğukları ve kötü yıllar sökün ettiyse, bu durumda herkes kendi ocağına, evine ve sıcak yuvasına sığınır ve vahşi hayvan bedenini koruyabileceği ağaç kovuğu ve dağlarda sığınak arar. Bu durumda sübyan çocuk bağırır, inler ve üstünün başının olmamasından ve yuvasının yokluğundan yakınır ve onu açlığa ve kötü havaya karşı koruması gerekirken meşenin içine dört çiviyle hapsedilmiş olarak toprağın altında karanlık uçurumlara gömülü babası için ağlar.”7

Burada metnin oyunsal bir istekle kasıtlı olarak değiştirilmediğine vurgu yapan Huizinga, şiirsel biçim olan manevi alana, adli ifadenin de ait olmasından kaynaklandığını, ayrıca geçerlilik özelliğini güçlendirmek üzere bir dizi imge geliştirildiğini belirtir. Huizinga eserinde bu duruma dair daha pek çok örnekler verip kuramını pekiştirir. Ona göre şiirin, yalnızca estetik bir işlevi olduğuna dair veya estetik alanda anlaşılır ve açıklanabilir olduğuna dair yaygın anlayışın terk edilmesi gerekmektedir. Serpilmiş ve canlı bütün uygarlıklarda ve özellikle de arkaik kültürlerde şiirin hayati, toplumsal ve dinsel bir işlevi vardır. Keza her ilkel şiir aynı zamanda ve eşanlı olarak, ibadet, törensel eğlence, toplu oynanan oyun, hayat bilgisi, bilmece veya bilmece çözümü, bilgeliğin öğretilmesi, ikna, büyücülük, kâhinlik, öngörü ve yarışmadır (Huizinga 1995:159). Huizinga’ya göre şair ise vates’tir.8 Yani, “cinlere karışmış ilham alan ve vecd halinde biridir. Eski Arapların dediği gibi bilge’dir (Sja’ir: şair)”. “Şair-sanatçı figüründen, yavaş yavaş kahin, rahip, falcı, gizbilimci, zanaatkar-şair, filozof, yasa koyucu, hatip, demagog, sofist, sözbilimci figürü ortaya çıkar (Huizinga 1995:151).”

Huizinga’ya göre; “poiesis9 oyunsal bir işlevdir. Zihnin oyunsal bir mekânında, zihnin kendine yarattığı özgün bir evrede, şeylerin “gündelik hayat”takinden farklı bir görünüme büründükleri ve mantık bağlarından farklı bağlarla birbirlerine bağlandıkları bir alanda yer almaktadırlar. Eğer ciddiyet, sadece aklı başında hayat terimleri içinde ifade edilen şey olarak kavranırsa, şiir bu durumda asla tamamen ciddi olamaz. Ciddiyetin ötesinde; çocuğa, hayvana, vahşiye ve kaçığa özgü olan ilk alanda; düş, coşku, sarhoşluk ve gülme alanında yer almaktadır. Şiiri anlayabilmek için, tıpkı sihirli bir elbise giyer gibi, çocuk ruhuna bürünmek ve çocuksu bilgeliğin yetişkininden üstün olduğunu kabul etmek gerekir (Huizinga 1995:149-50).”

Huizinga’ya göre; “Şiir, ilkel kültürlerin unsuru olan başlangıçtaki işlevi içinde, oyun esnasında, oyun olarak doğmuştur. Kutsal bir oyundur, ama bu karakterine rağmen hep zıpırlığın, şakanın ve hoşça vakit geçirmenin sınırında yer almaktadır (Huizinga 1995:152).”

Huizinga, şiir çeşitlerinin çok sayıda olmasına karşın, her zaman ve her yerde hepsine rastlanabileceğini belirtir. Bu biçimlere ve konulara o kadar alışığızdır ki, bunların başka biçimlerde değil de, böyle belirlenmiş olmasının genel nedenlerini nadiren araştırırız. “Şiirsel ifade biçimlerinin, insanlığın bütün dönemlerinde görülen bu aşırı benzerliği, özellikle tüm kültürel hayattan daha eski ve daha ilkel bir işlevin varlığına bağlanabilirmiş gibi gelmektedir; biçimleri yaratan bir söz ifade yeteneği köklerini buradan almaktadır. Bu işlev, oyundur (Huizinga 1995:163-4).”

Huizinga’ya göre; efsane, oyun alanının içinde, şiirle birlikte doğmuştur; gerçekten meydana gelmiş olduğuna inanılan olayları hayal gücünün olanakları içinde dile getirmektir. Rasyonel olarak tarif edilmeleri olanaksız olabilir, en derin ve en dinsel anlamla dolu olabilir, ancak ciddi olarak nitelenip nitelenemeyeceğinin yanıtı; şiir ne kadar ciddiyse, efsanenin de o kadar ciddi olduğudur. Yine bu, aşağı bir alanda oldukları anlamına gelmez. Efsane oynanırken aklın ulaşamayacağı zirvelere çıktığı da olmaktadır (Huizinga 1995:160-1).

Huizinga’ya göre; dil yerine “konuşma dilinin dikeni”, toprak yerine “rüzgârların ini”, rüzgâr yerine “ağaçların kurdu” diyen kişi, dinleyicilerine yavaş yavaş çözecekleri bir yığın bilmece sunmuş olmaktadır. Şiirin bilmeceyle olan bağlantısının çok sayıda başka gösterge ile ortaya konulduğunu belirten Huizinga’ya göre; şiir dilinin imgeler aracılığıyla gerçekleştirdiği şey bir oyundur. Bu dil onları yüce diziler halinde düzene sokar, bu düzenin içine esrar yerleştirir; öylesine ki, her imge oyunu bir bilmeceye karşılık düşer (Huizinga 1995:166).

Huizinga; “şiirsel yaratı faaliyetlerinin tümünün –söylenen veya terennüm edilen söylevin vezinli veya ritmik olarak bölünmesinin, ses veya ölçü uyumundaki etkili vurgunun, anlamın gizlenmesinin ve cümlenin ustaca kurulmasının- bu oyun alanına ait olduğunu reddetmek mümkün değildir.” der ve şöyle bağlar.

“Şiiri, Paul Valéry gibi, bir oyun olarak, bir kelime ve dil oyunu olarak tanımlamak hiç de bir metafor değil, bizatihi şiir kelimesinin en derin anlamının açığa çıkartılmasıdır (Huizinga 1995:164).”

Huizinga’ya göre; şiir ile oyun arasındaki bağlantı sadece söylevin dış yapısıyla ilgili değildir. Şiirsel -veya genel olarak edebi- bir verinin ana teması, örneklerin çoğu itibarıyla, kahramanın yerine getirmesi gereken bir ödeve, geçmesi gereken bir sınava, aşması gereken bir engele ilişkindir. Bir anlatının eylemde bulunan kişisine “kahraman” denmesi, bizi agonal oyun alanına götürür. Kahramanın kimliğini gizlemesi, maske takması gibi tutumlar içyapının da oyun ile ayrılmaz bütünlüğünü gözler önüne serer (Huizinga 1995:164-5).

  • Oyun ve Müzik

Müzik aleti çalmanın, Arapça’da, Germanik dillerde, bazı Slav dilleriyle, Fransızca’da oyun adını aldığına dikkat çeken Huizinga, bunu oyun ile müzik arasındaki derin psikolojik temelin bir göstergesi kabul eder. Müzik ile oyun arasındaki ilişkinin şiir ile olan ilişkiden daha sıkı olduğunu şöyle belirtir. “Söz, şiiri tamamen oyunsal olan alandan kısmen alarak, onu kavram ve yargı alanına dâhil edebilecek durumdayken, müzik bütün olarak oyun alanında kalmaya devam etmektedir (Huizinga 1995:194).” Müzik ile oyun arasındaki bağlantıyı iki kavramda da ortak bulunan kategorileri ortaya koyarak başlar. Müzikte, oyunda; gündelik hayatın mantığının dışında, gereklilik ve yararlılık alanının dışında, oyun, akıl, ödev ve hakikat ölçülerinin dışında bir geçerliliğe sahiptir. İkisinin de biçim ve işlevinin geçerliliği ritm ve armoni tarafından belirlenmektedir. Huizinga’ya göre müzik; “İster eğlendirmeye ve neşe vermeye yarasın, ister yüce bir güzelliği dile getirsin, isterse kutsal bir ayin karakterine sahip olsun, her zaman bir oyun olarak kalmaktadır (Huizinga 1995:197-8).”

Bununla birlikte müzikal hayatın agonal niteliklerinin, her zaman ne iseler öyle kalmış olduğunu belirten Huizinga’ya göre hiçbir sanat yarışma unsurunu müzik kadar aşikar hale getirmemiştir. Apollon ile Marsyas’tan günümüze kadar bu yarışmalar düzenlenmiş, başka hiçbir alanda bu denli çıkar grupları oluşmamıştır. Müziğin yüksek sanatsal içeriği ve derinlemesine canlı anlamı, birçok estetik değerin bilincine varmamıza neden olan romantizm sayesinde daha geniş çevrelerce tanınmıştır (Huizinga 1995:201-2).

  • Oyun ve Dans

Hem lirik sanat hem de plastik sanat sayılabilecek dans10 için Huizinga; “Sonuçta müziğe ilişkin şeyler, sürekli olarak oyun çerçevesinde kalıyorsa, müziğin ikizi olan başka bir sanat -dans- için bu durum haydi haydi geçerlidir. İster ilkel halkların kutsal ve büyülü dansları, ister Yunan ibadeti içinde yer alan danslar, isterse de kral Davud’un anlaşma sandığı (İbranilerin yasa levhalarını sakladıkları çok değer verilen sandıklar) önünde yaptığı dans olsun, veya herhangi bir dönemde, herhangi bir halkın eğlenmek amacıyla yaptığı dans olsun; dans, kelimenin tam anlamıyla, en mükemmel bir oyun, oyunsal biçimlerin en saf ve en tam olanlarından birinin ifadesi olarak kabul edilebilir. Hiç kuşkusuz, oyunsal nitelik tüm dans biçimlerinde bu kadar mutlak bir şekilde ortaya çıkmaz. En açık olarak, bir yandan rondoda ve figürlü dansta, diğer yandan da bireysel dansta, ve nihayet dansın temsil, gösteri ve tablo olduğu veya menuet yahut kadrilde olduğu gibi ritmik kompozisyon ve hareket biçimini aldığı yerde ortaya çıkar (Huizinga 1995:200-1).” demektedir. Oyunsal karakterin günümüz dansında kaybolmakta olduğunu da belirtir. Dans ile oyun arasındaki ilişki Huizinga’ya göre nettir ve bunu şöyle belirtir.

“Dans ile oyun arasındaki bağlantı sorun çıkartmamaktadır. Bu bağlantı o kadar aşikâr, o kadar sıkı ve o kadar tamdır ki, bunu ayrıca tasvir etmenin gereği yoktur. Dans ile oyun arasındaki bağlantı bir katılmaya değil, bir kaynaşmaya, esasa dair bir özdeşliğe ilişkindir. Dans, bizatihi oyunun özel ve çok mükemmel bir biçimidir (Huizinga 1995:201).”

  • Oyun ve Plastik Sanatlar

Huizinga’ya göre lirik sanatlar ile plastik sanatlar arasındaki en derin fark; lirik sanatlarda oyunun aşikar olmasına karşılık, plastik sanatlarda yer almamasıdır. Bu zıtlığın başlıca nedeni, gerçek estetik faaliyetin lirik sanatlar açısından icranın içinde yer almasından kaynaklanmaktadır. Lirik sanatlarda eser önceden bestelenmiş ve notaya dökülmüş olsa bile icranın içinde tadılmaktadır. Plastik sanatlarda ise malzemeye olan bağımlılık ve bu malzemenin dayattığı biçimsel olanakların sınırlılığı nedeniyle bu sanatlar özgür oyun oynayamazlar. Mimar, heykeltraş, ressam, çizimci, çömlekçi yahut bezeme sanatçısı sabırlı, deneyerek ve kendini sürekli düzenleyerek, emek sarf ederek bir şey üreten kişinin ciddi ve sorumluluk taşıyan niteliğiyle, estetik güdüsünü malzemenin içine yerleştirmektedir. Böylelikle her tür oyun kavramı ona yabancıdır. Huizinga’ya göre plastik sanatlar oyun alanının tamamen dışındadır. Açılış temel atma törenleri, sergiler, sanatsal mekanizmanın bir parçası değildir ve bunlar çok yakın tarihlerde ortaya çıkmışlardır.

Huizinga, plastik sanatları oyunla ilişkisiz görmesine karşın bazı bakımlardan konunun tartışmalı olabileceğini belirtir. Can sıkıcı bir toplantıda elinde kalem bulunan kişilerin bir kağıda çizgiler çizmek ve karalamaktan ibaret gayriihtiyari ama az çok bilinç unsuru da içeren eylemine oyun denebilir (Huizinga 1995:.201-5).

Huizinga’ya göre plastik sanatların esas oyunsal unsuru, bu sanatların yarışmanın içinde ve onun sayesinde mi geliştiği sorusudur. Bu konudaki fikrini şöyle sonuçlandırmaktadır.

“Yarışmaların dünya çapındaki uzun tarihöncesi dönemi bilinmezse, sanat alanında bugün bile süren yarışma âdetinin, yalnızca yarar nedeniyle yapıldığı düşünülebilir. Bir belediye konağı yapımı için yarışma açılmaktadır, sanat okulu öğrencileri bir burs için yarışa sokulmaktadırlar. Buradaki amaç buluş yapma yeteneğini teşvik etmek veya en iyi niteliklerin ortaya çıkmasını sağlamaktır ve bunu yaparken de en iyi nitelikli sonuç hedeflenir. Fakat, bu cins yarışmaların uygulamaya dönük nedenleri gene de alanın tümünü kapsamamaktadır. Arka planda, her zaman yüzlerce yıllık oyunsal işlev yer almaktadır. Tarihsel örneklere ilişkin olarak, yararın mı, yoksa agonal tutkunun mu öncelikli olduğunu kimse belirleyemez: Örneğin 1418’de Floransa kenti bir kubbe yaptırarak, katedralin tamamlanması için yarışma açtığında ve Brunelleschi on üç yarışmacı arasından ödülü aldığında, ortada böyle bir sorun vardır. Oysa, böylesine cüretkâr bir kubbe yapmaya insanı hiçbir çıkar yöneltmez. Bundan iki yüzyıl önce, aynı Floransa kenti, soylu aileler arasında uzlaşmazlık ve rekabet konusu oluşturan kulelerden bir ormana dönmüştü. Sanat ve savaş tarihi, şu anda Floransa’daki kuleleri, savunmaya yönelik yapılardan çok “gösteriş kuleleri” olarak kabul etmeye eğilimlidir. Ortaçağ kenti, muhteşem oyunsal fikirlerin gerçekleştirilmesine izin vermekteydi (Huizinga 1995:209).”

A.5) Felsefenin Oyunsal Biçimleri

Felsefe ve oyun kavramlarını birlikte ele alırken, merkeze yunan sofistini koyan Huizinga; sofistten daha önce ele aldığımız biçimiyle vates figürünün hafifçe sapmış devamını anlamamız gerektiğini ve sofistin Aeschylos’ta, Prometheus ve Palamedes gibi bilge kahramanları işaret etmekte olduğunu unutmamak gerektiğini hatırlatır. Bunlar keşfettikleri ve insan hizmetine sundukları bütün sanatları iftihar ile sayarlar. Bu övüngenliğe örnek olarak verdiği Hippias Polyhistor ismindeki sofist, kendini bilgi küpü, bellek üstadı olarak görmekte, giydiği her şeyi kendi yapmış olmakla övünmekte, en iyi şekilde nutuk atmak ve sorulacak her soruya cevap vermek üzere, inceden inceye her konuda konuşmaya hazır ve kendinden ustasına hiç rastlamadığını iddia etmektedir.11 Sofistin sahneye girişine epideixis denmekte, bu kelime temsil, sergi, gösteri anlamına gelmektedir. Seyirciler iyi atılan laf karşısında gülmekte ve alkışlamaktadırlar. Rakipler birbirlerini nakavt etmekte hatta verilecek her cevabın yanlış olacağı, tuzaklı sorular sormakla övünmektedirler. Huizinga’nın Euthydemus’tan aktardığı biçimiyle bunlar bir söylev maçıdır. Bir oyundur ve böylelikle sofistlerin faaliyeti spor alanında kalmaktadır. Hatta Gorgias, Helena Methiyesi’ni bir oyun olarak adlandırmış ve Doğaya Dair adlı incelemesi, bir hitabet oyunu olarak değerlendirilmiştir (Huizinga 1995:181-2).12

Huizinga; “Çeşitli tuzak tipleri farklı teknik adlandırmalar altında sınıflandırılmaktadır. “Her yerde ve hiçbir yerde hep aynı kalan nedir?” Cevap: “Zaman”. “Sen, benim olduğum şey değilsin. Öte yandan, ben bir insanim. Demek ki sen bir insan değilsin.” Bütün bu tür tuzaklar, rakibin “ama, ancak” bile demeden, zımnen kabul edeceği oyun mantığı tarafından sunulmuş oyunsal bir koşula dayanmaktadır. Bu önermeler uslüp açısından ritm, tekrar, paralellikler vs. ile birlikte sanatsal biçimler halinde geliştirilebilir (Huizinga 1995:183)” demekte ve şunu da eklemektedir. “Bu oyunlar ile Sokrates türü felsefi diyalog arasındaki geçişi hissetmek mümkün değildir. Sofizm, eğlendirmeyi amaçlayan yaygın bilmeceye yakın olduğu kadar evrene ilişkin kutsal bilmecelere de yakındır. Ve bizzat yunanlılar da, bütün bunların oyun alanında yer aldığının hep bilincinde olmuşlardır (Huizinga 1995:183).”

Huizinga; felsefenin, Platon ve muhatapları için de zevkli bir zaman geçirme yolu olduğunu belirtmekte ve Platon’dan yaptığı alıntıda, Callicles; “İşte, hakikat bu; daha üstün işlerle uğraşmak üzere felsefeyi bırakırsan anlayacaksın bunu. Çünkü felsefe, gençken aşırıya kaçmadan uğraşılacak olursa hoş bir şeydir, ama gerektiğinden fazla uzarsa, insan için zararlı olur.” demektedir. Huizinga’ya göre, bizzat felsefenin ve bilgeliğin ölümsüz temellerini atanlar için, felsefe, bir gençlik oyunu olarak değerlendirilmekteydi. Felsefe Platon için soylu bir oyundu (Huizinga 1995:186).

Huizinga eserinde Yunan uygarlığından sonraki dönemlerde tartışma ve tumturaklı sözlerin fiili oyunsal niteliğinin, bir olgu olarak, birbirine çok benzeyen biçimler altında tekrarlanmakta olduğunu ve batı uygarlığının Yunan modeline bağlı kaldığını belirtir.188 Sonuç olarak “Felsefe de dahil bilim, doğası gereği polemik niteliklidir ve polemik unsur agonal unsurdan ayrılamaz (Huizinga 1995:192).”

Şimdi felsefenin oyunsal biçimleri altında bu konuyu biraz daha netleştirebileceğimiz başlıklara değinelim.

  • Oyun ve Bilgelik

Huizingaya göre bilgelik; birinci olmaya yönelik tutkulu isteğin, toplumun bu arzuya sunduğu tatmin olanaklarının çeşitliliğinin bir biçimidir. İlkel insana göre bir şeyi yapabilmeye denk gelen güç, bilgi tarafından tamamlandığında büyülü bir güç olarak görülmektedir. Her bilgi aslında dünyanın düzeniyle ilişki içindedir. Bu nedenle, dinsel bayramlarda bilgi yarışmaları yapılmaktadır ve bunlar ibadetin esas unsurunu meydana getirmektedir. Bunlar genellikle bilmece biçiminde gelişmektedir. Felsefe, oyun, bilgelik arasındaki ilişki adına şu alıntı önemlidir (Huizinga 1995:134-5).

”Varoluşun sırları karşısındaki düşünce taşkınlığı ile kökensel heyecan ürünleri karşısında; kutsal bir şiir, deliliğe kayan bir bilgelik, en derin mistisizm ve esrarlı sözler arasındaki sınırı çizmek bize düşmemektedir. Bu eski şair-rahiplerin sözleri, bize olduğu kadar onlara da kapalı kalan bilinemezin kapıları önünde sürekli olarak beklemektedir. Bu konuda şunları söylemek mümkündür: Bu ibadete ilişkin yarışmalarda, felsefe boşuna bir oyundan değil de, kutsal bir oyunun bağrından doğmuştur. Bilgelik, kutsal bir sınav olarak uygulanmaktadır. Felsefe burada, oyun biçiminde doğmaktadır. Evrenin yaratılması sorunu, insan zihninin en öncelikli meşguliyetlerinden biridir. Deneysel çocuk psikolojisi, altı yaşında bir çocuk tarafından sorulan soruların çoğunun genellikle evrenin yaradılışına ilişkin olduğunu bize göstermektedir: Suyu kim akıtıyor, rüzgâr nereden geliyor; soruların diğerleri de ölüm durumu vb. hakkındadır (Huizinga 1995:137).”13

Bilmecelerin kutsal karakterlerine mitolojilerde sıkça karşılaşıldığına dikkat çeken Huizinga özellikle ödülü hayat olan bilmecelere örnekler vermektedir. Eski Hint’te Kral Janaka’nın düzenlediği ve bilge Yajnavalkya’nın kazandığı, yunanda Calchas ve Mopsus isimli kahinlerin yarışması, eddalar geleneğinde Odin ve bilge dev Vafthrüdnir arasındaki yarışma, yine Thor ve cüce alvis arasındaki yarışmalar hep hayat memat meselesi olmuş kaybedenler ölmüştür. Kral Menandros ile Arhat Nagasena arasındaki sohbet ise şöyle başlamaktadır.

“—Saygıdeğer Nâgasena, benimle sohbet eder misiniz?

—Eğer majesteleri benimle, bilgelerin konuştukları gibi sohbet edeceklerse razıyım, ama eğer benimle kralların konuştukları gibi konuşacaklarsa razı değilim.

—Bilgeler nasıl konuşurlar, Saygıdeğer Nâgasena?

—Bilgeler, kralların tersine, zor bir duruma düştüklerinde rahatsız olmazlar (Huizinga 1995:143).”

Bilmecelerin eğlendirici ya da öğretici bir amaçla, edebi nitelik altında ortaya çıkan biçimlerinden bazılarının özel dikkati hak ettiğini belirten Huizinga, bazı bilmecelerin öncelerde ciddi olup sonradan şakaya dönüştüğü gibi bir düşüncenin yanlış olacağını, zevk veya kutsal alanda dallanıp budaklansa da bilmecelerin bir oyun olduğunu özellikle belirtmektedir. Syf 140-141 Yunanlıların bulmaca oyunu ile felsefenin kökenleri arasındaki ilişkinin daima farkında olduğunu da belirtir. Karanlık filozof Herakleitos’a göre doğa ve hayat bir griphos yani bilmeceyi temsil etmektedir (Huizinga 1995:146).

  • Hayal Gücünün İşlevi

Huizinga’ya göre tüm efsanevi oluşumların ve hemen tüm şiirin ruhu, bedensel olmayanın veya cansızın kişileştirilmesine dayanmaktadır. Zihnin canlı varlıklardan meydana gelen, zihinsel bir dünya yaratmasına yönelik, doğuştan gelen eğilimine zeka oyunu adını verir. Hindu germen ve yunan mitolojilerindeki yaratılışlardan örnek veren Huizinga niteliklerin kişileştirilmesinin, insanın kuşatıldığını hissettiği güç ve iktidarların, zihinde yarattığı kökeni hatırlanmayacak kadar eskilerdeki işlevlerine ait olduğunu belirtir. Zihin, insanbiçimliliği kavramadan önce, doğanın ve hayatın sırları ve azameti karşısında duyduğu alt üst oluşun dolaysız etkisiyle, onu baskı altına alan veya coşturan şeylere bulanık adlar vermektedir. Onları varlık olarak görmekte, ama henüz pek temsil edememektedir.14

Hesiodos’un uğursuz Eris’in çocukları olarak saydığı Emek, Unutkanlık, Açlık, Acılar, Ölümcül Darbeler ve Cinayetler, Kavgalar, Aldatma, Haset, Okeanus’un kızı Styx ile titan Pallas’ın çocukları Kratos ve Bia (güç ve şiddet) sürekli Zeus’un evinde oturmaktadır. Bununla beraber daha çok yakın tarihlerde Assissi’li Aziz Francesco, nişanlısı olan Fakirlik’i yüceltmektedir.

Kişileştirmenin gündelik hayatımızda bile bağımlı olmayı sürdürdüğümüz zihinsel bir alışkanlık olduğuna dikkat çeken Huizinga, takamadığımız bir kol düğmesine insani sıfatlarla hitap etmeyi bu duruma örnek verir ve bunun oyunsal bir tutum olduğundan şüphe duymaz. Daha da ötesi bu kişileştirme ve alegoriler için şu soruyu sorar. (Huizinga 1995:170-2)

“Kişileştirmeye ve alegoriye ilişkin anlayışlar, daha da önemli bir probleme malzeme sağlamaktadır. Günümüz felsefesi ve psikolojisi acaba alegorinin ifade araçlarını terk etmiş midir? Yoksa, kökeni hatırlanamayacak kadar eskilerde olan alegori, ruhun gördüklerini, zihnin tutumlarını tanımlamayı amaçlayan şu bilimler tarafından kullanılan terminolojinin içine hep sızmış mıdır? Yoksa gerçekte, alegorisi olmayan mecazlı bir dil hiç olmamış mıdır? (Huizinga 1995:174)”

  • Oyun ve Bilim

Felsefenin ve bilimin eski bilmece oyunlarından geliştiğini öne süren Huizinga’ya göre, bilimin XVI. yy ile XVIII. yüzyıllar arasında yaşadığı yeniden doğuş sürecinde, oyunsal çizgisi gerilemiştir. Arkaik dönemde bilgelik ve bilim hep agonal niteliktedir. Bilimin de keza polemik nitelikte olduğunun kanıtlarla gösterilmiş olduğunu vurgulayan yazar buna karşılık olarak bir buluş veya kanıt yoluyla, bir başka bilim adamını geride bırakma arzusu ön plana çıktığında bunun kötü işaret sayıldığını belirtmektedir. “Bilimde, araştırma yoluyla hakikate ulaşma susuzluğu duyan kişi de aynı biçimde, bir hasmına karşı zafer kazanmaya pek kulak asmamaktadır (Huizinga 1995:242-3).”

Modern bilimin oyunsal içeriğini tartışırken, şu ana kadar tartışılanlardan hareketle herhangi bir bilimi, bir oyun olarak atfetmenin çok basit olacağını belirten Huizinga; buna karşılık oyunun bilimden farkını söyle açıklar.

“Oyun geçicidir, sonuna kadar oynanır ve kendinin dışında özgül bir amacı yoktur. Gündelik hayatın taleplerinden kopmuş olan neşeli bir gevşeme bilinci tarafından beslenir. Bütün bunlar bilime uygulanabilir nitelikte değildir. Nitekim bilim, evrensel değeri olan genel bir gerçeklikle temas noktası aramaktadır. Bilimin kuralları, oyununkiler gibi sonsuza kadar geçerli değildir. Bilimin kuralları deney tarafından sürekli yanlışlanarak değişmektedir. Bir oyunun kurallarını yanlışlamak mümkün değildir. Oyunu değiştirmeden kuralları değiştirilemez.

Bunlara bağlı olarak, şöyle bir sonuca ulaşmak için bütün nedenler bulunmaktadır: her bilimin bir oyundan başka bir şey olmadığının söylenmesi, şu an için devre dışı bırakılması gereken boş bir iddiadır (Huizinga 1995:242).”

A.6) Çağdaş Kültürde Oyun

Yazar, sportif müsabaka biçimlerinin yüzyıllardan beri aynı kalmış olmasına karşın, kuralların daha kesin hale gelmiş ve incelikli kılınmış olmasını, oyunun sistemleştirilmesini ve sürekli artan disiplinini göstererek, oyunsal içeriğin uzun dönemde yok olacağı öngörüsünde bulunmaktadır. Profesyoneller ile amatörler arasındaki fark, profesyonelin tutumunun artık bir oyun tavrı olmaması, kendiliğindenliğini ve tasasızlığını kaybetmesidir. Böylelikle eskiden hiç düşünülemeyecek rekorlar kırılmasına, katılanların ve seyircilerin gözünde sahip olduğu büyük öneme rağmen, spor, eski oyunsal faktörün tamamen ortadan kalktığı kısır bir işlev olmuştur. (Huizinga 1995:234-6)

Sporu erken dönemlerde katıksız oyun olarak belirten Huizinga, bu faaliyetlerin çok yüksek bir teknik örgütlenme, malzeme ve bilimsel düşünce düzeyine çıktığını, oyunun ikincil nitelik haline geldiğini, buna karşılık ticaretin oyun alanında hiç bulunmamış olmasına karşın, endüstriyel üretimin sportif bir karaktere büründüğünü ortaya koymaktadır. Huizinga’ya göre büyük firmalar üretimlerini artırabilmek amacıyla sportif unsuru kendi alanlarına bilinçli bir şekilde taşımaktadır. Büyük firmalar yalnızca mesleki niteliklerine göre değil, takımlarına uygun özellikleri de düşünerek işçi almaktadırlar. Huizinga bu durumu sürecin tersine dönmesi olarak nitelemektedir. (Huizinga 1995:238-9) Huizinga, çağdaş sanayi toplumunun insanlığa ne getirmiş ve getirmekte olduğunu, kendisince, şöyle anlatmıştır.

“Mekanikleşmiş bir yaşam, ticarileşmiş ve niteliklerini yitirmiş bir kültür yaşamı, vülger bir materyalizm, metafizik olan herşeye karşı budalaca bir düşmanlık ve yoğun bir anti-intellectualism yüzünden insansal olan herşeyin; insanın yiğitliği, gücü, yaratıcılığı, oyun becerilerinin, tümüyle, yarışmacı, mal düşkünü (temellükçü), paraya tutkun, yaşamının her yanı örgütlenmiş bir toplumun egemenliği altına girmiş bulunduğu [bir hayat] (Oskay 2000:158).”15

Sanatı ise tamamen özerk ve olağanüstü yüksek bir kültür değeri olarak görme eğilimi artmıştır. Sanatçının üstün bir varlık olduğu kavrayışı her yere sızmış, züppelik halkın üzerinde güçlü bir etki yapmaya başlamıştır. Mekanikleşme, reklam ve etki peşinde koşma gibi unsurlar sanatı avuçlarına almıştır, çünkü sanat artık daha doğrudan bir şekilde piyasa için çalışmakta ve daha fazla teknik olanaktan yararlanmaktadır. Sanatın kendi yüceliğinin farkına varması saflığından ve basitliğinden bir şeyler eksiltmiştir. Olağanüstü bir varlık olarak kabul edilen sanatçı kendisine saygı beklemekte, eskilerde olduğu gibi hayranlar topluluğuyla kapalı bir cemaat oluşturma isteği, izm ile biten bir parola tarafından özetlenmektedir. (Huizinga 1995:240-1)

Huizinga’ya göre modern kültür artık hiç “oynanmamakta” oynadığı düşünülen yerlerde ise hile yapılmaktadır. Böylelikle günümüzde oyun ile oyun olmayan arasındaki ayrım zorlaşmaktadır. (Huizinga 1995:246) Ergin yaştaki insanlardan oluşan kitleleri, onları akılca çocuklaştırmayı amaçlayan bir önderin önünden resmi geçit yürüyüşüyle geçirerek kendini beğenmiş önderi selamlatmayı amaçlayan yürüyüşler; kitlelerin pazubentler takması; doymak bilmez ve anlamsız şevklendirmelerle ve kaba heyecanlandırmalarla yapılan kitlesel gösteriler ve mitingler de, Huizinga’ya göre, oyun olmayıp, ergin yaştaki insanların akılca çocuklaştırılmalarıdır. Kendiliğindenlikli oluşu, özgürce yapılabilmesi ve katılanların bilinçliliklerini koruyabilmeleri bakımından oyun öğesinden yoksun kılınmış bu tür etkinlikler için kurulmuş kulüpler ve birlikler ise, Huizinga’ya göre, bunlar üyeleri arasında “nahif arkadaşlıklar” oluştursalar bile, bu tür topluluklara girenlerde sekterciliğe yolaçmakta; insanların, toplumun geri kalan kısımlarına karşı hoşgörüsüzlük ve kuşku duymalarına neden olmaktadır. Bu gibi kişiler kendilerini sevmeye yönelmekte; ya da grup bilinçlerini “okşayan” illüzyonlara kapılmaktadırlar.

Ayrıca, “kentlere, fabrikalara, kombinalara, devlet çiftliklerine devrimci isimler koymak; izcilik kuruluşları kurmak, hele hele kitleleri “kaz gibi yürütmek” oyun öğesinden bütünüyle yoksun şeylerdir. Çünkü “oyunun” tersine, bunlar insanı “aşağılatıcı” şeylerdir. Özellikle kaz adımlarıyla yürümek, resmi geçitler yapmak “sadece recreation olarak kalmaz; bunlara katılanları piyade müfrezelerine dönüştürür Oskay 2000:150-1).”16

Böylelikle sonuca varan Huizinga; gerçek kültürün belli bir oyunsal içerik taşımadan varolamayacağını, kültürün kendini serbestçe rıza gösterilen sınırların içine kapatılmış olmayı gerektirdiğini belirtir. Kültür, bu kurallar nedeniyle her zaman belli ölçüde oynanmış olacaktır. Gerçek uygarlık her zaman fair play talep etmekte, fair play ise iyi niyetin oyunsal terimi olmaktadır. (Huizinga 1995:251)

B) HOMO LUDENS KURAMI TARTIŞMALARI

B.1) Etkilenen isimler

Bir dil bilimci ve tarihçi olan Huizinga’nın kuramından hareketle birçok araştırma yapılmış, oyun olgusu tartışılmıştır. Roger Caillois ve Metin And Huizinga’dan hareketle araştırma yapan kişilere örnek verilebilir. Bununla birlikte And’a göre “Daha sonraki yıllarda Montessori ve Piaget’e aynı görüşü teorilerinde kullanmışlardır” (And 1974: 14) Eğitim bilimcilerin yanı sıra “Günümüzde ise, Daniel Bell, David Riesman ve Gregory P. Stone, vb. gibi birçok düşünürlerce gitgide daha çok üzerinde durulan Huizinga’nın bu görüşleri, günümüz toplumlarında fantazya, şiddet, pornografi, spor, ve kitlesel illüzyonlar gibi sorunlarla ilgili olarak daha da ilginçleşmektedir. …Daniei Bell’e göre, Huizinga’nın ilginçliği, “insanın ve toplumun tarihini toplumsal yaşamın üslûbu açısından; insanın ölüme, doğaya, aşka, sevgiye ve zulme bakışı açısından” anlatarak, toplumsal değişim sorununu “üzerinde pek durulmayan yanları ile elealmış oluşudur (Oskay 2000:158-9).”17

  • Caillois’ya göre Huizinga:

Caillois’e göre Huizinga’nın eseri her ne kadar önermeleri yönünden yadsınabilir bir eser olsa da araştırma ve düşünümleme için alabildiğine verimli yollar açmıştır. Oyunun temel vasıflarının bir çoğunu yetkinlikle çözümlemiş ve uygarlığın gelişmesindeki rolün önemini kanıtlamıştır. Caillois’e göre Huizinga oyunun temel niteliğinin tanımını vermiş, felsefeden sanatlara, yargısal kurumlardan şiire ve efendice savaşın (guerre courtoise) belli görünümlerine kadar, her kültürde rastlanan temel dışavurumlarda, oyunun bu dışavurumlardan ayrılmayan ya da bunları canlandıran payını açığa çıkarmıştır. Buna karşılık Huizinga oyunların betimlemesine ve sınıflandırmasına boş vermiştir. “Eseri, oyunlar üzerine bir inceleme değil, ama kültür alanında zihnin oyuncu yönünün verimliliği, daha doğru bir deyişle belli bir tür oyunu, kurallaştırılmış yarışma oyunlarını yöneten zihnin verimliliği üzerine bir araştırmadır (Caillois 1994:35).”demektedir. Caillois, Huizinga’nın, bizim de daha önce alıntıladığımız, oyun tanımından hareket ederek kendi düşüncelerini aktarıyor. Bizde bu tanımı okuyucuya kolaylık sağlaması için tekrar aşağıya aktarıyoruz.

“Form açısından, demek oluyor ki oyunu, özetle, uyduru[kurgusal] olarak hissedilmiş ve gündelik hayatın dışında konumlanmış, bununla birlikte oyuncuyu bütünüyle kendinde yoğunlaştıracak yetide, özgür bir edim olarak tanımlamak mümkündür; her türlü maddesel çıkardan ve her türlü yararlılıktan kurtulmuş bir edim; özellikle çevrilmenmiş bir zamanda ve bir mekan içinde yerine getirilen, belirlenmiş kurallar uyarınca düzen içinde cereyan eden ve insan ilişkilerinde kendilerini bile isteye gizemlerle çevreleyerek ya da kılık değiştirerek alışılmış dünya karşısındaki tuhaflıklarını vurgulayan gruplar yaratan bir edim. 18(Huizinga, Akt. Caillois 1994:35)

Caillois’e göre bu tanımdaki bütün sözcükler değer taşımasına ve anlam dolu olmasına karşın bu tanım hem fazla geniş hem de fazla dardır. Caillois’e göre giz-gizem ile oyun arasındaki yakınlığı kavramış olmak övülesi ve verimli olmakla beraber bu sözcükler bu tanıma girmemeliydi. Caillois bu durumu şöyle açıklamaktadır. “Şüphesiz, giz, gizem, nihayet kılık değiştiren kişi, bir oyun faaliyetine katılmaktadırlar, ancak bu faaliyetin ister istemez gizin ve gizemin zararına olarak işlediğini de hemen eklemek uygun olur. Oyun faaliyeti gizi, gizemi açığa çıkarır, yayımlar ve, bir tür, harcar onları.” Burada Caillois’in harcama kelimesini vurgulaması anlamlı; çünkü Caillois için, ‘harcama’ daha geniş bir biçimde oyunla ilişkilidir. Caillois’e göre oyun faaliyeti gizi bizatihi doğasından saptırma eğilimindedir. Buna karşılık giz, maske, kostüm kutsayıcı işlev taşıdığında ortada oyun değil kurum vardır demektedir. Caillois’e göre gizem ya da uyduru olan herşey, doğası gereği oyuna yakındır ancak uydurunun ve vakit geçirmenin payını öne çıkarmak gerekmektedir. (Caillois 1994:35)

Caillois, Huizinga’nın oyun çözümlemesini eleştirdiği diğer bir nokta, onun oyunu “her tür maddi çıkardan arınmış bir edim” olarak gösteren bölümdür. Huizinga tanımında bahisleri ve şans oyunlarını tümüyle dışarıda bırakmıştır. Kumarhaneleri, casinoları, yarış alanlarını ve lotaryaları hatırlatan Caillois’a göre bu, oyunların, “iyi ya da kötü, çeşitli ulusların ekonomilerinde ve gündelik hayatlarında, şüphesiz sonsuz sayıda değişkenlik göstererek, ama şans ve kar ilişkisindeki şaşmazlığı da o ölçüde etkileyici boyutlar taşıyarak, özellikle önemli bir yeri işgal etme”leri olgusunu oyunun dışında bırakmanın, bir takım sonuçları olacaktır (Caillois 1994:36).” Caillois’e göre bu durum oyuna ekonomik bağlamda hiçbir ilgi yol açmayan bir tanıma götürmektedir. Oysa bu şans ya da bir bakıma şanssızlık oyunları, aşırı derece kazanç getirici ya da tam tersine iflas ettirici olabilmektedir ve böyle olmak üzere tasarlanmıştır. Caillois’e göre parayla oynanan oyunda bile oyun üretken olmayan bir faaliyettir. Huizinga’nın kuramından hareket edip oyun hakkındaki literatürü zenginleştiren Caillois’in oyuna verdiği anlamı tartışmadan sadece eleştirilerini ele almayı yeterli görüyoruz.

  • Metin And’a göre Huizinga:

Herkesin yaşamında dönüm noktası olan kitapların bulunduğunu söyleyen Metin And; kendisi için 1950’lerde Huizinga’nın eserini okuduktan sonra, yaşam boyu ne yapacağının kararını vermiş olduğunu, Oyun ve Bügü’nün önsözünde samimi bir dille yazmakta (And 2007:20) yine Mehmet Ali Kılıçbay ile yaptıkları bir sohbet sırasında dile getirmektedir (Kılıçbay 1996:83). Metin And’a göre Huizinga; “Nasıl Darwin, insan-hayvan ayrımı, Freud ise usçul-usdışı ayrımı gibi ikilikleri bozmuşlarsa, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Hollandalı tarihçi Johan Huizinga da (1872-1945) Homo Ludens adlı incelemesi ile önemli bir ikiliğin dengesini bozmuş, insan kültürüne yeni bir boyut getirmiştir. Homo Faber (= yapımcı insan), Homo Sapiens (= düşünür insan) ikilisinin karşısına üçüncü bir insan, Homo Ludens‘i (= oyuncu insan) çıkarmıştır. Huizinga, Batı Uygarlığında çağcıl bilimin ve felsefenin getirdiği önemli bir ikiliği değiştirmiştir. İş, ritüel, din, önemli tarih olayları gibisinden önemli sonuç doğurucuların önceliği karşısında, oyunun bunlardan sonra gelen, bunların önemsiz bir uygulaması olduğu görüşünü değiştirmiştir (And 2007:27).”19

B.2) Huizinga’ya Yöneltilen Eleştiriler

  • Gombrich’in eleştirileri

Ernst Hans Gombrich’e göre, “Huizinga, Orta çağ realizmindeki anlayışa uygun olarak, şeyleri önemsiz görüngüler saymış… aralarında yapay ya da rastlantısal benzerliklere göre onları sınıflayarak incelemiştir. Essentialism denen bu anlayışın sonunda, oyun’u, kurallaştırılmış, düzenlileştirilmiş, gelenekselleştirilmiş, her türlü insan etkinliğini açıklayabilecek bir Urphanomen saymakla realite’ler yerine onların kavramlarını ele aldığını fark edememiştir. Bu nedenle, tarihteki çeşitli oyun kategorilerini zamansızlaştırılmış bir felsefe içinde kullanmış; realiteyi betimlemek yerine, bunu heuristic bir araç durumuna indirgemiş; antropolojik ve linguistik açıdan kendisine doğru gözüken bir açıklamayı, realite karşısında sınamaya yönelmemiştir (Oskay 2000:160-1).”20

  • Benveniste’in eleştirileri

Emile Benveniste “oyun olan ile ciddi olan arasındaki birbirlerini tamamlayıcı bağlantıyı Huizinga’dan daha da zayıf bir bağlantı olarak görmekte; oyunun desosyalize edici bir işlem olduğunu ileri sürmektedir. Ona göre, oyunun oluşum nedeni, mit’in rite’den ayrılmasıdır. Dinsel törenin kendini oluşturan iki temel öğeye ayrılması sonucunda kutsallıklardan uzak düşmesiyle; dine, dinin realite üzerindeki gücünü sağlayan kutsallıklı sözcüklerden yoksunlaşma ile kendini rite’lerle zenginleştiren seremoniler yerine, bu ikiye ayrılmadan sonra, “salt eğlenim”e (ludus) geçilmiştir. Öte yandan, rite’lerinden ayrı düşmüş mit’ler, artık, özü olmayan bir söz oyununa (jocus) dönüşmüştür. Mit’in ve rite’in böyle birbirinden ayrılması sonucunda, günümüzde, eski çağlarda Güneşe yakın olmak için girişilen kutsal uğraşların yerine, futbol maçlarıyla (ya da, örneğin, erginler kuşağına girme öncesinde yapılan törenler yerine, düz eğlence toplantıları ile) yetinmek gerekmiştir. Bunlar ise, sadece, ludus niteliği taşıyan etkinlikler olabilmektedir (Oskay 2000:161).”

“Günümüzde, oyun’un, bu iki temel öğesini aynı anda ve birlikte içinde barındıramayan bir oyun olarak oynanması ise, ya mit’in rite‘lerden yoksunlaştırıldığı bir oyun biçimi içinde jocique‘a, ya da rite‘in mitlerden yoksunlaştırıldığı ludique‘e varmış bulunmaktadır. Oyun, her iki türde de eksik kalmaktadır. Oyunun bu eksik biçimleri, kendilerini bütünün kendisi imiş gibi gösterdikleri ve buna inanıldığı için, ya kelimeler aracılığıyla yapılan oyunlarda (play) olduğu gibi sözlerde realitenin bulunduğuna inanılmakta; ya da, fiziksel şeyler aracılığıyla oynanan oyunlarda olduğu gibi, bunların ardında ussal bir gerçeklik varmış sanısına saplanılmaktadır. Böylece, bir yandan, her oyun günümüzde ancak bir “eksik-oyun” olarak oynanmakta; bir yandan da kollektif yaşamın her görünümü, kendisinin ardındaki ussal ya da amprik itkilerden arındırıldığında, eğer düzenliliği ve iç tutarlılığı sağlanabilirse, yeni bir oyuna dönüştürülebilmekte, kolaylıkla yeni bir oyun olarak oynanabilmektedir. Bu nedenle. Benveniste’in savına göre, günümüzde “oyun” realitenin bir alt-düzeyi olmuştur. Ya da, ciddi-olan herşey, artık, kendisinden kendi içinde taşımakta olduğu rasyonel ya da amprik itkiler çıkarıldıktan sonraki hali ile, oyuna dönüştürülebilecek birşeye indirgenmiş bulunmaktadır (Oskay 2000:161-2).”21

  • Ehrmann’ın eleştirileri

Jacques Ehrmann’a göre, “Huizinga’nın dediğinin tersine, oyunu, yaşanan dış gerçeklikten soyutlamak yanlıştır. Bugünkü toplumsal yaşamda, oyun olan şeyler bir yana çıkarıldıktan sonra geride kalanlardan oluşan gerçeklik, oyunun karşıtı birşey değildir. Huizinga’nın oyun‘u kavramsallaştırması, bu nedenle, oyunun bir tüm olarak kültürü yansıtan ve kültürün tümlüğünün içinde anlamlandırılması gereken birşey olduğunu gözden kaçırmaktadır. Oyunun, gerçeklikten arınmış birşey; gerçekliğin ise, arılığı kirletilmiş bir oyun olduğu kabul edilemez (Oskay 2000:162).”

“Oyun, herşeyi açıklamak için kullanılabilecek; kendisi dışındaki her şeyin, kendisinin bozulan ve arılığını yitirmiş çeşitli bölümlerinden oluştuğu söylenebilecek kültürel bir olgu; bir urphanomen değildir. Oyun, kültür ve gerçeklik birbirinden ayrılmazlar. Bunlar birlikte oluşmuş ve karşılıklı etkileşim içinde olgulardır (Oskay 2000:162).”

“Oyun, Ehrmann’a göre, bu nedenle, Huizinga’nın kavramsallaştırdığının tam tersine, kültürün içinde yeralan ve kültürün tümlüğünü yansıtan, kendisinden farklı diğer kültür alanlarında görülen pek çok davranışlar gibi, bir davranış tarzıdır (Oskay 2000:163).”

“Ehrmann, Huizinga’nın potlach‘ı, şölen verenin bütün malını harcayıp yağmalattırarak, hatta tahrip ettirerek prestij ve üstünlük kazanma amacı ile ilgili bir olay saymasını da eleştiriyor. Ehrmann’a göre, potlach‘ta ekonomik ve siyasal bir ethos‘un ritüelleştirilmiş bir görünümü vardır ve bir alışveriştir.” Oskay’a göre; “Ehrmann’ın görüşü, Morgan’ın Ancident Society’sindeki potlach‘ın topluluktaki servete dayanan farklılaşmaları önleme amacını güttüğü görüşüne yakındır (Oskay 2000:163).”22

  • Fink’in eleştirileri

Eugen Fink, “oyunun kendine özgü bir görüngü gibi algılanmasının oyunun realitenin geri kalan bölümünden, gerçekten ayrı bir var oluş taşımasından ya da realiteye karşıt bir yaşam alanı oluşturmasından değil, simgesel bir işlev yüklenerek realiteyi temsil ederken, aslında realiteyi özümsemekte oluşundan ileri geldiğini söylemektedir (Oskay 2000:164-5).”23

Fink’e göre “oyunun simgesel niteliği iki yanlı bir karaktere sahip; “birincisinin, oyunun yaşanan bu dünyada oynanmakta oluşundan ve oynayan insanın oyunu oynamakta olduğunu bilmekte oluşundan (oynadığının oyun olduğunu ancak şizofrenlerin bilmeyebileceğini söylüyor yazar); ikincisinin ise, oyunun diğer insansal etkinliklerin oluşturduğu (ki, oyun bunlara hizmet etmektedir) “ciddi” amaçlara göre ast bir konumda oluşundan ileri geldiğini” söylemektedir (Oskay 2000:165).”24

Fink’e göre, “oyunun, kendinden başka bir kültürel görüngünün bağımlısı olmaması, oyunun bu ikili özelliğinden ileri gelmektedir. Böylece, oyunu oynayan insan, aynı zamanda, hem reel-yaşamını sürdürebilmekte, hem de oyun-olanı bu yaşamında her mekanda oynayabilmektedir. Böylece, bir yandan, kendi iç dünyasının zaman ve mekanını (kendisi için olan, oyun olan kendi iç dünyasını) yaşayabilmekte; bir yandan da, reel yaşamındaki varoluşunu ve bu varoluşun gereklerini yaşamakta, yerine getirebilmekte; ikisini aynı anda yürütebilmektedir (Oskay 2000:165).”25

Fink’e göre bu başka hiçbir canlının sahip olmadığı bir yetenektir. “Bu yetenek, birey-insana yaşadığı reel dünyadan dilediği zaman, dilediği derecede geri çekilebilme olanağı kazandırmakta; üstelik, bu geri çekilişte, içinden çekildiği reel-dünya ile olan bağlantılarını bütün bütüne kesmek zorunda da kalmamış olmaktadır. Bu yetenek, birey-insan açısından sağladıklarından çok, varolan toplumsal yapının sürdürülmesi açısından sağladıkları açısından önemlidir. Yaşanması gereken reel dünya ile olan ilişkisinin tam olarak kesilmesine gerek kalmadan, dilediği zaman ondan uzaklaşabilmesi, insanın reel-dünyanın oluşturduğu dış realitesini imaginative olarak yeniden kurguluyabildiği oranda, kendi özgürlüğünü de gözle görülebilecek biçimde bir varoluşa kavuşturmasına yaramaktadır. Ama, öte yandan da, reel yaşama hizmet eden oluşuyla da, insanın belirli bir toplumsal yapıyla bütünleştirilmesini kolaylaştırmaktadır, bu aynı “oyun” (Oskay 2000:166).”

Burada belirtmekte yarar gördüğümüz bir nokta vardır. Oskay, aktardığı Fink’in bu görüşlerine dipnotunda katılmaz. Oskay, “Fink’in bu savını sonuna dek benimsemenin yanlışlığı ortada.” demekte reel-yaşamın içinde kalarak elde edilen bu özgürlüğün, özgürlük değil, “serbesti” olduğunu ifadelendirmekte, reel-toplumun karşısında, yalnızca, negatif bir özgürlük olduğunu vurgulamaktadır (Oskay 2000:166).

Fink’e göre, “oyun her zaman için fantazyanın bir ürünü olmakla beraber, hiçbir zaman sadece fantazya niteliğinde bir etkinlik değildir. Çünkü hiçbir zaman, yaşanan toplumsal realitenin dışında bir olgu değildir. Bunu, oyunun yerine getirdiği işlev de göstermektedir. Oyun, fantazyanın oyuna nesne kıldığı realite ile; yani, bilinen realitenin bir bölümüyle oynanır. Oyuna fantazyanın aracılığı ile nesne kılınmış şeylerin realitede varolan şeyler olmaları, oyunu oynayanın oyun sırasında yaşadığı kendi öznelliği ile, kendisini kuşatan somut dış dünya arasında bir yerlerde durabilmesini olanaklı kılmakta; kişinin hem öznelliğini, hem de realiteyle bağlarını sürdürebilmesini sağlamaktadır. Böylece oyun aracılığıyla oluşturulan ve yaşamımızın öznellik taşıyan yanlan ile, nesnellik taşıyan yanlarını birbirine bağlayan bu ilişki, Huizinga’nın dediğinin tersine, birbirine zıt konumlanmış (antithetical) bir bağlantı olmayıp, birinin varlığı öbürünün varlığı sayesinde ve nedeniyle gerçekleşebilen symbiotic bir ilişki olarak görülmesi gerekmektedir (Oskay 2000:166).”26


  • Oskay’ın eleştirileri

 

Ünsal Oskay; “Huizinga’nın, oyundan yoksunlaşmamış bir dünyayı geçmişte araması ne denli yanlışsa, günümüz toplumları için oyun görünümlü etkinliklerle diğer kültürel görüngüler arasında belirli bir bütünleşmenin bulunuşunu görmemesi de o denli yanlıştır.” demektedir. Huizinga’nın oyunu, Aristo’nun da belirttiği üzere ekonomik anlamda hiçbir toplumsal etkinlikte bulunmaya zorunlu olmayan insanlara özgü bir eylem olarak, ciddi olandan ayırması, Oskay’a göre eksiktir. “oyun tarih içinde hiçbir zaman reel yaşamdan ayrı olmamıştır (Oskay 2000:167).” demektedir.

Oskay’a göre; “Sanayi toplumuna geçişle birlikte, çalışma dünyası ile serbest zaman (leisure) arasındaki bütünleşme daha örgün ve rasyonel hâle getirilmiş; serbest zaman, toplumsal sistem açısından uygun niteliklere sahip bir recreation‘a dönüştürülmüştür. Sanayi kapitalizmine kadar, geleneksel yaşam ortamlarında “doğuşu ile” kimlik kazanan insan, yeni toplumsal ortamında, anonimleşmiş toplumsal ilişkiler içinde “kimlik edinme” sorunuyla karşılaşmaya başlamıştır.” Oskay; oyunun, böylece tarihte ilk kez “egemen konumdakilerin oyuna gereksindiğinden çok daha fazla, çeşitli toplumsal katılma düzenlenimleriyle üst statüdekilere özenen, özendirilen ve bunu “sokağa inmiş gündüz rüyalarında” tadabilme olanağı elde edebilmiş bağımlı kesimdeki insanların temel yaşamsal gereksinimine dönüştürülmüş bulunmaktadır (Oskay 2000:168).” demektedir.

Oskay; “Sanayi kapitalizmiyle birlikte, insanın, tüm dış dünyasının yanı-sıra, kendisinin de metaya (ücretli işgücüne) dönüşmesi, onun, Huizinga’nın anladığı anlamıyla, “özgür, bilinçli ve bireyleşmiş insan” olmasını zaten ortadan kaldırmıştır. Bunlar, Marx’ın belirttiği gibi, tarihte daha önce olduğu üzere, varolan toplumsal formasyonun kendi iç çelişkilerinden yola çıkarak ve ancak onu aşarak yeniden kazanılabilecek, gerçekleştirilebilecek olan insansal özelliklerdir (Oskay 2000:168).” demektedir.

Oskay günümüzde fantazyaya dönüşmüş olan oyunun, artık bir metaya dönüşmüş sınıf ve kesimler için reel yaşamın acımasızlığını yarı-bilinçli görmeye yarayan bir tür eğlenceye –yaşamı sahih olmayan bir görünüm içinde algılama ve anlamlandırma biçimine- varma aracı olarak gördüğünü göstermektedir.

Oskay, sadece işçi sınıfı için değil, çağdaş sanayi toplumlarının rasyonelleşmiş ve bürokratikleşmiş yeni toplumsal yapısının, toplumun en kalabalık kesimi olan “orta sınıfın” üyelerini, üzerlerinde işlem yapılan edilgin küçük insanlara dönüştürmüş olduğunu, bugünkü toplumda insanların, her biri diğerini kendisinin bir yerlere gelebilmesi ya da bir şeyler elde edebilmesi için, birbirlerini içten içe bir araç olarak görmekte ve birbirlerine yabancılaştırmakta olduğuna işaret eder. Bunun sonucu ise insan kendisini de bir araç durumuna dönüştürüp, kendisinden yabancılaşmaktadır. “Ertelenmiş doyumlar aracılığıyla, ya da “meslek etik”’in benimsenmesiyle, bir “meslek” hiyerarşisinde bir yerlere gelebilmek için, yeterince dinlenmeyerek, eğlenmeyerek, evlenmeyerek, “edebiyatla eskisi kadar ilgilenmekten vazgeçerek”, onur kırıcı muamelelerle karşılaştığında bunlara boyun eğerek yaşayan “insan karikatürü”ne dönüşmüş “insan” olarak kendisinden yabancılaşmaktadır. (Oskay 2000:168-9)

Oskay’a göre, ücreti yüzünden sürdürdüğü; fabrikada makinenin başında rutin işlemler yapan, çalışma hayatını çekilir kılmak için oyuna yönelen işçi sınıfı ya da araçsallaştırılmış toplumsal ilişkilerin dışındaki fantazyaya yönelen orta sınıf, bu oyunları belleksizleşmenin ve unutma’nın bir aracı olarak oynamaktadır. “Eraternal bir fuhuşa dönüşmüş” yeni toplumsal ilişkiler döneminden, bu dönüşümler ile reel yaşamda anlamlandırmasa da, Adorno’nun belirttiği gibi27, gazete sütunlarındaki yıldız fallarında, bulvarlarda, cafelerde ve özel yaşamının son sığınağı olan evinde anlamlandırma olanağı sağlamaktadır. Oskay, bu anlamlandırmanın reel-dünyadan zaman ve mekanca uzaklaşılıp, reaktif bir içselleştirilmiş dünyaya çekilerek yapıldığını, bunun ise fantazyaya kaçan insandan çok, reel-toplumsal yaşama ve onun ardındaki egemen yapıya yaramakta olduğuna dikkat çeker. Bu zaman ve mekanca uzaklaşma ise tam bir uzaklaşma olmamaktadır. Buna örnek olarak ise “düş” yerine geçen “tatil” pratiklerinde, Tahiti’ye giden “turist” Amerikalı, ya da Mayorka’ya giden Alman’ın kendi work ethics’inin uzantısı içinde “tatil” yapmakta olup, tatili, “tatil”den çok, sisteme uygun bir recreation’a dönüşmüştür. Ya da, TV’de bir docu-drama dizisinde Cleopatra ile aşıkının serüvenlerini izlerken, tarih’in bu uzak dilimini değil, onun yaşanan-zamana benzetilmiş “yeniden-tasvirini” izlemektedir. Oskay’a göre Cleopatra’yı değil, “kendisini” izlemektedir seyirci. (Oskay 2000:169)

Oskay’a göre; “Huizinga, bu nedenle, yaptığı açıklamalarla, Paul Vâlery’nin deyişiyle “yeni bir vahşet çağına”28 benzetilebilecek modern çağda “oyunun” ortadan kalkması sorununu tarihsizleştirilmiş ve sınıfsal temellerinden bütünüyle yoksunlaştırılmış bir kavramsallaştırma içinde ele almış; günümüzün bu kültürel sorununu betimleme düzeyinde anlatabilmiş; irdeleme düzeyinde ise, analitik kavramlar geliştirmediği için, yeterince açıklayamamıştır (Oskay 2000:170).” demektedir.

Tablolar

         
        Çocukların oyunlarını niteler.
        sphairinda – top
  1 -inda eki   helkustinda – ip
        streptinda – çelik çomak
        basilinda – küçük kral
Yunanca        
  2 paidia   Çocuk oyunlarından daha geniş bir anlamı gösterir. En soylu en kutsal eylemlere kadar geçerlidir. Mutlu, sevinçli, kaygısız gibi nüansları içinde barındırır.
         
  3 agon   Rekabete yönelik yarışmaların sahip olduğu yeri gösterir.
         
         

 

Tablo 1

         
  1 kridati   Çocukların yetişkinlerin ve hayvanların oyununu gösterir. Germanik dillerdeki karşılığı rüzgârın ve dalgaların hareketini belirtir. Atlayıp zıplamak, dans etmek gibi genel fikri de gösterir.
        Tüm dans ve dramatik temsilleri ifade eden nrt köküne çok yakındır.
         
Sanskritçe 2 divyati   Zar oyunu. Şaka yapmak, “eğlenmek”, latife yapmak anlamlarını da gösterir.
         
  3 lila   Sallanmak. Hafif, kaygısız, neşeli, rahat ve önemsiz karakterini gösterir.
        Benzerini yapma ve taklit fikrini içerir.
         

Tablo 2

         
  1 wan   Çocuk oyunları kavramlarına egemen gösterge. Bir işle meşgul olmak saçma işlerle zaman öldürmek, dalga geçmek eğlenmek şaka yapmak ufak tefek elişi yapmak
        Mehtabın hoşluğunun ifadesidir.
         
Çince 2 çeng   müsabakaya ilişkin her şeyi gösterir.
         
  3 sai   bir ödül elde edilmesi için düzenlenen müsabaka fikrini gösterir.
         

 

Tablo 3

         
Japonca 1 asobi adı asobu fiili Genel oyun fikri, gevşeme, teneffüs, zaman geçirme, gezinti, boş zaman, sefahat, zar oyunu, aylaklık, boş olmak, işsiz olmak
        Oynamak bir şeyi temsil etmek taklit etmek
         

 

Tablo 4

         
Sami dilleriArapça

Süryanice

İbranice

1 la’ab, la’at   Oynamak, aynı zamanda gülmek alay etmek
İbranice   sahaq   Gülmek, oynamak
Arapça   la’iba   Bir müzik aleti çalmak (oynamak)
         

 

Tablo 5

         
Latince 1 ludus ve ludere Bütün oyun ve oynamak kavramları bir arada..
    lusus   ludus ve ludere‘nin bir türevi
         
  2 iocus ve iocari Eğlenmek, şaka yapmak özel anlamını gösterir. Zamanla ludus ve ludereyi devre dışı bırakmıştır.
         
Fransızca   jeu, jouer    
İtalyanca   giuoco, giocare  
İspanyolca   juego, jugar iocus ve iocari den türemiştir.
Portekizce   jogo, jogar  
Romence (Katalanca, Provence ve Rheto-roman) joc, juca    
         

 

Tablo 6

         
Germanik Diller 1 laikan   Hızlı bir hareket, canlı ritmik bir hareket
         
  2 spel kökü Alışılmış Faaliyetler Alanının Dışına Çıkma..
         
  3 plega, plegan Oyun ve tehlike, rastlantıya bağlı talih, cesurca eylem; bütün bu kavramlar iç içedir.
         
Gotça   laikan   Sıçramak
         
Almanca   leich   Hızlı bir hareket, canlı ritmik bir hareket
    ein spiel doen Bir oyun yapmak
    pflegan   Plegan dan türemiştir.
    pflegen   Eski anlamlarıyla; cevap vermek, kendini biri veya bir şey için tehlikeye atmak veya rizikoya sokmak.. bir şeye angaje olmak, severek yapmak, özen göstermek, katılmak
         
Felemenkçe   een spelletje doen Küçük Bir Oyun Yapmak
    plegen   Eski Anlamlarıyla; Cevap Vermek, Kendini Biri Veya Bir Şey İçin Tehlikeye Atmak Veya Rizikoya Sokmak.. Bir Şeye Angaje Olmak (Zich Verplichten), Severek Yapmak, Özen Göstermek, Katılmak (Verplegen)
        Yüce Eylemlerin Gerçekleştrilmesine Ait Çizgiler Taşımaktadır. Saygı Gösterme, Affetme, Yemin, Çalışma, Aşığın Kur Yapması, Büyücülük, Adalet… Ve Oyun.
        Törensel Alan; Bayram “Kutlamak”, “Bolluk İçinde Olduğunu Sergilemek”
    plechting   Yüce
    plicht   Ödev
         
Anglosakson   lac, lacan   Dalgaların Üstündeki Bir Geminin Hareketi Gibi (To Swing, To Wave About), Kuşlar Gibi Kanat Çırpmayı, Alevin Yanıp Sönmesi
    pliht   Ödev
Eski Kuzey   leikr, leika Her cins oyunu, dansı ve beden idmanını, serbestçe hareket etmeyi girişimde bulunmak, icra etmek, kullanmak, ..ye uygulamak veya vakit geçirmek, ..ye alışmak için uğraşmak.
(Daha Sonraki İskandinav Ağızları) lege, leka   Oynamak anlamı kalmıştır.
         
İngilizce   play, to play Plega ve Plegan dan türemiştir. Oyun, oynamak. ikinci olarak hızlı hareket, jest, el sıkışmak,alkışlama, bir müzik aleti çalma
    plight   Öncelikle Tehlike, Sonra Suç, Hata, İhtar
    pledge   Angaje Olma
    pledge   İlk anlamı güvence, rehine, rehin. Daha sonra “çarpışma rehini”, yani çarpışmaya katılma anlaşmasının bedeli, ödülü ve bunun için yapılan tören, içki içme ve buradan da kadeh tokuşturma, söz verme ve yemin.
    plihtan   Tehlikeye atmak, tehlikeye sokmak, dahil etmek
         

Tablo 7

KAYNAKLAR

AND, Metin. “Oyun ve Bügü”, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2007

CAİLLOİS, Roger. “Oyunun Tanımı”, Sanat Dünyamız, Oyun Özel Sayısı. 55., Bahar-1994.

Halksahnesi.org

<http://www.halksahnesi.org/incelemeler/oyunun_dogasi/oyunun_dogasi.htm 27.12.2008

HUIZINGA, Johan. “Homo Ludens – Oyunun Toplumsal İşlevi Üzerine Bir Deneme”, (Çev. M. A. Kılıçbay), İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 1995

____________ “Ortaçağın Günbatımı”, (Çev. M. A. Kılıçbay), Ankara, İmge Kitabevi Yayınları, 1997

KILIÇBAY, Mehmet Ali. “Felsefesiz Sanat – Oyunsuz Tarih”, Ankara, İmge Kitabevi Yayınları, 1996

OSKAY, Ünsal. “XIX. Yüzyıldan Günümüze Kitle İletişiminin Kültürel İşlevleri – Kuramsal Bir Yaklaşım”, (1982), İstanbul, Der Yayınları, 2000

_______________ “Müzik ve Yabancılaşma – Aristo, Huizinga ve Adorno Açısından Bir Ön Çalışma”, İstanbul, Der Yayınları, 1995

1 Bu teorilere ilişkin olarak bkz. H. Zondervan, Het Spel bij Dieren, Kinderen en Volwassen Menschen (Hayvanlarda Çocuklarda ve Yetişkinlerde Oyun), Amsterdam, 1928; ve F.J.J. Buytendijk, Het Spel van Mensch en Dier als openbaring van levensdriften (İnsanda ve Hayvanda Hayati Eğilimlerin Dışavurumu Olarak Oyun), Amsterdam, 1932 (http://www.halksahnesi.org/incelemeler/oyunun_dogasi/oyunun_dogasi.htm)

2 Kulturgeschichte Afrikas

3 Vurgulamalar yazara aittir.

4 G. Freytag, Lexicon arabico-latinum, Halle, 1830, İ.V. Agara: de gloria certavit in incidendis camelorum pedibus. Akt: Huizinga 1995:82

5 Essai sur le don s:143, Akt: Huizinga 1995:82

Burgonya

ilyada XVIII. 504

Kullanımı bir topluluğa ait olan toprakların tümü.

6 68 yaşındadır.

7 Die vierudzwanzig Landrechte, yay. v. Richthofen Friesiche Rechtsquelien, s.42 vd.: Akt: Huizinga 1995:159

8Vates denen bilge-şairlerle ilgili olarak Ünsal Oskay’ın çalışmasını ve açıklamalarından bir parçayı burada alıntılamakta yarar görüyoruz. Oskay; “Bilindiği gibi, Arkaik çağda, Epik (Destan), Tarih ve Astronomi de sözsel kültürün sosyalizasyonu ile öğrenildiği için, bunların muse’larının da Zeus’un kızları olan dokuz muse’lardan olduğu bilinir,” ama hangileri olduğu hiç ayırt edilmezdi. Titanokeanos’un torunları olan ve Zeus’un da, tıpkı muse’lar gibi, kızları olan Kharit’ler ile birlikte bu dokuz coşku perisi, insanların hem birey olarak duygu ve coşkular edinmelerini, hem de toplum içinde yaşayarak mutlu olmalarını sağlayan çeşitli kültür etkinliklerini başlatır, gözetir, hoş geçirtirlerdi. “ölümlü insanlara Tanrıların armağanı” olan bu kültürel beceri ve coşkular aracılığı ile, insanın yalnızlığını aşmasına yardımcı olurlardı. Hesiodos’tan beri biliyoruz ki, Kharit’ler ve muse’lar, insanın gündelik işlerine de yardımcı oluyorlardı, örneğin, Kharit’lerden Aglaia, el hüneri ve bedensel çalışmanın Tanrısı olan, ölümsüzlerin bile zırh ve silahlarını yapıp hazırlayan, çalıştığı işliğindeki yardımcıları olan güzel kızları bile kendi elleriyle altından döken demircilik Tanrısı Hephaistos ile evlidir. Aglaia, insanın gündelik işlerine bu denli yakın olduğu gibi, reel dünyadan kaçışı için gerekli coşkular uyandırmada da insanın yanındadır.

Bütün bunlar. Tanrıların, reel-yaşamın güçlükleri karşısında kurtarımcılara gereksinen insanın yarattığı varlıklar olduğunu savunan Thalia Phillies Howe’un çalışmalarını doğruluyor. Bu yazar, bütün Tanrıların, “çok sayıda insandan daha bilgili”, “akıl ve bilgice topluluğun tüm üyelerinden daha üstün” birileri olarak tasarlanıp yaratıldığını; sihir ve büyünün de, dinlerdeki öte-dünya işleri ve ruhun kurtuluşundan çok, yaşama ilişkin pratik etkinlikleri arttırmayı amaçladığını ileri sürüyor.

Epik’in ve Tarihin muse’larının, daha sonraları, Clieo (Kleio) ve Calliope (Kalliope) olduğuna inanılmıştır. Vates’ler, bu ayrımdan önce; yani, coşkunun hem bireysel hem toplulukça yaşandığı dönemde, müzik eşliğinde ve ölçülü dizelerle Epik’i ve Tarihi anlatarak topluluğa ortak “topluluk geçmişine sahip olma” duygusu kazandırırlardı. Topluluğun ve bireyin bellek (tarih) kazanması ile birey de, topluluğu aracılığı ile kimlik kazanmış olurdu. [Bk.: Thalia Phillies Howe, “The Primitive Presence in Pre-Classical Greece,” Stanley Diamond (Ed.), Primitive Views of the World : Essays from “Culture In History” (New York and London: Colombia University Press, 1964), ss. 155-85; Huizinga, op. cit, ss. 190 ve ardı; Edith Hamilton. Mitologya: Grek ve Romen, Çev. Ülkü Tamer (Istanbul: Varlık Yayınları, 1965), ss. 20-21. özellikle Howe’un mitolojinin, geç-neolitikten itibaren, çapa tarımcılığından (Horticulture) tarla tarımcılığına (saban) geçişle birlikte değişen insansal dünyanın (kadın ile erkeği, reel yaşam ile fantazyayı, akıl ile inancı birleştirecek biçimde) yeniden kurulması yolundaki yeni gereksinimlere uygun bir açıklama oluşunu ileri sürmesi ilginç (Oskay 2000:151).” diyor.

9 Şiir adına her şey.

10 Hareket ve ritm içerdiği için liriktir. Malzemesi olan insan bedeni ve bu bedenin hareketinin güzelliği, heykelle eşdeğerli olarak plastiktir

11 Hippias Minor, 368-369, Akt: Huizinga 1995:181

12H. Gomperz, Sophisten und Rhetorik, 1912, s.17, 33: Akt: Huizinga 1995:182

13 Jean Piaget, Le langage et la pensâe chez l’enfant, Neuchâtel-Paris, 1930. V. Les Ouestions d’un enfant., Akt: Huizinga 1995:137

14Gilbert Murray, anthropology and the classics, yay. R.R. Marett, 1908, s. 75: Akt: Huizinga 1995:171

15 “Man and the Masses in America“, America: A Dutch Historian‘s Vision, from Afar and Near, İng. Çev. H. H. Rowen [1918] (New York 1972), s. 265’ten aktarıldığı yer için, Bk.: Anchor, op. cit., ss. 72-73. Akt: Oskay 2000:158

16 Huizinga, Homo Ludens: A Study of the Play Element in Culture, İng. Çev. George Steiner (London: Paladin, 1971), s. 185.:akt Oskay 2000:150-1

17Daniel Bell, The End of Ideology: On the Exhaustion of Political Ideas în the Fifties (Gîencoe, Illionis: The Free Press, 1960), ss. 396’da dipnot 188, Akt. Oskay 2000:158

18Homo Lııdens. fransızca baskısı. Collection Tel, Ediıions Gallimard. 1951. Paris. s. 34-35.

19Vurgulamalar yazara aittir.

20E.H. Gombrich, Huizinga’s Homo Ludens aktaran Robert Anchor, “History And Play: Johan Huizinga and His Critics”, History and Theory, XVII (1, 1978), s.88, vurgulamalar yazara aittir. Akt. Oskay, loc. Cit., s.160-161

21 Emile Benveniste, “Le Jue Comme Structure,” Deucalion, 2 (1974), es. 164-165, 165-166, 166’dan aktarıldığı yer için, Bk.: Anchor, op. cit, ss. 88-89: Akt. Oskay 2000:161-2

22 Jacques Ehrmann, “Homo Ludens Revisited,” Jacques Ehrmann (Ed.), Game, Play, Literatüre, Boston 1968, ss. 31-38’den aktarıldığı yer için, Bk., Anchor, op. cit., ss. 88-91. aktaran : Oskay, op. cit. 162-163

23 Eugen Fink, “The Oasis of Happiness : Toward an Ontology of Play.” Ehrmann, op. cit.. s. 22’den aktarıldığı yer için, Bk.: Anchor, op. cit., s. 92.: aktaran Oskay op. cit. s. 164-165

24 Loc. Cit. : aktaran Oskay, loc. cit. s.165

25 Fink, op. cit., s. 24’ten, Bk.: Anchor, op. cit., ss. 92-93, aktaran Oskay, op. cit. s. 165

26 Loc. Cit.: Akt. Oskay 2000:166

27 Walter Benjamin, Charles Baudelaire : A Lyric Poet in the Era of High Capitalism, İng. çev. Harry Zohn ve Quentin Hoare (London : New Left Books, 1973), s. 58; Theodor W. Adorno, “The Stars Dovn to Earth”, Telos (Bahar, 1974), ss. 16-17.

28 Paul Valery, Qeuvres. s. 588 den aktarıldığı yer için, Bk. Benjamin, op. cit., s.?

http://modernwish-academic.blogspot.com/2009/11/johan-huizinganin-homo-ludens-kurami.html

January 25, 2010 Posted by | antropoloji, arkeoloji, ekotopya heterotopya utopyalar, yerli - yerel halklar | 2 Comments

Allianoi, Yortanlı Barajı’na Kurban Edilemez (Alime MİTAP)


http://www.allianoi.org/

Allianoi, bir insanlık mirasıdır. Bugüne değin açmış olduğumuz 12 ayrı dava sürmektedir. Hukuksal süreç devam ederken bir oldubittiyle Allianoi’nin sular altında bırakılması, yetkililer için büyük bir sorumluluk doğuracaktır. Bu yanlışa düşmeyeceklerini umut etmek istiyoruz.

Geçen günlerde basında yer alan bir habere göre Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu, bir konuşması sırasında şöyle demiş: “Diğer hususlara gelince efendim: Yortanlı için… Biliyorsunuz, Yortanlı’da tarihî bir Paşa Ilıcası kaplıcası var ama burada iki tane tarihî unsur vardı: Bir mozaikler, bir de ‘Peri Kızı’ adıyla bir heykel çıktı, bir de sütunlar var. Geri kalanın tarihî bir şeyi yok. Bunları biz aldık, tamamen Peri Kızı’nı Bergama Müzesi’ne teslim ettik. Sütunlar zaten yerinde kalıyor. Koruma Kurulu özellikle bu alanın tekrar kille kaplanması şeklinde bir karar verdi. Ona göre projeler yapılıyor. İnşallah bu onaylandıktan sonra biz hemen kille kaplayacağız ve neticede burada su tutacağız…”

Kabul etmek mümkün değil

Sayın Bakan’ın, mozaikler ve (Peri Kızı dediği) Nymphe dışındaki buluntular için, “Geri kalanın tarihî bir şeyi yok…” demesini hiçbir şekilde kabul etmek mümkün değil. Öncelikle Sayın Eroğlu, kendisini arkeologların, uzman kişilerin yerine koymuş oluyor. Ayrıca, Allianoi antik kentinin sadece yüzde 20’sinin gün yüzüne çıkarılabilmiş olduğu gerçeğini bilmezlikten geliyor.

Sayın Bakan, henüz kazılmamış olan yüzde 80’lik bölümde ne kadar çok ve önemli tarihi eserin bulunabileceğ ini; başka hiçbir yerde rastlanmamış tıp aletlerinin çıkarılabileceğini nasıl görmezlikten gelebiliyor! .. Bu çok güçlü olasılıkları nasıl da yok sayabiliyor? !

Bu saptamayı yaptıktan sonra, konuya bir de farklı bir açıdan yaklaşalım. Kendisine, “Sayın Bakan! Yortanlı Barajı’nın su tutması için bu aceleniz nedendir?” diye sorsak; büyük bir olasılıkla, “Tarım alanlarının sulanması için istiyoruz barajı” der. Ve ardından, Yortanlı Barajı’nın yapımının gecikmesinden dolayı, (tarım alanları sulanamadığı için) yıllar içinde ne kadar çok zarar edildiğinin sayımını, dökümünü yapmaya başlar; ortaya büyük rakamlar koyar. Bu “zarar”ın sorumlusu olarak Allianoi savunucularını gösterir.

Oysa aslında durum çok farklı. Uzun yıllar DSİ Genel Müdürlüğü görevini yürütmüş olan Sayın Eroğlu’na bu görevi sırasındaki süreçle ilgili bazı anımsatmalarda bulunmak isteriz: Allianoi Girişim Grubu’nca 2005’te açılan ve “Tarihi Dava” olarak anılan ilk davanın konusu, “Allianoi’nin Yortanlı Barajı suları altında kalmasının önlenmesi için projede değişiklik yapılması ya da aks yerinin değiştirilmesi konusundaki (Girişim Grubu’nca yapılan) başvuruyu reddeden DSİ Genel Müdürlüğü ilgili Daire Başkanlığı’nın 12 Mayıs 2005 tarihli Kararı’nın iptali”ydi. İzmir 2. İdare Mahkemesi, tüm çabamıza karşın davamızın reddine karar vermişti. Temyize götürdüğümüz bu mahkeme kararı hakkında Danıştay 6. Daire, 22.05.2009’da Bozma Kararı verdi. Danıştay 6. Daire’nin, bu tarihi Bozma Kararı, Yortanlı Barajı’nın gövdesinin, aks yerinin yeniden tartışılmasının önünü açmıştır. Eğer DSİ bizimle inatlaşma içine girmemiş, başvuru dilekçelerimizi dikkate alarak Yortanlı Barajı’nın aks yerini o yıllarda (2005) tekrar gözden geçirmiş ve baraj aks yerini değiştirmiş olsaydı, Allianoi kurtarılmış olacaktı.

Baraj da çoktan su tutmuş ve bölgenin sulama gereksinimi için kullanılıyor olacaktı.

Bu nedenle, Bergama köylüsüyle, Allianoi antik kentini kurtarmak isteyen çevreleri karşı karşıya getirmeye çalışan yetkilileri kınıyor ve şunu söylemek istiyoruz: Esas olarak kendileri (DSİ), 2005’te yaptığımız başvurularımızı dikkate alıp, “Baraj aksı’yla ilgili yeni işlem tesis etmedikleri için”, vebal altındadırlar. “Daha büyük hacimli bir baraj” istemekten vazgeçselerdi, ihtiyacı karşılayacak boyutta bir baraj çoktan hizmet veriyor ve üstelik Allianoi antik kenti de kurtarılmış olacaktı.

Kamuoyu yanıltılıyor

Yetkililer, yöre halkını, köylüleri ve kamuoyunu yanıltmaktan vazgeçmelidir: Tarım alanlarının sulanamamasından doğan zararın esas sorumlusu DSİ’dir.

Kaldı ki, DSİ’nin ve ne yazık ki Kültür Bakanlığı’nın da, Yortanlı Barajı’nın bir an önce su tutması yolundaki çabaları, gerçekçi değildir. Çünkü baraj gövdesi tamamlanmış olsa da sulama kanaletleri henüz ortada yok. İhale bile edilmedi.

Uzmanlara göre kanaletlerin yapımı yıllarca sürecek. Bu nedenle, Yortanlı Barajı’nın su tutması konusunda son günlerde gerek Çevre ve Orman Bakanı’nın gerekse (ne yazık ki) Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın da aceleci bir tutum içine girmiş olmalarının altında yatan nedir, merak ediyoruz.

Danıştay’ın son kararı

Kültür ve Turizm Bakanlığı’na, barajlardan değil tarihi ve kültürel eserlerden sorumlu Bakanlık olduğunu anımsatmak isteriz.

2001’de 1. Derece Arkeolojik Sit olarak tescil edilmiş olan; dünyanın en eski ve en iyi korunmuş hidroterapi (suyla tedavi) merkezlerinden biri olan ve çeşitli uygarlıklarca korunarak bugünlere gelen 1800 yıllık Roma çağı ılıcasını, 50 yıllık ömrü olan bir baraja feda etmek, kabul edilebilecek bir şey değildir. Kaldı ki, Danıştay 6. Daire’nin son Bozma Kararı’yla, baraj gövdesinin yeri yeniden tartışmaya açılmıştır. Bu karar, Allianoi’nin baraj suları altında bırakılmaması gerektiğine işaret etmektedir.

Durum böyleyken, Sayın Bakan Eroğlu’nun, bu önemli hukuksal gelişmeyi görmezlikten gelip; kendisini kültürden sorumlu bakan yerine koymasını, “İnşallah bu (yapılan) projeler onaylandıktan sonra biz hemen kille kaplayacağız ve neticede burada su tutacağız” şeklinde bir açıklama yapmasını hayret ve üzüntüyle karşıladık.

İnsanlık mirası

Allianoi, bir insanlık mirasıdır. Bugüne değin açmış olduğumuz 12 ayrı dava sürmektedir. Hukuksal süreç devam ederken bir oldubittiyle Allianoi’nin sular altında bırakılması, yetkililer için büyük bir sorumluluk doğuracaktır. Bu yanlışa düşmeyeceklerini umut etmek istiyoruz.

Allianoi’nin yok edilmesi, bu çağda, bu coğrafyada yaşayan bizler için büyük bir utanç olacaktır. Böylesi bir tarih ve doğa cinayetine izin vermeyeceğiz. Gelecek kuşaklara, çocuklarımıza bunu hiçbir şekilde anlatamayız.

Kızılderililerin, “Biz bu dünyayı çocuklarımızdan ödünç aldık!” sözünü unutmamalıyız. Bir gün dünyanın herhangi bir yerinde, bir yabancının, “Siz, Allianoi’nin çamurlara gömülerek yok edildiği ülkedensiniz, değil mi!” şeklindeki ağır ve haklı suçlamasıyla karşılaşmak istemiyoruz.

Bu utancın ne bize ne de çocuklarımıza yaşatılmasına izin vermeyeceğiz.

Alime MİTAP Allianoi Girişim Grubu Dönem Sözcüsü
Cumhuriyet 14.11.2009
http://www.ekolojistler.org/allianoi-yortanli-barajina-kurban-edilemez-alime-mitap.html

December 1, 2009 Posted by | antropoloji, arkeoloji, bu topraklar | 1 Comment

Gizemli Dogu Gerçekçi Batı – Emet Degirmenci

Günümüzün endüstriyel toplumunda insanlar kendilerini dengelemek için çeşitli yollar arıyorlar. Kimileri var olan tüketim toplumu çarklarına kapılıp kendini daha çok tüketmeye verirken kimileri de eski kültürlerin yaşam biçimlerini keşfetmeye çalışıyorlar. Yakınımızda olan Avustralya Aborijinleri ve Yeni Zelanda Maorilerinin kültürlerinde hala güncelliğini koruyan ögeler var ve biz onlardan öğrenmeye devam ediyoruz.

Çoğumuz Avustralya gibi batılı bir toplum içinde yaşarken iki kültürü sürekli kıyaslarız. Her ne kadar kapitalist küreselleşme dünyanın her yerinde kendi değerlerini dayatıyorsa da hala Doğu Batı arasındaki farklılıklar barizdir. İçinden geldiğimiz doğu toplumunun gizemli değerlerinin derinliği vardır. Batı toplumunun değerleri ise var olanı hızlı algılayıp yaşamda hızlı hareket etmeye yöneliktir. Batılılar yaşam yolunda akıl yoluyla ilerleyip yaşamı kolaylaştırmaya çalıştıklarını vurgularlar. Biz ise yaşamda derinlik bulmazsak tatminsizlik duyuyoruz. Kısacası yaşama birbirinden epey farklı pencerelerden bakıp farklı yorumlar getiriyoruz. Örneğin, batılılar insanın evrendeki yeri ve gelecek yaşam üzerine (doğum tarihine ve doğum saati verilerine göre) astrolojik verilere dayanarak yorum getirirler. Eski Çin kültüründe ise insan evrenin bir parçası olarak evrensel bir bütünlük içinde kavranıyor. Çin kozmolojisindeki beş birim (ağac, ateş, toprak, metal ve su) doğa kanunları ve evrensel ilkelere dayanılarak açıklanır.

Bilim insanlarına göre herşeyin ilk oluşumu “Big Bang” denilen büyük patlamayla açıklanır. Darwin’in evrim teorisiyle canlıların vücudundaki yapı taşları DNA lardaki değişim acıklanmaya çalışılır. Çinliler ise evrende herşeyin “ying-yang” kavramıyla açıklarlar. Ying-yang ise bibirini tamamlayan iki zıt kutbun bir araya gelip bütünü oluşturması demektir.

Diyalektik düşüncede konu edilen zıtların birliği yaşamın ta kendisidir. Ying-Yang, yaşamın zaten birbirini tamamlayan siyah ve beyaz renkleridir, kadın ve erkekdir, acı ve mutluluktur … Hatta bilgisayar dili olan sıfır ve bir sayılarından oluşan ikili (binary) sistemin de ying-yang anlayışına dayandığı söylenir.

Oysa günümüzün post-modern toplumunda eski kültürlere ait materyallerin satışına yönelik bir endüstri de geliştiriliyor. Birçok yoga çeşidi bir çok doğal tedavi yöntemi bulabilirsiniz. Mevlana felsefesini, Sufı müziği batılıların pazarladığını görüyoruz. Batılıların bunları keşfetmesi elbette küçümsenemez. Ama bir kültürün özümsenmesi, iki ay Hindistan’a giderek yoga öğrenip, bir ay Turkiye’de kalıp Sufı müzik eğitimi almaktan öte birşey olsa gerek. Feng Shiu anlayışına göre evinin mobilyalarını düzenlemek, Perulu yerlilerin bitki köklerinden elde ettikleri doğal hapı almakla Transandantal Meditasyon yapmakla endüstriyel toplumun ağırlığından bir parça kurtulabiliriz belki. Fakat kendi kafamızı ve toplumu değiştirmedikçe bu iyileşmelerin hepsi geçici olacaktır.

Avustralya’da ve dünyanın çeşitli yerlerinde çok kültürlülük, Doğunun gizemiyle ve Batının rasyonelliğinin bir arada yaşayabilmesi olmalı. Belki böylece insanlar kendilerini içinde yaşadıkları topluma daha az yabancı hissederler. Belki böylece doğal tedavi yöntemleri daha kalıcı olur. Böylece toplumlar da kendini iyileştirme adı altında daha kalıcı adımlar atılabilir. Kendini iyileştirme (healing) de nasıl kendi içimizdeki enerji akışını engelleyen seylere karşı bir çaba içinde oluyorsak toplumdaki enerjiyi tıkayan anlayışları aşmak gerekiyor.

November 20, 2009 Posted by | antropoloji, arkeoloji, yerli - yerel halklar | Leave a comment

ABD Başkanına Mektup: Toprak İnsana Değil, İnsan Toprağa Aittir

800pxshoshonitipis17c75li1
Bu mektup 1854 yılında, bir Kızılderili reisi olan Şef Seattle tarafından Amerika Birleşik Devletleri Başkanı’na yazılmıştır.

Bir Kızılderiliyim ve anlamıyorum… Gökyüzünü, toprağın sıcaklığını nasıl satın alabilirsiniz ya da satarsınız? Bunu anlamak bizler için çok güç! Bu toprakların her parçası halkım için kutsaldır. Çam ağaçlarının parıldayan iğneleri, vızıldayan böcekler, beyaz kumsallı sahiller, karanlık ormanlar ve sabahları çayırları örten buğu, halkımın anılarının ve geçirdiği yüzlerce yıllık deneylerin bir parçasıdır.

Ormanlardaki ağaçların damarlarında dolaşan su, atalarımızın anılarını taşır; biz buna inanırız! Beyazlar için durum böyle değildir. Bir beyaz ölüp yıldızlar alemine göç ettiği zaman, doğduğu topraklarını unutur. Bizim ölülerimiz ise bu toprakları unutmaz. Çünkü Kızılderili gerçek anasının toprak olduğuna inanır.

Washington’daki Büyük Beyaz Reis, bizden toprak almak istediğini yazıyor! Bu bizim için büyük bir fedakarlık olur. Büyük Beyaz Reis, bize rahat yaşayacağımız bir yerin ayrılacağını, bize babalık edeceğini, biz Kızılderililerin ise onun çocukları olacağımızı söylüyor. Bu önerinizi düşüneceğiz! Ama gene de bunun kolay olmayacağını itiraf ederim. Çünkü bu topraklar, bizim için kutsaldır. Nehirler ve ırmakların suyu, bizim için sadece akıp giden su değildir; atalarımızın kanıdır aynı zamanda. Bu toprakları size satarsak, bu suların ve toprakların kutsal olduğunu çocuklarınıza da öğretmeniz gerekecek. Biz, nehirleri ve ırmakları kardeşimiz gibi severiz! Siz de aynı sevgiyi gösterebilecek misiniz kardeşlerimize? Biliyorum, beyazlar bizim gibi düşünmezler! Beyazlar için bir parça toprağın diğerlerinden farkı yoktur. Beyaz adam topraktan istediğini almaya bakar ve sonra yoluna devam eder. Çünkü toprak beyaz adamın dostu değil, düşmanıdır! Beyaz adam topraktan istediğini alınca, başka serüvenlere atılır. Beyaz adam, annesi olan toprağa ve kardeşi olan gökyüzüne alıp satılacak, işlenecek, yağmalanacak bir şey gözüyle bakar. Onun bu ihtirasıdır ki, toprakları çölleştirecek ve her şeyi yiyip bitirecektir! Beyaz adamın kurduğu kentleri de anlayamayız biz Kızılderililer. Bu kentlerde “huzur” ve “barış” yoktur! Beyaz adamın kurduğu kentlerde, bir çiçeğin taç yapraklarının açarken çıkardığı tatlı sesler, bir kelebeğin kanat çırpışları duyulmaz. Belki bir vahşi olduğumdan anlayamıyorum ama benim ve halkım için önemli olan şeyler oldukça başka! İnsan bir su birikintisinin etrafında toplanmış kurbağaların, ağaçlardaki kuşların ve doğanın seslerini duymadıkça, yaşamın ne değeri olur? Bir Kızılderiliyim ve anlamıyorum!

Biz Kızılderililer, bir su birikintisinin yüzünü yalayan rüzgarın sesini ve kokusunu severiz. Çam ormanlarının kokusunu taşıyan ve yağmurlarla yıkanıp temizlenmiş meltemleri severiz. Hava önemlidir bizler için. Ağaçlar, hayvanlar ve insanlar aynı havayı koklar. Beyaz adam için bunun da önemi yoktur! Ancak size bu toprakları satacak olursak, havanın temizliğine önem vermeyi de öğrenmeniz gerekir. Çocuklarınıza, havanın kutsal bir şey olduğunu öğretmeniz gerekir. Hem nasıl kutsal olmasın ki hava? Atalarımız doğdukları gün ilk nefeslerini bunun sayesinde almışlardır. Ölmeden önce son nefeslerini de gene bu havadan almazlar mı?

Toprak satmamız için yaptığınız öneriyi inceleyeceğim! Eğer önerinizi kabul edecek olursak, bizim de bir koşulumuz var; beyaz adam bu topraklar üzerinde yaşayan bütün canlılara saygı göstersin. Ben bir vahşiyim ve başka türlü düşünemiyorum! Yaylalarda cesetleri kokan binlerce bufalo gördüm. Beyaz adam trenle geçerken vurup öldürüyor bu hayvanları! Dumanlar püskürten bu demir atın bir bufalodan daha değerli olduğuna aklım ermiyor! Biz sadece yaşayabilmek için avladık bufaloları! Bütün hayvanları öldürecek olursanız nasıl yaşayabilirsiniz? Canlıların yok edildiği bir dünyada insan ruhu yalnızlık duygusundan ölür gibi geliyor bize. Unutmayın, bugün canlıların başına gelenler yarın insanın başına gelir! Çünkü bunlar arasında bir bağ vardır.

Şu gerçeği iyi biliyoruz: Toprak insana değil, insan toprağa aittir! Ve bu dünyadaki her şey, bir ailenin fertlerini birbirine bağlayan kan gibi ortaktır ve birbirine bağlıdır. Bu nedenle de dünyanın başına gelen her felaket insanoğlunun da başına gelmiş sayılır! Bildiğimiz bir gerçek daha var: Sizin Tanrı’nız bizimkinden başka bir Tanrı değil! Aynı Tanrı’nın yaratıklarıyız. Beyaz adam bir gün belki bu gerçeği de anlayacak ve kardeş olduğumuzu fark edecektir. Siz Tanrı’nızın başka olduğunu düşünmekte serbestsiniz! Ama Tanrı, hepimizi yaratan Tanrı için Kızılderili ve beyazın farkı yoktur. Ve Kızılderililer gibi Tanrı da toprağa değer verir. Bu toprağa saygısızlık, Tanrı’nın kendisine saygısızlıktır. Beyaz adamı bu topraklara getiren ve ona Kızılderili’yi boyunduruk altına alma gücünü veren Tanrı’nın kaderini anlayamıyoruz! Tıpkı bufaloların öldürülüşü, ormanların yakılışı, toprağın kirletilişini anlayamadığımız gibi…

Bir gün bakacaksınız gökteki kartallar, dağları örten ormanlar yok olmuş. Yabani atlar ehlileştirilmiş ve her yer insanoğlunun kokusuyla dolmuş! İşte o gün insanoğlu için yaşamın sonu ve varlığını devam ettirebilme mücadelesinin başlangıcı başlamış olacak.

Kızılderili Sözleri

= Arkamda yürüme, ben öncün olmayabilirim. Önümde yürüme, takipçin olmayabilirim. Yanımda yürü, böylece ikimiz eşit oluruz. (Ute Kabilesi)
= Ölüler güç ve bilgilerini beraberinde götürmez, yaşayanlara ilave eder. (Hopi Kabilesi)
= Düşmanımı cesur ve kuvvetli yap! Eğer onu yenersem utanç duymayayım. (Apache Kabilesi)
= Şeytan hakkında konuşmayın. Gençlerin kalbinde merak uyandırır. (Siyu Kabilesi)
= Su gibi olmalıyız. Her şeyden aşağıda, ama kayadan bile kuvvetli. (Siyu Kabilesi)
= Bir düşman çok, yüz dost azdır. (Hopi Kabilesi)
= Doğum yapan her şey dişidir. Kadınların ezelden beri bildiği kainatın dengelerini erkekler de anlamaya başladıkları zaman, dünya daha iyi bir dünya olmak üzere değişmeye başlamış olacaktır. (Mohawk Kabilesi)
= Aşkı tanıdığında, yaratıcıyı da tanırsın. (Fox Kabilesi)
= Allah’ın kelimeleri meşe yaprağı gibi sararıp düşmez; çam yaprağı gibi ilelebet yeşil kalır. (Mohawk Kabilesi)
= Bir kere “Al şunu” demek, iki kere “Ben vereceğim” demekten iyidir. (Kabilesi bilinmiyor)
= Unutmayın, çocuklarınız sizin değildir. Onu yaratıcıdan ödünç aldınız. (Mohawk Kabilesi)

November 3, 2009 Posted by | antropoloji, arkeoloji, eko-savunma, yerli - yerel halklar | Leave a comment

Uygarlık vs. İlkellik (derleme)

Elfun

Bugünün kanlı dünyasının acı veren açıklamasıyla, Paleolitik toplumlara yaptıkları cehaletin, sefaletin, açlığın ve kanlı yaşamın hakim olduğu bir yaşam suçlamaları yanlıştır.

Toplayıcı-avcılar besinlerini doğrudan doğadan ilişkide bulundukları hayvanlardan ya da bitki kökü, meyve vs. den elde etmektedirler. Ve tarım gibi beslenmek için hem çevresel etkilere hem de diğer insanlara muhtaç olduğun bir işlemi gerçekleştirmeyip, sürekli olarak kamp alanlarını değiştirirler, ancak bu kıtlıktan değil, doğanın sunduğu zengin ikramdan yararlanmak amaçlıdır. Afrika’da yaşayan !Kung’lardan birinin Richard Lee’ye “Dünyada bu kadar çok mongongo fıstığı varken neden toprağı ekelim!” demesi bunun güzel bir örneğidir. Yine Richard Lee’nin aktardığı üzere, “!Kungların çalışma süreleri konusundaki ölçümleri yaparken, Kalahari Çölünün o bölgesinde üç yıldır şiddetli kuraklık hüküm sürüyordu ve zaman kurak mevsimdi. Komşu Botswana’da, çiftçilik ve hayvancılıkla uğraşan nüfusu 500bin dolayındaki Bantuların üçte birinden çoğu o kadar zor durumdaydı ki, Birleşmiş Milletler Dünya Gıda Programı onları açlıktan kurtarmak için bir yardım kampanyası başlatmak zorunda kalmıştı. Bu arada !Kunglar ise, çok az çaba harcayarak, toprağın doğal ürünleriyle sağlıklarını çok iyi koruyabiliyorlardı.

Tarım, yani yiyeceğin üretilmesi; doğadan kopuşu, toprağın kontrolü ve yabancılaşmanın şekilleşmiş halidir. Yiyecek üretimi insana bir külfet getirmiştir. Günümüzde hala varlıklarını sürdüren birkaç toplayıcı-avcı grup, tarımın henüz ele geçiremediği Inuit’in karlı bölgeleri ya da Avustralya Aborjinlerinin yaşadığı çöller gibi, dünyanın ekonomik açıdan en az ilgi çeken bölgelerinde yaşamaktadır. Çiftçilik gibi tatsız bir işi reddeden Tanzanya’daki Hazdalar, Filipinlerdeki Tassadaylar, Botswana’daki !Kunglar ya da – Richard Lee’ye göre, yanı başındaki çiftçiler açlıktan kırılırken, birkaç yıllık kuraklığı kolayca atlatan – Kalahari Çölündeki !Kung Sanları zamanlarının çoğunu, oyunlarla, sohbetle ve dinlenmekle geçirecek kadar boş zaman sahiptir. Tarım toplumlarında ise, sürekli, monoton, ağır bir çalışma vardır. Uygar toplumlarda çalışmaya tapınası bir değer olarak bakılmaktadır. Tıpkı, dinsel bir ritüel gibi insanlar günde 8 saat bu ibadeti gerçekleştirmekteler. Yaşamsal olarak gerekli ve gereksiz tüm ihtiyaçlarını –genelde kendileri üretmezler- , bir şeyler üreterek elde ettikleri gelirle sağlarlar. Bugün çalışan bir işçi 1 saatte ürettiği malı, 200 yıl önce 8 saatte üretmekteydi. Tarımla başlayan üretici çalışma, son sürat devam etmekte.

Yine toplayıcı-avcı yaşam tarzındaki avcılık, uygarlığın bir değeri olan evcilleştirme ile belirgin şekilde farklılık içerir. Bağımsız, özgür ve hatta eşit bir varlık olarak değerlendirilen avlanmış hayvan ile avcı arasındaki ilişki, bir çiftçi ya da çoban ile üzerinde mutlak bir denetim sağlanmış olan taşınabilir varlıklar arasındaki ilişkiden açıkça farklıdır. Hayvanların evcilleştirilmesi ile birlikte doğal seleksiyon bozulmakta ve daraltılarak yapay bir düzeyde taşınan organik dünya, kontrol edilebilir bir tarzda yeniden oluşturulmaktadır. Bitkiler gibi hayvanlarda işlenecek birer nesneye dönüştürülmüştür. Özgürlük durumundan, birer aciz asalak durumuna getirilen bu hayvanlar, hayatta kalabilmek için tamamen insana muhtaç hale gelmişlerdir. Özgürlüğe inanan insanlar olarak bizler, bu karşılaştırmadan daha özgür olan ilişki biçimini seçeceğimiz açıktır.
Toprağın kontrolü ve mülkleştirilmesi tarımla birlikte oluşmuştur. Roussea’ya göre, bölünmüş toplum, ilk defa küçük bir toprak parçasını ekerek, bu toprak benimdir diyen ve başkalarını kendisine inandıran kişinin eylemiyle çıkmıştır. Amerika’nın kolonileştirilmesinden sonra, hayatta kalmayı başaran yerliler şöyle soruyordu: “Toprağı satmak? Neden havayı, bulutları ve o büyük denizi değil de toprağı satmak?” Tarım, malı ve mülkü yaratıp, yüceltmektedir. İlk insanlar, farklı grupların toplayıcılık veya avcılık yaparken bölgeleri paylaşamamaları yüzünden birbirleriyle savaşmamışlardır. En azından toprak mücadelesi, etnografik literatür içinde yer almamaktadır; kaldı ki kaynakların çok daha bol olduğu ve henüz uygarlıkla ilişkinin kurulmadığı tarih öncesinde, böyle mücadelelerin cereyan etmiş olması ihtimali çok daha düşüktür. Toplayı-avcı topluluklarda mülkiyet anlayışı olmadığı gibi, bu insanlara atılan sürekli çatışma, insan öldürme suçlaması yalnızca çağdaş toplumumuzun değerleridir. Günümüz, avcı-toplayıcıları ile tarımla geçinen toplulukları karşılaştırdığımızda bu fark belirgin olarak ortaya çıkar, keza Paleolitik sanatta insanın insanı öldürdüğü herhangi bir temsile rastlanmazken, insanlar arasındaki çatışmayı betimleme saplantısı Neolitik dönemle birlikte gelişmiş ve savaş sahneleri yaygınlaşmaya başlamıştır. Örneğin Turnbull tarafından incelenen Mbuti pigmeleri türünden çiftçi olmayan grupların, hayvanları saldırgan olmayan bir ruhla, hatta bir tür mahcubiyetle öldürdüklerini göstermektedir. Oysa herhangi bir uygarlığın veya devletin oluşumu ile savaş arasında vazgeçilmez bir ilişki bulunmaktadır.

Erkekler tarafından kadınlara dayatılan şiddet de tarımla birlikte ortaya çıkmış ve kadınları birer ağır yük hayvanına ve çocuk bakıcısına dönüştürmüştür. Tarım öncesi toplayıcı yaşamdaki eşitçilik, erkeklere olduğu kadar kadınlara da eksiksiz bir şekilde uygulanmıştır, bunu sağlayan şey, görevlerin özerk olması ve kararların, bu kararları hayata geçirecek kişiler tarafından verilmesi olgusudur. Üretimin olmadığı ve çocuk emeğini gerektiren zararlı otların yolunması türünden tatsız işlerin bulunmadığı bir dönemde, kadınlar ağır gündelik işler altında iki büklüm olmadıkları gibi, sürekli olarak çocuk doğuran bir varlık olarak da değerlendirilmemişlerdi (Eleanor Leacook). Ayrıca, Rosalind Miles’ın belirttiği gibi, erkekler, kadınların emeğine hükmedip faydalanmadıkları gibi “kadınların bedenini, çocukları ya çok az kontrol ediyorlar ya da hiç etmiyorlar; bekareti ve iffeti fetişleştirmiyor, kadınların cinsel ayrıklığı olması gerektiği talebinde bulunmuyorlardı.” Zubeeda Banu Quraishy ‘de Afrika’dan bir örnek gösteriyor “Mbuti toplumsal cinsiyet ilişkilerinin ayırt edici özelliği uyum ve dayanışmaydı.”

Vahşi hayvanların et üreten birer makineye dönüştürülmesiyle birlikte, “toprağı işleme düşüncesi, insanlara dayatılan bir erdem haline geldi, bunun anlamı, evcilleştirme ve sömürü doğrultusunda, insanların kendi doğasındaki özgürlükten koparılmasıdır. Bakunin’nin “Savanaların ve bozkırların özgür insanı nasıl olurda toprağı ekmeye başlasın?” sorusuna cevabı baskı ve zorla olmuştur. Özgür insanın baskı ve zora dayalı kurduğu ilk uygarlık olan Sümerler tarafından kurulan ilk şehirlerin başlıca niteliği, bu şehirlerin gelişkin bir örgütlenmeyi ve görev dağılımını içeren fabrikalara sahip olmasıdır (Rice). Uygarlık bu noktadan sonra, insan emeğine dayalı kitlesel yiyecek üretimini, binaları, savaşları ve otoriteyi temsil etmektedir. Yiyecek üretimi özü itibariyle siyasal tahakküm için gizli bir gönüllülüğü içerir. Uygarlaştırıcı kültür başından beri bu tahakkümün propaganda aygıtı olmuştur.

Tarım aynı zamanda hızlı bir çevresel yıkım potansiyelini de beraberinde getirmiştir. Doğa üzerinde kurulan tahakküm, uygarlığın ortaya çıktığı yemyeşil alanları kısa sürede çorak ve cansız kılmıştır. Geviş getiren hayvanların evcilleştirilen ilk iki türü olan keçiler ve koyunlar için açılan otlaklar, Yunanistan, Lübnan ve Kuzey Afrika’nın çıplak hale getirilmesinde ve Roma ile Mezopotamya imparatorluklarının çölleşmesindeki başlıca faktördür.

Toplayıcı halkların beslenme rejimi çiftçilerin beslenme rejiminden çok daha sağlıklıdır. Üretim, sınırlı sayıda yiyeceğe dayanan daha küçük bir beslenme rejimi sağlar, çeşitli olumsuz koşullar ve iklimin beklenmeye hareketlerinden dolayı daha az güvenilirdir ve harcanan insan emeği bağlamında çok daha pahalıdır (Farb). Beslenme bozuklukları ve dejenaratif hastalıklar genel olarak evcilleşme ve tarımla birlikte ortaya çıkmıştır. Kanser, kalp damarlarının tıkanması, kansızlık, diş hastalıkları ve ruhsal bozukluklar, tarımın musibetlerinden yalnızca bir kaçıdır; ayrıca eskiden kadınlar doğum esnasında fazlaca zorlanmadıkları gibi, ya hiç acı duymamışlar ya da çok az duymuşlardır. Yiyecek üretmeyen insanlar 1500’ü aşkın yabani bitki türü ile beslenirken, uygarlıklar, yalnızca altı bitki türünden biri veya bir kaçıyla beslenmiştir; bunlar buğday, arpa, darı, pirinç, mısır ve patatestir. Yenilebilen bitki türü sayısı hızla azalırken, dünya nüfusunun geçimi artık yalnızca 20 bitki türüne bağımlı hale gelmiştir. Doğal bitkilerin yerine suni melezleri geçirilmiş, bu bitkilerin genetik çeşitliliği giderek azalmıştır.

Teknolojinin, tarımdaki hedefi biyosferin doğal dengesini bozan tamamen yapaylaşmış bir çevre, yani topyekün kontroldür. Yiyecek üretimi arttıkça, bu yiyeceklerin sağlıklılığı hızla azalmaktadır. Ve bir zamanlar yiyecek üretimi için kontrol altına alınan topraklarda, adeta açlığa zemin hazırlarcasına, bugün kahve, tütün, alkol hububatı, esrar ve diğer uyuşturucular zihinlerin kontrolü için üretilmektedir. İşleme, depolama, ulaştırma ihtiyaçları besinlerin tatsız ve yavan hale gelmesinde önemli rol oynamaktadır. Teknoloji ise bu tatsızlık sorununu, kimyasal tatlandırıcılar ile halletmeye çalışmaktadır.

Fizyolog Jored Diamon tarımın başlangıcını etkisinden hiçbir zaman kurtulamadığımız bir felaket olarak tanımlamıştır. Gerçekten de tarım her bakımdan bir felaket olmuştur ve öyle olmaya da devam etmektedir; bugün canımıza kasteden yabancılaşmanın tüm maddi ve manevi kültürünü yaratan şey, bu felaketin kendisidir. İşte bu yüzden, tarım tasfiye edilmediği sürece özgürleşmek mümkün değildir.

Kontrol altına almanın, hükmetmenin, işbölümünün, uzmanlaşmanın, yabancılaşmanın olmadığı bu anarşi durumu uygarlık varolduğu sürece yaşanamaz. Sorunun sadece devlet ya da kapitalizm olmadığını anlamak için, tahakküm ilişkilerinin her türlüsünü sorgulamak yeterlidir.

Unutmadan, Florida’daki Kızılderili babalarının ölmeden önce kendi ailelerindeki beşinci kuşağı gördüklerini anlatan 16. yy İspanyol canlı tanıklara rağmen, uzun süre, ilkel insanların 30-40 lı yaşlarda öldüklerine inanılmıştı, ancak günümüzdeki araştırmalar (özellikle Robson ve Boyden), toplayıcı-avcıların, yaralanma ve şiddetli enfeksiyon dışında, çoğu zaman uygar insanlardan daha fazla yaşadıklarını keşfetmişlerdir. Ki yine de, oyunla, boş zamanla, özgürce geçen bir 30-40 sene, 7 yaşından başlayıp 20’li yaşlarda biten okul dönemi ve hemen peşinden başlayan ve 60’lı yaşlarda emeklilikle biten ancak yine de devam eden çalışma döneminden oluşan uygar insanın 70 yılından daha seçilesidir.

John Zerzan “Gelecekteki İlkel” ve Richard Leakley “Göl İnsanları” kitaplarından derlenerek yazılmıştır.

October 31, 2009 Posted by | antropoloji, arkeoloji, isyan, sistem karsitligi, türcülük, doğa / hayvan özgürlüğü | Leave a comment

Kadın ve Doğa

gaia

İnsanın ilk haritası “erkeğe” ve kadına” göre çizilmiştir ve cinsiyet sistemi doğal değil, tarihsel ve toplumsal bir pratiktir. Doğuştan gelen fizyo-biyolojik kadın ve erkek cinsiyetleri “biyolojik cinsiyet”, kadınlık ve erkeklik rollerinin toplumsal yapı tarafından biçimlendirilmesi ise “toplumsal cinsiyet” olarak ifade edilir. İnsanlık içinde ayırım çizgilerini oluşturan toplumsal cinsiyet, ırk ve sınıf kuramları üzerindeki baskılar, insanın doğadan ayrılma sürecini hızlandırmıştır.

Toplumsal Cinsiyet ve Doğanın Ayrılması

Toplum içinde cinsiyete bağlı ilk farklılaşma avcılık-toplayıcılık döneminde gerçekleşmiştir. Erkeklerin avcılık, kadınların ise toplayıcılık yaptığı bu dönmede, ilk iş bölümü erkekleri “hayat alıcılar” ve kadınları “hayat vericiler” olarak öne çıkarmıştır (1). Avcı-toplayıcı topluluklarındaki ilişkiler, ortak çalışmaya ve ortak paylaşmaya dayanan eşitlikçi ilişkilerdi. Bu yüzden ilkel toplulukta birey-topluluk çıkar çelişkileri yoktu. İlk Neolitik Çağ’da, kadınlar, tahıl ve tohumların yeniden üretilebildiğini keşfettiler ve çapa ile tarım yapmaya başladılar. Bu dönemde, toplum yapısı dağınık, barışçıl ve anaerkildi. Orta Neolitik Çağ’da çapa yerini sabana bıraktı. Erkeğin üretim gücünde aktif rol almasını sağlayan saban tarımına geçmesiyle erkeğin kadına, kendisine ve doğaya hükmetme süreci de başlamış oldu. Göçebe topluluklar yerine kasabalar ve kentler oluşmaya başladı. Tohumun bir sonraki yıla saklanabildiğinin keşfi ile birikim ve özel mülkiyet kavramları ortaya çıktı (2). Erkek-avcı gruplarının savaş gruplarına, sonrasında, yönetici din sınıfından, küresel ölçekli şirket sahiplerine kadar geniş yelpazede geçişler vardır. “Doğanın Düşmanı” adlı kitabında Joel Kovel, “Doğanın toplumsal cinsiyet yoluyla ikiye ayrılması süreci, cinsiyetler ile insanlık ve doğa arasındaki ilişkileri şekillendirerek ekolojik krize kadar devam etmiştir.” sözü ile ekolojik krizin kökenini, ataerkil tahakkümün tarihsel izlerinde bulmuştur.

Doğa-insan kutuplaşması kadın-erkek dualizmini (ikiciliğini) içinde barındırır. İleriyi gören, entelektüel, güçlü ve aktif kutbunu erillik yani insan; içgüdüsel, zayıf ve pasif kutbunu da dişilik yani doğa oluşturur (1). Doğa, toprağı ifade eder. Tarımsal üretkenlik nedeniyle dünyaya tabiat ana, doğaya toprak ana denilmesi doğayı dişil olarak nitelendirir. Çapa tarımı döneminde bereketi sembolize eden tanrıça kültü dişil özelliği, saban tarımından sonra ortaya çıkan gök tanrı kültü ise eril özelliktedir. Bereket tanrıçasından gök tanrısına geçiş, insanın toprağa bereketinden ötürü tapmasından, toprağı çitle çevirip mülk edinmesine; doğal ve eşitlikçi tavrından, baskıcı ve hükmedici özelliğine geçiş olarak değerlendirilir (2).

Doğa ve kadının yakınlaşmasında hem eylemci müdahaleye hem de kadınların ezilmesi ile doğanın sömürülmesi arasındaki bağlantıların kuramsallaştırmasına birçok yazar, çizer; küreselleşme, savaş, düzen karşıtı, çevre aktivisti, ekofeminist, ekoanarşist kadın yıllardır büyük katkıda bulunmuştur.

Rachel Carson – Sesizlerin Çığlığı ve Kadın

Çevre hareketlerinin “anası” olarak görülen Rachel Carson, Amerika’da bir bilim kadını ve ekolog idi. 1962 yılında “Sessiz Bahar” (Silent Spring) adlı kitabını yayınladığında kamu politikalarının sözlüğünde henüz “çevre” tanımı bile yer almıyordu. Bu yapıt, DDT ve tarım alanında kullanılan ot ve böcek öldürücü (pestisit) kimyasallara karşı ilk ciddi başkaldırıydı.

Tam açılımı diklorodifeniltrikloretan olan DDT, ilk kez 1874 yılında sentezlendi ve İkinci Dünya Savaşı sırasında askerleri sıtma ve tifüsten korumak için kullanıldı. 1939 yılında Paul Hermann Muller tarafından DDT’nin pestisit olarak kullabileceği keşfedildi ve bu keşfi kendisine Nobel Ödülü’nü kazandırdı. DDT’nin kullanımıyla böceklerin hakkından gelindi ama bu arada kuşlar, balıklar, kertenkeleler yok oldu. Besin zincirine katılan DDT, yağ dokusunda birikmesiyle insanlarda da toksik etkiler yaratmaya başladı. Kelaynakları tüketen de, kutuplarda yaşayan annenin sütünde bulunan da DDT’dir. Sonunda DDT’nin hakkından gelen Rachel Carson oldu.

Sessiz Bahar kitabında Carson, “Amerika’nın kalbi sayılan bir kasabada bütün varlıklar birbirleriyle harmonize olmuş bir biçimde yaşamını sürdürüyor gibi görünüyordu, ta ki garip bir kargaşa o alanı sarana dek ve her şey değişmeye başladı. Sessizce titreşen ve artık uçamayan kuşlar acı içinde can çekişiyordu. Bahardı, hiçbir sesin olmadığı. Sessizlik vardı sadece tarlaları, ormanları ve bataklıkları kaplayan…” sözleriyle Carson, pestisitler hakkındaki gerçekleri fark etmiş ve o dönemde hiç kimsenin cesaret edemeyeceği şeyleri yazıp, halkı uyandırmaya çalışmıştı. Ancak, kitabının yayınlanması o kadar da kolay olmamıştı. Yayın evleri zararlı kimyasal üreten endüstri devleriyle uğraşmak istemiyordu. Carson zoru başardı, kitabı yayınlandı ama kirlilikten para kazananların direnci ve iftiraları çok geçmeden onu ezmeye başladı. Hep bir ağızdan bu cesur kadına “kadınlığından” vurma kolaylığı içinde isterik damgası vuruldu. Carson meme kanseriydi ve 1965’de öldü. İleriki yıllarda yapılan araştırmalar sonucunda meme kanseri ile kimyasal maddelerin etkileşimi arasında bağlantılar ortaya çıkmıştı. Başkan Kennedy satışı yarım milyonu aşan kitabını bir basın toplantısında tartışmaya açtı. Bunun için atanan kurulun hazırladığı rapor şirketlerin ve bürokrasinin duyarsızlığını suçlayan bir iddianameye dönüştü. Yıllar sonra, eski ABD başkan yardımcılarından Al Gore kitabının ön sözünde Carson ile ilgili bazı gerçekleri itiraf ediyordu. O zamanlarda var olan sistemi, Faust’ un şeytanla pazarlığına benzetiyordu. İnsanların kısa süreli kazanç için göz göre göre nasıl uzun süreli trajedi bahasına neden olduklarını anlatmıştır. Carson ilk adımı herkes için atmış, gerisini, yapılması gerekenleri aklıselim olanlara bırakmıştır. Öldüğünde artık sesinin kısılmayacağını çok açık bir şekilde ortaya çıkaran yeni bir çevreci akımı göstermiştir ve bu akım kimyasallarla olan savaşlarını günümüze kadar sürdürmüşlerdir. 1972 yılında Amerika’da DDT ile birlikte bazı pestisit ürünleri yasaklandı ancak üretimleri halen sürmekte ve başka ülkelere pazarlanmaktadır (3).

Gaura Devi – Örgütlenme ve Kadın

Chipko akımı çevre ve kadın eylemciliğinin en iyi bilinen örneklerindendir. “Chipko”, Hindu dilindeki sarılmak karşılığı olan sözcükten alınmıştır ve Kuzey Hindistan’da, çoğu kadın olan ve ağaçlara sarılarak onların ticari amaçlarla kesilmesini önleyen köylülerin davranışlarını anlatmak üzere kullanılmaktadır.

19. yy’dan itibaren Hindistan hükümeti (başlangıçta İngiliz sömürge hükümeti) ulusal ormanların denetimini üstlendi. Hükümetin amacı bu ormanları ticari bir kaynak olarak yönetmekti. 1970’li yıllarda Hindistan’da kasırgalar, ciddi sel baskınına ve toprak kaymalarına neden oldu. En ağır zararları, yoğun biçimde ağaçların kesildiği yamaçların ardında yerleşmiş olan köylerde meydana geldi. Bu olayların olumsuz etkileri ise en çok anneler ve çocuklar üzerinde görüldü. İnsanlarının çoğunun uzakta olduğu bir zamanda hükümetin Reni ormanı da dahil, bütün bölgedeki ormanlarda ağaç kesimi kararı üzerine keresteciler bölgeye gelerek ağaçları kesmeye başladılar. Olup bitenler duyulunca yerli halktan Gaura Devi adında bir kadın, köylü kadınları örgütleyerek ormana yürüyüp ağaç kesilmesini protesto etmelerini sağladı. Chipko hareketinin bilinen en iyi örneği olan bu olayda, Devi ile onun ardından gidenler, kerestecilerin hiçbir ağacı kesmelerine izin vermeyecek şekilde, onları geri adım atmaya zorladılar. Reni, hükümeti ağaç kesme politikasını yeniden gözden geçirmeye zorladı ve ticari amaçla ağaç kesimine on yıllık bir moratoryum uyguladı. Daha sonraki yıllarda Chipko hareketi başka bölgelerde de yayıldı ve kitlesel ağaç kesimine engel olarak başarısını sürdürdü (6)

Wangari Muta Maathai – Savaş, Kadın ve Doğa
Şuanda 67 yaşında olan Kenya’lı biyolog doktor Wangari Muta Maathai, Yeşil Kuşak (Green Belt Movement) çevre hareketi ile ağaçlarla ve arkasına aldığı kadınlarla savaşlara karşı mücadele veriyor. Wangari Maathai, Yeşil Kuşak hareketini Kenya’da 1977 yılında kurdu. Grup, kıtadaki kitlesel orman katliamını durdurma girişimiyle başta köylü kadınlar ile birlikte Afrika boyunca 30 milyondan fazla ağaç dikti. Maathai ayrıca, Kenya’da genetiği değiştirilmiş organizmalara ve titanyum madenciliğine karşı çıktı. Bir dönem Kenya Ulusal Kadınlar Konseyi Başkanlığı’nı üstlenen Maathai, diğer birçok kadın eylemci gibi çalışmaları nedeniyle tacize uğradı, dövüldü ve hapse atıldı. Nitekim düzenlediği çevre eylemleriyle sayısız ödül de kazandı. Nobel Komitesi tarihte ilk kez Afrikalı bir kadına, Maathai’ye 2004 Nobel Barış Ödülü’nü verdi (4).
Maathai, doğa ve savaşlarla ilgili esaslı bir bağ yaratıyor. Silahlı mücadelelerin her gün birçok ülkede milyonlarca insana ölüm ve sefalet getirdiğini; doğal kaynakların sömürülmesinden kaynaklanan bu mücadelelerin sınırlı kaynaklar veya azalan topraklar üzerine olduğunu vurguluyor. “Binlerce yıldır orada yaşayan insanlara barınak olup onları korumuş olan ağaçlar kesildiğinde, insanlar arasındaki doğal sınırlar ve tampon bölgeler kaybolur. Geçim kaynakları seyrelir. Şiddetli kuraklık ve ekosistemin çökmesi mücadele ve savaşı beraberinde getirir.” diyen Maathai, Nobel Barış ödülünü “doğanın korunmasının barışın korunması için önemine atfen” almıştır (5).

Arundhati Roy – Küreselleşme ve Kadın

Küreselleşme karşıtı Hintli yazar Arundhati Roy, 1997 yılında, Küçük Şeylerin Tanrısı romanı ile İngiltere edebiyat ödülünü aldı. 46 yaşındaki Roy, Narmada Vadisi’ndeki büyük baraj yapılarına karşı verilen sivil mücadelelerin aktif katılımcılarındandır. Ödülden kazandığı parayı Narmada kampanyası için bağışladı. Narmada Vadisi’ne sayısız ziyarette bulunan Roy, çevreci kaygılarına yer verdiği bir inceleme kaleme alıyor. O yıllarda “Yaşamın Değeri” adlı kitabını yayımlıyor. Roy daha önce de Hindistan’ın Pakistan ile nükleer silah yarışına karşı çıktığı için ve ardından azınlık haklarını savunduğu için mimleniyor. 1992 yılında Hint Yüksek Mahkemesi tarafından bir günlük hapis cezasına çarptırıldığında Roy’un suçu Sardar Sarovar” Barajı’nın inşasının ertelenme kararını kaldırmasını eleştirmesiydi. İnşaat, Narmada Nehri’ni yüzlerce parçaya bölen büyük bir planın sadece küçük bir bölümüydü: onlarca büyük baraj, binlerce küçük baraj yapımı. Roy, barajların yapımıyla binlerce yoksul köylünün yerinden edileceğini söylüyordu. Courrier International’de yayınlanan “Görüyorum, yazıyorum, bağırıyorum” başlıklı yazısında “Çok sınırlı toprak, su ve orman kaynağımız var. Eğer tüm bu kaynakları, klima/havalandırma sistemine, patates kızartmasına veya otomobile dönüştürürseniz bir an gelir ki hiçbir şeyiniz kalmaz. Para üretirsiniz, ama satın alacak hiçbir şey olmaz; havayı satın alamazsınız, suyu da satın alamazsınız.” sözleriyle yazılı mücadelesini veriyordu. Ne yazık ki, bir gün Narmada vadisi, hükümet tarafından uyarı yapılmaksızın suyla dolduruldu, köyleri su bastı ve binlerce kişi göç etmek zorunda kaldı. Bir protesto yürüyüşünde Roy, projeyi destekleyen Dünya Bankası Başkanı’na “Siz, kim oluyorsunuz da bizim için karar veriyorsunuz ve bizim adımıza kontroller yapıyorsunuz? Neden bizim toprağımız ve bizim nehrimizin geleceği için siz karar verme hakkına sahip oluyorsunuz?” diye haykırırken sorunun eninde sonunda etiğe dayandığını söylüyor ve “Çözümün yüreği çevreye saygıdır ve başka bir alternatifi yoktur!” diyordu.

Vandana Shiva –Özgürlük ve Kadın

Lidersiz ve demokratik yapısıyla ön plana çıkan dünyaca ünlü ekoloji düşünürü, araştırmacı ve aktivist Vandana Shiva, biyoçeşitlilik ve gen kaynaklarının korunması, gıda güvenliği, büyük şirketlerin egemenliğindeki küreselleşmeye karşı kırsal yoksulların savunulması ve kadının güçlendirilmesi gibi faaliyetlerde yer alıyor (6).

1952 Hindistan doğumlu fizikçi Dr. Shiva, “Su Savaşları”, “Çalınmış Mahsul”, “Aklın Monokültürleri: Biyoçeşitlilik, Biyoteknoloji ve Tarım”, “Ekofeminizm”, “Kadın, Ekoloji ve Sağlık” adlı kitapların yazarıdır. Alternatif Nobel Ödülü olarak bilinen Right Livehood Ödülü’nün sahibi Shiva, tarımsal ürünlere yönelik gen mühendisliğine, tohumların patentlenmesine ve çok uluslu şirketlerin “Yaşamlarımızın her boyutu üzerinde-yiyeceklerimiz, sağlığımız, çevremiz, işimiz ve geleceğimizde- denetim kurma” çabalarına karşı çıktı (7).

1970’li yıllada Chipko hareketinde de yer alan Shiva, Hindistan’da tarımsal çeşitlilik ve çiftçi hakları adına çalışan “Bilim, Teknoloji ve Çevre Politikaları İçin Araştırma Vakfı”nın ve Navdanya diye adlandırılan ulusal hareketin kurucusudur. Navdanya’nın “Çeşitlilik İçin Çalışan Farklı Kadınlar” (Diverse Women for Diversity) inisiyatifinin aktif katılımcısı Shiva “Ve kadınlar tüm toplumsal sorunları- besin, su, geçim kaynaklarının yok edilmesi- kendi sorunları olarak tanımlıyorlar ve her yerde, en azından taban hareketi içinde kadınların gündemi şekillendirdiğini görebilirsiniz.” diyor. Shiva, Navdanya’nın bir diğer kolu Dokuz Tohum hareketi ile “sürdürülebilir tarım için toprağın yeniden kazanılması ve verimliliğinin doğal yollarla sağlanması” üzerinde yoğunlaşıyor. Kadının etkin rol aldığı çapa tarımını ve “doğal” tarım/doğa fikrini savunuyor. “Kadının tarım dışında tutulması, kadını güçsüzleştirirken yiyecek güvencesini de azaltır.” diyen Shiva, “Kimyasal dayanaklı üretimden çok biyolojik farklılığa dayanan ve kadınlar tarafından geliştirilen yiyecek üretim sistemi, beslenme, kalite ve tat bakımından yüzlerce kat daha fazla yiyecek üretir.” fikrini ileri sürüyor. (4). Shiva ekofeminizm akımını, kartezyen indirgemecilik ve Baconcu eril bilginin ‘doğaya tecavüz’üne karşı koyan temel bir güç olarak nitelendiriyor ve kadının eril hegemonyanın sınırlarından kurtulduğu zaman kendi özgür ormanında yol alacağını ve vahşi doğasına kavuşacağını vurguluyor.

Ve Mahatma Gandhi – Erkek ve Kadın

1869 yılında Hindistan’da doğan Mohandas Karamchand Gandhi Hint halkı tarafından “Mahatma” (Büyük Ruh) olarak anılmaktadır. Gandhi, İngiliz sömürgeciliğine karşı Hint milli hareketinin o yıllardaki en önemli lideriydi. Gandhi’nin oluşturduğu ideolojisinin temellerini, şiddet karşıtlığı, sivil itaatsizlik, pasifizm, uzlaşmacılık ve teknoloji karşıtlığı oluşturur.

Hindistandaki kadınlar bir kuşak önce Mahatma Gandhi’nin öncülüğünü yaptığı şiddet içermeyen sivil itaatsizlik (Satyagraha) yöntemine dayanan birçok çevre mücadelesinde yer aldılar. Shiva’nın öncülüğünde, milyonlarca kadın çiftçi Tohum Satyagraha ile Hindistan hükümetinin tohum patenti yasalarına uymayacaklarını bildirirler, tıpkı Gandhi’nin Britanya Tuz yasalarına uymayı reddetmesi gibi. Chipko akımı yine, Gandhi’nin Satyagraha’sından beslenir. “İnsanların ihtiyacı için doğa her şeyi karşılayabilecek şekilde hazırlanmıştır. Yalnız ihtirasları karşılayamaz” sözü ile Gandhi, Hinduzim dininin mistik öğretilerinden hareketle derin ekoloji akımının önünü açmaktaydı.

SONUÇ

Ursula Le Guin: “Uygar Adam der ki: Ben Benim, Ben Efendiyim, geri kalan her şey Öteki – dışarıda, altta, altımda, itaatkar. Ben sahip olurum, ben kullanırım, ben araştırırım, ben sömürürüm, ben denetlerim. Önemli olan benim yaptığımdır. İsteklerim maddenin var olma sebebidir. Ben benim, geri kalanıysa uygun gördüğüm şekilde kullanılacak kadınlar ve vahşi doğa.” derken ırk, sınıf, toplumsal cinsiyet ve doğa üzerinden işleyen dört sömürü biçimini açıkça ifade etmektedir (8). Doğanın tahakküm altına alınmasına ilişkin görüş erkeğin kadına hükmetmesi ile başlamıştır. Ekolojik krizin perde arkasındaki kötü adamın bir “ataerkillik” olduğu yönündeki değerlendirmeler aynı zamanda “evdeki/ekosistemdeki melek” argümanını doğursa da erkeğin akıl, kültür ve güç ile; kadının da duygu, nesne ve nihayetinde doğa ile özdeş tutulmaları tarihsel bir gerçektir. Dolayısıyla verilen kadın kurtuluşu mücadelelerinin ekoloji yönelimli olması “doğal”dır. Yönetmeni ve başrol oyuncuları “efendi”ler ve figüranları “öteki”ler olan insan/doğa öyküsünü değişmesi, bütün tahakküm biçimlerinin ortadan kalkmasıyla mümkün kılınabilir.

KAYNAKLAR

(1) Joel Kovel, Doğanın Düşmanı: Kapitalizmin Sonu mu, Dünyanın Sonu mu? Metis Yayınları, 2004
(2) Birol Dincel, Cinsiyet İdeolojileri Bağlamında Öteki-lik. Savaş Karşıtları internet sitesi, 2005
(3) Nevval Sevindi, Sessiz Gelen Ölüm, Zaman Gazatesi, 2004
(4) Dilek Ayman Rodrique, Yaşamın Sürdürülebilirliği ve Ekofeministler. Buğday Dergisi, 2004
(5) Barış Ödülü Yeşillendi. Greenpeace internet sitesi haber portalı, 2004
(6) Joseph R. Des Jardins, Çevre Etiği. İmge Yayınevi, 2006
(7) Victor Chen, Toplumsal Hareketler: Vandana Shiva ile Söyleşi. Zmag internet sitesi, 2003
(8) Vandana Shiva, DTÖ, Yaşam Formlarının Patent Kapsamına Alınması ve Hindistan’ın Patent Yasası’ndaki Değişiklikler, Zmag internet sitesi, 2005
(9) Val Plumwood, Feminizm ve Doğaya Hükmetmek, Metis Yayınları, 1995.

Duygu Canan Öztürk
ÇSÖY Sempozyumu, 2007

http://www.cevre.metu.edu.tr/node/27

October 27, 2009 Posted by | antropoloji, arkeoloji, ekolojist akımlar, ekotopya heterotopya utopyalar, kadın ve doğa / ekofeminizm, somuru / tahakkum | 4 Comments

UNESCO: Türkiye’de 15 Dil Tehlikede

http://bianet.org/bianet/bilim/112702-unesco-turkiyede-15-dil-tehlikede

Tehlike altındaki diller atlasına göre üç dil, Ubıhça, Mlahso ve Kapadokya Yunancası zaten kayboldu. Çerkes dilleri ve Zazaca “güvensiz”, 7 dil “kesinlikle”, 3 dil “ciddi anlamda”, “Hertevin” diliyse “son derece” tehlike altında. UNESCO’nun Türkiye’de dil koruma programı yok.

Paris – BİA Haber Merkezi20 Şubat 2009, Cuma Birleşmiş Milletler Eğitim Bilim ve Kültür Örgütü’nün (UNESCO) 21 Şubat Dünya Anadili günü öncesinde yayımladığı “Tehlike Altındaki Diller Atlası”na göre, Türkiye’de 15 dil tehlike altında.

30’dan fazla dilbilimcinin çalışmalarıyla ortaya çıkan atlasa göre bu dillerin dağılımı şöyle.

Son derece tehlikede olan diller: Hertevin. Ethnologue.com’a göre Siirt kökenli, Kuzeydoğu Arami dilerinden olmasına karşın diğerlerinden oldukça farklı bu dili 1999’da bin kişi konuşuyordu.

Ciddi anlamda tehlikede olanlar: Gagavuzca, Türkiyeli Yahudilerin konuştuğu Ladino ve Süryanice.

Kesinlikle tehlikede olanlar: Abazaca, Hemşince, Lazca, Pontus Yunancası, Çingene dilleri (Atlasta yalnızca Romani bulunuyor), Süryanice’ye benzeyen Suret (atlasa göre Türkiye’de konuşan kalmadı; konuşanların çoğu göçle başka ülkelere gitti) ve Ermenice.

Güvensiz durumda olanlar: Abhazca, Adige, Kabar-Çerkes dilleri ve Zazaki (Zazaca).

Kaybolup giden üç dil
Atlasa göre Türkiye’deki üç dil kayboldu. Kapadokya Yunancası, dünyada da son derece tehlike altında. Diyarbakır Lice’deki Kamışlı köyünde konuşulan Mlahso da kayboldu. Suriye’ye göçen köylülerden İbrahim Hanna’nın 1995’te ölümüyle bu dil de öldü. Ubıhça da Tevfik Esenç’in 1992’de ölmesiyle kayboldu.

Tehlike faktörleri
UNESCO bir dilin ne derece tehlike altında olduğunu sınıflandırmak için dokuz ölçüt kullanıyor:

Dilin kuşaktan kuşağa aktarılması
Dili konuşan kişi sayısı
Dili konuşanların toplam nüfusa oranı
Dilin kullanım alanlarında değişiklikler
Yeni alanlara ve ortamlara dilin tepkisi
Dilin öğrenilmesi, o dilde okuma yazma öğrenilmesi için gerekli materyallerin varlığı
Devletlerin ve kurumların tutum ve politikaları, buna dilin resmi durumu ve kullanımı da dahil
Toplumun bireylerinin kendi dillerine yönelik tutumu
Dille ilgili varolan belgelerin miktarı ve niteliği.
Türkiye’de dil koruma programı yok
UNESCO, birçok ülkede tehlike altındaki diller için koruma programları yürütüyor. Örgüt kültür, eğitim, iletişim ve bilgi ve bilim alanlarında dillerin güçlendirilmesi için çalışıyor. Ancak Türkiye’de yürüttüğü bir dil koruma programı yok.

Bir dil yok olmaktan nasıl korunabilir?
UNESCO kılavuzunda bu sorunun yanıtı şöyle:

“Bir dili yok olmaktan koruyabilmek için yapılabilecek en önemli şey insanların o dili konuşabilmesi ve çocuklarına öğretebilmesi için uygun koşulları yaratmaktır. Bu genellikle, azınlık dillerini tanıyan ve koruyan ulusal politikaların, anadili eğitimini destekleyen eğitim sistemlerinin, o dili konuşan toplulukla dilbilimciler arasında bir yazı sistemi ve biçimsel yapı kazandırmak için yaratıcı bir işbirliğinin varolmasını gerektirir.

“En belirleyici etken dili konuşan topluluğun dile yönelik tutumu olduğundan, çok dilliliği ve azınlık dillerine saygıyı yüreklendiren, bir dili konuşmanın ödev değil, zenginlik olduğunu hissettiren toplumsal ve siyasi bir ortam oluşturmak esastır.

“Bugün bazı diller çok az konuşanı kaldığı için sürdürülemez durumda, ama dilbilimciler, dili konuşan toplum da bunu isterse, hiçbir iz bırakmadan kaybolmasın diye dili olabildiğince kayda geçirebiliyorlar.” (TK)

October 14, 2009 Posted by | antropoloji, arkeoloji, bu topraklar, yerli - yerel halklar | Leave a comment

ANADOLU’NUN EVLATLARI: YÜZ YILIN TANIKLARI

http://www.birgun.net/research_index.php?category_code=1232631036&news_code=1232631067&action=read

Thomasın Ailesi
‘Anadolu’nun Evlatları – Yüz Yılın Tanıkları’ adlı kitabımı, 5 Eylül 2008 günü, Köln’de yayınladım. Almanya’da artık siyasi içerikli Türkçe kitapları basıp dağıtacak Türk yayınevi kalmadı. Bu nedenle kitabımın basımını da dağıtımını da kendim yaptım.

Köln’de, geçmiş yıllardan tanıdığım bir ara SUTV’de de çalışan, dostum Selami İnce’den 2 Ocak 2009 günü bir mektup aldım. Selami İnce yurda dönmüş ve BirGün’de çalışmaya başlamıştı. Kısaca şunları söylüyordu:

“Anadolu’nun Evlatları – Yüz Yılın Tanıkları” adlı kitabınızı okudum. Çok beğendim, teşekkür ederim. Anadolu’nun Evlatları’nı BirGün gazetesinin okuyucularıyla tanıştıralım. Kitapta yer alan Türk, Kürt, Rum, Ermeni, Arap, Laz, Zaza, Süryani insanlardan bir grubunun hayat hikâyelerini tefrika olarak gazetemiz BirGün’de yayınmlayalım.”

Selami İnce’nin bu önerisini, üzerinde epeyce düşündükten sonra kabul ettim.

Kitapta yer alan hayat hikâyeleri bir gazete sayfasına sığmayacak kadar uzundu.

Sahiplerinden izin alarak kısalttım.

Anadolu’nun Evlatları’nın gerçek hayat hikâyelerini yayınlayan BirGün gazetesine, bu imkânı yaratan Selami İnce’ye ve hikâyelerinin kısaltılarak Türkiye’de yayınlanmasına izin veren değerli dostlarıma çok teşekkür ederim.

•••

“Anadolu” adı, Yunancada “güneşin doğduğu ülke” anlamına gelen “Anatolia” kelimesinin Türkçeleşmiş biçimidir. Anadolu, Türkçede ana kavramını, sevgiyi, zenginliği, büyüklüğü çağrıştırır.

“Güneşin doğduğu yer” olan bu topraklar on bin yıldan beri 18 ayrı medeniyete ve kültüre beşik; çeşitli halklara, milletlere anayurt, anavatan olmuştur. Anadolu’dan çok çeşitli dinler, inançlar, Tanrılar gelip geçmiştir.

Ahmet Arif, bir şiirinde “Havva Anan dünkü çocuk sayılır / Anadoluyum ben / Tanıyor musun?” dizeleriyle özetler Anadolu tarihinin derinliğini.

NAR TANELERİ MOZAĞİĞİ

“Anadolu’nun Evlatları-Yüz Yılın Tanıkları” adlı kitabımda, dolayısıyla bu dizide, son yüzyılda, istemeden, mecburiyetten, gözleri arkada kalarak Anadolu’dan, Türkiye’den ayrılmış; dünyanın dört bir yanına savrulmuş Kürt, Türk, Rum, Ermeni, Arap, Laz, Zaza, Süryani insanlardan otuz altısının gerçek hayat hikâyeleri bulunmaktadır.

Bu insanların tümü, benim çeşitli vesilelerle tanıma olanağı bulduğum insanlardır. Dostlarımdır, kardeşlerimdir, arkadaşlarımdır. Ben de onlardan biriyim. Aramızda kader birliği var.

Bu kitapta yer alan Anadolu’nun Evlatları’ndan her biri, söndürülmüş ocaklarını, yıkılmış hayatlarını, bin bir zorlukla yeniden kurmuş, kendi alanlarında başarılı olmuşlardır. Anadolu’nun refahı ve ilerlemesi için harcayacakları emeklerini, enerjilerini, yeteneklerini göç ettikleri ülkenin kalkınmasına harcamışlardır.

Kürt, Türk, Rum, Ermeni, Arap, Laz, Zaza, Süryani insanlar ve onların dâhil olduğu milletler bir zamanlar Anadolu mozaiğinin değerli, ayrılmaz parçalarıydı. Anadolu kültürlerin, dinlerin, dillerin, ırkların özgürce yaşadığı, harmanlandığı, çiçeklendiği dönemlerde Anadolu’ydu. O zamanlar farklılıklar bir zenginlikti.

Yunus Emre, “Adımız miskindir bizim / Düşmanımız kindir bizim / Biz kimseye kin tutmayız / Bütün insanlar birdir bize” diyordu.

Son yüzyılda Anadolu’nun kültürel zenginlikleri solduruldu. Diller susturuldu. Anadolu mozaiği parçalandı, betonlaştırıldı. Bu sayfalarda Anadolu’nun farklı dinden, farklı dilden, farklı milletten, farklı kültürlerden evlatlarının başlarına gelenleri ibretle okuyacaksınız. “Bu kadar da olur mu? Bir ana, evladına bunu da yapar mı? Bir devlet kendi vatandaşlarına böyle davranır mı?” diye soracak, anlatılanlara inanamayacaksınız.

Halbuki bu dizide okuyacaklarınız, gerçek hayattan birkaç sayfa, okyanustan sadece birkaç damladır.

GÖÇLER VE SÜRGÜNLER

Anadolu’nun Türkleştirilmesi, Müslümanlaştırılması, Sünnileştirilmesi bin yıldan beri devam eden uzun bir süreçle olmuştur. Bu süreç, en hızlı ve en kanlı biçimiyle yirminci yüzyılda gerçekleştirilmiştir.

1914 yılında yapılan Osmanlı nüfus sayımına göre, Türkiye Cumhuriyeti’nin şimdiki sınırları içinde yaşayan toplam nüfus yaklaşık 16.5 milyondu. Bu nüfusun dört milyon kadarı Ermeniler, Rumlar, Süryaniler, Yahudiler, Yezidiler ve diğer Müslüman olmayan insanlardan meydana geliyordu. Toplam nüfusun dörtte biri gayrimüslimdi. 94 yıl sonra, 2008 Türkiye’sinde ise toplam yüz bin kadar Hıristiyan kalmıştır.

Nereye gitti, ne oldu bu insanlara?

Cumhuriyet döneminde, nüfus mübadelesi ve göçlerle Türkiye’ye gelen insanlardan çok daha fazla sayıda Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı, özellikle 6-7 Eylük 1955 hadiseleri sonrasında, Avrupa ülkelerine, Amerika’ya, Kanada’ya, Avustralya’ya ve dünyanın dört bir yanına kimi gönüllü, kimi gönülsüz göç etmiştir.

Ayrıca 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askeri darbelerinden sonra binlerce Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı Batı Avrupa ülkelerine siyasi nedenlerden iltica etmiştir. İlticacı akını tüm engellemelere ve zorluklara rağmen hâlâ devam ediyor.

Kolay mıdır bir insanın doğup büyüdüğü, kök saldığı topraklardan, yerinden yurdundan, var olduğu kültürel ve doğal çevreden kopması, ayrılması?

KENDİ DİLİNDEN KENDİ HAYATI

Anadolu’nun Evlatları’nda yer alan Anadolu’nun her evladı, kendi hayatını kendi diliyle anlattı. Ben onların anlatımlarına, düşüncelerine, değerlendirmelerine, yorumlarına müdahale etmedim. Herkesin anlatımlarını kaleme aldıktan sonra, kendilerine okudum. Onaylarını alarak yayınladım. Bu nedenle herkesin düşüncesi kendisini bağlar.

“Anadolu’nun Evlatları”nda ve BirGün gazetesi sayfalarında hayat hikâyeleri yayınlanan bu insanlar, vatan hasretiyle, geçmişlerinin acı tatlı hatıralarıyla yaşayan ve gözleri açık giden Anadolu’nun öz evlatlarıdır. Her biri, son yüzyılın canlı tanıklarıdır. Onlar Türkiye’den, Anadolu’dan farklı zamanlarda, farklı biçimlerde kopmuşlardır. Bazıları ayrıldığı yerleri bir daha hiç görememiştir. Bu nedenle kullandıkları Türkçe ve anlatım tarzları farklıdır. Cümle yapılarına, kelime bilgilerine bilerek dokunmadım.

Anadolu’nun Evlatları, aradan uzun yıllar, çok acılı olaylar yaşamalarına rağmen, “Nerelisiniz?” sorumu, “İstanbulluyum, Kapadokyalıyım, Tokatlıyım, Sivaslıyım, Malatyalıyım, Iğdırlıyım, Midyatlıyım!” diye cevapladılar. Hiçbirinde kin, nefret, intikam görmedim.

Onlar Anadolu’yu, doğduğu toprakları hiç unutmamışlardı. Ya Tokatlılar, Kapadokyalılar, Maraşlılar, Yozgatlılar, İstanbullular kardeşlerini ve Anadolu, bağrından kopmuş evlatlarını sevgiyle hatırladı mı, hallerini hatırlarını hiç sordu mu? Kardeşin duymadığını eloğlu duydu yaban ellerde!

Nasıl bir yönetim anlayışıdır ki, kendi gibi düşünmeyen, hakkını arayan, özgürlük isteyen vatandaşlarına hiç acımasız davranmış, bazen insanları birbirine düşman etmiş; akıl mantığın yerine şiddet kullanmıştır.

Anadolu’nun Evlatları keşke Anadolu’da kalsalardı! Keşke Anadolu’yu tek renkli beton yapmak için harcanan zaman; savaşlara, yıkımlara, kırımlara harcanan para Anadolu’nun çokπkültürlü, çok renkli varlığını zenginleştirmeye harcansaydı! Keşke bu acılar yaşanmasa, bu gözyaşları sel olup akmasaydı!

Anadolu’nun Evlatları’nın sevinçleri benim de sevincim, acıları benim de acılarımdır.

***

Bu dizide hayat hikâyeleri yayınlanacak Anadolu’nun Evlatları:

ARTVİNLİ ENVER – IŞILAY KARAGÖZ (ALMANYA)

Enver Hoca’nın tabutunu mezara koydu görevliler. Işılay mezarın başında durdu dimdik. Ceren anasına sarılmış. Oğlu anasına sarılmış. Işılay’ın kucağında kırmızı karanfiller… Hava kurşun gibi ağır! Sessizliği Işılay’ın sesi canlandırıyor: „Dostlarım, canlarım, arkadaşlarım! Konuşmayacağım. Şimdi hep birlikte Enver’in çok sevdiği “Yiğidim Aslanım” türküsünü söyliyelim!

HOPALI AYDIN KARAHASAN (ALMANYA)

“Benim çocukluk yıllarımda Hopa ve çevresindeki köylerde yaşayan yaşlılardan bir çoğu Batum’u, Gürcistan’ı, Rusya’yı, Kafkasları görmüş, farklı kültürleri, dilleri tanımış insanlardı. Tutuculuk, dinsel bağnazlık bizim oralarda yoktu.”

TERCANLI SENEM VE BİNALİ BOZKURT (ALMANYA)

“Köyümüzde Alevilerlerle Sünni Türkler birlikte yaşardı. Köylüler Türkçe, Kürtçe ve Zazaca konuşurdu. Çevre köylere gittiğimizde kimisi bize “Kızılbaş”, kimisi de “Kürt” derdi.”

İSTANBULLU HERMAN HINTIRYAN (AMERİKA)

“Gün geldi. Annemle, babamla, ağabeyimle vedalaşarak İstanbul’dan ayrıldım. Hiç unutmam! 14 Haziran 1972, Perşembe günü Detroit’e ayakbastım. Berc, beni havaalanında karşıladı. Cebimde sadece 100 dolar param vardı.“

YOZGATLI EFTİK İLE HATAYLI CEVDET

“Benim ailem Arap. 1939 yılında Türkiye ile Suriye arasındaki sınır Hatay’da yeniden çizilince ailemizin yarısı Suriye tarafında kalmış. İlkokula başlayıncaya kadar tek kelime Türkçe bilmiyordum. Anadilim Arapçaydı. On üç yıldan beri Bremen şehrindeki bir Alman okulunda, Türkçe Anadil Dersi öğretmenliği yapıyorum!”

KAYSERİLİ THOMAS COSMADES (ALMANYA)

“Ben öz be öz bir Anadolu çocuğuyum. Kendimi böyle adlandırırım. Ben bu toprağın çocuğuyum derim!” Bizim zamanımızda Türkiye’de bizlere “Ekaliyet” denirdi. Şimdi “azınlık” deniyor. Evet azınlığız, ama hepimiz o toprağın çocuğuyuz gerçekten. Gerek ana, gerek baba tarafım Kapadokya’da doğmuş büyümüş, öz be öz Kapadokyalı insanlardır.“

MİDYATLI ALBERT SEVİNÇ (ALMANYA)

“Çocukluğumun geçtiği Midyat’ı çok özlüyorum. Midyat’ın havasını, sıcağını, meyvelerini, insanlarını ama en çok da incirlerini özledim. Tatillerde özellikle Midyat’a benzeyen ülkelere gidiyoruz. Şehirlerdeki lüks otellerde rahat edemiyorum. Midyat’a benzeyen köylerde kalmak beni daha çok dinlendiriyor.“

AĞRILI YAŞAR KAYA (ALMANYA)

“Siyasi gelişmeler Avrupa’da bir Kürt Sürgün Palamentosu kurmayı gerektirdi.

Bu parlamentonun ilk toplantısı 12 Nisan 1995 tarihinde Hollanda’nın Den Haag şehrinde yapıldı. Ben Sürgündeki Kürt Parlamentosu Başkanı seçildim.

Üç dönem, yani 4,5 yıl bu parlamentonun başkanlığı görevini yürüttüm.”

HAMDİ MASKAR (ALMANYA)

İSTANBULLU SETA AĞACAN (ARJANTİN)

October 14, 2009 Posted by | antropoloji, arkeoloji, bu topraklar, ezilenler, yerli - yerel halklar | Leave a comment

Doğal Tarımın Dört İlkesi – Masanobu Fukuoka

052-080-01
http://yabanil.net/?tag=masanobu-fukuoka

Doğal Tarımın Dört İlkesi
24 Mayıs, 2007
Masanobu Fukuoka

Bu tarlalarda gezerken dikkatle bakın. Pervane böcekleri ve güveler telâş içinde uçuşurlar. Balarıları çiçekten çiçeğe konarlar. Yaprakları aralarsanız gölgenin serinliğinde oynaşan böcekler, örümcekler, kurbağalar, kertenkeleler ve diğer küçük hayvanlar görürsünüz. Köstebekler ve yer solucanları toprağı kazarlar.

Bu dengeli bir pirinç tarlası ekosistemi. Böcek ve bitki toplulukları burada düzenli bir ilişki sürdürüyorlar. Bir bitki hastalığının bütün tarlayı kaplamasına karşın mahsûlün hiç etkilenmediğini görmek alışılmadık bir şey değil.

Ve şimdi, bir an için komşunun tarlasına bakın. Yabanî otlar, herbisit[1] kullanılarak ve toprağın sürülmesi yoluyla tamamen temizlenmiş. Toprakta yaşayan hayvanlar ve böcekler ilaçlar sayesinde yok edilmiş. Kimyasal gübre kullanılarak toprağın organik maddeleri ve mikroorganizmaları tümüyle yakılmış. Yazın tarlalarda çalışan çiftçilerin gaz maskeleri ve lastik eldivenler giydiklerini görebilirsiniz. 1500 yıldır sürekli olarak tarım yapılan bu pirinç tarlaları, tek bir kuşağın sömürücü tarım uygulamaları nedeniyle heba olmuştur.

Dört İlke

Birincisi TOPRAĞI İŞLEMEMEKTİR, yani toprağı sürerek ya da belleyerek altını üstüne getirmemektir. Yüzlerce yıldır, çiftçiler toprağı sürmenin ürün yetiştirmek için gerekli olduğunu varsaydılar. Ama toprağın sürülmemesi doğal tarım için esastır. Toprağın sürülmesi bitki köklerinin yayılması ve mikro organizmaların, küçük hayvanların ve yer solucanlarının aktiviteleri gibi doğal yollardan kendi kendine gerçekleşir.

İkincisi SUNÎ (KİMYASAL) GÜBRE YA DA HAZIRLANMIŞ KOMPOST KULLANMAMAKTIR.[2] İnsanlar doğanın işine karışınca, ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar, açılan yaraları kapatamazlar. Pervasız tarım uygulamaları toprağın ihtiyaç duyduğu besinleri yok eder ve bunun sonucunda toprak yıldan yıla zayıflar. Eğer toprak kendi haline bırakılırsa, düzenli bitki ve hayvan yaşamı döngüsüne bağlı kalarak doğal yoldan verimliliğini korur.

Üçüncüsü TOPRAĞI SÜRME YA DA HERBİSİT KULLANMA YOLUYLA YABANÎ OTLARI TEMİZLEMEMEKTİR. Yabanî otlar, toprak verimliliğini oluşturmakta ve canlı topluluğunun dengesini sağlamakta üzerlerine düşen rolü oynarlar. Temel bir ilke olarak yabanî otlar yok edilmemeli, denetim altında tutulmalıdır. Sap malçı, mahsûllerin arasına ekilmiş beyaz yoncadan oluşan bir zemin örtüsü ve geçici olarak su basmak (göllemek) benim tarlalarımda etkin bir yabanî ot denetimi sağlıyor.

Dördüncüsü KİMYASALLARA BAĞLI KALMAMAKTIR.[3] Toprağın sürülmesi ve sunî gübre kullanılması gibi doğal olmayan uygulamaların sonucunda zayıf bitkiler ortaya çıktığından beri, hastalık ve böcek dengesizliği tarımın büyük sorunlarından biri haline geldi. Doğa, kendi haline bırakıldığında, kusursuz bir denge içindedir. Zararlı böcekler ve bitkiler her zaman vardır, ama sayıları doğada, zehirli kimyasalların kullanılmasını gerektirecek miktarda artmaz. Hastalık ve böcek denetimine karşı duyarlı bir yaklaşım, sağlıklı bir çerçevede dayanıklı ürünler yetiştirmektir.

Toprağın Sürülmesi

Toprak sürüldüğü zaman doğal ortam tanınmayacak şekilde değişir. Bu gibi girişimlerin geri tepmesi, kuşaklar boyunca çiftçinin kâbus görmesine neden olmuştur. Örneğin, doğal bir alan sürüldüğü zaman yengeç çayırı (digitaria), çatalotu, labada ve kuzukulağı gibi çok güçlü otlar bitki örtüsünü egemenlikleri altına alırlar. Bu otlar kök saldıkları zaman, çiftçi her yıl yabanî otları ayıklamak gibi neredeyse imkânsız bir işle baş başa kalır. Büyük sıklıkla, tarla terk edilir.

Bu gibi sorunlarla uğraşmakta tek duyarlı yaklaşım, en başta durumu yaratan doğal olmayan uygulamalardan vazgeçmektir. Çiftçi, aynı zamanda, neden olduğu hasarı onarma sorumluluğu taşır. Toprağı sürmekten vazgeçilmelidir. İnsan yapımı kimyasal maddeler ve makineler kullanarak yok etmeye yönelik bir savaş sürdürmek yerine, sapları yaymak ve yonca ekmek ibi yumuşak yöntemler kullanılırsa, çevre doğal dengesine geri döner ve sorun çıkaran yabanî otlar bile deneyim altına alınabilir.

Suni Gübre

Toprak verimliliği uzmanlarıyla sözleşirken hep şu soruyu sormamla tanınırım: “Eğer bir tarlayı kendi haline bırakırsanız verimliliği artar mı, yoksa azalır mı?” Genellikle biraz sustuktan sonra şuna benzer bir yanıt verirler: “Evet, bir bakalım… Azalır. Hayır, hatırlarsak, bir pirinç tarlasına uzun süre hiç sunî gübre verilmediğinde, alınan ürün dönüm başına 240 kg seviyesinde sabitlenir. Toprak ne güçlenir ne de zayıflar.”

Bu uzmanlar sürülmüş ve göllenmiş bir tarladan söz ediyorlar. Eğer doğa kendi haline bırakılırsa verimlilik artar. Bitki ve hayvanların organik atıkları yüzeydeki bakteri ve mantarlar tarafından çürütülür. Yağmur suyunun hareketiyle, besinler toprağın derinliklerine taşınarak mikroorganizmalara, yer solucanlarına ve diğer küçük hayvanlara yiyecek olur. Bitki kökleri, en alt toprak kademesine uzanarak besinleri tekrar yüzeye taşırlar.

Toprağın doğal verimliliği hakkında bir fikir sahibi olmak istiyorsanız, bir ara dağlara doğru yürüyüşe çıkın ve sunî gübre olmadan ve toprak sürülmeden büyüyen dev ağaçlara bir bakın. Doğanın verimliliği hayal gücümüzün ulaşabileceklerinin ötesindedir.

Doğal orman örtüsünün kesin ve birkaç kuşak boyunca Japon kızılçamı ve sedir ağaçları dikin. Toprak zayıflar ve erozyona açık hale gelir. Diğer yandan, toprağı zayıf, kırmızı killi bir yapıda olan çıplak bir dağ alın ve çam ya da sedir ağacıyla birlikte zemin örtüsü olarak yonca ve çevrince ekin. Yeşil gübre[4] toprağı zenginleştirdiği ve yumuşattığı için, ağaçların altında yabanî otlar ve çalılar yetişir ve zengin bir yeniden gelişme döngüsü başlar. Bazı durumlarda toprağın en üstteki 10 santimlik kısmı on yıldan kısa bir sürede zenginleşir.

Tarım mahsûlleri yetiştirilmesinde de hazırlanmış gübre kullanımı terk edilebilir. Çoğu durumda, kalıcı bir yeşil gübre örtüsü ile tüm sap ve kabukların tarlaya verilmesi yeterli olacaktır. Sapın çürümesini kolaylaştıracak hayvan gübresi sağlamak için ördekleri tarlaya salardım. Eğer yavru ördekler, fideler henüz gençken tarlaya salınırlarsa, pirinçle birlikte büyürler. On ördek, bir dönüm için gerekli tüm gübreyi sağlar ve aynı zamanda yabanî otları kontrol altında tutar.

Bunu, sonradan yapılan bir otoyol yüzünden ördeklerin yolu geçerek tarlalara gidip sonra da kümese geri dönmeleri imkânsız hale gelinceye kadar yaptım. Şimdi sapların çürümesini kolaylaştırmak için az miktarda tavuk gübresi kullanıyorum. Diğer bölgelerde, ördek ve otlayan diğer küçük hayvanların kolayca kullanılmaları hâlâ mümkün.

Çok fazla gübre kullanmak da sorunlara yol açabilir. Bir keresinde, pirinç dikiminin hemen ardından, 5 dönüm yeni ekilmiş pirinç tarlasını bir yıllığına kiraladım. Tarlalardaki büyün suyu boşalttım ve kimyasal gübre kullanmadan, yalnızca az miktarda tavuk gübresi kullanarak devam ettim. Tarlaların dördündeki mahsûl normal şekilde gelişti ama beşincide, ne yaparsam yapayım, pirinç bitkileri çok kalın çıktılar ve samyelinin neden olduğu yaprak yanıklığı hastalığının saldırısına uğradılar. Tarlanın sahibine bunu sorduğumda, bana tavuk gübresini kış boyunca o tarlaya döktüğünü söyledi.

Sap, yeşil gübre ve biraz kümes hayvanı gübresi kullanarak, hiç kompost ya da ticarî gübre kullanmadan da yüksek verim alınabilir. Onlarca yıldır arkama yaslanıp doğanın toprağı havalandırma ve gübreleme yöntemini gözlemliyorum. Ve izlerken de, dünyanın kendi verimliliğinin hediyeleri olarak gayet bereketli sebze, narenciye, pirinç ve kış tahılı mahsûlleri alıyorum.

Yabanî Otlarla Başa Çıkmak

Yabanî otlarla uğraşırken akılda tutulması gereken bazı temel noktalar şunlardır:

Toprağın sürülmesine son verildiği zaman yabanî otların sayısı ciddi ölçüde azalır. Aynı zamanda, belli bir alandaki yabanî ot türleri de değişir.

Eğer tohumlar, önceki ekin hâlâ tarladayken serpilirse, yabanî otlardan daha önce filizlenir. Kış yabanî otları, ancak pirinç hasadından sonra filizlenirler, ama o zamana kadar kış mahsûlü hemen sonra filizlenir, ama pirinç halihazırda güçlü bir şekilde büyümektedir. Tohumlamayı ürünler arasında zaman boşluğu bırakmayacak şekilde zamanlamak, ekine yabanî otlar karşısında büyük bir avantaj sağlar.

Hasadın hemen ardından büyün tarla sapla örtülürse, yabanî otların filizlenmeleri yarıda kesilir. Aynı zamanda ekinle birlikte beyaz yonca ekmek de yabanî otları kontrol altında tutar.

Yabanî otlarla mücadele etmek için genellikle kullanılan yöntem toprağı sürmektir. Ama toprak sürüldüğü zaman, derinlerde yatan ve başka türlü gelişme şansları olmayan tohumlar, toprağın yüzeyine çıkarak orada filizlenme şansını yakalarlar. Bundan da öte, bu koşullarda çabuk-filizlenen, hızlı-büyüyen türlere avantaj sağlanmış olur. Bu nedenle, denilebilir ki yabanî otları kontrol altında tutmak için toprağı süren çiftçi, biraz da gerçek anlamda, kendi talihsizliğinin tohumlarını atmaktadır.

“Zararlıların” Kontrolü

Hâlâ bazı insanlar var ki, kimyasal kullanmazsa meyve ağaçlarının ve tarladaki ekininin gözleri önünde solacağına inanıyor. İşin gerçeği şu ki, insanlar kimyasalları kullanmak suretiyle, istemeden de olsa, bu temelsiz korkularını gerçeğe dönüştürebilecek koşulları hazırladılar.

Geçtiğimiz günlerde, Japon kızılçamları bir çam kabuğu biti salgınından ağır zarara uğradı. Şimdi ormancılar helikopterler kullanarak havadan ilaç püskürtme yoluyla bunu durdurmaya çalışıyorlar. Bunun kısa vadede etkili olacağını inkâr etmiyorum, ama biliyorum ki, bunun başka bir yolu olmalı.

Son araştırmalara göre, bit yanıkları doğrudan istilâlar değildirler ve aracı ipliksolucanlarının hareketlerini izlerler. İpliksolucanları ağaç gövdesinin içinde ürer, su ve besin taşınmasını engeller ve sonunda çamın kuruyup ölmesine yol açarlar. Temeldeki neden, şüphesiz, henüz açıkça anlaşılamamıştır.

İpliksolucanları ağaç gövdesinin içindeki bir mantarla beslenirler. Neden bu mantar ağacın içinde böylesine çoğalarak yayılmaya başladı? Mantar çoğalmaya başladığında ipliksolucanları orada mıydı? Yoksa ipliksolucanları, mantar zaten orada olduğu için mi ortaya çıktı? Sonunda, kimin önce geldiği sorusuna varıyoruz: Mantar mı yoksa ipliksolucanı mı?

Daha da ötesi, hakkında çok az şey bilinen ve mantara eşlik eden bir başka mikrop ve mantar için zehirli olan bir de virüs var. Her yönden müdahale üstüne müdahale gelse de söylenebilecek bir tek şey var, alışılmadık sayılarda çam ağacı hızla kuruyor.

İnsanlar çam bitinin gerçek nedenini bilemezler, uyguladıkları “çözümün” nihaî sonuçlarını bilemedikleri gibi. Eğer bu durumla bilgisizce uğraşılırsa bu ancak bir sonraki büyük felaketin tohumlarını atar. Hayır, kimyasal ilaç püskürtmeyle bitten gelen zararın azaldığını bildiğim için sevinemem. Tarımsal kimyasallar kullanmak bunun gibi sorunları çözmek için en uygunsuz yoldur ve bunun yapacağı tek şey gelecekte daha büyük sorunlara yol açmaktır.

Doğal tarımın bu dört ilkesi (toprağı sürmemek, sunî gübre ve hazırlanmış kompost kullanmamak, yabanî otları toprağa sürerek ya da herbisitlerle yok etmemek, ve kiyasallara bağlı kalmamak) doğal düzene uyar ve doğanın zenginliğinin tazelenmesine yol açar. Bütün çabam bu düşünce çizgisinde oldu. Benim sebze, tahıl ve narenciye yetiştirme yöntemimin özü budur.

***
1 Yabani otları öldürmek için kullanılan kimyasal maddelerin ortak adı.
2 Gübre olarak Bay Fukuoka beyaz yoncalardan oluşan bir emin örtüsü kullanır, dövülmüş sapları tarlaya geri verir ve az miktarda kümes gübresi ekler.
3 Bay Fukuoka hiçbir kimyasal madde kullanmadan mahsûllerini yetiştirir. Bazı meyve ağaçlarına böceklerin tırmanmasını engellemek için makine yağı çözeltisi kullanır. Kalıcı ya da geniş spektrumlu zehirler kullanmadığı gibi bir ilaçlama “programı” da yoktur.
4 Yonca, burçak ve çevrine gibi toprağı tavına getiren ve besleyen zemin örtüsü bitkileri.

October 14, 2009 Posted by | anti-endustriyalizm, antropoloji, arkeoloji, ekokoy - permakultur, ekoloji, kir yasami, tarim gida GDO, Uncategorized | 1 Comment

   

%d bloggers like this: