EĞER DEVLETİN TUTARLI DÜŞMANIYSAN
ANARŞİSTSİN
Soru 1: Devlete gerçekten karşı mısınız?
Eğer cevap evetse ikinci soruya geçiniz:
Soru 2: Öyleyse neden yeni bir devlet kurmaktan söz ediyorsunuz?
İşte en önemli sorunlardan biri burada düğümlenmektedir. Birçok ihtilalci arkadaşımızın devlete samimiyetle karşı olduklarını biliyoruz. Yüreklerindeki özgürlük ateşiyle devletin ezici hantal makinası arasında uzlaşmaz bir çelişme olduğunun farkındayız. Onların dürüstlüklerine ve samimiyetlerine inanıyoruz. Ama yüreklerinde olmasa bile, kafalarında çok önemli bir bağdaşmazlığı uzun süredir barındırdıklarını da bilmelidirler. Devleti yıkarken yeni bir devlet kurmaya kalkışmaları tutarsızlığın en büyüğüdür. Çünkü kurdukları devlet, onlar ne kadar eskisinden farklı olacağını iddia ederlerse etsinler, eskisinin benzeri, hatta belki bazı bakımlardan daha bile zorbası olacaktır.
Çünkü; ezilenlerin devleti olamaz. Devlet yalnızca ezenlerin baskı aracıdır. Ezilenlerin adına kurulduğu iddia edilen devletler bile kısa sürede yine küçük bir ezen azınlığın aracına dönüşmek zorundadırlar. Marxist terminolojide “geri dönüş” ya da “yozlaşma” diye ifade edilen olay bundan başka bir şey değildir. Yüz kere de devlet kursanız yüz keresinde de bu devlet yozlaşacak ve küçük bir azınlığın aracına dönüşecektir.
Çünkü; devlet makinasının işleyişi, kaçınılmaz olarak sürekli devlet görevlilerini gerektirir. Üretimdeki halkın, uzmanlık isteyen devlet işlerinin gerektirdiği uzmanlığı kazanması olanaksızdır. Ezilenler içinden böyle uzmanlaşan insanlar çıksa bile, kaçınılmaz olarak üretimden kopacaklar, kendi kitlelerinden kopacaklar ve devlet makinasının bir unsuruna dönüşeceklerdir.
Çünkü; uzmanlaşmış devlet görevlileri uzmanlık ve sorumluluk, hatta gereğinde yorucu bir çalışma isteyen devlet işlerini babalarının hayrına yapmazlar.
Karşılığında, kitlelerin yaşam standartının üstünde ayrıcalıklar isterler doğal olarak. Hele hele ellerinin altında, itiraz eden kitlelere karşı kullanabilecekleri silahlı güçler de olunca bu imtiyazları rahatlıkla kabul ettirirler. Denecektir ki, yeni devletin görevlileri işçi sınıfının ideolojisine bağlıdırlar. Hadi buna da Marxist bir argümanla yanıt verelim. İnsanların bilincini sosyal çevreleri belirler. Uzmanlaşmış devlet görevlileri ideolojik planda ne kadar halka bağlı olduklarını söylerlerse söylesinler maddi çevreleri, olanakları ele geçirme şanslarının olması, onları kaçınılmaz olarak halktan kopartacak ve ayrıcalıklı bir zümre haline getirecektir. Denecektir ki, halk onları denetler.
Demokratik denetime tabi tutar. Biz de diyeceğiz ki, üste çıkanları altta kalanlar tarihin hiç bir döneminde denetleyememişlerdir. Denetim lafları, batı demokrasilerinde olduğu gibi boş bir tekerlemenin ötesine gitmeyecektir. Bir aldatmacaya dönüşecektir. Yönetenleri denetlediğini sanan halka, bir de bu aldatmaca yoluyla boyun eğdirilecektir. Batı demokrasilerinde “milletin temsilcileri” yutturmacası gibi.
Çünkü; devlet denen makina, her zaman halktan ayrılmış silahlı güçleri, orduyu ve polisi gerektirir. Bir kez, halk adına bile olsa, devletin denetiminde polis, jandarma ve ordu gücü kuruldu mu, silahsız halk silahlı güçlerin baskısı altına alınmış demektir. Her ordu, her polis, aslında dış düşmana karşı değil, iç düşmana, yani halka karşı kurulur. Dünyanın hiçbir devrinde ve hiçbir yerinde halktan yana polis olamaz. Bir kez, polis gücü kurdunuz mu, ya siz de imtiyazlı bir zümrenin yanında yer alıyorsunuz demektir ya da düşmanınıza kendi elinizle silah veriyorsunuz demektir. Polislik her yerde ve her zaman halk düşmanı olmayı gerektirir. Bu yüzdendir ki, devrimlerden sonra kurulan yeni devlet rejimlerinde kısa süre içinde, yeni kurulan polis teşkilatlarına eski rejimin halk düşmanı unsurları doluşmuştur. Yarın aynı şey sizin de başınıza gelirse hiç şaşırmayın.
Çünkü; devlet olmayan devlet kuracağız söylemlerinin hiçbir geçerliliği yoktur. Devlet her yerde devlettir. Devlet olmayan devlet olmaz. Her devlet, isterseniz adını değiştirin gerçek anlamda devlettir.
Öyleyse; devlete, onun polisine ve ordusuna derinden bir karşıtlık içinde olan bir ihtilalci eğer tutarlı olmak istiyorsa, her türlü devlete karşı olmak zorundadır. Tutarlı bir ihtilalci, isterse kendi kendine bunun adını koymaktan kaçınsın, aslında, her türlü devletin amansız düşmanı anarşizmin yolunu tutmuş demektir. İhtilalciliğin tutarlı sonucu anarşist olmaktır!
Gün Zileli
http://www.gunzileli.com/2006/04/24/devlete-kars/
Like this:
Like Loading...
May 24, 2011
Posted by e |
anti-otoriter / anarşizan, ezilenler |
Leave a comment
İnsan ve doğa hayatın gerçek özneleridir. Devlet, insan ile doğa arasındaki ilişkiyi bozan, yozlaştıran bir bidattır. Bidat en genel anlamı ile, sonradan çıkmış anlamına gelir. Klasik İslam fıkıhçıları, bidat olarak tanımladıkları şeyleri, iyi bidat ve kötü bidat diye ikiye ayırmışlardır.
Devlet gerçekten nötr bir hizmet aracı olabilseydi, hayatı kolaylaştıran bir nesne olarak ele alınabilirdi. Ne yazık ki insanlık tarihi başka bir tecrübeyi göstermektir. Sonradan ortaya çıkmış, insanlar eliyle oluşturulmuş devlet gücünün kendisi, çok kısa bir süre sonra, insanlığa yönelen bir tehdide dönüşmektedir.
Birlikte yaşamanın gereği olarak ihtiyaç duyulan ilişkilerin, devlet formu ile şekillendirilmesi peşin bir yenilginin kabullenilmesidir.
Newroz yeni bir gün için yeni sayfalar açmakla anlam bulur.
Kimi siyaset bilimciler, insanın içinde yaşadığı iklim ve doğa koşullarının politik belirleyiciliği üzerine tespit ve değerlendirmeler yapmışlardır. Sert ve karasal iklimlerin, sıcak ülkelerin, yüksek dağların egemen olduğu coğrafyaların, engin denizlerin farklı kişilikleri ve farklı yönetim biçimlerini beraberinde getirdiğini iddia etmişlerdir.
Cemre havaya, suya ve nihayet toprağa düştüğünde atmosferdeki değişimin herkes tarafından hissedilmesi ve dikkate alınması gerekir.
Bu değişimi kabullenme konusunda devlet, iktidar hız kaybettiren bir işlev görür. Doğal, yalın haliyle insan içinde yaşadığı doğadan etkilenme ve onu anlama konusunda önemli algı araçlarına sahiptir. Acı duyar, öfkelenir, bıkar, umutlanır, yenilenme ihtiyacını hisseder. Devletlerin de ruhu olduğunu kabul etseniz bile bu ruhun, insan ruhundan daha ince, daha duyarlı, daha az kirlenmiş olduğunu savunan bir düşünüre ben şimdiye kadar rastlamadım.
Doğanın, canlı olduğu konusunda hiç şüphe olmadığı gibi, bir çok dünya görüşü, ruhunun olduğu konusunda da tereddüt göstermemiştir. Doğanın da intikam alma, kucak açma, yeniden doğma gibi bir çok canlılık refleksinin güçlü bir ruha dayandığını kabul etmişlerdir. Doğayla daha iç içe yaşayan, onu daha fazla hissedenler elbette bunu daha kolay görecek ve düşüncelerini davranışlarını bu doğrultuda şekillendirecektir.
Dağlarda doğa ile iç içe yaşayanlar bunu hissetme konusunda modern hayat içinde kendini edilgenleştirenlerden bir adım önde olurlar. Bu nedenle cezaevleri, yani doğadan yoksun bırakma, özgürlüklerinden alıkoyma, devletlerin egemenliklerini hissettirme, boyun eğdirme yöntemlerinin en önemli aracı olagelmiştir.
Newroz, artık insanlar arası ilişkinin bir belirleyeni olmaktan çok, insanla devlet, devletle doğa arasındaki ilişkinin şekillendiği dönemi ifade etmektedir. Yeni günü anlamak, kabullenmek ve bu doğrultuda hazırlık içinde olmak için devlet sahibi olmak, iktidar gücünü sırtında taşımak sadece bir engeldir.
Bu nedenle barışı, ekolojik düşünce sistematiği içinden savunmak gerekir. İnsanla insanın, insanla doğanın barışını bozan, sömürü ve sınırsız tüketme alışkanlıkları, bu barışın önündeki en önemli engeldir. Elbette devletleri yönettiğini, iktidarlara egemen olduğunu sanan ama aslında onun esiri olduğunu bile fark etmeyen insanlar, bir süre sonra kendi doğal yeteneklerini de kaybederler. Onların en insani duyguları bile bir süre sonra yönettiklerini sandıkları gücün kontrolü altına geçtiğinde, her şeyleri mekanikleşir.
Devletin çıkarları, iktidarın menfaatleri ile toplumların gelecekleri, beklentileri çeliştiğinde kazanacak olan eninde sonunda insana dair olana, en insani olandır. Kendi geleceğine dair karar verebilmektir, kendi dilini konuşabilmektir, gerektiğinde kendini savunabilmektir.
Bu mücadelede doğa devletin değil, yok edilme tehlikesi ile karşı karşıya olan insan ve insani değerlerin yanında olacaktır. Ve hala doğa, dünyanın en güçlü devletlerinde daha güçlüdür. Devletlerin orduları doğanın gücü karşısında çaresizliğe mahkumdur.
Bu inanç ve umutla Newrozu kutluyor, bütün insanlık için yeni bir sayfanın açılmasına vesile olması dileklerimi paylaşmak istiyorum. Yeni günü anlamlandırmak, ancak onu hakkıyla anlamakla mümkündür.
Kaynak: Günlük
Like this:
Like Loading...
March 25, 2011
Posted by e |
anti-otoriter / anarşizan, ezilenler, isyan, sistem karsitligi, somuru / tahakkum |
4 Comments
Geçtiğimiz günlerde, Türkiye’deki hayvanların durumunun yasalar nezdinde iyileştirilmesi için bir avuç hayvansever olarak, biz hayvanseverleri temsilen başbakanla görüştüğünüzü basından öğrendim. Habere ait fotoğraf karesine baktığımda İBB Başkanı Kadir Topbaş’ın da yanınızda, aynı masada yerini almış olduğunu gördüm ve hiç şaşırmadım. Yıllardan beri başkanı olduğu belediyenin hayvanlara yaptığını destekleyen ve onaylayan, perişan durumdaki, kaşektik, korkudan donakalmış hayvanları sokaklardan toplatıp belediyesinin barınaklarına kapattıran, onlara binbir eziyeti, sistematik katliamı, soykırımı, reva gören Kadir Topbaş’la aynı masadaydınız. Her gün lanet okuduğunuz o adamla vicdan muhasebesi yaptığınız o masada birlikteydiniz…
Sizler, biz hayvan korumacıları, hayvan hakları savunucularını hiçbir şekilde temsil edemezsiniz. Çünkü hayvan nedir; ne çeker; ne yaşar; ne hisseder; bihabersiniz. Bihaber olmasaydınız “vicdan” kelimesini kullanırken bir kere durup düşünürdünüz. Yıllar boyunca hayvanları “süpürülmesi gereken çöp” olarak gören, onları katleden, yaşamaya çalıştıkları sokaklardan ellerindeki tüm olanakları seferber ederek onları süpürmeye uğraşan adamlarla aynı masadaydınız. Sözde onların haklarını korumak için… İBB’nin Hasdal Barınağı’nda boğazlanan onlarca yavru köpeği nasıl da unutup elleri kanlı o adamlarla aynı masaya oturabiliyorsunuz? Aaa, unuttum, siz hayvan hakkı koruyordunuz, değil mi? Masabaşında? Kendinizi her türlü pislikten arındırarak, toplumun gerçekliğinden soyutlayarak ne de güzel koruyorsunuz hayvanları. “Vicdanlı” adamlarla masalara oturup hayvanlar için merhamet dileniyorsunuz. Hayvanların daha kapsamlıca nasıl kökünü kazırız diye düşünen, fikri neyse zikri de yıllardan beri belli olan o adamlarla birlikte hayvanların haklarını koruyacaksınız, hem de yasayla. Sizde hiç mi mantık kalmadı da giyinip kuşanıp o adamlarla hayvanlar için merhamet dilenmek için o masaya oturma cüretini gösterebiliyorsunuz? Size o temsil yetkisini kim verdi? Hayvanlar mı? Yoksa aynı masaya oturmaktan bile imtina ettiğiniz bizler mi? Ne uğruna o adamlarla uzlaşmayı düşünebiliyorsunuz?
Size bu tür bir yetkiyi ne hayvanlar verdi, ne de biz verdik. Ama siz, kendinizi soyutladığınız bu toplum içerisinde toplumsal duyarlılığınızı cümle aleme göstermek, kanıtlamak için kendinize vazife edinip katillerle aynı masaya oturuyorsunuz. Riyakâr, reklam kokan, sahte gülümsemenizle hayvanlar için her şeyin daha iyi olacağını iddia ediyorsunuz. Aynı masada oturduğunuz başbakanın da meğer ne kadar vicdanlı olduğunu söylüyorsunuz.
O “vicdanlı” adamın yönettiği devletin sınırları içerisinde her gün kadına şiddet, taciz, tecavüz uygulanıyor; gariban hayvanlar binbir eziyetle sokaklardan toplanarak barınaklara hapsediliyor, buralarda katlediliyorlar, kesilip biçiliyorlar; seks işçiliğine zorlanan travestiler/transseksüeller nefret cinayetine kurban gidiyor; anayasal hak diye kendilerine bahşedilen hakları kullanıp tepkisini dile getiren öğrenciler ya da toplumun muhalif grupları gazlanıyor, coplanıyor, 19 yaşındaki bir kadın öğrencinin bebeği düşürülüyor eylemdeyken; insanlar sırf etnik kökenlerinden ötürü aşağılanıyor, yerlerinden yurtlarından edilip sürgüne gönderiliyor, ailesinden insanlar gözaltında kaybediliyor; Roman bireyler halen aşağılanıyor, daha iyi bir yaşam kandırmacasıyla yıllardır sürdürdükleri yaşam tarzlarından vazgeçmeleri isteniyor, yani yok sayılıyorlar; ağzını açıp tepkisini dile getiren, sözde demokratik kitle eylemi düzenleyip başka bir düzeni talep edenler yıllarca tutsak ediliyor; bu listeyi daha çoook uzatabilirim. Kendisine “çevrecinin daniskasıyım” diyen o vicdanlı adam ve ekibi, Türkiye’nin dört bir yanında HES kurdurtup her tarafta yaşamı işgal ediyor, bitiriyor, yaban hayvanlarını zorla göç ettiriyor, hayatı zindan ediyor onlara, ne için? Daha çok para için? Ama bunların hiçbirisi sizi ilgilendirmiyor, değil mi? Vicdanına inandığınız ve hayvanlar için merhamet dilendiğiniz adam, hayvanseverleri “bunlar da köpekleriyle yatıp kalkarlar” diyerek halihazırda toplumsal şiddete maruz kalan hayvana duyarlı kesimi bir de hedef gösteriyor. Ama sizin umrunuzda olur mu ki? Siz “sosyal sorumluluğunuz”a bakarsınız sadece. Kiminle, hangi masaya oturmuşsunuz, neyin pazarlığını yapmışsınız, hiçbir önemi yok, değil mi? Demek ki kendinizi toplumdan ne kadar soyutlamışsınız ki bütün bu saydığım hak ihlalleri sizi hiç rahatsız etmiyor? Sahi, hayvan deyince aklınıza kedi-köpek mi geliyor sadece? Devletin izniyle vurdurtulan ve üzerinden para kazanılan yaşlı geyik sizi hiç rahatsız etmiyor mu mesela? Ağzınıza bir parmak bal çalınması da sizi rahatsız etmiyor? Aptal yerine konmak? Seçimlerden sonra istediğinizi yapacağım diyor o “vicdanlı” adam. Siz de inanıyorsunuz, kabul gördüğünüz, o koskoca (!) Dolmabahçe Sarayı’nda ağırlandığınız görüşmenizin olumlu geçtiğini söylüyorsunuz. Hayvanlar bu ülkede yasalarla katledilirken halen inanıyorsunuz ya, helal olsun diyorum size. Bu kadar kör olabilmek herkesin becerebileceği bir şey değildir çünkü. Ama siz her gün zihnimize işlenen o acıyla, işkenceyle, aşağılamayla dolu hak ihlallerinden de rahatsız olmuyorsunuz ki bu durumdan rahatsız olmayan, bu durumları değiştirmek bir yana hak ihlali mağdurlarını oyalamayı bile beceremeyen bir diğer “vicdanlı” adamla oturup mutlu, mesut evlerinizde barındırdığınız hayvanlarınızın hikayelerini paylaşıyorsunuz.
Toplum hayvanları görmeye tahammül bile edemezken, devlet bu tahammülsüzlüğü körükleyerek, yani habire ortaya kuduz senaryoları atarak ahaliyi hayvanlara karşı galeyana getirip “steril toplum”u yaratmaya çalışırken, yine yıllardan beri hayvan konusunda fikrini açıklamış, belli etmiş devlet, yasalarını kullanarak hayvanların kökünü kazımaya uğraşırken siz hangi hakkı, kimden talep ediyorsunuz? Bir hak ya vardır ya da yoktur, bunun tartışmasını kim olarak, hangi sıfatla yapıyorsunuz? Hem de hayvanın kökünü kurutmaya and içmiş devletten hayvanlar için merhamet dilenerek, katillerle uzlaşmaya çalışarak?
Hayvan konusuna nerden bulaştınız, hiç bilmiyorum, ama size bir tavsiyem var. Yol yakınken dönün, hayvanları siyasetçilere ve sosyal sorumluluk saçmalıklarınıza meze etmeyin, bırakın, sosyal sorumluluk projelerinizi başka alanlara yönlendirin. Hiçkimsenin zorla temsilcisi olmaya çalışmayın. Hayvanları da bizleri de devletin, toplumun maskarası etmeyin. 5199 çıkarken alkışlamıştınız, bayram etmiştiniz, böylelikle yine devlet bir parmak balı ağzınıza çalmıştı, anlaşılan o ki yine ağzınıza bir parmak bal çalınacak. 5199 çıktı da ne oldu? Hayvanların, yasalar dayanak gösterilerek öldürüldüğü bir sürece girilmiş oldu, kısırlaştırma zorunlu hale geldi, belediye barınakları mezbahaya döndü, eskiden belediyeler ulu orta hayvanları zehirlerken şimdi dağa, taşa, bayıra atıyor; kapalı kapılar ardında istediği şekilde öldürüp geçiyor. Bu mu sizin zaferiniz, yere göğe sığdıramadığınız başarılarınız? Biraz “biz ne yapıyoruz, girişimlerimizin sonucu nereye varır” diye düşünün. Hayvanı tanıyana kadar da bir zahmet elinizi hayvanlardan çekin, zarar verdiğiniz yeter. Toplum hayvanla birarada yaşamaya bu kadar yabancılaşmışken, onlarla yaşamak istemediğini türlü talihsiz olayla belli etmişken yasa masa diye boşuna hiç uğraşmayın. Çocuk istismarcısı lehine rapor tanzim eden, tacize uğrayan kadını karakoldan kovan, yıllardır süren faili meçhul cinayetleri ya da arkasında başka güç odakları olduğu apaçık ortada olan suikastleri aydınlatmayan, dava dosyalarının zaman aşımıyla sonuçlanmasına toplumu seyirci bırakan, töre cinayeti ya da erkek şiddetinden kadını korumayı bile beceremeyen, adalet aramak için adliye – ev arasında mekik dokuyan, yolları aşındıran insanları mağdur eden, doğayı çıkardığı yasayla tahrip eden devlet mi hayvanı koruyacak? Katliamı gerçekleştireni bulacak? Göstermelik olarak bulduğunda ne olacak? Bunları biraz olsun düşünün. Yakın tarihi de göz önünde bulundurarak biraz analiz yapmayı deneyin. İyi niyetliyseniz bile katillerle aynı masaya oturup uzlaşmaya çalışarak hayvanların içinde bulunduğu zor koşulları daha da beter etmeyin. Ve artık farkına varın, devlet hayvan için gerçekten kılını kıpırdatmaz, “kıpırdatmış gibi yaptığı” zaman da infiale kapılmış olan sizleri susturmak, hayvanlara çektirdiklerini sizlere unutturmak için yerinden kıpırdar. Sonra hayvanlar yine aynı acıyla yaşamaya devam eder.
Kuduz Köpek
Like this:
Like Loading...
March 1, 2011
Posted by e |
anti-otoriter / anarşizan, ekoloji, ezilenler, sistem karsitligi, somuru / tahakkum, türcülük, doğa / hayvan özgürlüğü |
Leave a comment
HES Mücadelesi Doğa Koruma Mücadelesidir…
Merhaba dostlar ve yoldaşlar,
Son birkaç aydır HES karşıtı mücadelelerin içine düştüğü durumu endişe ile takip etmekteyiz.Özellikle yıllardır eleştirmiş olduğumuz çevre STK’larının durumu, bu mücadele içerisindeki iki yüzlü tutumlarıyla daha da net ortaya çıkmıştır. Ancak HES karşıtı mücadele içerisindeki STK’lar dışında kalan grupların da geldiği nokta; bizim artık konuya müdahil olmamızı gerektirmiştir.
Daha önce yerelden gelen güçleri ile mücadele grupları kuran bu sivil oluşumlar, son dönemde ne yazık ki sol propagandanın güdümüne girmeye başlamıştır. Bizler yıllardır doğa savunma mücadelesi konusunda bu tehlikeye dikkat çekmeye çalışmış ve elimizden geldiğince buna karşı söylem ve eylem geliştirmiştik. Ancak foncu-küçük burjuva çevre STK’larına karşı alternatif olarak kurulan platformların da hantal bir solcu yapılanma haline geldiği; sol söylemlerin, dolayısıyla da türcülüğün ayyuka çıktığı yerler olmaya başladığı birçoğumuzun dikkatini çekmektedir. Ayrıca bu paltformlara destek veren meslek odalarının da birçok ulusal ve uluslararası kapitalist şirketten fon aldığını da buradan belirtmemiz gerekmektedir.Özellikle mimar ve mühendis odalarının aldıkları fonlarla binalarını yeniledikleri, bu fonları veren şirketlerin birçoğunun inşaat firması olduğu, bu firmalardan bazılarının HES inşaatlarıyla doğrudan veya dolaylı olarak ilişki içerisinde bulunduğu da göz önünde bulunan bir gerçektir.
Bizim için mücadeleyi solcunun-sağcının yapması asla sorun teşkil etmemektedir. Ancak mücadelenin doğa koruma mücadelesi değil de insanın mücadelesi şeklinde lanse edilmesine karşı bizim de susmamız mümkün değildir. HES’ler ve diğer santraller uygarlığın ve tüketim toplumunun gerekliliğinden dolayı yapılmaktadır.Yapılan her santral çevresindeki yaban hayatı alanlarını katlettiği gibi, hizmet verdiği fabrikalar ve üretim araçları ile doğanın yok edilmesine ayrıca ortam hazırlamaktadır.Alternatif ve yenilenebilir enerji kaynaklarının bile kirli olduğunun ayyuka çıktığı bir dönemde, mücadelenin insan temelli bir mücadele olduğunu savunmak abesle iştigalden öteye gitmemektedir.Sorunun temel kaynağı insanın ta kendisidir, bu santraller insanların kullanımı için yapılmakta, hizmet verdiği fabrikalar insanların ruhsal ve maddi açlıklarını doyurmak amacıyla üretim yapmaktadırlar.Ancak tüketime mahkum olmuş, doğayla uyumlu yaşamdan tamamen kopmuş şehirli bireylerin bunu anlamasının zor olduğunu da çok iyi biliyoruz.
Ancak burada atlanan bir gerçek var ve bunun bizim açımızdan önemi büyük. Solcu grupların insan merkezli türcü söylemleri, yarın öbürgün bir sosyalist devrim olduğunda bizi nasıl bir doğal yıkımla karşı karşıya bırakacak bunu endişeyle takip ediyoruz.Bugün HES yapılacak bir köydeki 50 hanede yaşayan insanların, orada evini kaybedecek yaşam ortamından sürgün olacak onbinlerce vahşi canlıdan üstün olduğunu, mücadelenin bu insanların kültür ve yaşam mücadelesi olduğunu iddia eden zihniyet; yarın öbürgün iktidarı eline aldığında “Her şey insan için” zihniyetiyle doğayı tamamen yok edecek işler yapacaktır diye bir çekincemiz var.
Bu zihniyetin sonuçlarını son 100 yılda çok büyük acılar yaşayarak gördük.Karadeniz’de ayı popülasyonlarını onbinlerden yüzlü sayıların altına indiren de “kovanımı parçalıyor,bahçemi dağıtıyor” diyerek insan merkezli düşünen zihniyet olmuş; anadolu parsı sırf köy evlerinde duvar süsü olmak adına adını aldığı ortamda yok edilmiş; kelaynaklar tarım alanlarında çok çekirge var diyerek yapılan uçak ilaçlanmaları sonucu ölmüş kısır kalmış; leylek yuvaları göç zamanı elektrik telleri kopuyor diyerek bozulmuş ve yok edilmiş; toyların ve birçok bozkır kuşunun nesli tarımda kullanılan pestisitler yüzünden yok olmaya yüz tutmuştur. Bu bahsettiğimiz olayların hepsi de insanların daha rahat yaşaması, daha rahat tarım yapması ve daha çok para kazanması uğruna meydana gelmiştir.
Her Şey İnsan İçin söylemi, aslında tamamen liberal ve kapitalist dünya düzeninin de söylemidir.Bir fabrika sahibi de açtığı fabrikanın insan istihdamı ve insanların ihtiyaçlarına hizmet ettiğini iddia eder.Bugünkü sol söylemde de insanın tanrılaştırıldığı, herşeyin hakimi olduğu yönündeki bakış açısının da bundan hiçbir farkı olmadığını görüyoruz.En son bir partinin Fındıklı gençlik kollarının yaptığı “İnsanın Kelaynak Olası Geliyor” minvalindeki afişler, bizim bahsettiğimiz tehlikenin de ne boyutta olduğunu gözler önüne seriyor.İnsanlar yüzünden nesli tükenme tehlikesi altına girmiş bir canlıyla boy ölçüşme ve ondan üstün olduğunu iddia etmenin mantıklı bir açıklamasının olamayacağını düşünüyoruz.
Bir diğer nokta da yerel grupların şehirler içine hapis olmaya başlamaları, toprağın ve doğanın mücadelesinden iyice uzaklaşmaları da gözümüzden kaçmayan bir nokta olarak karşımıza çıkıyor.Tabi bu o grupların işleyiş şeklidir karışmak haddimize düşmez, ancak şehirden toprak kurtuluşu mücadelesinin nasıl verileceği; sadece tanıdık basın kuruluşlarında yayınlanan basın açıklamalarının ve kitlesel mitinglerin ne gibi bir faydası olacağı sorusu da kafamızı kurcalamaktadır.
Son olarak da HES karşıtı mücadelelerin bazı gruplar ve kişiler tarafından propaganda ve kendilerine adam toplama yeri olarak görülmesinden bahsetmemiz gerekmektedir. Biz yeşil anarşistler, yeryüzü kurtuluşçuları ve hayvan kurtuluşçuları olarak kendi siyasi mücadelemiz olan konuda dahi propaganda faaliyeti ve adam devşirme gibi çabalar sarfetmezken; bazı grupların mücadeleyi propaganda alanı haline getirmesine asla izin veremeyiz.Bu mücadele doğanın kurtuluşu mücadelesidir ve yapılabilecek tek propaganda “Uzlaşmasız,istisnasız ve mazeretsiz bir biçimde doğaya yapılan saldırının durdurulması” söyleminin dışına taşmamalıdır.Hele ki bugüne kadar yaşanmış büyük doğal felaketlerinin temelinin SSCB gibi ağır sanayi hamlesi yüzünden en kirli şekilde üretim yapan bir ülke ve bunun kurucusu olan zihniyet olduğunu varsayarasak, bu propagandanın inandırıcılığının olmadığını da sizler de göreceksinizdir.
Son söz olarak şunu söylemek istiyoruz. Bizler doğanın korunması için çalışan her türlü sivil ve yerel halk hareketlerine sağcı-solcu-islamcı-ülkücü demeden destek verdik ve vermeye devam edeceğiz.Bizim derdimiz doğanın savunması ve ekolojik yıkımın önlenmesidir.Ancak mücadelenin üzerinden kimsenin parsa toplamasına ve yanlış propagandalarla mücadeleyi insan merkezli noktaya getirmemesi için de elimizden geleni yapacağız.
Vahşiye Dönüş Fanzin
Like this:
Like Loading...
February 22, 2011
Posted by e |
anti-endustriyalizm, anti-kapitalizm, anti-otoriter / anarşizan, bu topraklar, eko-savunma, ekoloji, ekolojist akımlar, ezilenler, isyan, sistem karsitligi, somuru / tahakkum, Su, türcülük, doğa / hayvan özgürlüğü |
Leave a comment

Ekolojik krizin tüm görüngüleri alarm verir, ekosistemlerin büyük çoğunluğu giderek onarılması neredeyse imkânsız bir tahribata uğrarken yeryüzü egemenlerinin iklim değişiminin kontrolden çıkmasını engellemek için topladıkları Cancun’daki 16. Taraflar Konferansı’nda durumu “idare etmek” dışında bir sonuç ortaya çıkmadı. Artık neredeyse yirmi yılı geride bırakan “uluslararası toplumun” iklim krizine çözüm getirme “performansı” değerlendirildiğinde söylenebilecek tek şey ortada topyekûn bir başarısızlıktan, bir iflastan başka bir şeyin olmadığı.
Bu başarısızlık elbette meseleye nereden, hangi zaviyeden bakıldığıyla ilgili bir yargı. Neticede egemenler bu son yirmi yıl içerisinde atmosferin metalaştırılması ve iklim krizine piyasa mekanizmalarını devreye sokarak yanıt verme hususunda epey mesafe kat ettiler, oldukça “başarılı” oldular. Egemenler ekolojik krizi doğanın metalaştırılmasını katmerleştirmek için bir fırsat olarak değerlendirmekteler. Bu anlamda Cancun, iklim kapitalizmi açısından yeni bir “ileri adım” olarak, bir yıl önce Kopenhag zirvesinde ciddi yara alan yeşil kapitalizmi yeniden parlatmak olarak değerlendirilebilir elbet.
Cancun’da, iklim değişiminin kontrolden çıkmasına yol açacak eşiğin geçilmesini engellemek için zorunlu olan, sera gazı emisyonlarının 2015 yılında zirveye ulaştıktan sonra 2050 yılına kadar yüzde 80-90 oranında azaltılmasına ilişkin zorunlu ve bağlayıcı bir indirime dair neredeyse hiçbir şey söylenmedi. Üstelik anlaşma metninde zikredilen “gönüllü taahhütler” yerine getirilse dahi gezegeni, ani iklim değişimini engellemek için sınır olarak gösterilen yeryüzü ortalama sıcaklığında 1 – 2 derecelik bir artıştan çok daha ötelere 3 ile 5 derecelik bir artışa götürmeye aday. Anlaşma metni iklim krizinin önüne geçmede temel paradigmanın piyasa mekanizmaları olduğunu kuvvetle onaylıyor bir kez daha. Ormanların metalaştırılmasına son noktayı koyacak REDD, karbon ticareti, yoksul güneye mali yardımlar gibi mekanizmaların tümü egemen sınıfın krizi yönetmede piyasayı en büyük araç olarak gördüğünü gösteriyor.
İklim krizinden en çok etkilenecek güneyin yoksul halklarının emisyon indirimlerine gitmelerini sağlayacak ve iklim değişimine “adapte” olmalarını sağlayacak kuzeyin mali yardımı konusunda ise bol nutuktan başka bir şey işitilmedi. Üstelik böylesi devasa bir hedef için önerilen cılız kaynaklar, ABD’nin Füze Kalkanı projesi için öngördüğü mali kaynaktan bile daha az. Egemenlerin öncelikleri hususunda daha açık bir örneğe ihtiyaç var mı? Yine iklim değişiminden en olumsuz etkilenecek ülkelere (okyanustaki küçük ada devletleri) yapılacak mali yardımın, bunların başta ABD olmak üzere kuzeyin zengin ülkelerinin iklim ajandasına uyum sağlamalarını sağlayacak bir rüşvet olarak değerlendirmek de mümkün. Neticede bu ülke elitleri, içerisinde ekolojik ve toplumsal sicili malum Dünya Bankası’nın da yer aldığı mali yardım mekanizması sayesinde bir önceki Taraflar Konferansı’ndaki eleştirilerinden geri adım atıyorlar. Öte yandan, daha kısa bir süre önce Meksika Körfezi’nde dünyanın en büyük ekolojik felaketine imza atan BP, Rusya ile Kuzey Buz Denizi’nde fosil yakıtlar arama konusunda anlaştı. Büyük fosil yakıt şirketleri büyük ölçüde halkla ilişkiler işlevi üstlenen yenilenebilir enerji konusundaki yatırımlarını kriz sonrası iyice kısarak gezegenin son fosil yakıt kırıntılarına el koymak için her yola başvuruyor.
Daha fazla söze hacet yok. Egemen küresel siyasi ve ekonomik yapının ekolojik krizi önlemek bir yana etkilerini sınırlama noktasında dahi iflas ettiği aşikar. Sadece iklim krizi düşünüldüğünde dahi küresel egemenlerin çok değerli yirmi yılı çaldıklarını söylemek mümkün ve krizin kontrol edilemez boyutlara varmasını engelleyecek zaman aralığı oldukça daralmış durumda. Böylesine bir bilançoya rağmen Cancun’da Birleşmiş Milletler sürecinin bir şekilde devam etmiş olmasını, alınan cılız kararları dahi bir “ilerleme”, “doğru yönde atılmış bir adım” olarak görenler içinse söylenebilecek çok az şey var. Cancun’da alınan kararlara tek başına karşı çıkan Bolivya’nın BM elçisi Pablo Solon’un da vurguladığı gibi, “yanlış zaferler, yanlış anlaşmalar gezegeni kurtarmayacak”. Bugün iklim krizi karşısında hiçbir şey yapmamaktan daha kötü olan bir şey varsa o da bir şeyler yapıyormuş gibi görünmektir. Cancun’daki süreçte başta ABD olmak üzere zengin kuzey ülke temsilcilerinin aldıkları tavır da budur ve iklim adaleti hareketinin birincil görevi yeryüzündeki yaşam üzerine oynanan bu oyunun gerçek karakterini ifşa etmektir.
İklim krizi gelecek kuşakları ilgilendiren, “çocuklarımızın”, “torunlarımızın” maruz kalacakları bazı olumsuzluklar yaratacak bir olgu değil. Geride bıraktığımız yıl iklim krizinin etkilerinin daha şimdiden dünya ölçeğinde yüz milyonlarca insanın hayatını doğrudan tehdit eden bir mahiyete kavuştuğunun açık göstergeleriyle doluydu. Rusya’daki orman yangınları ve Pakistan’daki muazzam felaketin yaraları daha sarılmamışken Brezilya, Avustralya ve Sri Lanka’dan sel haberleri geldi. Bir yandan küresel sermayenin kâr hırsı öte yandan iklimin giderek istikrasızlaşmasının kıskacı altında dünya gıda fiyatları yeniden rekor seviyelere ulaşıyor ve yeryüzündeki milyarlarca insan için gıda ve suya ulaşma giderek daha zor hale geliyor. İklimin istikrarsızlaşmasının bedelini daha şimdiden küresel güneyin yoksul halkları ödemeye başladılar ve içine girdiğimiz yılın bu açıdan daha farklı olacağını söylemek mümkün değil.
Türkiye’de ise AKP iktidarı krizi aşmanın yolunu emek ve doğanın üzerindeki sermaye baskısını yoğunlaştırmakta buluyor. Önümüzdeki günlerde Meclis’te tartışılmaya başlanacak Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma kanun tasarısı doğal ve kültürel ortak varlıkların tamamını sermayenin sömürüsüne açık hale getiriyor. Tasarıda kullanılan “üstün kamu yararı” ve “stratejik kullanım” gibi ifadelerle doğal alanların korunması siyasi iktidar ve sermayenin insafına bırakılıyor. AKP’nin sermaye birikim stratejisi çerçevesinde doğa ve emeğin sömürüsünü katmerlendiren nükleer, HES, termik santral girişimleri karşısında oluşan muhalefet hareketleri giderek seslerini daha gür duyurmaya başlıyor ve Türkiye’de emek ve doğanın sömürüsüne karşı kitlesel ve militan bir direniş cephesinin potansiyellerini açığa çıkarıyorlar. Bu noktada bu yerel hareket ve mücadelelerin birbirleriyle etkileşime geçmeleri, dayanışmaları ve taleplerini ortaklaştırmaları önem kazanıyor. Tekil muhalefet odaklarının, doğa ve emeğin topyekûn sömürüsüne karşı daha bütünsel ve küresel bir algı oluşturmaları, hareketlerin sürekliliğini sağlayacak ve söz ve eylem kapasitelerini de arttıracaktır. Bu bağlamda Gerze’de termik santrallere karşı oluşan muhalefetin önayak olmasıyla birçok başka hareketin katılımıyla gerçekleştirilen İklim Adaleti Buluşması, devamının getirilmesi gereken önemli bir örnek oluşturuyor.
Bugün çok daha yüksek sesle haykırmak gerekiyor: Sermaye kendi yarattığı krizi çözemez. Olsa olsa kendi yarattığı krizlerin maliyetini aşağıdakilere çıkartır. Müesses nizam ekolojik krizin çözümü konusunda bugüne kadar gösterdiği performansla siyasal ve ahlaki meşruiyetini yitirmiştir. Sermayenin krizi ve ekolojik kriz karşısında çözümü egemenlerden beklemek beyhudedir. İçinde bulunduğumuz kapitalist uygarlığın krizinden ancak yeryüzünün tüm iklim kurbanlarının ve ezilenlerinin mücadelesiyle çıkabileceğimizi durmaksızın savunmak gerekiyor. Doğasına ve emeğine sahip çıkan kitle mücadelelerinin boy vermesine katkı sağlamak önümüzdeki dönemin en yakıcı görevini oluşturuyor. Dünya ölçeğinde sadece felaket haberleri yok elbette. Geçtiğimiz haftalarda Cezayir ve Tunus’ta gerçekleşen yeni yılın ilk ayaklanmalarında kitleler sömürü ve baskıya sonsuza dek katlanmayacaklarını bir kez daha gösterdiler. Tunus’ta diktatörlüğü deviren halk hareketi geleceğin umudunun bir işareti.
“Gerçekçi” olmak adına iklim krizinin önlenmesi, ekosistemlerin onarılması için krizi bizzat yaratanlardan gelecek başarısızlığı defalarca kanıtlanmış sözde çözüm kırıntılarına bel bağlamak, “sonuç alıcı” olmak adına projeciliğe, lobiciliğe savrulmak kadar (olumsuz anlamda) “ütopik” bir tutum yok bugün. Egemenlerden ekolojik kriz karşısında aktif tutum almalarını beklemek, hükümetleri ya da sermaye çevrelerini iklim kurbanları lehine harekete geçmeye teşvik etmek ham hayalden ibaret. Dolayısıyla bugün ekolojik kriz karşısında bütünsel, “sistemik” çözümler aramak, bu çözümleri pratikte sınamanın yollarını bulmak ve bu yolda aşağıdakilerin gücünü seferber etmekten başka yol yok. “Gerçekçi ol, imkânsızı iste” sloganı hiç bugünkü kadar “gerçekçi” olmamıştı.
(Bu yazı Ekoloji Kolektifi’nin yayını Kolektif dergisinin 8. sayısında neşredilmiştir.)
http://www.sdyeniyol.org/index.php/ekososyalizm/438-cancundan-gerzeye-klim-adalet-hareketi-gercekci-olma-zaman-stefo-benlisoy–
Like this:
Like Loading...
February 17, 2011
Posted by e |
anti-kapitalizm, ekolojist akımlar, ezilenler, iklim |
Leave a comment
Sorulursa türcülük (speciesism) olur çünkü.
Cengiz Semercioğlu, “Hayvan mı insan mı?” başlıklı yazısında (Hürriyet Kelebek) “her canlı değerlidir, hayvan da insan da..” diyor ve şöyle devam ediyor: “İnsan hayatı ise bütün değerlerin üzerindedir.” Cengiz Semercioğlu’nun bir hayvansever olduğundan hiç kuşkum yok. Ama buna rağmen “insan hayatı bütün değerlerin üzerindedir” söylemini tekrarlıyorsa, burada bir problem var demektir. Ki bu problem, bence hepimizin -bütün hayvanseverlerin- ortak problemidir aynı zamanda. Belli bir entelektüel sermaye sahibi olan herkesin türcülük üzerine kafa yorması ve türcülüğün ideolojik kaynaklarına, özellikle de kartezyen kaynaklarına yönelmesi gerekir. Bir türün diğerine (diğerlerine) şu veya bu nedenle üstünlüğünü savunan türcülük, son birkaç bin yıldan beri insanın, hayvan ve doğa üzerindeki hâkimiyetini tescilleyen bir insan buluşudur çünkü; bu yıkıcı hâkimiyeti haklı çıkaran, aklın sadece insanda olduğuna inanan bir ideolojik-felsefi bahanedir aslında.
İlk olarak, 1973 yılında İngiliz psikolog Richard D. Ryder’ın ırkçılık kavramıyla benzeştirerek ortaya attığı türcülüğü, Avustralyalı filozof Peter Singer da, ünlü Hayvan Özgürleşmesi adlı kitabında ele almıştır.
İnsan sıkıştığında “önce insan”, “insan her şeyden üstündür”, “her şey insan içindir” gibi incili vecizelere sığınır. Bu aslında bir vicdan muhasebesinin sonucudur; vicdanı, akıl yoluyla susturmaktır bir nevi. Türcülüğe tuhaf bir legalite giydirilmesidir aynı zamanda.
Peter Singer, Hayvan Özgürleşmesi adlı başeserinin 2005 yılında Türkiye’de yayınlanması nedeniyle kaleme aldığı önsözde: “Artık AB mevzuatında hayvanlardan ‘hissetme yetisine sahip varlıklar’ olarak bahsediliyor,” diyor.
İnsanların büyük bir bölümünün türcü olduğunu söyleyen ünlü filozof ve bilim adamı Peter Singer, bu cesaretin kaynağında kartezyen düşüncenin var olduğunu da kanıtlıyor.
Türcülük, tıpkı ırkçılık gibi, en nihayetinde vahşet ve cinayetlere yol açma ihtimali barındırır içinde, aynen İzmir’de yaşanan örnekte olduğu gibi. Ancak, bu vahşet olayını değerlendirirken, ilk olarak aklımıza sadece hukuki tedbirler getirmek yerine; işin kaynağı ve bahanesiyle, yani türcülükle ilgili olarak toplumun entelektüel sermayesindeki eksiklikleri, dolayısıyla etik değerlerdeki -doğaya, hayvana hatta insana karşı- aşırı yozlaşmanın üzerine gitmemiz gerek.
İzmir’deki kedi katili konusuna gelince.. bu konuda hukuken gelişmiş ülkelerdeki örnekleri de bilmemiz gerekir.
Mesela Amerika’da bir köpek yavrusunu öldüren adam için Amerikan adaleti 8.5 yıl hapis cezası vermiştir. Köpek katilinin “Marihuana içmiştim” demesi hiçbir işe yaramamıştır. (Prof. Dr. İsmet Sungurbey’in Hayvan Hakları -Bir İnsanlık Kitabı, s.1055)
İzmir olayı, türcülüğün cesaret verdiği bir olaydır bana göre.
O yüzden de, “insan hayatı bütün değerlerin üzerindedir” derken, iki kere düşünmek gerekir derim ben.
Kaynak: Taraf
Like this:
Like Loading...
January 25, 2011
Posted by e |
ezilenler, türcülük, doğa / hayvan özgürlüğü |
Leave a comment

FrontExplode: Sınır rejimine saldırın!
Bugüne kadar Avrupa sınırlarında yaptığımız Noborder Kampları’nın hiçbirinde geçen yıl Ağustos ayında Yunanistan’ın Midilli adasındaki kadar seyahat özgürlüğü için toplumsal mücadele ve politik protestonun bu kadar çaprazlamasına bağlantılı halini yaşamadık. Ve 1 Mart’ta İtalya’daki ”Göçmensiz Gün” eyleminde göçmenlerin iş mücadelesi yeni bir boyut kazandı. Her iki kampanyanın da sadece alışılmadık etkileri olmadı. Bu deneyimleri biz daha çok modern Apartheid’e karşı kapsamlı mücadelenin sağlamlaştırılması ve geliştirilmesi için köşe taşı olarak görüyoruz; ki modern Apartheit, göç rejimini, sınırdışı etme ve sınırlama ile işe alım ve sömürüyü birbirine bağlıyor.
“Hiç bir sınır sonsuz değildir” bu anlamlı cümle bir süre önce Network Welcome to Europe’un yayımladığı bir çağrının başlığıdır. Bu bir taraftan Göçmen Hareketi ve ağlarının ulus-devletlerin sistemlerine ve sabit sınır-rejimlerine karşı meydan okuma ve zayıflatma mücadelesine gönderme yapıyor. Diğer taraftan Noborder Ağı, her tarafa yayılan yapısına rağmen, 10 yıllı aşkın süredir uluslarötesi kampanyalar düzenlemekte ve merkezi olmayan faaliyetleri daha da canlanmaktadır. Bu yeni çağrı, Frontex’e karşı mücadelede ortak ve merkezi bir referans noktası ekseninde yeni mücadele halkaları oluşturmaya çalışıyor. “Beş yıl önce, Mayıs 2005’te Avrupa’nın sınır koruma ajansı tek tek pilot projelerle başladı. Bugünse Frontex, deniz ya da kara sınırlarında olsun, toplayarak sınırdışı etmelerin koordine edilmesinde olsun, sürekli askeri uygulamaları ile göçmen ve ilticacılara karşıdır. Frontex, Avrupa sınırlarının ötesinde bile, baskıcı göç kontrolünün itici gücüdür. Sözde kaçak göçe karşı mücadele onun görevidir, ki bunun için de Frontex binlerce ilticacının Akdeniz ve Atlantik’te ölümünü göze alıyor. Frontex bizim küresel seyahat özgürlüğü için mücadelemizde merkezi bir karşı güç rolünü sembolize ediyor.” (Çağrı için bkz. http://www.noborder.org) Crossing Borders’ın çok-dilli yeni sayısında Frontex’in rolü ve işleyişini bazı temel yönleriyle konu ediniyoruz. Bununla amacımız yaklaşan ve önümüzdeki aylardaki kampanya ve eylemliliklere katkıda bulunmaktır.
Bu arada, ABD’de 2006’daki büyük boykottan sonraki en büyük protesto 1 Mayıs 2010’da gerçekleşti. Binlerce göçmen ülkenin heryerinde eylemler yaptı ve ”hemen legalleştirme, hiç kimse illegal değildir ve sınırdışı etmelerin durdurulmasını” talep edip seslerini işçi olarak yükselttiler. Hareket 2006’daki kısmi başarısından sonra zayıflamış olarak görünüyordu. Ama en azından o zamana kadar gaddar bir kanun tasarısını engelleyebilmişti. Şimdi meşru beklentiler ve aciliyet yeni Arizona Kanunu’na karşı direniş yapmak için karışmıştır. Kaçak göçmenlerin yasallaştırılma devam etmekte ve bu mücadele uzun soluklu bir iştir. Ancak başka hiçbir yerde göçmen haklarının aynı zamanda işçi hakları olduğu ABD’deki kadar belirgin değildir.
Bu açık ki bizim Frontex’e karşı olan mücadelemiz uluslarötesi bir mücadeledir ve Avrupa ve Amerika’daki mücadeleyi birbirine bağlayan şey dayanışmanın ötesinde ve daha fazlasını ifade ediyor. Avrupa’nın içinde ve çevresinde olanlar, oyun masasında duran ne varsa, ve Amerika-Meksika sınırında ve dünyanın öbür sınır bölgelerinde olanlar bu bağlamda kavranmalı. İşgöçü küresel bir süreçtir. Heryerde aynı göç kontrol rejimleriyle herkesin özgürlüğünü tehdit ediyorlar. Ve işçi hareketinin zayıflıklarını hedef alıyorlar. Ama sınırlar heryerde ise biz de göç ve göçmen mücadelesini heryerde buluyoruz. Bu çok yönlü mücadelede uluslarötesi tepki vermek bize bağlı, ve bu bizim için önemli. Biz elimizden gelenin en iyisini yapalım. Destek verelim, Frontex’i yıkalım!
Frontex Sınırdışı etme Ajansı?
Frontex’in bilinen görevlerinden biri AB’nin sınırlarında ortak devriye ve operasyonlar yoluyla Göçmenlerin ‘yolunu kesme’ ve yakalanmasıdır. Ama asıl sorunlardan biri: AB üyesi ülkeler ‘yakalanan’ göçmenlerle ne yapacaklar? Onları, geldikleri AB üyesi olmayan ülkeye geri göndermek öyle kolay değil, hele bunlar transit geçiş yapan göçmenlerse ve bu ülke ile (AB arasında) bir Mülteci geri alma anlaşması yoksa. Ayrıca İnsan Hakları Örgütleri’nin eleştirilerine göre, yolu kesilip geri gönderilen göçmenlerin arasında ”gerçek” iltica/sığınma hakkına sahip olabileceklerin de var olabileceğidir. (Bu konuda bakınız: (Frontex’in) İtalya ile ortak devriyelerle Libya’ya yaptığı geri göndermelere kaşı İşkenceye Karşı Avrupa Parlamentosu Komıtesi’nin Kararı.) Göçmenleri geldikleri ülkelere geri göndermek hala çok zordur, eğer göçmenlerin (kimlik) belgeleri yoksa,ya da geldikleri ülke ile (AB arasında) bir Mülteci Gerialma Anlaşmsı yoksa. Ve hava yolu üzerinden sınır dışı etmeler pahalıdır, ve sıkçada dirnişlerle karşılaşıyor. Hemde sadece ‘sınırdışı edilecek’lerin değil, yolcu ve Mürettebatın da (direnişi) sözkonusu. Bütün bu nedenlerden dolayı AB üye ülkeleri bir dizi önlem icat ettiler:
o Elçilik ve şüpheli ‘uzmanları’ ile göçmenlerin köken/kimlik’lerini tespite çalışmak – ancak etkilenen göçmenlerin ve ırkçılık karşıtı grupların protestoları vardı.
o Üçüncü ülkelere, ‘İşbirliği Anlaşmaları’ imzalatmak için baskı uygulamak- ama burda da bir direniş vardı, ve devam ediyor. Hemde AB’deki kendi vatandaşlarının geri havalelerine ilgisi/ihtiyacı olan ülkelerden.
o ”joint return operations” (Ortak iade operasyonları) organize etmek- ancak Havaalanlarında eylem ve gösteriler vardı. Örneğin; 2008’de Hamburg, ordan Afrika ülkelerine en az sekiz Toplu sınırsışı gerçekleştirilmişti. 2009’da Londra ve 2010’da Viyana, ve Air berlin gibi Havayolları firmalarına karşı, bu (firma) Haziran 2009’da, insanların Polonya ve Almanya’da ifadeleri alındıktan sonra Vietnam gizli polisi ve Frontex’ten iki Çalışanın katılımı ile Vietnam’a sınır dışı edilmesine katıldı.
Frontex, meslek geliştirme organizasyonları, Charter sınırdışıları ve ifade alma uygulamaları, gibi önlemleri düzeltmeye ve koordine etmeye başladı. 2006’dan beri Frontex Charter sınırdışı edilmelere doğrudan katılıyor (Almanya’dan bir toplu sınırdışı uçağı burada anlatılıyor: http://www.zeit.de/2008/03/Abschiebeflug).
2009’da Frontex en az 1570 kişiyi kapsayan 32 ”joint return operations” u koordine ve (kısmen) finanse etti. Bu 2007 den beriki toplu sınır dışı etmlerin üç katı anlamına geliyor. Bu uçakların çoğunluğu Nijerya, Kamerun ve Gambia gibi Afrika ülkelerine, bir kısmıda Kosova ve Arnavutluk’a gittiler. İngiltere ve Fransa’da Irak ve Afganistan’a birlikte sınırdışı uçuşları düzenlemeye çabaladılar. 2009’da Frontex ”return cooperatıon” (Geri sürme/göndermek için birlikte çalışma) için 5,25 Milyon Avro harcadı. Bu Paranın 1,7 Milyon Avrosu, Göçmenlerin kökenleri ve kimliklerinin berlirlenmesi amacıyla ifade alımı ve (göçmenlere) Seyahat belgesi düzenlemek için harcandı. 2010 yılı için bu bütçe 9,341 Milyon Avroya yükseltildi ve Frontex istiyor ki 2009’un iki katı ortaklaşa sınırdışı uçuşlarını organize etsin ve kendi uçaklarını satın alsın.
Frontex 2009’da, Yunanistan’da ”return capacity builing” (geri gönderme kapasiteleri kurma) amaçlı, kısa adı Attika olan bir proje başlattı. Projenin amacı, (Yunanistan’da) kaçak kalan üçüncü ülke vatandaşlarının kimlik bilgileri ve aidiyetlerinin tespiti, seyahat belgeleri düzenlenmesi ve sınır dışı edilmelerini desteklemekti. Bir ana temada, konu uzmanlığını artırmak ve üçüncü ülkelerle daha iyi çalışmak için, ulusal düzeydeki geri gönderme işlemleriydi. Bu pilot proje üç ay sürdü, ve bu sürede tam kapasite çalışabilen bir Geri göndeme Koordinasyon Merkezi kuruldu. Nijerya ve Gürcistan Elçilikleri ile ilişkiler geliştirildi, ve (göçmenlerin) aidiyet ve kimlik tanımlama işlemleri artık ”düzgün” çalışıyor. Yunanistan, 22 sınır dışı edilecek göçmenle Nıjerya ve Gürcistan’a ortak sınır dışı etmelere katıldı. bu uygulamalara 2010 yılında da devam edilecek Midilli ve Sisam adası gibi Yunan adalarında Frontex çalışanları dökümanı olmayan göçmenlere yaklaşıp onların geldikleri ülkeyi tespit edebilmek ve /veya yaşı tutmayanların sınır dışı edilebilmesi için yaşını büyük göstermeye çalışmak amacıyla kendilerini İnsan hakları savunucusu, gazeteci ve ya tercüman olarak tanıtıyorlar. Yenilik, böyle bir ”Screening” (tarama-bölme) nin gerçekleşmiş olmasıdır. Bunun anlamı, Avrupa’da istenmeyenlerin, yani göçmenlerin iltica başvurusu yapmadan önce, gelir gelmez sınır dışı edilmek için taranıp ayrıştırılmasıdır. Hükümetlerin iddiası, uluslararsı İnsan hakları Sözleşmelerinin koşullarını yerine getirmektir. Ama bu gerçekten baskıcı ve selektif göçmen politikasının sadece modernize edilmesidir. Sisam adasındaki iltica kabul kampında kalan 150 göçmenden 120 si bu uygulamalara karşı ve güvenlik personelinin kötü muamelesine maruz kalan bir Göçmen için 12 Nisan 2010’da açlık grevi yaptılar )daha çok bilgi için: http://lesvos09.antira.info/2010/04/15/announcement-by-the-samos-group/ ).
Bu politikalara karşı, AB’nin değişik ülkelerrindeki Örgütler 1-6 Haziran 2010 tarihleri arasında ”sınır dışı makinesine karşı eylem haftası” adıyla herkesi eyleme çağırıyorlar (geniş bilgi için: www.noborder.org)
Deniz Operasyonları, EuroSUR ve Sınır Teknolojileri: Tekneli mültecilere ve kağıtsızlara karşı savaşın itici gücü olarak Frontex
AB Adalet ve İçişleri Komisyonu yeni beş yıllık programı için geçen Aralık ayında kabul edilen Stockholm Programı bağlamında açıkça ifade edildi: “Avrupa’nın, AB üye ülkelerin ulusal işgücü piyasalarının ihtiyaçlarını merkeze alan, esnek ve piyasa taleplerine odaklı bir işçigöçü politikasına ihtiyacı var… Avrupa stratejik olmalı, ve küresel atılımının mevcut tüm olanaklarını- göç profilleri ve projeler, göç ve kalkınma arasındaki işbirliği, hareketlilik ortaklıkları -merkezi göç güzergâhlarında seçilen üçüncü ülkelerle her düzeyde ve uzun vadeli birlikte çalışma lehinde sistematik olarak kullanmalı…” Karar verici aktör, metinde birçok defa vurgulandı: Frontex. Programa göre Avrupa Sınır Koruma Ajansı’nın güçlendirilmesi kilit bir role sahip.
Frontex için deniz sınırlarının özel bir anlam ifade ettiği, kurulduğu 2004 yılından beri açıkça belliydi. İlk büyük ortak operasyonlar denizde gerçekleşti, hızı ve kapsamı süreç içinde hızla gelişti. Ayrıca bütçeden de anlaşılır ki deniz operasyonları harcamaların sabit ve en büyük kısmını oluşturur. Frontex’in deniz sınırlarına verdiği özel önem, onun karakteri ile ilişkilidir: Orada sınırı belirleyen net bir sınır taşı ve sınır muhafızları yoktur. Aksine deniz, sınır yönetimi için yeni formlar bulmaya çalışan bir ajans için ideal bir deney alanı, test etmek ve sonunda kurmak için geniş ve yayılan ”adalet alanının akışkan sınırı’ bir alan olarak kalır. Göçmen hakları ve genellikle hayatları bu süreç içerisinde kaybolur. Binlerce göçmen illegal olarak geri-sınır dışı etme esnasında denizde ölüyor. Tekneli mültecileri yakalama ve geri çevirme Frontex’in günlük işidir: Batı Afrika sahillerinde (Hera Opersyonu), Ak Deniz’de (Nautilus Operasyonu) veya Ege’de Poseidon Operasyonu). Tabii ki İspanyol, İtalyan veya Yunan Sınır Polisleri, göçmen ve mültecilerin önünün kesilmesi ve Senegal’e, Libya’ya ya da Türkiye’ye geri sınırdışı etmede merkezi ve genellikle de kötü bir rol oynuyorlar. Ama militarize edilmiş Frontex Donanması sadece bu yaşamı tehdit eden, ‘insan avı’ ve haksız sınırdışı etme uygulamalarını hoşgörmekle kalmıyor. Fontex, caydırıcı bir rejim kurmak için mülteci ve göçmenlere karşı savaşın muhasebesini tutuyor, koordine ediyor ve yönetiyor.
“Ayrıca Frontex’in görevi, Avrupa Sınır Gözetleme Sistemi’nin (EuroSUR) geliştirilmesini üye ülkeler arasında koordine etmek ve 2013’e kadar doğu ve güney sınırlarındaki izleme verilerinin değiş tokuşunu temin etmektir.” (Stockholm Programı). Frontex’in bu güne kadar kara sınırlarında ve havaalanlarındaki operasyonları göreceli olarak sınırlıdır veya pilot proje bazındadır. Ama Stockholm Programı’nda özellikle vurgulandığı gibi ajans, ortak sorumluluk altında bir Avrupa sınır koruma yönetimini hızlandırmalıdır. EuroSUR, bütün teknik olanaklarla operasyon yapabilen kapsamlı ve iddialı bir izleme sisteminin adıdır. Uydular ve insansız uçaklar, bütün teknik donanımlar kullanılmalı ve bu sisteme entegre edilmelidir. Bu amaçla yüksek teknoloji firmaları uygun araçlar geliştirmek için teşvik edilmektedir. “Yeni teknolojiler, sınır koruma yönetimini daha etkili ve güvenli hale getirmek için büyük bir potansiyel sunuyorlar. Bu da diğer şeylerin yanısıra otomatik sınır geçiş kapılarını kapsıyor. Avrupa Konseyi bu alanda devam eden Frontex çalışmalarını ciddiye alıyor ve mümkün olan en iyi uygulamaları geliştirmesi için onu cesaretlediriyor…” Stockholm Programı’ndan alınan bu alıntı sadece (Avrupa’nın) dış sınırlarına vurgu yapmıyor. Gerek Avrupa Birliği Komisyonu, gerekse Frontex biliyorlar ki, AB sınırları içinde geçerli oturum belgesi olmadan yaşayanların çoğunluğu aslında yasal yollardan giriş yapmışlardı. Ama vize süreleri dolduktan sonra geri çıkış yapmadılar (overstayer). Sonuç olarak, illegal kalmaya zorlananların tespiti için her şeyden önce biyometrik teknolojiler temel alınarak devam eden Vize Bilgi Sistemi ile birlikte bir ”Entry-Exit” (Giriş-Çıkış) sistemi iki yıl önceden önerildi.
Frontex, geçmiş yıllarda giderek kirlenen imajını parlatmayı denemeye çalıştı ve öğrendi de. Frontex, sonuçta kendisini ”en iyi uygulamaları etkinleştirmek” için teknoloji sağlayan tarafsız bir kurum olarak sunuyor. Frontex insan hakları söyleminden yararlanarak, kendi önlemlerinin tekneli mültecilerin kurtarılmasına hizmet ettiğini söylüyor. Ama bunlar gerçek hedeflerin üstünü örtemeyecek kadar boş sözler. İster tekneli mültecilere karşı olsun, isterse AB içindeki ‘kağıtsız’ insanlara karşı olsun Frontex: ”yasadışı göçle mücadelede” birçok alanda oluşan anahtar bir role sahiptir. Dolayısıyla Welcome to Europe Ağı’nın yeni bildirisinde formüle ettiği şu cümle önemlidir: ”küresel hareket özgürlüğü için mücadelemizin merkezinde, Frontex karşı oyuncu rolünü temsil ediyor.” Gerekli tüm yollardan ve tüm araçlarla bu ajansa saldıralım!
Crossing Borders – Movements and Struggles of Migration Uluslarötesi Haber Bülteni 8. Sayı, Mayıs 2010′ dan alınmıştır.
http://www.noborder.org/crossing_borders/index.php
Like this:
Like Loading...
January 16, 2011
Posted by e |
ezilenler, somuru / tahakkum, sınırlara hayır |
Leave a comment
Zapatistalarla birlikteydik. Lacandon ormanlarının kıyısında bir komündü. Her gün önümüzden Meksika ordusu geçiyordu. Yüz civarında oluyorlardı. Yüz civarı jemse kamyonet, tank, jip ve bazen onlara eşlik eden bir avcı uçağı. Kafamıza pike yaptığında üstümüze gelen namlu ucunu görüyorduk. Önümüzde ki kağıda bir avcı uçağı, çift namlulu mitralyöz yazıyorduk. İşimiz ve gücümüz buydu. Uluslar arası gözlemci olarak oradaydık. Resmi filan değildik. Meksika ordusuna göre dış mihraktık. Zapatista komünün ortasında bir yabancılar komünümüz vardı. Sayılarımız değişiyordu. Bazen iki kişi kalıyorduk bazen on filan oluyorduk. Basklı, Katalan, İtalyan, Kanada’lı ve Japon yaşayıp gidiyorduk. Aramızda sınırlar filan yoktu.
Kara fasulye, mısır ekmeği yiyorduk. Kahve içiyorduk. Sabah, öğlen ve akşam ve bütün aylar böyleydi. Komün bütün Zapatista komünleri gibi ambargo altındaydı. Ancak komüne birisi geldiğinde yanında Meksika ordusundan kurtarabildiği kadar bir şey taşıyordu. Bir kilo portakal, üç domates ya da bir avuç şeker. Değişiklik oluyordu. Pek umurumuzda olmasa da seviniyorduk. Bir gün, son bir şeker kalmıştı. Parlak küçük kağıda sarılmış bildiğimiz bir bonbon şekeri. Basklı bir kız arkadaş bunu kime veriyim diye espri yapıyordu. Son şekerdi. Değerliydi. Gülüyorduk. Sonra oradan geçen küçük bir maya kızına verdi. Sonra biz o gün geçen silahların toplam sayılarını toplamaya devam ettik.
Biraz sonra küçük kızın anne ve babasıyla birlikte Zapatista komününün koordinatörü geldi. Şekeri siz mi verdiniz diye bize sordu. Birbirimize bakıp evet dedik. Bunu nasıl yaparsınız dediler. Bizim çocuğumuza nasıl şeker verirsiniz. Biz çocuklarımızın dilenci olmasını istemiyoruz.
STK lar sardı etrafımızı. Sivil Toplum Kuruluşları. Uzun adını yazmak bile gerekmiyor artık. Yazmıştım ‘Kafa Tamircileri’ onlar. Bir Macar şairin şiiri vardı. Bir adamın öyküsünü anlatıyordu. Giyotinden kopan kafaları diken bir adamdı kafa tamircisi. Burjuvazinin en fazla kendine benzeyen aletidir giyotin. Hızlı, çabuk bir biçimde kafayı gövdeden ayırır ve ardındaki sepete yuvarlar. Kafa tamircisinin işi buydu. Sepetten çıkardığı kafayı cesede dikiyor, cesedi yakışıklı kılıyordu. Bütün STK’lar böyledir. Kafanın kopmasına aldırmazlar, kafayı yerine dikmeye çalışırlar. Burjuvazi istekli ya da isteksiz besler STK’ları sepetler kafa dolup taşmasın diye.
Şimdi yollar buralarda ya STK’ya ya da Komüne çıkıyor. Ya STK yolundan kafaları dikeceksiniz ya da sadece kendi gücünüz ile komünleri inşa edeceksiniz. Ya bonbon şekerinin üç yalamalık tadı ağzınızı saracak ya da küçük maya kızını şekerden mahrum onuru ile yaşayacaksınız. Nasıl mı? Çok iyi biliyorsunuz siz aslında. Halay çeker gibi. Omuzlarınızdan tutacaksınız birbirinizin kimse düşmesin diye. Beraber öne atılacak bacaklar ya da herkesi sağa sola hep birlikte taşıyacak müzik. Halay başı bile dans etmeden duramayacak ve tembel tembel ben halayım başıyam diye oturamayacak hatta fazladan bir de mendil sallayacak.
Sub Kumandan Marcos; ‘Biz iktidarı değil dans edecek bir yer istiyoruz’ diyordu. Emma Goldman dans edilmeyen bir devrim devrim değil diyordu.
Komünler kurmalı köylerde, sokaklarda, okullarda. Halaylar çekerek gibi. Halay çekerek. Bırakın STK lar bonbon şekerlerini yalasınlar sonra da avuçlarını yalayacaklar.
http://www.emekdunyasi.net/ed/ed/10317-komun
Komün 2
Viranşehir’deyim.70 evsiz aile ile birlikte kerpiç evler inşa ediyoruz. Anlatmaya başlıyorum. Yoksulların ev ihtiyacı var mı? Var. Burada evler en az 50-70 milyar arası, yeni parayla bin oluyor miktarlar. Yoksulların bu evleri alma şansı var mı? Yok. Orta sınıf bile satın alsa, gelecek yirmi yılını bankalara tahsis ediyor. Yaşamında koca bir ipotek. -Yüce rabbim ömrümü uzun kıl, ipotek borcumu ödemeliyim.- O zaman ne yapacağız? Ev sadece ihtiyaç mı? Hayır hak. Ne yapmalı? TOKİ benzeri, F tipi cezaevlerini çoğalttığımız da bunu çözecek miyiz? Hayır yalan. Tek çözülen sorun müteahhit bütçesinden başka bir şey olmaz. Bütün o konutları da orta sınıf üstü ya da ipotekli yaşam karşılığında orta sınıf alır. -Şili de nehir kıyısına çadırlar kurmuşlardı. 15 yıl, 17 yıl her ay ödedikten sonra taksitlerini ödeyemedikleri için dışarı atılmışlardı. Evden atıldıktan sonra iş de bulamıyorlardı. Evsizliklerine değil ödedikleri taksitlere yanıyorlardı.-
Kerpiç evler yapacağız, radikal tekellere ihtiyaç duymadan. Eh insanın başını sokacağı bir yer olacak! Hayır, kerpiç evlerimiz bütün Viranşehir evlerinden daha sağlıklı olacak. Daha güzel olacak. Yoksullar güzel evlere layık. Çünkü kerpiç evler en sağlıklı ve bölge iklimine en uygun evlerdir. Kerpiç ortamın nemini dengeler, çoksa alır azsa verir. Rahat soluk alınır, rahat uyunur. Havanın kirliliğini alır, en az enerji tüketir, kışın sıcak yazın serindir… Avrupa birliğinden para mı aldınız? Hayır. Peki nereden aldınız? Hiçbir yerden. Para kirletir. STK değiliz ki biz, maya kızı onuru inşacılarıyız. Deliyiz. Eh ben de ev istiyorum o zaman? Ee bana ne. Biz kimseye ev dağıtmıyoruz ki. Herkes birlikte yapacak. Peki kaç metrekare? Bilmem birlikte karar vereceğiz. 5 kişilik bir aile ile 15 kişilik bir aile bir olabilir mi? Hep birlikte mi karar verilecek? Evet. Sadece siz değil aile babaları, evin erkekleri, iktidar mümessilleri, kadınlar dahil olacak nasıl bir mahalle istediklerine, onlar karar verecek ve hatta çocuklar katılacak, 6 yaşından büyük, her çocuk konuşacak kendi toplantılarında. İki kale direği mi isterler yoksa kızlar atlama ipleri mi? Ya da tam tersi mi? Bilmem ki çok geride kaldı çocukluğum ve sınırsızlığım. Milli eğitim mağdurları beyinlerimiz, televizyon malulleri.
Parasız nasıl inşa edeceğiz? Toprakla, samanla ve birlikte türkü söyleyerek. Kapı, pencere, dam? Belediye mi verecek? Hayır sen bulacaksın. Katılanlar bulacak. Biz hilali ahmar cemiyeti değiliz. Yani hem karara katılacaksın hem de sorumluluğa. -Mahalle meclisleriyle kimlerin katılacağına dair toplandığımızda bir usta marangoz söz aldı. 1.5 milyara bir hızar alalım. Bütün kapı, pencereleri yaparız. 30 liraya gelir tanesi. Artık bir marangoz atölyemiz de olacak- Sadece kerpiç evler mi? Hayır. Ekotarım yapacak mahalle. 10 metrekarelik bir bahçede, 4 kişilik bir aile, bütün yaz kış için yeterli sebzesini üretebilecek. Hadi siz çok yeşillik yiyorsunuz 15 metrekare olsun. İlaç için bitki üreteceğiz ve yaşamak için yeni bir demokrasi.
‘Bir arsamız olur, sonra kent kenarında değerlenir, satarız. Bir iki kat çıkar, kiralarız. Kazandığımız parayla bir araba alır ya da en azından bir cep telefonu, sağa sola gösterir, hava basarız. Boyumuz büyür.’ Diyorsanız yanılıyorsunuz. Çünkü burası kooperatifin olacak. Oturursanız, Allah uzun ömür versin, mesela 100 yıl ya da daha fazla oturabileceksiniz ya da ölürseniz çocuklarınız yaşayabilir ama başka yere gidecekseniz satamayacaksınız, kooperatife kalacak. Kooperatif kimin eve ihtiyacı varsa ona verecek…
Komün inşa edeceğiz geçen hafta dediğim gibi; ‘Halay çeker gibi. Omuzlarınızdan tutacaksınız birbirinizin, kimse düşmesin diye. Beraber öne atılacak bacaklar ya da herkesi sağa sola ve hep birlikte taşıyacak müzik. Halay başı bile dans etmeden duramayacak ve tembel tembel ben halayın başıyam diye oturamayacak hatta fazladan bir de mendil sallayacak.’
Kerpiç evler inşa edeceğiz birlikte ve yeni, gerçek bir demokrasi…
http://www.emekdunyasi.net/ed/ed/10412-komun-2
Komün 3
Komün radikal katılımcı demokrasidir. Sınır yıkıcıdır. 3 yılda, 5 yılda bir oy atılan karikatür demokrasiye güler geçer. 3 yıl, 5 yıl oy kullanma seronomisi evlenme yıldönümleri gibidir. Neşeli ve hüzünlüdür. Bir yandan demokrasiye dâhil olmanın neşesini yaşarsın, diğer yandan aynı neşeyi neden her zaman yaşamadığını düşünüp sarf ettiğinin hüznüne dalarsın. Katilin cinayet yerine geri dönüşü gibidir. Kandırıkçıdır. İngiltere de bir pubda görmüştüm. Cambirdge’de bir mahalle pubıydı. Tuvalet duvarlarına yazı yazma geleneği dünyanın her yerinde olduğu gibi tabiî ki orada da vardı. Ama onlar pisuvarların yanına bir kara tahta koymuşlardı, altına bir tebeşir. Yazı yazacaksan, oraya yazacaktın. Tam bir batı demokrasi örneğiydi.
Demokratik özerklik, özgür komünler yani radikal katılımcı demokrasinin hangi sınırlar içinde uygulanmasının önerildiği üzerine tartışılıp duruyor. Bölge de, Konya’da Cihanbeyli’de, Bağcılar’da, İzmir’in yukarı mahallelerinde, nerede Kürt varsa orada, çanak antenli evlerde… Hayatımızın müfredat program yapıcıları ellerinde cetveller, pergeller ve bilhassa kumpaslarla uygulama alanları, kısmi, mevzi ve topyekûn yasaklamalarıyla, yere batası duyarlılıklarıyla kırmızı kırmızı çizgiler atıyorlar ucuz amerikan bezi hayatlarımıza. Söz, yetki, karar yani demokrasi, sadece ve sadece smokinli, fraklı parlamenterler ya da cüppeli hâkim, savcı ya da hocaların ve üst üste dikilmiş rütbeleriyle hayatları hiyerarşi toplamı askerlerin mi? Bunların hepsinin itinalı dikicisi terziler neden sadece 3 yıl ya da 5 yıl da bir, bu koca komediye dâhil olabiliyor? (Bu komediyi bozmuştu Fatsa’nın terzi Fikrisi hatırladınız mı?)
6 doktor, 3 hemşire, 1 laborant, 2 hasta bakıcı yani 12 sağlık emekçisi ve muhtemel 9 hasta, yani insan, yani bir zaman, dalak ya da karaciğeri çökecek, yükselen kolesterolleri ile her an kalp krizi geçirecek bizden birileri, 11 Ocak 2011’de, saat 14.47’de bütün devlet hastanelerini denetlese. -Tabiî ki sayıları ve tarihi sallıyorum.- ‘Biz sağlık emekçileri, muhtemel hastalar soruyoruz; Burada kaç yatakta, kaç hasta var? Neden şu para ödeniyor? Hangi ilaç firmaları sizi fazla ilaç yazdığınız için kongre tatillerine gönderiyor? Aynı sedyeyi bir ucundan itekleyen taşeron sağlık emekçisi neden daha az maaş alıyor?’ dese. Karikatür demokrasi sınırlarını caart diye yırtmaz mı kenar mahalle, bizim mahalle ağzıyla? 1968’de ABD’deki Kara Panterler’den beri, ilk defa bu kadar geniş bir şekilde, sağlık sistemini, tıbbın hegemonyasını da dahil ederek sorgulasak…
Çocuklarınızın, torunlarınızın içme suyunu, otomobil ve çimento fabrikalarının öldürücü kan dolaşımına satan büyük barajlara, krediler sağlayan bankalarda halaylar çeksek? Yine Salı günü 14.47’de şu bankanın bütün şubelerinde, kasalarının ve müşteri temsilciliklerinin önünde? Tarihi suya batıran, toprakları susuz bırakan büyük baraj kredilerine çomak soksak? ‘Banka soymak mı? Banka kurmanın yanında hiç bir şey diyen’ Brecht’in ruhu şad olsa. Hasankeyf’e kredi veren bankaların keyfini kaçırsak, Hopa’daki HES’i projelerinin üstüne yumurta kırsak? Susmasak sıra bize gelmese.
Bırakın onlar sınırlar çizmeye kalksın. Ölçsünler, biçsinler her ölçülen satılabilir mantığıyla. Düşüncelerinin mahdut sınırları içinde makul dolaşsınlar. Biz hayata, halaya katılalım.
Hayatımızı çevreleyen mayın tarlalarını sökmeli demokratik özerklik, komün yani radikal katılımcı demokrasi. Söz, yetki, karar halka. İktidar çöpe..
http://www.emekdunyasi.net/ed/ed/10522-komun-3
Komün 4
Arjantin’de işgal fabrikalarını dolaşıyordum. Fabrikalar iflas ediyordu. İşçiler fabrikalar iflas edince bir başka yere işe giremiyorlardı, çünkü zaten işsizlik çığ gibiydi. İflas eden fabrikalarda işçiler tazminatlarını, birikmiş maaşlarını alamıyorlardı. Fabrikaları işgal ediyorlardı. Makineleri haczetmeye gelen bankalara, icra memurlarına, icra memurlarını koruyan polislere ve makul olun, makul olun diyenlere karşı direniyorlardı. Bu ülkeyi biz yönetmiyorduk. Parlak diplomalı, makul ekonomistler vardı. Bu fabrikayı da biz yönetmiyorduk; kibirli, büyük arabalı ve bizim makul olmamızı söyleyen patronlar vardı. Bu yüzden ne bu ülkenin batmasından ne de fabrikanın batmasından biz sorumlu değiliz. Siz bu makineleri haczettiğiniz de benim eşimin, çocuğumun ekmeğini alıyorsunuz. Bunu size vermem diyordu. Barikatlar kuruyor, fabrikaları işgal ediyordu. Hep birlikte fabrikayı yönetiyorlardı. Makul değillerdi. Bu fabrikalardan birinde bir işçi kızla konuşuyordum. 25-26 yaşlarındaydı. Patronsuz çalışmak mümkün mü diyordum. Garip bakıyordu. Ben 10 yıldır işgal fabrikalarında çalışıyorum. Hiç başka yerde çalışmadım. Bu soruyu anlamıyorum. Bence patronla çalışmak mümkün değil. Patron ne yapıyor ki?
Uruguay’da bir işgal tekstil fabrikası geziyordum. 100 kişi çalışıyordu 99’u kadındı. Seni bir yere götüreceğiz dediler. Fabrikanın sonunda patronun eski ofisine götürdüler. İçinde küçük küçük yataklar ve oyuncaklar doluydu. Kendi çocukları için kreş yapmışlardı. Zaten patronu kovduk ve burası ilk defa işe yaradı diyorlardı.
Galler’de işgal madenini geziyordum. Bütün madenler kapatıldığında Tower madeni sadece direnmekle kalmadı, madeni işgal etti işçiler. Bağımsızlıklarını ilan ettiler. Kızıl bayrak diktiler madenin tepesine. 10 yıldan fazladır madeni işçiler yönetiyor. Yılda 2 milyon sterlin, ne yazık ki vergi veriyorlar. Çevredeki bütün yerleşim yerlerinde işsizlik, uyuşturucu hakimken Tower’da hayat devam ediyor. Galler’deki bütün belediyelerde iki dil yazılır kapıda. İngilizce ve Galce. Fakat sadece işgal madeninin olduğu kasabada işsizlik yoktur ve gençlerin hayatları uyuşturucudan ibaret değil.
Brezilya’da işgal fabrikası Flasco’da geçen hafta bir fotoğraf sergisi açıldı. Şehmus Çakırtaş’ın Kürt fotoğrafları sergisi. Belki de Brezilya’da bir ilkti. İşgal fabrikaları sadece mamul maddeler değil yeni bir kültür üretir. Başka bir demokrasi inşa ederler. İşçiler, işçilerin eşleri ve hatta çocukları hep birlikte karar verirler, ne üreteceklerine ve nasıl yaşamlarını devam ettireceklerine. Bu yüzden işgal fabrikası Flasco’da bütün baskılara rağmen, günde sadece 6 saat çalışılmasına rağmen h‰l‰ diğer fabrikaların 2 katı kazanır işçiler.
Demokratik Özerkliği sadece muhtariyet-özerklik ile sınırlamak, tanımlamak hadımlaştırmaktır. Özgür Komün yani radikal katılımcı bir demokrasi iyi, çok güzel ama gerçekçi olun diyenlere gülüyorum. Okulların makul olun öğretisinin kurbanları onlar. Siz gerçekçi değilsiniz! Sizin önerileriniz hiç uygulanabilir değil. Kaldırın kafanızı şöyle bir etrafa bakın! Bu lanet olası, her dakikada üç kişinin açlıktan öldüğü dünya mı bizi içine tıkıştırmak istediğiniz? Bu kadar mı basit, ekolojik, demokratik, kadın cinsiyetçi bir toplumsal yapı önerisi?
Bir yanda ‘kamu idari reformu’ ile özelleştirilen kamusal hizmet, özel bölgeler yani Kürde özel, daha da düşük asgari ücret, mutlu mesut sermaye öte yanda kooperatifler, kolektifler, özgür komünler, yani radikal katılımcı bir demokrasi…
Venezüella sokaklarında öğrenci gösterileri var. Yeni öğrenci yasasını protesto edenlerin ve yasayı destekleyenlerin gösterileri bunlar. En son Venezüella’dayken Bolivarcı öğrencilerin bir gün sonra sokaklarda patlayacak olan havai fişekleriyle kaldığımız yeri paylaşıyorduk. Usul usul bir gün sonrayı bekliyorlardı. İşin garibi, yasa, gelişmiş batı demokrasilerinin! aksine üniversite harçlarını artırıp, öğrenci burslarını kesmiyor. Aksine çocukluktan başlayarak üniversite eğitiminin sonuna dek parasız, iyi ve eşit bir eğitim vaat ediyor. Bu zaten Bolivarcı anayasanın ilkelerinden biriydi ve son seçimlerle %41 ni elde eden sağ bloklu yeni meclis göreve başlamadan yasallaştı. Aksi takdirde bu mümkün olamayacaktı.
Size garip geliyor değil mi? Parasız ve eşit eğitim getiren bir yasanın bir kesim tarafından bile olsa protesto edilmesi. Aslında üniversitelere çok uygun bir karşı çıkış bu. Üniversiteler ilk kurulduğundan beri papaz okullarının yerini almıştır. İlk üniversitelerin binaları da bunu bize yansıtır. Ünlü Cambridge, Oxford üniversite binaları, görkemli kiliselerden hiçbir farkı yoktur. Diploma törenleri, kep giyme seremonileri papaz törenleriyle aynıdır. Ne zamanki 1968 de şenlikli öğrenci eylemlilikleri Sorbonne’u işgal etti, ormana taşıdı, o güzel günlerde özgürlüğüne kavuşmuştur üniversiteler ya da dünyanın herhangi bir yanında şenlikli işgallerde. Üniversitelerin özgürleşmesi, üniversite duvarlarının yıkılmasıyla ancak olur. Bilgi ve iktidarı, öğrenim cüppeleri ve yakılası kürsüler, her şey bir yana, sadece ve sadece bize makul olmayı öğrettikleri için bile cehennem ateşinde yanmayı hak ederler. Doğru, üniversiteler ‘bilim’ yuvasıdır yani iktidardır. Düzen ve intizamı, sıraları, çan eğrisi olan veya olmayan notları, okuma yazma kurdeleleri, azarlanmış ve ödüllendirilmiş biz, bugünün demokrasisinin makul insanları, diplomalarıyla mutlu, mesut ve belki bahtiyar dolaşıyoruz. ‘Bilim’in bize bahşettiği ayrıcalıkları kaptırmamak için sokaklardalar, şimdi Venezüella’nın zengin üniversite öğrencileri.
Yasaya göre öğrenciler, üniversite yönetimlerini seçmede eşit oy hakkına sahip olacaklar, profesörleri değerlendirecekler ve üniversitenin yönetim sürecine katılacaklar, üniversite idari kayıtlarına ulaşma hakkına da sahip olacaklar. Daha da önemlisi karşılıksız ulaşım, yemek, barınma, sağlık ve burs hakları olacak. Ayrıca yasa, bir üst konseyin dışında her kampuste öğrenciler, öğretim üyeleri ve işçilerin eşit oylarıyla seçilmiş kampus konseyleri tarafından idare edilecek. Yani sadece cüppelerin gücü aşkına yürümeyecek her şey ya da şu anda olduğu gibi bir prof’un oyu çok işçinin oyuna eşit olmayacak. (Ülkemde öğretim üyeleri bile kendi rektörlerini seçemiyor ya…Kifayetsiz cüppe gücü.)
Venezüella da Bolivarcı yönetim, oligarşinin makul insan üreticileri üniversitelerinin kapısından biraz daha demokrasi sokmak istiyor. Bunu tek nedeni devrim olmasa da yani kendi muhalefetinin ana kaynağını yok etmeye çalışsa da yine de üniversite duvarlarına koca koca delikler açılıyor.* Üniversite koridorlarına halkın çocukları sızacak ve biraz daha demokrasi ve özgürlük.
Özgür komün aynı zamanda eğitimin demokratikleşmesi, özgürleşmesi demektir. Demokratik özerklik, özgür komünler sadece sınırları değil üniversite duvarlarını yıkmalı. Özgür komünler yani radikal katılımcı demokrasi; bıkmadan usanmadan bir kere daha tekrar edeceğim gibi egemenlerin 3 yılda 5 yılda bir oy atılan karikatür demokrasileri gibi değildir. İletişimde demokrasi, kültür de demokrasi, sağlıkta demokrasi ve eğitim de demokrasidir.
Özgür komünlerle, özgür üniversitelere…
*Muhalefet bir üst kurul oluşmasının otonomiyi ortadan kaldıracağı iddiasıyla karşı çıkıyor ve Bolivya da ki son yasa gibi geri aldırmaya çalışıyor. Doğrusu yasa, böyle bir olasılığı da içinde taşımıyor da denilemez.
http://www.emekdunyasi.net/ed/guncel/10704-komun-5
Komün 6
Brezilya’da bir favelada – gecekondu- mahallesinde konuşuyorduk. -Hemen hemen tamamı ilan panolarından yapılmış bir evdi. Farklı yerlerinden ve tabiî ki aldırmaksızın kesilip çakıldığından üstlerindeki reklam yazıları, yeni bir gerçek yaratıyordu. Ortası pencere olarak kesilmiş, evin en büyük parçası sanırım bir araba reklamıydı. Pencerenin hemen üst köşesinde lüks bir arabanın sağ arka tarafı duruyordu. Tam bagaj kapağının başladığı yer pencere için kesilmişti ya da panonun orası parçalandığı için pencere yapılmıştı. Otoban kenarından söküldüğünden belki de bir araba parçalamıştı. Pencerenin üstü bir deterjan reklamıydı. Beyazında beyazı var tipi bir reklam sloganı ters olarak pencere üstü görevini üstlenmişti.- ‘Ya polis diye sordum. Onlar zaten polisle anlaşmalı. Onlara payını vermeden bu sokaktan bile geçemezler.’ 30lu yaşlarında bir kadındı belki de 20 ama sefalette yaş önemli değildi. Çocuğunu kaçırmışlardı. Burada çocuklar böbrekleri için kaçırılıyordu. -Yaşasın modern tıp- Sokak çocuklarının polis tarafından sürek avına çıkılarak öldürüldüğü günlerdi. Polis sokakları suçtan temizliyordu.
Meksika’da polis, içinde polis müdürlerinin de olduğu polislere, uyuşturucu ticaretine karıştıkları için baskın yaptı. Çatışma çıktı. Polisler polisleri öldürdü. Daha sonra bu baskının nedeninin, iki uyuşturucu çetesinin arasındaki savaşın bir parçası olduğu söylendi. Yani bir uyuşturucu kartelinin polisleri ile diğer uyuşturucu kartelinin polisleri çatıştı -tekerleme gibi oldu ne kadar polis dedim- Emniyet, suç, polis, güvenlik, önlem, asayiş, kar ve ticaret, güvenlik şirketleri, -bir de geçenlerde NTV muhabiri, panzerlere ‘toplumsal müdahale araçları’ diyordu. Mideme kramplar girdi. Eski toplum polisi kadar komik bir isimdi- kendi güvenliğimiz ve kendi iyiliğimiz…
Venezüella’da en büyük caddelerinden birinde polis çevirdi. Aramaya başladı. Cebimdeki paraları elime aldım. Korumaya aldım. Aradılar. Çantaya baktılar. Birden aklıma geldi. Çantanın bir kenarına Küba’daki çalışma izni için bir yüz dolar koymuştum. Baktım yoktu. Yüz dolar nerede dedim. Yok ne parası dediler. Bakanların kartları vardı yanımda. Onları gösterdim. O zaman onları aramalıyım dedim. Bir daha çantayı aramaya başladılar. Aaa buradaymış dediler. Dikkat et çok soyguncu var sokaklarda dediler. Doğru dedim…
Polisin olduğu yerde suç vardır. Öz savunmayı polis olarak tanımlamak, Özgür komünü, Ekolojik, Demokratik bir toplum önerisini yok saymaktır. Polisi yerel yönetimlere bağlamak, belediye başkanlarına şerif rozeti takmaktan başka ne ki? Hiç mi kovboy filmlerindeki kötü şerifleri seyretmediniz? En iyi şerif de herkesi kurtardıktan sonra esas kızı alır gider. Öz savunma özgür komünlerde, diğer her şeyde olduğu gibi halktan yabancılaşmamış bir gücü yani doğrudan halkın kendisini ifade eder. Yani silahlı bir güç olarak tanımlanamaz ve silah ile sınırlanamaz. Kültürel yıkıma, yozlaşmaya, asimilasyona ve sömürüye karşı mücadele öz savunmadır ve ekmek çalan çocuktan değil, o çocuğu, aç bırakan tekelci mülkiyetten, çocuğu korur.
Ya bir devlet öykünmesi ya da özgür komünler…
http://emekdunyasi.net/ed/guncel/10818-komun-6
Komün 7
Diyarbakır’da ne üretiliyor? TEKEL fabrikası da kapandıktan sonra Diyarbakır’da bir tane dişe gelir bir fabrika kaldı mı? Sümerbank zaten çoktan kapanmıştı. Sümerpark oldu orası. Tekstil atölyelerinin olduğu yerlerde, yapabildiğimiz sadece güzel kelimeler dikmek. SEK satıldıktan sonra Diyarbakır’da küçük birkaç atölyeden başka hayvansal ürünleri işleyen bir fabrika kaldı mı? Hangi tarım ürünü Diyarbakır’da fabrikalarda işleniyor? Tekrar soruyorum Diyarbakır’da ne üretiliyor?
Arjantin’de Buanes Aires’in geniş caddelerinden birinde gidiyorduk. Araba bir kırmızı ışıkta durduğunda önümüze en az 7-8 kişi atlıyordu. İkisi börek, üçü kola satıyordu. Bir kişi havaya lobut atıyor, ikisi elindeyken bir üçüncüsünü havada oluyordu. Bir başkası alev yutuyordu. Ağzından alevler fışkırıyordu. Diğerleri gelecek ışıktaki sıralarını bekliyordu. Bir diğer ışıkta durduğumuzda bu sefer üç kişi börek satıyor ve yine yanında kola ve lobut atanlar ve ateş yutanlar ve bin bir türlü şey satışları… Yanımda Miguel vardı. Üniversitede profesördü. “Arjantin hükümeti işsizliğe karşı çare buldu. Trafik lambalarını artıracaklarmış” dedi.
Neoliberalizm tam olarak budur. Hiçbir gerçek şey üretmez. Üretim bütün olarak ulus ötesi tekellerin en başından sonuna kadar elinde bulundurduğu bir sürece dönüşür. Mesela süt fabrikasını alır ve genellikle de fabrikayı kapar. Çünkü fabrikayı satın almasının nedeni fabrikanın değerli arsası ve daha da önemlisi onun pazar payıdır. Fabrikayı satın almadan sütü 1 liraya satıyorsa, o fabrikayı satın alıp kapattıktan sonra artık 2 liraya satabilir, Çünkü ondan başka, süt işleyen bir fabrika kalmamıştır. Ayrıca eskiden sütü köylüden daha pahalıya alırken, artık daha da ucuza alacaktır. Ondan başka süt alıcısı kalmamıştır ki! Siz sütü doğrudan da satamazsınız. Birden, sağlığımızı çok düşünmeye başlarlar. Bakterilerden korurlar bizi. Sadece birkaç dakika kaynatarak, çözebileceğimiz bir şeyi buhar kazanlarına mahkum ederler. Uzmanlar beyaz önlüklerinin altında, sadece iyi mahalle okullarında, eğer kırılmadıysa birkaç kez görebildiğimiz deney testi tüpleri ellerinde açıklamalar yapar. Vururlar sokak sütçülerinin tepesine. Sanki hepimiz onların sattığı sütlerle büyümemişiz gibi çocuklarımızı mis süte mahkum eder, mis gibi sütten ederiz. O koca buhar kazanları birkaç mikrobun yanında yararlı bakterileri ve küçük köylüleri de buhar eder.
Fabrikalar ve marketlerden sonra ilk aşamasına uzatır ellerini ulus ötesi tekel. Size kendi hayvanlarını ve tohumlarını vererek hizmet(!) eder. Topraklarınızı almasına ihtiyacı yoktur. Siz kendi toprağınızda maraba durumuna düşersiniz. Zaten küçük topraklar ona yaramaz. Onlar, yakın arkadaşları toprak ağaları ile başlarlar işe. Binlerce dönüm mısır, binlerce dönüm soya kocaman makineler ile ekilir, sürülür ve satılır. Fabrika mandıralarda hayvan yetiştirilmez, et imal edilir ve tabii ki yanında deli dana, kuş gribi ve kanserleriyle birlikte ama kimin umurunda. Yeter ki k‰r etsin onlar ve hisse senetleri tavan yapsın borsalarında. Bu arada milyonlarca küçük köylü, küçük hayvan yetiştiricisi, kent varoşlarına sürüklensin, kentleşsin!
Diyarbakır’da işgal ekonomisi var. Toprakları parselleyen, yağmalayan F tipi apartman daireleri inşaatlarından başka yapılan bir şey yok. Belediye çalışanları, memurlar, askerler ve polislerin maaşları besliyor kenarda köşede kalmış küçük esnafı. Tam bir dönüm noktasında Diyarbakır; ya ulus ötesi tekellere, Cargill, Monsanto’ya tamamen terk edilecek topraklar ya da bir dahaki hafta daha da ayrıntılı anlatacağım özgür komünlerde, kooperatiflerde kolektif halk ekonomisi…
Ya hep beraber, birlikte üreteceğiz ya da trafik lambalarında alev yutacağız…
http://emekdunyasi.net/ed/guncel/11001-komun-7
Komün 8
‘Özgür komünlerde, kooperatiflerde, kolektif halk ekonomisi inşa etmek’ dediğimizde, herkes, şöyle yerinden bir oynuyor. Sözü alıyor. Özgür komünlerin, kooperatiflerin, kolektif çalışmanın ne kadar iyi bir şey olduğunu saymaya başlıyor. Konuşurken ne zaman, ‘ama’ ya da ‘fakat’ diyecek, onu bekliyorum. Olabildiğince yüceltiyor. Yüceltmek kötü, çünkü imkansızlaştırılmaya çalışılıyor. Sonra esas noktaya geliyor ‘ama’ diyor ya da ‘fakat’; bizim ülkemiz, bizim topraklar, bizim insanlarımız, ‘gelenekleri’ diye devam ediyor ve ardından ‘kapitalizmden’ bahsediyor. Hem gelenekten, hem onu yıkan kapitalizmden aynı çizgide bahsetmesi paradoksal ama buna aldırmıyorum ben, kafayı hep ne zaman ‘ama-fakat’ dedi ona takmışım. (Yani madem güçlü gelenekler var kapitalizm onu nasıl yozlaştırdı? ya da madem kapitalizm varken geleneklerden bahsediyorsun kapitalizm gelenekleri ortadan kaldıramamış demek ki.) ‘Böyle bir şey yapmak için halkın bilinçlenmesi gerekir’ diye devam ediyor. Bu meşhur ‘Her şeyin başı eğitim’ beyaz Türk-Kürt-Başöğretmen söyleminin solcucası.
Sonra konuşmanın 3. aşaması başlıyor; Keşke olsa, keşke! Bir araya gelebilsek ama apartmanda yönetim toplantısında bile kavga çıkıyor ve kimseyle iş yapılamaz. Konuşmanın bu etabında kendinize acımanız, yıkılmanız ve yanlış bir zamanda dünyaya geldiğiniz için ah çekip kendinizi uyuşturucu maddeye bağlamanız yani televizyon seyretmeniz gerekiyor. Televizyonu açıp salakça kendimizi ona bırakmamız, onun da bize nasıl yaşamamız ya da yaşamamız gerektiğini anlatan dizilerinde, küçük Osmanlara ağlayıp, attığımız gollerle sevinmemiz, onlarla aşık olup, onlarla öldürmemiz, reklam aralarında bize sokuşturulan ürünlerden almamız, tüketmemiz gerekiyor.
‘Ama-fakat’ konuşmacıları, bununla da yetinmezler. Siz damarlarınıza televizyonu zerk etmeden, biz idealistlere, romantiklere dersimizi tam vermeleri gerekir. Yıkılan kooperatif örnekleri vermeye başlarlar. Bununla ilgili mesela Diyarbakır’da iki köy kooperatifi örneği var. Yaklaşık iki yıldır sürekli bunları veriyorlar. Aslında STK’ler yani ‘Kafa Tamircileri’ tarafından kurulan bu iki örnek, biyoloji derslerindeki bezelye misali yuvarlanıp yuvarlanıp önünüze sürülür. Sonra konuşma biter. ‘Ama’ bana konuşuluyorsa bir de nezaket içinde ‘Hocam pek Latin Amerika’ya benzemez bizim topraklar’ diye eklenir.
Merilyn Linch, Lehman Brothers, AİG, Royal Bank Scotlands, Loyds Bank isimlerini biliyor musunuz? ABD, İngiltere, İskoçya bankaları, finans ve sigorta şirketleri. Hepsi battı. General Motors şirketini biliyor musunuz? Hadi adını bilmiyorsanız Buick, Cadilac, Opel marka arabalarına belki binmişinizdir ya da filmlerde cakalı artistlerin kızları attıkları araba olarak görmüşsünüzdür. Geçen yıl battı. Yunanistan ve İrlanda bilirsiniz iki AB devleti. Battılar. Daha kaç ülke, kaç ulus ötesi tekel, kaç bin büyük şirket, kaç milyon mahalle bakkalı topu attı. Bunların hiçbiri kooperatif değildi. Hepsi kapitalisttiler. O zaman bana neden kapitalizmi uygulamayalım bak batıyor demiyorsunuz? İşin kötüsü bu batınca bir de üstümüze çöküyor karabasan. O zaman neden h‰l‰ aynı uçurumun üstünden peş peşe aşağıya atlıyoruz?
‘Özgür komünlerde, kooperatiflerde, kolektif halk ekonomisi inşa etmek’ devlet-kamu merkezli bir ekonomi değil, toplumsal bir ekonomi(!) inşa etmektir. Yani aslında ‘Kar’, ‘Verim’ ve ‘Ekonomi’nin inkarıdır… Bıkmadıysanız başka bir komün yazısında devam etmek üzere. Hadi şimdi televizyonlarımızın başına, damarlarımıza yayılsın evrensel uyuşturucumuz…
http://emekdunyasi.net/ed/guncel/11041-komun–8–
Komün 9
‘Özgür komünlerde, kooperatifler de, kolektif halk ekonomisi inşa etmek’ devlet-kamu merkezli bir ekonomi değil, toplumsal bir ekonomi(!) inşa etmektir. Yani aslında ‘Kar’,’Verim’ ve ‘Ekonomi’nin inkarıdır. Diye bitirmiştim geçen hafta. Kaldığım yerden devam ediyorum. Buradan sayılar üzerinde vücut bulmuş, dünya borsaları ve ne almalı, ne satmalı üzerinden bir ekonomi tarifi yapmıyorum. Bırakalım ‘tarif’ büyük ekonomi uzmanları ve Fransız mutfağı aşçılarına kalsın. Daha basit bir ilke üzerinden hareket edeceğiz; İşgal et, Diren ve Üret.
Diyarbakır ne üretiyor? Diye sormuştum. Gözümü aykırı (!) belediyelerin boş ve anlamsız parklarına taktım. Hele bir tanesi var. Diyarbakır da kaldığım arkadaşın evinin önünde, şehrin ortasında 61 dönüm. Çok güzel bir toprak. Bir park yapılmış. Çoktan kırılmış yapılan birkaç salıncak ve iki kaydırak. Çimler de ne güzel kurumuş. Şöyle kullanılıyor. Karşı caddeye geçmek için bazen kestirme olarak, toplam 9 kişinin sağlıklı yaşam koşu alanı ki bu dokuz kişinin 7 si en fazla 2 gün koştuktan sonra yeter artık diye bırakıyor ve yazın olmadım orada ama belki güzel mangal da yapılıyordur kelleşmiş çimlerinde. Bunun dışında bali çekiliyor kuytuluklarında, tenekelerde ateş yakılıyor ve ısınmak için etrafında toplanılabiliyor ve birbirlerini bıçaklamak isteyen çeteler için iyi bir çatışma alanı.
Şimdi ne yapabiliriz? İki yol var. Birincisi burayı ihaleye çıkartırız. İki kafeye kiralarız. Onlar da üst üste plastik bir taş sırası yerleştirip, küçük elektrik motoruyla üstünden akan dünyanın en aptal şelalesini yaparlar. Bir işeme şırıltısı içinde bize huzur içinde yanına çökeriz. Hemen altında dizimize kadar seviyesi olan havuzu olur.Yıllık 750 bin dolar kira verir cafe belediyeye. F tipi cezaevleri apartman dairelerinde bunalanlardan toplamaya çalışır sahibi. Genellikle de yarı mafya gruplar çıkar bu komik şelale arkasından. Ya da koyarız oraya 12 zabıta, dolaşıp dururlar ortalarda. Çimlere bastırmazlar ve başka yerlere sürerler bali içicilerini. Bizde ekolojik belediyeciliği anlatırken,yaptığımız park sayısını peş peşe sayar dururuz.
Bir diğer yolu işgal ederiz orayı. 10 metre kare de 4 kişilik bir aileye yetecek, bütün yıl yetecek organik sebze yetiştirmeyi anlatırız. Yani 3500-4000 aileye dağıtırız parkı. 10 metre kare, 10 metre kare. 8 kişilik aileye 20, 12 kişilik aileye 30 metrekare veririz. Hatta geriye daha toprağımızda kalır. Her 10 metrekare de sebze ormanı adını verdiğimiz perma kültür ile sebze yetiştirmeyi anlatırız. Yaparız. Bir metre genişliğinde çok küçük havuzları olur ortalarında, kışın sulamadan nemiyle sebzeyi yaşatan. Yani 16.000 kişiyi doyururuz. İsteyene park kenarında ürettiği organik sebzeyi satması için küçük bir semt yaparız. Urbanos Agri Culturos- yani kent tarımı ile – havalı olsun diye yabancı adını da yazıyorum.- 4000 aileden oluşan kent tarımı kooperatifi kurarız. Eh çok istenirse sebze ormanları içinde 2 de cafe olur. Belki bahçelerde yetiştirdiğimiz ada çayını satarlar orada. Bu sadece bir parkta. Düşünsenize kaç park var işgal edeceğimiz ve aileleri doyuracak.
Halk ekonomisi aşağıdan doğru inşa ettiğimiz toplumsal bir ekonomidir. Açlığı doğrudan giderir. Sadece bir Ispanak yetiştirme süresi içinde etkiler ve gelecek güzel günler kelime salatası içinde değil, bugün, hemen, şimdi.
İşgal et, Diren ve Üret.
http://www.emekdunyasi.net/ed/guncel/11144-komun-9
Komün 10
Cezaevinden bana mektup atan arkadaşlar “Bazen nerede olduğun yazsan iyi olur. Ona göre okuyoruz sanki biz de oradaymış gibi” diyor. Madrid havaalanından yazıyorum bu yazıyı. Yerde oturuyorum. Bilgisayarın bataryası bozuk bir türlü alamadım yenisini. Bu yüzden sürekli fişe takmak gerekiyor. Tuvaletin kenarında bir priz buldum. Yerleştim kenarına. Bakmayın bugünkü yazının başlığının ‘Komün 10’ olduğuna, seyahat yazacağım size bugün. Artık havaalanları çok güvenli, hangi eşyanızı bıraksanız bomba zannedip çalmıyorlar. Eh biraz geç kalırsanız çantanızı bıraktığınız yere imha edilmiş bulabilirsiniz. Küçük bir fünye ile havaya uçuruyorlar. Bu bana çok saçma geliyor ama çantayı çalmayacaklarına emin olup bırakabilmek hoşuma gidiyor. Hayatım da en ucuz da hemen 11 Eylül’den sonra uçmuştum. İki, üç uçakla İkiz Kulelere girdikten sonra kimse korkup uçaklara binmiyordu. Sadece 420 dolara Küba’ya gidiş geliş bileti alabilmiştim Uçaklar çok rahat oluyordu. Yatarak gidiyorduk. Fazla sandviçleri alıp bir gün sonra yemek için çantamıza koyabiliyorduk. Hangisini içersiniz diye sorduklarından biraz düşündüğümüz de hepsini önümüze koyuyorlardı.
3-4 saat kadar sonra Brezilya’ya uçuyorum. Ucuz bilet olduğu için 4 saat kadar bekleme yapmak gerekiyor. Aynı zamanda sabah oraya vardığım için bir gün de otel yerine uçakta uyumuş oluyorum. Gerçi neredeyse hiç otelde uyumam. Brezilya’da işgal fabrikaları ve ülkenin her yerinde MST- Topraksızlar hareketinin işgal toprakları var. Her zaman bir yerim var onların yanında. İşgal fabrikasının arka bahçesini evsizler işgal edip ev yaparken ben dağıtmıştım bir kısmını. Hatta eve yazılanlardan biri sen de yazıl evin olur demişti. Yok dedim. Evim yok. Şimdi dünyanın her yerinde evim var. MST-Topraksızlar hareketine ağzınla kuş tutsan katılamazsın. Mutlaka toprak işgal etmen gerekir. Eh bir kaçta toprak işgaline katılmışlığım var. Birlikte kocaman çitleri kırdık. Çok güzeldi. -Hay salamrar Hay salamrar- diye bir İspanyolca şarkı vardır. Yazılışı nasıldı unuttum. İspanya iç savaşında direniş şarkılarından, çitleri parçalamaktan bahseder. Cezaevindeki arkadaşlara göndermek isterdim ya da dinleyebildikleri radyolar da çaldırmak lazım.
John Fowles’ın bir kitabı vardı. ‘Yaratık’tı galiba adı. Çok sürükleyici bir roman. Bir Yunan atasözünden bahsediyordu. ‘Dostlarımız için her zaman masamızda bir fazla kahve fincanı vardır’ diye. Ne güzel ki dünyanın her tarafında bizi bekleyen, kahve fincanları var. Cortazar’ın yazdığı bir şey vardı yine kahveye ilişkin. ‘Bir ev de kahve yoksa yoksulluk vardır’ diye. Biz de çaya denk düşüyor.
Bomboş havaalanı. Ne kadar kötü bir şey uçak yolcuğu. Bir posta kolisi gibi savruluyorsun. Ahmet Hamdi Tanpınar yazıyordu: ‘Seyahat etmek han da kalmaktır. Kervana katılmaktır. Tanımadığın insanla yolcuğu paylaşmaktır.’ Birinci sınıf bir tren de yolculuk ettikten sonra artık seyahat bitmiş diyordu. Kimseyle paylaşamadığın seyahat mi olur.
Brezilya da PT- Brezilya İşçi Partisi’nin kuruluş yıldönümüne katılacağım. Belki Dilma ile ve pek muhtemel Lula ile görüşeceğim. Hakikat komisyonlarını sorma niyetim var. Onlara ve diğer parlamenterlere ve selamlarını götüreceğim bu toprakların.
Eskiden göçerler, kendilerine göçer diyen şehirlilere ‘yatuk’ diyorlarmış. Bende yatuk olmamak için dolaşıyorum. Farklı bir aidiyetsizlik duygusu ile.
Darısı bütün duvarların ardındakilere. Biraz dışarı taşıyabildimse ne güzel…
http://emekdunyasi.net/ed/guncel/11290-komun-10
Komün 11
Brezilya’dayım. Porto Alegre’de. Mahalle toplantıları yapılıyor. Dünya kupası yapılacak burada, 2014 yılında herkes kupaya hazırlanıyor. Dünya kupası demek yoksulların evlerinin yıkılıp dışarı atılması demek. Güney Afrika’da olduğu gibi ya da Avrupa şampiyonası öncesi Atina’da. Koca temaşa futbol yoksulları auta atıyor. Sadece yoksullar değil, oldukları yerde 30-40 yıldır oturan orta sınıf da yerlerinden sürülüp kent dışına süpürülüyor. Garip bir topluluk var. Yavaş yavaş çıkılan katlarla orta sınıfa dâhil olanlarla evlerin sırtına yapışmış kâğıt toplayıcıları bir arada. Bir gün önce gezdim bunları. Ne güzel! Dünya kupası bir araya getirmiş herkesi. Futbolun, sporun dil, din ırk gözetmeksizin herkesi birleştirmesi ne güzel! Ağlamak istiyorum.
İşin garibi konuştuğum hiç kimse dünya kupasına karşı değil. Sanki onların değil benim evim yıkılacak. Allahtan evim yok da yıkılma tehlikesi de yok. Yoksa gerçekten bu konuşmalardan sonra döner eve bi bakıp gelir karşısında kendimi çimdiklerim. İnsanın malı mülkü olmaması güzel, çimdik yemiyorsunuz. -Bir toprak satın alırsan, toprak sahibi olursun. Fakat ona çit çek, kontrol et, sınırından biri girerse adamı vur, adam seni vursun. Bir sürü iş. Sen toprak sahibi olursan toprak da senin sahibin olur.- Herkes ben dünya kupasını çok seviyorum diyor. Okumuştum. ‘Brezilya’da en gelişkin spor basketboldur. Futbol mu? Futbol spor değil dindir’ diyordu yazar. Herkes dinine sahip çıkıyor.
Herkes evini yıktırmayacağını söyledi. İlk konuşan bir kağıt toplayıcısıydı. Bir gün önce uğramıştık evine. Kalın mukavvalardan ya da iki kat yapılarak kalınlaştırılmış mukavvalardan meydana gelmişti. Kesinlikle evimi bırakmayacağım diyordu. Kapısının hemen önünden coşkuyla akan bir kanalizasyon nehri vardı. Şimdi burada durun. İşte bu sefaletten kurtaracaklar. Bu kadar saf mısınız gerçekten? Hiç mi müteahhit görmediniz? Zevk için mi burada oturduklarını zannediyorsunuz? Hepsini yıkıp yerlerine yürüyen merdivenlerle tırmanılan alışveriş merkezleri, güzellik salonları, ve mutlaka uluslararası hamburgerci dükkanları açacaklar. Bunlara harcanan paranın 100’de biri ile zaten bu mahalleler düzelir. Fakat biz dünya kupasını çok seviyoruz.
Kalktım söz aldım. Biz de dünya kupasına katılalım dedim. Yoksullar da dünya kupasına katılsın. Bir proje yapalım. Otel, alışveriş merkezleri ve benzerleri yerine evler inşa edilsin bu projeyle. Sonra gelip kalsınlar dünya kupası sırasında. Futbolcular, hakemler, her şeyi bilen futbol yorumcuları filan, federasyon başkanları ve muhtemel olacak başkanlar, spor kulübü yöneticileri. Sonra evler yoksulların olsun. Neden mi? Zaten onların paralarıyla yapılmıyor mu statlar? İlk defa sonra yeniden işe yarayan bir tesis olsun dünyada. -Hakkını yemiyim eski Sovyetler Birliği’nde, Abhazya’da yapılan bu tesisler kullanılıyordu. Atış talimleri yapıyordu Abhaz savaşçılar.-
Komün demek her şeye katılmak demektir. Kentin öte ucunda oturan bir kişi bile kentin diğer ucunda bir alışveriş merkezi inşa edilip edilmemesi kararına katılmalıdır. Her şey bir yana bunun inşası ile senin kullanabileceğin su oranı azalacak, denizin ve havan daha çok kirlenecek. Bu yüzden bütün kent topraklarının kamulaştırılması önerisi önemlidir. Kentin kenarında bin bir güçlükle hayata tutunan bir aile, gün gelip biraz para kazanabilme şansına sahip olması, planı öğrenerek binlerce metrekare yer kapayan birisinden çok mu daha haksız? Yaşamını sürdürebilmek için gecekondu inşa etmek için bir avuç toprak işgal eden mi suçlu yoksa TOKİ’den bedava binlerce binlerce dönüm yer kapatan müteahhit mi?
http://emekdunyasi.net/ed/guncel/11342-komun-11
Komün 12
Sayın Demokratik Toplum Kongresi üyeleri; Demokratik Özerklik, Özgür Komünler yani Radikal katılımcı demokrasi inşası sürecinde sizi kurumsal anlamda muhatap olarak algıladığım için bu açık dilekçeyi size yazıyorum.
Demokratik Özerklik ve Özgür Komünlerin inşasının ana alanlarından biri olan bütün bölgede özellikle son iki yıldır toprakları, hızla GDO’lu üretim kaplamaktadır. GDO’lu üretim tahripkar, yok edici ve öldürücüdür;
1- Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar-GDO’lu gıda insanları öldürür; milyonlarca yıllık bir evrimle doğada oluşmuş bitkiye; laboratuarlarda farklı bitki ve hatta hamam böceği, domuz genleri yerleştirerek yeni bir organizma imal edilmektedir. Bu şekilde imal edilmiş Mısır, Soya ya da Domates tüketildiğinde saydıklarım ve saymadığım birçok şey de yenmiş olmaktadır. Rafta durma sürecini uzatma, görüntüsünü koruma ve sadece kendi markasından ilaç kullanmasını sağlamak için yaratılan bu imalat, insanların sağlığına yıkıcı zarar verir.
2- GDO’lu ürünler öncelikle çocuklara yöneliktir; GDO’cu bilim adamlarının (adam ile iktidar kelimesi iç içe olduğundan özellikle adam kelimesi tercih edilmiştir.) ‘Henüz sağlığa zararlı etkisi tespit edilmemiştir’ mahcup savunmaları içinde bile bu doğuracak zarar inkar edilememektedir. Doğanın evrimini yok sayan piyasanın bu Frankenstein imalatı özelikle kola ve çikolata da kullanılan tatlandırıcılar çocukların sağlıklarını tehdit etmektedir.
3- GDO’lu ürünler küçük çiftçiyi topraklarından sürer, yok eder; Büyük topraklarda devasa makineler ile gerçekleştirilen GDO’lu üretim karşısında küçük çiftçinin rekabet edebilme şansı hiç yoktur. Köy boşaltmaların, ekonomik baskının altında hala yaşamını sürdürmeye çalışan küçük çiftçi ve köylü GDO’lu işgal karşısında tamamen yok olur, kentin varoşlarına süpürülür.
4- GDO’lu üretim, tohumları yani yaşamı yok eder; Buğdayın ve bugün insanlığın kullandığı gıdanın ana yurdu Mezopotamya’da hızla devam eden bu işgal, bütün tohum çeşitliliğini yok etmektedir. Tek tip, standart ve markalı imalat tohumların karşısında bu çeşitlilik sadece belki Kürtçe resimli bilgi ansiklopedilerinde okunabilir şeyler haline gelecektir. Dünya tarımının ana yurdu Mezopotamya ulus ötesi tekeller, Cargill ve Monsanto’nın saksısı haline dönüşecektir.
Yukarıda sıraladığım ve dilekçe de yer vermediğim onlarca nedenden dolayı Demokratik Özerklik, Özgür Komünler ve Radikal katılımcı demokrasinin şu anki kurumsal muhatabı DTK, bütün komün etki alanlarında ve özellikle de bölgede GDO’lu tarımsal üretimini, satışını ve bütün faaliyeti durdurma kararı almalıdır.
Komün alanları ve üyelerine bu üretimi durdurmaları için 2 yıllık bir süre tanımalı, GDO’lu üretimden vazgeçen üreticilere ekolojik alternatiflerin eğitimi sunulmalı ve perma kültür, doğal tarım gibi yöntemleri ile yetiştirilmiş ürünlere pazar desteği verilmelidir.
Ekolojik demokrasiyi ilke olarak benimsemiş belediyeler kendi yasaları gereği ‘Halka zararlı gıdaları ulaşmasını’ önleme yetkisine sahiptir. Bunun ötesinde bu onların temel görevidir. Bu yetki ve görev hatırlatılarak, Demokratik Özerk alanlarda, Özgür Komünlerde ve özellikle bölgede GDO’lu ürünlerin kentlere girişi yasaklanmalı, engellenmeli, halkın ve özellikle de çocukların sağlığı korunmalıdır.
DTK bu kararları ile ekolojik demokrasi, özgür komün inşasında, ulus ötesi tekellere karşı tavrını, küçük çiftçilerin, kooperatiflerin, halk ekonomisinin yanında olduğunu ve yapısının etkisinin açıkça ortaya koyma şansını bulacaktır. Sayın Demokratik Toplum Kongresi üyeleri, ekolojik demokrasi ve özgür komünler ilkeleri içersinde bu dilekçeyi gündeme almamanız karşısında, MST-Brezilya Topraksız işçi hareketinin kadınlarının, 8 Mart dünya kadınlar gününde, GDO- üretim yapan tarlalara girerek ürünleri imha ettiği, şenlikli eylemleri, örnek alarak benzerlerini gerçekleştireceğimi beyan eder, bu fırsatla Topraksız kadınların cinsiyet özgürlükçü toplumsal yapıya yakışır bu eylemini selamlarım. Yaşasın özgür komünler… Eşitlik, Özgürlük, Adalet.
Metin Yeğin – Yurttaş
Komün 13
Birçok uçakta 13 numaralı koltuk yoktur. Uğursuz sayılır. Sanki uçak kendi tarifeli hattında ilerlerken 13. koltuk sahibi süzülerek düşecek ya da daha da kötüsü belki de uçakların tek çekici tarafı, yemek ve içecek servisinden yararlanamayacaktır. 13. Komün yazısına ulaştık. Umarım dünyanın bütün müteahhitlerine uğursuz gelir.
Özgür komünler kendi eğitimini inşa edecek. Bunu sakın anadilde eğitim olarak sınırlamayın. Eğitimin duvarlarını kırmalı. Mecburen bir 5 yıl ve belki 8 yıl okudunuz ve belki de kafalarımızı hizaya sokan koca çarkın içindesiniz hala. Sıralar, kara tahta ya da camdan olanları, notlar, vizeler, finaller, çan eğrisi hesapları, kürsüler ve ah O diplomalar…
Özgür Demokratik okulların temsilcisi anlatıyordu. Duvara koca bir elips yansıtmıştı. Bu elipsi dünyadaki bütün bilgiler olarak kabul edin. İçindeki kare kadar da okullarda anlatılan bilgiler diyordu. Elipsin içindeki kareyi arıyordunuz. Göremiyordunuz. Aaa pardon diyordu İvan, göremediniz değil mi? Bir büyüteç yerleştiriyordu elipsin ortasında bir yere. Küçücük bir kare görebiliyordunuz büyütecin kocaman yapan camlarının altında. İşte bu da, okullarda öğretilen bilgidir. Dünyanın bütün bilgisinin milyonda biri kadar bir kısmını öğrendiniz diye toplumsal hiyerarşide yerinizi alırsınız. Diplomalarınızın kenarına işlenmiş isimlere göre çarka dahil olup, yuvarlanıp gideriz.
Durun ve düşünün. 5 yıl ya da 8 yıl eğitimden ya da ne yazık buna daha uzun yıllar maruz kalmanızdan geriye ne kaldı? Okullar bize sadece susmayı öğretir. Uslu durmayı ve daha da korkuncu makul olmayı öğretir. Okulda güzel olan sadece teneffüs zamanlarıdır ve kantinde takılmak. Okulla her şeyi bilen bir öğretmenle başlayan bu hayat, hiyerarşi yani boyun eğme silsilesi, şef, müdür, bakan, başbakan, omuzdan rütbeliler ve bankonatlarla sürer gider. -Türkiye’de bir devlet üniversitesinde öğretim üyesi iken dersi Pink Floyd’un The Wall şarkısının klibi ile başlatıyordum. Klibin sonunda öğrenciler okulu yakıyorlardı. Sonra ne yazık ki derse devam ediyorduk.-
Ekoloji enstitüsü kuruyoruz. Özgürleştirici bir eğitim denemesi. Eğitim süreci 75 gün ve bir ömür. 10. günden itibaren teori sokağa çıkacak. Parkları işgal edip kent tarımı yapacağız. Kerpiçten halk evleri inşa edeceğiz. Bisiklet yolları yapıp otomobillerden biraz olsun sıyıracağız yakamızı,ve güneşten, rüzgardan nasıl büyük paralara ihtiyacımız olmadan elektrik elde etmenin yollarını bulacağız. Teori ve pratik kol kola yürüyecek. Tüm öğretim üyeleri öğrenecek ve öğretecek. Kravat takmamak zorunlu olacak. MST- Topraksızlar hareketinden iki arkadaş gelecek. Öğretmek ve öğrenmek için. Michael Lövy gelecek bir hafta, belki James Petras amca, Jose Bove ya da Kore çiftçi sendikasından bir hoca. Ortak özellikleri her şeyi biliyoruz demeyenlerden olmaları. Buradan giderken de yanlarında, burayı taşıyacaklar.
Türkiye’den ve dünyanın her yerinden öğrenciler gelecek. Öğrenmek ve öğretmek için. Siz geleceksiniz dünyayı değiştirmek isteyenler. İlk 10 günden sonra ekoloji enstitüsü binasını restore etmekle başlayacağız ve umarım hiçbir zaman yakılası hiyerarşi imalatçısı okullara dönüşmeyecek. Bitirince mi ne oluyor? Tabii ki diploma vermeyeceğiz. Dünyayı değiştirmek için buna ihtiyacımız yok ve kravat takmak yasak…
Komün 14
Bir oyun oynayalım. Kapatın kapılarınızı. Cezaevinde arkadaşlar şanslı zaten onlarınkini kapatanlar var. 20 litre su koyun karşınıza. 7 gün orada kalacaksınız. Bütün suyunuz o. İsterseniz birinci günde bir hafif banyo yapın şöyle 3-4 litre suyu dökünün. Geriye 17- 16 litre su kalır. Bunun bir litre kadarını için. Bir litresiyle çorba yapın. Ve diğer ihtiyaçlarınız için de bir litre diyelim. İlk günde en iyi olasılıkla geriye 14 litre suyunuz kalır. İkinci gün banyodan vazgeçin ama 3 litre daha harcarsınız. Üçüncü gün biraz daha az içip, yüzünüzü yıkamazsanız olur diye düşünüp 2.5 litreye indirelim su harcamasını. Galiba 8.5 litre kaldı ve 4 gün. Çorba olmasa da olur. 2 litreye indirelim günlük harcamayı, yetiriyoruz işte. Hatta yarım litre de cabası. Her gün suyu seyretmeye başlayın. İlk gün harcadığınız 3-4 litre için kendinize sinirlenin. –Bir film sahnesi vardı. Afrika’da susuzluk içinde kırılan insanların, çok küçük kısmını başka bir ülkeye getiriyorlardı. Duşta yıkıyorlardı. Siyah çocuk başından aşağıya süzülen suyu tutmaya çalışıyordu. Yerdeki duşun, su giderine atlıyordu. Dönerek akan suyu durdurmaya çalışıyordu. Su avuçlarından kayıyordu- 7 gün bitince biraz kirli çıkarsınız dışarı. Mutlusunuz. Kazandınız. Haa unuttum oyunun devamını söylemeyi. Sizin yerinize çocuğunuz girecek şimdi oraya. Ne kadar su bıraktınızsa geriye, onu kullanacak.
Viranşehir’de sadece kuyulardan çıkartılıyor su. Geçen yıllarda 250 metreden çıkartılabiliyordu. Şimdi artık en az 500 metreye inilmesi gerekiyor. Bakmayın siz tarlaların bu bahar günlerinde yeşil olduğuna, çölden önceki son kavşakta Viranşehir. Suruçta ise bu derinlikte de su kalmadı daha da derinlerde. GAP’ın yanı başında olması hiç önemli değil. Zaten oradan su verdikleri yok. Fakat gidip seyredebilirsiniz baraj gölünü.
Bu susuzluk iyi para getirecek bazılarına. Nehirleri sattılar, şimdi de yer altı sularının satılması için hazırlıklar başladı. Yer altında ki su havzaları özelleştirilecek. Kuyunuzun başına bir saat takacaklar, ne kadar çekerseniz o kadar para ödeyeceksiniz. Gene biz kaçak kullanırız diyorsanız yanılıyorsunuz. Su polisleri göz açtırmayacak. İşin garibi bide bunu su sarfiyatını engellemek adına yapacaklar. Sanki çocuklarınızın, torunlarınızın suyunu, otomobil fabrikalarına, çimento fabrikalarına pompalayan onlar değilmiş gibi. Sonra da sayıları çıkartacaklar karşımıza. Bu yıl ne kadar büyüdük diye. Koca aç canavar kapitalizm susadıkça çocuklarınız susuz kalacak. Koca bir Kerbelaya dönüyor dünya.
Hemen, bugün, şimdi su meclisleri kurmalıyız. İçinde belediyelerin, ne yazık ki uzmanların, 70 yaşında kadınların ve mutlaka çocuklarında olduğu su meclisleri. Uzun uzun toplantılar yapmak için değil bugünden suyunu nasıl kullanacağına karar vermek için. Demokratik özerklik, Özgür komünler yani radikal katılımcı demokrasi bundan başka nedir ki? Suyun demokratikleşmesini gerçekleştirmeliyiz. Her havza da ne kadar su var? Ne kadarını toprak ağaları GDO’lu mısırlara, soyaya harcıyor? Bu kadar su harcadığında çocuklar ne zaman kerbelanın içine düşecek? Büyük barajları nasıl yok etmeli? Suruç’a nasıl su bulmalı? Lice de suyu nasıl dağıtmalı?
İzmir Dikili belediyesi 10 metreküpe kadar su kullanımını bedava yaptı. Yargılandı. Beraat etti. Şimdi 13 metreküpe kadar su bedava. Bu su kullanımını toplamda azalttı. Çünkü kimse bu miktarı aşmak istemiyordu. Kaçak kullanım da kalktı. Çünkü zaten su bedavaydı. DTK’ ya bir dilekçe daha yazmalıyım. Birincisini kaile almadı ama. Daha kısa yazmalı.
Dilekçe no 0002… Sayın DTK, Demokratik özerklik, özgür komünlerin kurumsal muhatabı olarak sizi algıladığımı bir kez daha hatırlatarak, özellikle bütün bölgede 10 metreküpe kadar suyun kullanımının bedava ilan edilmesini, su meclislerinin kurulmasını, hiçbir şeye dahil olamadığımız bu dünyada bari suyumuz hakkında karar vermemizi acil bir şekilde talep ediyorum. Bırakın milletvekili aday adayları etrafınızda dolaşıp dursun. Suyumuza sahip çıkın…
Metin Yeğin. Yurttaş. Başbelası.
Sadizmin babası Marki de Sade söylüyordu. ‘Hepimiz toplanmışız, giyotinin tepeden inecek olan bıçağını seyrediyoruz.’ Japonya da nükleer santral patladı. Radyoaktif yayılıyor. En son ne zaman nükleer santral karşıtı eyleme katıldım… Daha önce ironi yapıyordum. ‘Dünyanın bu yok oluşu karşısında mazoşist zevk alıyorum. Biz ölürken, haklıydık, haklıydık bak gördünüz mü diye söylenerek öleceğiz.’ Diye. Soluğum tutuldu.
Bunu yapamıyorum. Deniz suyunu soğutmak için reaktöre veriyorlar o çok bilmiş nükleer santral uzmanları. Radyoaktifi denize yaymaktan fazla bir şeye yaramıyor. Biraz önce haberlerde açıkladılar reaktör de soğutma çalışması yapanlar da ayrıldı. Uzmanlar ve hükümet yetkilerinin geriye tek işi kaldı. Yalan söylemek. Zararlarını ört bas etmeye çalışmak. Saklamak. Kaldırın kafanızı biraz yukarı bakın giyotinin bıçağı düşüyor.
Komün 15
Ekolojik demokrasi derken bu ölümden bahsediyoruz. Bu yüzden Komün yazıları sadece sizin nostaljinize, kenarları işlemeli melonkolinize uygun olsun diye değil ki. İşte tam bu. Bu ölümden bahsediyorum size. Bu yüzden nükleer santral mütahitlerine, hidrolik santral mütahitlerine, bütün herşey mütahitlerine, karlarına ve sayılarına, kalkınma ajanslarına, kalkınmanın kendine, yani sadece kapitalizme değil bütün endüstiriyal sisteme karşı bir öneri olarak olarak, yani ölüm ve kalım olarak görüyorum özgür komünleri. Bugünden sonra en büyük düşmanım yazdıkların çok güzel ama şu anda uygulanabilir değil diyenler olacak. Parmak uçlarıma elektrot bağlayan işkencecim kadar nefret edeceğim onlardan. Aptal burjuva terbiyem müsaade etmeyeceği için, belki yüzüne karşı bir şey diyemeyeceğim. Rüyamda tekmeler savuracağım çok bilmiş kelimelerine. Hazır cevaplar hazırlayacağım, sevgililerinin yanında komik düşürmek için. Ne biliyim elimden ne geliyorsa yapacağım. Beddua da ederim belki tutar. Santral patlar, benden zanneder…
Su, rüzgar, enerji, gıda ve yaşamın bütününü, bugünden elimize almadığımızda geriye hiçbir şey kalmayacak. Nükleer bir katliamla başlayan Japon mucizesi nükleer bir katliamla çöküyor. Hiç birşeyin uzaktan kumanda ile yönetilemeyeceğini gösteriyor, havada hızla yayılan görünmez ölüm. Hadi bakıyım çare bulsun tıbbın kurum kurum kurumlanan uzmanları bilim adamları. Japonlar da yapamıyor abi yani.
Biz masum değiliz. Hiçbir nükleer karşıtı eyleme katılmayanlar, katılıpta bağırıp çağırdıktan sonra dağılıp gidenler, amaan ne yapalım dünyayı biz mi kurtaracağız diyenler, büyük konuşmalar yapanlar, onları alkışlayanlar, hisse senedi sahipleri, banka memurları ve bilim aşkıyla yanan öğretmenler, yazı yazmaktan başka bir şey yapamayan ben, hepimiz cehennemin dibine.
Kucağınızda çocuğunuz radyoaktiften kaçmaya çalışıyorsunuz. Sarı sarı oluyor yüzleriniz. Çocuğunuzun göz akı daha sarı. Ne oluyor baba diye soruyor. Yok bir şey kızım santral patladı. Niye bıraktık her şeyimizi? Gitmemiz gerekiyor kızım. Neden? Ölüceğiz de ondan kızım. Ölmek ne demek Baba. Bilmem umarım cennet filandır. Cennet ne demek Baba? Limitsiz kredi kartı gibi bir şey kızım. Kredi kartı ne demek baba? Tutsaklığımız kızım. Niye onu seviyoruz Baba… Sonra konuşuruz kızım. Sonra ne demek Baba….
Komün 16
Neden bekliyoruz? Neyi bekliyoruz? Bütün ülkede, özellikle bölgede köylerin neredeyse yüzde 80’inde hepatit B, ishal ve benim bilmediğim birçok hastalık yaygınken, her şey bir yana çocuklar ölürken ne bekliyoruz?
Demokratik Özerklik, özgür komünler dediğimizde yani radikal katılımcı bir demokraside öncelikle sağlığı örgütlemeliyiz. Egemen sağlık sisteminin, tıp hegemonyasının dışında başka bir sağlık örgütlemeli. Tam teşekküllü hastanelerden, uzman ve çok uzmanlardan, arkalarında dünyayı hasta kılan ulus ötesi ilaç tekellerinin sınırsız kar hırsları, yalanları, besleme araştırma raporları, bütün insanlığı müşteri algılayan bembeyaz hasta soyucu, hijyenik açıklamaları hatta sabah şekerleri programlarındaki sağlık köşeleri de hepsi çöp kutusunda yani kapitalizmde kalsın. Biz başka bir sağlık inşa etmeliyiz. (Son sağlık mitinginde ne kadar çok promosyon dağıtıyordu ilaç şirketleri bu kadar doktoru başka yerde bulamayız diye. Onların daha çok ilaç yazmaları, kendi ilaçlarını yazmaları için, yani karaciğer, dalak ve böbreklerimizi dağıtıyorlardı mitinglerde.)
Özgür komünlerde toplumsal sağlık örgütlemek ise tamamen başka bir şey. İçinde sağlık emekçilerinin yani halkın doktorlarının, sağlıkçılarının ve bilhassa da herkesin olacağı komiteler örgütlemeliyiz. Sağlık sadece doktorlara ve uzmanlara bırakılamayacak kadar ciddi bir şeydir. Bu yüzden mutlaka insanlar kendi bedenleri, sağlıkları hakkında karara katılmalıdırlar. Yoksa mesela yaygın hepatit B promosyonlu ya da promosyonsuz ilaçlarla tedavi edilemez. Tıbbı sorgulayan, denetleyen ve esas olarak da toplumsal sağlığın ancak düzgün çevre koşullarıyla gerçekleşebileceğini bilen bir sağlık örgütlenmesi inşa etmeliyiz.
Kocaman, üstünde bir sürü hortum geçen, bir sürü de elektronik göstergeler, dit dit falan gibi sesler çıkaran makineler daha çok ancak hastane dizilerinde hayat kurtarır. Yoksulların hayatlarını kurtaran temiz su, temiz çevre, sağlıklı ev -ki mesela şu anda kolektif olarak inşa ettiğimiz kerpiç evler, sağlıklı gıda toplumsal sağılığın temel unsurlarıdır. Biz ilaç tekelleri gibi insanları ilaç müşterisi olarak görmediğimizden onlar gibi herkesi sürekli hasta ve ilaç bağımlısı kılmaya çalışmıyoruz. Çocukları hasta etmeden kurtarmak zorundayız. Çıplak ayaklı doktorlar, yani koca koca fakülteler, üniversiteler, diplomalar yerine hijyen bilgisi, ilk yardım ve temel sağlık eğitimi almış binlerce kadın, erkek, çocuk ancak toplumsal sağlığı komünlerde inşa edilebilir.
Ben dilekçe yazmaya devam edeyim.
Dilekçe sayı 0003, Sayın DTK-Sağlık Komisyonu; özgür komünlerde ve özellikle bölgelerde yaygın olan hastalıklara karşı ne gibi önlemler almayı düşünüyorsunuz? Sağlık komiteleri, çıplak ayaklı doktorlar ile toplumsal sağlığın örgütlenmesi ya da bol cihazlı piyasalaştırılmış devlet hastanelerinden, özel hastanelerden mütevellit sağlık sisteminden mi umut beklemeliyiz. Neden bekliyoruz?
Metin Yeğin. Yurttaş. Dilekçeperver…
metinyegin@gmail.com
Like this:
Like Loading...
December 19, 2010
Posted by e |
anti-kapitalizm, anti-otoriter / anarşizan, ezilenler, isyan, kent yasami, kir yasami, komünler, kolektifler, kooperatifler vb modeller, ozyonetim, sistem karsitligi, Su, tarim gida GDO, yerel yönetimler, yerli - yerel halklar |
1 Comment
Arbeit Macht Frei!*
İnsanların ahlak kurallarından bahsettiğini her duyduğunuzda emin olabilirsiniz ki, bir yerlerdeki birileri diğerlerinin davranış biçiminden hoşnut değildir ve farklı biçimde davranmış olmalarını istemektedir. Bu öğüt hemen hemen hiçbir zaman çalışma etiğinde olduğundan daha anlaşılır olmamıştı[r][1]
Çalışma etiği nedir?
Çalışma etiği, çalışanlar ya da bu emeği harcayanlar tarafından çalışmaya, kendi başına bir olgu olarak değer verilmesini, toplumsal baskılar ve teşvik primleriyle, işverenlerin çalışanlardan azami çıktıyı elde etmek amacıyla geliştirdikleri ve başka araçların sağlayabileceğinden daha fazla çaba harcamasının özendirilmesini anlatan bir kavramdır. Bu kavram Batı Avrupa kültürünün eşsiz ürünlerinden biridir.[2]
Çalışma etiği, kısaca iki açık önermeden ve iki dolaylı varsayımdan oluşan bir emirdir. Birinci açık önerme, kişinin canlı kalmak ve mutlu olmak için başkalarının değerli bulduğu ve karşılığını ödemeye değer gördüğü bir şeyi yapması gerektiğidir, karşılıksız hiçbir şey yoktur, her zaman almak için önce vermemiz gerekir – karşılıksız verme armağan, potlaç artık unutulmuştur-. İkinci açık önerme, kişinin sahip olduğuyla yetinmesinin ve böylece daha fazla yerine daha aza razı olmasının yanlış, aptalca ve ahlaki açıdan zararlı olduğudur, kişinin tatmin olduğunda kendini aşırı derecede yormayı ve germeyi bırakmasının değersiz ve mantıksız olduğudur, daha fazla çalışmak için güç toplamak şartıyla değilse, dinlenmenin yakışık almayan bir davranış olduğudur. Bir diğer deyişle çalışmak, başlı başına bir değer, asil ve asalet verici bir faaliyettir- ancak ne hikmetse aristokrasi çalışmayı hala aşağılamaktadır, vahabi mezhebi mensuplarının da çalışmayı aşağılık bir eylem olarak gördüklerini de ekleyelim-.Hemen ardından emir gelir, Sahip olmadığın veya ihtiyacın olduğunu düşünmediğin, neler getireceğini görmesen bile çalışmaya devam etmelisin. Çalışmak iyidir çalışmamak kötüdür. Bu önermelerin ve bu emrin bu kadar açık olmasını sağlayan dolaylı varsayım ise, çoğu insanın çalışma yeteneğini satmak zorunda olduğu ve gerçekte hayatlarını bu yeteneği satarak ve karşılığında hak ettiklerini alarak kazandıklarıdır-başka bir seçeneği yok, hayatta kalması karşılığında çalışma zorunluluğu-, onların sahip oldukları şey geçmiş çalışmaları ve çalışmaya devam etme hevesleri karşılığında aldıkları ödüldür. Çalışmak tüm insanların normal durumudur, çalışmamak anormaldir. Diğer dolaylı varsayım ise, sadece böyle bir emeğin, maaşa ya da ücrete layık olan, satılan ve satın alınması muhtemel olan bu emeğin başkaları tarafından kabul gördüğü, çalışma etiğinin takdir ettiği ahlaki değere sahip olduğudur.[3]
Çalışma etiği üretim araçlarının sahibi olan sınıfların, mülksüz sınıflara boyun eğdirebilmesi için empoze ettiği bir vaazdır ki, bu vaaz sayesinde mülksüz sınıflar seferber edilerek fabrikalara doldurulmuş, saat ve makine tarafından ayarlanan yaşam ritmine uygun uslu uslu ve direnme göstermeden itaat etmesini sağlamıştır. “Boş duranı Allah sevmez”, “Allah tembel kulunu sevmez”, “Çalışmak fazilettir”, “İşleyen demir pas tutmaz” özdeyişleri hep çalışmayı kutsamaya ve yüceltmeye yönelik ifadelerdir. Çalışma etiği mülksüz sınıflara, üretim araçlarını mülkiyetinde bulunduran sınıflarca dinsel ve ahlaki yükümlülük olarak içselleştirilmiştir.
Ancak bu özdeyişler çalışmanın semeresinin kime gittiğinin açıklamazlar, çalışma üretime yönelik olduğuna göre, çalışmanın türü üretimin kime gittiğine göre belirlenir. Eğer ürün çalışana gidiyorsa, çalışma dönüşümlüdür. Buna karşılık eğer ürün çalışandan başkasına gidiyorsa, çalışma dönüşümsüzdür[4]. Çalışmanın yüceltilmesine yönelik bütün bu özdeyişler çalışmanın dönüşümsüzlüğünü ve sömürüyü gizlemeye yöneliktir.
Çalışma etiğinin işlevi
Okumuş adamın bilgeliği boş zaman fırsatıyla gelir, ve işi az olandır ki, bilge olacaktır. Pulluk süren ve üvendireyle mutlu olan ve öküzleri yeden ve onların işleriyle uğraşan ve konuştuğu onların tosunları üzerine olan Nasıl bilgelik sahibi olabilir ki?**
Çalışma etiğinin, kamusal tartışmaya konu olduğundan beri mücadele etmeye ve yok etmeye çalıştığı hastalıklı ve iğrenç alışkanlığın kökü, kişinin ihtiyaçlarının verili olduğunu kabul etme ve bunları tatminden fazlasının arzulanmaması şeklinde geleneksel insani eğilimdir. Artık aylaklığa prim verilmeyecektir. Kapitalizm yeni bir önerme vazetmiştir: Kişinin ihtiyaçları sonsuzdur, bu ihtiyaçlarını tatmin için de biteviye çalışmalıdır. Prekapitalist dönemin uygarlıklarında [ çalışanlar] işçiler her zamanki ihtiyaçları bir kez karşılandıktan sonra çalışmaya devam etmekte ya da daha fazla para kazanmakta mantık veya anlam görmüyorlardı; niçin görsünler ki? İnsanın sabahtan akşama kadar para peşinde koştuğunda gözden kaçırabileceği ya da ihmal edebileceği ilginç ve tatminkar bir yığın şey vardı[5]. Kökü kazınmak istenen iğrenç alışkanlık, fabrika istihdamının sözüm ona nimetlerinden mümkünse sakınmaya ve ustabaşı, saat ve makine tarafından ayarlanan yaşam ritmine uslu uslu itaate direnmeye yönelik yaygın eğilimdir. Ancak kapitalizm çalışma etiği sayesindedir ki, mülksüz sınıfları daha mutlu yarınlar havucu ile seferber ederek fabrika cehenneminin koşullarını kabul ettirebilmiştir. Onları ergenlikten emekliliğe kadar geçen yirmi dört saatlik döngüler içinde değişmeyen hızın, vakit nakittirin, şeflere itaatin, sıkıntının, yorgunluğun tek düzelikleriyle birbirini takip eden hafta içi cehennemi ve hafta sonunun zavallı cennetinin arasına sıkıştırması çalışma etiği sayesinde gerçekleştirilmiştir.
Çalışma kelimesinin etimolojik kökenine baktığımızda da çalışmanın, işin çok matah bir şey olmadığını anlıyoruz; Çünkü kelimenin anlamı, işkence. Fransızca travailler (çalışmak) kelimesi işkence anlamından yola çıkarak xvı. Yüzyılda eski Fransızca iki kelimenin yerine geçmiştir, bunlardan biri labourer (daha çok toprak işlemek) diğeri de ourver (daha çok iş yapmak, giderek kadın işlerini kapsar hale gelecektir). Fransızcadaki travailler (çalışmak) kelimesinin kökeni, Latince tripaliare, üç çatallı (palium) tripalium ile işkence yapmaktan gelmektedir.Tripalium bir işkence aletidir.latince labor (emek) sözcüğü ‘acı çekme’ anlamına gelir. Çalışma kelimesi, xvıı. Yüzyılda, hemde iyi yazarlar tarafından hala zahmet anlamında kullanılmaktadır****.‘Travailler ’ ve ‘labour’ sözcüklerinin bu kökenini unutmamız[6] çalışma etiğini özümsemeden mümkün olmayacaktı. Çalışma hakkının köle olma hakkı anlamına geldiğini unutmamız çalışma etiğinin özümlenmesi sayesindedir. “Türkçe ‘çalışma’ kelimesinin ‘çal’ kökünden geldiği iddia edilmiştir. Bu iddia doğruysa, kadim Türkler, ya kadim Yunanlılar ve Romalılar gibi ticareti, vb. bir çeşit çalıp çırpma olarak görüyor, yahut çalışmayı talana ve yağmaya çıkmak olarak anlıyorlardı”[7].
Çalışma etiğinin içselleştirilmesiyle, sefaletin bir cezası olarak Tanrı’nın “yaptırım”ları arasında olan çalışmaya, “gelecekteki kurtuluşu da belirlediği için böylesi bir cezaya”[8] Kapitalizm, bir nimet yüklemi de büründürülebilmiştir – Öteki dünyadaki havuç’un yeryüzündeki bir versiyonu olarak-.Çalışma etiğiyle, tarihsel bellek dumura uğratılarak tarih galipler tarafından yeniden yazılmıştır. “Çalışma yaşamın bir parçası değildir, olsa olsa yaşamın feda edilmesidir”[9]. Çalışma etiği sayesinde kapitalizm nöbeti çalışma diktatörlüğüne devredebilmiştir. Çalışma diktatörlüğünün misyonu, halkın büyük çoğunluğunu biyolojik olarak zayıflatmak, toplumu hadım etmek, alıklaştırmak ve böylece onları yalanın tarihinde asla görülmemiş en korkakça, en anlamdan yoksun, en içi geçmiş ideolojilerine açık hale getirmiştir. Çalışma saatlerinin uzunluğu burada anahtar konumundadır.
Kapitalizmde, acıma, merhamet ve sorumluluk gibi ilkelere yer yoktur. Yada daha kestirme bir değişle, kapitalizm amoraldir. Değişimin hızına ayak uyduramayanlara acımak merhamet duymak artık düşünülemezdir. Değişimin hızını kesen ilerlemeyi yavaşlatan, durduran şeyler artık ahlaki değildir. Bunlar yok edilmelidir. Bu düşünceyle aylaklık yasaklanarak, çalışamayacak durumda olanlar yok edilmek üzere düşkünler evine kapatıldılar, “eğer yoksullar sefil duruma düşürülürse büyük ölçüde azalacaklardır. Tüm fare avcıları şu sırrı bilir: Tahıl ambarının deliklerini tıkayın, devamlı miyavlamalar, panik ve patlayan tuzaklarla başlarına bela olun, suçlanabilir emekçiler’imiz ortadan kaybolacaklar ve binayı terk edeceklerdir.Aksi takdirde caiz olan, daha kısa, belki de daha az sorun çıkaran metod arseniktir… Gereken tek şey, yoksullar ve talihsizlerin sadece yok edilmesi gereken bir bela olduğunu farzederek onlara bir fareler gibi davranma kararlılığı”[10][dır]. Yoksullara düşkünler evinde ve hastanelerde, cezaevlerinde fareler gibi davranılması ve yok edilmeye çalışılmasıyla, düşkünler evinin koşullarının kötülüğü ve buradan yükselen feryatlar, yoksulları fabrika cehenneminin şartlarını kabule zorlayarak, onları fabrika çarkının uslu dişlilerine dönüştürdü. Bu konuda İngiltere’deki Yoksulluk Yasası eşsiz bir olanak sunmuştur.
Aylaklığa ve dilenciliğe (eskiden [pre-kapitalist dönemde] zenginin kapısını çalan bir dilenci tanrı tarafından gönderilmişti ki, İsa bu görünüşte ortaya çıkmış olabilirdi[11]) karşı sert tedbirler alınarak, “serserilik [aylaklık] sonunda bizatihi bir suç olarak kabul edilecektir. Tutuklanan serseri [aylak] cellat tarafından arabaya bağlanıp sopayla dövülmektedir; kafası kazınmakta veya demirle dağlanmaktadır, eğer israr ederse sorgusuz sualsiz asılacağı tehdidi savrulmaktadır, veya forsa yapılacaktır – bal gibi de yapılmaktadır-… İngiliz Parlamentosu 1547’de serserilerin eksiksiz [kolonilerde] köle yapılmalarına karar vermiştir [karar kölelerin mülkiyeti özel kişilere mi yoksa devlete mi ait olacağına karar verilemediğinden iki yıl ertelenmiştir]… Ve sonunda… Serseriler [aylaklar] her yerde kilit altına konulmuşlardır, İtalya’da alberghi dei poveri’de , İngiltere’de workhouses’da, Cenevre’de La Disipline’de [Calvinizm aylaklığa karşı acımasızdır, Calvin’in kendisi de Cenevre’ye gelir gelmez terziler loncasına kaydolmuştur] , Almanya’da Zuchthauser’de; Paris’te zorla tutuldukları evlerde: 1662’de fakirleri kapatmak için kurulan Grand-Hospital, Bastille, Vincennes Şatosu, Saint –Lazare, Bictre, Charenton, La madeleine, Saint-pelagie. Hastalık ve ölüm de yetkililerin yardımına gelmektedir… Cenova’da nisan 1710’da cesetlerin yığıldığı yardım kuruluşunu kapatmak gerekmiştir, hayatta kalanlar lazaret’ye getirilmiş karantinadan hiçbir hasta çıkamamıştır”.[12]Bu zorunlu kapatılma yerleri aylakları çalışmaya zorlayan en önemli etken olmuş, onları fabrikanın dişlileri haline getirmiştir.
Aziz Malthus’un şu sözleri de çalışma etiğinin acımasızlığının dolaysız ifadeleridir; “Yoksunluk ortamında doğan biri, ailesinden yaşaması için gerekli olanı elde edemiyorsa ve eğer toplum da onun çalışmasına ihtiyaç duymuyorsa, azıcık yiyecek talep etme hakkı yoktur; Zira o fazlalıktır. Doğanın büyük sofrasında onun için boş tabak yoktur. Ona sofrayı terk etmesini emreder ve emri kendisinin uygulamasını ister”.[13]
Yoksulların, ölüm ve çalışma ikilemi arasında özgürce çalışmayı tercih etmelerinden başka seçenekleri yoktur (çalışmazsan mahvolursun). Artık “burjuvazi, sözcüğün en geniş anlamıyla tüm yaşam araçlarının tekelini eline geçirmiş”[14], eski insani değerler unutturulmuş, kapitalist toplumda işçi sınıfının statüsü, ücretli kölelik konumuna denk düşürülmüştür. Bunun anlamı, bir bütün olarak işçi sınıfının her zaman kapitalist sınıfın kullanımına hazır olması demektir. Fakat, klasik kölelik’ ten farklı olarak, kapitalistler artık işçi sınıfının durumuyla ilgili hiç bir sorumluluk almazlar.[15]Engels, “işçi, ister yasal, isterse fiili olarak olsun varlıklı sınıfın kölesidir. Herhangi bir mal gibi alınıp satılır durumda olan bir köle. Fiyatı da bir malın fiyatı gibi yükselir veya düşer… Buna karşılık bu sistemde burjuvazi antik sistemdekine göre çok rahattır, zira, hiçbir sermaye yatırmadığı bu insanları istediğinde kovabilir, üstelik emeklerinden tatlı kar ederek”.[16] Engels devamla; “Burjuvazinin kendine sunduğu koşulları kabullenmekten; ya da aç kalmak, soğuktan donma, orman hayvanlarıyla birlikte çıplak yatmaktan başka hiçbir seçim hakkı olmayan proletarya… Burjuvazinin önerilerini kabul etmektense açlıktan ölecek kadar aptalsa, yerine başka biri kolaylıkla bulunabilir; yeryüzünde yeterince proleter vardır ve hepside ölmeyi yaşamaya tercih edecek kadar deli değillerdir. Burada, işçiler arasında rekabeti görüyoruz. Eğer tüm proleterler burjuvazi için çalışmaktansa aç kalmaya kararlı olduklarını belirtirlerse, burjuvazi tekelinden vazgeçmek zorunda kalır. Ama durum böyle değildir… ve bunun için de burjuvazi yaşamını hala sürdürmektedir”[17].
Çalışmaya tutsaklık yada Çalışma/Toplama kampı’ndamıyız
Şeytan’ın bir yaramazlık yaptığıHala boş eli olmaklığından***
Çalışma etiği maskesi altında bir disiplin ve ödev etiği geliştirmek kolay olmuştur, gururu veya onuru, anlamı ya da amacı boş verin, kendinizi harcamakta bir mantık bulamasanız da niçin zorladığınıza bir anlam veremeseniz de tüm gücünüzle, her gün ve her saat çalışın! -çalışmalarının başkalarının aylakça dolaşmasına destek olsa bile- Bu ödev anlayışı sayesinde mülksüzler çalışıp durmanın kendi yükümlülükleri olduklarına inandılar, bu ödev anlayışı, iktidarı elinde bulunduranların, kişileri kendi çıkarları için değil de efendilerinin çıkarları için yaşamaları gerektiğine inandırma aracıdır. Dini metinler de bu ödev anlayışını desteklemektedir.
Çalışma etiğinin içselleştirilmesiyle, “Kapitalist uygarlığın egemen olduğu ulusların işçi sınıflarını garip bir çılgınlık sarıp sarmalamıştır. Bu çılgınlık, iki yüzyıldan beri, acılı insanlığı inim inim inleten bireysel ve toplumsal yoksunluklara yol açmaktadır. Bu çılgınlık, çalışma aşkı; bireyin, onunla birlikte çoluk çocuğunun yaşam gücünü tüketecek denli aşırıya kaçan çalışma tutkusudur. Rahipler, iktisatçılar ve ahlakçılar, bu akıl sapıncına karşı çıkacak yerde, çalışmayı kutsallaştırmışlardır”[18]. Bu uzman ve ahlakçılar, büyüklerin günde 15 saat, çocukların günde 12 saat sağlıksız koşullarda çalışmalarını kutsayarak, “çalışma sayesinde büyüklerin kendilerini içkiye kaptırmalarının, çocukların da kötü yola düşmelerinin önlendiği söyle[mek]”[19]iki yüzlülüğünden de utanmamışlardır. “Tatil yapmak neyine yoksulların? Çalışmaları gerek” yargısı bu anlayışın ifadesidir.
Marx; “Zaman insan gelişiminin alanıdır. Boş zamanı olamayan kişi, tüm yaşamı uyku, yemek, ve benzeri şeylerin getirdiği fiziksel kesintiler dışında kapitalist için çalışmakla geçen kişi yük hayvanından bile aşağıdır. Kendi dışına yönelik zenginlik üreten bir makinedir yalnızca… Gerçekten de, günümüzde özgürlük alanı, gereklilik ve dünyaya ilişkin kaygıların belirlediği çalışmanın son bulduğu yerde başlar”[20]
Çalışma etiğinin içselleştirilmesinde günahı bütünüyle iktisatçılara, dini otoritelere ahlakçılara yüklemek haksızlık olur, düzen içi mücadelenin aktörleri olarak sendikaları ve düzenin iç muhalifleri olarak da sendikacıları da bu vaaz korosuna eklemeliyiz. İşçilerin sendika ve toplu sözleşme hakkı elde edip ücretleri belirler hale gelmeleri “İşçi sınıfı için bir başarı sayılması gereken bu durum, çelişik olarak, kazanımları kayba dönüştürecekti. Bu, bir tür kazandıkça kaybetmek gibi bir şeydi, zira kazanımlara paralel olarak işçi sınıfı hareketi düzenle bütünleşti ve giderek burjuva düzeninin bir unsuru, bir bileşeni haline geldi. Sendika ve konfederasyonlar bürokratlaştı, işçi sınıfına yabancılaşıp, yozlaştılar. Kapitalizmi aşma perspektifinden uzaklaştılar”.[21] “Satın alma gücünün sağladığı sözde tatminle (yabancılaşmış emeğin sözde yeniden kendine dönmesi) insanların kendi kararlarını vermekten ve aktif politikadan alıkonulmasında, pasif tüketiciler haline dönüşmesinde, sendikaların meta toplumuna entegre olmasının payı büyüktür”[22]. Bir örnek olsun; Lafargue,”kapitalist toplumda çalışma, her çeşit düşünsel yozlaşmanın, her türlü örgensel bozukluğun nedenidir”[23]derken, düzenin bir iç muhalifi Devrimci İşçi Sendikaları Konferedasyonu Genel Başkanı Rıdvan Budak; “Bir insan düşünün, maddi refaha sahip. Çalışmadan yaşar durumdaki insan sonuçta bunalıma girer. Çalıştığı ve kazandığıyla yaşayabilen, sosyal devletin, hukuk devletinin içinde yaşayan insan çok daha mutludur. Çalışmak bir insanın yaşamındaki en önemli öğelerden biridir. Çalışmamak, işsiz olmak insanı moral bozukluğuna düşürür… Benim sendikacı olarak çalışanlar adına daha iyi haklar alabilmem için o işyerindeki üretimin ve kazancın yüksek olması gerek… çalışma toplumsal sorumluluktur, insanlığın mutluluğuna yöneliktir… Çalışmak, insanlığın en temel görevidir”[24]sözleri ile sevimli kapitalist Sakıp Sabancı’nın zenginlik ve başarısının sırrını çalışmak, çalışmak, çalışmak ile açıklaması ve bunu herkese öğütlemesi arasındaki benzemezlik(!) şaşırtıcıdır. Dünyayı bir çalışma kampına çevirmek başka nasıl ifade edilirdi.
İnsanlar, hayatta kalmaları garantiye alındığında, ya da ekonomik açıdan tatmin edildiğinde mutlu ve özgür olmazlar. İnsanlar ancak kendi hayatları üzerinde hiçbir iktidarın baskı yoksa ve kendileri iktidarı sahibi iseler, özgür ve mutlu olabilirler. Hayatta kalma karşılığında hiyerarşiyi özümseyerek özgürlüklerinden vazgeçmeleri insanlığa bir şey kazandırmamıştır. Özgürlükten vazgeçiş insanlıktan feragat demektir. “Hiyerarşi dediğimiz kötülük medeniyet sayesinde edindiğimiz bütün olağanüstü kazanımları lekelemiştir”.[25]
Bu konuda Batıdaki Protestan Ahlakı gibi İslami düşünce de çalışma etiğinin imdadına yetişmektedir İslami düşünce de çalışma etiğinin en önemli dayanaklardan biridir: “Anadolu’da ilk defa Selçuklular döneminde Kayseri bölgesinde esnaf teşkilatı olarak örgütlenen Ahi Evran, Anadolu topraklarında ilk defa İslam’ın ekonomik kurgusunu ortaya koymuştu. İslamiyet, esnaf teşkilatı içinde bir çalışma ahlakı haline gelmişti. Bir cihat ideolojisinden çok bir çalışma etiği olarak öne çıkıyordu. Bu sistem, Osmanlı döneminde de Ahilik adıyla devam etti. Yüzlerce meslek grubu bu sistem içinde yerleşerek İslam’ın çalışma ruhuyla üretimde bulundu. İslam esnaflığın, üretimin, örgütlemedeki ilişkilerin ve üretim amacının anlamlandırılmasında temel bir rol oynadı. İşe girişte, yükselmede, ustalaşmada ve üretimin başlama ve bitiminde yapılan belli dinsel törenler (ritüeller) bunu pekiştirici bir işlev gördü. (İlginçtir; Kütahya Şeker Fabrikası üretime başlarken, hala devlet erkanı bir din adamıyla beraber dua ederek açılış yapar.) İslamiyetin sağladığı çalışma etiği, hem ekonominin ürettiği yabancılaşmayı gideriyor, hem de çalışmanın güdüsel boyutunu meydana getiriyor”[26]. Vaazı dinsel düşüncenin nasıl sömürünün payandası olduğunun ifadesidir.
“Çalışmayla ilgili erdemler kataloğuna, burjuva toplumunun her yerinde rastlarız, Bunlardan kurtulmak mümkün değildir; basitçe uzaklaşıp görevlerin çalışmanın olmadığı bir yere gitmekle de kendimizi bundan sıyıramayız. Çünkü bu ahlak, beynimize zor yoluyla öylesine katı, öylesine sürekli ve tutarlı olarak sokulmuştur ki, çoğumuz onu bir kaya gibi içselleştirmişizdir. Kendimizi kurtarmayı istesek bile, içimizdeki bekçi derhal bize eziyete başlayacaktır.”[27]Kuşatılmışlık burjuva toplumunun her yerindedir (fabrika, işyeri, okul, askerlik, hapishane, aile, siyasi partiler, sendikalar… ) ve insanlığın sürüleştirilmesi tarihin hiçbir döneminde bu kadar gönüllü bir düzeyde gerçekleştirilmemiştir.
Kapitalizm nasıl ki üretim için üretimdir, üretim için ihtiyaç unsurunu ortadan kaldırmıştır, bunun önemli bir yüzünü de çalışma etiğinde görüyoruz; çalışmak için çalışmak. “Son derece ölçülü, akla dayalı bir örgütlenme kurulduğunda, sıradan bir ücretlinin günde dört sat çalışması herkese yettiği gibi, işsizlik de ortadan kalkar. Hali vakti yerinde kişiler böyle bir düşünce karşısında dehşete kapılırlar, yoksulların bu kadar boş zamanı ne yapıp edeceklerini bilmediği görüşündedirler… Doğrusu geniş kitlenin böylesi bir yoksunluk yaşaması için bir neden yok ki artık; günümüzde hiç de gerekmediği halde, aşırı derecede çalışma gerektiği konusunda bir tek, genelde günahkar olduğu kadar salakça da bir çilekeşlik ayak direyebilir ancak”[28]. Fazladan çalıştırma ya da iş günü süresinin uzunluğu aynı zamanda kitlelerin bir denetim mekanizmasıdır. “1938’de yayımlanan istatistikler en modern teknolojinin kullanılmasıyla zorunlu işgününün üç saate indirilebileceğini gösterdi. Yedi saat çalışmamızla iş bitmiyor, burjuvazi (ve onun Sovyet versiyonu) bu gün Taksit taksit satılan bir mutluluk vaat ederek işçi kuşaklarını tükettikten sonra fabrika dışında da insanı yok etmeye devam ediyor”[29].Zorunlu çalışmanın uzunluğu salt düzenin sürdürülmesi için gerekli olan barbarca uygulamalardan,biridir, iktidar, bu sayede yayımladığı koşulsuz emirlerin özümsenmesi için yorgunluk dozunu da imal etmektedir.
Marx, Bu fazladan çalıştırma ve yedek işgücünün kapitalizm için gerekliliği konusunda; “Ama fazladan emekçi nüfus, birikimin ya da zenginliğin kapitalist temelde gelişiminin zorunlu ürünüyse, bunun tersi de doğrudur, bu artık nüfus, kapitalist birikimin kaldıracı, yani, kapitalist üretim tarzının varoluşunun bir koşulu haline gelir. İhtiyaca göre göreve çağırılıp sonra terhis edilebilen bir yedek sanayi ordusu oluşturur ve bu ordu, sanki masraflarını kendi cebinden karşılayarak kendisini oluşturmuş gibi, sermayeye aittir.”[30]
Çalışma etiğinin Bir sonraki zinciri de düzenli ve çılgın tüketici yurttaş olma erdemidir. Ücretliler düzenli tüketiciler haline dönüştürülerek yoksunlar üzerindeki fetih tamamlanmıştır.
Ve Özgürlük…
Acaba hiç kimse ilkel halkların çalışmaya yaklaşımlarını, oyun ve yaratıcılığın önemini, modern teknojinin yüz kere daha etkili hale getirebileceği yöntemlerle sağlanacak inanılmaz verimi araştırma zahmetine katlanmış mıdır?[31]
“Daha dün çok değil değil on bin yıl kadar önceleri, insanlar ancak acıkınca inlerinden çıkarlardı (sözgelimi). Hepsi aynı saatlerde uyanıp, aynı saatlerde inlerinden fırlamaları, olacak şey değildi. Bu gün bir de bunu her gün yaptıklarını düşününce, aklım durdu. Akıllı hayvan bunu yapar mıydı? Gereksinimi (örneğin açlığı)ona batmaya başlayınca ava ya da toplamaya çıkardı.Günümüzde insanların, yılın hemen hergünü ava çıkmaları, sekizden beşe iş talim etmeleri akıllı bir iş mi? Özgür insan, yaşamı tutsaklığa çevirecek kadar akılsız mıydı?… İnsanın hep böyle yaşamadığını anımsadım. Dolayısıyla ileride böyle yaşamayabileceğini düşünerek umutlandım. Bu devletle gelen, devletin getirdiği bir yaşam biçimi (ya da biçimsiz bir yaşam) idi.”[32]
Çalışmanın ya da hayatta kalmanın bir angarya veya sömürüye dönüştürülmesi tarihsel koşulların, sınıflı toplumların ürünüdür, sınıflı toplumun ve onun ürünlerinin ortadan kalkmasıyla, çalışma diktatörlüğü ortadan kalkacak, çalışmak için çalışma, ihtiyaç için çalışma esasına göre, bir angarya ve sömürü aracı olan işin bir keyfe dönüşmesi, emeğin dönüşümlü olması mümkün olacaktır. Sınıfsız ve hiyerarşinin ortadan kaldırıldığı akla dayalı bu örgütlenmede, Kendi dışına yönelik zenginlik üreten bir makinelikten ve çalışma diktatörlüğünden kurtulan insan, kendini ve insanlığı geliştirmek için sonsuz fırsatlara kavuşacaktır. Ancak bunun gerçekleşmesi ihtimali burjuvazi için bir karabasandır; bir eşitsizlik ve hiyerarşik düzen olan kapitalizm için bunlar kabul edilemezdir, “tüm servetlerin eşit olduğunu düşünün, her türlü zenginliğin ve yoksulluğun ortadan kalktığını farzedin, o zaman kimsenin verecek bir şeyi kalmaz… Ve insanlığın en yumuşak, en güzel, en iyiliksever etkinliğini yok etmiş olursunuz. Düzeltme isterken tanrının eserini bozan zavallı reformcu durumuna düşersiniz”[33] vaazı, burjuvazinin (kapitalizmin) sistem içi reformlara dahi tahammül edemeyeceğini açıkça anlatmaktadır. Bu sözler, kapitalizmin sıkışmışlığını ve burjuvazinin eşitlik düşüncesi karşısındaki korkusunu ifade ederken, eşitsizliğin ebediliğine, değişmez ilahi yasaları referans vermesi, mezarlıktan geçerken korkudan ıslık çalmasına benzemektedir.
Bu yazı özgür üniversite Kavram Sözlüğü-2 de yayınlanmıştır. Detaylı bilgi için buraya yada kapak resmine tıklayın.
*Çalışma İnsanı Özgürleştirir!, Toplama kamplarının girişinde yazılan Nazi sloganı
[1] Bauman Zygmunt, Çalışma, Tüketicilik ve Yeni Yoksullar, Çev. Ümit Öktem Sarmal Y.1999 s.14
[2] Marshall Gordon Sosyoloji Sözlüğü, Çev Osman Akınhay, Derya Kömürcü, Bilim ve Sanat Y. 1999 s 110
[3] Bauman Z. Çalışma… s 14
[4] Önder İzzettin, Tembellik Hakkı, Cogito sayı 12 s 74
**Kitabı Mukaddes, Sirak Kitabı 38:24
[5] Bauman Z. Çalışma… s 15
[6] Vaneigem Raoul, Gençler İçin Hayat Bilgisi El Kitabı-Gündelik Hayatta Devrim, Çev. Işık Ergüden, Ayrıntı Y. s, Febre Lucien, Uygarlık, Kapitalizm ve Kapitalistler Çev Mehmet AliKılıçbay, İmge Y. 1995 s 109-110
***IssacWats İngiliz ilahiyatçı
****Calamus, bir ata binmişti… ama çalışmayı sevmediği için, tahtırevana geçti”. Veya Bosuet’de, “Kilise, ölenler karşısında duyduğu mümin çalışmayla”. Buradaki anlam kaygı ve üzüntüdür. Akt. Lucien Febre Uygarlık, Kapitalizm… s110
[7] Güllap Recai , 212.154.21.40/pazarek/sayi088/sayfalar/besir.htm
[8] Vaneigem R. Gençler İçin… s 61
[9] Marx Karl,Boş Zaman Üzerine Seçmeler , Cogito Sayı 12 1997 s 23
[10] Bauman Z, Çalışma… s 23
[11] Braudel, Fernand, Maddi Uygarlık, Mübadele oyunları, cilt II, çev. Mehmet Ali Kılıçbay, Gece Y.1993 s 453
[12] Braudel, Fernand Maddi Uygarlık c II, s 453
[13] Beaud Michel, Kapitalizmin Tarihi, Çev. Fikret Başkaya Dost Y.2003, s 100
[14] Engels Friedrich, İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu, çev Oktay Emre,Gözlem Y. 1974, s 154
[15] Başkaya Fikret, Burjuva Egemenliğinin Bir Aracı Olarak Sendikalar,www.ozguruniversite.org
[16] Beaud Michel, Kapitalizmin Tarihi… s 114
[17] Engels Friedrich, İngiltere’de Emekçi Sınıfların … s. 155
[18] Lafargue Paul, Tembellik Hakkından Seçmeler, Cogito, sayı 12 1997 s 12
[19] Russel Bertand,Aylaklığa Övgü, Cogito, sayı 12 1997 s 65
[20] Marx Karl Boş zaman Üzerine Seçmeler Cogito sayı 12 1997 s 27
[21] Başkaya Fikret, Burjuva Egemenliğinin Bir Aracı Olarak Sendikalar,www.ozguruniversite.org
[22] Haug Wolfgang, Emeğin Yeniden Yapılanması-Yeni Bir Sınıf Savaşının teorisinin ronesansı mı? Anarşınin Bugünü, Der. Hans-Jürgen Degen. Çev. Neşe Ozan Aykırı Y. s 66
[23] Aktaran Zeki Coşkun, Rıdvan Budak’la Söyleşi Cogito sayı 12 1997 s 85
[24] Coşkun Zeki, Rıdvan… s. 84-85
[25] Bookchin Murray, Toplumu yeniden Kurmak, çev. Kaya Şahin Metis Y. 1999 s 89
[26] Yıldırım Ergun, Serbest Piyasa Ahi Evranları: Anadoluda Yükselen Kalkınma Ahlakı,www.bilgi.hikmet.com
[27] Duhm Diether, Kapitalizmde Korku, Çev. Şargut Şölçün, Ayraç Yayınları, s 106
[28] Russel Bertand, Aylaklığa Övgü, Cogito Sayı 12 s 66
[29] Vaneiggem Raoul , Gençler İçin Hayat Bilgisi… s 63
[30] Marx, Karl, Kapital, I. Cilt
[31] Vaneigem Raoul, Gençler için Hayat Bilgisi… s 64
[32] Şenel Alaeddin, Çalışma, Baban Gibi, Köle Olma, Cogito Sayı 12, s 90
[33] Beaud ,Michel kapitalizmin Tarihi s. 129
http://www.scribd.com/doc/21362725/ZygmuntBauman-calismanin-anlami
http://bizdnyannyerlileri.blogspot.com/2009/02/calsma-etigi-ya-da-alcaklgn-evrensel.html
http://www.peyamaazadi.org/modules.php?name=News&file=print&sid=2174
Like this:
Like Loading...
June 24, 2010
Posted by e |
anti-kapitalizm, ezilenler, sistem karsitligi, somuru / tahakkum |
Leave a comment

Hayvan hakları hareketi geçtiğimiz yirmi yıl içinde muazzam bir gelişme gösterdi, hayvan hakları savunucuları da hayvanların deneylerde, gıda, tekstil ve eğlence sektörlerinde kullanılmasına etkin biçimde karşı çıktılar. Bu konuyu kamuoyunun gündemine taşımayı başardık. Yanık deneylerinde alev lambasıyla dağlanan tazıların ve domuzların, hiçbir işe yaramayan pahalı kafa yaralanması deneylerinde beyinleri “hızlandırılan” primatların korkunç görüntülerini herkesin görmesini sağladık. Süt danalarının doğduktan bir gün sonra annelerinden ayrıldığı, 50 santimetrelik “bataryalara” hapsedilip kas gelişimlerinin engellendiği, tüketiciler sırf “süt danası” yiyebilsin diye kansız olmalarını sağlamak için sadece sıvıyla beslendikleri konusunda hemen hemen herkesi bilgilendirdik. Hayvanlara yönelik kötü muamelelerin ardı arkası kesilmiyor, bugün ancak çok bilinçsiz ya da duyarsız insanlar, postmodern teknoloji toplumunda hayvanların çok kötü muamele gördüğü gerçeğini inkâr edebilir.
Gelgelelim, solun bu konudaki tavrı hayvan hakları hareketini ya görmezden gelmek ya da bu harekete kuşkuyla, belki de düşmanca yaklaşmak oldu. Hayvan hakları hareketi solun nezdinde tam anlamıyla bir burjuva hareketi, esasen beyaz, üst sınıf, apolitik, hatta muhafazakâr bir hareket; hayvan hakları savunucuları da hayvanların çıkarlarını insanlarınkinden üstün tutan, çoğu zaman yoksulların çıkarlarına zarar vermeyi göze alan insanlar.
İlericilerin bu tepkilerinin altında yatan belli başlı dört neden var: Bunların gerekçesini anlayabiliriz, ama kesinlikle meşru değiller.
• Öncelikle ilericiler, tarihsel kökenleri itibarıyla, ev hayvanlarıyla ilgili olarak 19. yüzyılda gelişen orta ve üst orta sınıf mefhumlarına ve işçi sınıfının hayvanlara kötü muamelesine yöneltilen burjuva menşeli eleştiriye bağlı olan bir harekete mesafeyle yaklaşıyor. Buradaki örtük kabul şu: Bugün hayvan hakları felsefesinin, orta ve üst sınıf mülkiyet mefhumlarıyla bağlantılı olduğu düşünülüyor ve yalnızca işçi sınıfının hayvanlara kötü muamelesine karşı çıkıldığı iddia ediliyor.
• İkincisi, her ne kadar çoğu aydınlanmış kimse hayvanlara “insanca” muamele edilmesini savunsa da, ilericiler şunu fark edemiyorlar ki hayvanlar başka bir kişinin özel mülkü olarak görüldüğü sürece onlara “insanca” muamele edilmesi söz konusu olamaz. Yani, özel mülkiyete şiddetle karşı çıkanlar, hayvanlar söz konusu olduğunda bu eleştirilerini bir yana bırakıp hayvanların özel mülk statüsünü kabul ediyor, kapitalist ya da sosyalist bir toplumda akla gelebilecek her türlü amaç doğrultusunda kullanılmalarında herhangi bir sorun görmüyorlar.
• Üçüncüsü -ve belki de en temeli- ilericiler türcülük ya da tür ayrımcılığı mefhumlarını hiçbir zaman açıkça reddetmiyor. Biyomedikal endüstrinin ve tarım işletmelerinin propagandalarını benimsiyorlar ve sanıyorlar ki hayvan hakları hareketi ve türcülük doktrini, hayvan hakları ile insan hakları arasında denklik kuruyor ya da hayvanlara toplumun en yoksul mensuplarına ya da özürlülere kıyasla daha fazla hak tanınmasını savunuyor. Bunlar çok yanlış yorumlar, ama yukarıda da değindiğimiz gibi, hayvanları kullanmaktan çıkar sağlayan büyük işletmelerin sürekli olarak öne sürdüğü, ana-akım basında da yansımasını bulan iddialar.
• Dördüncüsü, pek çok ilerici, hayvan refahına yönelik çabaları hayvan hakları mücadelesi sanıyor. Hayvan refahı anlayışı, çok muhafazakâr bir doktrindir ve mevcut durumu idame ettirmede büyük -genellikle parasal- çıkarları olanlar tarafından savunulması muhtemeldir (ki çoğunlukla böyle oluyor).
Buna karşılık, birçok hayvan hakları savunucusu da hayvan hakları meselesine sanki solculara da, liberallere de, muhafazakârlara da hiç ayrımsız hitap edebilecek, siyasal açıdan “nötr” bir meseleymiş gibi yaklaşıyor. Bazı sözümona hayvan hakları savunucularının, hayvanlar dışında herhangi bir konuda kendilerine bir soru yöneltildiğinde sıklıkla “bu konuda ortak bir tavrımız yok” yanıtını vermesi, bu yaklaşımın en bariz tezahürü.
Bu yazıda, hayvan hakları hareketinin tarihsel ve kuramsal temellerinin izini süreceğiz. Solun bu hareketi fena halde yanlış anladığı; bu hareketin solun duyarlılıklarına uzak ya da siyaseten tarafsız olmak şöyle dursun, doğru anlaşıldığı takdirde sola -hatta işçi sınıfına- ait bir hareket olduğu sonucuna varacağız.
ELİTİST KÖKENLER?
Howard Parsons Marx and Engels on Ecology adlı eserinde sosyal reformcuların hayvanların hayat koşullarının iyileştirilmesiyle doğal olarak ilgilendiğini, ama hayvanlarla ilgili kaygıların daha ziyade “varlıklı sınıflar, yüksek gelirli ya da profesyonel meslek sahibi insanlar arasında doğduğu”nu iddia eder; bu insanların da “kaynakların halk tarafından ya da sosyalist bir yönetimle denetlenmesi olasılığı karşısında elitist bir korku” içinde olduklarını ve “kendi özel mülklerini korumak istediklerini” belirtir. Bu görüş çerçevesinde işçi sınıfı reformun kurbanıdır, çünkü reformcular, zenginlerin -tilki avı gibi- kanlı zevklerini hedef almayıp, sadece alt sınıfların hayvanlara yönelik kötü muamelesini ortadan kaldırmaya çalışmakla hiç de adil olmayan bir yaklaşım benimsemişlerdir.
İşçi sınıfı aynı zamanda reformun önünde bir engel olarak görülür. 19. yüzyıldaki hayvan deneyi karşıtı hareketin tarihini anlatan temel kaynak olarak değerlendirilen kitabın yazarı Richard French, hareketin başarısızlığa uğramasının nedeninin “işçi sınıfının derin kayıtsızlığı” olduğunu belirtir.
Hayvan hakları hareketinin köklerinin yalnızca burjuva ideolojisine dayandığı görüşündeki sorun, tamamen yanlış olması. Hareket içerisinde kuşkusuz burjuva bir unsur yer alıyordu, ama bu unsurun rolü o kadar abartılıyor ki, sosyalist düşüncenin harekete doktrin düzeyindeki katkısı da, kadınların ve işçi sınıfının pratik katılımı da göz ardı ediliyor.
19. yüzyılda hayvanlarla ilgili kaygılar büyük ölçüde Bentham ve Mill gibi liberallerce, Shaw, Henry Salt, ve Edward Carpenter gibi sosyalistlerce dile getirildi. Bu insanların hepsi de hayvanların sömürülmesine karşı çıktı ve başka toplumsal davalarda da etkin olarak yer aldılar. Örneğin, hayvanların sömürülmesine karşı çıkan Frances Cobbe, kadınlar ile çocuklara yönelik şiddete ve pornografiye de yılmadan karşı çıkıyordu. Vejetaryen ve hayvan deneyi karşıtı olan Charlotte Despard, Kadınların Toplumsal ve Siyasal Birliği’nin genel sekreteriydi ve genel oy hakkı hareketini destekleyen etkinlikleri nedeniyle hapse girmişti.
1907’de Londra’da sendikacılar feministlerle ve hayvan deneyi karşıtlarıyla güçlerini birleştirip hayvan deneylerine karşı çıktılar, üstelik Engels’in erkek emeğinin yerini daha ucuz kadın emeğinin alacağı yönündeki uyarısına rağmen… “Old Brown Dog Riots” adıyla anılan bu eylem, bugün pek az insan tarafından biliniyor. Bu üç grup, Londra Üniversitesi’nden bir grup doktor ve tıp öğrencisiyle düpedüz savaş yaptı. Eylemcileri dağıtmak için atlı polislerin iki kez müdahale etmesi gerekti.
Carol Lansbury, bu olaya ilişkin tarihsel incelemesi The Old Brown Dog’da, kadınların da işçilerin de tıbba kuşkuyla baktığını ve hayvanlar üzerinde yapılan deneylerde, kendileri üzerinde uygulanan baskının simgelerini gördüklerini anlatır. “Üzerinde deney yapılmak üzere canlı halde kesilip biçilen hayvan, kesilip biçilen kadını temsil ediyordu: Jinekoloğun masasına yatırılan kadını, zamanın pornografi edebiyatında teşhir edilen kadını.”
Lansbury, tedavi görmeye paraları yetmeyen kadınların, tıp öğrencilerinin eğitiminde model olarak kullanılmak için gönüllü olmaya zorlanmak suretiyle nasıl birer eğitim aracı haline getirildiklerini ayrıntısıyla ele alır. Derslerin malzemesi haline getirilen kadınlar, haysiyetlerini ayaklar altına alacak şekilde, vücutlarının çeşitli yerlerini elleyip duran onlarca öğrencinin bakışları altında, bir doktor tarafından muayene ediliyor, birer nesneye dönüştürülüyorlardı.
İşçilerin, hayvanların deneylerde kullanılmasına karşı çıkma nedeni, “o hayvanlarda kendi suretlerini görmeleri”ydi. Çoğunluğun çıkarları uğruna azınlığın acı çekmesini meşru sayma yaklaşımı burada da kendini gösteriyor, işçi sınıfı ve işsizler kendi rızaları olmaksızın “deney nesneleri” haline getiriliyor, yoksul insanların cesetleri çoğunlukla anatomi uzmanlarının teşrih odasında son buluyordu.
Mezbaha işçileri bile öldürülecek hayvanlara işkence edilmesine karşı çıkıyordu. Mezbaha işçileri sendikasından bir yetkilinin 10 Haziran 1990’da Washington D.C.’deki Hayvanlar İçin Yürüyüş’te yaptığı konuşma, mezbaha işçilerinin bu konudaki duyarlılığının günümüzde de devam ettiğini gösterir. Sendika yetkilisinin hayvanlar adına yaptığı ateşli konuşma, işçilerin de hayvanların da sömürülmekte olduğu gerçeğini gördüğüne, sendikasının bu hayvanlar için duyduğu kaygıya işaret eder. Son dönemde yaşanan bir trajedi, bu noktayı bir kez daha gözler önüne serdi. Mart 1992’de, çoğu siyah kadınlardan oluşan yirmi beş kişi North Carolina’daki bir tavuk işleme fabrikasında çıkan yangında hayatını kaybetti. Fabrikanın sahipleri, işçiler tavuk çalmasın diye yangın çıkışlarını kapatmıştı. İşçiler de hayvanlar da, fabrika sahipleri onları gözden çıkarılabilir birer meta olarak gördüğü için öldü. Bu nedenle işçi sınıfının hayvanların içinde bulunduğu kötü durumla ilgilenmesine şaşmamak gerek.
Marx hayvan hakları fikrini muhtemelen savunmazdı, ama şunu da unutmamak gerek: Marx’ın, insan hakları fikrine de özellikle ilgi göstermediğini görmezden gelmek, birçok solcunun işine geliyor. Dahası Marx hemen hemen bütün kurumları eleştirmiş olsa da, eserlerinde “bilim”i diğer kurumlardan üstün gördüğüne işaret eden birçok unsur var. Marx, “nesnel” olacağı varsayılan ve bilim insanları tarafından öğrenilen bilginin, işçi sınıfını komünist toplum hedefine götürmeye yardımcı olacak güçlü teknolojik araçlar yaratacağını düşünüyordu.
Her halükârda, haklarla ilgili yaklaşımı ne olursa olsun, Marx hayvanlar ile insanlar arasındaki en temel farkın “bilinçli hayat etkinliği” dediği şey bağlamında ortaya çıktığını düşünüyordu. Ona göre insan, hayvanlardan farklı bir şekilde bilinç sahibidir – insan “bizatihi hayat etkinliğini iradesinin ve bilincinin nesnesi haline getirir”ken, hayvan “hayat etkinliğiyle bir ve aynıdır.”
Marx bu fikri Hegel’den almış olabilir. Hegel de hayvanların kendi kendilerinin bilincinde olmadıklarını düşünüyordu. Ama Marx’ın yararlanacağı tek kaynak Hegel değildi: Descartes da buna benzer düşüncelere sahipti. İndirgemeci bilimsel yöntemine göre, hayvanlar ne bilince ne de hissetme yetisine sahipti. Ne olursa olsun, Marx (aynı şekilde Hegel ile Descartes da) şüphesiz yanılıyordu. Bugün hayvanların büyük çoğunluğunun bilinç, hissetme yetisi ve zekâ sahibi olduğundan kuşku duyacak pek az insan olsa gerek. Haklar meselesini bir yana bırakalım, insandışı hayvanların, en azından, kapitalist bir sistemde çok temel yönlerden “yabancılaştırıldıklarını” söylemek hiç şüphesiz mümkündür.
Hollandalı filozof Barbara Noske’nin dikkat çektiği gibi, sanayi ve orduyla yakın bağları olan hâkim kapitalist tarım ve biyomedikal araştırmalar bağlamında, hayvanlar esasen birer “makine” muamelesi görüyor. Kafeslerde tutuldukları için, vücutlarının doğal olarak gereksinim duyduğu birçok hareketi yapamadıkları için kendi doğalarına yabancılaşıyorlar, başka hayvanlara yabancılaşıyorlar, doğal ortamlarına yabancılaşıyorlar.
O halde, hâkim görüşün aksine, hayvanların gördüğü muameleyle ilgili duyarlılık elit kesimle sınırlı değildi, kadınlar tarafından, işçi sınıfı tarafından, solcu entelektüeller tarafından paylaşılıyordu. Hayvanların hayat koşullarıyla ilgilenen burjuva unsurlar vardı şüphesiz, onlar da en başta, sahiplerinin malı olarak görülen kedi köpeklerle ilgileniyorlardı. Ama modern hayvan hareketinin gelişimindeki yegâne, hatta başat rolü bu unsurlara atfetmek kesinlikle yanlış olur.
HAYVAN REFAHI YAKLAŞIMI
VE HAYVANLARIN MÜLK STATÜSÜ
Birçok ilerici, hayvan refahı yaklaşımını meşru görür ve hayvanlara olabildiğince “nazik” davranmamız gerektiğini savunur. Gelgelelim, hayvanların herhangi bir hakkı olduğu fikrini reddederler. Belli koşullar altında, hayvanları çeşitli şekillerde sömürmenin meşru olduğunu düşünürler. Ama buradaki sorun şu: Hayvan hakları anlayışına karşılık hayvan refahı anlayışı, hayvanların içinde bulunduğu durumu iyileştirmede, hatta çektikleri acıları azaltmada bile asla işe yaramaz.
İnsanlardan farklı olarak hayvanların herhangi bir hakka sahip olamayacağı savunulur. İngiliz Uluslar Topluluğu ülkeleri ile ABD’nin mevcut hukuk sisteminde ve hemen hemen bütün Avrupa ülkelerinin medenî kanunlarında, hayvanlar insanların malı olarak görülür: Sadece birer “nesne”dir onlar.
Kuşkusuz, hayvanların mülk statüsünü değiştirme ve hayvanlara hak tanıma yolunda görünürde bazı değişiklikler içeren, en azından insanlara hayvanları dolaysız olarak ilgilendiren bazı sorumluluklar yükleyen birçok yasanın çıkarıldığını inkâr etmiyoruz. Ama bu yasalar hayvan refahı yaklaşımını temel alıyor. Bu da, hayvanların insanların malı olduğunu kabul eden, “insanca” yollarla ve “gerekli” olduğu sürece sömürülmelerinde sakınca görmeyen bir yaklaşım.
Hukuk sisteminde hayvanların mülk olarak değerlendirilmesinin nedeni ortada: Kapitalist toplumumuzda hayvanların sömürülmesi işlevsel açıdan vazgeçilmez. Gıdadan savunmaya, kozmetikten tekstile, ilaç sektörüne kadar neredeyse bütün sanayi kollarında hayvanlar ya da hayvan ürünleri kullanılıyor. Hayvanların mülk statüsü, kölelere sahiplerinin, kadınlara eşlerinin ya da babalarının malı olarak muamele edilmesinden hiç de farklı değil. Hissetme yetisine sahip varlıkların köle ya da mal statüsüne indirgendiği hiçbir durumda, “sahip”leriyle aralarında çıkan çıkar çatışmasında kazanan taraf onlar olmayacaktır. Köle sahiplerinin kölelerini nedensiz yere öldürmesini yasaklayan kanun hiçbir zaman uygulanmadı, çünkü mahkemeler kendi “mal”ına kasten zarar veren bir kişinin geçici delilik yaşadığına karar veriyordu. “Parmak hesabı” ifadesi, erkeklerin eşlerini başparmaklarını geçecek kalınlıkta bir sopayla dövmesini yasaklayan bir kanuna dayanır. Bu, kocalarının malı olarak görülen ama ahlakî muameleyi de hak ettikleri düşünülen kadınları korumak amacıyla tasarlanmış “refah temelli” bir yasaydı.
HAYVAN HAKLARI?
Sol şu soruyla asla yüzleşmedi: İnsandışı hayvanlara, hukukî statülerini belirlemek amacıyla, mal muamelesi etmek ahlakî açıdan kabul edilebilir mi? Sol bu soruyla hesaplaşmadığı için, hayvan refahı kuramını destekleyip hayvan hakları kuramını göz ardı etti. Ama böyle yapmakla, hayvan hakları hareketinin temelinde yatan güçlü bir doktrini de görmezden geldi.
Bu doktrin, “türcülüğün”, yani tür ayrımcılığının reddidir. Türcülük, bir varlığın ahlakî cemaate dahil olup olamayacağına hangi türün üyesi olduğuna bakarak karar vermektir. Ama türün ahlakî açıdan belirleyicilik mertebesine yükseltilmesi, ırkın ya da cinsiyetin böyle bir mertebeye yükseltilmesinden farklı değil.
Tür ayrımcılığını reddetmek, farklı türler arasında ahlakî değerlendirme bağlamında önemli olacak bazı farklılıklar bulunabileceğini reddetmek ve bütün türlere aynı muameleyi göstermek anlamına gelmez. Sadece, farklı muamelenin tek gerekçesi olarak türü gösteremeyeceğimiz anlamına gelir.
“Hak” kavramını hayvanları da içine alacak şekilde genişletmeyi savunan Tom Regan, algılama, hatırlama, arzulama, kendinin farkında olma, gelecek duygusu taşıma ve hissetme yetilerine sahip olan bütün hayvanları “bir hayatın öznesi” olarak adlandırır ve biyolojik anlamda canlı olmanın yanı sıra psikolojik bir kimlik duygusuna da sahip olduklarını savunur. Bir hayatın öznesinin hayatı, başkaları o hayata ne değer biçerse biçsin, kendi içinde değerlidir. Regan kendi içinde değer taşıyan canlılara zarar verilmemesi gerektiğini savunur.
Kuşkusuz, hayvanların hak sahibi olduğunu kabul ettikten sonra, ne gibi haklara sahip olduklarını da belirlememiz gerekir. Bu yazıda bu hakların tam bir listesini sunmak gibi bir amacımız yok. Ama herhangi bir hak sahibine en başta tanınması gereken hak, mal yerine konmama hakkıdır.
Bir hayvanın mal yerine konmama hakkına sahip olduğu kabul edilirse, hayvanların deneylerde veya gıda sağlamak ya da eğlendirmek amacıyla kullanılmasını meşrulaştırmak zor, hatta belki de imkânsız hale gelir.
Hayvan haklarıyla ilgili tartışmada, hakları hayvanları da içine alacak şekilde genişletmek zorunda olmadığımızı, çünkü hayvanların ahlaken hak sahibi olamayacaklarını iddia edenler oldu. Bu teze göre haklar insanlar tarafından yaratılmıştır ve sadece insanların hak talebinde bulunması uygundur.
Tarihsel açıdan haklar kökenleri itibariyle ayrıcalıklı bir elitin ürünüydü. Magna Carta’nın imzalanmasında işçi sınıfının payı yoktu. Hak kavramı giderek daha geniş kesimleri içine alacak şekilde genişletildi, yoksa hak kavramının başından beri bütün insanları ve yalnızca insanları kapsaması düşünülmemişti. Bugün hukuk, ne hak kavramının oluşturulmasında rol oynaması ne de herhangi bir yükümlülük taşıması söz konusu olabilecek çocuklara ve zihinsel özürlülere de haklar tanıyor. Hayvan hakları söz konusu olduğunda çetin soruların gündeme gelmesi kaçınılmaz, ama aynı durum insan hakları için de geçerli.
HAYVAN ÖZGÜRLEŞMESİ
İNSAN ÖZGÜRLEŞMESİDİR
Türcülüğün reddi, diğer önyargı biçimlerinin de reddedilmesi gereğini içerdiği için güçlüdür. Hayvan hakları savunucuları hayvanların sömürülmesine ahlaken yanlış olduğu için karşı çıkarlar. Çünkü hayvanların sömürülmesi, ahlakî cemaate ait olma kriterinin keyfî ve ahlakla ilgisiz bir biçimde belirlenmesine dayanır – tıpkı ırkçılık, cinsiyetçilik ya da homofobi gibi.
Türcülük insandışı hayvanların iktisadî çıkar adına sömürülmesine göz yumar, tıpkı iktisadî adaletsizliğin işçi sınıfının sömürülmesine yol açması gibi. Hayvan haklarının tanınması yoksulların çıkarlarına ters düşmez; bilakis, onların yararınadır. Hayvancılık sadece ekolojiyi tahrip etmekle kalmıyor, yeryüzünün bütün sakinlerini besleyecek kadar gıda üretilmesini de engelliyor. Hayvan hakları savunucusu bütün hayvanlar için adalet talep eder – insan ya da insandışı.
SONUÇ
Türcülüğe karşı çıkmak, kapitalizmde bütün ezilenlerin sömürülmesine karşı çıkmayı gerektirir; insan hayvanların [human animals] ezilmesine karşı çıkan bütün solcular, kendilerine şu soruyu sormalı: Neden haklar söz konusu olduğunda, yeryüzünü paylaştığımız, hissetme yetisine sahip diğer canlıları dışarıda bırakıyorlar? Buna karşılık, hayvan hakları hareketi içerisindeki insanların da şunu anlaması gerek: Tutarlı bir hayvan hakları hareketi, bütün canlılar için adalet talebinde bulunmalı. Aksi halde hareketimizin insanları umursamadığı eleştirisini haklı çıkarırız.
ABD’nin son dönemdeki askerî faaliyetleri ve gizli soğuk savaş taktikleri sonucu dünya çapında demokrasinin yayıldığı iddialarına rağmen, dünya ekonomisi büyük bir tehdit altında. Giderek daha çok sayıda iktisatçı kapitalist sistemin dağılmakta olduğunu ve yerine başka bir sistemin getirilmesi gerektiğini kabul ediyor. O başka sistemin neye benzeyeceği, özgürleşme için yola çıkan bütün kardeşlerimizi kucaklamak konusundaki kararlılığımıza ve istekliliğimize bağlı.
Yazarlar : Anna E. Charlton, Sue Coe, Gary L. Francione
Çevirmen: Elçin Gen
http://www.animal-law.org/ adresinde yer alan, “The American Left Should Support Animal Rights: A Manifesto” başlıklı metinden derlenmiştir
http://hayvanozgurlugu.blogcu.com/hayvan-ozgurlugu-ve-sol/547852
http://www.savaskarsitlari.org/arsiv.asp?ArsivTipID=1&ArsivAnaID=28812
http://www.birikimdergisi.com/birikim/dergiyazi.aspx?did=1&dsid=275&dyid=4240&yazi=Sol%20Neden%20Hayvan%20Haklar%FDn%FD%20Desteklemeli?
Like this:
Like Loading...
June 17, 2010
Posted by e |
ezilenler, sistem karsitligi, somuru / tahakkum, türcülük, doğa / hayvan özgürlüğü |
2 Comments

Hayvanlarla ilişkimiz karmaşıktır, üzücüdür, bulanıktır, ikilemler barındırır ve her tarafa yayılmış bir haldedir. İnsanlar hayvanları sevdiklerini söyleyip de arından hayvanlara zarar verip onları öldürdükleri zaman beni sevmedikleri için memnun olduğumu söylüyorum onlara.
Bizler hayvanları gözlemliyoruz, onlara şaşkınlık içerisinde bakıyoruz, onlar üzerinde deneyler yapıyoruz, onları yiyor, giyiyoruz, onlar hakkında yazıyor, onları çizip boyuyoruz, “doğayı yeniden dekore ederken” onları sağa sola taşıyoruz. “Doğayı yeniden dekore etmek” diyerek burada küresel bir eğilimden söz etmiş oluyorum, neredeyse bir saplantı halini almış bir şekilde diğer hayvanların yaşam alanlarına girerek onlara, onların arkadaşlarına, ailelerine ne yaptığımızı zerre kadar umursamıyoruz. Pişmanlık duymadan giriyoruz çünkü sayımız çok fazla ve bunu yapmak bizim için gerçekten kolay. Ayrıca hiç utanmadan da aşırı derecede tüketiyoruz.
Hayvanlar sürekli olarak bizlerden onlara daha iyi davranmamızı ya da onları rahat bırakmamızı istiyor. Sizce manifestoları nasıl birşey olurdu? Temel olarak hayvanlar daha iyi davranılmasını ya da rahat bırakılmayı isterler, bunu istemekte de son derece haklılar. Onların bakışlarını görmezden gelmeyi bırakmalıyız, isteklerine yüreklerimizi kapamaya son vermeliyiz artık. İstedikleri şeyi kolayca yapabiliriz- onlara gereksiz acı vermeyi bırakabiliriz, ızdırap vermeyi bırakabiliriz, yalnızlık, üzüntü ve ölüm hatta türlerinin yok olmasına sebep olmaya son verebiliriz.Bu, seçimler yapmakla alakalı bir durumdur; nasıl araştırmalar düzenlediğimizle, kendimizi nasıl eğlendirdiğimizle, neler satın aldığımızla, nerede yaşadığımızla, kimi yediğimizle, kimi giydiğimizle ve hatta aile planlamasıyla alakalı bir seçim yapmakla alakalıdır.
Bütün iyi manifestolar gibi, burada da söz konusu olan şey, değerlerle hakikatleri harmanlayan bir eylem çağrısıdır. Hayvanlar uğrundaki bilincimizi çoğaltmaya ve şu andaki paradigmayı değiştirmeye ihtiyacımız var, bu paradigma içerisinde hayvanlar için çalışanlar, çevre uğruna çalışanlara radikal ve aşırı insanlar gözüyle bakılıyor hala. Hiç kimse davası uğruna özür dilemek durumunda kalmamalı, hiç kimse hissettikleri için utanmamalı veya utandırılmamalı.
Bu hayvan manifestosu hayvanlara hissetme yetenekleri olan canlılar olarak, duygusal varlıklar olarak bakılmaları ve onlarla ilişkilerimizi tanımlayan zulmü idrak etmemiz yönünde, onlar adına merhametle davranarak bu durumu değiştirme yönünde bir çağrıdır. Büyük bir oranda başka hayvanların hayatlarınız kontrol ediyoruz. Hayat koruyanlarız biz. Hayvanlarla olan ilişkilerimizde merhameti ve nezaketi temel olarak almalıyız. Hayvanların yaşam düzeylerini ilerletecek değişiklikler yapmaktan çekinmemeliyiz. Gerçekten de onları kucaklamalıyız. Bu tür değişiklikler hem kendimizi hem de dünyamızı iyileştirecektir.
Teolog Thomas Berry Doğa ile aramızdaki ilişkinin onu kullanmak üzerine değil ona hürmet duygusu üzerine kurulu olması gerektiğini söylemiştir. Bireylerin sadece var olmalarından kaynaklanan bir içsel değeri vardır, ve sadece bu bile onlarla bir arada varolmamızı gerektiriyor. Bütün hayvanlar ve insanlar onur ve saygı talep eden bir hayat sürme hakkına sahipler, dışardan müdahaleler olmaksızın. Bütün canlıları oldukları gibi ve oldukları şey için kabul etmeye ihtiyacımız var. Bütün canlılar, bütün hayvanlar sadece var oldukları için saygı dolu bir yaklaşımı hak ediyorlar.
Doğadan ve hayvanlardan koparak onlara yabancılaşmamış yüreklerimizi öldürüyor, doğanın güzelliği ve hayatın şahaneliğine tanık olana dek ne kadar uyuşmuş olduğumuzu anlamıyoruz: bir telefon kablosu üzerinde koşuşturan serçeler, bir ağacın dalına tünemiş güzel bir sesle şakıyan bir kuş, bir çiçeğin etrafında dönen bir arı ya da bir karınca yuvasına merakla bakan bir çocuk..Bu küçük anlarda bütün doğayla ve bütün mahlukatla aramızdaki bağı hissederiz.
Eğer karşımıza çıkan her canlıdaki merhameti ortaya çıkarırsak o zaman daima ileri gideriz ve merhametimizin izlerini genişletebiliriz. Karbon izimizden farklı olarak merhamet izlerimizi daha da büyütmeyi deneyebileceğimiz birşeydir. Bu da günlük kararlarımızı değerlendirebileceğimiz bir lens görevi görür. Hayvanlar uğruna daha insancıl ve daha merhamet dolu seçimler yapabiliriz. Bu kadar basit.
Merhamet izimizi genişletmek için işte size altı sebep:
Bütün hayvanlar dünyayı paylaşırlar, bizler de onlarla beraber varolmak zorundayız.
Hayvanlar düşünürler ve hissederler.
Hayvanlarda merhamet duygusu vardır ve merhameti hakederler.
Bağlantı kurmak şefkati artırır, yabancılaşma duygusu ise saygısızlığın çoğalmasına sebep olur.
Bizim dünyamız hayvanlara merhametle davranmamaktadır.
Merhametle davranmak hem dünyamıza hem de bütün varlıklara yardım eder.
Dünyada giderek daha fazla sayıda insan hayvanların hayatına nasıl bir etkide bulunduğumuz gerçeğiyle daha fazla ilgilenmekte.Artık eskiye oranla, diğer hayvanlarla bir arada yaşamanın ne kadar hayati bir önem taşıdığını daha fazla idrak ediyoruz, kaderimizin onlara sıkı sıkıya bağlı olduğunu daha iyi anlıyoruz. Ben hem bir iyimser hem de bir düş adamıyım, gerçekten de çok çalışarak geleceğin hayvanlar ve insanlar için çok daha iyi olabileceğine inanıyorum.
Çeviri:CemC
http://www.hayvanozgurlugu.com/news.php?extend.483
Like this:
Like Loading...
June 14, 2010
Posted by e |
ezilenler, türcülük, doğa / hayvan özgürlüğü |
Leave a comment

Gerçeklik tüm karmaşıklığıyla sunuyor kendisini bize. Dünya ya da evren bir oturuşta sindirilmeyecek kadar çok büyük ve çok karmaşık gözüküyor gözümüze. Bu karmaşıklığı düzenli, anlamlı hale getirmek için soyutlama yetimizi kullanıyoruz, karmaşık olandan anlamlı olacak öğeleri çekip çıkarma işlemini.
Zihinsel yetilerimiz sayesinde karmaşık gerçekliği anlamlı küçük parçalara ayırıyoruz. Aldoux Huxley’in The Genius and The Goddes romanında tartıştığı gibi “işlenmemiş haliyle varoluş her zaman, birbirini izleyen başbelası bir şeydir” ve bu yüzden gerçeklik asla anlam yaratmıyor; gerçekliği işlerken kullandığımız kurmaca eylemi ile dünya anlamlı hale geliyor. Romanın kahramanlarından biri “kurmacanın birliği var, biçemi var” diyerek gerçekliğin biçemsizliğinden, düzensizliğinden yakınıyor.
Dünyanın karmaşasını anlamlı hale getirme uğraşı yeni bir şey değil, insanlığın tarihi kadar eski belki de. Dünyayı anlamlandırma işi büyük ölçüde toplumsal, sınıfsal, ırksal, cinsel ve diğer konumlara bağlı olarak değişiyor. Her toplumsal küme kendine göre anlamlandırmaya çalışıyor dünyayı. Günümüzde de bu anlamlandırma, dünyaya dair kurmacalar sunma işi tüm hızıyla devam ediyor. Gerçeğin yorumları olarak kurmacaların yarattığı karmaşayla da baş etmek zorunda kalıyoruz.
Sermayenin kurmaca gerçekliği ve kentin kıvrımları
Şimdilerde neoliberal dünya düzenini hayata geçirmek isteyen sermaye, başat kurmaca olarak küreselleşmeye ikna etmeye çalışıyor bizi. Sermaye kendi soyutlamalarıyla anlamlandırdığı dünya imgesini hayata geçirirken, yeryüzünü bir kez daha kendi imgesinde yaratmaya kalkışıyor. Başka olası anlamlandırma seçeneklerinin önünü kesmek için tüm iletişim kanallarını, askeri gücünü kullanarak, insanların düşünme yetisini dumura uğratarak yapıyor bunu. Tek gerçeklik, tek seçenek olarak kendi kurmaca gerçekliğini anlatıyor durmadan.
Sermaye doğası gereği, katı olan, durağan olan, kalıplaşmış olan şeylerden hoşlanmıyor, paranın sıvılaştırıcı etkisiyle katı olan her şeyi akışkanlaştırıyor; yersizyurtsuzlaştırılmış coğrafyalara, mekanlara, bedenlere durmadan yeni kimlikler kazandırılıyor. Bir zamanların dışlanmış mekanları bu akışın içinde yer almak için yeniden düzenleniyor. Sermayenin mekanlara, coğrafyalara, bedenlere yüklediği işlevler durmadan biçim değiştiriyor. Sermaye bir kez daha yeryüzünü fethetmeye koyuluyor.
Eski dünyadan bir alıntı yapalım: Milattan sonra ikinci yüzyılda Yunan kentlerini dolaşmaya çıkan Pausanias, tüm gezginlere bir kentin nasıl gezileceğine dair bir öneride bulunuyordu. Aslında onun önerisi daha sonra modern ve postmodern dönemlerde turistlerin izleyeceği yolu, turistin tüketici bakışını tanımlamıştır bir bakıma.
Kente yaklaşırken gezgin kutsal alanlarla mezarları ziyaret ettikten sonra kenti çeviren duvarlarla karşılaşacaktır. Bu savunma duvarlarının yapısını anlamak için burada biraz oyalanmasını ister gezginden. Ana kapılardan birinden içeri girdikten sonra yol onu kentin kalbine, agoraya götürür. Kentin merkezinde görülmeye değer şeyler vardır: Tapınaklar, stoalar, heykeller, anıtlar, tiyatrolar vb. Kentin tepesinde bulunan akropol de gözden kaçırılmamalıdır. Pausanias gezginin sıradan yurttaşların sıradan evlerinin bulunduğu daracık arka sokaklar ve kirli ara yollar labirentine girmesini istemez. Burada ilgimizi çekecek, görülmeye değer şeylerin olmadığını söyler bize.
Artık böyle bir şey mümkün değil; yoksulların, sıradan insanların yaşadığı ara sokaklar da küreselleşmenin gezginci, göçebe, fetihçi gücünden kaçamıyor. Sermayenin kartal bakışı kent merkezindeki kirli arka sokaklar labirentini, kıyıda kalmış coğrafyaları düzleştirmeye, nezihleştirmeye, görülmeye değer, paranın gücüne boyun eğen yerler haline getirmeye çalışıyor. Kentin kıvrımları, kat yerleri bir yufka gibi açılıyor.
Küreselleşme imparatorluğu ve Skoptzler
NAFTA gibi ticaret yasalarıyla paranın önündeki engelleri kaldıran sermaye bir zamanların duvarlarını paranın her halinin sızabileceği yarı-geçirgen zarlar haline getirdi. Yarı-geçirgen, çünkü ülke sınırları, tıpkı bir biyolojik hücre zarı gibi istediğini geçiren istemediğini geçirmeyen zarlar olarak işlev görüyor.
Kanada eski Tarım Bakam Eugene Whelan’ın dediği gibi “bu anlaşmaların ticaretle alakası yok. Bu anlaşmalar, bu heriflerin nerede olursa olsun istedikleri şekilde, iş (business) yapma hakkıyla alakalı”. Neoliberaller yeryüzünü, raflarını istedikleri gibi düzenleyecekleri bir hipermarket biçiminde yeniden düzenliyor.
1 Ocak 1994 önemli bir tarih. Önemli, çünkü iki olay da bu tarihte gerçekleşti: Hem küreselleşmenin resmen ilan edildiği NAFTA anlaşması, hem de küreselleşmeye karşı direniş başlatan Zapatistaların Meksika’da San Cristobal las Casas’ı işgal etmeleri aynı güne denk geliyor. Zapatistalar bu anlaşmanın Meksikalı yerli halk ve köylüler için bir ölüm hükmü olduğunu açıkladılar.
Zapatistaların erken bir tarihte teşhis ettikleri gibi küreselleşme insanları ekonomik, politik ve hukuksal açıdan erksizleştirme sürecidir aynı zamanda. Mülksüzler, paranın akışkan gücüne yapışamayan, sınır zarlarından geçemeyen insanlar bir atık olarak her türlü projenin dışına yerleştirilip bir anlamda hadım ediliyor.
Aklıma Skoptzy’ler geliyor burada. 19. yüzyılın başlarında Rusya’da yaygın bir fanatik Hıristiyan tarikatı olan Skoptzy’ler bir öte dünya cennetine ulaşmak için kendi bedenlerini hadım ediyorlardı. Kimi üst düzey Skoptzy’ler tüm Rusya’yı bir hadım imparatorluğuna dönüştürecek projelerini Çar I. Alexander’a bile sunmuşlardı. Fabrika sahibi olan Skoptzy’ler ise aynı şeyi kendi çalışanlarına yapmaya çalıştılar.
Küreselleşmenin imparatorluğu, tüm insanlığı ekonomik ve politik açıdan erksizleştirirken Skoptzlerin projesini kaldığı yerden devralıyor.
Evcilleştirilen muhalefet
Zapatistaların direnişi başlattıkları tarihten bugüne, mülksüzleri erksizleştirme projesinin büyük bir direnişle karşılaştığına tanıklık ediyoruz. İktidarın her yoğunlaştığı noktada çok farklı topluluklar, gruplar bir araya gelip iktidar yoğunlaşmalarının karşısına dikiliyorlar. İktidar kendini merkezsiz bir yapılanma üzerine kurarken, direniş de merkezsiz bir boyut kazanıyor.
Peter Kropotkin ne demişti? “Uygarlık tarihimiz boyunca, iki gelenek, iki zıt eğilim birbirleriyle karşı karşıya gelmiştir: Roma geleneği ile halkçı gelenek, Emperyal gelenek ile Federalist gelenek, otoriter gelenek ile özgürlükçü gelenek.”
Bu çatışma biçim değiştirse de günümüzde de devam ediyor. Kentlerden, topraklarından sürülmeye çalışılan mülksüzler kendi direniş geleneklerini kuruyor, ağsal bir yapılanmayla birbirine bağlanıyorlar. Tek bir dünya kurmacasına karşı, doğrudan eylem, kitle seferberliği, katılımcı demokrasi yoluyla başka dünyaların da mümkün olacağını savunuyorlar.
Ekonomik sömürüye olduğu kadar cinsel ve ırksal baskıya karşı muhalefeti, ezilen halkların kendi geleceklerini belirlemesini, emperyalizme ve savaşa karşı direnişi, sosyal-ekonomik kaynakların ortak kullanımını, sosyal ekolojiyi, enternasyonalizmi, özgürlük kültürünün oluşmasını ve küresel özgürleşme hareketlerinin inşasını destekliyorlar. Halkçı, federalist, özgürlükçü gelenek direnişini dokuyor.
Yine de bu direnişin hemen yanı başında bir tehlike bekliyor bizi. Daha önceleri de gördüğümüz gibi sistem muhalif öğeleri evcilleştirip bünyesine katmasıyla da tanınıyor. Bir arkadaşın üstünde, İngilizce “Nike’ı boykot etmeye katılın, boykot tüm ülkede yayılıyor” ibaresi yazan bir tişört gördüğümde kendisini, bu şirketin yeryüzündeki sömürü ağına karşı duyarlılık gösterdiği için kutladım. Şaşırdı önce. Çünkü tişörtünde ne yazdığı umurunda değildi. Sonra şaşırma sırası bendeydi, tişörtü Nike mağazasından almıştı, yakasının arkasına baktım, doğruydu.
Dedim ya bu yeni bir şey değil. Bir zamanların iflah olmaz punk akımın bile ana akımın modası haline geldiğini görmüştük, hanım hanımcık teyzelerin punk saçlarına çoktan alıştık.
Sistemin evcilleştiremeyeceği muhalefet tarzlarını bulmamız gerekiyor galiba.
ÜÇ EKOLOJİ – Sayı 1
Like this:
Like Loading...
February 26, 2010
Posted by e |
anti-kapitalizm, eko-savunma, ezilenler, isyan, kooperatifler vb modeller, ozyonetim, sistem karsitligi, somuru / tahakkum, yerli - yerel halklar |
Leave a comment

Kapitalizm, vahşetin, barbarlığın ve zulmün küreselleşmesini sağladı. Hiç şüphesiz, insanlığın bilebildiğimiz bütün tarihi boyunca insan, kendi hemcinsini öldürdü, ezdi, köleleştirdi. Ne var ki insanın insanı sömürmesinin sınır tanımaz boyutlara ulaşması, barbarlığın akılları zorlayan teknik donanımlar eşliğinde insanların rüyalarına, hülyalarına kadar saldırılar düzenleyebilmesi Kapitalizmin ürünüdür.
Küreselleşmenin bir gün insanın özgürlüğü, haysiyeti ve ahlakının yayılmasına da hizmet edeceğini anlatan bir takım hikâyeleri, kurguları dinleyebiliriz; mahzuru yok, ama önümüzdeki somutlaşmış küreselleşme olgularından da söz etmemiz gerekir.
“Efendi-Köle” rejimi, tarihte eşine rastlanmadık bir boyuta ve güce kavuşmuştur. Kölelik, küreselleşmiştir. Eskiden toplumsal bir statüsü bulunan, sicil kayıtlarıyla, kıyafetleriyle tanımlanmış bulunan, alınıp-satıldıkları özel pazarları olan köleler, şimdi artık her yerde. Kölelik, niceliksel (kemiyet) boyutunu Kapitalizmle birlikte tümden yitirdi; niteliksel (keyfiyet) tarafıyla ise çoğaldı, büyüdü, herkesi içine aldı. Geleneksel yapılarda hak, hukuk, hürriyet ve mülkiyetten mahrum bir sosyal statü olarak bilinen kölelik, bu özünü aynen korumakla birlikte modern çağda biçimsel bir değişime uğramış, istisnasız her insanı içine alan bir “keyfiyet”e dönüşmüştür. Şimdi geçmişte kendilerine “efendi” denmiş bulunan ağalar, beyler, han, hamam, çarşı, pazar sahipleri, yüksek idareciler de bir şekilde “köle”dir. Geçmişin “köle”leri ise zaten köle… İnsanlık, sonunda kölelikte eşitlendi. Bu karanlık çağda artık bilinmesi gereken şey, kimlerin köle olduğu, kimlerinse olmadığı değildir; öğrenilmesi gereken durum, bir insanda köleliliğin ne oranlarda bulunduğudur. Nasipse ileriki yazılarımızda buraya yeniden uğrarız, biz bir meta olarak yeniden “korku”ya dönelim.
Küresel-niteliksel köleliği her insan için nerdeyse kaçınılamaz bir kader haline getiren Küresel Kapitalizmin en değerli metaı “korku”dur. Yemek, içmek, barınmak gibi insan tabiatının ayrılmaz bir ihtiyacı olarak doğuştan getirdiğimiz “korku”, insanlığı, tarihinin en vahşi ve karanlık aşamasına taşıyan getiren Kapitalizmin en verimli metaı, anamalıdır. O, yeme-içme ihtiyacımızı, endüstriyel gıda sektörünün sıradan bir türevine indirgedi; hastalığımızı ve sağlığımızı ilaç ve tıbbi malzeme endüstrisinin vahşi rekabet pazarına düşürdü. İhtiyaçlarımızı karşılarken özgürce seçme hakkımızı elimizden aldı. Bizim için en yararlı, en doğru ve en uygun olanını “O” biliyor. Güvenliğimizi de “O” sağlıyor; nelerden korkuyorsak –ki nelerden korkmamız gerektiğini de zaten bize “O” öğretmiştir- korktuklarımız karşısında bizi güvenli kanatlarının altına da “O” alıyor.
Bütün tabii ihtiyaçlarımız gibi korkularımız da kapitalizmin kâr üstüne kâr, büyüme ve ilerleme teslisinde yer alan ilahların sevk ve idaresine terk edildi. Yeme, içme, barınma, giyinme gibi ihtiyaçlarımız için sunulan çılgın ve sınırsız ürün çeşitliliğinde olduğu gibi korkularımız da çoğaltıldı. Korkularımız çeşitlendirildi, modern çoğaltım merkezlerinde fabrikasyon yöntemlerle seri üretimlere konu edildi ve her yeni korkuya çare olarak yeni çözüm paketleri üretilip satışa sunuldu.
Günümüz “Korku Pazarı”nın dünya ekonomik sistemin içindeki payının büyüklüğünü tahminde zorlanırız. “Korku Ticareti”ni “Güvenlik Endüstrisi”yle birlikte düşünmek zorundayız. O zaman da karşımıza aklımızı uçuracak manzaralar çıkar. Dehşet içinde şunu görürüz: Her an bir tarafından bir yırtıcı hayvan çıkacak korkusuyla yabancısı olduğumuz adı modern özü vahşi bir ormanda korkular içinde yaşıyoruz. Satın aldığımız her ürünün bir yerlerine mutlaka bir korku çipi yerleştirilmiştir. Baktığımız her yerde korku saçan bir “uyarı” levhasıyla karşılaşırız. Tüm bu çiplerin ortak mesajı, bizi “uyarmak” görüntüsüyle korkutmak ve bir mutlak otoritenin -bu, her zaman üretici şirketin kendisidir- buyruklarına boyun eğdirmektir. Deprem olmadan depremi yaşarız. Kuzeyin buzulları çözülür, dalgalar sıradağlar halinde üstümüze gelir, suya girmeden boğuluruz. Bir gün ansızın hepiz kuş gribine yakalanırız. Tüm bunlar olurken, satış devam eder; bitmez tükenmez sigorta klozları, poliçeler, ödemeler, ödemeler…
Hayatımızın her bir yanını kuşatan bu Korku ve Güvenlik pazarı içinde sağlıktan eğitime, finansa, güvenlikten hukuka bütün alanlarda, medyada, sporda, hatta dini hayatta rehberlerimiz olan “uzmanlar ordusu” ise ayrı bir sektör oluşturur; onlar da EFT ile Kredi Kartı ile tahsilâta hazır beklemektedirler. Günlük hayatımızın bütün faaliyetlerini parasını ödeyerek bir uzman gözetiminde gerçekleştirmemiz bir dogma şeklinde bize buyurulur. Bir uzman yardımı olmaksızın kendi başımıza yapacağımız şeylerin bizi ölümle sonuçlanacak tehlikelere sürükleyeceği öğretilir. Hep korku öğretiliriz ve sığınmanın reçeteleri sunulur ardından… Sürekli ve adım başı korkutmalar; hep kış kış; hep sığınma; içine girilecek kümesler… Modern insan, her hissi, korkusu, sevgisi ve ihtiyacı paraya tahvil edilmiş bir sömürü nesnesidir. Öyle bir nesne ki herkes ondan lazım olanı alır ve işini bitirip sırayı sonrakine bırakır. Modern insan, posası çıkmış korkak, ürkek bir hayalet gibi ortalıkta gezinir durur. Adım başı bir tehlike çıkar karşısına ve ardından “kurtarıcı”lar gelir.
Bu ürküntü verici cesametteki korku sisteminin ve onun üretim tesisleri ile kocaman pazarlarının atıkları, oluk oluk akan insan kanı, parçalanmış bedenler, kuru kafalar ve iskeletlerdir. Açlık ve hastalık pençesinde daha yaşam nedir tatmadan ölüme mahkûm edilen ve bir sinek kadar bile değeri olmayan yüz milyonla çocuk, kadın ve yaşlıdır. Bu korku iklimi, silah sanayini, orduları, güvenlik şirketlerini, kameralı-kamerasız takip sistemlerini, her tür güvenlik aracını, bu alanlara destek sağlayan uzay teknolojisini ve “kurtarıcı”larımız “uzmanlar ordusu”nu besler, geliştirir. Korkulardan kurtulma sistemlerinin korkunç ve zalim araçları, silah, saldırı ve savunma sistemleri, ekmeğin ve hürriyetin önüne geçmiştir.
Hülasa, küresel Kapitalizm vahşetinin, doğuştan var olan naif korkularımızın üzerine binlerce başka korku inşa ederek hayatımıza el koyduğu, hepimizi teslim aldığı açıktır. Korkular kullanılarak, yeni ticari ürünler icat edildiği, pazarlar kurulduğu, insanın tüm değerlerinden sonra korkularının da kâra, güce, iktidara tahvil edildiği gün gibi ortadadır. Bu pazardan elde edilen kârların devede tüy kadar kısmının dünyanın yoksullarına, hastalarına, çocuklarına dağıtılıyor olması, küresel korku imparatorluğunun günahlarını temizlemeye asla yetmez. Zaten bu “yardımların” kendi dillerindeki karşılığı “Halkla İlişkiler”dir. Public Relations, reklâm ve tanıtımın öbür yüzüdür yalnızca, daha fazla satışı, daha fazla kârı ve piyasada kalmayı hedefler; kaz gelecek yere tavuk vermek yani. Kaldı ki bu “yardımlar”, mağdurların gasp edilmiş haklarının olsa olsa minnacık bir kısmıdır.
(Mehmet Akif Ak)
http://www.arastiralim.com/bir-kapitalizm-metai-olarak-korku.html
Like this:
Like Loading...
January 15, 2010
Posted by e |
anti-kapitalizm, ezilenler, somuru / tahakkum, totoliterlik / otoriterlik |
Leave a comment

Türkçe Çeviri : Akın Sarı
I. MST’nin Özellikleri
1. Topraksız Köylüler Hareketi
Topraksız Kır İşçileri Hareketi aile çalışmasına alışkın küçük çiftçilerin köylü hareketi olarak ortaya çıkan bir toplumsal harekettir.[1] MST 1984’de Birinci Ulusal Toplantı sırasında kurumsal olarak kurulduğunda, “köylü hareketi” yerine “kır işçileri hareketi” adını tercih etti; bu seçim teorik nedenlerden değil, sadece Brezilya köylülerinin kendilerini zikretmek için bu tabiri kullanmamasındandı, köylüler “topraksız” tabirini ekledikleri çiftçi ya da kır işçileri olarak bilinmeyi tercih eder, çünkü hareket küçük çiftçileri ya topraksız ya da kendi aileleriyle birlikte hayatta kalamadıkları düşük nitelikli topraklara sahip olanlar olarak sınıflandırır.
Topraksız Köylü Kategorileri
“Topraksız” kategorisi farklı çeşitlerde küçük çiftçileri içinde barındırır: ortakçılar ya da hissedarlar (mülk sahibi sadece toprak ve bazen tohum ve gübre bağışında bulunurken, ortakçılar aileleriyle birlikte, kendi aletleriyle ve hatta bazen kendi tohumlarıyla bir başkasının toprağında çalışırlar; ürün mülk sahibi ve ortakçılar arasında bölünür ve herkes yarısını aldığında, o zaman köylü mediero olarak adlandırılır); kiracılar (ürünün büyüklüğüne bağlı olmayan sabit bir fiyatla toprağı kiralarlar, kira nakit veya ayni ödenebilir); konakçılar (bir başkasının arsasına –çoğu zaman, devlete ait ya da sahibi bilinmeyen verimsiz toprak- yerleşirler ve mülkiyet hakkına sahip olmasalar bile toprağı sahipleri gibi işletirler[2]; kırsal günlük işçiler (maaş karşılığında emeklerini herhangi bir toprak sahibine satanlar; bunların arasında yılın belli zamanlarında ücret karşılığında çalışmaya zorlanan birçok kiracı, hissedar ve küçük mülk sahipleri bulabilirsiniz); küçük çiftlik sahipleri (üretimi ailelerini beslemek için yetersiz olan –beş hektara kadar, bölgeye bağlı olarak[3]– küçük arsa sahipleridir, bu nedenle daha fazla toprak edinmek isterler); ve son olarak, çoğunlukla kendi ailelerini oluşturduklarında köylü statülerini kaybeden ve topraksız kategorisine giren küçük çiftlik sahiplerinin evlâtları.
2. MST’nin İzlediği Amaçlar
1) Yalnızca Toprağı İşleyenlerin Toprağa Sahip Olması
MST Brezilya’da mücadele verdiği sürece, toprağa sadece onu işleyenler ve onun üzerinde yaşayanlar sahip olacaktır. MST, eğer birisi toprağa ilişkin spekülasyon yaparsa, başka insanları sömürmek için onu kullanırsa ve onu ekip biçmezse, onun toprağa sahip olmak için hiçbir hakkı olmadığını düşünür. MST çağdaş kapitalist toplumda tarım reformu gerçekleştirmenin imkânsız olduğunun bilincinde olduğu için, yeni bir toplum ve yeni bir ekonomik sistem inşa etmek için mücadele etmektedir.
3. Farklı Bir Köylü Hareketi
MST diğer klasik köylü hareketlerinden farklıdır. Birçok ayırt edici özelliği onu ayrı kılar:
1) MST Karar Alımına Bütün Aile Dahil Eder
MST hem mücadele içerisinde hem de karar alımında, bütün aileyi dahil eder; yaşlı insanlardan çocuklara kadar, yapılan her şeyde kadınların önemli bir rol oynadığı bir süreçtir –örneğin, sadece yetişkin erkeklerin katıldığı sendikaların aksine. Bu eşit ilişkiye dayalı katılım ailenin her üyesinde dikkate alındığı hissini uyandırır ve bu onun hem mücadele etme kararlılığını hem de bağlılığını güçlendirir.
Kadınlar tıpkı eşleri ve evlâtları gibi polise karşı çıkar. Onları toplumsal kaynaşmanın temel mekânlarında, okul ve ana okul gibi, çok aktif bir şekilde görebilirsiniz ve sık sık da üretime katılırlar. Yavaş yavaş, kadınlar daha önce sadece erkekler tarafından işgal edilmiş işleri üstlenmeye başlıyor. MST idari görevlerinde artan bir şekilde, verimli kesimleri ve üst kademede politik çalışmayı koordine eden, birçok kadın vardır.[4]
Fakat, genellikle köylü hareketleri ya da kent sendikalarında olanların aksine, Hareketin temel gövdesini oluşturan genç insanlardır; ve daha fazla genç insan saflarına geldikçe kendisini sürekli olarak yeniler. Genel olarak, militanlar 16 ve 30 yaşları arasındadır.
2) MST Çoğulcudur
Aynı zamanda, MST çoğulcu bir halk hareketidir, çünkü ırkı, dini ya da bağlı olduğu parti ne olursa olsun, Hareketin kurallarına riayet ettikleri sürece topraksız kır işçileriyle kaynaşır.
3) MST Sadece Köylülerden Meydana Gelmez
MST tarım reformu için mücadele etmek isteyen herkesi içine alır. Dolayısıyla hareket yalnızca topraksız köylülerden oluşmaz. Aynı zamanda şunları içinde barındırır: halihazırda toprağı bulunan, ancak toprağı üretmek için halen mücadele içerisinde olan yerleşik köylü, tarım bilimci, tarım teknisyeni, ekonomist, rahip, emekli avukat ve Brezilya’nın bütün topraksız köylülerin sorununu nihayetinde çözebilmesi için, radikal bir tarım reformuna yardımcı olacak, militanlık yapmaya istekli herkes.
Hareketin bel kemiği ve üyelerinin çoğunluğu kır işçisi olsa bile, köylü olmayan kadrolara sahip olmak –MST’nin “organik aydınları” olarak adlandırabileceğimiz- ve onların deneyiminden öğrenmek, köylülerin işbirlikçiliğe karşı mücadelelerinde harekete yardımcı oldu, böylece orta ve uzun vadede hareketin peşinden koştuğu amaçların vizyonunu genişletmek hususunda da yardımcı oldu. Hareket içerisinde bu organik aydınların niteliksel ağırlığının çok önemli olmasına rağmen, politik liderlerin büyük kısmı kır işçileridir.
4) MST Kitle Mücadelesini Destekler
MST örgütlenirken mücadeledeki deneyimleri, toplumsal zaferlerin ancak kitle mücadelesi sayesinde, halkın kitlesel katılımıyla kazanılabileceğinin anlaşılmasına yardımcı olmuştur.
João Pedro Stédile şunun üzerinde durur: “Eğer hiçbir seferberlik gücü olmayan sadece bürokratik bir örgütlenmeye sahip olmakla yetinirsek; ya da sadece kanunda kaydedilmiş oldukları için haklarımıza riayet edilmesini bekleyerek hükümete bağlanırsak, hiçbir şey elde edemeyiz. Hiçbir şey. Kanunda konulan haklar halk zaferleri için hiç mi hiç garanti değildir. Bu haklar sadece halk baskısı olduğunda dikkate alınır. […] İnsanlar ancak bir kitle mücadelesiyle savaşırlarsa zaferlerine ulaşırlar. Toplumdaki politik güçler korelasyonunu gerçekten değiştiren şey budur. Aksi takdirde, varolan sorunu çözecek olan statükonun kendisidir. Toplumsal bir sorun sadece toplumsal mücadeleyle çözümlenebilir, bu bir sınıfın bir başka sınıfa karşı mücadelesinin parçasıdır.”[5]
Ancak köylüler mücadele eder, hükümetin “ilahi” yardımını oturup beklemek ya da bir takım bürokratların yasa tasalarına inanmak yerine harekete geçmeye başlarlarsa latifundiayı boşa çıkarmak ve toprağı zapt etmek için gerekli olan güce sahip olacaktırlar.
Egemen sınıfların gücü ekonomik güçlerinde, kanun ve silahlı kuvvetlerin kullanımında yatar; halkın gücü birleşme, örgütlenme ve kendilerini seferber etme kapasitelerinde yatar. MST’nin her ne zaman gerekli olsa kitleleri seferber etmesinin nedeni budur.
Bu nedenle, MST’nin “eğer artan sayıda birçok insanı kapsayan seferberlik ve mücadelenin örgütü olarak bilinen bir toplumsal hareket olmaya son verirse asıl kimliğini kaybedeceğini” ileri sürebilirsiniz. Toprak mücadelesi doğrudan topraksız köylüler tarafından verilir, onların temsilcileri tarafından değil.[6]
5) Ulusal Seferberlikler
Tarihsel bağlamlarını, sorunlarının ardındaki nedenleri ve bir bütün olarak toplumun işleyiş tarzını dikkate almadan mücadelelerini yerel bir düzeyde örgütlemeye eğilimli olan diğer köylü hareketlerinin tersine, MST tarım reformu mücadelesinin ulusal bir kapsamı olması için ulusal seferberliğin temel olduğunu kabul eder –“burjuvazinin genel politikaları ve onun projeleriyle mücadelede” kendisini temsil edeceği tek yol budur.[7]
6) Köylülerin Bireyci Kültürüne Karşı Mücadele
Köylü hareketlerinin çoğunluğu toprak üzerinde şahsi mülkiyet için mücadele eden, köylülerin bireyci kültürüyle güçlü bir şekilde bağlantılı olan bu toplumsal sınıfın sadece acil çıkarlarını savunur ve bu elde edildiğinde, köylüler toprağı sadece kendi aileleriyle işlemek isterler. MST, bunun aksine, işbirliği ve dayanışmada amaçlanan derin değişimler aracılığıyla üyelerinin bu bireyci kültürün üstesinden gelmesinde ısrar eder.
7) Yalnızca Toplumsal Bir Hareket Değil, Aynı Zamanda Sosyo-Politik bir Hareket
Topraksız hareketi sadece sektörel çıkarlara sahip olan bir toplumsal hareketle sınırlı değildir; genel bir politik kapsamı vardır, bu bazılarının sosyo-politik hareket olarak tanımladığı şeydir. MST en başından beri korporatif aşamasında duramayacağını kavradı. Daha önceki deneyimler sayesinde, köylülere dayalı bir toplumsal hareket olmasına rağmen, eğer korporatif aşamasında durursa, tarım reformu için mücadelenin başarısızlığa yöneleceğini; ancak küresel toplumsal mücadeleye girerse ilerleyebileceğini öğrendi.
“Eğer bir aile sadece toprak için mücadele eder ve daha büyük bir örgütlenmeyle bağlarını kaybederse, toprak için mücadelenin hiçbir geleceği olmaz. Toprak için mücadeleyi tarım reformu mücadelesine […], korporatif mücadelesinin üst aşamasına dönüştürecek olan kesinlikle bu daha geniş örgütlenmedir.” Ve bu tam olarak “politik bileşenin” meydana geldiği yerdir.[8]
Bu politik bileşeni üstlenmesine ve ülkenin politik yaşamına bir hareket olarak katılmak zorunda olduğuna inanmasına rağmen, MST politik bir aracın varlığının peşinden koştuğu derin toplumsal dönüşüm için gerekli olduğunu kabul etmesine rağmen, hiçbir zaman “bir politik parti olma”[9] ihtimalinin beklentisi içersine girmemiştir.
4. MST İÇERİSİNDE SENDİKA KORPORATİFİ KISMI
Hareketin özellikleri –genellikle yalnızca sendika ya da korporatif çıkarları üzerinde yoğunlaşan- diğer köylü hareketlerininkinden farklı olmasına rağmen bu MST’nin mücadele içerisindeki taleplere yukarıdan baktığı ya da bu amaçlara ulaşmayı hedefleyen sendikaların önemini küçümsediği anlamına gelmez.
MST sadece bir köylü aileyi dahil etmek için en temel neden olan toprak mücadelesini örgütlemez; bu başarıldığında, gördüğümüz gibi, başka talepler için mücadele etmeye devam eder: üretim için krediler, yollar, kamu aydınlanması, okullar, tıbbi hizmetler, ürünleri için daha iyi fiyatlar. Bu “MST’nin birleşik bir korporatif kısmına sahip olduğunu”[10] gösterir, zira MST köylülerin özel talep ve çıkarları için de mücadele eder. Öte yandan, uzun süreli mücadele içerisinde üyeleri arasında karşılıklı güvenin kurulmasına gerçekten yardımcı olan şey hareketin daha ivedi ekonomik hedefleri başarmaktaki etkinliğidir.
1) MST ve Sendika Hareketi Arasındaki İlişki
Topraksız Kır İşçileri Hareketi ve sendika hareketi arasındaki ilişki, sonraki evrimi takip ederek, koşullara göre değişmiştir. MST hiçbir zaman sendika hareketine karşı olmadı, fakat sendika hareketinin tamamıyla tek başına sınırlı toprak parçası mücadelesini tarım reformu mücadelesine dönüştürmekteki temel sorunu çözemeyeceğini düşünür. Bu sendikaların toprak için savaşabileceği anlamına gelir, fakat bu mücadele korporatif aşamasında kalır, dolayısıyla köylüler bilinçlerini geliştiremez.
MST ayrıca sendika hareketinin korporatif mücadelesi için kendi tabanını örgütleme tarzı hakkında çok eleştireldir. Ancak Hareket bütün işçilerin birliği için var olduğu için, mücadelesini her zaman sendika hareketininkiyle koordine etmeye çalışmıştır. Bununla birlikte MST yavaş yavaş sendika yapısı içerisinde çalışmanın çok güç olduğunu idrak etti.
Frei Flávio şöyle diyor: “Hükümet sendikayı o kadar fazla kontrol etti ki bu deli gömleği içerisinde çok fazla bir şey yapamazdınız. Bu mücadele için kendi tabanımızı örgütlemek ve mücadele etmek için başka yollar keşfetmeye çalışmak zorunda kaldık, çünkü mevcut sendikalar kendi mücadelelerini doğurdu ve hükümet onları kendinden uzakta tutarak bu durumdan istifade etti: toplantı vaktini değiştirdi, dolayısıyla gün bitti ve hiçbir toplantı yapılmadı ve sendika liderleri elleri boş geri dönmek zorunda kaldı.”
“Sendika yapısının kendi tavanına ilk ve son defa vardığını gösteren şey çiftçileri gerçekten etkileyen kuraklığa karşı 1995-96 mücadelesiydi. Küçük Çiftçiler Hareketinin (MPA) kurulması, 1996’da, bu mücadeleden sonradır. Bu hareket, MST’ye öykündükten sonra, bir ya da birkaç hafta uzunluğundaki, uzun zamandır süre gelen mücadelelerle başlamıştır. Köylüler istediklerini alana kadar iki, dört ve hatta on günlüğüne seferber edildi. Bu seferberlik bir çiftçinin yavan işlerinden ötürü -başka şeylerin yanı sıra inekleri sağmak, hayvanları beslemek- bir günden daha fazla evinden ayrı kalamayacağı fikrine son verdi. Bu sorunu çözmek için hareket grup örgütlenmesini teşvik etti: On kişilik bir ailede, ikisi seferber edilecekti ve diğer sekizi evde yardım edecekti, dolayısıyla beş ya da altı gün uzakta olmak bu ikisi açısından hiç bir sorun olmayacaktı. Sendikalar bunun kadar basit bir şey hiçbir zaman düşünmedi.”[11]
MPA sendikalarda örgütlenmeye başladı. Birçok belediyede, bütün sendika üyeleri Hareketin içerisindedir; diğerlerinde, sendika harekete karşıdır, fakat her şeye rağmen herhangi bir ihtilaf yoktur. Sivil bir kurum olarak yaklaşık sekiz eyalette örgütlü, bazısında diğerlerinden daha iyi, yasal bir benliği bulunmaktadır. MPA günden güne kendisini destekleyen ve öğüt veren MST’ye sıkı bir şekilde bağlanmaktadır.
MST’nin PROCERA’yı –daha önce belirttiğimiz memnuniyet verici tarımsal kredi- mücadele yoluyla zapt ettiğinden haberdar olduğu için, MPA küçük çiftçilere sübvanse edilen bir kredi için MST yardımıyla çalışmaya başladı. En sonunda onu almalarına rağmen, hükümet her iki hareket arasında çelişkiler yaratmaya son vermedi: PROCERA’ya son verdi ve şu anda yerleşimciler küçük mülk sahiplerine geldiği gibi aynı fondan gelen borçlar için mücadele etmek zorundadır. Frei Flávio’nın söylediği gibi, “hükümet yiyeceği azalttı ve boğaz sayısını arttırdı.”[12] MPA ve MST bu ayrımcı stratejiyi parçalamak için birlikte üstesinden gelmeye çalışıyorlar.
2) Otonom Köylü Hareketi
MST kendi iç kurallarını izleyen ve kendi faaliyetlerini ilgilendirdiği kadarıyla otonom ve bağımsız bir köylü hareketidir, herhangi yabancı bir otoriteye boyun eğmez. Sendika hareketiyle iyi bir ilişki içerisinde olmasına rağmen, hiçbir şekilde onun önderliğine dayanmaz. Çok sayıda kilisenin ilerici kesimleriyle, özellikle Katolik Kilisesi Kırsal Toprak Komisyonuyla birlikte çalışır, ancak herhangi bir kilisenin hiçbir şekilde yasal yetkisi altına girmez. Ve son olarak, üyelerinin çoğunluğu ya İşçi Partisi’nin militanları ya da ona oy kullananlar olmasına rağmen, bu söz konusu politik partinin onun iç yaşamında herhangi bir nüfuzu olduğu anlamına gelmez.
João Pedro Stédile şunun üzerinde duruyor: “Biz kendi kafasını kullanan, kendi iki ayağı üzerinde yürüyen ve diğer bütün kurumlarla kardeşçe ilişkileri olan otonom bir toplumsal hareketi teşkil ederiz.[13] Ve bu bağımsızlık ancak mali bağımsızlık olduğunda elde edilebileceğinden, hareketten önce gelen görevlerden biri hareketin kendi kaynaklarını bulmaktır.[14]
II. HAREKETE YOL GÖSTEREN TEMEL İLKELER
1) Tabandaki Kır İşçilerinin Örgütlenmesi
Yalnızca güçlü ve özerk bir örgütün MST hedeflerini takip edebileceğine inandıkları için, Hareketin kurucuları topraksız kır işçilerinin temel örgütsel hücre olarak aile gruplarıyla birlikte tabanda örgütlenmesi üzerinde durdu.
2) İşçilerin Kendisi Harekete Önderlik Etmelidir
Diğer köylü hareketlerinin tarihsel deneyiminden MST, ilerlemenin ve tarım reformunu kabul ettirmenin ancak hareketin önderliği bizzat işçilere bağlı olursa mümkün olabileceğini öğrendi. Hareket açısından her yönden kendi liderlerini hazırlamak bunun için gereklidir.[15]
3) Kadınların Eşit Katılımı
MST köylü dünyasına iyice yerleşmiş maşizme karşı savaşır. Kadınlar eylem, yetki ve temsiliyetin her düzeyine katılmak için olanak ve teşvik almalıdır.[16] MPA her türlü toplumsal cinsiyet ayrımcılığının bütün hareketlerin faaliyetlerinden çıkartılması ve hareketin çalışan kadınların eşit hakları ve koşullarını engelleyen maşizme karşı bütün yönlerden savaşması gerektiğine inanır. Bunun için, yerleşimlerde ve kamplarda kendi özel sorunlarını tartışmak için kadınlar komisyonu örgütlenmelidir.
MST komisyonlarında ve başka toplulukların çeşitli aşamalarında kadınların aktif katılımı teşvik edilmelidir: belediyede, eyalette, ulusal düzeyde; sınıflarına bakmaksızın –topraksız kadın işçileri, küçük mülk sahibi kadınları, ücretli kadın işçileri vs. birleştirip- geri kalan kadın kır işçileriyle bir araya gelerek, düşüncelerinin sendika hareketi içerisinde anlatılması da teşvik edilmelidir.
Ulusal aşamada ilk önce bir Kadın Kolektifi olarak başlayan Toplumsal Cinsiyet Kolektifi bulunmaktadır. Birinci sorumlulukları topraksız kadınlar örgütü için özel politikalar düşünmek, önermek ve planlamak ve bunları Ulusal Önderliğe ve Koordinasyon Komitesine sunmaktı. Daha sonra kadınları ilgilendiren konuların sadece kadına özgü (feminen) bir mesele olmaması gerektiğini, MST’nin tamamının meselesi olması gerektiğini anladılar –bu nedenle hem kadın hem de erkeklerden meydana gelen Toplumsal Cinsiyet Kolektifini oluşturdular.
Kadınların dünyasına nüfuz eden maşist kültüre karşı mücadele başlatılmalıdır, zira kadınların büyük kısmı kendilerini sadece erkeklerin yardımcıları olarak görmektedir. Kadınlar kendi kolektif gruplarına ve bir bütün olarak topluma dönük yapacakları özel katkılara sahip olduklarını anlamaya başlamalılar.
MST ancak her iki cinsiyet için eşit şartlar var olursa, kadınlar ve erkekler arasında eşitliğin elde edileceğine inanır ve bu her iki cinsiyetin aldığı eğitimle doğrudan ilişkilidir. Bütün eğitim kurslarında, öğrencilerin yarısının kadınlar olması gerektiğine karar vermesinin nedeni budur. Ve gayet iyi bilindiği gibi, bu sorunu çözmek için bilgili bir kişi olmak yeterli değildir, bununla birlikte sorumluluklar gündelik hayatta da uygulanmalıdır; ayrıca MST kadınların aile gruplarının koordinasyonunda ve bölgesel koordinasyonlarda erkeklerle eşit bir temelde bulunması gerektiğini düşünür. Kapasitenin özel görevler için başlıca ölçüt olduğu yer sadece eyalette ve ulusal merkez bürodadır.[17] Bu aşamada kadınların önemli ağırlığının daha fazla anlamlı olmasının nedeni budur. Toplumsal Cinsiyet Kolektifi belgeleri ve yayınları kaleme almak ve Hareket içerisinde kadınların özel çalışmalarını desteklemek ve yol göstermek için danışma oturumlarını örgütlemekten sorumludur.
4) Kır İşçilerinin Sendikalara ve Politik Partilere Katılımını Özendirmek
Tarım reformunun ve toprak zaptının sadece Hareketin gücüne bağlı olmadığına inandığı için MST, kendi gücünü arttırmak için geri kalan kır sendikası işçileriyle bir araya gelmeyi özendirir. Mücadeleyi yönlendirecek ve etkili bir biçimde ifade edecek politik araçlar olmadan derin toplumsal değişimlerin hiçbir zaman olmayacağının bilincinde olduğu için MST, kır işçileri kitlesini sol politik partilere katılmaya teşvik eder.
5) Kent İşçileri ve Latin Amerika Köylüleriyle Koordine Olmak
Hareket bütün işçilerin ,bilhassa çok daha fazla sayıda olan kent işçileri, toprak ve tarım reformu mücadelesiyle ilgilendiklerini anlamaktadır. Bu nedenle, gerekli derin toplumsal değişimleri ortaya çıkarmak için zorunlu olan güçler korelasyonunu oluşturmak için, Merkezi İşçi Sendikası’nın (CUT)[18] da desteğini katarak, işçilerle farklı biçimlerde koordine olmalıdır.
Brezilyalı işçilerin katlandığı sorunların çoğunun ülkenin ekonomik durumu yüzünden değil de, kapitalist dünya sisteminin ve Birleşik Devletlerin Latin Amerika’ya karşı özel politikalarının sonucu olduğunu bilir. Dolayısıyla MST güçlü bir düşmanla daha iyi koşullarda karşılaşmak için kıtanın bütün ilerici güçleriyle birlikte, özellikle köylüler, koordine olmanın gerekli olduğuna inanır.
III. ÖRGÜTSEL İLKELER
MST en başından beri, çoğu daha önce kendi örgütlerinde birçok hatalar yaptığı için kendilerini yok etmiş diğer toplumsal hareketlerin yaptığı hatalardan sakınmak ve mücadelenin kendi güçlüklerine göğüs germek yönünde örgütün hazırlığını geliştirmek için bir dizi örgütsel ilke ve kuralı yerine getirmeye çabaladı. Bu hatalardan sadece birazını zikretmek gerekirse: kültleştirilmiş [personalized], karizmatik ve hatta dini önderlik; çok merkezileştirilmiş yapılar; kadrolar için herhangi bir eğitimin olmaması; zapt edilen alanların yetersiz örgütlenmesi.
1) Kolektif Önderlik
Ulusal önderlikten başlayarak, bütün MST aşamaları üniversiteli bir lidere sahiptir ve kolektif önderlik ekiplerinin bütün üyeleri “aynı haklara ve yetkiye” sahiptir; her şey çoğunluk oyuyla kararlaştırılır.[19]
João Pedro Stédile’e göre, bir köylü hareketinin yöneticisi veya genel sekreterinin sadece iki ihtimali vardır: “ya öldürülür ya da harekete ihanet eder […] Her yönetici, en reformist olanı bile, kişisel kibir yoluyla ya da sınıfına ihanet ettiği için kolayca kafalanabilir. Tarih […] daha önce sendika ve halk örgütleri tarafından girişilmiş olan, belediye başkanı ya da vekil olarak memuriyeti kabul etmiş lider örnekleriyle doludur. Bazısı bu işleri sınıf mücadelesini ilerletmek için yaptı, fakat diğerleri sadece kendi şahsi faydası için oradadır.”[20] Hareketin asıl önderliğinin kültleştirilmemesinin, daha doğrusu kolektif bir önderlikte ısrar etmenin önemi burada yatar.
2) Görevlerin Bölüşümü
MST görevleri ve işleri her ne örgütsel düzeyde olursa olsun bütün üyeler arasında dağıtmaya çalışır, böylece herkes belli bir role sahip olur ve kendini önemli hissedebilir. Bu suretle sık sık bireysel sapmalara yol açan yetkinin merkezileşmesinin önüne geçilerek herkesin katılımı arttırılır. Görevler her bireyin doğal tercihlerine göre verilir, böylece herkes en rahat hissedeceği şeyi yapabilir.
Hareket bir militana sorulması gereken ilk sorunun şu olduğunu öğrendi: “MST’de ne yapmak istersin? Burada bir takım farklı beceri ve kapasiteler bulunabilir. Bundan sonra örgüt büyür, çünkü üyeler MST’de kendilerini iyi hissederler; yaptıkları şeyle mutludurlar. Öğretmenlerden bir kooperatifi örgütleme ya da bir latifundiumu işgal etmesini istemenin neden olacağı özveriyi hayal edebiliyor musunuz? Hiç şüphesiz, kişisel özelliklerinden ötürü bu konuda iyi hissetmeyeceklerdir. Yapmaktan hoşlandıkları şey öğretmek ya da araştırma yapmaktır, dolayısıyla MST’ye katkılarını sunabilecekleri alan budur. Bu sadece örgüt içersinde gerçek bir görev dağılımını olduğunda mümkündür, çünkü görev dağılımı bir kişi ya da bir grup insanda merkezileştirildiğinde, bu çeşitlilik imkânsızdır, bu mücadeleye katkıda bulunmak isteyen herkese alanlar açmaz. Orada daha önce emekli olmuş insanlar vardır, bununla birlikte MST’de militanlık yapmak istedikleri için bizi bulmaya çalışırlar. Bu harikadır! Bu sadece insanların Hareket içerisinde yapıyor olacakları çalışmadan dolayı değil, fakat aynı zamanda bizim örgütümüze güvendiklerini gösterdiği için, ve her şeyden önemlisi, örgüte ilham veren ideallere inandıkları için harikadır.”[21]
3) Disiplin
MST iç disiplinin kolektif kararlara saygıdan daha fazla bir şey olmadığını düşünür. Bu disiplini gerek önemli gerekse küçük meselelerde, her zaman vaktinde bulunmak gibi, görebilirsiniz.[22]
“İnsanların bütün kademelerde alınan kararlara saygı duyması için eğer en azından biraz disiplin yoksa, bir örgüt inşa edemezsiniz. Bu ne militarizmdir ne de otoriterliktir; bu sadece demokrasinin kurallarından biridir.” Bütün grubun davranışını kontrol etmek için kurallar ya da düzenlemeler olmaksızın bir demokrasi olmaz. “Disiplin oyunun kurallarını kabullenmeyi içerir. Biz bunu futboldan ve dünyadaki en eski kurumlardan biri olan Katolik Kilisesi’nde öğrendik. […] Eğer birisi kendi özgür iradesiyle örgüte katılmışsa, kuralları tanımlamaya ve onlara saygı göstermeye, kolektif saygı, yardımcı olmalıdır. Aksi takdirse, örgüt büyümeyecektir.”[23]
Ve oyunun kurallarından biri de mümkün olan bütün düzeylerde geniş bir demokratik tartışma anlamına gelen demokratik merkeziyetçiliktir, fakat oy kullanmadan sonra, azınlık çoğunluğa uymalıdır.
Hareket, bununla birlikte, başa baş çoğunluğun azınlıkta kalanlara kendi arzunu dayatmasına engel olur. Eğer geniş yığınlar ikna olmamışsa, küçük bir çoğunluk tarafından benimsenen bir şeyi dayatmak faydasızdır; insanların gelişmesini ve söz konusu ölçme düzeninin doğru olduğuna ikna olmasını beklemek daha iyidir. Geleneksel olarak, Hareket sadece tabanda yaygınlık kazanmış düşünceleri uygulamaya koyar. Bu sol hareketleri ve partileri etkileyen korkunç iç bölünmelerin önüne geçer ve önemli hataları önler.
Dolayısıyla, “Hareket içerisinde kararlar alındığında, bunlar genellikle oy birliğiyle yapılmıştır. Bu iç düzenlemelerde yazılı değildir, fakat [yavaş yavaş] oy hemen hemen eşit bir şekilde bölündüğünde ısrar etmenin faydasız olduğu anlaşılmıştır. Karar olgunluk kazanmalıdır. Eğer fikir küçük bir oy farkıyla kazanılırsa, ya zamanlamanın doğru olmadığı açıklık kazanır ya da yinelenmiş güçle geri döner […] Geleneksel olarak, Hareket sadece yaygınlık kazanmış düşünceleri uygulamaya koyar, böylece çok büyük yanlışlar yapmaktan kaçınır.”[24] Bunun pratiğe geçirilmediği yerde, iç sorunlar olur ve tarım reformu mücadelesi zayıflar.
4) İnceleme
Hareket kendi faaliyetleriyle ilgili olan her şeyi iyice incelemeleri için üyelerini teşvik eder. “Bilmeyen insan, tıpkı görmeyen insan gibidir. Ve eğer bilmiyorsanız, yol gösteremezsiniz.”[25] Hareket eğer çalışmazsa çok fazla ileri gidemeyecektir. İnceleme gönüllülüğe karşı mücadelede yardımcı olur. Topa vurmak yeterli değildir. “Bir futbol oyuncusu çok çok iyi olabilir, fakat her gün, taktik idmanından sonra, penaltı vuruşlarını da çalışmalıdır, aksi takdirde gol atamayacaktır. Aynısı toplumsal mücadelede olur: çalışmak zorundasınızdır […].”[26]
5) Kadroları Eğitmek
Günümüzde, çok az toplumsal hareket ve politik parti kadroları eğitmenin önemli olduğunu düşünürken, MST bu faaliyete çok büyük değer verir ve kendisinin temel direklerinden biri olduğuna inanır, çünkü “kendi kadrolarını eğitmeyen toplumsal örgütlenmenin herhangi bir geleceği olmaz.” Örgütün dışında hiç kimse gerekli kadroları, gereken özel bilgiyle eğitmeyecektir: teknik, politik, örgüt için kadrolar ve her türlü faaliyetten profesyoneller.[27]
Mário Luis Lill konuyu şu şekilde ifade ediyor: “Kadrolar, gerek içinde yaşadıkları gerekse de rol aldıkları gerçekliği yorumlayabilmek için bilimsel bilgiyi edinmelidir –ve bu bilimsel bilgiden hareket ederek, gerçekliği dönüştürebilmelidirler. Dolayısıyla edindikleri bu bilgi insan yaşamının mümkün olduğunca çok yönünü kapsamalıdır.”[28] MST ulusal lideri Mario Lill şöyle devam ediyor: “Kadrolar hem ekonomi ve hem de insan ilişkileri ya da toplumsal politikalardan anlamalıdır. Geniş bir eğitim almalıdırlar; kültür, din hakkında bilgi sahibi olmalıdırlar. İnsanların zihinsel durumunu nasıl yorumlayacaklarını, onlarla çalışmayı, hepimizin istediği yeni toplumu inşa etmeyi bilmelidirler.”[29]
Okul eğitiminin temel amaçlarından biri “örgüt içerisinde ideolojik ve politik birliği garantilemek ve geliştirmektir.”[30] Öte yandan, bu geliştirici süreçler “halkın davasına sevgi, yoldaşlık, disiplin, dürüstlük, sorumluluk, eleştiri ve öz-eleştiri, kendini adama, dayanışma, alçak gönüllük ve davaya ve örgüte bağlılık gibi değerlere dayalı” militanların devrimci etik duruşuna yardımcı olmalıdır.[31]
Bu sadece seminerler ve kurslar sırasında değil, fakat aynı zamanda liderlerin günlük pratiklerinde, toplantılar ve mitingler, seferberlikler ve işgaller sırasında meydana gelir. Fakat Hareket kadrolarını nasıl geliştirir? Bu gelişimin muhtevası nereden kaynaklanır?
a) Brezilya’nın toprak mücadelesinden öğrenmek
MST “halk mücadeleleri tarihsel sürecinin” bir parçası olduğunu düşünür ve bu yüzden daha önceki aktivistlerden öğrenmesi gerektiğini yeterince idrak etmek için mütevazı olması gerekir. “Büyüklüklerini kendilerinden önce gelenlerden öğrendikleri için elde ettiler ve diğer savaşçılardan miras alınan geçmişle bağdaşıktılar.”[32]
Stédile şuna hayret eder: “bize beş yüz yıllık mücadelenin şehitleri tarafından miras bırakılan veraseti önemsememek nasıl kabul edilebilir? Yeni hiçbir şey icat etmedik. […] Bizden önce gelenler bazı hatalar ve bazı iyi işler yaptılar. Aynı hataları yapmamak ve yaptıkları iyi işleri tekrarlamak için bunlardan öğrenmeliyiz.”[33]
Bu nedenden ötürü, Hareket Brezilya köylü mücadelesinin tarihsel olarak yeniden ele alınması gerektiğini vurgular, çünkü bu köylü katılımının geçici niteliği ve sınırlılıkları hakkında kesin bir kanı sağlar. “Ne ateş ne de tekerlek icat ettik. Biz daha iyi bir dünya kurmak için halihazırda icat edileni kullanmak istiyoruz.”[34]
b) Geniş aynı zamanda dogmatik olmayan teorik şekillenme
MST kadrolarına, geniş ve dogmatik olmayan bir teorik şekillenme sağlar. Fakat bu “beslenmek için seçtiği kaynaklar […] hususunda her zaman çok dogmatik olan”[35] geleneksel solun gelişiminden bir başka farklılıktır.
“Kadro kapalı ya da sekter olmayan, çok geniş bir vizyona sahip olmalıdır; böylece Hareket bütün muhtemel kaynaklardan beslenir ve her olumlu düşünceyi kendisine katarak bütün ideolojik akımlardan öğrenir.”[36]
Hareketin liderlerinden birine göre, Özgürlük Teolojisi bu açık fikirliliğe büyük bir katkıda bulundu. Aslında, bu Teoloji “Hıristiyanlığı Marksizm ve Latin Amerikancılık ile karıştıran farklı düşünce akımlarının bir çeşit sembiyozudur[1].” MST’ye bütün gerçeklere açık olma ilhamını veren şey budur.
Stédile şunu vurguluyor: “[…] Özgürlük Teolojisi’nden beslenenler –CPT, Katolikler, Lutherciler- bize insanlara hitap eden bütün doktrinlere karşı açık fikirlilik göstermeyi öğretti. Bu dünya vizyonu bize yardım edebilecekleri bulmamız için gereken açık fikirlilik tutumunu sağladı.”[37]
Diğer yandan, tarım reformu mücadelesinin somut pratiği MST’ye “başka insanların deneyimlerinin taklit edilemeyeceğini öğretti, çünkü her mekân, her yerel gerçeklik biriken bilgiden gelişen yeni unsurlarla meydana gelir.”[38]
c) Daha eğil kadroların çoğunluğu tarafından kabul edilen oluşum
Hareketin, sol politik partilerde değil de Katolik Kilisesi’nin seminerlerinde, ilerici bir eğitim almış daha istekli kadrolarının bazılarını unutmamalıyız. Çoğu defa, bir köylü çocuğun ilkokulun ötesinde çalışabilmesi için tek yol rahiplikti.
d) İncil
İncil başlangıçta –ve birçok yerde halen vardır- “bir din olarak değil, ama değerler, kültür ve mistiğin düşünülme tarzı üzerinde etkisi olan bir doktrin olarak çok fazla etkiliydi.”[39]
e) Marksist klâsiklerin etkisi
MST en çeşitli düşünce akımlarına açık olmasına rağmen, toplumsal dönüşümden yana mücadelesi için “felsefi ve bilimsel rehber Marksizm”dir.[40] Marx, Engels, Lenin, Rosa Luxemburg, Mao Tse Tung okurlar ve MST bu yazarlardan işe yarar olanı alır ve işe yaramayanı atar. Hiçbir klasik düşünüre dogmatik bir şekilde yapışıp kalmamıştır.
f) Brezilyalı ve Latin Amerikalı klâsiklerin etkisi
Bununla birlikte MST’deki daha eğil kadrolar sadece Marksist klâsikleri değil, fakat aynı zamanda kendi ülkelerinin[41] ve Latin Amerika’nın[42] yanı sıra politik dünya liderlerinin[43] ve diğer çağdaş yazarların[44] klâsiklerini de incelemiştir.
g) Ulusal hadiseleri kullanmak
MST “militanlarının akademisyenlerle, uzmanlarla ve üst düzey profesörlerle buluşmasını sağlamak için[45] kendi ulusal meselelerini kullanır. Genellikle bunlar üniversite profesörleri, ünlü şahsiyetler ya da ulusal politikacılardır. Bu toplantılar sayesinde, militanlar MST ve ülkedeki politik evrenin önemli tartışmalarından haberdar olur.”
h) Politik ve toplumsal liderlerden ve onların sözlü hitaplarından öğrenmek
MST’nin kullandığı bir başka ilginç yöntem ülkedeki solun organize ettiği, (São Paulo Formu; Dünya Sosyal Formu; İP ve CUT kongreleri ve diğerleri) farklı ülkelerden birçok önemli politik lideri toplayan, uluslararası olaylarda kadrolarını yetiştirmesidir. MST onları temel kadrolarıyla konuşmak üzere davet eder. Sadece kendi kanılarını destekleyen ya da bunları etraflıca inceleyenleri dinleyen geleneksel sol tutumun aksine farklı ideolojik ve politik duruşlardan şahsiyetleri davet etmeleri önemli bir yönüdür.
i) İnsanların yetiştirilmesinde kullanılan yöntem
Gelişim insanların kendilerinin uygulamaya koyduklarından ortaya çıkar. Daha sonra bu pratikle ilişkili bir teorik değerlendirme olur– sürece dahil olan insanların vardığı sonuçlarla birlikte yön değiştirirler ve şu anda dönüştürülmüş olan aynı pratiği düzeltirler. Pratik-teori-pratik arasında sürekli bir sarkaç vardır.[46]
6) Tabanla İlişki
Bununla beraber MST’nin izlediği bir başka ilke vardır: taban ve lider arasında güçlü bir ilişki. “Lider ne kadar önemli olursa olsun, ne okumuş olursa olsun, ne kadar aktif ve kavgacı olursa olsun, eğer ayakları yere basmıyorsa, eğer toplumsal tabanla bağlarını geliştirmiyorsa, çok fazla ileri gidemeyecektir.”[47]
Epeyce zaman önce MST bir yerleşimde yaşayacak belli bir oranda lidere ihtiyaç duydu –Ulusal Önderlikten bile-, ancak sonradan bunun ille de liderin sosyal tabanla bağı bulunması anlamına gelmediğini anladı.
Vilson Santin bir yerleşimde yaşayan MST’nin ulusal liderlerinden biridir; bunun çok zenginleştirici bir deneyim olduğunu düşünür fakat bu aynı zamanda çok büyük bir güçlüğü temsil eder. Onun görüşüne göre, “çok büyük bir çaba sarf edilmeli ve tek düzeliğe düşülmemeli ve çevreden etkilenmenin önüne geçilmelidir.” Liderin “sorunları kişisel olarak hissetmesi, bu şeylerle göğüs germelidir, bundan dolayı önerilerinin gerçekten açık sözlü olması” işin olumlu kısmıdır.
MST ayrıca kendine ait dinleme ve danışma mekanizmalarını yaratmalıdır, halkın gücünden ve kararlılığından “beslenmelidir” –hatalardan kaçınmanın en iyi yolu budur. “Kitlelere yabancılaşmış bir lider sudan çıkmış bir balığa benzer.”[48]
7) Planlama
MST’nin bir başka özelliği sadece Latin Amerika’daki en disiplinli hareketlerden birisi olmasında değil, aynı zamanda en etkili çalışanlardan biri olmasında yatar. Bu her zaman hataları ve ayrılıkları düzeltmek ve gelecek faaliyetlerde bunların üstesinden gelebilmek için sonuçları zihinde tarttıktan sonra, ileriye dönük ve ayrıntılı faaliyetler planlayarak mümkündür.
8) Eleştiri ve Öz-eleştiri
Eleştiri ve öz-eleştiri önceki ilkeyle çok bağlantılıdır, çünkü bu gelecekteki hadiselerin hatalarını düzeltmeye çalışırken onların çalışmasını alçak gönüllü bir şekilde değerlendirmek için, Hareket ve onun farklı aşamaları, bireysel olarak üyeleri açısından çok önemlidir.
9) Profesyonellik
Son olarak, profesyonellik Hareketin hedeflerinden birini yerine getirmeyi mümkün olduğunca sevgi ve tam bağlılıkla profesyonel ve ciddi bir şekilde o faaliyetin gerçek “uzmanları” olarak yapmayı kabul eden herkes açısından önemlidir.
- IV. ÖRGÜTSEL YAPI
MST katı ve değiştirilemez örgütsel yapıdan sakınmak için çok dikkatli oldu, bu nedenle yapıyı Hareketin ihtiyaçlarına, zamanlamasına ve gelişimine göre adapte etti, değiştirdi ve dönüştürdü. Şimdi bugünkü mevcut yapısını tanımlayacağız ve gerektiğinde, özel bir örnek içerisinde dönüşümleri açıklayan bir not olacaktır.
- 1. AİLE GRUPLARI: TEMEL ÖRGÜTSEL HÜCRE
1) Aile Grupları
Daha önce kamplar üzerine olan bölümde incelediğimiz gibi, MST temel yapısı bütün kamplarda işleyen aile gruplarıdır. Sürekli bir mücadelede olduğumuzdan ve gelecek adımlar gün be gün tartışıldığından, bütün aileler ilişki grupları tarafından örgütlenmiştir ve hep birlikte alınacak kararları değerlendirirler. Hareket aile gruplarının çalışmalarına yerleşimlerde devam etmesini ister, ancak daha önce tartışılan nedenlerden ötürü, bu şu ana kadar sadece pek azında mümkün olmuştur. Bu aile grupları Hareketin toplumsal tabanıdır.
2) Çalışma ve Militan Komisyonları
Kendi bölümlerinde gördüğümüz gibi, hem kamplarda hem de yerleşimlerde farklı faaliyetler için komisyonlar bulunur: sağlık, müzakere, okul, güvenlik, çalışma vb. Söz konusu özel faaliyeti geliştirmekle alâkadar olan her aile grubundan bir ya da daha fazla temsilciden meydana gelirler. Genellikle, bunlar Harekete kendilerini adamaya diğerlerinden daha istekli olan insanlardır. Örneğin, eğer sağlık faaliyetleri günde bir saat gerektiriyorsa, bu insanlar görevi üzerlerine alırlar fakat zamanlarını sınırsız bir şekilde adarlar. MST’nin ülkenin diğer kısımlarında ihtiyaç duyduğu herhangi bir görev için de uygundurlar.[49] Bu insanlar Hareketin militanları olarak düşünülür.
Şu anda, bazı liderler bir aile grubunun her bir üyesi için en iyi şeyin özel bir sorumluluk almak, önce kendi gruplarına hesap vermek olduğunu düşünüyor, çünkü bunu ciddi bir şekilde üstlenmek zorunda kalacaklardır, bütün bunlar kendi öz-saygılarını arttıracak ve politik gelişimleri ve bilinçliliklerine katkıda bulunacaktır.[50]
Kampın ya da yerleşimin her bir komisyonundan bir temsilci o kesimin bölgesel, eyalet ve ulusal komisyon üyesi olur. Üyeleri beş ve on beş arasında olur ve bu özel faaliyetin sürekli bir komisyonu olarak çalışırlar.[51]
3) Militan Çekirdek Yaratma Çabası
1990’da, aile grupları örgütü henüz sağlamlaştırılmamışken, Hareket militan çekirdekler yaratmaya girişti –MST’ye en yakın insanları gruplara ayırmayı mümkün kılacak bir yapı- ancak deneme olumlu olmadı. Fikir kötü değildi, fakat anlaşılan zamanlama doğru değildi. Ve MST’nin toplumsal tabanı iyi bir şekilde sağlamlaştırılmadığı için, bu militanlar izole edildi ve tabanla bağlantıyı kaybetti. Vilson Santin’e göre, “o zamanlar, önemli olan bütün aileleri örgütleyecek bir önerinin, ve Hareketin taban örgütleriyle birlikte, her zaman kendilerine yakın, çalışan militanların olmasıydı.”[52]
Aslında, militanlar her MST grubunda bulunan komisyonlarla örgütlenen faaliyetlere zaten katılmıştı: Militanlar eğer Kitle Komisyonlarına bağlıysalar yeni işgaller hazırladı veya kampı örgütledi; eğer Eğitim Komisyonuna bağlıysalar, öğretim yöntemlerini analiz ederek dersler hazırladılar; eğer İletişim ve Propaganda Komisyonu’nda iseler basın bültenleri ve diğer resmi tebliğleri kaleme aldılar; ve diğer bütün komisyonlar böyle devam eder[53] ve aile grup toplantılarına ve militan çekirdeklerine zaman ayırmak çok zor oldu.
4) Militanların Tutarlı Olması için Yeni Yöntem
Şu anda, daha önce belirttiğimiz ve -kitle iletişim medyasındaki olumsuz kampanya dahil- Cardoso hükümeti tarafından benimsenen önlemlerin bir sonucu olarak MST’nin kendini içinde bulduğu kritik durumdan ötürü, Hareket bir kez daha militanlarının bu duruma daha iyi karşılık verebilmesi için onları örgütleme imkânının üzerine eğiliyor.
Bugün, MST’nin bir numaralı görevi toplumsal tabanının ideolojik eğitimini yükseltmektir, böylece harekete yönelik ekonomik ve ideolojik savaşa direnebileceklerdir. Topraksız köylüler her zaman sonuçları hemen belli olmayacak uzun bir mücadeleye hazır olmalıdır. Dolayısıyla aile gruplarıyla çalışmayı öğrenmesi gereken militanlarının dikkatini –geçmişte örnek olduğu gibi- sadece kamplarda veya yerleşimlerde ortaya çıkan pratik sorunlara yoğunlaştırmamalı, fakat aynı zamanda kitle iletişim medyasındaki bu kampanya tarafından yanıltılmalarının önüne geçmek için yeterli savlar kullanarak, ülkede ne olup bittiğini anlamaları için ihtiyaç duydukları bilgiyi bu köylü gruplarına verecek militanlarına nitelik kazandırmalıdır.
Militanlarla çalışmak için yeni bir yöntem uygulamaya koyuyorlar. Bu yöntem her eyaletten iki temsilciyle elli kişiden meydana gelen Ulusal Gelişme Komisyonu’nun yaratılmasını içerir; bu insanlar belgeleri hazırlamak, farklı konular vb. tartışmak için her iki ayda bir toplanırlar. Her eyaletin militan çekirdeklerinin gelişimini izlemek için yirmi ile otuz civarında koordinatörü vardır, böylece her gözlemci yerleşimin büyüklüğüne, mesafesine vb. bağlı olarak, yirmi ile elli militandan oluşan bir çekirdeği koordine edebilir. Bu çekirdek politik tartışma için her on beş günde bir gazeteleri, yerel sorunları ve gelecek eylemleri değerlendirmek ve tartışmak için toplanmalıdır. MST’nin halihazırda ülke çapında dört yüz yetmiş gözlemcisi vardır ve 2001 yılının sonuna gelmeden önce yirmi bin civarında militanı örgütlemeyi umuyor.[54]
Bu çekirdeğin koordinatörleri ayrıca kurslar, seminerler ve bunlarla ilişkili olaylar düzenledi.[55] Hareket için çalışmak isteyen fakat ya gerçekten nasıl yapacağını bilmeyen ya da gerekli vasıflara sahip olmayan MST’nin bu yeni üyeleri için Militan Yetiştirme Okul ya da Kursları oluşturuldu.[56]
- 2. TEMSİLCİ VE MÜZAKERECİ AŞAMALAR
1) Ulusal Düzey
a) Ulusal Kongre
Ulusal kongre temel MST aşamasıdır. Her beş yılda bir Hareketin örgütlendiği bütün eyaletlerden militanları bir araya getirir. Bu militanlar daha önceden, ulusal düzeyde belirlenen belli bir rakama göre yerleşmiş ya da kamp kurmuş ailelerin miktarını hesaba katan eyalet toplantısında seçilmiştir. Delegelerin toplam sayısı her defasında toplantı ya da Kongreye göre mümkün olduğunca çok delege toplamaya çalışarak tayin edilir. Genel olarak, MST kongrelerine beş binden daha fazla delege katılır. Sonuncusunda, 11.725 delege vardı. Bu kongreler –önceden farklı aşamalarda tartışılan- genel kuralları benimsemeli ve ortak hedefler için MST üyelerinin birliğini ve kardeşçe ilişkilerini hedeflemelidir.[57]
b) Ulusal Toplantılar
MST her iki yılda bir ulusal toplantılar yapar. Her eyaletten temsilciler (Ulusal Koordinasyonun üyeleri olan) Yerleşimcilerin Ulusal Komisyonu ile birlikte bu toplantılara katılır; ulusal ekipleri, gruplar ve komisyonlar, her eyaletin Sekreteryasından bir temsilci. Bu delegelerin sayısı her defasında değişir: bu sayı iki yüz ve bin beş yüz arasında gidip gelir. Fakat bu kadar çok insanı bu denli büyük bir ülkede hareket ettirmek çok güçtür, son zamanlarda bölgesel toplantılar olmasına ve yılda bir defa, sadece her eyaletten üç temsilciyle bir ulusal toplantı yapılmasına karar verildi.[58]
Bu toplantılar hareketin ihtiyaçları için belli zamanlamalara göre, acil mücadele platformlarını açıklar. Bu teklif ve öneriler eyalet toplantılarında önceden değerlendirilir. Ulusal politikalarla ilgili olan bu ulusal toplantıdan çıkan saptamalara, bütün MST aşamaları tarafından riayet edilmelidir.
c) Ulusal Koordinasyon
Bu hareketin en üst idare aşamasıdır. Ulusal kongre ve toplantılarda benimsenen kararların uygulamaya konmasından sorumludur. Hareketi etkileyen ve onun ilkelerinin uygulanmasını, ona kamusal olarak kefil olmayı ve finansmanından sorumlu olmayı garanti etmesi gereken ulusal karakterli bütün politik kararlar bu aşamada oluşur. Son olarak, Ulusal Koordinasyon hareketin yeni eyaletlerde ifade edilmesini desteklemelidir.[59] [60]
Bununla birlikte Ulusal Koordinasyon eyaletlerin yapması gereken her şeyi kararlaştırmaz. Bilâkis, her belediye ve her eyalet karar alımlarında otonomdur. “Bütün belediyeler, bölgesel ya da eyalet komisyonları –her nerede olursa olsun- tam otonomiye ve karar yetkisine sahiptir. Yapmaları gereken her şeye karar veren tabandaki yoldaşlardır.”[61] Bu yerel gruplar genel bir politika tarafından yönlendirilir, ancak bunu yürütme tarzları “tamamen ademi merkeziyetçidir.”[62] “programın ve politik kuralların uygulamaya konmasında beklenen yaratıcılık ve ademi merkeziyetçiliktir. Genel kurallardan biri, örneğin, herkesin zorunlu olarak aynı yöntemle olmasa da, işgal gerçekleştirmek zorunda olmasıdır –daha doğrusu, her ayrı yer işgalini ve bunun için doğru zamanlamayı örgütlemek için en uygun yolu bulmalıdır.”[63]
Temel hatlar doğru yolu izleyip izlemediklerini değerlendirdikleri ulusal ve eyalet düzeyinde tartışılır. Ve düşman güçlerin (büyük toprak sahipleri ve hükümet) tutumu da özel analizin odağındadır.
Ayrıca Hareketin bütün eyaletlerde yapabileceği, defterleri, toplulukları, toplantıları ya da bildirileri dikkatle gözden geçirmek gibi, daha küçük genel işleri incelerler. Bu aşama Eyalet Yürütme Organı ya da Hareketin Eyalet Toplantısı, Ulusal Önderliğin üyeleri ve muhtemelen 2002 yılına kadar Üretim, İşbirliği ve Çevre Sektörü olarak bilinecek olan yerleşimcilerden sorumlu aşama[64] tarafından seçilmiş her eyaletten iki üyenin katılmasıyla olur.
Bu sektörün gelecekte bir üyesi her eyaletten ve ayrıca her faaliyet bölümünden iki üye ile katılır. Ulusal Koordinasyon her üç ayda bir, ve istisnai olarak gerekli olduğunda, toplanmalıdır.[65] Kararlar halk oylarının sonucudur ve salt çoğunluk tarafından kabul edilir.[66]
d) Ulusal Önderlik
Ulusal Önderlik hareketin amaçlarının beklendiği gibi sürdürüleceğinin garanti edildiği, onun politik tavırlarının tartışıldığı ve kaleme alındığı yerdir. Ulusal önderlik hareketin tutarlılığı ve politik birliğinin yanı sıra “kendi varlığı açısından diğer gruplara bağımlı olmaktan, bilhassa mali durumu,”[67] sakınarak artan özerkliğini de güvence altına almalıdır. Aynı zamanda, Ulusal Koordinasyona önerilmek üzere taktik ve stratejiler planlamalı, Hareketin politik ve pratik ihtiyaçları üzerine eğilmeli ve çözümler önermelidir.[68]
Hareketin temel aşamasından sorumlu olmak “harekete hükmetmek anlamına gelmez, bu daha çok ülkede ne olup bittiği hakkında genel bir vizyon sahibi olmak ve bu tartışmalara ilişkin tabanı bilgilendirmektir. Dolayısıyla MST her zaman temel hedeflerini elde etmek için gerekli mücadeleleri örgütleyerek temel amaçlarıyla uyum içerisinde olacaktır.”[69]
Ulusal Önderlik ulusal toplantılar sırasında doğrudan ve gizli oylarla seçilen, farklı niteliklere sahip –yirmi bir civarında insan- birkaç üyeden meydana gelir. Her delege, bireysel olarak beyan edilmiş ve oylamaya dayanmayan, yirmi bir isim için oy kullanabilir. Oyların yüzde elli birden daha fazlasını alanlar seçilir; eğer birisi bu oranı almazsa, seçilmemiştir, bundan dolayı Önderliğin yirmi bir üyeden daha az olduğu zamanlar olur.
Adaylar en az yirmi beş imza ya da önceki ulusal önderlik tarafından desteklenir. Her eyalette, farklı aşamalar genel olarak bunun için daha deneyimli ve ehliyetli olduklarına inanılan söz konusu yoldaşların isimlerini önerir. Adaylar toplumsal cinsiyet ya da coğrafi kıstastan ötürü önerilmemesine rağmen, bir kere seçildiğinde eyalet ve faaliyet bölümü tarafından tevzi edilir.[70]
Kadınlar için kota tayin eden herhangi bir kural yoktur. Ağırlıkları veya önderlik içerisindeki varlıkları mücadele sırasındaki çalışmalarına bağlıdır. Şu andaki Ulusal Önderlik bütün MST aşamalarında, bölümlerinde ve faaliyetlerinde kadınların katılımını destekleyen daimi ilgi nedeniyle, yüzde kırkı kadın olan, yirmi iki üyeye sahiptir.[71] [72]
Ulusal Önderliği oluşturan militanların aşağıdaki özelliklere sahip olması gereklidir:
–Bir kitle hareketinin ne olduğu hakkında derinlemesine bir bilgi sahibi olmak;–ulusal durumu ve onların toplumunu nasıl analiz edeceğini bilmek; –ideolojik olarak kararlı olmak; –disiplinli olmak;–tarih, ekonomi, politika ve başka konularda teorik bilgilerini arttırabilmek; –kolektif pratiği geliştirebilmek;–nasıl planlama yapılacağını ve faaliyetleri koordine edeceğini bilmek;–karar alabilmek; –hem mücadeleleri hem de örgütü etkili bir biçimde ifade edebilmek.
Ulusal Önderliğin vazifeleri hiçbir militan tarafından gerçekleştirilememesine rağmen, militanların farklı önderlik aşamalarına dahil olmalarını arttırabilmeleri için MST Hareketin çalışan militanlarına nitelik kazandırmaya karar verdi.[73] Ulusal Önderlik her iki ayda bir toplanır ve Ulusal Koordinasyon için toplantılar hazırlamalıdır.[74]
2) Dönemlerin Özellikleri
a) İki yılda bir yenilenmesi gereken dönemler
İç normlar seçilenler için iki yıllık dönem tayin eder. Bu bir sorun olabilir çünkü her iki yılda bir seçim yapmak zorundadırlar, ancak yöntem oldukça pedagojik olmuştur.[75] Dönem bittiğinde, liderler detaylı bir değerlendirmeden geçer ve eğer sonuçlar olumluysa, göreve devam ederler. Bu yöntem sonucunda kalıcı olmaya dair herhangi bir his yoktur. Bir lider yeniden seçilebilir “iç değerlendirmeye dayanarak MST adayın yetki süreci boyunca faaliyetine, örgütün ihtiyacına ve adayın hazır bulunmasına önem verecektir.”[76]
Liderlerin yetki sürecinin yenilenmesi kadar sabit ya da önceden kurulmuş herhangi bir kural olmamasına rağmen, her seçimde üyelerin yüzde otuz civarında yenilenmesi yoluyla toplum için yeni liderlerin ve yeni müracaatların kaynaşmasını sağlayan ortak bir pratik oldu. Yetki süreci sırasında birisi istifa edebilir ya da ilgili aşamalar tarafından alınan bir karardan ötürü görevinden alınabilir.
3) Yerel Aşamalar
a) Eyalet toplantıları
Eyalet toplantıları MST tarafından gerçekleştirilen politik kuralları, faaliyetleri ve eylemleri değerlendirmek üzere yılda bir defa olur. Faaliyetler de orada planlanır ve eyalet ve ulusal koordinasyon üyeleri seçilir.
b) Eyalet koordinatörleri
Eyalet koordinatörleri eyalet toplantıları sırasında seçilen üyeler tarafından oluşturulur. MST’nin politik kurallarını, faaliyet kesimlerini ve eyaletin planladığı eylemleri uygulamaya koymaktan sorumludurlar.
c) Eyalet liderlikleri
Eyalet liderlikleri aynı düzeydeki koordinatörler tarafından düzenlenmiş, değişen sayılarda üyeye sahiptir. Bunlar her eyalette MST’yi temsil eden kişilerden ve faaliyet bölümlerinin gelişmesinden ve organik yönlerden sorumludurlar.
- 3. İDARİ AŞAMALAR
Üyeleri gerek ulusal gerekse de eyalet sekreteryası sorumlulukları için vasıflı seçilmemiş kadrolar olan Hareketin faaliyetteki aşamalarıdır.
- 4. FAALİYET AŞAMALARI
1) Bölümler ve Diğer Kolektif Gruplar
Daha önce açıkladığımız gibi, ilk kampların kurulmasıyla birlikte, hayatta kalmayı garantilemek ve toprak için mücadeleyi sürdürmek için çalışma komisyonları oluşturuldu. Bu komisyonlar sağlık, eğitim, güvenlik, çalışma, iletişim ve erzak komisyonlarını içeriyordu. Farklı faaliyet bölümlerinin kendi komisyonlarını oluşturması bu şekildedir.
Öte yandan, kampçılar toprağı alabildiğinde ve yerleşimci olduğunda, bütün yerleşimci topluluğunu etkileyen sorunları çözmek için örgütlenmelerini devam ettirmek zorundadır. Bu sorunlardan bazıları kamptakilerle aynıydı, çocukların eğitim ve sağlık sorunları gibi; diğer sorunlar yeni durumdan kaynaklanan güçlüklerin sonucuydu: verimli üretim gereksinimi, mallarını satmak, kredi almak vb. Bu nedenle, üretim ve maliye komisyonları gibi, yeni faaliyet bölümleri kendi komisyonlarını oluşturur.
MST büyümeye ve bununla beraber ülke çapında kampların ve yerleşimlerin sayısı artmaya devam ettikçe, her faaliyet bölümünün çalışmasını planlamayı geliştirmek gerekli oldu ve yerel, bölgesel, eyalet ve ulusal bölümlerinin doğmasının nedeni budur.
Şu anda Eğitim; Medya ve Propaganda; Maliye; Eğitim; Sağlık; Kitle Cephesi olarak da bilinen Kitle Hareketi; Üretim; Projeler; ve İnsan Hakları bölümleri vardır. Ayrıca Ulusal düzeyde Uluslararası İlişkiler Bölümü vardır ve “bu bölümün faaliyetlerini arttırmak ve çevre, transgenetik tohumlar gibi, herhangi bir özel bölüm tarafından ele alınmayan yönleri dahil etmenin bir yolu olarak”[77] CONCRAB Yerleşimler Bölümünün yerine geçirmek için Üretim, İşbirliği ve Çevre Bölümünü oluşturmak üzeredirler. Örgüt esnektir, her eyalet bunun gerekli olduğuna inandığında başka bölümler yaratabilir.
2) Kitle Cephesi: MST’nin Can Damarı
Yerini MST’ye bırakan ilk mücadelelerden beri, kitlelerle çalışma olmuştur, fakat bu çalışma 1984’de Kitle Cephesi içerisinde kurumsallaşana kadar, MST ulusal çapta bir hareket olduktan sonra, yoktu. O yıl, bu faaliyet için kadrolar hazırlama çalışması başladı.
Kitle Cephesi, daha önce söylediğimiz gibi, MST’nin sadece herhangi bir başka bölümü ya da faaliyeti değildir, cephe MST’nin “bütün harekete kan pompalayan” tam can damarıdır. Tabanda çalışan kadroları ve Hareketi bütün ülkeye yayan herkesi birleştirir.[78]
Bu cephe için birçok aktiviste gerek duyulduğu için, potansiyel olarak militan kampçılardan oluşan bir gruba ve çok düşük bir kültürel seviyeye sahip olan bir kamp keşfettiklerinde çoğunlukla olan, zaman kazanmak için kampın içerisinde bu grupla ilgili eğitim kurslarına ön ayak olunur.
3) CONCRAB ve Yerleşimler Bölümü
Ulusal Yerleşimler Komisyonu CONCRAB oldu ve sadece isimin değiştiği bir süreçte, Yerleşimler Bölümü oluşturuldu. Bugün, bunun adını Üretim, İşbirliği ve Çevre Bölümü olarak değiştirmeyi düşünüyorlar.
Ayrıca kadınların –onlardan daha önce bahsettik- ve topraksız köylülerin kültürel üretimi ve asıl sanatsal değerler bilincini kazanmak için çalışan kültür grupları vardır. Bunlar CD’ler yapar ve halk kültürünü desteklemek için eyaletlerin her tarafında faaliyette bulunurlar.
- V. MST’NİN KENDİNİ FİNANSE ETME BİÇİMİ
Bir toplumsal hareket olarak kendi otonomisine önem verdiği için MST’nin nasıl mümkün olduğu kadar kendi-finansmanını yaptığından daha önce bahsettik. Şimdi bu kaynakların köklerini tanımlayacağız.
- 1. Zorunlu Katkılardan Sağlanan Kaynaklar
Ulusal ve eyalet önderlikleri, tarım reformunun ülkenin her yanına ulaşabilmesi için daha önce toprak ve kredi alan bu ailelerin Hareket ile işbirliği yapmak zorunda olma ilkesine dayalı olan yerleşimlerde, MST’nin düzenlediği para toplamalar tarafından finanse edilir. Her yerleşik aile Harekete yıllık üretiminin yüzde birini bağışlamak zorundadır.
MST normlarına göre, bütün yerleşimler üretimlerinin yüzde dördüne kadar katkıda bulunmaya teşvik edilir, ancak her eyalette –ve bundan dolayı her yerleşimde- mevcut koşullara ve ekonomik duruma göre yardımın oranını kendileri karar verir. Diğer yerleşimler ve kooperatifler yiyecek, araçlar, veya militanları Hareket içerisinde başka görevler için serbest bırakarak yardımlarını sunar.
- 2. Başka Para Toplama Biçimleri
Bu vergilerin yanı sıra, kaynak toplamak için başka yollar vardır. Bunun için beklenen faaliyetler önemsiz olabilir, fakat eğer bunlar devamlı ve somut ise, sonuç alıcı olurlar; örneğin, karmaşık bir örgütlenmeye ihtiyaç duymayan küçük iş çevreleri, tarımsal ürünler ve el işleri ve sanatları satışı gibi mevcut doğal kaynakların geliştirilmesi ve toparlanması.
Kitlesel kampanyalar Hareketin toplumsal tabanı (ürünler ya da iş günleri vererek) ve kentli orta sınıf (bonolar, ürünler, sergiler, eğitsel ve kültürel malzemelerin satışı) arasında da düzenlenir. Fotoğrafçı Sebastião Salgado MST’yi desteklemek için çalışmasını bağışladığından, onun uluslararası fotoğraf kampanyası çok büyük bir etkiye sahip oldu. Neredeyse her yıl, birçok sanatçı dayanışmalarını göstermenin bir yolu olarak Harekete çalışmalarını bağışlar.
Bu politikaya hükümet dairelerinin (Tarım Bakanlıkları, üniversiteler, bankalar) kapısını çalarak, resmi yerel kaynakları araştırmak dahildir. MST bu kaynakların bir kısmını (hepsi eyalet kuruluşu olması gereken) eğitim, öğretim, teknik yardım, sağlık gibi diğer faaliyet bölümlerine yeniden taksim etmeye (rerout) çalışır, fakat eğer bunlar MST tarafından geliştirilirse, önemlerini arttırırlar. Yılın belli zamanlarında para toplamak için bütün militanlar bu kampanyaya dahil edilir.
İlle de dini bir karakteri olmayan yurtdışı destek gruplarının yanı sıra MST dostlarından oluşan birçok grubun aralıksız dayanışma gösterisi olur. Bu yabancı destek önemli faaliyetlerin gelişmesine katkıda bulunmuştur ve Hareket ve uluslararası dayanışma pratiği açısından çok önemli olmuştur.
MST, her ne zaman mümkünse, Latin Amerikalı ülkeler ve Afrikalı Portekizce konuşan ülkelerden köylü grupları gibi, başka ülkelerdeki topraksız gruplarla etkili bir dayanışma sergiler.
- 3. Maliyeyi Planlama
Hareket her aşamasındaki kaynakların toplanması için ekonomik ve mali planlar ve başka şeyleri kaleme alır ve uygulamaya koyar. Yerleşimler, eyalet komisyonları ve bölümler içerisindeki komisyonlardan aile gruplarına kadar, bunların hepsi kendi kendini finanse edebilmelidir.
1) Kaynakların Gittiği Yerler
MST’nin maliye politikası şeffaftır. Bütün kaynakların, yüzde otuzu ulusal faaliyetler içinken, yüzde yetmişi eyalet faaliyetlerine giden çeşitli vergiler yoluyla eyalette toplanır. Her ne kadar eyalet yöneticileri eyalette ve ulusal toplantılarda tanımlanan öncelikleri dikkate alsa da, ulusal önderlik bu kaynakların nereye gittiğini belirtmekle mesuldür.
Kaynaklar esas itibariyle hareketin örgütlenmesini, alt yapısını ve faaliyetlerini garantilemek için yönlendirilir: MST’nin verimli ve güçlü örgüt olarak kendisinden beklenen, hareket etmesine imkân tanıyacak olan sekreterya ve eğitim merkezleri içerisindeki koşullar, iletişim ve ulaşım araçları ve diğer yönlerdir.
Her eyalette mali durumun kullanımını denetlemek için MST, paranın yanlış tarzda kullanımını da düzeltmesi gereken kontrol konseyleri oluşturdu. Her üç ayda bir, mali ekipler toplanan paranın ayrıntılı bir raporunu ve yatırım biçimini vermelidir.
Bu hareketin ilkelerinden biri kitle mücadelesi, seferberlikler vb. bütün faaliyetlerin tabanın kendisi tarafından finanse edilmek zorunda olmasıdır, zira hareketin otonomisinin ve aralarında paylaşılan mesuliyetin garantisi orada yatar. Eğer bir hareket bir seferberliği ya da bir mücadeleyi örgütlemek için dışarıdan kaynaklara ihtiyaç duyarsa, bu bağımlılığa bağlanacaktır ve mücadele etme kapasiteleri yabancılaşacaktır. Bu nedenle MST insanların mücadelenin kendi kaynaklarına bağlı olduğunu anlaması yönünde çaba sarf eder. Ancak ondan sonra bu mücadeleler bu yoldaşları eğitecek ve politik gelişimlerine katkıda bulunacaktır.
2) Militanların Özgürleşmesi
Gördüğümüz gibi, MST yerleşimlerin Hareketin diğer örgütsel ve politik faaliyetleri için militanlarını serbest bırakmasını ister. Çoğu yerleşim Hareket için tüm gün çalışacak bir veya daha fazla kadroyu serbest bırakır ve bu militanların tarımsal işi geri kalan üyeler tarafından üstlenilir.
Her iki yılda bir çalışmalarının bir değerlendirmesi olur ve kadroların görevlerine devam edip etmeyecekleri veya üretime geri dönüp dönmeyeceklerine karar verilir.
NOTLAR:
[1] Farklı türden iki canlı varlığın dengeli ve sıkı bir işbirliği içinde yaşaması ve her birinin bu işbirliğinden yararlanması hali (ç.n)
[1] João Pedro Stédile, Bernardo Mançano Fernandes
, Brava Gente…, Ediciones Barbarroja, Buenos Aires, Nisan 2000, S. 36; Brezilya Basımı
Brava Gente…, Editora Perseu Abramo, São Paulo, 1999, S. 31.
[2] Brezilya’da bunlar posseiros olarak adlandırılır.
[3] “Yasa […] bir arazi parçasının büyüklüğü [modül bakımından] gıda ve bir ailenin gelişmesi için gerekli olandan daha küçük olduğunda, bu arazinin bir “minifundium” olarak addedileceğini söyledi.” J. P. Stédile, Latifúndio: o pecado agrário brasileiro, 1999, basılmamış belge.
[4] Ivonete Tonin, Rio Grande do Sul eyaleti koordinatörü, röportaj Marta Harnecker tarafından 16 Kasım 2001’de yapılmıştır.
[5] J. P. Stédile, Latifúndio: o pecado agrário brasileiro, 1999, basılmamış belge.
[6] Roseli Salete Caldart, Pedagogia do…, Yukarıda a.g.e, s. 87.
[7] MST, Reforma Agrária: por um Brasil sem latifúndio!, 2000, s. 26.
[8] J. P. Stédile, B. Mançano Fernandes, Brava Gente…, Yukarıda a.g.e, s. 40; Braz. Edit., s. 35.
[9] Yukarıda a.g.e, s. 42; Braz. Edit., S. 36.
[10] Yukarıda a.g.e, s. 40; Braz. Edit., S. 34
[11] Frei Flávio, röportaj Mayıs 2001’de, Porto Alegre, Marta Harnecker tarafından yapılmıştır.
[12] A.g.e.
[13] Reforma agrária: por um Brasil sem latifúndio, yukarıda a.g.e, S. 25.
[14] Bu konu daha ileride geliştirilecektir.
[15] Broşürlerinde bunu şu şekilde tanımlarlar: “Kendinizi liderleri eğitmeye ve işçilerden meydana gelen bir politik önderlik hazırlamaya adayın.”
[16] Normas gerais do MST, Eylül 1989, bu konu üzerine bakınız S.22-23
[17] Ivonete Tonin, Marta Harnecker’in röportajı, yukarıda a.g.e
[18] Hareketin İkinci Ulusal Toplantısı kararına göre, Ocak 1986, MST CUT’u destekledi. Bakınız: Normas gerais…, Eylül 1989, S.10
[19] Normas gerais…, yukarıda a.g.e, S19
[20] J. P. Stédile, B. Mançano Fernandes, Brava Gente…, yukarıda a.g.e., S. 47; Braz. Edit., S. 39-40.
[21] Yukarıda a.g.e, S. 49; Braz.Edit, S.41
[22] Normas gerais…, Yukarıda a.g.e, S.20
[23] J. P. Stédile, B. Mançano Fernandes, Brava Gente…, yukarıda a.g.e., S. 50-51 Braz. Edit., S. 41-42.
[24] Yukarıda a.g.e, S.99, Braz.Edit, S.85
[25] Normas gerais…, Yukarıda a.g.e, S.20
[26] J. P. Stédile, B. Mançano Fernandes, Brava Gente…, yukarıda a.g.e, S. 50; Braz. Edi., S. 41
[27] Yukarıda A.g.e S.50-51; Braz.Edit, S.42-43
[28] Mário Luis Lill, ITERRA’nın eski başkanı, röportaj Marta Harnecker, Brezilya, 2000
[29] A.g.e
[30] A.g.e
[31] MST, Documento básico do MST, Yukarıda A.g.e, S.45
[32] J. P. Stédile, B. Mançano Fernandes, Brava Gente…, yukarıda a.g.e, S. 69; Braz. Edi., S. 58
[33] Yukarıda A.g.e, S.68; Braz Edit, S.57
[34] Yukarıda A.g.e, S.69; Braz Edit, S.58
[35] A.g.e
[36] Mário Luis Lill, röportaj M. Harnecker, yukarıda A.g.e
[37] J. P. Stédile, B. Mançano Fernandes, Brava Gente…, yukarıda a.g.e, S. 70; Braz. Edi., S. 59
[38] Yukarıda A.g.e, S.69-70, Braz.Edit S. 58-59
[39] Yukarıda A.g.e, S.72, Braz.Edit S. 60
[40] Mário Luis Lill, röportaj M. Harnecker, yukarıda A.g.e
[41] Brezilyalı filozoflar arasında başı çeken Josué de Castro Manuel Correia, Celso Furtado, Florestan Fernandes, Darci Ribeiro, Paulo Freire, Luiz Carlos Prestes, Correa Andrade and Leonardo Boff ve diğerleri. (J. P. Stédile, B. Mançano Fernandes, Brava Gente…, yukarıda a.g.e, S. 72-73; Braz. Edi., S. 60-62)
[42] Che Guevara, José Martí, Julio César Sandino, Fidel Castro, Emiliano Zapata.
[43] Nelson Mandela, Mahatma Ghandi, Martin Luther King, Patrice Lumumba, Agostinho Neto, Samora Machel,
Amilcar Cabral.
[44] James Petras, Marta Harnecker (J. P. Stédile, B. Mançano Fernandes, Brava Gente…, yukarıda a.g.e, S. 72; Braz. Edi., S. 60)
[45] Yukarıda A.g.e, S.97, Braz.Edit S. 83
[46] MST, Documento básico do MST, Piracicaba, Şubat 1991, S.44. Bu pratik-teori-pratik fikri Halk Eğitimine temel olan diyalektik yöntemden başka bir şey değildir. Bu halkın somut gerçekliğinden ve bu gerçeği nasıl atlattıklarından başlamak anlamına gelir; bunun nedenlerini ve sonuçlarını küresel bir bakış açısından analiz eder ve daha sonra pratiğe geri döner, ancak bu defa farklı bir tarzda, bu gerçeği dönüştürmek için sonuç alıcı eylemlerle.
[47] J. P. Stédile, B. Mançano Fernandes, Brava Gente…, Yukarıda A.g.e, S. 51; Braz. Edit., S. 43.
[48] Normas gerais…, yukarıda A.g.e, S. 20.
[49] Christiane Campos, röportaj Marta Harnecker, Montreal, Şubat 2001
[50] Ivonete Tonin, röportaj…, yukarıda A.g.e
[51] J. P. Stédile, Marta Harnecker’e mektup, Montreal, 5 Nisan 2001
[52] Vilson Santin, röportaj Marta Harnecker, Montreal, Nisan 2001
[53] J. P. Stédile, Marta Harnecker’e mektup, Montreal, 5 Nisan 2001
[54] A.g.e
[55] A.g.e
[56] Christiane Campos, röportaj…, yukarıda A.g.e
[57] Normas gerais…, yukarıda A.g.e S.13-14
[58] Ivonete Tonin, röportaj…, yukarıda A.g.e
[59] Normas gerais…, yukarıda A.g.e S.14
[60] Yukarıda a.g.e S.15
[61] MST, Construindo…, Yukarıda A.g.e, S.57
[62] J. P. Stédile, B. Mançano Fernandes, Brava Gente…, Yukarıda A.g.e, S. 103; Braz. Edit., S. 89
[63] Yukarıda A.g.e S.103; Braz.Edit S.90
[64] Normas gerais…, yukarıda A.g.e S.15
[65] A.g.e
[66] A.g.e
[67] MST, Construindo…, Yukarıda A.g.e, S.60
[68] Normas gerais…, yukarıda A.g.e S.15-16
[69] MST, Construindo…, Yukarıda A.g.e, S.59-60
[70] J. P. Stédile, Bu bölüm için notlar, 28 Aralık 2001
[71] Normas gerais…, yukarıda A.g.e S.16
[72] J. P. Stédile, B. Mançano Fernandes, Brava Gente…, Yukarıda A.g.e, S. 106; Braz. Edit., S. 91-92
[73] MST, Construindo…, Yukarıda A.g.e, S.59
[74] Normas gerais…, yukarıda A.g.e S.16. Ayrıca bakınız MST, Construindo…, Yukarıda A.g.e, S.58
[75] J. P. Stédile, B. Mançano Fernandes, Brava Gente…, Yukarıda A.g.e, S. 105; Braz. Edit., S. 90-91
[76] Yukarıda A.g.e S.106; Braz.Edit S.91
[77] J. P. Stédile, Bu bölüm için notlar, 28 Aralık 2001
[78] Christiane Campos, röportaj…, yukarıda A.g.e
www.scribd.com/doc/9962198/Bolum-5
http://bizdnyannyerlileri.blogspot.com/2009/06/torakszlar-hareketi.html
Like this:
Like Loading...
January 10, 2010
Posted by e |
anti-kapitalizm, ezilenler, isyan, kir yasami, kooperatifler vb modeller, ozyonetim, sistem karsitligi, yerli - yerel halklar |
Leave a comment

Türkçe Çeviri : Akın Sarı
Daha önce gördüğümüz gibi, Topraksız İşçiler Hareketi “toprak sahiplerinin ekonomik ve politik gücüne karşı durmak ” ve çiftçiler arasında toprağı bölüştürmesi için hükümet üzerinde baskı yapmak için farklı mücadele biçimleri geliştirmektedir[1]: işgaller, müzakereler, alanlarda ve kent içerisindeki kamusal yerlerde kamp kurma, hükümet binalarının işgali, kamusal mitingler, yürüyüşler ve toplu yürüyüşler, oruç ve açlık grevleri.
Hareket ülkenin politik durumuna ve o anın ihtiyaçlarına göre, en iyi yöntemleri ortaya koymaya karar vererek işe başlar. İçlerinden en etkilisi işgal olmuştur. Hükümetlerden hiçbirinin tarım reformunu uygulamaya koymaya yönelik politik arzusu bulunmadığı için, toprağın işgali zorunlu bir silah ve MST’nin en gözle görülür eylemi oldu.[2]
90’larda, aşağı yukarı 160.000 aile işgallere katıldı. Bugün Brezilya’nın her tarafında 100.000 ailenin beraberinde 500 civarında kamp vardır.[3]
II. İŞGAL
Dünyanın dört bir yanındaki en yoksul kesimlerin görüntüleriyle tanınan dünyaca meşhur Brezilyalı fotoğrafçı Sebastião Salgado bir MST işgalini aşağıdaki sözlerle tanımlıyor:
“12.000 kişiden fazla olan topraksız insanların konvoyunu –bir başka deyişle, Parana’da yeni bir kışın soğuk gecesinde yürüyen 3000 aileyi- görmek etkileyiciydi. Köylülerin ordusu neredeyse tam bir sükunetle ilerledi. Yalnızca daha önce çok büyük eforlar sarf etmiş göğüslerden gelen düzenli solumaları ve otoyola basan kısık ayak seslerini duyabilirsiniz. Eğer nereye gittiklerini izleseydiniz, son varış noktalarının Brezilya’daki tipik uçsuz bucaksız latifundialardan biri olan Giacometi çiftliği olduğunu tahmin etmeniz zor olmazdı. Doğru bir şekilde kullanıldığında, 83.000 hektar […] o zamanlar bunun için yürüyen 12.000 insana uygun bir yaşam temin edebilirdi. […] Söz konusu yere şafakta vardılar. […] Erkekler çiftliğin “sindiricileri” ile herhangi bir karşılaşma için hazır bir şekilde, hayâl ürünü sınırın ön sıralarında yerlerini alırken, çocuklar ve kadınlar insan dalgasının sonuna doğru gitti. […] çiftliğin küçük ordusunun karşılık vermeyeceğinin bilincinde olduklarından, öndeki erkekler kilidi kırdı ve çit açılmaya başladı; içeri girdiler; onların arkasında bir nehir insan bir kere daha hareket etmeye başladı, ve topraksız insanların bastırılmış haykırışı yeni bir günün ışığı gibi yankılandı […].[4]
1. İŞGAL ÇEŞİTLERİ
Toprağın yasal ve fiziksel özellikleri ve yerin sosyo-politik koşullarına göre farklı işgal biçimleri vardır.[5] Bu hükümetler büyük toprak sahiplerinin çıkarlarını temsil ettiğinde ve Hareketin ilerlemesini önlemek için bütün olası yöntemleri kullanmaya arzulu olduğundaki toprak işgal etmekle, eyalet veya belediyenin tarım reformunu uygulamaya koymak gerektiğine ikna olduğu ve bundan dolayı MST’ye karşı güç kullanılmaması için talimat verdiği toprak işgali aynı değildir; çalışmasında zayıf olduğu bölgelerdeki toprağı işgal etmesiyle, MST’nin bir süredir çalışmakta olduğu, benimsendiği ve saygı gördüğü bir yerde bunu uygulamaya koyması bir değildir.
İlk işgaller belli bir parça toprak almak isteyen, nispeten küçük gruplardan oluşan aileleri içerdi[6], ancak daha sonra –daha önce söylediğimiz gibi- baskıcı güçler kendilerini zorla çıkarmaya geldiğinde işgal içerisinde kalma ihtiyacı, onlara bir bölgenin bütün topraksız insanlarıyla birlikte kitlesel işgaller gerçekleştirme fikrini verdi –bu toprağın belli bir parçasını zapt etmeyi değil de, sadece bölgede seferber edilmiş bütün aileleri yerleştirmek için gerekli olan toprağı işgal etmekten ibaretti. Bu tarz işgal sayesinde, genellikle birçok yerleşim ortaya çıkar.[7]
Sınırlı işgal durumunda, ailelerin seferberliğini ve örgütlenmesini belirleyen zapt etmek istedikleri alanın büyüklüğüdür. Toprağın yüzeyine bağlı olarak, çok az ya da birçok grup toprağı işgal edebilir. Bu tarz her işgal bir yerleşimin ele geçirilmesinin işaretidir. Sınırlı işgal toprak bir kere zapt edildiğinde kitlesel işgale dönüşebilir ve başka ilgili aileler tarafından ele geçirilebilecek bir grup yer hakkında bilgi bulunur.
Bazı durumlarda, büyük toprak sahiplerinin arkasındaki destek çok güçlü olduğunda, araziyi işgal etmek yerine, topraksız insanlar toplumun dikkatini çekmek için yol kenarında kamp kurar. Bu yöntem bir bölgenin köylüleri başka bölgelerde toprak için mücadele vermeyi reddettiğinde de kullanılır. Bazı yerlerde, MST yol kenarındaki bu kampları köylü gruplarını örgütlemekte ve onların bilinçliliğini arttırmak için bir basamak olarak kullanır. Başka durumlarda bunu arzu edilen rakama ulaşana kadar aileleri gruplara ayırmaya başlamak için kullanır.
Hareket, kadrolarından çok esnek olmalarını ve uygulayacakları özel işgal biçimini seçmek için her yerde güçlerin korelasyonunu çok fazla hesaba katarak her bölgedeki farklılıklara saygı göstermelerini ister.
Ülkenin çeşitli yerleri ve bölgelerinde işgallere katılmış bazı MST üyeleri, militanlar gibi şimdi yeni yerleşimler kurmak için yeni işgaller örgütleyerek bu deneyimlerin bilinmesi için zamanlarını adamaktadır.
90’larla başlayan tabandaki bu çalışma Frente de Masas tarafından örgütlenmişti. Bu MST’nin içerisinde örgütlenen faaliyet kesimlerinden biridir, ne var ki Christiane Campos’a göre, “bu sadece herhangi bir kesim veya faaliyet değildir, bu hareketin tam kalbidir, bütün harekete kan pompalar. Temel çalışma için kadroları harekete geçirir ve sonra onlar da MST’nin her tarafta büyümesini sağlarlar.”[8]
İşgal için uygun olduğu düşünülen alanın seçiminden mitinglere katılacak ailelere ve hükümetle müzakerelere kadar işgal süreci ve toprağın zaptı boyunca gerçekleştirilmesi gereken bütün faaliyetlerden sorumludur.
2. İŞGAL ÖNCESİ ÇALIŞMA
Her nasılsa, bir çiftliğe girdikleri an, hareketin önceden hesaba kattığı yolun zirvesidir. MST’nin ilk yaptığı şey işgal edilecek toprağı belirtmektir ve –eğer kitlesel bir işgal olacaksa- toprak edinmeyle ilgilenen ailelerin bulunabileceği civar kentleri, kasabaları ve cemaatleri de belirtmelidir.[9] Ve militanların aileleri işgal için söz verdirmeye çalışarak gittikleri yerler buralardır.
1) Tabanda Toplantılar
Tabanda bu çalışma genellikle “biriyle ilk bağlantının” kurulmasıyla başlar. Bunun “yöre içerisinde önemi olan biri” olmasına çalışılır: Bu, belediye başkanı, bir vekil, bir müsteşar olabilir, bir sendika ve hatta bir rahip olabilir. Bu şahıs cemaatin güvendiği ve Hareketle sıkı fıkı olan birisidir.[10] Bu kişi MST ve taban arasında “köprü” olacaktır; aileleri tarım reformu hakkında konuşacakları ilk toplantıya davet eder. Bu tür bir bağlantı olmadığında, bu işi, ev ev, yapan militanların kendisidir. Bir okul odasında veya bir kilisede olabilen bu ilk toplantıda Brezilya’daki tarım reformunu konuşurlar, MST hakkındaki her şeyi, neden mücadele ettiğini ve toprağın nasıl ele geçirilebileceğini açıklarlar.
Sorun basitçe ailelerin toprağı işgal “görevini” gerçekleştirmesi değildir, ne yaptıklarını ve neden yaptıklarını anlamalılar. İşgalin ardındaki gerekçeleri herkesle tartışmanın çok önemli olmasının nedeni budur. Sorusu olan bunları arz eder, fikirlerini söyler ve tartışır. Bu hareketin hoşuna gidecek gerçek katılımın çok önemli bir yönüdür. Ve tabandaki bu çalışmanın toprak mücadelesi önderlerinin bilinçliliğinin artmasına katkıda bulunacağına hiç şüphe yoktur. Bu ilk toplantı sırasında bir dahaki toplantı tarihi için anlaşırlar.
Gelecek toplantı için ilkindeki her katılımcı başka komşuları davet etmelidir. Dolayısıyla genelde eğer ilk toplantıda on kişi vardıysa, bir dahakinde 20, 30, 40 olacaktır ve mücadeledeki yoldaşları arttırabilmeleri bu şekilde olur.
Dört ya da beş toplantıdan sonra –çeşitli cemaatlerde paralel bir şekilde gerçekleştirilen- yeterince insan işgalle alâkadar olduğunda, bütün bu aileler birlikte bölgesel bir toplantı yapılır.[11]
Çoğunlukla önceden yerleştirilmiş olan bir MST üyesi de davet edilir ve o kendi deneyimlerini aktarır; ayrıca iyi-bilinen güvenilir liderlerden bazılarını davet edebilirler. Toplantıda eylem için gün ve saate karar verirler.
3. TOPRAK NASIL İŞGAL EDİLİR
Tarihi boyunca MST’nin başarılı bir şekilde örgütlediği sayısız toprak işgali ona bunları nasıl uygulamaya koyacağı hakkında zengin bir pratik bilgi sağladı. Telkinlerini aşağıdaki biçimde özetleyebiliriz:
Birincisi: işgal edilecek olan alan önceden teşhis edilmelidir. Toprağın fiziksel koşulları hakkında bir çalışma yapılmalıdır: suyun varlığı, aile bahçeleri imkânı, dışsal görünürlük, gelecekteki verimli koşullar vs. Olası engelleri önceden görmek ve en küçük ayrıntıya kadar her şeyi garanti etmek esastır. İyi toprak seçimi, kampçılar toprağın dağıtılmasını beklerken, daha iyi koşullar arayarak daha sonra bir başka yere geçilmesini mümkün kılar.
İkincisi: toprağın örgütlenen bütün aileler için kolayca ulaşılabilir olmasına dikkat edilmelidir. Genellikle bir latifundiya onu işgal edecek ailelere yakın, bölgenin merkez kısmından seçilir.
Üçüncüsü: eğer hükümet tarım reformunu uygulamaya koyma arzusuna sahip olursa, kamulaştırılabilecek bir toprak parçası seçilmelidir.[12] “Çok az veya hiçbir şey üretmeyen –toplumsal işlevini yerine getirmeyen” geniş bir alan seçmeye çalışmak zorunda olmalarının nedeni budur.[13] Bu MST’nin toprakları kamulaştırmak istediğini söyleyen sağ kanadın köylülerle savaşmak için kampanyalar örgütlemesinin önüne geçer ve hükümetin bu toprakları temizlemek için güç kullanmasına hiçbir neden bırakmaz.
Bu MST kuralı geçenlerde, Fernando Henrique Cardoso Yönetimi tarafından kabul edilen ve iki yıl geçmeden işgal edilen toprakların verilmeyeceğini ilan eden yeni bir yargı-kanunundan ötürü değiştirildi. Hareketin buna yanıtı ilk iş olarak hedefledikleri verimsiz toprakları elde etmek için daha büyük bir baskı silahı olarak verimli toprakları işgal etmek oldu. Bu nedenle, bu verimsiz toprakların dağıtılması için temel müttefikleri geçici olarak yerleştikleri latifundium sahibinin ta kendisidir.[14]
Dördüncüsü: bütün topraksızların tamamen katılması zorunludur, geleneklerde olduğu gibi sadece babanın katılması kabul edilmez. Çünkü, kadınların cesareti ve inisiyatifi genellikle mücadelenin en can alıcı anlarında belirleyicidir.
Beşincisi: çeşitli belediyelerden çıkan büyük köylü gruplarını seferber etmeye çalışarak mümkün olduğunca kitlesel olmalıdırlar.[15] “İşgal yerine hep birlikte varmaları toprak sahiplerinin şiddetinden sakınmak için” de uygundur.[16]
Altıncısı: tam işgal anına kadar işgalin yeri ve tarihi çok gizli tutulmalıdır. Harekete karşı olan insanlar tarafından bilinmesine meydan vermemek için sadece liderler bu olguları bilmelidir.[17] Hazırlık toplantılarının açık olduğunu hatırlamalıyız, dolayısıyla katılmak isteyen herkes katılabilir. Bu anlamda güvenilir olmayan insanların, ya da sadece “yoldaşlardan istifade etmekle ilgilenenlerin katılmasına meydan vermemek önemlidir. Bu insanlar kolayca pes eder, ya da polis ve toprak sahipleri için ihbarcı olur.”[18]
İzlenecek olan yol bütün grupla tartışılmalıdır: Seçilen alanda başlangıç noktasından bitiş sınırına kadar polis ya da hükümet tarafından fark edilmeye meydan vermemek için, dikkat çekmeyen herhangi bir dolambaçlı güzergâh ya da yol olup olmadığını bulmaya çalışmak.[19]
Yedincisi: son olarak, gerekli olduğu sürece kamp yaparken ihtiyaç duyacakları her şeyi önceden hazırlamalıdırlar: uzun bir süre dışarıya bağlı olmamayı temin etmek için çadırlar, yiyecek, nakliyat vb. temin edilmelidir.[20]
4. YASAL SORUNLAR
Her ne zaman bir işgal olsa, yasal sorunlar olur. Eğer toprak hükümete aitse, davaya karar vermesi gerekenin eyalet Federal Hâkimi olduğunu bilmek işgalciler açısından önemlidir, diğer taraftan eğer toprak özel mülkse, karar veren vilayet hâkimidir. Eğer ihraç emri bu iki kategoriden birine uymuyorsa, işgalin illegal olmasının nedeni budur.[21]
Eğer zorla çıkarılırlarsa, ihraca karar veren izin kâğıdı yetkisini kanıtlamalı ve mülk sahibi tarafından uygulanan eylem tipini incelemelidirler: mülk sahibi ihraçları için yasal bir belgeyle gelebilir (bu onların zaman kazanmasını sağlar), ya da hâkimden topraklarının derhal geri verilmesini rica edebilir. Bu durumda hâkim iki farklı biçimde harekete geçebilir: köylülerin polis eylemi aracılığıyla ihracına karar vermek ya da ihraçtan önce toprak işgalcilerini toplantıya çağırmak.[22] Kendisine anayasa tarafından verilen hakka dayanarak, mülk sahibi “meşru müdafaa” içerisinde de harekete geçebilir.[23]
5. MÜZAKERE
Bu işgal süreci devam ederken, topraksız çiftçiler devletle İşgal Müzakereleri Komisyonu aracılığıyla bu ailelerin yerleşimini görüşmeye çalışır.
1) Toplantılar (Audiencias)
İşgalden sonraki ilk adım “hükümetle ilgili gruplarla görüşmeyi amaçlayan, yetkililerle toplantılar örgütlemeye” çalışmaktır. En yaygın sonuç işçilerin boş sözlere dönüşecek olan birçok vaatle ayrılmasıdır. “daha sonra, olumlu bir sonuç olmadan önce yıllarca sürebilen görüşmeler süreci başlar”[24] MST’nin yetkililerle bu toplantıları iki özellik tarafından belirlenir:
Birincisi: “köylüler her zaman geniş gruplar içerisinde görüşür. Bazı toplantılara MST’nin kitlesel müzakereler olarak adlandırdığı gerçek halk yığınları katılır.”[25]
İkincisi: “köylüler aldıkları sözlerin hiçbirini unutmazlar.” Duyduklarına inanırlar. Tatlı konuşmanın onları sakinleştireceğinden emin olan iktidardaki politikacılar bir takım şeyler vaat eder ve daha sonra sözler unutulur.”[26] Ancak bu doğru değildir, topraksız insanlar unutmazlar ve tekrar ve tekrar taleplerinde diretirler.
2) Eylem Yoluyla Öğrenme
İşgal sırasında müzakere aynı zamanda bir bilgi alanına dönüşür ve şu anda onların dengi olarak görünen yetkililerden önce köylülerin tutumlarında bir değişimi gerekli kılar. “Eğer toprağı olmayanlar geçmişte tepki göstermekten korkmuş olsaydı, şimdi de onların tepkisinden korkan yetkililer olurdu ve bu onlara eşit şartlar verir.”[27] Müzakereleri daha lehte bir atmosfer içerisinde gerçekleştirmek için yerel şahıslar ve kurumlar arasında (vekiller, sendikalar ve kiliseler) müttefikler aramak çok önemlidir.
- 6. BASKI ARACI OLARAK İŞGAL
1) Politik Baskı ve Müzakere
Daha önce söylediğimiz gibi, işgal bir politik baskı biçimidir. Görüşmeye ivme kazandırmayı amaçlar. Pratik “en iyi görüşmelerin işgallerin bir sonucu olarak olduğunu” kanıtladı[28] çünkü eğer “hükümetle görüşmekle başlarsanız, sadece görüşerek, sonuç olarak hiçbir şey elde edemezsiniz.”
Kitle hareketinin genç bir lideri şöyle diyor: Tarım reformunu uygulamaya koymakta hiçbir politik çıkarları yoktur. Daha sonra öğrendik: toprağı işgal edeceğiz ve baskı sarf edeceğiz; eğer bizimle görüşmek isterlerse, iyidir, ya ayrılırız ya da teslim oluruz, aksi takdirde orada kalırız.”[29]
Genellikle, eğer görüşme iyi hazırlanmışsa, ve gelecek yerleşimcilerin lehine bir anlaşmayla gelmişlerse, bu aileler işgal ettikleri aynı toprağı talep etmezler, ancak söz konusu toprak işgalin meydana geldiği aynı bölge içerisinde olmalıdır.
Bundan sonra işgallerin amacı “topraksız köylülerin sorunlarını yönetici çözümleriyle görüşmek ve işlenmemiş topraklara üretim yaptırmaktır. İşgalin kent işçilerinin grev hakkıyla karşılaştırılmasının nedeni budur: bu haklarını istemek için bir mücadele aracıdır. Topraksız insanların hiç grev yolu yoktur, insanlar hazır olduğunda işlenmemiş toprakların yanı sıra bunları işletmeye ve gıda üretmeye istekli insanlar olduğunu kanıtlamak için baskı ortaya koyma imkânları latifundia işgal etmektir.”[30]
2) Adil Olmayan Yasal Engelleri Parçalamak ve Adil Kanun Ortaya Çıkarmak
İşgaller aynı zamanda var olan yasallığı sorgulamanın bir yoludur. Bunlar kanunların egemen sınıfların yararlanması için yapıldığını ve bu yasal engeli insanlar tarafından sarf edilen baskı ve diğer özel mücadele araçları yoluyla parçalamanın örgütlü hareketlere bağlı olduğunu gösterir.[31]
Bu mücadele aracılığıyla MST bu işgallerde evden çıkarılma suçuna karşı bir dizi yasa elde edebilmiştir: eğer topraklar faydasız ya da yeterince işlenmişse yasa artık bir başkasının toprağını işgali cezalandırmayacaktı. Bu en zengin kesimlere fayda sağlayan yasaların ancak örgüt ve insanların baskısıyla değiştirilebileceğini gösterir.[32]
Topraksız insanlar aşağıdaki biçimde düşünür: “yasa, toprağı toplayan, çok az üreten ve milyonlarca insanı haysiyet içerisinde yaşamaktan alı koyan latifundiuma ait özel mülkü korur.” Bu nedenle “bu adaletsiz bir yasadır. Ve hiçbir insan adaletsiz yasalara boyun eğmeye zorlanamaz. Yüzyıllardır, bu yasalara karşı ve yaşamdan yana açık ve titiz bir şekilde adaletsiz yasalara boyun eğmemek halk hareketleri mücadelesinin bir aracı oldu.”[33]
Topraksızların fikrince, “Hıristiyanlar Şebat[1] ve kutlama yılı sırasında Geri Alma Hakkını tanıyan İncil aracılığıyla toprak işgalini meşrulaştırır. Bu toprağını kaybeden kişinin –kendisi ya da soyunun- toprağı elinde bulunduran kişiden, herhangi bir zaman diliminde, kurtarma hakkı olduğu anlamına gelir. Bu Tanrının toprağı herkese verdiği ilkesine dayanan kamusal bir yasasıydı. Eğer toprağına toprak katan kişi onu geri vermezse, bundan etkilenen kişi kendisine ait olanı geri almak için güç kullanabilir […].”[34] Eğer bu kitabı mukaddese ait yorumu kabul edersek, köylüler kendilerine ait olan şeyi işgal etmektedir ve sadece birkaç elde toplanan toprak yasaktır.
Dolayısıyla işgal meşrudur, birincisi, yaşamı savunmaktan kaynaklandığı ve araçların zapt edilmesi hayatta kalmak için olduğundandır, ikincisi, toplumun marjinalleştirdiği insanlar tarafından uygulamaya konmasından ötürüdür, üçüncüsü, sahipleri için ya da toplum için hiçbir ekonomik anlamı olmayan verimsiz topraklar üzerinde yapılmasından ötürüdür.[35]
Diğer yandan, Brezilya’da prestiji olan birçok avukat toprağın toplum için hiçbir yarar sağlamadan tek elde yoğunlaşmasının sadece adaletsiz değil, aynı zamanda yasa dışı olduğunu düşünür. “İşgallerin sadece haklı olmakla kalmadığı aynı zamanda yasal olduğu fikrini savunurlar.”[36]
Avukatlara göre, bir hâkimin yapması gereken bir işgal olduğunda, işgal edilen alanın teknik bir incelemesini istemektir ve eğer alanın bir latifundium olduğu doğrulanırsa,[37] onun kamulaştırılması talep edilmelidir. Bundan sonra hükümet mülkiyet hakları sahiplerini (Tarım Reformunun Mülkiyet Hakları, 20 yıl sonra ödenmesi gereken) saptamak zorunda kalacaklar ve işçilerin üretmeye başlamasını ve toprağı toplum için faydalı hale getirmelerini isteyeceklerdir.
Ancak tarihsel olarak hâkimler bu şekilde davranmadı. “Anayasayı uygulama cesaretleri yoktur. Sivil Yasaları uygulamanın ve ailelerin ihraç edilmesini talep etmenin konforlu konumunu tercih ederler.” Buradaki kazanım hakimler tarafından verilen ihraç mühletinin uzatılması, böylece hükümetle görüşmek için daha fazla zaman kazanılması ve en azından bu ailelerin durumuna geçici bir çözüm aranmasıdır.[38]
İşgaller “tarım reformunu gerçekleştirmek ve bütün toprakların toplumsal işlevini yerine getirtmek için anayasal yetkiyi pratiğe aktarmanın bir yolunu” temsil etmesine rağmen, aynı zamanda kendi içerisinde mevcut yasalara karşı sivil itaatsizlik eylemleridir.[39]
- 7. ÖZNEL ZAFERLER
1) Örgütlü İsyanın İfadesi ve Sınıf Bilinçliliğinin Oluşumu
İşgal aynı zamanda örgütlü isyanın ya da toplumsal sorgulamanın bir yoludur. Bir latifindumu işgal eylemi topraksız insanların yaşamında muazzam bir değişimi gerekli kılan açık bir itaatsizliği simgeler: İşgal, her zaman bir başkasına itaat etmelerini –patron, baba, belediye başkanı olsun- ve kafalarını eğmelerini[40] gerektiren geleneklerini parçalar, köylünün yaşamındaki iki çok güçlü duyguyu ortadan kaldırır: bunlar korku ve konformizmdir.[41]
Öte yandan, toprak için mücadele sermayeye, temellüke ve sömürüye karşı aralıksız bir mücadeledir. “bu kapitalistler ya da toprak sahipleri tarafından dışlanmalarına karşı topraksız işçilerin mücadelelerinde geliştirilen bir eylemdir.”[42] Salete Caldart’a göre, işgal aracılığıyla sınıf mücadelesi açıklık kazanır: Büyük toprak sahiplerinin alanını işgal ettiklerinde kendilerini içinde buldukları mücadele, MST’ye bağlı kadın ve erkekler açısından köylülerin sınıf bilinçliliğine katkıda bulunan bir deneyimdir: Telleri kesmeden ve alana girmeden hemen önce, işçi çok açıkça çelişkiyi ve sınıf farkını görür –bir yanda, verimsiz çok büyük toprak arazileri, kendisini destekleyen polisle birlikte kibirli bir burjuvazi; diğer yanda bununla beraber örgütlü işçiler, topraksızlar.[43]
2) Eski Değerlerin Yenileriyle Değiştirilmesi
İşgal topraksız insanları hazırlayan ve dünyayı kavrama biçimlerinde “yavaş fakat derin değişimleri” başlatan en zengin deneyimlerden biridir. Toprağı işgal ettiklerinde, her nasılsa topraksız köylüler yüce özel mülkiyet değerini parçalamaya ve topluma –ve kendilerine- toprağın “yaşam ve emek gibi değerler” tarafından denetlenmesi gerektiğini anlatmaya başlarlar.[44] Bazı değerleri ortadan kaldırmaya ve örgütlenme gibi, başkalarını yaratmaya ya da yeniden bulmaya başlamaları bu şekildedir.[45]
3) Yeni Bir Kimlik İnşa Etmek
İşçiler açısından en küçük toprak arazisi olsa bile, her nasılsa, bilinmeyen gerçekliklerini geride bırakarak, onu işgal etmek bu toplumsal koşullara karşı tepki göstermenin bir yoludur. Harekete katıldıklarında, ikinci bir soyadı elde ederler: Topraksızlar[46]
4) Örgütlü Olmanın Önemi
İşgal, köylü ailelerin eğer işgalin başarılı olmasını ve daha sonra hayatta kalabilmeyi istiyorlarsa, diğerlerine katılmalarını ve şahsen örgütlü olmanın önemini anlamalarını sağlar.[47] Eğer kolektif olmak yerine, işgal bireysel olsaydı, köylüler “cani” ya da “suçlu” olarak adlandırılırlardı, ancak örgütlü bir grup tepkisi olduğu için, genellikle toplum başka bir tutum benimser.[48]
SONUÇ
Kısacası, toprak işgali Brezilya’nın toprak mücadelesinin en etkin aracı ola gelmiştir. Bu köylü mücadelesinin görünmesini sağlar ve toplumu taraf olmaya zorlar. Aynı zamanda, yoksula yardım eden yasalar olsa bile, bunların ancak bir toplumsal inisiyatif bulunduğunda uygulamaya konduğunu kanıtlar. Brezilya’nın Anayasası toprağın toplumsal işlevine göre oldukça ilerici olsa bile, sadece köylülerin toplumsal baskısı işlenmemiş toprakları çalıştırmaya can atan küçük köylülere dağıtımlarını hızlandırabilmiştir.[49]
İŞGAL Mİ YOKSA İSTİLAMI MI?
Kamuoyunu MST’ye karşı kışkırtma çabaları kapsamında, medya bir kere daha MST tarafından gerçekleştirilen işgalleri “istilalar” olarak ve bunlara katılan çiftçileri de “istilacılar” olarak –ancak asla “işgalciler” olarak değil- tanımlar.[50]
“İstila” kelimesinin –bu hem hükümet hem de medyanın gözde kelimesidir- olumsuz etkisi açıktır.[51] “İstila etmek bir şeyi birisinden” zor eylemiyle almaktır. “İşgal etmek” boş bir mekanı doldurmaktır, “bu durumda, topraklar toplumsal işlevlerine intibak etmez.”[52]
Farklılık işgal yasal olmasına rağmen, istilanın yasak olmasından kaynaklanır. “İstila” kelimesi eğer toprağa ihtiyacı olmayan birisi bir başkasına ait bir araziyi gasp ederse doğru bir şekilde kullanılmış olur. Bu ifade öyleyse sadece çok uluslu şirketlere karşı kullanılabilir: Çok uluslu şirketler Brezilya’nın her yanında milyonlarca hektar toprağı istila etmişlerdir.[53]
III. KAMP
İşgal aslında nispeten kısa bir süre devam eder: Toprağa girmek zaman alır. Toprak bir kere işgal edildiğinde, aileler kamp kurar: şu meşhur siyah çadırları, geçici barınaklarını hazırlarlar. Kamp işgal edilen toprakta, hükümetten ya da MST ile dayanışmayı düşünen özel bir şahıstan devr alınan bir arazi üzerinde ya da son çare olarak, yol kenarında kurulabilir.
MST tarihinde ilk büyük kamp Encruzilhada Natalino’da (1981) olandır. Topraksız insanları mücadelelerinde seferber etmek için en önemli araç haline gelen bu örgütsel yapı, bu ve bunu takip eden diğer kamplarla kendisini güçlendirmiştir.[54]
Kampın üç amacı vardır: tarım reformu için yetkililer üzerinde baskı yapmak, ki böylece seferber olan köylülere toprak verilecektir; işgalcileri eğitmek ve onları seferber etmek; ve toprak mücadelesinden kamuoyunu haberdar etmek.[55]
1. KAMP ÇEŞİTLERİ
Farklı kamp çeşitleri vardır, bunların arasında geçici ya da sürekli olanlar vardır, ve bu ikinci kategori içerisinde açık olanlar vardır.
1) Geçici Kamplar
Geçici kamp, yetkililerin dikkatini çekmek, çalışmak ve izlenecek yola karar vermek ve hükümete yeni istemler sunmak için geçici bir temelde kurulur. Mühletin sonu geldiğinde ya da amaçlar elde edildiğinde kamp dağıtılır.[56]
1999’da, örneğin, MST bir dizi ihraçtan ve Parana Eyalet hükümetinin Quenrencia do Norte bölgesinde kamp yapan köylülere yönelik çok şiddetli saldırılarını kınamak için Curitiba Kent Merkezi’nin önünde, 100 günden fazla, kamp kurdu. Bu zorla çıkarmalardan biri sırasında, 49 köylü haksız bir şekilde gözaltına alındı ve bazıları 70 günlüğüne cezaevine yollandı; diğerleri ise aşağı yukarı dört aylığına cezaevine yollandı. “bu eyleme katılan topraksız köylülerden biri Paulo de Marck şöyle demektedir: “tek suçları bir toprak parçası için mücadele etmeleriydi”.[57] Kamp “öncelikle, haksız bir şekilde hapsedilen yoldaşlarının özgürlüğünü ve askeri polisin, hükümetin ve devlet güçlerinin Parana köylülerine eziyetlerine son verilmesini[58]; ikinci olarak, Parana eyaletinde kamp yapan 9000’den fazla aileye toprak; ve üçüncü olarak, biz yerleşimcilerin üretmek için ihtiyaç duyduğu kaynakların tayin edilmesini[59]” istemek için kurulmuştu.
Bu kampta eyaletin farklı bölgelerinden, toplam olarak yaklaşık 500 köylü kadın, erkek ve çocuktan oluşan, her bölgeden 50 ya da 60 insan, aileler vardı. Hepsi bölgeler tarafından düzenlenen, her grubun kendine ait kolektif mutfağının olduğu aynı barakalarda yaşıyordu. Kampın duşu ve banyosu; uydurma depolar ve borularla aktarılan su vasıtasıyla giyecekleri yıkamak için bir yeri; bir anaokulu ve insanların gündüz vakti gittikleri politik eğitim için büyük bir salonu vardı. Ayrıca kamp içerisinde bir fırın inşa ettiler: ekmeğin bir kısmı kampçılar içindi ve diğer kısmı gerekli malzemeleri satın alabilmek için satılıyordu. Bir de üretimi kendi kullanımları için olan tamamen organik sebze bahçesi vardı.
Gün boyunca, eğitim faaliyetleri, mutfak ve silip süpürme işinin yanı sıra, hükümetle görüşmelere katılan topraksız köylülerden oluşan komisyonlar meydana getirilirdi. Mark şunları diyor: “Eğer tencerenin altındaki ateşi yakmazsak, su asla kaynamayacaktır. Hükümet işçilerin dilekçelerine ancak halk baskısı olursa yanıt verir.”
2) Sürekli Kamplar
Sürekli kamplar olarak adlandırılır çünkü kamp yapan ailelere bir çözüm bulunana kadar devam eder ve politik momente bağlı olarak aylarca hatta yıllarca devam edebilir.[60]
1995’de MST bazı eyaletlerde kesintisiz açık kamplar deneyimine girişti. Bunu bu şekilde adlandırdılar çünkü kamp yapan ailelerin orijinal sayısı onlara katılan yeni grupların sonucunda artar. Bazı eyaletlerde açık oldukları dönem sınırlıdır – örneğin, yaklaşık 30 gün- ve daha sonra kapanırlar çünkü yeni grupların sürekli artmasıyla en uzun kamp yapan grubun olgunlaşmasını ve bilinçliliğini zayıflatabileceğine inanılır. Diğer eyaletlerde halen bölgeye yerleştirilmek için mücadele veren aileler bulunduğu sürece açık olurlar. Sonunda bir grup kampçı yerleştirildiğinde, yeni topraksız aileler kampta onların yerini alır. Bu durumlarda kampları açık tutmak için izlenen ölçüt, aileleri zorla çıkarmak için polis gücü kullanımını engellemenin bir yolu olarak, kampların kitlesel olma zorunluluğudur.[61]
3) MST’nin Organik Kullanımı için Kamplar
Hareket büyük toplantılar, eyalet toplantıları, ulusal kongreler, kitlesel dersler vb. şeyler gerçekleştirmek zorunda olduğunda da kampları kullanır.[62]
2. KAMP NASIL ÖRGÜTLENİR
Kamplar hareketin örgütsel sürecine başlamak için ideal yerlerdir. Bu denli geniş ve heterojen birçok insanın kampta yaşamlarını sürdürmesi için çok iyi bir iç örgütlenmeye ihtiyaç duyulur.
1) Aile Grupları: MST İçerisindeki Temel Örgütlenme
Topraksız insanlar bir toprak parçasını işgal ettiklerinde, kendilerini işgalden önce aile grupları içerisinde, hatta bazı durumlarda hazırlık niteliğinde mitingler yapıldığında örgütlerler; diğer durumlarda işgalden sonra örgütlenirler. Bu aile grupları tabanda çalışan MST militanlarının –bunlar kitle liderleridir- sorumluluğundadır.
Başlangıçta gruplar küçüktü, 8’den 10’a kadar, ancak daha sonraki pratikler, aynı yerden geldikleri için birbirlerini tanıyan bu küçük ailelerden oluşan grupların en küçük neden için kendi aralarında tartışmalara girdiğini, böylece geniş bir ufka sahip mücadelelerini kaybettiklerini gösterdi. Bu nedenle, bu rakam bazı kamplarda halen kullanılsa da, çoğunluğunda farklı yerlerden köylülerden oluşan 20 ile 30 arası aile vardır. Bu onların sınırlı bir hakikat görüşünün ötesine geçmelerini ve iç meseleler üzerine aşırı tartışmalardan sakınmalarını sağlar.
Kamplar genellikle toplantılara katılan bekâr insanları ve birçok çocuğu –yaklaşık 40 ile 50 insan- içerdiğinden ötürü, toplantılara çok yüksek bir sayıda insan katılmaz, ancak bu, dinamik bir katılımın yaratılmasına yardımcı olur.
Bu aile grupları MST yapısının parçasıdır. Bu, hareketin kamplar içersinde tabandaki örgütlenme tarzıdır ve yerleşimlerde devam etmelidir. Üyelik zorunludur. Bütün aileler tabanda bir grubun parçası olmalıdır ve bir kampta yerine getirilmesi gereken bazı farklı günlük işleri üstlenmelidir.
Bu grupların örgütsel ve eğitimsel amaçları vardır. Burası köylülerin bireyciliklerinin üstesinden gelmeye ve kolektif iş hakkında daha fazla düşünmeye başladıkları yerdir; kafası başka bir mantıkla çalışmaya başlar. Sonuç olarak, bu aile grupları MST’nin toplumsal temelleridir.
2) Faaliyet Bölümleri
Aile gruplarıyla ilk defa kamp örgütlemeye başladıklarında, topraksız köylüler aynı zamanda yiyecek, sağlık, temizlik, eğitim, din, neşe, finansman, eğlence ve sporlar vb. bağlantılı olan farklı komisyonlar ya da çalışma ekipleri yaratır. Bu gruplardaki katılımcılar çoğunlukla zorunlu çalışmadan gönüllü çalışmaya geçmeye arzulu, zamanlarını Harekete adamaya daha eğilimli olan insanlardan meydana gelir. Örneğin bazı insanlar sağlıkla ilgili görevlerden sorumludur; diğerleri, eğitim, kontrol vs. sorumludur. Bu görevlerin her biri için bundan sorumlu olacak bir kişiyi seçerler, ve o kamptaki her ayrı faaliyet bölümünün parçası haline gelir. Kadınlar bu faaliyetlerin çoğunluğunda önde gelir ve her gün hareket içerisinde daha fazla sorumluluk üstlenmektedirler.
3) Genel Meclis
Kamp içerisinde en yüksek karar alma seviyesi kamp yapan ailelerden oluşan genel meclistir.[63]
Bu aşamada, harekete geçilmesi için değerlendirmenin ve incelemenin yanı sıra, bu özel bölge ve alanda mücadele için genel ve özel koşullara ilaveten ülkenin genel atmosferini gözden geçirmek için periyodik durum incelemeleri olur. MST’den bir kadro devletle ve merkezi hükümetlerle görüşmelerin nasıl gittiği üzerine bir rapor verir. Bu da kampçılara ülkenin küresel koşullar içerisindeki belli mücadelelerle bağlantı kurmaya başlamasına yardımcı olur.
4) Genel Koordinasyon Sistemi
Ayrıca kamp içerisinde bir bütün olarak toplumla ilişkileri ve görüşme süreçlerini yönlendirmenin yanı sıra bütün bölümlerdeki işi birleştirme misyonu olan genel koordinasyon için bir sistem vardır. Bu koordinasyon aile gruplarının liderlerinden (genellikle, her gruptan bir kadın ve bir erkek) oluşur. Eğer kamp çok genişse, daha küçük bir komisyon seçerler böylece toplantılar daha düzgün olacaktır.
5) Örgütsel İlkeler
Kamplarda örgütlenmeye yön veren ilkeler demokrasi, karar alımına herkesin katılımı, görevlerin bölüşümü ve kolektif önderliktir.[64]
Bir zaman sonra, bu ilkeler topraksız köylülerin günlük hayatıyla kaynaştırılır. Bu köylünün bir kamp meclisinde başlayabilecek ve başka kamusal alanlarda devam edebilecek farklı sosyal ilişkiler kurmasını, katılım hakkı için savaşan bir yurttaş olmayı öğrenmesini gerektirir.[65]
Katılım gösterebilmek için, topraksız köylüler dinlemesini, tartışmasını, fikirlerini savunmasını, önerilere oy vermesini, komşusunun, eşinin, çocuğunun fikrine saygı duymasını öğrenmelidir çünkü kamplarda hepsi eşittir.[66]
6) Parasal Kaynak Sağlama
80’lerde, kamplar gıda, giyecek ve ilacı esas olarak topraksızların mücadelesini destekleyen kurumlardan ve cemaatlerden alıyordu. Ancak 80’lerin sonundan beri, MST tarafından gerçekleştirilen yerleşimlerin sayısındaki artıştan ötürü bunların katkıları arttı. Farklı biçimlerde birlikte çalışırlar: yiyecek verirler, işgaller için kamyon ve toprağı işlemek üzere traktör ödünç verirler. Bu destek bu yerleşimler kooperatiflerle birleştirildiğinde daha da önemli olur.
Kamp genellikle kendisini kampçıların çalışmasıyla ayakta tutar. Zapt etmek istedikleri kamp aynı toprakta olduğunda, karşılıklı yardımı kullanarak üretime başlarlar. Diğer durumlarda, hayatlarını sürdürmelerinde kampçıların ailelerine yardım etmek için, çoğunlukla kampın dışındaki çalışma kaynaklarını düzenlerler. Bunlar elmaları, fasulyeleri, pamuğu vb. şeyleri toplamak gibi geçici tarım hizmetleridir.
Kampın önderliği belli bir sayıda kampçıyı bunları yerine getirmek üzere rotasyon temelinde seçerek kampın dışındaki bu hizmetleri örgütler, çünkü her zaman aynı anda herkes için yeterli iş bulunmaz. İşçi kazancının %50 kadarını kampın fonuna verir. Her hafta kazançları hakkında bir kamu raporu verilir, böylece bütün para tamamen şeffaf bir biçimde kullanılır. Bu koşullara bağlı olarak, açık bir mecliste ya da aile gruplarının toplantılarında yapılır.
Bazı durumlarda, güç bir ekonomik durum olduğunda, ailenin başı ailesinin geri kalanı kampta kalırken kente çalışmaya gider. Bu Brezilya’nın özellikle Kuzey ve Kuzeydoğu bölgelerinde meydana gelir. Bütün bu destek sayesinde, MST işgallerin sayısını arttırabilmiş, direnişini yükseltmiş ve aynı zamanda birçok işgal gerçekleştirebilmiştir.[67]
3. KOLEKTİF YAŞAM İÇİN ALAN VE ÖRGÜTLENME İÇİN OKUL
Kamp sosyalleşme için, kolektif yaşam açısından geniş bir alandır. Ve aynı zamanda, örgütlenme için bir okuldur. Kamp yaşamında ilk elle tutulur olgu bu mekânın köylünün bir grup içerisinde yaşamasını sağlamasından ötürü köylünün kişiliğine özgü izolasyonu parçalamasıdır; öte yandan, bu koşullar altında kişisel ve aile bekasını sağlamanın tek yolu budur.[68]
Kamptaki yaşam her kişiye beraberlerinde getirdikleri bireyciliği daha kolektif bir davranışa dönüştürme imkânı verir. Dayanışma kampta görünen en temel değerlerden biridir. Komşunuzla dayanışmanız pratik bir zorunluluk haline gelir: Yiyecek herkes için yeterli değildir, baskı herkese karşı sergilenebilir, rüzgar birçok çadırı tahrip edebilir, mücadeleyi terk etme tereddüt ve isteği herhangi bir zamanda içlerinden her birini ya da birçoğunu etkileyebilir.
Dayanışma ihtiyacı aşağıdaki sözlerle ifade edilebilir: “zafere ya hepimiz ulaşacağız ya da hiçbirimiz ulaşamayacağız.”[69] Bu, koşulların bireysel ya da ailenin bakış açısından daha çok, nasıl dayanışma içerisinde olunacağını ve gerçekliğe kolektif bir bakış açısından nasıl bakılacağını öğrenme ihtiyacını ortaya çıkardığı anlamına gelir.
Ayrıca daha önce belirtilen malzemeleri kolektif bir biçimde kullanarak her bireyin belli bir rol üstlendiği ve çalışmasını kolektif hizmete kattığı bir hayat örgütlenir.
4. KAMPTA SÜREKLİLİK VE ŞİDDET
Kampın varlığını garantilemek “toprağın ele geçirilme mücadelesinin başarısı için esastır.”[70] MST’yi karakterize eden pratiklerden biri toprak elde etmek için seferber edilen ailelerin toprak kendilerine dağıtılana kadar kampta kalmak zorunda olmasıdır. Diğer hareketler görüşmeler başladığında aileleri başlangıç yerine geri döndürürler, çünkü yetkililer tarafından verilen sözlere itimat ederler. Kampın baskısı olmadan, toprağın kalıcı olarak verilmediği hareketin deneyimleriyle kanıtlanmıştır.[71] Hâkimlerin ve politikacıların işgallere ilişkin farklı tutumları saygıyla kabul etmesini zorlayan katiyen bu direniş pratiği olmuştur.[72]
1) İhraçlar ve Direniş Biçimleri
MST’nin tarihi boyunca “silahla yaralamalar ve dayaklardan ötürü ölüler ve geri kalan köylülerin yaşamlarında devam eden izlerle birlikte, birçok şiddetli ve vahşi zorla ihraçlar” oldu.[73] Bu, görüşmeyi reddeden ve hiçbir çözüm önermeyen hükümet ya da yargıcın boyun eğmez tavırlarının sonucudur.
Bu olgular topraksız insanlar arasında “onurlu bir yaşam için alternatif olarak” ihraçlara direnmeyi, sivil itaatsizlik uygulama kararlılıklarını olgunlaştırdı. Köylüler birçok defa şunu ifade etti: “Biz açlıktan ölmektense kavga ederek ölmeyi tercih ederiz.”[74] Bu kolektif bir politikadır, bir “mücadele aracıdır.”[75]
2) MST Barışçıl Mücadeleyi Destekler
Direnme kararının şiddeti seçmek anlamına gelmediğini açıklamalıyız, çünkü MST’nin desteklediği mücadele barışçıl bir mücadeledir. Kendilerini polis saldırganlığından korumak için kullandıkları tek silah kendi vücutları ve çalışma araçlarıdır: Palalar, çapalar, oraklar, odun parçaları ve tehlikeli anlarda eski avcılık tüfekleri. Hareket polisle karşı karşıya gelmekten kaçınmaya çalışır, buna hazır olmadığını bilir, çünkü polis silahları -tabancalar, tüfekler, makineli tüfekler, gözyaşı gazı, atlar, köpekler ve helikopterler gibi- onların sahip oldukları savunma silahlarından çok daha güçlüdür.
Ancak bu sadece daha az olumlu teknik koşullardan ötürü karşı karşıya gelmekten sakınma meselesi değildir; hareket bundan çoğunlukla sakınır çünkü onların amacı şiddet değil, toprağı ele geçirmektir. Gözlemlediğimiz kadarıyla, çok büyük mülklerini ellerinde tutmak isteyen ve bu yüzden bunlar faydasız olduğunda geleneksel baskıcı özel birlikleri kullanma gereksinimi duyan ya da kendilerine ait sözleşme altında paramiliter insanlar oluşturanlar Brezilyalı büyük toprak sahipleridir.
3) İhracın Önüne Geçilemediğinde Yapılanlar
İhraçtan kurtulamadıklarında “aileler kampı başka alanlara taşır –örneğin, yol kenarına veya kendilerine belediyeler ya da diğer kurumlar tarafından verilen arazilere. Yol kenarından zorla çıkarıldıklarında, en yakın yerleşimlerde kamp kurarlar […].”[76]
5. Kampçılar Tarafından Kullanılan Diğer Mücadele Biçimleri
Kamp var olduğu sürece, hareket örgüt ve eğitim için sadece yoğun bir iç faaliyet gerçekleştirmez, aynı zamanda dış çalışma yapar. Kafalarında iki amaçla bir dizi farklı faaliyete girişirler: Bunlar, kamuoyunu sarsmak ve yetkililer üzerinde baskı yapmaktır.
1) Kamp içerisindeki Yetkililerle Halk Mitingleri
Kampçılar “örgüt temsilcilerinin kampçıların katlandığı duruma yakınlık duyması ve orada toplanan insan yığınlarına maksatlarını doğrudan açıklamaları için”[77] zarif bürolar yerine örgütün temsilcileriyle birlikte kampçılar tarafından işgal edilen yerde halk mitingleri düzenler.
2) Yürüyüşler ya da Toplu Yürüyüşler
Yürüyüşleri ya da toplu yürüyüşleri de desteklerler. Toplu yürüyüşler fikri MST’yi toplumdan izole etmek için hükümet tarafından desteklenen bir taktiğe yanıt olarak ortaya çıktı. Medya meydana gelen işgaller üzerine hiçbir şey yayınlamadı ve sistematik olarak onların taraf tutan mücadelesini görmezlikten geldi. Bu koşullarda ne yapılacağını bulmaya çalışırken, MST eğer farklı kasabalar içinden geçecek örgütlü yürüyüşleri örgütlerse, bunun hükümet ve sağın ortaya koyduğu olumsuz kampanyaya karşı koymak için iyi bir formül olacağı sonucuna vardı.[78] Toplu yürüyüşler bir taşla birçok kuş vurdu: medyanın ve halkının toprak sorunu üzerine ve MST’nin elde etmek için mücadele ettiği hedeflere dikkat çekti ve politikacılar üzerinde baskı kurdu.
Bazı toplu yürüyüşler, kasaba ve kentlerden geçerek, 500 kilometreden daha fazla yol kat eder. Herhangi bir yerde uyur, halk mitingleri örgütler ve “halkı tarım reformunun gerekliliği hakkında bilinçlendirerek ve onları mücadeleye katarak” gezileri boyunca toplantı ve kutlamalara katılırlar. MST bir milyondan fazla insanı bu eylemlere toplayabilmiştir.[79]
MST ayrıca Brezilya’nın tarımsal döneminden istifade ederek ve köylü mücadelesinden yana uluslararası geziyi kutlamak için –bazen kendi başına, başka zamanlar diğer hareketlerle birlikte- hemen hemen her yıl Nisan’da eyalet başkentlerinde yerel etkinlikler düzenler. “Kır işçilerinin durumuna, politik atmosfere ve yöneticilerin tutumlarına bağlı olarak bu yürüyüşler toplumsal çatışmanın fitili olabilir.”[80]
3) Toplu Oruç ve Açlık Grevleri
Toplu oruç ve açlık grevleri MST tarafından çok kullanılmadı. Toplu oruç kamusal bir yerde gönüllü olarak yemek yememeye dayanır. Bu eylem aç köylülerin her gün nasıl öldüğünü ve “onları gerilla savaşçıları olduğu yalanıyla suçlayanları kamuoyuna kanıtlayarak, topraksız köylülerin barışçıl tutumunu, konuşmaya hazır oluşlarını” göstermeyi amaçlar.[81] Genel olarak, yöneticiler işçilerin isteklerini dinlemeye karar verene kadar belli bir mühlet (üç günden beş güne kadar) oruç tutarlar.
Açlık grevleri “yetkililer üzerinde sürekli bir baskı sürecine bağlı olan, kamuoyunun hükümetin grevcilerin hayatını tehlikeye atmaktan kaçınmasını talep eden birçok fikir ve hazırlık ile” sadece uç durumlarda kullanılan bir mücadele aracıdır. Bu sadece “artan sayıda hayat tehlikede olduğunda ve onları kurtarmak için hiçbir şey yapılamadığında” mazur görülür.[82]
4) Kamu Binalarının İşgali
Tarım reformuyla ilişkili bazı hükümet ya da kurumların topraksız köylülerin isteklerine gösterdikleri kayıtsızlıktan dolayı, MST baskı ortaya koymak için daha güçlü yöntemler aramaya zorlandı: kamu binalarının işgali somut taleplere bağlandı. Bu işgaller görüşmeden sorumlu olup vaatlerini yerine getirmeyenleri ifşa etmeyi amaçlar.
Bu eylemlerden bazılarına katılmış olan Marcelo Enrique Batista şunu vurgular: “Örneğin, hükümetin aileleri yerleştirmesi ve onlara tarım reformu için mali destek vermesini talep etmek için INCRA’yı –INCRA tarım için sübvansiyonlar sağlamaktan sorumludur- işgal ederiz. Ve bir yanıt alana kadar ayrılmayız.”[83]
Hükümetin temsilcileri hiçbir cevap vermediğinde ya da onları ağırlamayı reddettiğinde genellikle MST bu tarz mücadeleye baş vurur. Bu işgallerin bazısı günlerce sürebilir ve bunlar aralıksız baskı ortaya koymanın bir yoludur.[84]
5) Kamusal Yerlerde Kamplar
Durum gerektirdiğinde, topraksız köylüler yetkililer taleplerine yanıt vermeye karar verene kadar onlar üzerinde baskı sağlamaya çalışarak, kentlerin merkezinde kamplar kurar. Kırsal bölgenin dışında bir kampın, başka insanların sorunlarına karşı gözlerini kapatan kent insanları arasında –en azından görsel bir bakış açısından- güçlü bir etki yarattığına hiç şüphe yoktur. Hemen hemen her zaman, yöneticiler bu tarz eylemi bertaraf etmiştir.[85] Kendi burunlarının dibinde yolsuzluklarının açık kanıtının bulunmasından hoşlanmazlar.
6) Yeniden İşgal
Kampçılar zorla çıkarıldıkları bir latifundiumu yeniden işgal edebilir. Bu genel duruma, atmosfere, hükümetle görüşmelere ve bu kamp yerlerinin yaşam koşullarına bağlıdır. Yeni bir işgal hükümetten atiklik ve politik mesuliyet talep etmenin bir yolu olur.[86]
NOTLAR:
[1] İbrani takvimine göre, kutsal yılın on birinci, yılın beşinci ayı. (ç.n)
[1] João Pedro Stédile and Frei Sérgio,
La lucha por la tierra en el Brasil, MST, São Paulo, 1999, s. 28.
[2] Bazıları MST’nin “toprak için mücadele seçeneğini, belki de hiçbir başka eylemin olmadığı kadar, gerçekleştiren, ki bu en güçlü özellikleridir, toprak işgalleri yoluyla doğduğunu” söyler. Roesli Salete Caldart, Pedagogia do Movimento Sem Terra, Editora Vozes, 2000, S. 108.
[3] Bu rakamlar başlangıç niteliğindeki MST çalışmalarındandır. “Kampların çoğunluğu MST tarafından örgütlenir. Ancak toprak için mücadele eden sendika hareketine, CPT’ye ve diğer bölgesel topluluklara ve kurumlara bağlı olan başka birçok kamp vardır. (Jornal dos Trabalhadores Rurais Sem Terra, yıl XIX, No. 206, Aralık 2000/Ocak 2001, s. 8-9).
[4] Bu metin Salgado’nun “Terra,” 1996 raporuna aittir.
[5] Ivanette Tonin, Röportaj Marta Harnecker, Havana, 16 Kasım 2001. Aşağıdaki bilgi onun tanıklığındandır.
[6] B. Mançano Fernandes, A Formação do MST no Brasil, Editora Vozes, Petrópolis, s. 291.
[7] A.g.e.
[8] Christiane Campos, Röportaj Marta Harnecker, Montreal, 20 Şubat 2001
[9] Tabanda çalışma aynı mikro-bölgedeki bir veya birkaç belediyeyi, birkaç mikro-bölgedeki muhtelif belediyeleri, ya da sınır bölgelerdeki birden fazla eyaleti de kapsayabilir. B. Mançano Fernandes, A Formação do…, Yukarıda A.g.e S. 284.
[10] Marcelo Enrique Batista, Kitlelerin Politik Hareketi MST’nin üyesi ve Latin Amerika Tıp Bilim Dalı Okulu öğrencisi, Röportaj Natalia Alvarez, Havana, 7 Şubat 2001.
[11] Tabandaki toplantılar “duruma bağlı olarak bir, üç, altı ay veya hatta yıllar” sürebilir. (B. Mançano Fernandes, A Formação do…, Yukarıda A.g.e s. 284).
[12] J. P. Stédile and Frei Sérgio, La lucha por la tierra …, Yukarıda A.g.e s. 30.
[13] 700 hektardan asla daha küçük değil, ve Mato Grosso gibi bazı bölgelerde, 1500 hektardan daha az değildir.
[14] Ivanette Tonin, Röportaj Marta Harnecker, age.
[15] J. P. Stédile and Frei Sérgio, La lucha por la tierra…, op. age. s. 29.
[16] MST, Construindo o Caminho, São Paulo, Haziran 1986, s. 73.
[17] Age.
[18] A.g.e.
[19] A.g.e.
[20] A.g.e.
[21] Yukarıda A.g.e S.78
[22] Yukarıda A.g.e S.78-79
[23] Yukarıda A.g.e S.79
[24] J. P. Stédile and Frei Sérgio, La lucha por la tierra…, Yukarıda A.g.e s. 28.
[25] A.g.e.
[26] Yukarıda A.g.e, S.28-29
[27] R. Salete Caldart, Pedagogia do Movimento…, Yukarıda A.g.e s. 122.
[28] J. P. Stédile and Frei Sérgio, La lucha por la tierra…, Yukarıda A.g.e, s. 30.
[29] Marcelo Enrique Batista, Röportaj Natalia Alvarez, Yukarıda A.g.e.
[30] J. P. Stédile and Frei Sérgio, La lucha por la tierra…, Yukarıda A.g.e s. 33.
[31] Jose Maschio, Elektronik posta, 25 Ekim 2000 (doküman)
[32] A.g.e.
[33] J. P. Stédile and Frei Sérgio, La lucha por la tierra…, Yukarıda A.g.e s. 30-31.
[34] Yukarıda A.g.e S. 34
[35] Yukarıda A.g.e S.33
[36] Yukarıda A.g.e S.31
[37] Latifundium terimi eski Roma’da büyük bir toprak parçası üzerinde tek bir mülk sahibinin kontrolünü tarif etmek için kullanılırdı. Ancak “büyük yayılmanın” anlamı her ülkenin kendi gerçekliğine ve aynı ülke içerisindeki yerel gerçekliklere göre değişiklik gösterir. Örneğin, Japonya’da, çok nüfuslu küçük bir yüzeye karşın, eğer 100 alan hektardan daha genişse latifundium bir toprak mülkü olarak dikkate alınır. Fakat Brezilya çok büyük ne var ki nüfussuz bir yüzeye sahiptir. Burada biz bir latifundiumun varlığını 1000 hektardan daha fazla yer kapladığında dikkate alırız. Ancak Brezilya’da “her bölgenin farklı özelliklerinden ötürü, latifundium kavramı bölgeye göre farklı boyutlara sahiptir. Rio Grande do Sul’da, örneğin, 500 hektardan daha fazla bir alan bir latifundium olarak düşünülebilir. Fakat Amozon Eyaletlerinde, 1000 hektarı kaplayan bir mülk latifundium olarak düşünülmeyecektir. Genellikle, Latifundia 5000 hektarın üzerindeki alanlardır ve Brezilya’da bir milyon hektardan daha fazla toprağı olan mülk sahipleri vardır. (J. P. Stédile, “Latifundio: O Pecado Agráçrio Brasileiro,” 1999, belge).
[38] J. P. Stédile and Frei Sérgio, La lucha por la tierra, Yukarıda A.g.e s. 31.
[39] Yukarıda A.g.e S. 30-31
[40] R. Salete Caldart, Pedagogia do Movimento…, Yukarıda A.g.e s. 110.
[41] “Toprağı işgal ettiklerinde boyun eğmemeyi, böylece ölümcül bir yazgıya karşı isyan etmeyi öğrenirler.” (A.g.e).
[42] B. Mançano Fernandes, A Formação do…, Yukarıda A.g.e s. 280.
[43] R. Salete Caldart, Pedagogia do Movimento…, Yukarıda A.g.e s. 111.
[44] Yukarıda A.g.e S.108
[45] Yukarıda A.g.e S.111
[46] Yukarıda A.g.e S.109
[47] Marta Harnecker, Construyendo una fuerza social antineoliberal, article in Vozes, Petropolis, 2000, s. 52.
[48] R. Salete Caldart, Pedagogia do Movimento…, Yukarıda A.g.e s. 109.
[49] M. Harnecker, Construyendo…, Yukarıda A.g.e s. 52.
[50] J. P. Stédile and Frei Sérgio, La lucha por la tierra…, Yukarıda A.g.e s. 32-33.
[51] A.g.e.
[52] Gomes da Silva in R. Salete Caldart, Pedagogia do Movimento…, Yukarıda A.g.e s. 109.
[53] J. P. Stédile and Frei Sérgio, La lucha por la tierra…, Yukarıda A.g.e s. 33.
[54] R. Salete Caldart, Pedagogia do Movimento…, Yukarıda A.g.e s. 114.
[55] A.g.e.
[56] J. P. Stédile and Frei Sérgio, La lucha por la tierra…, Yukarıda A.g.e s. 35.
[57] Paulo de Marck, Röportaj Marta Harnecker, Curitiba, Eylül 1999
[58] Paulo de Marck şöyle diyor: “Jaime Lerner’in mevcut hükümeti boyunca 15’den daha fazla yoldaş ölmüştü ve çoğu işkence görmüş, diğerleri polis tarafından dövülmüş 250’den daha fazla gözaltına alınan vardı.”
[59] Paulo de Marck, Röportaj Marta Harnecker, Yukarıda A.g.e
[60] R. Salete Caldart, Pedagogia do Movimento…, Yukarıda A.g.e s. 114. Bu tarz kamp “yapısal kamp” olarak da adlandırılır çünkü MST’nin hakiki yapısının parçasıdır. Christiane Campos, Röportaj Marta Harnecker, Yukarıda A.g.e.).
[61] Ivanette Tonin, Röportaj Marta Harnecker, Yukarıda A.g.e
[62] Yukarıda A.g.e
[63] R. Salete Caldart, Pedagogia do Movimento…, Yukarıda A.g.e s. 115.
[64] J. P. Stédile and Frei Sérgio, La lucha por la tierra…, Yukarıda A.g.e s. 39.
[65] R. Salete Caldart, Pedagogia do Movimento…, Yukarıda A.g.e s. 117.
[66] Yukarıda A.g.e S.118
[67] B. Mançano Fernandes, A Formação do…, Yukarıda A.g.e s. 294.
[68] R. Salete Caldart, Pedagogia do Movimento…, Yukarıda A.g.e s. 116.
[69] Age.
[70] B. Mançano Fernandes, A Formação do…, Yukarıda A.g.e s. 296.
[71] Age.
[72] J. P. Stédile and Frei Sérgio, La lucha por la tierra…, Yukarıda A.g.e s. 32.
[73] Yukarıda A.g.e S.31
[74] Yukarıda A.g.e S.31-32
[75] Yukarıda A.g.e S. 32
[76] B. Mançano Fernandes, A Formação do…, Yukarıda A.g.e s. 296.
[77] J. P. Stédile and Frei Sérgio, La lucha por la tierra, Yukarıda A.g.e s. 35.
[78] Ivanette Tonin, Röportaj Marta Harnecker, Yukarıda A.g.e.
[79] J. P. Stédile, Bu çalışmaya notlar, 4 Kasım 2001
[80] J. P. Stédile and Frei Sérgio, La lucha por la tierra…, Yukarıda A.g.e s. 35-36.
[81] Yukarıda A.g.e S. 36
[82] A.g.e.
[83] Natalia Alvarez’in Röporatajı Yukarıda A.g.e
[84] J. P. Stédile and Frei Sérgio, La lucha por la tierra…, Yukarıda A.g.e. s. 37.
[85] A.g.e.
[86] Yukarıda A.g.e S. 38
http://www.scribd.com/doc/9962261/bolum2
Like this:
Like Loading...
January 8, 2010
Posted by e |
anti-kapitalizm, ezilenler, isyan, kir yasami, ozyonetim, sistem karsitligi, somuru / tahakkum, yerli - yerel halklar |
Leave a comment

Topraksız işçi hareketinin çıkışı Brezilya’daki toprak eşitsizliğinden kaynaklanır. Brezilya’da bir kişinin toprağı Danimarka’dan daha büyüktür ya da bir karayolu şirketinin toprağı Türkiye’nin yarısı kadardır. Ama buna karşın milyonlarca insanın hemen hemen hiç toprağı yoktur. Bu yüzden milyonlarca insan Latin Amerika’da ve özellikle Brezilya’da toprak işgalleri yapıyorlar. Ama onlara bu deneyimler, sadece toprak işgaliyle sınırlı kalınmamasını öğretti. Özellikle Topraksız İşçi Hareketi yaklaşık 22 yıldır toprak işgal ediyor, işgal ettiği toprağın üzerinde kolektif/alternatif tarım yapıyor ve alternatif eğitim veriyor. Tamamen başka bir demokrasi uyguluyor. MST’nin bugüne kadar işgal ettiği toprak Belçika’dan, Danimarka’dan büyüktür. 3 milyon insan bu topraksız işçi hareketinin ‘başka’ dünyasında yaşar.
Brezilya’da daha önce de toprak işgalleri vardı. Özellikle cunta döneminde işgal edilmiş topraklar egemenler tarafından tekrar alındı. Bazı topraksızlar gerillaya katıldılar. Bunlar cuntanın son dönemlerinde tekrar toprak işgal etmeye başladılar. Toprak işgallerini yeniden başlatınca bunları koordine etmek için ilk ulusal kongreyi yaptılar. Kongrede kendilerine ‘Topraksız Kır İşçileri’ adını verdiler. Gazetelerin onlara verdiği ‘topraksızlar’ adı onlara daha çok yakıştı. İşgale devam ederek ülke içinde yeni bir dünya yaratmaya devam ediyorlar.
Hareketin içerisinden birkaç temel unsur söyleyeyim: En önemli unsurlarından biri belli bir sayıları var. Bu sayıları kişilerin nesneleşmesine karşı en az 70 aile bir topluluk haline geliyor. Birim olarak aile, çiftçilikte çok önemli, 70 aile bir araya geliyor ve toprak işgal ediyor. MST hareketine girmenizin tek yolu toprak işgal etmektir. Bu yüzden toprak işgal etmeye karar verenler bir araya geliyor ve bütün sorunları tek tek ortaya koyarak konuşuyor. Niçin toprak işgal edilecek, niye ihtiyaç var? Ondan sonra alınacak bütün kararlara mutlaka katılıyorsunuz. Ayrıca toprak işgal etmek için üç tane temel unsur var. Birincisi siyah naylona ihtiyacınız var. İkincisi, siyah naylonu gereceğiniz ağaca ihtiyacınız var. Bir de sizi işgal ettiğiniz toprağa götürecek kamyon ve otobüslere ihtiyacınız var. Fakat toprak işgal edecekler o kadar yoksuldur ki ağaç ve siyah naylonu satın alacak para bulamazlar ya da otobüs ve kamyonlara verecek parayı bulamazlar. Ancak buna rağmen MST, onlara ne ağaç alacak parayı verir ne de naylon bulur. Çünkü MST bu parayı verirse, toprak işgal edenlere; “bu parayı nereden buldunuz, ağaçları size kim aldı ya da otobüs ve kamyonu nasıl tuttunuz” dediklerinde, “MST” diyecekler. Hatta işgal etmeyi MST istedi, diyecekler. O yüzden işgal edenler hem kararı alacaklar, kararı aldıktan sonra sorumluluğu üstlenip orayı işgal edeceksiniz. Ondan sonra orayı savunmaya başlayacaksınız. Ve bu demokrasi biçimi insanlara yerleşmiştir. İlk başta bu harekete gelen insanlar kararların hepsine katılır ve bu hep böyle devam eder. 70 kişilik bir topluluk, 7-8 kişilik müfreze gruplara ayrılır. Bu gruplarda yaşamlarıyla ilgili bütün kararları alırlar. Bu sene yürüyüş mü yapılacak, buğdayı mı ekilecek, kaç kişilik bir okul yapılacak bütün bunların kararları alınır. MST’nin yönetiminde kadınlar daha çoktur. Burada iki delege vardır, biri kadın ve biri erkek. Bu toplantılara delegeler katılır ama kararlara karışmazlar. Bu delegeler katıldıkları toplantılarda derler ki “bizim grupta 7 kişi buğday ekelim, 9 kişi pirinç ekelim” diyor. Ve bakarlar buğday ekmeye karar verirler ve süreçlerini devam ettirirler.
Her işgal yerinin kendi otonomisi vardır ve kendi otonomisi içinde karar alırlar. Bazı otonomilerde yüzde 99’a yakın kolektif çalışma vardır. Bazı işgal yerlerinde hem kolektif toprak hem ortak bahçe hem de kişilerin kendilerine ait tarla vardır. Bunlar herkese paylaştırılmıştır. Bu şöyle bir avantaj ve özgürlük tanır; birinci olarak o insanlara yaşamınızdaki her şeye siz karar vereceksiniz gibi bir temel anlayış verir. Geçen sene 13 bin kişiyle 17 gün boyunda 275 kilometre yürüdük. 12 bin 807 delege yürüdü. Bu insanlara lojistik destek verecek 2 bin kişiyle beraber günde 30 bin öğün sıcak yemek demek. 15 bin sandviç, binlerce ton kahve ve binlerce ton su demektir. Su sadece içmek için değil, durulan her yerde banyo yapılır, her yerde çamaşır yıkanır. Çünkü akşam dans edilecektir.
Biz bu yürüyüşte Amazon kıyılarında yeni bir işgale karar verdik ve otobüslerle oraya gitmek için yola çıktık. Yol boyunca otobüsün 7 kere lastiği patladı. Ama hepimiz gayet sakin iniyoruz, lastik değiştiriliyor tekrar yola devam ediyoruz. Dediler ki “toplantı yapacağız”. Yemek koordinatörü toplantıda dedi ki “Arkadaşlar ben size günde iki öğün sıcak yemek verecektim. Ama lastik patladığı için yemek vermem gereken yerde yemek veremiyorum. Ben size yemek yerine ekmek arası peynir versem olur mu?” Tabi olur denildi. Bu bize saçma gelebilir ama şöyle bir içsel demokrasi var: Siz bunu insanlara sormazsanız biri gelir size, sen bana sıcak yemek verecektin, diye sorar. O kadar yoksullar ki bizim en yoksullarımız onların yanında Karun kalır.
Bütün kararlara katılmak zorundasınız ama sadece nerenin işgal edileceğini güvenlik nedeniyle bilmezsiniz. Brezilya’nın toprak reformunun resmi bir enstitüsü vardır. MST bu enstitünün listesini ele geçirmiştir. Bu listede temiz su olan, yola yakın olan, işlenmemiş olan yerleri belirleyip işgal ederler. İşgal edenler geceleyin gider toprağı işgal eder ve siyah naylonlarını gererler. Bundan sonra direnme başlar. MST’nin en önemli sloganı, “işgal et, diren ve üret”tir. Bu bir süreçtir ve Brezilya’da toprak reformuyla ilgili kanun vardır. Bu kanun bizde de var. Böyle bir sürecin içinde Topraksız İşçi Hareketi örgütlenmeye başlar. Bu örgütlenme içinde özyönetime ilişkin çok önemli vurgu vardır. Herkes nükleyler içerisinde: 2 delege sağlık komitesinden, 2 delege eğitim komitesindendir. Sürekli böyle toplantılar yapılır. Bana önce bunlar komik gelmişti, ama öyle bir ritüel oluşmuş ki. Ritüellerden bir bayrak vardır. Aslında zaman içinde anlıyorsunuz ki yaşadığımız bu dünyada MST onlara bir kimlik vermiş ve bu kimlik de topraksız işçi olma kimliğidir. Mutlaka işçidirler.
Benim ilk gittiğim yer 17 yıl önce kurulmuş bir komündü ve meşrulaşmışlardı. Filmi orada yapmaya başladığımda neredeyse vazgeçiyordum, çünkü her şey o kadar tozpembeydi ki. Her şey yerine oturmuştu. Ben mükemmel bir topluma inanmıyorum, bunu istemek bana göre faşizmdir. Ama böyle bir toplum vardı orada. Herkesin 8 saat çalıştığı, herkesin eşit ücret aldığı ancak kadınların eşit ücret almasına rağmen 4 saat çalıştığı bir yer. Çünkü onlarda maçoizm etkisiyle evdeki işleri kadınlar yapıyor. Buna bir pozitif eşitsizlik yaratmak için kadınlar 4 saat çalışıp eşit ücret alıyorlar. Ama kadınlar hala erkeklerden çok çalıştıklarını düşünüyorlar. Bu bir mücadeledir ve devam ediyor. Ama otonomda bazı kadınlar 6 saat çalışıyor. Bu süreyi herkes kendi belirliyor.
Bir de Kadın Çiftçi Hareketi var. Çünkü MST sadece kendi başına hareket etmiyor, küçük çiftçilerle hareket ediyor. Buenos Aires’teyken Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde Brezilya İşçi Partisi’yle ilgili derste adam anlatırken önce erken dönem Marks’tan başladı. Marks, Engels, Troçki, Roza, Kautsky, Mao, Lenin, Che Guavera hepsinden bahsediyorlardı. Brezilya İşçi Partisi’nin hepsinin mirasından faydalandığını söylüyorlardı. Ama esas olarak bunların üzerine MST der ki “Hayat daima bizim teorilerimizden daha yaratıcıdır”. MST’ye “Peki siz ne istiyorsunuz” dendiğinde, “tabii ki sosyalizm istiyoruz” diyorlar. Nasıl bir sosyalizm sorusuna ise “Bunu bilmiyoruz, biz daha prova yapıyoruz” diyorlar. 22 yıllık MST hareketi 3 milyon kişidir ve 100 binden fazla militanı vardır. Böyle bir yapının içinde biz prova yapıyoruz diyorlar. Topraksız İşçi Hareketi bir özyönetim biçimidir.
İşgal edilmiş topraklara devlet tapu verdiğinde tapuları tek tek kabul etmezler. Bu toprakların zaten miras yoluyla küçüldüğünü biliyorlar ve geldikleri bu süreçten sonra toprakların tekrar bölünmesini reddederler.
Toprak işgallerini hep devrimcilerin 1980’lerdeki gecekondu yapmalarıyla karşılaştırıyorum. Topraksızlar Hareketi’nde işgal ettiğiniz toprak sizin olmaz, kolektifin olarak kalır. Eğer işgal ettiğiniz toprağı bırakıp giderseniz satamazsınız, toprak kolektifindir. Kolektif o toprakları kimin ihtiyacı varsa ona verir. Kolektif bilinç ve kültür altında yeni bir örgütlenme biçimi yaratırlar. Yeni insan yaratmada mutlaka her türlü karara katılma, bu kararlar içinde sonuçlar alma ve sonucunda kendisini yaşama geçirme biçiminde uygularlar. Bunlardan biri de onların eğitim biçimidir. Yaşamın eğitimden ayrı olmadığı iç içe girdiği bir eğitim olarak MST eğitim biçimi olarak devam eder. Çocuklar bir yandan okula giderken bir yandan tohum ekerler. MST bir yandan tohum eker ama aynı zamanda uluslararası tohum tekellerine karşı bir mücadele içindedir. Dolayısıyla kendi yerlerinde ve dünyadaki sadece 6 şirkette bulunan onların terminatör tohumlarına ve patent uygulamalarına karşı, MST kendi topraklarında ve küçük çiftçi hareketiyle birlikte tohum üretiyor. Bununla da kalmaz MST; ikinci aşamada ürettiği peynir ve sütleri küçük çiftçilerle birlikte oluşturduğu kooperatiflerde işler ve ürünü şehirdeki sendikalar aracılığıyla pazarlar.
MST, bir yandan toprağı işgal eder ve onun mülkiyet düzenini üstüne geçirir, aynı zamanda onun üzerinde başka bir demokrasi yaratır, diğer yandan küçük çiftçilerle beraber dünyanın en büyük tekellerine karşı mücadele eder ve büyük gıda tekellere karşı kendi gıda dağıtım ağını oluşturmaya çalışır. Bu nedenle aydınlarla ve her kesimle ittifak yapar.

Bir de ‘Patronsuzlar’ Hareketi var. Dünyada neo-liberalizm ilk olarak Latin Amerika’da uygulandı. İlk defa Şili’de Pinochet tarafından uygulanmaya başladı ve ondan sonra da Latin Amerika, neo-liberalizmin laboratuarı halini aldı. Neo-liberal uygulamaların ilk yıkımı da Latin Amerika’da oldu. Latin Amerika’da neo-liberalizmin yıkımı artık tartışılmıyor bile. Bugün Latin Amerika’da özelleştirmeyi savunan bir tane bile sağcı politikacı gösteremezsiniz. Neo-liberal politikaların büyük bir yıkımı vardır ve bu yıkım domino taşı etkisi yapar. Bir bütün toplumsal yıkım durumu yaratır. Bu nedenle peş peşe fabrikalar kapanmaya başladı. İnsanlar işsiz kalınca, barikatlar kurup, “Bu ekonomik krizden biz sorumlu değiliz, bu fabrikayı da biz yönetmiyorduk, ancak siz gelip iflas eden fabrikanın makinelerini aldığınızda, benim, karımın ve çocuğumun ekmeğini alıyorsunuz. Dolayısıyla biz size makineleri vermiyoruz ve fabrikaları işgal ediyoruz” dediler. MST’nin sloganı olan “işgal et, diren, üret” sloganını uygulamaya başladılar. Brezilya’da binlerce işçinin çalıştığı fabrika var, Uruguay’da 80 tane, Arjantin’de 300’den fazla fabrika, okul, klinik vb. var. Arjantin’de işsizler hareketi olan Piqueteros Hareketi var. Bunlar üretimden gelen güçlerini kullanamadıkları için yollara barikatlar / piquete’ler kurdular. Kapitalizmin can damarı olan ana yollar kapatıldı, şehre gelen hammaddeyi, şehirden çıkan ürünü durdurarak üretimi durdurdular. Böylece haklar elde ettiler. Bu tür örgütlenme biçimi dünyada yoktu ve yeni bir örgütlenme biçimi yarattılar. Arjantin’de Piqueteros Hareketi, patronsuzlar, takas pazarları, siyasal hareketlerle mücadele ediyorlar ve orada bir sosyal/ toplumsal mücadele biçimi oluştu. Bu mücadelelerin birçoğu da politik mücadele içindeler.
Buradaki hareketler ağırlıklı olarak yaşamı idame ettirebilmek, yaşamlarını sürdürebilmek için yapılmaya başlandı ve işgal süreci onlarda yeni bir dünyanın örgütlenme biçimini ortaya çıkardı.
Büyük yürüyüşte, sordum, “Bu yürüyüşten sonra Lula tarım politikalarını değiştireceğine inanıyor musunuz” diye? Onlar da “zannetmiyoruz” dediler. “Bu yürüyüş bizim için bir eğitim”, dediler. Bu yürüyüş aylarca sürüyor ve yemeğin, kahvenin, suyun örgütlenmesi demek. Bu yürüyüşte 1000 tane el radyosu dağıtıldı. 13 bin kişinin uzunluğu 5 kilometre. Bu 13 bin kişinin bir yerden geçmesi 45 dakika sürüyor. Ortada bir tırdan da radyo yayını yapılıyordu. Bu radyodan herhangi bir saldırı olduğunda anında herkese haber veriliyor, sloganlar atılıyordu. Radyodan yürüyüş sırasında eğitim çalışmaları ve konuşmalar oluyor. Yürüyüşte herkese sırt çantası dağıtıldı. Bu çantaların içinde bir tane defter, kalem ve dönüşümlü olarak 50 çeşit kitap bulunuyordu. Yürürken bile kitap okuyanlar var. Böylelikle Brezilya’nın her tarafına 12 bin kitap göndermiş oluyorsunuz.
Patronsuzlar kendi tarihsel koşullarına göre başka bir biçimde geliştiler. Brezilya, Uruguay, Arjantin ve hemen arkasından Bolivya, Venezüella’da yayıldı. Bunların hepsinde farklı vurgular vardır ama hepsinin temelinde işçilerin öz denetimi vardır. Brezilya’da işçiler işgal ettikleri fabrikaların kamulaştırılmasını isterler. Kamulaştırma olmazsa patronlaşma olabilir derler. Kamulaştırmayı da devletleştirme olarak değil, yüzde 51’in kamunun olduğu yüzde 49’un işçinin olduğu ama denetimin mutlaka işçilerde olduğu bir kamulaştırma istiyorlar. Uruguay’a gelindiğinde durum farklılaşır. Uruguay’da sendikanın çok büyük etkisi vardır. Fabrikalarda öz yönetim vardır ve sendikalar bu öz yönetimin patronlaşma tehlikesine karşı öz yönetimin içindedir. Ve hem kendi işçilerinin yönetimini hem de fabrikayı denetleyen bir yapı vardır. Arjantin’de kendi toplumsal koşullarından kaynaklı olarak, yani isyanda ortaya çıkan ‘hepiniz çöpe’ sloganından kaynaklı, orada sadece devlete karşı değil sendikalara da bir güvensizlik vardır. Öz yönetimi savunurlar ve bu öz yönetimde işçilerin karar almasını savunurlar. Piqueteros Hareketi’nin ilk çıktığı Moskoni kentinde ise tamamen doğrudan demokrasi ve eylem biçimi var. Bolivya’ya geçtiğimizde bütün bu tartışmalarda patronlaşma ve yozlaşma endişesi gerçekleşmiştir. İşgal madenlerinde kurulan kooperatifler tamamen çökmüş durumdadır. Öyle kooperatifler var ki 8 üyesi, 3 bin çalışanı vardır. Ve çok zor koşullarda çalışırlar. Hatta geçen hafta kooperatifçilerle kamu madencileri arasında çatışma çıktı ve 16 kişi öldü. Venezüella’ya gelindiğinde endüstri çok geridir ve sadece 5 tane işgal fabrikası vardır. Ve bu fabrikalarda Brezilya’da önerilen yüzde 51 kamu, yüzde 49 işçinin olduğu işçi denetiminde fabrika söz konusudur. Ve zaman içinde fabrikanın komple işçinin denetimine geçmesini isterler. Buna rağmen Venezüella, Brezilya gibi değildir.
Genel olarak Patronsuzlar, esas olarak şöyle bir tartışmanın unsurudur: Neo-liberal travmanın sonucunda ortaya çıkan o yok oluş sürecinin içinde insanlar kendi biçimlerine sahip çıktılar, kendi üretim araçlarını ve üretim yerlerine sahip çıktılar. El koydular ve üreterek yaşamlarını idame ettiler. Bu Seka’da olmadı.
“İki seçenek vardı; birincisi bu fabrikayı kapatıp gidip açlıktan ölecektik. İkinci seçenek ise bu fabrikayı işgal edip üretimle devam edecektik. Bu ütopya mı? Ama başardık.”
Her şeyin ortadan kalktığı bir süreçte bin bir güçlükle yeni bir dünya yaratıyorlar…
Sorulara Metin Yeğin’den gelen cevaplar:
-Gerek Topraksızlar gerekse de Patronsuzlar hep şunu söylüyorlar: “Yaşam bizim teorilerimizden her zaman daha yaratıcı çıktı ve kendimiz içinde de bunu sürdürmeye çalışıyoruz.” Bu yüzden de Topraksızlar Hareketi’nde ayrı ayrı işgaller vardı. Cunta döneminde bunların koordine edilme sorunu doğdu. Topraksızlar Hareketi’nde önemli bir taraf da Hıristiyan devrimcilerdir. Bu devrimcilerden bir tanesi, cuntaya karşı savaşta onların kendi alanında da yumuşak karın yarattı ve Topraksızlar Hareketi ortaya çıktı. 2006’da sadece toprak reformu yeterli değil. Bu çözüm değil. Neo-liberal hegemonya bugüne kadar görülmemiş bir alana yayıldı. Ne feodal sistemde ne de köleci sistemde bu kadar baskıcı ve sömürücü sistem vardı. Neo-liberal sistemde siz birer hiçsiniz, sayısınız. Köleci toplumda bir insan sahibine 20 bin pound’a mal oluyordu ama neo-liberal toplumda bir insan 1,5 pound’a mal oluyorsunuz.
-Türkiye’de büyük endüstriyel çiftlikler oluşturarak ciddi bir hegemonya oluşturdular. Her yerde bizim peşimizdeler. Toprağın ve suyun üzerindeki hegemonya yaygınlaştığında her zaman peşimizde olacaklar. Türkiye’nin batısında tarımın tasfiyesi söz konusu. Tohumların patentlerine sahip çıkıyorlar. Bir kilo tohumun kilosu 22 milyardır. Tohumların geniyle oynandığında tohumu bir daha ekemiyorsunuz. Siz doğal yaşamda kendi başınıza yaşayamayacaksınız. Kaçak maydanoz yetiştirmekten tutuklanacağız.
-MST’nin yaptığı sadece toprak reformu değil, demokratikleşme demektir. Toprağın, medyanın yaşamın demokratikleşmesi demektir. Karşı çıkışlarımız daha ciddi olmalı. Bunu ideal bir yaşam için değil, yaşamımızı idame ettirmek için yapmalıyız. Yemek yemek ve su içmek için karşı çıkış örgütlememiz lazım. Bu bizim insan haklarımızdır.
-Topraksızlar’ın ürettikleri ürünü nasıl elden çıkardıklarına gelince: MST temel olarak “kendimizi ve çocuklarımızı doyurmak için üretiyoruz, öncelik kendimize aittir” diyor. Ürettiklerini organik olarak üretiyor. Ürettiklerini başka ihtiyaçlar için satıyorlar. Kapitalist şirketlere de satıyorlar. Büyük bir restoran açtılar. Açtıkları restoranda ürünlerini satarak para elde ediyorlar. 4-7 tane MST hareketi çiftçilerle bir araya gelerek kooperatifler kuruyorlar. Bu kurdukları kooperatifin ürünlerini büyük şehirlerde satıyorlar. Neo-liberal uygulamaların en önemlisi büyük marketlerdir. Kentlerdeki sendikalarla irtibata geçerek buralarda ağlar oluşturdu. Büyük marketleri aradan çıkararak sendikacılara ürün satmaya başladılar. İşgal edilmiş büyük bir fabrikada bir bakıyorsunuz MST’nin ürettiği ürünlerden oluşan satış yeri var. Fabrikanın yemekhanesini işte çiftçilerle MST’nin oluşturduğu kooperatifler işletiyor. Her tarafta böyle organlar oluşturuyorlar. MST kendini yaşatmak zorunda, işçiler de yemek zorunda ve böyle karşılıklı bir dayanışma yaparlar.
-MST kesinlikle sosyalizmi savunur. Eğitimlerinde klasik sosyalist eğitim verirler. Nasıl bir sosyalizm sorusunu soruyorlar ve prova yaptıklarını söylüyorlar. Ama demokrasinin mutlaka var olduğu bir sosyalizm istiyorlar. Benim dünyada gördüğüm en demokratik harekettir MST.
-MST’ye bürokrasi olmasından korkmuyor musunuz diye sordum? Onlar da bu karar alma sürecinde nasıl bir bürokrasi oluşabilir ki diyorlar. Klasik olarak sosyalizmi hedefliyorlar. Küçük bir hareket olduklarını söylerler. Biz köylüyüz ve sosyalizmin tek başına bir unsuru olamayız, derler.
-MST’nin nasıl bir savunma biçimi geliştirdiğine gelirsek: Latin Amerika’da karşılaşılan şiddet burayla karşılaştırılamaz. MST hareketinde bugüne kadar 2 bin kişi öldü. Hala da öldürülüyor. Askerler ve paramiliter askerler vardır. Direnişleri meşru savunma olarak yaparlar. Kendilerini orakları (maçetalar) ile savunurlar. Paramiliterlere karşı kendilerini bunlarla savunurlar. Ama esas olarak kendilerine meşruiyet yaratmalarıdır. Herkese kendilerini anlatıyorlar. Aydınlarla bağlantı kuruyorlar. MST’nin işgal etmediği bir toprakta kendi üniversitelerini kuruyorlar. Zaten kendi toprakları içinde kendi okulları ve eğitim sistemleri var ve Brezilya hükümeti bu eğitimi kabul ediyor.
-Ne kadar geniş ve çok olursanız o kadar kolay işgal ediyorsunuz. Ama bazen de işgal ettikleri topraklardan çıkartılıyorlar. Bir daha işgal ediyorlar. Bu bir süreç. Bir sürü yerden çıkarıldılar. Bu bir sosyal hareket ama bu politikayla çok yakından alakalıdır. Biliyorlar ki sağcı bir hükümet geldiğinde çok daha zor mücadele edecekler, bu nedenle solcu partileri destekliyorlar. Geçen sefer Lula’yı desteklediler. MST İşçi Partili değildir, bağımsızdır. İşçi Partisi içinde Lula’yı öneren 40 yapıdan en önemli yapıdır.
-Lula temiz ve popülerdi Brezilya’da. MST bu şansı değerlendirmek istedi. Lula’yı kendilerine kesin çözüm olarak görmüyorlar. İşçiler, “bu Lula dedikleri adam fabrika işgal ettiğimizde bizimle gelip görüşmedi” diyorlar. Onun IMF ile ilişkilerini ve bürokrat olduğunu biliyorlar.
-Brezilya kendi mücadele yöntemlerini geliştirmiş durumda. Latin Amerika’da bize benzer politikalara maruz kaldılar ama hepsi kendi biçimlerine göre direnişler yarattılar. Her yer kendine özgü direniş odağı yarattı. Biz de kendimize özgü direniş odağı yaratmalıyız.
-İktidar bir güçtür. Siz eğer bir direniş odağı yaratırsanız onu bir yerlere sürükleyebilirsiniz. Ama bu iktidara tam olarak sahip olacağınız anlamına gelmiyor. Büyük toprak sahiplerinde de o kadar çok ayrı unsur var ki. İktidar büyük toprak sahiplerinin gücünden de rahatsız. Bu yüzden bu kadar çok şeyin arasında MST kendine bir meşruiyet alanı yarattı. Orta Amerika’daki Amerikan baskısı inanılmazdır ve buradan algılanmaz. Nikaragua iktidarı kaybetmemek için inanılmaz mücadele etmiştir. Bu mücadeleye karşı bana, sürekli emperyalizmin ve kapitalizmin baskısından bahsedip, devrimi geri vermeyi böyle açıklıyorlardı. MST’de tam tersi bir durum var. MST’nin oluşması ve güçlenmesi kapitalizmin baskısı ve açlığa sürüklemesidir. Kapitalizmin desteği değildir bu. İnsanları sürekli aç bırakması ve baskı öyle bir süreç yaratıyor ki MST daha da güçleniyor. Yoksulluğun izlerini çocuklardan anlarsınız. MST çocukları, yoksul ailelere göre sağlıklıdır. Dünya Sosyal Forumu’nun en önemli örgütleyicisidir. Ne kadar örgütlenirsek o kadar güçleniyoruz. Bu yüzden Brezilya devleti MST’yi ve bu şartları ortadan kaldıramıyor, kaldıramaz da. Ama onu başka yöne çeker, yozlaştırabilir.
-Meksika’da Zapatista Hareketi için de geçerlidir. Hükümet onlara saldırdığında onları bulamadı. Zapatista Hareketi de çok genişti ve çok meşruydu. Marcos’u öldürememelerinin nedeni onun meşrulaşmasıydı. Kendinize sözcüklerden, insan soluklarından ve haklılıktan oluşan bir meşruiyet alanı yaratırsanız size katlanmak zorunda kalırlar. Brezilya’daki süreç de böyle oldu.
-Sovyetler Birliği de geri döndü -ki 70 yıl uzun bir süredir. Ama her deneyden bir deneyim elde ediyoruz. Bu anlamda benim temel sorularımdan biri, peki Patronsuz olarak sürdürmek mümkün mü? Bunların hepsine farklı cevap veriyorlardı. Bir kız, “Arjantin’de herkes uzun süreli sözleşmeler yapamaz, uzun süre çalışamaz. En uzun 1 yıl çalışabilirsiniz. Ama ben hayatım boyunca bir işgal fabrikasında çalıştım. 8 yıldır çalışıyorum ve çalışmaya da devam ediyorum. Sen bana soruyorsun patronsuz çalışmak mümkün mü diye? Bana patronlu çalışmak garip geliyor. Bence patronlu çalışmamak lazım” dedi. İşçilerin düzenlediği toplantılara sadece işçiler değil, işçilerin eşleri, anneleri, babaları kardeşleri de katılıyor. Bir bütün karar alma mekanizması çıkıyor. O çocuklar kendi kararları sorulmadığında ben bunu anlamam ki diye başka bir kültür geliştiriyorlar. Arjantin’de işgal edilmiş bir fabrikanın üst katını sanata çok uygun olduğu için sanatçılara vermişlerdi. Sanatçılar fabrikanın üst katında afiş, resim, heykel, film, tiyatro vb yapıyorlardı. Ve sanatçılar; “Esas sanatı biz burada yapıyoruz. Biz burada yeni bir kültür yaratıyoruz, fabrika kültürü yaratıyoruz. Sanatımız elit, içine kapalı değil” diyorlardı. Ama nereye kadar sürer hiçbir fikrim yok. MST, Nikaragua’nın tersine kapitalizmin baskısı altında olduğu için varlığını sürdürüyor. Nikaragua ise kapitalizmin baskısı yüzünden çözüldü. MST kapitalizmin baskısı altında yaşadığı için hala eşitlikçi. MST direnmek zorunda, çünkü kendi garantisi yok, her an ortadan kalkabilir. Bu aslında olumlu bir şey çünkü her an ortadan kalmak durumu MST’yi direnmek, genişlemek, yeni işgaller yapmak zorunda bırakıyor. Önemli olan, bir toplumsal harekettir, farklılıkları olsa da.
-Arjantin’in kuzeyinde Moskoni’de çok ilginç bir hareket vardır. Eskiden işçilerin iyi para aldıkları bir yermiş. Petrolün özelleştirilmesiyle kent yüzde 80 işsizleşiyor. Kentin üniversitesi, bakkalı, kilisesi kapanıyor. Bunun üzerine insanlar ana yolları kesip üretimi durdurup haklar alıyorlar. Orada en son eylemde 15 bir kişi yürüdü. Önceden 20 bin kişi yürüdü. Eski fabrikaları işgal edip üretime devam ettiler. Ayrıca kentte dolaşarak çürük evleri ve evlere gereken malzemeleri tespit edip, (2500-3000 bin çalışanı var) gidip Teksas Oil’in önünü kesiyorlar. Diyorlar ki, “bana 400 ton çimento, 700 ton demir vereceksin”. Kolektif Robin Hood öyküsü. Liderleri filan da yok. Bir şeyler yapıyorlar. Ben bunları bir reçete olarak söylemiyorum. Bu toplumsal bir harekettir ama siyasal mücadeleden kopuk değildir. Böyle bir travmaya karşı birlikte örgütlenmezsek travma yaşamaya devam ederiz.
-Brezilya’daki hareket Troçkist bir harekettir. Patronsuzların Topraksızlar’dan daha paradoksal bir durumu var. Pazar için mal üretiyor. Fabrika işgalcileri, bir yandan politik komiserler yerine konseylerin belirlediği işçi temsilcileri ve bir yandan da teknik müdürlükler kuruyorlar, üretim için. Üretimi denetliyor, öte yandan başka bir işçi konseyi de onu denetliyor. Venezüella’da fabrikadaki bütün müdürleri atmışlar, kendileri yapıyorlar. Bolivya’da Arjantin’in savunduğu öz yönetim biçiminin işlemediğini göreceksiniz. Madenler çöktü orada. Kooperatifçiler kamulaştırma talebi olan maden işçilerine saldırdılar. Eva Morales’e de karşılar. Hepsini kamulaştıracağız, diyorlar.
-Eva Morales’le görüşme yaptım. Hala bir koka işçisi olduğunu söylüyor. “Kokadan iki kötü şey yapılır, coca cola ve kokain ve bunların ikisini de ABD yapıyor” diyor. Eva Morales, sonuna kadar kamusallaştırmayı savunuyor. Onlar ise sosyalist devrimi savunuyorlar. Latin Amerika’ya genel olarak baktığınızda güzel şeyler oluyor. Devam eden bir mücadele süreci var ve bunun temel aktörleri toplumsal mücadele hareketleri var. Latin Amerika’daki bütün siyasal yapılar toplumsal muhalefet hareketinin bir tarafa sürüklediği yapılardır. Bolivya’yı bugüne getiren madenciler ve köylülerdir.
-Latin Amerika bir süreçtir, ne olacağını bilemeyiz. Biz neden Arjantin olmayalım ki? Biz bundan niye endişeleniyoruz ki! Yağmalamalardan niye korkuyoruz ki? Türkiye’de bir orta sınıf kültürü yerleşmiş sanki…
“Topraksızlar” ve “Patronsuzlar”a Dair Toplantıda Yaptığımız Kısa DeğerlendirmemizHer iki kitap da önemseyeceğimiz birer öz-örgütlenme deneyimini yansıtıyor. Kendiliğinden bir hareket olarak şekilleniyorlar ama her kendiliğinden hareket de olduğu gibi bunun örgütlenmelerini de şekillendirmeye başlıyorlar. Bu konuda Sovyet deneyimini bir yönüyle örnek verebiliriz. Ama buna bağlı olarak ezilenlerin, emekçilerin kendi örgütlenmelerine baktığınızda o kendiliğindenlikleri açığa çıkmaya başlıyor, olumlulukları ve olumsuzluklarıyla birlikte. Öz-örgütlenmelere hep bir kaygıyla (?!) bakarız. Özellikle öncücülerin bakışı daha farklıdır. İşçilerin, ezilenlerin öz-örgütlenmelerini mutlaka kalıplaşmış bir model olarak ele almamak, bütün öz-örgütlerin sovyetler gibi olacağı takıntısından kurtulmak gerekiyor.
Topraksızlarda ve Patronsuzlarda, ülkeden ülkeye farklılıklar var. Üretim için hammaddeye duyulan ihtiyaç, o hammaddeye sahip olabilmek için gerekli olan para, bunun için ortaya çıkan kredi sorunu vb gibi yaşananlar var. O üretimi sağlamak için parayı, sonuçta kapitalist sistemin parçası olan bir bankalarından almak zorundasın. Kitabın orta yerinden bakıldığında bunun gibi çok eksik bulursunuz. Ama yine de bu hareketlere, -bir modelden öte- fetişize etmeden ve önemseyen bir noktadan bakmalı, aynı zamanda da eleştirel bir şekilde dersler çıkartarak değerlendirmeliyiz.
Genel olarak öz-örgütlenmelere, iradi örgüt diye tanımlayacağımız bir örgüt gözüyle bakıldığı için, onlarda bir devrimci örgüt programında olması gerekenleri görme beklentileri içine giriliyor. Öz-örgütlenmeler hayatın içinden ve somut bir ihtiyacın ürünü olarak ortaya çıkmışlardır. Küçük burjuva aydınların kurulu ütopyalarını nasıl hayata geçiririm kaygısıyla oluşturdukları iradi örgütlülük anlamında bir şey değil bu. Öz-örgütlenmeleri, işçi sınıfı da dahil ezilenlerin kendi(liğinden) hareketlerinin fiili ve örgütlü duruşları olarak algılamak gerekir. Onlar için, onlar adına kurulmuş bir örgüt değil, onların bizzat KENDİ örgütleri olarak kavranmalıdır. “Topraksızlar” da, “Patronsuzlar” da kendi ihtiyaçları üzerinden, kendi karınlarını doyurmak ve kendi hayatlarını idame ettirmek üzere, toprağa ve üretim araçlarına sahip olmak üzere kendileri örgütlendiler. Ama öz-örgütlenmelere baktığımızda içerik itibariyle zaten hep böyle değil mi?
Öz-örgütlenmeler, yeni bir dünya, yeni bir hükümet kuralım vs diye şekillenmiyor. 1905 sovyet deneyimine bakacak olursak, işçilerin oradaki en somut taleplerinden birinin emeklilik hakkı olduğunu hatırlarız. İşe, yeni bir dünya özlemi gözüyle bakıldığında bu önemsiz bir talep gibi görülebilir. Lenin ve Bolşevikler de ilk önceleri böylesi yaklaşımlarda bulunmuşlardır. Lenin’in Bolşeviklerle sovyetlerin gelişimi sürecinde yürüttüğü bir tartışma vardır. Lenin’in, Bolşeviklerle girdiği bu polemiği “eski Leninistlerle” tartışma olarak ifadelendirdiği bilinir. Bir öz-örgütlenme deneyimi olarak sovyetlere başlangıçtaki bakışıyla farklılaşan, eski “kendisiyle” çelişen politik bir duruştur bu. Kısacası işçi sınıfının karşısına “öğreten örgüt” ve “öğreten adam” rolüyle çıkan Leninist örgüt ve Lenin, 1905’te öz-örgütlenme olarak doğan sovyetin devrimdeki rolüyle işçi sınıfının da öğreticiliğini, devrimcilere yol gösterebilecek niteliğini görebilmiştir. Başlangıçta devrimi (Kautsky’e de dayanarak) küçükburjuva aydınların, profesyonel devrimcilerin yapacağı bir “iş” gibi algılayan Lenin, bir öz-örgütlenme biçimi olan sovyetleri ekonomik mücadele araçları olmakla sınırlı bir sığlıkla tanımlıyordu. 1905 devrimiyle birlikte aynı Lenin, sovyetleri devrimci iktidarın, proletarya diktatörlüğünün embriyoları olarak tanımlamıştır.
Bir Sovyet önderi olan Troçki ise; “Öz-örgütlenmeler sınıfın kendi örgütleridir. İradi örgüt(ler) ise sınıfın içindeki örgütlerdir” der. İradi örgütü, öz-örgütlere “…yol gösteren, politika sunmaya çalışan örgüt” olarak tanımlar.
Ne yazık ki yaptığımız bu tartışma yüzyılı aşkın bir süre öncesinde yapılmıştır…
“Topraksızlar” ve “Patronsuzlar”ın da bir arayışı ve önemi var. Ama tüm bunların üzerinden hareket ederken bizim yakalamamız gereken nokta ezilenlerin kendi örgütleriyle iradi örgütlerin yapı ve işlevlerini bir birine karıştırmamaktır. Buradan yapıcı ama eleştirel olarak baktığımızda, söz konusu hareketlerde bürokrasisinin olmaması mümkün değil gibi görünüyor. Burada anlatılanların birçoğunda bürokrasiyi oluşturan bir tabaka dikkati çekiyor. Onca övgüyle “iyi” bir işbölümü ve “idari” plana dayalı yönetimden söz edip de bürokrasinin olmayacağını iddia etmek çelişkili olur. Ama asıl endişelenmemiz gereken yanları, sosyalizmi geleceğe havale ediyor olmalarıdır.
MST olarak ortak toprakları var ama yer yer bazı bölgelerde ailelere verilen küçük “özel” topraklar da var. Bu haliyle mevcut sistemin küçük ve yeniden üretiminin verilerini taşıyor. “Patronsuzlar”ın fabrikalarına hammadde almak için bankalardan vs kredi almak zorunda kalması, kapitalist ekonominin bir parçası olarak üretilenin aynı pazarda satışa çıkarılması vb gibi. Yani, bütün bu çabalar kapitalist sistem içinde gerçekleşiyor ve bu çabanın da sistem içinde gelip dayanacağı bir nokta/sınır var. Söz konusu yapılar, sadece fiili değil, “iradi” olarak da artık politizedirler. Bu noktayı ve sınırları aşmak ya da aş(a)mamak açısından sosyalizm hedefinin çelebice yarına ertelenemeyeceği ve pedagojik bir olguyla sınırlı olmadığı açıktır. Sırf bu açıdan bile “bürokratik” bir sınırlamadan ve ertelemeden söz edebiliriz. Ama tabi ki bu sadece onların değil, oradaki “iradi” örgütlerin de sorunu… En düz anlatım Masis’in (Kürkçügil) söylediği “Marks yalan mı söyledi? Patronsuz fabrika mı olur?” sözleridir. Devrimcilere düşen görev oturup bir köşede akıl hocalığı yapmak ve “politika kesmek” değil, o hareketlerin içine girerek yol gösterici olmaktır, değil mi?
90-91 Zonguldak örneğine bakarsak, maden işçilerin böylesi bir öz-örgütlenme hedef ve girişimleri yoktu. Grevle sınırlı olan grev komitelerinin öz örgütlenme işlevleri de grevle birlikte sona erdi. Ama Zonguldak da bizi çok etkiledi. Bir toplumsal hareketten, hele ki bu bir sınıf hareketiyse, bir devrimci olarak etkilenmemek ve heyecanlanmamak mümkün değildir. Ama bunu derken Zonguldak’a da eleştirel bakmak lazım. Bizim cılız sesimizle ve kendinden menkul “iradi” örgütlerimizle kılavuzluk misyonunu kucaklayamayacağımız ise belliydi. Yakın dönem açısından SEKA bile bize yol gösterecek bir imkan sunuyordu.
Konumuza dönersek, Latin Amerika dünyada sınıf temelli ciddi hareketliliklerin olduğu neredeyse tek yer. Ortadoğu ise belli, toplumsal muhalefetin belirleyeni kesinlikle sınıf hareketi değil. Metin Yeğin’in “Topraksızlar” ve “Patronsuzlar” kitaplarından hareketle ideolojik olarak eleştireceğimiz şeyler var elbette. Ama bunlar ciddi ve önemli deneyimlerdir. Ne ak ne de kara diyerek bakmamamız gerekiyor.
(*)15.10.2006 tarihinde aynı başlık altında Versus Yayınevi tarafından Başka Kültür Merkezi’nde düzenlenen ve Metin Yeğin’in “Topraksızlar” ve “Patronsuzlar” kitaplarıyla ilgili sunuşunu içeren toplantının özetlenmiş kaset çözümüdür.
Ezilenlerin Kurtuluşu
http://ezilenlerinkurtulusu.org/php/news.php?readmore=227
Like this:
Like Loading...
January 7, 2010
Posted by e |
anti-endustriyalizm, ezilenler, isyan, kooperatifler vb modeller, ozyonetim, sistem karsitligi |
1 Comment
Sonunu müjdeleyen bir çağda yaşıyoruz. Uygarlığımız, bugüne kadar görmediği bir gücü, sıkışmış bir gücü barındırıyor damarlarında. Bu birikmiş güç ve enerji nereye akacağını kestiremediğimiz bir hoyratlıkla dünyamızın dehlizlerinde dolaşıyor.
Bu güç, dünyayı, yeniden yaşanabilir kılacak bir enerjiye de dönüşebilir; dünyayı top yekûn bir yok oluşa da sürükleyebilir. Bu sonun nasıl yaşanacağı sorumluluğu ise, bu çağın emekçilerinin omuzlarına biniyor. Tekil kurtuluşlar, varoluşlar ve hatta yıkılışlar çağı kapandı.
Kapitalist uygarlık ve burjuva sınıfı, vaat ettiği özgürlük ve eşitlik dünyasının iflasını dünyanın dört bir yanına yaydığı savaşlarla ilan ediyor. Bir yanda muazzam bir sermeye birikimi diğer yanda da yoksulluk, açlık, doğanın yıkımı yaşanıyor. Kapitalizmi meşrulaştıran tüm ahlaki, toplumsal, ekonomik, kültürel olgular yıkılmaya yüz tutuyor. Emekçileri ücretli köle haline getirerek onları geçim araçlarından kopartan kapitalizm, toplumu bir arada tutan ve kapitalizmin varlık koşulları olan değerleri de temelinden sarsıyor. Toplumsal yaşamın üstünde bir güç olarak kar düzenini yaşatmak için ise, tüm bu değerleri yeniden üretmekte gecikmiyor burjuva sınıfı.
Toplumsal yaşamın maddi varlık koşullarını yıkmak pahasına, sermaye birikimi “kendinde anlamlı” bir güce dönüşüyor. Topluma ve doğaya rağmen büyüyen sermaye, yarattığı toplumsal çelişkinin bedelini emekçilerin ve doğanın omuzlarına yüklüyor. Yarattığı savurgan uygarlık doğanın maddi varlıklarına rağmen hükmünü sürdürmeye çalışıyor. Emekten ve doğadan çaldığı geçim araçlarının egemenliğiyle toplumsal tahakkümünü perçinleyen burjuva sınıfı her gün emeğin yeteneklerini, doğanın olanaklarını iğdiş edecek şekilde emeği ve doğayı üretimin saflarından tüketimin raflarına gönderiyor. Üretim salt bir tüketim nesnesi haline geliyor.
Emekçiler, üretim araçlarını yitirdiği gibi, toplumsal var olma koşullarını da yitiriyor. Neyi, nasıl, ne kadar, kimin için ve ne için ürettiğini sorgulamaktan uzaklaştırılıyor. Aldığı ücretle, plazma televizyon hayali ikilemine sıkışmış yoksullar, kapitalizmin soysuzlaştıran kültürü karşısında en temel yeteneği olan dünyayı değiştirme becerisi körelmiş, toplumsal ve biyolojik bedenine, emeğine ve doğaya yabancılaşmış, her türden gerici ideolojiye tutsak bırakılmış bir kütleye dönüştürülüyor.
Emekçiler, dünyayı kucaklamanın baharından geçiyor.
Bütün dünyayı saran ve yıkan uygarlık ateşi, makinelerin yaratımında bir dünya tahayyül ediyor. Bugüne kadar edindiğimiz tüm insancıl yetilerimizi bir yandan yitiriyor, toprağı tanıyamaz hale geliyoruz. Büyük şirketlerin denetim ve mülkiyetlerine aldıkları bilgi, insanların geleceklerini çizen yeni tanrıya dönüşüyor. Bilim de bu tanrının kutsal kitabı, vahiyleri indiren ise kapitalizmin teknisyenlerine dönüşmüş bilim insanları.
Ekmek yapmayı bilmiyoruz, tohumlarımız yok. Buğday üretemiyoruz. Tarlamız var süremiyoruz, çünkü hazır yapılmışı, sürülmüşü var. Evler inşa etmekten kopalı hayli zaman olmuş, ustaları var, ekolojik olanı olmayanı var çünkü. Tüm bedenimiz paramparça. Ellerimizle birlikte ayaklarımız da iğdiş ediliyor. Otomobil uygarlığı bizi istediğimiz yere götürmeyi vaat ediyor. Kara taşımacılığı binlerce can alsa da iklimleri değiştirse de, yakını uzak yapsa da otomobil istiyoruz. Ama gidemesek de dünyanın öteki ucuna, belgesel kanalları gitmediğimiz görmediğimiz şehirlere yerleştirdiği kameralarıyla, canlı yayında bize dünyayı tanıtıyor. Her şeyden çok ama çok var, yeter ki satın alacak paranız olsun. Paramız olmasa da borçlanarak alıyoruz, eşya sofrasının çıkma parçalarını. Sularımız akmasa da hepimizin evinde çamaşır ve bulaşık makinesi kalkınmışlık ikonu oluyor. Mekanla iş-işsizlik arasında sıkışmış bir topluma esir ediliyoruz. Ölmüş bir uygarlığı sevdirmeye çalışıyorlar. Bir tür ölü sevicilik kol geziyor. Ölen bir kültür, yoksullara taksitle satılıyorlar. Bedelini ise peşin peşin ödetiyorlar.
Hareket etmenize hiç ama hiç gerek yok diyor burjuva ideologları, çünkü kapitalizm kendin menkul aklıyla hep daha fazlasını arzuluyor bizim yerimize. Piyasa dengesini bulur diyorlar. Ancak tüm bir umursamazlık ve çöküş çağı içinde, tarihin bu gerileme devresinde, devrimci bir değişime de ebelik etmenin tedirginliğini yaşıyoruz. Bütün bu toplu barbarlık projesi yeniden ve yeniden üretilirken dünyanın farklı köşelerinde çoban ateşleri alevleniyor.
Sermayenin, 21. yüzyılın bu eşiğindeki saldırganlığı karşısında yeni direniş odakları da tohumlarını filizlendiriyor. Bu tohumların toplumsal ve siyasal karakteri ve gücü, sermayenin muazzam saldırısını alt üst edecek bir örgütlülüğe sahip olmasa da kendi özgün deneyimleriyle, yeni bir uygarlık projesi üzerine kafa yoruyor. Tüm bu saldırganlığın karşısında, yeni sömürgecilik rejimlerine, kapitalizme direnen on binlerce insan hayatı yeniden anlamlı kılmanın, doğayla ve emekle birlikte eşitlikçi, toplumsal adaleti savunan, özgürlükçü, doğayla birlikte yaşamı kurgulayan bir dünya yaratmanın olanaklarını arıyorlar.
Doğayla birlikte geleceği yeniden yaratabilmek için, bugün sermaye düzenini ve onun siyasal biçimlerini alaşağı etmemiz şart. Yönetim ile üretim arasındaki yarılmayı giderecek bir siyasal devrim mümkün. Kent ile kır arasındaki çelişkiyi aşacak bir toplumsallığa yönelmiş bu siyasal iktidar, tüm toplumsal meşruiyetini tarih ve doğa birliğinden alan emekçilerin iktidarı olarak kendini yeniden kurmalıdır. Ancak bu koşullarda toplumsal varoluşumuz, canlı varlığımızı tehdit etmeyen bir yönelime sıçrayabilir. Bugün ki toplumsallaşma biçimi, sermayenin toplumsallığı, canlılığımızı tehdit etmektedir.
Bütün tarihimizi ve doğayı yeniden kazanma arzusu, hareket etme heyecanı dünyayı kucaklamak için zorunlu görünüyor. Bu arzu dünyayı yeniden yaşanabilir kılma bilinciyle birleştiğinde, insanlar öz yeteneklerini yeniden kazandıklarında, geleceklerini yapabilecek üretim araçlarına ulaştıklarında, kendi uygarlıklarını yeniden değiştirebilecekler.
1.EKOLOJİK KRİZİN TARİHSELLİĞİ
1.1.DOĞANIN VE EMEĞİN TEMELLÜKÜ
Kapitalist üretim tarzının iki temel belirleyici özelliği bulunmaktadır. Bunlardan birincisi, üretim araçları mülkiyetinin burjuva sınıfının elinde olması ve toplumun, üretim araçlarından yoksun kalmasından dolayı, emek gücünü, iş gücü olarak piyasada satmak zorunda kalmasıdır. Bu geniş kitle, yaşayabilmek için çalışmak-emek gücünü satmak- “zorunda” bırakılır. “Özgürlük alanı” olarak varsayılan-piyasa- tam bir zorunluluk alanına dönüşür. Çalışmak bir etkinlik olmaktan çıkarak bir zorunluluğa dönüşür.
Bu nesneleştirme ve metalaştırma süreci, insanların çok yönlü etkinliklerinin ve ilişkilerinin tek bir ilişkiye yararlılık ilişkisine indirgenmesine yol açar. Kişi, iş gücü haline getirilerek, hesaplanabilir, kontrol edilebilir, denetlenebilir bir hesaplar sistemi temelinde, rasyonel ve nesnel bir makine haline getirilir. Makine imgesi, tüm toplumsallaşma biçimlerini sembolize eden bir imge haline getirilir. Kişilere dayanmayan, evrensel ve rasyonel olduğunun imgesini yaratan bu üretim biçimi kutsallığını ilan eder. Makineleşen ya da makinenin bir uzvu haline gelen kişi, tek amacı biriktirmek olan sistemin içinde, nesneleşerek yer bulur. Bu nesneleşme, insanın kendini biyolojik ve toplumsal olarak yenileyebilmek, yaşamak için yaptığı tüm etkinlikleri tüm duygularından arındırır. Emeği tek tipleştiren, birikim rejimi, bu şekilde, kendi düşünsel temeli homo economicusa dayanan akılcılığı da yeniden üretir. Hayatı tüketmek pahasına biriktiren bu sistem, her türlü insani etkinliği ekonomik bir değere dönüştürebildiği ölçüde kendi varlığını sürdürebilir.
İş güçlerine ihtiyaç duyulmayan ve artık nüfus olarak adlandırılan kesimse, piyasa koşullarında sefalete mahkûm edildikleri gibi üretim maliyetleri koşullarında çalışanların işsiz kalma tehdidi ve onların düşük ücretle ve kötü yaşam koşullarında çalışmaya zorlamanın aracı olarak kullanılırlar. Bu artık nüfus olarak adlandırılan kesim her türlü toplumsal bozulmanın da biricik sorumlusu gösterilmek üzere yedeklenir. “Artık” üretme ideolojisi kökenini buradan alır. Toplumsal zenginliğin paylaşılması konusundaki sermayenin cimriliği, emeğin artık haline getirilmesinde sermayenin savurganlığına dönüşmektedir. Sermaye, büyümek için, emeğin maddi zenginliğini yok etmek zorundadır. Daha fazla kar elde etmek için daha ucuz emek kullanma ihtiyacı, her defasında, tarihsel olarak, üretimi emekten özgürleştirme çabasına iter. Ancak üretimin teknolojiye dayandırılması bir yandan başlangıçta karlı gibi görünse de, sermayenin eninde sonunda emeğin artı değerine el koyması zorunluluğu kapitalist üretimin büyümek için emek sömürüsüne olan ihtiyacını daha fazla derinleştirir. Bu durum, sermayeyi daha sık krizlere sürüklemektedir.
Kapitalist üretim tarzının ikinci belirleyici özelliği, toplumsal zenginliğin bileşeni olan doğayı, bir hammadde-doğal kaynak olarak görmesidir. Kapitalizm koşullarında doğanın, üretim için bir girdiden başka bir değeri yoktur. Oysaki toplumun maddi zenginliği, emek ve doğanın ürünüdür. Kapitalist üretim, daha fazla kar elde etmek için emeği olduğu gibi doğayı da daha ucuza mal etmenin yollarını geliştirmektedir. Emek gücü nasıl ki kapitalist üretim tarzında iş gücü ise, doğa da hammadde ve kaynaktır. Sermaye birikimi ve büyüme ancak, emeğin işçileştirilmesi doğanın da hammadde haline gelmesi ile mümkün olmaktadır. Bu açıdan sermaye, el konulan emek ve doğadan başka bir şey değildir. Kapitalist üretimde her defasında bu el konulan toplumsal zenginliği-emeği ve doğayı- sermayedarların elinde en çoklanmasının sağlanmasıyla varlığını sürdürür.
Doğayı hammadde deposu ve kaynak olarak daha ucuza mal etme arayışı, aynı zamanda sermayenin de varlık koşullarını tehdit etmektedir. Sermaye, doğanın kendi varlık koşullarını yenileyebilme olanaklarını ortadan kaldıracak şekilde tüketir. Enerji, toprak, su, hava, tohum birer hammadde haline geldikçe, metalaştıkça, sermaye bu varlıkları daha ucuza mal ederek daha fazla kar elde edebilecektir. Bu nedenle, sermaye büyümek için her defasında emeği olduğu gibi doğayı da yok etmek zorundadır. Doğa varlıklarının, “doğal kaynak” haline getirilmesi süreci ile emeğin “işçileşmesi” süreci, kapitalist büyüme ve akılcılığın kaçınılmaz sonucudur.
Doğa, bir kez metalaştığında- kaynak haline geldiğinde- üretimde kullanılan bir tüketim nesnesi haline gelir. Sermaye açısından doğanın başka hiçbir değeri yoktur. Ama aynı zamanda sermaye kendini yeniden üretebilmek için kullandıkça atık haline getirdiği doğayı da yeniden kullanılır kılmak zorundadır. Sermaye, yeniden üretim süreçlerinde bu atığı bir kez daha düşük maliyetle bir hammadde haline getirmeyi dener. Ancak her defasında, doğa bir önceki seferinden daha geri dönülmez ve kullanılamaz halde atığa dönüştürülür.
Bu artık ve atık üreten meta düzeni kullanım değeri yaratma mantığına göre değil her seferinde daha fazla değişim değeri, kar elde etme mantığı üzerinden işler. Daha fazla kar elde etme mantığına dayanan kapitalizm, üretim için gerekli olan girdileri ya da maliyetleri en düşük seviyede tutma refleksini de sistemin mantığı gereği barındırır. Bu durum, toplumsal yaşamın varlık zemini olan emeğin ve doğanın kendini yenileyebilme olanakları için gerekli koşullar ile sermayenin büyümesi için gerekli koşulların karşı karşıya gelmesi sonucunu doğurur. Doğanın toplumsallaştırılması için kullanımı ile kar için kullanımı arasındaki temel fark da buradadır. Kara dayalı toplumsal yaşamda, doğa kendini yenileyebilme olanaklarını yitirmektedir.
Emeğin bu doğal ve toplumsal formlarının, kullanım değerinin bu bileşenlerinin sermaye birikimi sürecine tabi olması ve birikim zorunluluğunun kapitalist üretim tarzının motoru haline gelmesi eş zamanlı işleyen bir süreç ve ilişki olarak kavranmalıdır. Kapitalist üretim bu nedenledir ki aynı zamanda kendi maddi üretim koşullarını bozmaya meyillidir. Sermayenin büyümesi bu maddi gerçekle mümkün olabilir. Bu sermayenin aynı zamanda ekolojik krizinin olgunlaşma ve derinleşme zeminidir.
Oysa ki çalışma dediğimiz etkinlik bir yandan biyolojik ve toplumsal bir güç olan bedenin yeniden üretilmesidir. İnsan kendini yeniden anlamlandırma, yaşam alanını tanıma ve var olduğu yaşama alanına uyum için maddi etkinlikler de bulunur. Bu etkinlik alanı ise insanın toplumsal bedeni olan, fiziki ve toplumsal etkinliğinde cisimleşir. Çalışma bir zorunluluk haline geldiğinde ise, kişi hem biyolojik bedenine hem de kendi toplumsal bedenine – emeğine ve onun maddi var oluş koşullarına yabancılaşır.
Bu açıdan söyleyecek olursak, ekoloji mücadelesi, emeğin ve doğanın maddi yaşam ve var olma koşullarını yeniden üretme süreci olarak örgütlenecekse, bu süreç hem üretimin hem de yönetimin arasındaki yarılmayı ortadan kaldırmayı hedeflemelidir.
1.2.TOPLUM VE DOĞANIN YARILMASI
Sermaye sistemine içkin akıl, insan ile doğa arasındaki ontolojik bir karşıtlıktan hareketle hiçbir tarihsel bağlama oturmadan, her türlü insani etkinliği, doğa üzerinde temellük ilişkisiyle bir tutar. İnsan doğanın dışında bir gerçeklik olarak ifade edilir. Bu algı düzeyi öyle bir hegemonya kurmuştur ki, modern ve rasyonel olarak gösterilen zihniyetin kendisi oluverir. Sermaye kendini tarih dışı ilan ederken, doğanın dışına attığı geniş bir kitleyi de doğanın düşmanı ilan ediverir. Şehirleri ele geçiren, kırı mahveden, gıdayı pervasızca tüketen ve açlığa neden olan yoksullar olur.
Bu yaklaşım, insanı doğa dışında tanımlayan, ilişkiselliği görmezden gelen, tam da bu nedenle de onu biyolojik bir varlığa indirgeyen bir yaklaşımdır. Bu bakış doymak bilmez bir “insan doğası” inanışından, kaynakların kıt ama ihtiyaçların sınırsız olduğu tezini işleyen liberal akıldan beslenir. Diğer yandan da sermayenin aklı, bu çıplak insanı, doğanın dışında konumlandırırken, kovulan bu çıplak insanı, “doğanın yasaları” olarak ilan ettiği kurallar bütününe de tabi kılar. Doğayı “kaynak” haline getiren ideoloji tam da bu biçimde kaynakların da kıt olduğuna yönelik görüşe toplumsal meşruiyet zemini sağlar.
Sermaye toplumu, bir yandan doğa bilimlerinden elde edilen bilgileri toplumsal ilişkilere giydirmeye çalışır. Larvadan kurbağaya geçişi hızlandıracak laboratuar teknikleri üretici güçlerin geliştirilmesinin yöntemi olarak görülür ve bu yasalar evrenselleştirilir. Larvalıktan iribaşlığa geçecek kurbağanın gelişimin nasıl hızlandırılacağını açığa çıkartan bilim insanın bilgisi hemen topluma uyarlanır. Eğer ki topluma dışardan bir bilinç taşınırsa, bir öncünün müdahalesi olursa toplumsal yaşam tarihsel olarak gelişecektir. Bu şekilde tarih ilerlemeci bir hatta oturtulmuş olur. Üretici güçleri iğdiş eden sermaye tam da bu nedenle ilerici görülüverir. Üretici güçleri temellük eden ve yağmalayan üretim tarzı birden bire tarihin “dinamosu” oluverir.
Toplumsal yaşamın belli bir evresine tekabül eden ve bu anlamda da tarihsel alana ait bir kavram olan “rekabet, yarış, ezme ve ezilme v.b..” kavramlar doğanın kuralları haline getirilir. Rekabetçi burjuva yaşamının getirdiği ilişki ağları, doğanın yasası haline dönüştürülür. Aslanlar, karınlarını doyurmak için diğer aslanlarla “rekabet eder”. “Katil” balinalar yok eder. “Avcı” şahin “avını” bir lokmada yer. Oysa rekabet eden liberal toplumdur. Katil olan balina değil, onu katil olarak gören rasyonel modern sermayenin toplumsal aklıdır.
Doğal seçilim tezleri de bu dolayımda, toplumsal bir ilke haline gelir. Güçlüler kazanır, zayıflar ölür. Sermayenin kuralı budur. Sermaye, liberal aklına bir de muhafazakâr aklı ekleyerek kendi rasyonalitesinin sınırlarını genişletir. Toplumsal yaşamın diline tercüme ettiği bu kavramsallaştırma, sermaye düzeninde emeğin ve doğanın, sürekli bir baskı altında kalmasına, toplumsal yaşamında her defasında totaliter ve denetimli bir rejime tabi kılınmasına yol açar.
Bir yandan insanı doğa dışına iten ve fakat bu insanı doğallaştırılan toplumsal yasalara tabi kılan modern akıl, aynı zamanda modern türcülüğün kök salmasına da zemin hazırlar. Kavga da kaybeden, büyük insan kitleleri nasıl yok edilmeyi hak ediyorsa, insan türünü temsil eden uygarlık bekçileri de aynı zamanda yanlarına aldıkları yalı köpekleriyle bir uygarlık halesi kurarlar. Fokları derileri için öldürmeyi hak olarak görürken, bu foklardan kendi kedi ve köpeklerine de kayış yapmayı ihmal etmezler. Modern türcülük, kapitalizm öncesi türcülüğünden farklılaşır. Artık, zenginler, insan türünün temsilcisi olarak kendilerini tüm bir doğaya ve topluma dayatırlar. Onlar dışında diğer türlerin ve hatta kendi türlerinden olsa da bu yok edilmesi gereken artık kitlenin var olmalarının hiçbir değeri yoktur. Binlerce hayvan, ilaç sanayinin kobayı oluverir. İlaç sanayinde binlerce insan açlıkla boğuşabilir. Ancak büyük insanlık ailesinin yegâne temsilcileri için bu dramlar doğaldır. Doğanın yasaları acımasızdır. Her koyun kendi bacağından asılır.
Acı çekme-çektirme pratikleri, sömürme-ezme- yok etme deneyimleri bir var olma biçimi haline getirildiğinde zenginler dışında kalan türler için eziyet gündelik bir rutine dönüşür. Bu rutin katlanılması gereken, cenneti ızdırapta gören ama cehennemi de ızdırap çekenlere lütfeden bir uygarlığın tezahürüdür. Ancak, bu doğallaştırma hiçbir evrensellik niteliği taşımaz. Izdırap tarihseldir.
Bu açıdan insanın etkinliklerinin evrensel bir karakter taşıdığı tek bir süreç vardır. O da insanın doğaya ilişki kurduğu emek sürecidir. Bunun dışında insanın toplumsal faaliyetleri ve bu faaliyetlerin sonuçları hiçbir şekilde evrensel bir nitelik göstermez. Bu faaliyetler üretim ilişkileri ölçeğinde ve belirli bir üretim tarzında anlamlandırılabilinir.
Toplumsal varlığımızın zeminini oluşturan biyolojik özelliklerimiz, toplumsallaşmamızın içinde yeniden üretilir ve toplumsal yaşamımızı da yeniden üretir. Bununla birlikte toplumsallaşmamızı sağladığımız emek sürecinde, doğayla ilişkimize de özgül karakterini kazanır. Bu demektir ki her emek sürecine özgü olarak toplumun doğayla farklı bir ilişkisi vardır. Her emek sürecinin şekillendiği farklı bir toplumsal ilişkiler bütünü vardır, her toplumsal ilişki biçiminde, her toplumsal yaşam tarzında insanlar doğayla farklı bir ilişki kurarlar.
Bu toplumsal evrim her tarihsel süreçte ve toplumsal üretim tarzında yeni bir doğa imgesi yaratırken aynı zamanda insan emeğini, dolayımlı olarak doğanın bilinci haline de dönüştürür. Bu bilinç, her toplumsal üretim tarzında doğayla ilişki kurmanın farklı veçhelerini yaratırken, emeğin olanaklarının evrimine doğal ve aşılamaz sınırlar çizmez. Emek, insanın yarattığı uygarlıklara da, doğayla ilişkilenme tarzında, bir öz denetim mekanizması sağlar. Doğa, toplumsal uygarlığımızın turnusol kâğıdıdır. İnsan, doğayla ilişkisini yıkıma götüren; emeğinin toplumsal örgütlenme tarzlarını, insan uygarlıklarının sınırlarını, doğayla ilişki kurduğu her an anlayabilme ve kendi örgütlenmesini değiştirebilme potansiyelini de barındırır. Bu potansiyelin açığa çıkartılıp çıkartılamayacağı ise politik bir sorundur.
Ekolojik kriz tarihsel düzeyde, belli bir üretim ilişkileri ölçeğinde ve belirli bir üretim tarzında anlamlandırmak bu nedenle oldukça önemlidir. Bugün, beden ve doğa arasındaki yarılmanın kökeni verili üretim-tüketim ve yeniden üretim tarzıdır. Bu süreçte ekolojik kriz, toplumsalın sınırlarına kadar genişlemiştir. Bu demektir ki, ekolojik kriz karşısında toplumsal emeğin, yaşam mücadelesi örgütlenmelidir. Bu açıdan da emek hattı ekoloji mücadelesinin biricik politikleşme zemini olacaktır. Kapitalist yaşam tarzından farklı bir toplumsal yaşam tarzında insanların doğayla ilişki tarzları da farklılaşacaktır. Bunun için de emeğin doğayla ilişkiye geçtiği emek sürecinin de farklı örgütlenmesi gerekir. Bu bağlamda üretim araçları ve üretici güçler de farklı toplumsal yaşamlarda farklı yapılara bürünecektir. Nükleer santrallerin, biyo teknolojinin… geleceğin toplumunda kullanılmasının bu açıdan yeri olmayacaktır.
Modern uygarlık bir diğer açıdan, emeğin, insan ve doğa birliğinin hep yeniden oluşturulması anlamına geldiğini de yok sayar. Oysa ki, insan ile doğa arasındaki ilişki karşılıklı ve farklılaşmış bir ilişkidir. Doğa olanla toplumsal olan arasına bir karşıtlık koymadan oluşturulacak politik hat aynı zamanda cinsiyete dayalı toplumsal işbölümünün de yeniden sorgulanmasını mümkün kılar. Kadın erkek arasındaki eşitsizliklerin kökenini biyolojik bedenin farklılaşmasında gören ve eşitsizliği buraya gömen yaklaşımlar da eninde sonunda modern aklileştirmeye yaslanan toplumsal üretim sistemidir. Biyolojik farklılaşmayı toplumsal eşitsizliklerin temeline yerleştiren siyasal yaşam, özel alan kamusal alan ikiliğini de tarih aşırı, evrensel bir ikiliğe büründürür. Liberalizmde en keskin ifadesine kavuşan bu kavrayış, patriarkanın görünmez kılınmasına da hizmet eder.
Patriarkanın bu özgül biçiminde, kamusal alanın içine çekilerek tahakküm altına alınan ve sömürülen kadınların, kamusal alana çağrılmasının ön koşulu, hem bir yurttaş hem de eşitsiz cinsel sözleşmeyle kurulmuş ailenin bir üyesi olmasıdır. Kamusal alanda kadın, hem bir yurttaş hem de aile üyesidir. Temsil mekanizmalarında kadınların sayısının önemine endekslenmiş kamusal alan anlayışları da, niceliksel vurgularını ön plana çıkardığı her anda, kadını toplumsal denetim altına alacak mekanizmaları da harekete geçirirler. Bu anlamda modern kamusal alan özel alan ayrımı, kadını kamusalın dışında tutarak değil kadını içererek ezer, sömürür ve tahakküm altına alır.
Kadınlar, kamusal alanda, cinsiyetçilik temelinde çifte bir denetime tabi tutulur. Hem biyolojik hem de toplumsal bedenlerinin zorunluluk alanına dahil edilmesiyle beraber ve fakat biyolojik bedenlerinin imgesine sıkıştırılarak toplumsallaşırlar. Statü ve erk sahibi olurlar. Kamusal alan her ne kadar piyasanın- devletin dışında tanımlanmaya çalışılsa da, siyasal olandan yalıtılmış her toplumsal alan eninde sonunda piyasanın tahakkümü altında kalmaktadır. Bu açıdan piyasaya- liberal kamusal alana çağrılan, bu zorunluluk alanında var olmaları koşuluyla toplumsallaşmalarına olanak tanınan toplumsal sınıflar, ücretli emeğiyle geçinenler, işsizler, kadınlar..bu alanda siyasal olanla ekonomik olan arasındaki yarılmayı ortadan kaldıracak bir zeminden de kopartılmış olurlar. Toplumsal ve biyolojik bedeninden dışlananlara sunulan kamusal alan, etik ve hukuk geriliminde örüldüğü sürece de, kamu bir söylenceden öte değer taşımaz. Bu kamusal alanda hareket eden kişilere de hiçbir zaman, özel-devlet mülkiyeti arasındaki gerilimi ve sıkışmayı aşacak, üretim ile yönetim arasındaki parçalanmayı ilga edecek çok özneli bir kamusallık zemini sağlanmaz. Bu nedenle liberal kamu, doğa ve toplumsal beden arasındaki yarılmanın görünüm alanlarında ortaya çıkan eşitsizlikleri, sömürüyü ve tahakküm biçimlerini yeniden üretir. Bu nedenle, piyasanın kamusu altında yok sayılan bedeni yeniden özgüleştirecek olan biricik hatlardan biri de kapitalist kamusallığı alt üst edecek, karşılıklı yardımlaşma, dayanışma ve öz yönetim biçimlerinin, bu ikilikleri aşacak tarzda geliştirilmesi ile mümkün olacaktır.
1.3. KENT İLE KIR ARASINDAKİ ÇELİŞKİ
Emeği işgücüne-artığa, doğayı hammadde deposuna-atığa dönüştüren kapitalist sermaye birikim süreci aynı zamanda, her zaman genişleme, merkezileşme, yoğunlaşma eğilimini de barındırır. Sermaye birikim sürecinin sürekli kar arayışı, daha ucuza işgücü ve hammadde ihtiyacını perçinler. Sermaye birikimin önüne çıkan her türlü maddi engeli kaldırmak için de sosyal, siyasal, ekonomik ve hukuki her türlü yordamı hayata geçirir. Sermaye girdiği her coğrafyanın sosyal, kültürel, tarihi, ekonomik yaşamını ters yüz eder. Hammadde haline gelen doğayı ve ucuz emek gücünü bir kıtadan bir başka kıtaya taşır. Milyonlarca insan bir yerden bir başka yere harekete geçer.
Aynı zamanda ülkelerin sınırları değişir. Tek amacı kar olan kapitalist sistem bu koşulu yaratabilmek için mekanı ve zamanı da türdeşleştirmek zorundadır. Dünyanın her yerinde kendi kurallarının geçerli olacağı bir yaşam örgütlemek zorundadır. Doğayı ve emeği tek tipleştiren sermaye aynı zamanda kendini biriktirmek için, zamanı ve mekanı da tek tipleştirmeye eğilimlidir. Bu süreç merkezileşme ve yoğunlaşmanın yaşandığı alanlarda kimi kısmi avantajlara yol açsa da bir bütün olarak mekanın ve zamanın ortadan ikiye bölündüğü bir çağı da beraberinde getirir.
Kentlerin, sanayi, hizmet, ticaret alanlarında yoğunlaşması veya bunların belirlenimine girmesi, büyük bir nüfusun giderek tarımsal üretimden kopmasına neden olmaktadır. Bu merkezlerde biriken yoğun nüfusun gıda, barınma, ulaşım… gibi ihtiyaçlarının kent tarafından yerine getirilememesi ve sermayenin bu ihtiyaçları karşılamak için kırsala yönelmesi, giderek daha fazla oranda kırın, kentin hizmetine sunulmasına neden olmaktadır. Kırsal toprağı bu eksende giderek daralmakta, bu alanlar yerleşime açılmaktadır. Sular, bir yandan şişelenerek şehir merkezlerine taşınmakta, diğer yandan da enerji haline gelerek, kentlerin askeri ve sınai ihtiyaçlarına yanıt verecek şekilde düzenlenmektedir.
Kırın havası da bir turizm nesnesi olarak, kentin hizmetine sunulmaktadır. Ancak yine de kapitalist kent kendi içinde de çelişkilerini derinleştirmekte, temellük ettiği mekân ve zamanı da bölmektedir. Kent hizmetlerinin üretiminde kullanılan ucuz emek, aynı zamanda her zaman kötü yaşam koşullarına mahkûm kalır. On dokuzuncu yüz yılda işçi konutlarında, yirmi birinci yüz yılın barakalarında yaşamaya mahkûm bırakılır. Sağlıklı içme suyu kullanmazlar. Çalışma bir etkinlik olmaktan çıkıp bir zorunluluğa dönüştükçe, kentin havasını “özgürleştiren” kamusal mekânlardan da yaralanamazlar. İnsanları bir araya getiren, karşılıklı olarak sorunlarını konuştukları ve çözdükleri varsayılan her türü “kamusal alan” da giderek parçalanır. Kapitalist kent kendi kamusunu bir kabus haline getirir.
Kapitalist yoğunlaşma ve merkezileşmenin yaşandığı alanlar, bu merkezlere iş gücü, hammadde, gıda, hava, su, enerji sağlayan mekânların da daha fazla yoksullaşmasına yol açar. Kırın ve kentin kapitalistleşmesine paralel olarak, bir yandan kent kırı, diğer yandan kır kendi içinde kırı, kent de kendi içinde kenti sömürmeye başlar. Sanayileşmenin hızlanması, tarımın kapitalistleşmesine paralel olarak, daha fazla tarımsal ürüne ihtiyaç duyulur. Tarımsal ürünlerde bu talep artışı, giderek daha kısa sürede daha fazla üretimin sağlanmasını zorunlu kılmaktadır. Daha fazla üretim, tarım da daha kısa sürede üretilen belli tarımsal ürünler üzerine yoğunlaşmaya neden olur. Bu da tarımda tek tip ürün üretimine neden olur. Geniş coğrafyalarda kapitalist tarımsal üretim aynı zamanda biyolojik çeşitliliğin daralmasına, türlerin binlerce yılda karşılıklı evrimiyle kazandıkları birikimin yok olmasına neden olur.
Tarımın kapitalistleşmesi, tarım tekelleri ile rekabet etme olanağı kalmayan binlerce çiftçinin giderek topraksızlaşmasına ya da toprağı her defasında bir öncekinden daha yoğun bir şekilde gübreye boğmasına neden olmaktadır. Toprakta aşırı gübre kullanımına dayalı üretim, toprağın ve suyun giderek yoğun bir biçimde atık haline gelmesine neden olur.
Toprağın kapitalist üretime endekslenmesi, kültürel ve türsel çeşitliliklerin de yağmalanmasını hızlandırır. On sekizinci yüzyılda bitki toplama faaliyetlerinin sistematik hale gelmesinden bugüne kadar, bitkiler de sömürü alanın etkisi altına girer. Sağlık, tıp, gıdanın sanayileşmesi, kapitalistleşmesi ile birlikte daha fazla bitkinin üretimde kullanılmasına yol açar. Aynı zamanda bu alanda “verim” artışına dayanan teknolojik uygulamalar, bitkilerin tek tipleşmesine yol açacak gelişmelerin de doğmasına neden olur. Genetiği değiştirilmiş organizmalara dayalı olarak yapılan tarımsal üretim, top yekûn yaşamı ortadan kaldıracak tek tipleşmeyi tetikler. Gıda ve tarım tekelleri tarafından daha çok üretim ve kar ihtiyacı, her yıl binlerce türün yok olmasına, milyonlarca insanın yoksullaşmasına, on binlerce kilometrekare tarım arazisinin yok oluşuna, yeni kırsal alanların tarım arazisi haline gelmesine yol açmaktadır.
Kapitalist yaşam biçimi insanların başta beslenme ve giyim olmak üzere pek çok yaşam alışkanlığını da değiştirmektedir. Sermaye birikim süreci yaşamı giderek hızlandırırken, geleneksel besin maddelerinde giderek daralmaya yol açmaktadır. Bedenin enerji ihtiyacını karşılamak için karbonhidrat ve protein ihtiyacının sanayi ürünlerinden karşılanması, giderek daha fazla hazır besinin piyasaya girmesine, bu besinlerin de giderek daha fazla bedeni ele geçirmesine yol açmaktadır. Hazır besin sanayi, binlerce yıldır insanların toprakla ilişkisini de bozmaktadır. Toprağın doğal besleyicisi olan insan artıkları, sermaye birikim süreci ile birlikte toprağa geri dönüşü mümkün olmayan milyonlarca ton çöpe dönüşmektedir. Toprağın geri besleme sistemlerindeki bozulma, doğa ve insan arasındaki metabolizmanın da kendini yeniden üretmesini engellemektedir.
Kent yaşamın sonucunda ortaya çıkan binlerce ton insan artığı toprağa kazandırılamamaktadır. Kentlerin aşırı merkezileşmesi, yoğunlaşması ve genişlemesi sürecinde doğa varlıkları da kapitalizmin hizmetine sunulmaktadır. Kentlere hammadde ve iş gücü taşıyan kara, hava ve deniz taşımacılığı her gün daha fazla toprağı parçalamaktadır.
Bitkilerin, hayvanların kitlesel tüketimi ve uyum sağlayamayacakları ekosistemlere taşınması, taşınan ekosistemleri tek tipleştirmekte, gittikleri ekosistemlerin de tahribatına yol açmaktadır Ekosistem, ticari avcılık, balıkçılık nedeniyle yok olmaktadır. Kürk ticareti binlerce hayvanın türsel haklarını ihlal ettiği gibi varlıklarını da ortadan kaldırmaktadır.
Burjuva kültürü bir yandan atık, artık ve çöp üreten bir kültür haline gelirken diğer yandan da bunlardan nefret eden ve toplumsalın dışına öteleyen ve belki de sorunu geleceğe havale ederek, kendini yeniden üretmenin olanağını sağlamıştır. Kırla kent arasındaki yarılma kentleri çöp ve atık üreten bir uygarlık tasarımı haline getirmiştir. Bu tasarımda bir tür modernleşme modeli olarak tüm dünyada kutsanmakta ve bu tasarım tüm dünyayı kuşatmaktadır.
Kapitalizm kendini bir hijyen ideolojisi ekseninde inşa ederken diğer yandan uygarlığın pisliği olarak adlandırdığı yoksulların ülkesine çöplerini, atıklarını, yaşam formlarını ve en önemlisi yaşamı algılama biçimini ihraç ediyor. Kırın toplumsal artığı haline getirilenler kentin çeperlerine biriktikçe, milliyetçi, ırkçı dürtüler de yeniden üretilir. İşte emeğin parçalanması bir yandan doğa ile insanı birbirinden kopartıp, toplumsal serveti metaya indirgerken, diğer yandan da yaratılan hijyen kültürü üzerinden yoksullar ötekileştirilir. Bu açıdan ekolojik krizin bir tezahürü de, kır ve kenti parçalayan özel mülkiyet, buna dayalı hijyen kültürü ve artık-atık üretim tarzının kendisidir. Kır ile kent arasındaki parçalanmanın toplumsal yaşamın hijyenleştirilmesi ve soylulaştırılması, her türlü yoksulu ve yoksullaşmayı ötekileştirmektedir. Emeği, bitkileri, hayvanları, halkları tek tipleştirdiği gibi mekanı ve zamanı da tek tipleştirmektedir.
21.yüzyılın bu eşiğinde bir yandan kent giderek kırın içine girerken, kır da eskisinden daha fazla kentin etki alanında kalmaktadır. Kır bir yandan kentleşirken, kentte kırsallaşmaktadır. Kıra ve kente atfedilen, evrensel kategoriler bir birinin içine girmekte ve harmanlanmaktadır. Bu açıdan kır ve kent arasındaki çelişki mekânsal bir çelişki olmaktan çok, maddi ve entelektüel uzmanlaşmaya-iş bölümüne dayalı tarihsel bir çelişki olarak karşımızda durmaktadır.
Bir yanıyla bu çelişkinin, kent merkezlerindeki görünümlerinden biri de işle mekân arasındaki parçalanmadır. Aynı zamanda bu çelişki üretimin ve yönetimin mekânsal parçalanmasını da karakterize etmektedir. Kır, pastoral öğelerle süslü bir natürmort olmaktan çıkmıştır. Kentte artık liberal demokrasinin ve kamunun beşiği değildir. Karşılıklı olarak bir çöküş yaşanmaktadır. Bu çöküşte kır ve kentin dışlanma eşikleri arasına kültürel, sosyal, sınıfsal, ideolojik, dinsel, etnik konumlandırmalarla sıkışmış milyonlarca insan yaşamaktadır. Toplumsal yaşam için bir tehdit haline dönüştürülen bu kitleler, renklerinden, dillerinden, etnik kökenlerinden dolayımlanarak bir kriminalizasyona tabi tutulurlar. Türkiye’de Kürtler, İngiltere’de Türkler, Meksika’da yerliler, Hindistan’da Pakistanlılar potansiyel suçlular haline gelirler. Bu insanlar artık ve atık sisteminin tüm toplumsal acılarını yaşamaktadır. Diğer yanda ise özel güvenlik ve korumalarıyla, hijyen mekanlarında yaşayan yeni bir sınıfın siteleri doğmaktadır. Kentler kendi artıklarını yaratırken, kentin kaleleri içinde yaşayan sınıflar içinse bu artıklar bir tedirginlik ve korku imgesidir. Aynı zamanda kaybetmekten korktukları mekânların, hizmetlerini de artık sınıflar yerine getirmektedir.
Bu açıdan kır kent çelişkisi ekolojik krizin odak noktalarındandır. Dünyayı tek tipleştiren ve parçalayan kapitalist pratikle hesaplaşmak, sonra da neyin nasıl ve kimin için üretildiği ve nasıl toplumsallaştığı meselesini ortaya koymak gerekir. Mesele atık-artık uygarlığıyla bir üretim tarzı ekseninde hesaplaşma meselesidir.
2. EKOLOJİK KRİZİN DÖNEMSELLİĞİ
Bugün içinden geçtiğimiz çağın sosyal, siyasal, ekonomik, sınıfsal görünümlerini açığa çıkartmak, ekolojik kriz çağını aşmanın da ipuçlarını verecektir. Bu nedenle kapitalizmin birikim krizlerini esas alacak şekilde bir açılım yaratmanın esas alınması suretiyle yaşadığımız çağın olanak ve sınırlılıklarını, politik müdahale biçimlerini ve tarzlarını hayata geçirmek açısından gereklidir.
Kapitalizmin dönemsel olarak yarattığı krizleri kendi tarihselliği açısından karakterize etmek gerekir. Bu açıdan kapitalizmin ilk ekolojik krizi, Birinci dünya savaşı ile 1929 Bunalımı evresinde tüm toplumsal, siyasal ve ekonomik sonuçlarını açığa çıkartmıştır. 1929 bunalımı ardından, İkinci dünya savaşıyla birlikte kapitalizmin yeniden düzenlenmesi süreci ikinci bir ekolojik kriz dalgasını tetikledi. İkinci Dünya Savaşında sermayenin yeniden birikimin olanakları tetiklendi. Milyonlarca insan öldü, binlerce kent yıkıldı. Ancak insanlık tarihi ilk kez kullanılan nükleer bombalar ve savaşın yarattığı toplumsal tahribat ile kendi yarattığı kapitalist uygarlığın sonuçlarıyla derin bir biçimde yüzleşmek zorunda kaldı. İkinci dünya savaşı, insanlık tarihi için bir dönüm noktasıydı.
Bu süreç bir yandan kapitalist büyümeye ve örgütlenmeye dayalı toplumsal yaşamın değerlerinin sorgulanmasına yol açarken öte yandan insanlığın yarattığı modern uygarlığın toptan reddine dayalı düşünsel ve siyasal sorgulamaları da güçlendiren ve bu sorgulamalara yeni bir politik açılım sunan süreçleri tetikliyordu. Akıl çağına, bilime ve bilim ahlakına yöneltilen sorgulamalar, yeni bir toplumsal yaşamın kurucu ilkelerinin neler olması gerektiği sorularını da yeniden açığa çıkartıyordu. Tüm bir toplumsal uygarlığı reddeden ve romantizmden beslenen akımlar “parçası olduğumuz” doğaya dönüşün ve onun “yasalarına” uygun yaşamanın, doğanın nükleer tehdide ve toplumsal körleşmeye karşı tek kurtuluş yolu olduğunu yeniden gündeme getiriyordu. Buna karşın toplumsal uygarlığı reddetmeden, modernitenin olanaklarını doğayla birlikte yaşamanın olanaklarına sevk edecek yol arayışları da vardı.
Modern yaşam, insanlığın kendi yeteneklerini geliştirmesi için olanaklarını toplumların karşısına yığarken, bu bilgilerin her seferinde toplumun dışında ve toplumu kuşatan bir tarzda sermaye sınıfının egemenliği ve elinde anlam ve değer kazanmasıyla; toplum, burjuva değerlerinin içinde, kendini tanımlayamaz, kendine anlam veremez bir dünyaya sürükleniyordu.
1970’li yıllarla birlikte üçüncü ekolojik kriz dalgasında, Kitlesel üretim, kitlesel tüketime dayalı refah toplumu kendi kriziyle yüzleşmek sorunda kalacaktı. Büyüme anlayışı, maddi yaşam araçlarının sınırsız sömürüsü fikrine dayalı olarak emeği ve doğayı köleleştirirken, bilim ve teknoloji dolayımıyla da yaşamın iki kurucu öğesi üzerinde ideolojik tahakkümünü perçinliyordu.
Bu kriz döneminin yeni toplumsal hareketleri, nükleer savaş tehdidine karşı barışı, doğaya egemenliğe karşı biyosferin geleceğini, sömürüye karşı eşitliği v.b savunan bir hat izliyordu. Bu hareketlere düşünsel yatak hazırlayan ve bugün de hala politik saflaşmaların izleğini yaratan akımlar ortaya çıkıyordu. Bu akımlardan bugün içinde geçer akçe sayılan derin ekolojist felsefe, doğa korumacı romantikler, alman faşizminin natüralist damarlarını harmanlayarak; Muhafazakârlığa, “doğaya dönüş söylemiyle” siyasal yapı taşı hazırlıyordu. Doğaya dönüş ise kutsal olanın sarsılmaz iktidarını perçinleyecek kurallar ve yaşama biçimleri manzumesiydi. Bu gelenek, uygarlığı, tarihsel bir kavram olan bilimi ve değerlerini tarih dışı bir perspektifle ve söylem düzeyinde alaşağı ederken, yerine koyduğu uygarlık tezi de, kapitalizmin getirdiği yaşama alışkanlıklarını ve kültürünü en uç noktasına götürüyordu: Yaşanan ekolojik krizin tüm sorumlusu insanlardı, Evet Sermaye sınıfı da ezilen sınıflar da insandı, savaşları bu insanların kötülük ruhları çıkartıyordu, kötülük ruhları sınırsız sandıkları doğayı sömürüyordu!!..O halde bu insanların ruhları terbiye edilmeli ve nüfusları kontrol edilmeliydi..Terbiye edilmesi gerekenlerse hep “düşük ahlaklı, eğitimsiz” emeğinden başka satacak hiçbir şeyi olmayanlardı. Artık olarak ilan edilen bu nüfus, kalkınmanın önündeki en büyük engel olarak görülüyordu. Yoksullar da tıpkı bedensel engelliler gibi bir tür politik öjeniye tabi tutuluyordu. Yoksul ülkelerin nüfuslarını denetim altına alma politikaları da bu dönemde hızlandı.
Bu hareketler ekolojik krizi tarihselleştirememiş ve romantik bir anlatıya dönüştürmüştür. Her şeyi her şeyle açıklayarak hiç bir şeyi izah edemeyenler, kendi grup ve sınıf çıkarlarını evrenselleştiriyor, bilimle mesafesini tanımlarken onun nasıl üretildiği üzerine değil toplumsal sonuçlarına odaklanıyordu. Böylece bireyi ve bilimi tanrısallaştıran, onu doğanın içinde eriten ve tüm egemen değerleri bu dolayımla sahiplenen sermayeyi çözümün bir parçası olarak meşrulaştırıyordu. Bugün Türkiye’de elinizi attığınız her taşın altından çıkan bu çevreci simyacıların ataları işte bunlardı. Hala bunlar sermayenin bahçesinde sivil toplumculuk yapıyor.
Oysa ki, toplumsal zenginliğin egemen sermaye sınıfının ve muhafazakar elitlerinin elinde toplanmasını ve iğdiş edilmesini, bu zenginliğin sermayenin askeri-mali-siyasi iktidarını sağlamlaştırmak için kullanılan bir araca dönüştürülmesini, doğanın ve emeğin sömürülmesini eleştiri eksenine alan tarihsel materyalist perspektif ekolojik krizi dönemselleştirecek birikimi yaşatıyor. Modernleşmeye eleştirel bir tutum olarak güncelliğini bugün için de koruyor.
Türkiye’de 80’li yıllarla birlikte sermaye birikim rejiminin niteliğinde köklü bir dönüşüm yaşanmaya başladı bilinmektedir. On iki eylül darbesi, 24 Ocak ekonomik kararları ile birlikte tüm toplumsal, ekonomik ve siyasal yaşam köklü bir dönüşüme uğratıldı. Dünyanın pek çok yerinde yaşanan darbe dalgasından Türkiye’de kendi payına düşeni aldı. Sermaye birikim sürecinde dönüşümü de işaret eden bu süreçte, bu dönüşüm iki temel üzerinde şekillendi. Bunlardan birincisi, toplumsal üretim ilişkilerinin liberalleştirilmesine yönelik yapısal reformlar, iktisadi, hukuksal ve toplumsal dönüşümlerdir. Bunlardan ikincisi ise, devlet-toplum ve toplum-birey ilişkilerinin, toplumsal örgütlülük biçimlerinin ve niteliğinin liberalleştirilmesine yönelik idari, mali, finansal, hukuki, teknik dönüşümlerdir.
En temelde ekonominin ve politikanın, üretimin ve yönetimin liberalleştirilmesini içeren bu süreç de, uluslararası dinamikler kadar içsel dinamikler de belirleyici oldu. İthal ikameci dönemde etkinlik alanı artan ve sosyal bir devlet anlayışı doğrultusunda hareket eden devletin liberalleştirilmesi, hem iktisadi ve sosyal alanda ki faaliyetlerinin piyasaya bırakılmasına hem de devletin yönetsel ve politik açıdan liberalleştirilmesine dayanıyordu. Bu liberalleştirme ekonomik liberalizmin ve yeni liberal düşüncenin tezleri doğrultusunda hayata geçiriliyordu. İktisadi ve sosyal alandaki liberalleştirme, ücretlerin düşürülmesi, özelleştirme, deregülasyon, sosyal devlet harcamalarının kısılması gibi bir dizi yapısal düzenlemeyi barındırıyordu. Dünyayı etkisi altına alan küresel kapitalizm ve liberal-muhafazakâr siyasal rejim, dünyanın enerji, hava, su, toprak, gıda varlıkları üzerinde şekillenen paylaşım savaşlarını da keskinleştirmekteydi. Bu varlıkları birer kaynağa ve mala dönüştürüp el koyarak kendi varlığını sürdüren sermaye açısından yeni birikim alanları yaratmak giderek zorlaşmaktaydı. 1982 Anayasası sonrasında Türkiye de, özelleştirme politikaları hız kazandı. Bu süreç 2000’li yıllara kadar devam etti. Bu şekilde, 1982 Anayasası, kamu varlıklarının özelleştirilmesinin hukuki alt yapısına olanak tanıdı. Ancak kamu varlıklarının özelleştirilmesine dayanan sermaye birikimi tarihsel sınırlarına dayandı. Yeni birikim alanları için mevcut siyasal yapıyı da içine alacak top yekûn değişimler, bölgeyi de içine alacak bir dönüşüme eşiklik ediyor.
Önümüzdeki yıllarda içinde bulunduğumuz coğrafyada sermayenin yeni birikim alanları genetik, biyolojik çeşitlilik, su, orman, toprak, gıda, enerji, hava, olduğu sermayenin yoğunlaştığı alanlardan da anlaşılmaktadır. Sermaye, bu alanlarda hukuki olarak tam bir serbestliğe kavuşma ihtiyacı duymaktadır. 2000’li yıllara kadar özelleştirmelerle, ülkeyi borçlandıranların borçları kapatılmaya çalışılmıştır. 2000’li yıllardan itibaren de doğa ve kültür varlıklarının satışı bu borç politikasını yönetmenin, sermaye birikiminin yeni politik müdahale alanıdır. Son yıllarda hızını arttıran kentsel dönüşüm mantığının arkasında da bu gerçek vardır. Bu gerçek aynı zamanda temel hakları budayan, sağcı ve liberal eğilimini dışa vurmuştur. Bu açıdan 1982 anayasasının mantıki sonuçlarına kavuşturulması gerekmektedir. Bu mantıki sonuç, 1980’li yıllarda Türkiye’nin devlet politikası olarak yöneldiği kapitalist ve liberal politikaların mantıksal sonuçlarıdır. Bu nedenle mevcut siyasal ve iktisadi rejimden bir kopuşu değil, sermaye birikimi açısından bir sürekliliği temsil edecek dönüşümler yaşanmaktadır.
Devletin, politik ve yönetsel açıdan liberalleştirilmesi ise hukuksal, idari, sosyal, mali, finansal ve teknik yapılandırılmasıyla sağlanıyordu. Devletin politika belirlemekte ve uygulamaktaki merkezi ağırlığının göreli olarak değişmeye başladığı bu süreçte, toplumsal yapılar da liberal politikalardan etkilenmektedir. Devletin sosyal politikalarda göreli etkinliğinin daralmasına karşın, piyasayı düzenleme görevinin sürmesi nedeniyle eskisinden daha bürokratik, hantal, daha otoriter bir zor aygıtı olarak yeniden tarih sahnesinde yerini alıyor. Bir yandan değersizleştirilerek, şirketlere devredilen kamu varlıkları, diğer yanda otoriter gücü perçinlenen ve büyüyen bir devletle karşı karşıya kalınıyor. Yeni liberal politikalar mali ve askeri bir zeminde büyümesini gerçekleştirebilmek için, ulus devletleri de askeri savaş stratejisinin parçası olarak örgütlüyor. Bu savaş tüm bir insanlığa ve doğaya karşı yürütülen bir savaş haline geliyor.
Dönüşüm bununla da sınırlı değil. Toplumsal mücadele dinamikleri farklılaşıyor, yönetişim yaklaşımı ekseninde mücadele örgütleri ehlileştiriliyor. Piyasa, ekonomik denge kurma rolünün yanı sıra aynı zamanda yönetim dengesini de kurma sorumluluğuyla donatılıyor. Devlet de olduğu gibi toplumsal örgütlenmelerde de piyasalaşma hız kazanıyor. Bu süreçte, toplumun örgütlü kesimlerinin kullandığı politik dil, siyasal hedefler, ekonomik ve sosyal beklentiler dönüşmeye başlamaktadır. Kısaca liberal dönüşüm sadece devleti değil aynı zamanda tüm bir toplumsal örgütlüğü dönüştürdü. Bu dönüşüm insanlık tarihi için tam çöküntü döneminin ortaya çıktığı, kimin hangi dille konuştuğunun anlaşılamadığı, politik dile pelesenk olmuş terminolojinin nasıl bir dünya görüşüne karşılık geldiğinin bulanıklaştığı bir dönemin kapısını açtı. Kapitalist dünyanın politik dili, tartışmasız ve kabul gören bir nesnellik düzeyine sıçratıldı. Özelleştirmeler, savaş, sömürü, piyasalaştırma sermayenin sürdürülebilirliği açısından zorunluluk haline getirilmiştir.
2.1.YENİ SÖMÜRGECİLİK: KALKINMA YALANLARI
Kapitalizmin 70’li yıllarla yaşattığı krizi, yeniden yapılanma politikalarıyla aşma çabası, doğa ve emek değerlerinin kendilerini yeniden üretmelerini de olumsuz etkiledi. Yeni liberal düşünce ekseninde kalkınmacı yaklaşım için, çevrenin “ortak mal” oluşu ve “kamusal niteliği” serbest piyasada tam rekabet koşullarının oluşmasının önündeki en büyük engeldi. Aynı zamanda bu engel, doğanın tahribatının da nedeni olarak görülüyordu.
Bu koşullarda çevrenin korunmasının ve kapitalistleşmenin birbirini dışlamadığı anlayışı, egemenliğini, uluslararası kuruluşlar aracılığıyla kurmaya hazırlanıyordu. Bu konuda uluslararası toplumun ortak bir tutum geliştirmesini, en azından sorunun asgari müşterekleri üzerinde bir eksen çizilmesini sağlamak üzere pek çok konferans yapıldı. Bu süreç aynı zamanda Sermaye birikim sürecinde ulus devletler üzerinde etkili olacak uluslararası kuruluşların da etkinliğinin perçinlendiği bir süreci olgunlaştırdı.
1970’li yıllarla başlayan bu uluslar arası konferanslar sonrasında kapitalistleşme sürecinin yatay ve dikey gelişimi, merkezileşmesi ve yaygınlaşması açısından önemli adımlar atılmıştır. Özellikle zengin ve yoksul ayrımı yapılmaksızın, katılımcı tüm ülkeler tarafından, küresel çevre sorunlarının boyutlarına dikkat çekilmiş, tehdidin tüm insanlığa yönelik olduğu kabul edilmiş ve sorumluluğun paylaşılmasında uzlaşma sağlanmıştır. Kapitalist birikim, yoksul halkların onayı alınarak “aklanmaya” çalışılmıştır. Kapitalist sermaye birikim süreci bir yandan doğayı top yekûn temellük ederken diğer yandan da emeği mülksüzleştirmenin iki yönlü kriziyle karşı karşıya kalmıştır. Savaş sanayine dayalı büyüme ve mali piyasaları güçlendirme arayışları hem doğanın yağmalanmasını hızlandırmaktadır. Dünyanın pek çok yerinde küçük meta üreticileri, köylüler, göçmenler, işçiler büyük bir yoksullaşma ve mülksüzleşme dalgası altında proleterleşirken, bu kitle maddi zenginliği bölüşüm yoluyla bile ulaşma olanaklarını yitirmiştir. Diğer yandan da maddi yaşam koşulları bozulan insanlar kitlesel bir iç ve dış göç yaşamışlardır. Maddi olarak bu doğa varlıklarına bağımlı olan kapitalist üretim diğer yandan da arz yönlü bir krizle karşı karşıya kalmıştır. İklim değişikli, kuraklık, susuzluk, genetiği değiştirilmiş organizmalarla, kimyasal atıklarla kullanılamaz hale gelen topraklar, su varlıklarının barajlar, termik santrallerle yok olmaya yüz tutması sonucunda milyonlarca insanı yersiz yurtsuz bırakmıştır. Kent ve kır da yaşanan hızlı mülksüzleşme, proleterleşme ve doğanın yağması süreci aynı zamanda sermayenin bu sorun alanına yeni müdahale tarzları geliştirmesini de zorunlu hale getirmiştir.
Kamusal alanın tasfiyesine yol açan yeni sömürgecilik döneminin ekolojik krizi artık insanlığı bir uygarlık krizi ile karşı karşıya bırakmıştır. Geniş toplumsal kesimleri yersiz yurtsuz ve güvencesiz bırakan bu liberal dalga, kentlerin çeperlerine yığılan bu geniş kesimi, güvenlik önlemleri ışığında istiflemekle birlikte bu yığınları piyasaya yeniden kazanmanın yollarını da aramıştır. Ancak otoriter ve askeri stratejilerle genişleyen sermayenin bu birikim rejimi her türlü demokratik mekanizmayı ve katılımcılığı da ilga ettiğinden kendi modern kamusunu da yok etmenin sıkıntısını yaşamaktadır. Katılımcılık ancak piyasa mekanizmalarına katılım olarak örgütlendiğinden, hizmetleri yerellere devreden küresel sermaye, geniş halk kesimlerinin barınma, ulaşım, su, ısınma, eğitim, sağlık gibi hizmetlerine ulaşabilirliğini olanaksız hale getirmiştir.
Doğayı yeniden kullanma ve yoksul halk kesimlerinden piyasaya kazanılabilecek olanlarına yönelik temel stratejiler, sürdürülebilir kalkınma anlayışı ekseninde, başta “ortak geleceğimiz” raporu olma üzere pek çok uluslar arası belge de dillendirilmiştir. “Ortak Geleceğimiz” adlı raporda sürdürülebilir kalkınma “bugünün ihtiyaçlarını, gelecek kuşakların da kendi ihtiyaçlarını karşılayabilme olanağından ödün vermeksizin karşılamak” biçiminde tanımlanıyordu.
Yeni dönem sermaye birikim rejiminin, sürdürülebilir kalkınmacılığın temel argümanları arasında da yer alan temel ihtiyaçlar yaklaşımı, klasik liberal iktisadın “kıt kaynaklara karşı sınırsız ihtiyaçlar” anlayışından türetiliyordu. İnsanların sınırsız ihtiyaçları olduğu, buna karşı kaynakların sınırlı olduğu varsayımına dayanan sürdürülebilir kalkınma yaklaşımı, geçim araçları ve gelecekleri hakkında karar verme yetileri ellerinden alınmış insanlara; her defasında talep edilecek yeni ürünler sunarak onları malların birer tüketicisi pozisyonuna sokuyordu. Bir yandan tüm bir maddi zenginliği savaşlarda pervasızca harcayan bir uygarlık diğer yanda sürekli kıt kaynaklar ekonomisi ile toplumu denetleme mekanizmaları hayata geçirildi.
Bu da aynı zamanda insanlarda yoksulluk algısının üretilmesine ve pekiştirilmesine hizmet etti. Tarlasında kimyasal ürün kullanmadan tarım yapan bir çiftçi kimyasal ürün kullanan bir çiftçiden ya da sadece geçim amacıyla üreten bir orman köylüsü, artı değer elde etmek için üreten kişiden daha yoksul olarak tanımlanmaya başlandı.. Daha az ve etkin enerji tüketen, işine yürüyerek gidip gelen insanların yaşadığı bir toplum da, otomobile dayalı bir toplumsal yaşamdan daha yoksul olarak görülmeye başlandı. Yaşamın niteliği gözetilmeden yoksulluk, mallara niceliksel olarak sahip olabilme biçimine dönüştürüldü. Farklı üretim tarzlarında, kültürel düzeylerde ya da toplumsal yaşam biçimlerindeki insanlar, piyasadaki ortalama bir “soyut ihtiyaçlar sahibi bireye” göre konumlandırıldı. Bu bireyin ihtiyaçlar sepetine nelerin konulacağına karar verense, her zaman temel ihtiyaçları belirleme gerekliliğini hisseden piyasa düzenleyicileri oldu.
İnsanın kendini yaşam çevresi ile birlikte yeniden üretebilmesi, mekân ile zamanın yarılmasının aşılması, ev ile iş arasındaki çelişkinin giderilmesi, ihtiyaçlar toplumu için ciddi bir tehdit olarak algılandı. Çünkü böyle bir dünyanın potansiyel olarak belirmesi bile ihtiyaçlar ideolojisinin varlık temellerini sarsacaktı. Bu ihtiyaçlar kümesinin belli bir yaşam biçiminin ve kültürünün ürünü olduğu bilgisinin görünür hale gelmesine neden olacaktı. Bu nedenle sürdürülebilirlik ideolojisi her defasında kendini toplumsal eşitsizlikler ve adaletsizlikler üzerinden inşa etti. Bu eşitsizliklerin olmadığı yerde sürdürülebilirliği de ihtiyaç olmayacaktı. Bu nedenle içinden geçtiğimiz son yirmi yıl belki de insanlık tarihinin gördüğü en büyük yıkımlara, savaşlara ve kültür, doğa yağmasına neden olmuştur.
Yeni sömürgecilik olarak beliren sürdürülebilir kalkınmacılık yaklaşımı bu nedenle, kişilerin geçim araçlarından koparılması ile doğanın ve emeğin sermaye tarafından temellük edilmesinin sonuçlarını (yoksullaşma, göç, doğanın tahribatı..), ekolojik krizin ve her türden krizin nedenine dönüştürür ve bu durumu yoksulluk olarak tanımlar. Toplumların giyecek, yiyecek, barınak ve iş bulamamasının altında yatan mülksüzleştirme, doğasızlaştırma, proleterleştirme rejiminin de görünmez kılınmasına neden olur. Bu durumda da yoksulluk üretimin tarzından ve toplumsal karakterinden bağımsız olarak kişilerin bireysel alanlarına dâhil birer olguya büründürülür. Geçim araçlarından yoksun olanlar içinse “geçim araçlarına sahiplik” koşullarının yaratılmasını gerektiren tam bir eşitlik anlayışı yerine kişilere “temel ihtiyaçlarını” karşılamak için “fırsat eşitliği” tanınmaktadır. Fırsat eşitliği yaklaşımı da tam rekabet edebilen bir toplumsal yaşam gerektirir. Ancak yeni sömürgecilik diğer yandan tüm kamu ve doğa varlıklarını tekelleştiren ve şirketlerin mülkiyetine sunan yapısıyla fırsat eşitliğine bile olanak tanımaz. Böylelikle bireysel rekabetçilik ile toplumsal tekelciliğin saldırganlığı arasına sıkışan büyük kitleler “toplumsallıktan yalıtılmış” birey-meta tarih olarak sahnesine çağrılır. Yoksulluklarından başka kaybedecek hiçbir şeyi olmayanlar aynı zamanda kapitalizmin yeni mezar kazıcıları olacaktır.
Böylece içinden geçtiğimiz ekolojik kriz çağında tüm şeyleri birer temel ihtiyaca dönüştürmek mümkün hale gelmektedir. Pratik açıdan bunun anlamı, hem sanayileşmiş hem de gelişmekte olan ülkelerde daha hızlı bir ekonomik serbestleştirme, kuralsızlaştırma, özelleştirme, mali piyasalara tam bir tekelleşme, daha yoğun kriz, daha çok kirli teknoloji, daha hızlı bir biçimde doğanın hammadde haline gelmesi, atık ve artık transferi ve hem imtiyazlı hem de ticari olarak çok daha büyük bir sermaye akımı demektir.
Toplum hiç ulaşamayacağı Kaf dağının arkasındaki inciyi bulması için daha çok çalışmalı ve bu artık değer asgari ihtiyaçların karşılanmasına da olanak sağlamalıdır. Bir avuç toprak, bir soluk nefes, bir bardak su artık piyasa malıdır. Bu mala ulaşmak içinde önce büyümek- ki yok etmek de denilebilir- sonra da bu malları satın almak gerekir. İşte yeni refah toplumu sonrası kalkınmacılığı budur.
Sömürüyü sürdürülebilir kılmak için bir diğer açılım da tekno merkezci bir politikanın hayata geçirilmesi zorunluluğudur. Yüksek teknolojiye dayanan, esnek üretim sistemleri bir yandan emeği değersizleştirirken diğer yandan da çevre ve büyüme dengesini sağlamak için teknoloji başat bir role kavuşturulur. Sürdürülebilir kalkınmanın teknolojik indirgemeciliğini ve belirlenimciliği, sermaye birikiminin emeğin ve doğanın yoğun sömürürsüne dayalı artı değere el koyma mekanizmaları, endüstri toplumun yeni sömürgecilik politikalarında da hız kazanmıştır. Bir yandan maliyetleri kısmak için teknolojiye yönelmek diğer yandan da sermaye birikimi için emeğe bağımlı olmak kapitalizme içkin bir çelişkidir. Kapitalizm açısından bu çelişki, aşılamaz bir içsel çelişkidir. Bu açıdan üretimin teknoloji merkezli gelişimi, hem istihdamı daraltırken aynı zamanda sermaye birikiminin de göreli olarak azalmasına neden olmaktadır.
Güvenlik devleti yaklaşımları ise diğer yandan savaş teknolojileri maliyetlerini arttırmakta, çevreciliği kendinden menkul teknolojilere ayrılan pay ise daralmaktadır. Çalışan nüfusun işsiz kalma korkusu altında sürekli sömürülmesi ve ücretlerin aşağıda tutulması da bu kapitalist teknik sayesinde daha olanaklı hale gelmektedir. Diğer yandan da çalış(a)mayan nüfusun bir toplumsal “artık” olarak gerektiğinde hem “gelişmenin” önünde bir tehdit olarak sunulmasına hem de bu nüfusun çalışan nüfusu-işlerinden edebilecek potansiyel olarak- baskı altında tutan bir araç halinde kullanılma mekanizmaları tüm dünya genelinde etkin olmaya başlamıştır. Kalkınmacılığın bir fetiş haline gelerek tüm ülkeleri ele geçirmesi, pazarların tekellerin kontrolüne girmesi, borçlandırma politikaları, doğa ve kamu varlıklarının üzerindeki baskılanma, tüm hizmetlerin piyasalaştırılması, su, gıda, tarım, enerji alanlarının da bir bir bu ileri teknoloji himayesinde sermayenin kontrolüne girmesini hızlandırmaktadır. Sonuç ise ortadadır: Ne kadar çok yoksulluk o kadar çok kâr demektir.
Sürdürülebilir kalkınmaya dayalı yeni sömürgecilik döneminin ekolojik krizi, bütün yönleriyle yaşamı ortadan kaldıracak bir tehdide ulaştığı gibi, doğanın ve emeğin niteliksel ve niceliksel olarak temellüküyle milyonlarca insanı kısa bir sürede proleterleştirmiştir. Doğanın ve emeğin kendini yeniden üretme zeminleri daralmış, toplumsal olarak hayatta kalma mücadelesi daha keskinleşmiştir. Sömürü toplumsal bedenin sınırlarına kadar genişlemiş, tüm bir yaşamı işçileştiren, milyonlarca insanı yoksullaştıran, işsiz bırakan ve havasız, susuz ve topraksız bir üretim sürecine girilmiştir. Bu nedenle yeni dönemin toplumsal özneleri de bu mülksüzleştirme ve yağmalama zeminlerinde ortaya çıkmaktadır.
2.2. SİVİL TOPLUMLA KALKINMA
Sürdürülebilir kalkınma anlayışının hükümet, şirket ve sivil toplum ortaklığına dayalı politikaları etkinliğini arttırırken, sermaye birikim sürecinin yarattığı yoksulluk ve doğa tahribatına bulunan çözümler noktasında kapitalizm içi politikalar ağırlık kazanıyordu. Dünya Bankası’nın 1989 yılında ‘yönetişim krizi’ olarak kavramsallaştırdığı hat uygulamaya konuluyordu. Bu anlamda yönetişim anlayışının katılım sürecinde, kalkınmanın sağlanmasında etkin olması beklenen tarafları kesen ortak bir politik hat olduğu ön kabulünden hareket edilmekteydi.
Bu hattın hayata geçirilmesi sürecinde ise, toplumsal örgütlenmeler, gönüllü ve profesyonel çalışanlar üzerine kurulu bir çalışma anlayışına sahip olmaya başladı. Kamu idarelerinin çoğunda olduğu gibi profesyonelleşme, sivil toplum kuruluşlarında da genel olarak STK ve profesyoneller arasında kurulan ücretli iş ilişkisi temelinde gelişiyordu. Böylelikle toplumsal örgütlenmelerde da daha iyi bir kontrol mekanizmasının doğacağına inanılıyordu. Özellikle geniş coğrafyalar ve büyük nüfus kitlelerini ilgilendiren toplumsal projeleri küresel politik aktörlerle kotaran bu sivil toplum kuruluşlarını yönetsel açıdan denetlemenin başka bir yolu yoktu. Bununla birlikte bu durum STK’leri istihdam sağlayıcı kuruluşlar olmaya zorluyordu.
Bu sivil toplum eksenli örgütlenmenin politik ekseni, hareket noktası kabul edilen kalkınma ve yönetişim söylemince çizilirken bu hattın uygulamaya geçirilmesi ve örgütün yapılandırılması da proje temelli etkinliklerle mümkün oluyordu.
Türkiye’de STK’lerin esnek yönetim ilişkilerinin karakteristiğine uygun olarak birbirine zayıf bağlarla bağlı birimlerden oluşan yatay bir örgütlenme perspektifine sahip olmaları gerektiği kuramsallaştırılmasına karşın; STK’lerin ekonomik düzeyle ilişkilenme zorunlulukları ve örgütün profesyonellerin etkinliğinde biçimlenmesi oldukça güçlü bir merkezi ve hiyerarşik işleyişin korunması zorunluluğunu perçinledi. Bu durum zorunlu olarak, dar bir çekirdek kadro –yöneticiler, profesyoneller ve uzmanlar- dışında gönüllülerin örgütsel işleyiş ve karar alma süreçlerindeki etkililiğini de zayıflattı.
Bununla birlikte de örgüt içi demokrasi ve örgütsel sorumluluk, yönetim kuruluna veya bir üst yönetime sorumluluk şeklinde somutlaşmaktı. Kamuya karşı sorumluluk ise, örgütsel amacın en verimli ve etkin bir biçimde yerine getirilmesi şekline dönüşecektü. Verimlilik, etkinlik, araç olmak yerine git gide amaç niteliğine bürünecek ve demokratik yönetimin tanımlayıcı öğeleri olarak gündeme getirilmeye başlandı.
Son tahlilde, gerek uygulamada, gerekse sınırlı da olsa teoride piyasa ekonomisinin kaynak kullanmadaki verimliliği ve etkinliğinin toplumsal örgütlenmelerde ön plana çıkmaya başladığı görülmektedir. Bununla birlikte aynı zamanda STK’lerin şirket modeli doğrultusunda örgütlenmesi, bu örgütlerin Taylorist bir yönetime doğru yöneldiklerini açığa çıkarmaktadır.
Sürdürülebilir kalkınmayı gerçekleştirmek için kullanılan yoksulluk, çevre, kadın, iş, sosyal güvenlik gibi fonlarda, STK’lerin deneyiminin göz önünde bulundurması ve fona bağlı faaliyet alanlarındaki teknik bilgi yoğunluğu, fonlardan yararlanmak için gerekli projelerin hazırlanması, projelerin yürütülmesi sürecindeki bilginin özelleşmiş olması toplumsal örgütlerde uzmanlara duyulan ihtiyacın artmasına neden olmaktadır. Uzmanlaşmanın belli konularda derinlemesine bilgi sahibi olmak gibi avantajlar sağlamasına karşın, politik örgütlenme bütünlüğü içinde, örgütün uzmanların güdümüne girmesi ve taban inisiyatifinden kopması yol açmaya başladı.
Toplumsal tabandan koparak, politik düşüncelerini pazarlamaya yönelen bu örgütlenmeler önümüzdeki dönemde tüm sendikaları, meslek odaları, demokratik kitle örgütlerini kapsayarak genişliyor. Proje merkezli ve sorun odaklı toplumsal müdahale biçimlerinin varacağı en son nokta mali kaynak sağlamak için, bir fikrin pazarlanmasıyla somutlaşmaktadır. Politik fikrin pazarlanılabilir bir mala dönüşmesiyle birlikte, toplusal örgütlenmede hızlı bir çözülmeye yol açmaktadır. Geleneksel sendikalar, meslek odaları, kitle örgütlerinden bir kaçış ortaya çıktığı gibi aynı zamanda yeni ortaya çıkan örgütlenmelerde toplumsal bir tabanla buluşmakta sıkıntılar çekmektedir.
Ancak sayıları her gün hızla artan bu örgütler fon kaynaklarına ulaşmada ciddi bir rekabeti tetiklemektedirler. Aynı zamanda toplumsal rekabet bu kuruluşların dışındaki örgütlenmelere de yansımıştır. Bu rekabet ortamında kamuoyunda adını daha iyi duyurabilen örgütün ön plana çıkacağı gözetildiğinde, örgütsel rekabet hızla artmaktadır. Kapitalizm bir kez daha kendi suretinden bir dünya yaratmaktadır. Kendi örgütünü ayakta tutmak için kamuoyunda duyulma zorunluluğu, örgütlere, sorunlar karşısında iş birliğinden ve dayanışmadan çok rekabet ilkelerine göre hareket etmeyi dayatmaktadır. Bununla birlikte toplumun vicdanı olarak toplumsal sorunlara müdahale etmesi beklenen bu örgütler bir süre sonra birer yardım kuruluşuna dönüşmeye, yanı sıra toplumsal sistemin dışında alternatifler geliştirme ufuklarını da yitirmeye başlayacaktır. Bununla birlikte ekolojik krizin sonuçlarının aynı zamanda örgütleri maddi olarak ayakta tutan bir işleve de sahip olmaya başladığında bu örgütler kendi nesnesini yaratmış ve metalaştırmış olacaktır. Ekolojik krizden geçimlerini elde eden, bu sorunlar üzerinden sosyal ve siyasal bir statü elden bir seçkinler grubu ortaya çıkmaya başlıyor. Bunlarla birlikte de ekolojik krize kökten çözümler geliştirme yerine, sorunu sürekli dolaşıma sokma yaklaşımı ön plana çıkacaktır.
Kendilerine sivil toplum örgütü desinler ya da demesinler, sivil toplum merkezli faaliyet örgütleri zorunlu olarak, para ve meta ilişkisi içine çekmektedir. Siyasetin bir tür ticarete, bir profesyonel faaliyete dönüşmesinin, son tahlilde, piyasa mekanizmasının toplumsal sonuçlarının eleştirisinin piyasa toplumunun güçlenmesine yol açması gibi çelişkili bir sonucu var. Bu çelişkinin bir nebze olsun aşılması, dayanışma girişimlerinin önem ve yararının külliyen reddedilmesini, bu alanın geleneksel devlet yapılarına terk edilmesini gerektirmiyor elbette. Dayanışma idealinin metalaşmasına direnerek, piyasa toplumunun bu alanı da egemenliği altına almasına karşı çıkarak, dayanışmayı alternatif bir toplum yapısının kurucu ilkesi olarak tasarlamak da mümkün. Bu noktada da ekolojistlerin iddiası, hem politikanın hem de örgütlenmenin bir özyönetim deneyimi olarak geliştirilmesine yönelik çabaları esas kurucu kamusallık yönelimi olarak açığa çıkarması yönündedir.
Çevrenin nesneleşmesini de içine alacak şekilde genişleyen sivil toplum ekseni, pazar ekonomisine dayalı sürdürülebilir kalkınma yaklaşımıyla ekonomi ve çevre arasındaki ilişkinin yeniden üretilebileceği düşüncesi çevreci düşünce geleneği içinde egemenliğini ilan etmiştir. Ancak bu erken zafer ve eksen sermaye birikim rejimine dayalı kapitalist büyüme anlayışının sorgulanmasına olanak tanımadığı ölçüde kendi toplumsal örgütlülüğünün de yok oluşuna zemin hazırlamaktadır. Buna tehlikeye karşı geliştirilen yönetişim yaklaşımı ve katılım mekanizmaları ise gerçek anlamda sorunlara çözüm bulmaktan çok sorunları geleceğe ötelemektedir. Egemen kalkınma ve yönetim anlayışı piyasa mekanizmalarıyla yaşamı kuşatmaya devam ettiği gibi aynı zamanda çevreci örgütlenmenin de yeni bir biçimini doğurmaktadır. Bu örgütlenme anlayışı çevre sorunlarını çözmekte yeterli olmamaktadır. Pazar mekanizmasına dayanmayan bir çevreciliğin geliştirilmesi için de bugün politik öncüller haline gelmiş olan sivil toplum ekseninin, sürdürülebilir kalkınma ve yönetişim anlayışının sorgulanması ve bu doğrultuda gelişen çevreciliğin kendini sorgulaması gerekmektedir.
Eninde sonunda yabancılaştırma-yoksullaştırma ve yoksunlaştırma sürecinde mücadele bir takım maddi pratikler içinde açığa çıkar. Bu maddi pratiklerin siyasal, toplumsal ve ekonomik görünümleri olabilir. Önemli olan bu görünümleri açığa çıkartmak ve bu alanlarda mücadele etmektir. Verilecek mücadelenin kapitalizm karşıtı bir mücadele olduğunu kabul ettiğimiz anda bu mücadelenin açığa çıktığı bir takım maddi pratiklerin özgüllüklerini de ortaya koymak gerekir. Yoksa tek başına kapitalizm karşıtlığını anlamanın olanağı kalmayacaktır.
İçinden geçtiğimiz çağda, toplumsalın dışında görülebilecek dolayısıyla politika dışı sayabileceğimiz herhangi bir alan yoktur. Ancak politika her şeyden önce kurucu bir nitelik taşıdığına göre yapılan her etkinliğin politika olduğu anlamına gelmez. Politika, eninde sonunda, şu ya da bu, bir yaşam biçimini açığa çıkartmak için verilen mücadeledir.
Kapitalizme karşı insanın toplumsal bedeni olan emek, tüm olanak ve sınırlılıklarıyla bu mücadelenin var olma alanıdır. Bu mücadele alanında emeğin yeniden kuruluşu süreci kendini farklı veçheleriyle açığa çıkartabilir. Bu hareketler, kimi zaman bir kadın hareketi kimi zaman bir ekoloji hareketi kimi zaman kentli-köylü yoksullar hareketi kimi zaman da işçi hareketi olarak nitelenir ya da nitelendirilir. Ancak bir tür toplumsal hareketçilikle malul bu kategorik ayrımın birbirlerinden hangi noktalardan ayrıldığını açımlamak pek mümkün olmaz. Emeğin özgürleşme mücadelesi, bir kez fabrika ideolojisi olarak mahkûm edildikten sonra onun dışında kalan tüm pratikler de yeni toplumsal hareketler olarak adlandırılabilir. Ancak bu ucuz ve basit sınıflandırma aslında emek mücadelesini fabrikaya sıkıştırmaya çalışanların ya da tüm bir yaşamın fabrika haline geldiğini görmek istemeyenlerin başvurduğu egemen bir eğretilemedir. Bu nedenle kapitalizme karşı emeğin mücadelesi, kapitalizmin kol gezdiği tüm kriz alanlarının biricik politik hattını imler.
Ekoloji mücadelesi de bu anlamda emeğin toplumsal özgürlük mücadelesinin görünüm alanlarından biridir. Bu mücadele alanının bir bileşeni ve cephesidir. Bu mücadelenin niteliği ve açığa çıkma biçimi ise asıl üzerine odaklanılması ve düşünülmesi gereken noktadır. Ekoloji mücadelesi de, emeğin toplumsal özgürlük mücadelesi zemininde yeni bir yaşam mücadelesi verebildiği ölçüde kapitalizm karşıtı politik bir karakter kazanır. Her emek mücadelesi kendinde devrimci ve ilerici bir karakter taşımaz. Eğer her emek mücadelesi devrimci bir karakter taşısaydı emeğin görünümlerinden olan sermaye için de devrimci demek gerekirdi. Sermayenin özgürlük mücadelesi ve devrimciliği ise toplumsal bir yıkıcılıktan başka bir şey değildir. Bu nedenle barbarlık sistemi kendini yıkıcılıkla ve varlık koşullarını iğdiş ederek dışa vururken emeğin toplumsal özgürlük mücadelesinin bileşenlerinin mücadele hattı, sömürüsüz, tahakkümsüz, sınıfsız, toplumsal adalete dayalı, özgürlükçü bir toplum projesi olmalıdır.
Kent ve kır arasındaki yarılmanın derinleştiği, Ortadoğu’daki sermaye hareketinin, gayrimenkulleri menkul değerlere çevirme sürecine yöneldiği bu dönemeçte, Maraş-Pazarcık’ta çimento fabrikasına, hidroelektrik santrallere, kentsel dönüşüme, Bursa’da, Antalya’da taş ocaklarına karşı direnenlerin mücadelesini daha nesnel bir zeminde kavramak mümkün hale gelebiliyor. Sermaye birikiminin özelleştirmeler, kamu kaynaklarının yağması yoluyla perçinlendiği yirmi yıllık bir süreçten; birikimin kır ve kent toprağının, havanın, enerjinin, ve suyun bu anlamda yaşamın tüm maddi güçlerinin yağmalanmasına kaydığı bir sürecin en keskin günlerini yaşıyoruz. Bu siyasal saldırganlığın arka planında da işte bu hesaplaşma yatmaktadır. Bu kaynakların hangi çıkar çevresi tarafından yağmalanacağı üzerine yapılan pazarlıklar. Bu anlamda, Maraş’a yapılan Ortadoğu’nun en büyük çimento fabrikası bir yandan yıkılan Irak’ın yeniden inşaasına hammadde sağlarken diğer yandan da ucuz emek gücünün istihdamı yoluyla kar maksimizasyonunun yukarılara çekilmesi anlamına geliyor. Bu açıdan da Çimento fabrikasına karşı direniş hareketleri hem ucuz iş gücü kullanımına, hem Irak’ın sömürgeleştirilmesine hem de köylülerin topraklarının kirlenmesine karşı bir mücadele karakteri taşıyor.
Bu mücadeleler aynı zamanda toplumsal bir demokrasinin de kurucu bir nitelik taşıdığını göstermesi açısından son derece önemlidir. Birlikte karar alan ve aldıkları kararları uygulayan bir siyasal gücün açığa çıkması, demokrasiyi müşteri piyasasına katılıma indirgeyen liberal demokrasiye de bir cephe olarak görülebilir. Bu örgütlenmeler parlamenter sistemin tüm sınırlılıklarına karşın kendi milletvekili adaylarını da çıkartarak, “yaşamımızı yönetebiliriz” diyorlar. İşte bu uğrakta ekoloji mücadelesi alternatif bir yaşam mücadelesi olarak değil “kurucu bir toplum yaşamı” ufkuyla emeğin özgürleşme tahayyülünü zenginleştiriyor. İşle evin arasında yarılmayı, kırla kent arasındaki parçalanmayı, yöneten ve yönetilen arasındaki çelişkiyi, üretim ve yönetim arasında ki bölünmeyi tüm bu maddi pratiklerde deneyimliyor. Bitkileri tek tipleştiren, toplumu tek tipleştiren, halkları tek tipleştiren kapitalizm karşısında ekoloji mücadelesi, toplumsal demokrasi, barış, toplumsal adalet, eşitlik, özgürlük, kardeşlik, sömürüsüz ve sınıfsız bir dünya özlemiyle zor bir dönemece giriyor. Bu dönemeçte emek hattının başarılı olmasının tek yolu: bu birleşik mücadele eksenini hem bir maddi pratiğe hem bir programatik eksene hem de kurucu bir toplumsal demokrasiye ve yaşama dönüştürme mücadelesinden geçmektedir.
SONUÇ
Son 30 yılda kentlerde yaşanan dönüşüm, yeni liberal-muhafazakâr politikaların, yerelleşme, serbestleştirme ve özelleştirme dinamikleri doğrultusunda ve bu dinamikleri geliştirecek bir biçimde olgunlaşmaktadır. Bu doğrultuda, kentsel “Kamu Hizmetlerin” piyasalaşması ve özelleştirilmesi Türkiye’nin liberalleşme sürecinin 80’li yıllarla birlikte deneyimlemeye başladığı bir süreç olarak görülebilir. Kentsel hizmetler özelleştirmeler yoluyla meta değeri kazanırken diğer yandan kent mekânı da –kent mekânı olmaktan kaynaklı niteliğiyle- kapitalistleştirilerek bir meta değerine kavuşmaya başlamıştır. Kentsel toprak giderek daralırken, yap sat dönemi kentsel büyüme doğal sınırlarına ulaşmıştır. Bu süreç bir bütün olarak kent toprağının ve mekânının yeniden örgütlenmesini zorunlu kılmıştır. Kentsel mekânın ve toprağın kapitalist yeniden üretim süreci, yasal, ekonomik ve toplumsal dönüşümleri de beraberinde getirmiştir. Kentin bir kapital olarak yeniden üretilmesi “zorunluluğu”, doğal sınırlarına ulaşmış ve giderek kapitalizmin mekânsal gelişiminin önünde bir engel olmaya başlamış kentsel mekânın yeniden örgütlenmesini, sosyal ve ekonomik hakların yeniden tanımlanmasını ve planlamanın yasal boyutunda yenilikleri gündeme getirmiştir.
Yasal ve yasa dışı süreçleriyle kentsel mekânda sermaye birikiminin yoğunlaşmasıyla birlikte bu birikimin coğrafi sınırları aşarak toplumsallaşması süreci de pek çok yeni sorunu beraberinde getirmiştir. Özellikle toplumsal mülkiyet konusu olan toprak rantının, planlama süreçleri gibi araçlarla, özel sektöre devredilmesi kentlerin sosyal, siyasal ve ekonomik olarak parçalanmasını derinleştirmiştir. Kent merkezlerinden giderek çeperlere savrulan ve kent olanaklarından yararlanma olanağını yitiren sınıfları içinde barındıran yeni bir kültürel ve siyasal iklim doğmuştur. Kentlerin çeperlerinde büyük yapı kütlelerinin oluşmasına araç olmuştur. Böylelikle hem ulaşım, altyapı ve kentsel maliyetler artmış, hem de büyük kentlerin makroform gelişmesinin üst ölçekli planlarla yönlendirilebilirliği azalmıştır.
Kentlerde olgunlaşan yeni liberal politikalar bir yandan, modern ve homojen “kentdaşlık bilinci” etrafında biçimlendirilmeye çalışılan sermaye birikim rejiminde bir dönüşüme işaret etmekle birlikte, sermaye, gelişimini merkezden çeperlere doğru kaydırma zorunluluğu altında, bu mekânları da dönüştürmeyi ufkuna koymuştur. Kent çeperlerinde biriken artık nüfusu asimilasyona ve dışlamaya dayanan politikalar yeni milliyetçiliklerin hortlamasına zemin hazırlamaktadır.
Burjuvazi, bir yandan kamu mallarının, hizmetlerinin ve işletmelerinin özelleştirilmesi süreci üzerinden büyürken diğer yandan da şu ya da bu nedenle tüketim nesnesi haline gelen, kent yaşamını, kültürünü, toprağını farklı veçheleriyle pazarlamanın olanaklarına sahip olmaya başlamıştır. Yapı üretim sürecinin serbestleştirilmesinde mevcut planlama anlayışının sınırlılıklarının aşılmaya başlanması, mekânın, özellikle de çeperdeki kentsel rantın piyasa mekanizmasına dâhil edilmeye başlanması, taşınmaz rantının menkulleştirilmesi süreci, imar ve mülkiyet haklarının sermayenin elinde toplulaşması, sermayenin kentlerde büyük toprak parçaları üzerinde hareket etmesine olanak sağlamıştır. Böylece Türkiye kentlerinde 90’lı yıllarla birlikte sermaye, yeni bir birikim evresinin (yık-yap) örgütlemesinin olanaklarını yaratmıştır.
Bu süreç bir yandan kentsel rantın, kamu otoritesi eliyle sermaye tarafından temellükü sürecini hızlandırmıştır. Özellikle TOKİ tarafından yürütülen projeler bir kez daha göstermektedir ki yeni liberal dönemde devlet, küçülmemiş aksine daha bürokratik ve piyasacı bir görünüm altında genişlemiştir. Tek tip yapı üretim süreci, konut stoğu ihtiyacını karşılamaya yönelik değil, gayrimenkullerin mali piyasalara kazandırılması yaklaşımıyla geliştirilmektedir. Kent toprağını sadece bir arsa olarak gören, tek tip yapı üretme pratikleri kentleri birbirine benzeten sonuçları da doğurmaktadır. Kentleri kendi özgün kimliklerinden mahrum bırakan bu anlayış aynı zamanda kamu arazilerinin, ormanların, tarım alanlarının da imara açılmasını hızlandırmaktadır.
Başta kentlerin kır üzerindeki baskısını kaldıracak bir yapılanmaya ihtiyaç vardır. Bu ihtiyacı karşılamak için öncelikli olarak, tarımsal yapıların geliştirilmesi gerekmektedir. Diğer yandan tüketime endeksli kent yaşamından köklü bir kopuş zorunluluk haline gelmiştir. Kenti besleyecek tarımsal alanlar, su kaynakları giderek azalmaktadır. Kentin havasını yenileyen vadiler yapılaşmaya açılmakta bu nedenle de kentin havası bozulmaktadır. Kentlerin çeperlerinde gelişecek tarımsal alanlarda kentin gıda ihtiyacını ve toplumun gıda egemenliğini karşılayacak tarımsal üretim sistemleri geliştirilmelidir. Bunun için Orman ve tarım çiftliği bir model olarak geliştirilmelidir. Su havzaları, vadiler, kent toprağı ekolojik demokratik bir planlama anlayışı ile iyileştirilmelidir. Bu alanlardan kentte yaşayan insanların eşit ve adil bir biçimde kullanma hakkı sağlanmalıdır. Kentlerin kendini yenileyebilen doğal çevreye kavuşturulması gerekmektedir. Başta metropol kentleri olmak üzere tüm kentlerde, kır ve kent yaşamının uyumlu birlikteliğini sağlayacak bir toplumcu planlama anlayışıyla gelişmesi zorunluluk haline gelmiştir
Kentsel sorunlarımızın çözümü için özyönetime dayalı, demokratik bir kamusallık acil ihtiyacımızdır. Bu nedenle yönetim süreçlerine halkın doğrudan veya dolaylı katılımı önem kazanmaktadır. Bunun için de kentsel hizmetlerden yaralanamayanların sosyal ve ekonomik durumlarının iyileştirilmesi gerekmektedir. Yerel yönetimlerde karar alma süreçlerine katılmak bir ayrıcalık olamaz.
Belediyelerin planlama alanında kurumsal eksiklikleri ve verilen yetkiyi kullanmakta yeterli donanıma sahip olmamaları, parçalanmış kentsel yaşamda, dönüşümün paydaşı olarak görülen özel sektör, kamu ve halkı ortaklaştıracak bir proje anlayışı, kentin zayıf çıkar gruplarının temsil kabiliyetini daraltmıştır. Belediyeler, zayıf toplumsal grupların çıkarlarını koruyan bir anlayışıyla donatılmalıdır. Kent yoksulları, kadınlar, engelliler, çocuklar, yaşlıları gözeten bir kent yönetimi anlayışı geliştirilmelidir. Bu anlayışın gelişmesinde etkin araçlardan biri de belediyelerin aldıkları karalarda, halka hesap verme ve halkın sorma mekanizmalarının etkinleştirilmesi olacaktır. Belediye Meclisi ve İl Özel İdareleri tarafından alınan kararlar halka en hızlı şekilde ulaştırılması gerekirken süreç bu şekilde işlememektedir. Belediye Meclisi tarafından alınan kararlardan, Kamu kurumlarıyla yapılan anlaşmalardan, İhalelerden, Üretilen Hizmetlerin üretim fiyatlarından, satış fiyatlarından bu hizmetleri alanların ve bu kararlara tabi olan halkın bilgisi yoktur. Halkın en temel haklarından olan bilgi edinme hakkı tüm yönetim işlemlerini kapsayacak şekilde genişletilmelidir. Bu aynı zamanda etkin bir hak arama bilincinin geliştirilmesi ile sağlanabilir. Bununla birlikte bu kararlara halkın müdahil olabileceği araçlar geliştirilmelidir.
Modern kamunun parçalanmasına paralel olarak, her ne kadar katılım söylemleri ön plana çıkmış olsa da halkın belediye yönetimlerine katılımı daraltılmıştır. Belediyelerin geleneksel himaye ve adam kollama işleyiş tarzı nedeniyle halkın kent yönetimine katılımı olanaklı olamamaktadır. İnsanların sorunlarını çözebilecekleri tartışabilecekleri, değerlendirebilecekleri ve uygulayabilecekleri organlar geniş halk kesimlerinin temsil etmemektedir.
Bugün önümüzde duran toplumsal sorumluluk kentlerin ve kent yönetimlerinin demokratikleştirilmesi ve yaşanılabilir kılınması sorumluluğudur. Yoksullarını dışlamayan bir belediyecilik yaklaşımı acil bir diğer ihtiyaçtır. Yoksulları himmet kültürü ekseninde, ezerek yedekleyen bir belediyecilik değil yoksulları insanca yaşam koşullarına kavuşturacak bir belediyecilik anlayışını kurmak gerekiyor.
Başta Büyükşehir Belediye Meclisleri ve bu meclisin bir danışma kurlu haline gelen kent konseylerinin niteliği ise anti demokratiktir. Belediye Meclisleri Belediye Başkanının ve özel girişimcilerin isteklerini karar altına alan bir onay merci haline gelmektedir. Oysa Belediye Meclisleri halkın çıkarını korumalıdır. Bu nedenle özyönetime dayalı kent yönetimi anlayışının geliştirilmesi, ekonomik, sosyal ve siyasal yaşamın katılımcı kılınması gerekmektedir. Bu nedenle demokratik, özyönetime dayalı yeni kent örgütlenmeleri geliştirilmelidir. Bu örgütlenmeler, kent ve kır sorunlarının çözümü için kamusal görünümlü-yasama meclisi olarak yapılanmalıdır. Bu tarz örgütlenmeler, talep eden bir örgütlenme değil, kentin müdahil-yasama organı ve çok özneli bir kurucu kamusallığın görünümlerinden birisi olacaktır.
Tüm bu kentsel dönüşüm diğer yandan kentsel hizmetlerde köklü dönüşümlere yol açmıştır. Kentsel hizmetler son yıllarda özel girişimler eliyle yürütülmekte ve bu hizmetler kamu hizmeti niteliğinden uzaklaştırılmak istenmektedir. Bu tarz bir belediyecilik yaklaşımı ile kentte yaşayanların su, gıda, sağlık, eğitim, barınma, ısınma, enerji, ulaşım, imar, alt yapı, kültür gibi kentsel ihtiyaçlarının karşılanamadığı ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle Belediye Bütçelerinin kamu hizmeti anlayışıyla hazırlanması, kentsel hizmetlerin herkesin yararlanabileceği şekilde üretilmesi gerekmektedir.
Kamuya ait olan kent kaynaklarının yine kamunun yararlanabileceği şekilde örgütlenmesi halinde, kentsel hizmetlerin daha adil dağıtımı söz konusu olacaktır. Yoksul kent halkının sosyal ihtiyaçlarının giderilmesinde insanları kendi emeklerinden başka hiçbir şeye muhtaç etmeyecek bir anlayış geliştirilmelidir. Toplumsal eşitlik sadece bölüşüm de değil üretimde de eşitliği esas alacak şekilde geliştirilmelidir. Sosyal yardımlar bu ölçekte yapılmalıdır. Kentsel hizmetlerden yaralanan halktan bu hizmetlerden yararlanmaları karşılığında yalnızca katılım bedeli alınmalıdır. Kent hizmetlerinden ücret yerine katılım bedeli alındığında, bu hizmetler hem daha nitelikli hem de daha ulaşılabilir olacaktır. Aynı zamanda bu katılım bedeli yine kent hizmetlerinde kullanılmak üzere bütçelendirilmelidir.
Kent hizmetlerine kullanım oranında katkı koyma anlayışı yerine fiyatlandırma yaklaşımın tamamen egemen olmasıyla birlikte kentteki sosyal sorunlar da daha fazla derinleşmiştir. Bu durum hizmetlerin niteliğini düşürmekte, kentlilerin bu hizmetlerden yararlanmasını zorlaştırmaktadır. Belediyelerin kamu gücünü kullanarak sundukları ısınma, su, alt yapı hizmetleri ücretlendirildikçe daha niteliksizleşmekte ve pahalılaşmaktadır. Belediyeler, bu hizmetleri maliyetlerinin çok üzerinde bir fiyatla kentlilere satmaktadır. Çöp toplama, temizlik, sağlık, barınma gibi hizmetlerden elde edilen gelir de kamuya dönmemektedir. Bu nedenlerle kentler kamucu bir belediyecilik yaklaşımı altında kır ve kent bütünlüğünü koruyacak esaslarla yeniden örgütlenmelidir.
Kent ölçeğinin genişlemesi, kentin parçalanması, rant odaklı politikalara karşı bugün kamusal bir kenti yaratmak gerekiyor. Kentlerin tek tipleştirilmesine karşı, kentlerin kültürel farklılık içinde birliğini yaratacak bir yaklaşım gerekmektedir. Bu yaklaşım, zayıf toplumsal grupların dışlanmasını engelleyecek bir bütünleşmeyi de barındırmalıdır. Kentleri çok uluslu şirketlerin emrine sunan kentsel dönüşüm yaklaşımları karşısında, kenti dayanışma ve eşitlik temelinde yeniden kuracak kamusal fikrin hayata geçirilmesi gerekmektedir.
Ortaya çıkan yeni siyasal mücadeleler bugün için top yekûn bir kurtuluş mücadelesini sırtlanacak güçte ve çapta olmasa da artık biliyoruz ki, yirmi birinci yüzyılın yeni dünyası bu siyasal hareketlerin toplumsallaşma, sermayenin ekonomik ve siyasal karakterleriyle hesaplaşma zeminlerinden açığa çıkacak. Bu hareketler aynı zamanda çok özneli bir siyasallaşma sürecinin yeni bir toplumsal örgütlenme formunun da ipuçlarını sunuyor.
İnsanı insanca yaşatacak, onu nesneler dünyasından kurtaracak, insanı doğayla barıştıracak, tekellerin ve sömürgecilerin karşısında yeni bir dünyayı kuracak olan toplumsal mücadeleler yükselirken, geleceğin toplumuna duyduğumuz inançla, emeğin ekolojik dünyasına katkı sunanları sahiplenmek ve katkı sunacaklarla birlikte yürümektir dert.
Bugün için canlılığın ve toplumsallığın kurtuluşunu açığa çıkartacak maddi koşulların önünde sermayenin muazzam saldırganlığı kadar bu saldırganlığı aşacak politik eksenin yoksunluğu önemli bir sorun olarak durmaktadır. Bu çağı ilga etmenin yolu, katı olan her şeyin buharlaştığını bir kez bir kez daha ısrarla görünür kılmak, yaşamı örgütlemek ve sermaye çağını aşmaktır.
Bunun için emeğin ekolojist bir karakterde yeniden örgütlenmesini sağlayacak politik ve örgütsel donanımı yaratmak gerekiyor. Bu yaratım sürecinde, ortaya çıkan yeni emek hareketlerinin toplumsal ve siyasal karakterlerini, sermayenin karşısında doğayı ve emeği özgürleştirecek tarzda örgütlemesinin yollarını geliştirmek, çok özneli bir kamusal karakterde yaşamı siyasallaştırmak gerekmektedir.
Bu nedenle sermayenin ilga ettiği “kamu”yu yeniden inşa etmek, öz örgütlenme deneyimleriyle kendi kendini yönetme deneyimlerini geliştirmek, diğer yandan emeğin siyasal mücadelesi ile gelişecek sermaye karşıtlığını, üretimin toplumsal karakterini vurgulayacak, doğayı sömürüden ve tahakkümden kurtaracak bir potansiyelle örgütlemek gerekiyor. Bu açıdan da içinden geçtiğimiz ekolojik kriz çağının hem tarihsel hem de dönemsel karakteristiğini ortaya çıkartmak gerekiyor.
Ekolojik kriz karşıtı bir mücadele, emeğin ve doğanın özgürleşmesi, modern türcülüğün aşılması, toplumsal adalet, barış, kolektivizm, eşitlik, hakların kardeşliğine dayalı bir toplumun yaratılması çabası olarak örgütlenmelidir. Bu mücadele üretim ve yönetim arasındaki yarılmayı ortadan kaldıracak, emeğin ve doğanın; kırın ve kentin birliğini sağlayacak bir politik yönelimi de barındıracaktır.
Fevzi Özlüer- Ekoloji Kolektifi
http://www.ekolojistler.org/ekososyalist-bir-kir-kent-hareketine-dogru-fevzi-ozluer.html
Like this:
Like Loading...
December 14, 2009
Posted by e |
anti-kapitalizm, bu topraklar, ezilenler, kent yasami, kir yasami, sistem karsitligi, somuru / tahakkum, yerli - yerel halklar |
Leave a comment
Ey Tüketici! Bugün seni sabahtan akşama eşek gibi çalışmak zorunda bırakan şey ne biliyor musun?
Yaşam şartları mı? Hayır, değil…
5 yılda bir sözde “özgür iradenle” seçtiğini zannettiğin iktidarlar ve koruyuculuğunu yaptığı küresel patronlar düzeni.
Ey Yurttaş! Seni AB, ABD ve Bağımsız T.C. şeytan üçgenine hapseden şey ne biliyor musun?
Bugüne kadar yaşamlarımızı ve hayallerimizi otoritelerin ve iktidarların ellerine teslim etmen ve onların karşısında el pençe divan durmandır.
Ey devletine sadık kalmaya ant içmiş olan vatandaş! Senin devletine borçlu hissetmen nedendir? Hepimiz bu dünyaya anadan doğma gelmedik mi?
Kula kulluk etmek nedendir? Dünyayı kasıp kavuran krizler, savaşlar ve çevresel yıkımlar o borçlu hissettiğin zorbaların elleriyle yapılmıyor mu?
Efendilerin gibi yaşamak için çırpınırken bu sistemin, sen onlar gibi yaşamaya başladığın anda başkalarını sefalet ve esaret çukuruna batıracağını nasıl görmezsin? Yıllardır her seçtiğin vekil seni sırtından vurmadı mı?
Ey Seçmen! Her 5 yılda bir seçtiklerinden rahatsız olduğunu söylüyor, şikayet edip duruyor ve onların vaatlerini yerine getirmediklerinden dolayı nefret ediyorsun…Fakat seni de o koltuğa oturtsalar aynısını yapmayacak mısın?
Vekil olarak atadıklarının eninde sonunda zorbalar olacağını nasıl görmezsin? Hangi hükümet, hangi iktidar halkla iç içe geçmiştir ki? Hangi iktidar savaşmamış, hangi iktidar sömürmemiş ve hangi iktidar senin arzularını ve hayallerini bastırmamış ki?
Ey İnsan! Irak’ta, Filistin’de, Çeçenistan’da, Afrika’da, Nepal’de, Endonezya’da, Kürdistan’da akan kan senin kanın değil mi? Peki bu kan neden akıyor, farkında mısın? Tüm bu kötülüklerin kaynağı her geçen gün dünya üzerinde virüs gibi yayılan küresel sömürücü-yok edici ölüm makinesi değil mi?
Sen TV’lerde, şehrin caddelerindeki vitrinlerde sunulan renkli ve şaşalı yaşamların nelere mal olduğunun farkında mısın? Çin’de, Malezya’da, burada ve tüm dünyada insanlığın bu ölümcül makinenin paslanmaz birer dişliye dönüştürüldüğünü göremiyor musun?
Hayatın boyunca uğruna emek ve zamanını harcadığın, alın teri döktüğün yaşam standartları acaba senin gerçekten insani olarak ihtiyaç duyduğun şeyler mi, yoksa kapitalist patronların daha fazla kar etmek için senin beynine kazıdıkları sahte gereksinimler mi? Bunu bir düşün!
Madem bu yaşam biçiminden memnunsun o zaman sistemin kesintiye uğrayacağını veya kendi kendini eninde sonunda imha etmek zorunda kalacağı kıyamete hazır mısın? Hayır! Hazır değilsin. Neden mi? Çünkü zorbalık sistemi gözünü boyamış senin? Patronlar, zenginler veya dünyayı yönetenler kendilerini kurtarırken o zaman milyarlarca insanı da kurtaracaklarına inanabiliyor musun? O zaman ne yapacaksın?!
Renkli yaşamları yaşama ümidin senin gözünü kör etmiş. Ama kaçınız Koç’lar veya Sabancılar gibi yaşayabilirsiniz ki? Ancak bir kaçınız…Ya diğerleri? Ya bu zirveye çıkma çabanda yok edilen insanlık değerleri?
Güven, Paylaşım, Yardımlaşma, Dayanışma, Kendi hayatını belirleme…
Ne kadar eskimiş ve soyut kavramlar değil mi? Hem de bu devirde…JBu devirde güvenme ve paylaşmak ha!! Kıs kıs güldüğünüzü görebiliyorum…Bugün komşumuzu bile tanımadığımız bir çağdayız ve bu her geçen gün
paranayok bir toplumun salgın hastalık gibi yayılmasını beraberinde getiriyor. Kimse kimseye güvenmiyor…Neden mi?
Çok açık değil mi? Dünyayı parsel parsel parçalamış bir insanlık nasıl olur da paylaşımdan ve kardeşlikten bahsedebilir. Dünya üzerindeki herkesi her şeyi sömürülecek bir mala-paraya indirgemiş bu yaşam biçiminden daha ne beklenebilir ki? İnsanlığı TV’lerdeki şov programlarında arayacağına neden sen bir adım atmıyorsun bunun için…?Sence bu düzen insani değerler üzerinde mi inşa edilmiş? Bunun böyle olmadığını hepimiz biliyoruz…Çok iyi biliyorsun ama bunun yaşamın bir yasası olduğuna inandırılmışsın.
Seni eşek gibi çalışmak zorunda bırakan bu düzen acaba senin buna gerçekten ihtiyacın olduğu için mi işler? Peki öyleyse dünya üzerinde milyonlarca insan açken bu insanların kat kat doyabilecekleri yiyecek sence çöplere veya denizlere neden atılıyor? Bunu hiç düşündün mü? Dünya üzerindeki üretim tüm insanlığın ihtiyacının çok çok fazlasını ürettiği halde neden hala milyonlar aç? Bunu sordun mu hiç kendine? En lüks mekanlarda, tüketilen yemeklerin dışında artık olarak atılan yemekler kaç insanı doyurabilirdi tahmin edebilir misin?
Ya savaşlar? Savaşlar ne için yapılır bilir misin? Dur söyleme, vatanın müdafaası için değil mi? Peki karşıdaki halklar da aynı mantıkla giriyorlarsa bu savaşa, hangimiz haklıyız? Elbette ki, hiçbirimiz haklı değiliz, hiçbirimiz haksız da değiliz? O zaman kim suçlu? Elbette ki seni ve düşman olduğun halkları vatanın müdafaasına çağıran ve gözünü diğer halkların ve senin emeğine göz dikmiş olan devletlerin ve iktidarların ta kendisidir. Sen kendi halinde ve insani değerlerle işleyen ve başka toplumların topraklarına göz dikmeyen bir toplum içinde yaşasaydın savaşa ihtiyaç duyar mıydın hiç? Elbette ki duymazdın…
Aslında sen neyin doğru olup olmadığını ve ne yapılması gerektiğini çok iyi biliyorsun…Bunu bizler dillendirmesek de biliyorsun…İktidarlarda, otoritelerden ve efendilerinden nefret ediyorsun…Ama bu zincirleri kıramayacağını düşünüyorsun. İktidar karşısında o kadar acizleştirilmiş ve yalnızlaştırılmışız ki. Nereye sarılsak bir iktidar aracına dönüşüyor. Bir zamanlar ezilenlerin kurutuluşu için emekçinin iktidarı söylemiyle ortaya çıktı kimileri…Ama sonuç ne oldu, yine ezilenlerin bürokratlar, otoriteler tarafından zorbaca ele geçirilmesi ve acizleştirilmesi oldu…
Hayır! Artık buna senin olmasa da bizim tahammülümüz kalmadı…YETER ARTIK! Efendilerden ve senin bu ölüm sessizliğinden nefret ediyoruz…Daha ne bekliyorsun? Kalk Artık ayağa ve yaşamın boyunca yapacağın en onurlu “işi” yap…AYAKLAN! Bu dünyaya geliş amacının “eşek gibi çalışmak ve boyun eğmek” olduğunu düşünen ve sana düşündürten asalaklara karşı AYAKLAN! Birilerinin iktidarlarını beslemek için değil, aksine kendi yaşamını yeniden eline geçirmek için AYAKLAN! Otoriteyle tüm bağlarını kopar ki, özgürlüğün sorumluluğunu almayı öğren! Özgürlük bir sorumsuzluk, “bana necilik” arzusu değildir…Aksine topluluk içerisinde kendi kendine karar almanın, ve sorumluluk almanın, öz-disiplinin ta kendisidir. Doğada küçücük bir hayvan bile kendi yaşamını otoritelere emanet etmeyecek kadar güçlü ve özgür…
Ya sen! dur da bir bak kendine! Otoritesiz-efendisiz-uzmansız ve “bir bilensiz-yol gösterensiz” nasıl hayatta kalmayı düşünüyorsun…Düşünemiyorsun..Ama biz sana düşündürtmek için buradayız! Evren içerisindeki her varlıkta olduğu gibi Efendilerinin de kıyameti gelecek…Ve sen bu kıyamete hazır olmayı bırak, farkında bile değilsin!
Bu kıyamet senin kurtuluşun için senin elinden olmalı. Önce kendin için ve sonra dünyadaki tüm kardeşlerin için , hatta dünyanın kendisi için bu kıyameti senin getirmen gerekir. Çünkü bu kıyamet, bin yıllardır sana yapışmış olan bir ur gibi büyüyen bu hastalığı söküp atman için tek yoldur.
Bizler bu kıyamete hazırlanıyoruz, yaşamlarımızın ve özgürlüğümüzün sorumluluğunu alıp başka bir yaşamın tohumlarını şimdiden atmaya yelteniyoruz…Bunun için bir araya geliyoruz…Hiçbir politika ve ideoloji etrafında buluşmuyor aksine, yaşamsal ve insani bir birlikteliği ön görüyoruz…Bu nedenle yeni kavramlarla ortaya çıkıp kafaları bulandırmak istemiyoruz…
Bizler anarşistleriz, anti-otoriterleriz! Adlarımız hayallerimizi ve tüm insanlığın ve gezegenin kurtuluş arzusundan başka bir şeyi ifade ediyor. Ne iktidara talibiz, ne de sizden oy istiyoruz! Sizi kışkırtıyor, direniyor, sözümüzü ve eylemimizi yaymaya çalışıyoruz…İstediğimiz tek şey yaşadıklarının ve huzursuzluklarının temelini bulmana yardımcı olmak ve o temeli birlikte ortadan kaldırmaktır…İşte sorunların üstesinden gelebilmenin en temel yolu da bu…!
Önce birlikte dayanışma ve paylaşım içinde yaşamayı öğrenmek ve daha sonra bu ilişkileri yaymak gerek. Biz bu özgürleşme nehrine kendimizi salıveriyoruz…Özgür ve başka ilişkiler ve yaşamlar kurmanın yollarını birlikte arıyoruz…Her eylemimiz özgürleşme yolunda bir deneyimdir, bir öğrenme ve öğretme sürecidir…
Ey insan! Senden tek şey istiyoruz. Yapman gerekeni yapmanı istiyoruz…Yoksa her zaman olduğu gibi başkaları seni senin adına kurtaracak ve her defasında daha da saplanacaksın acizlik ve kölelik batağına!!
Not: Anarşist Dayanışma Ağı tarafından dağıtılan bir bildiri…
UK Vahşinin Günlüğü 52. sayıdan…
http://hasat.org/forum/Yasamini_Ele_Gecir_-k5555.html
Like this:
Like Loading...
December 3, 2009
Posted by e |
anti-endustriyalizm, anti-kapitalizm, ezilenler, isyan, ozyonetim, somuru / tahakkum, tuketim karsitligi |
Leave a comment
Giriş, s. 9-32
Genellikle en çarpıcı gelişme ve atılımlar, kuramın büyük tektonik katmanlarının karşılaşıp yer değiştirdikleri bitişme noktalarında gerçekleşir. Kurtuluş kuramının toplumsal cinsiyet, ırk, sınıf ve doğa üzerindeki baskıları dert edinen dört tektonik katmanı nihayet bir araya geldiklerinde ortaya çıkacak sarsıntılar baskıcı kavramsal yapılarını temelden sarsabilir. Feminizm diğer tahakküm biçimleri ve bunlara ilişkin kuramlarla, özellikle de ırk ve sınıf kuramlarıyla tanışmasının bir sonucu olarak büyük çatışmalar, dönüşümler ve zenginleşme yaşamıştır. Doğanın tahakküm altına alınmasına ilişkin feminist bir değerlendirme feminist kuram için temel önemde ama güç bir diğer sınır oluşturur; doğa sorunsalı toplumsal cinsiyet sorunsalıyla iç içe geçmiş olduğu için daha da zorlu ve ihtilaflı bir hale bürünen bir sınırdır bu. “Doğa” çok geniş ve değişken bir kategori olageldiği ve birçok farklı sömürgeleştirme türüne maruz kalmış olduğu için, doğa üzerindeki tahakküme dair uygun bir değerlendirme, büyük oranda diğer baskı biçimlerinin çözümlemesine dayanmalı ve bütünleştirici bir rol oynamalıdır.
Eko-feminizm son yirmi yıl içinde hem eylemci mücadeleye, hem de kadınların ezilmesi ile doğanın tahakküm altına alınması arasındaki bağlantıların kuramsallaştırılmasına büyük katkılarda bulunmuştur. Bazı versiyonları, ırk, sınıf, toplumsal cinsiyet ve doğa üzerinden işleyen dört sömürü biçimiyle de hesaplaşmıştır. Bu sırada bazı çevreler eko-feminizmi kuramsal açıdan zayıf, oynadığı özgürleştirici rolü de kuşkulu addedip onu münhasıran şimdilerde çoğunlukla kültürel feminizm diye adlandırılan alana dahil etmişlerdir ve bu yaklaşım klişe haline gelmiştir. Bu kitapta amacım, eleştirel bir ekolojik feminizm diye adlandırabileceğimiz, feminist kuramla tam anlamıyla bağdaşan ve ona dayandırılabilecek olan çevreci bir feminizmin gelişmesine katkıda bulunmak.
Daha iyi bir kuramın ekolojik feminizmin eleştirel ve analitik gücünü büyük oranda artırıp onu çok daha güçlü bir siyasal araç haline getirebileceğine inanıyorum. Kurtuluş hareketleri için birleşik ve işbirliğine dayalı bir siyasal pratiğin temelini oluşturabilir. Hem insan hem de doğa üzerindeki tahakkümün eleştirisi için ortak, bütünleşmiş bir çerçeveye, ırk, sınıf ve toplumsal cinsiyet çözümlemesinden yararlanan genişletilmiş bir feminist kuramın bünyesine dördüncü bir çözümleme kategorisi olarak doğayı da katacak bir çerçeveye ihtiyacımız var. Bu çerçevenin kayıp halkası olarak doğanın önemini ve tahakküm ile sömürgeciliği daha kapsamlı bir şekilde anlamaya yapacağı hayati katkıyı göstermek istiyorum.
Kitabın bir başka temel amacı da, feminist bir çevre felsefesini adamakıllı temellendirmek. Kitap birçok derin ekolojistinki de dahil olmak üzere çevre felsefesine dair değerlendirmelerin çoğuna sinmiş olan ağır eril mevcudiyetle mücadele ediyor. Bu değerlendirmelerin çoğunlukla alttan alta işleyip beklenmedik kılıklara bürünen bir ikici dinamik içerdiklerini gösteriyorum. Birkaç feminist düşünür tarafından geliştirilmiş olan karşılıklılık etiği ve siyaseti daha iyi değerlendirildiği takdirde çevre siyaseti ve felsefesi için farklı ve daha gelişkin bir temelin nasıl oluşturulabileceğine işaret ediyorum. Doğaya yapılan muamelenin etik açıdan olduğu kadar siyasal açıdan da nasıl düşünülebileceğini buradan kalkarak göstermeye çalışıyorum. Özellikle bu noktada erkek kuramcılar (örneğin Chase 1991) feminist düşünceyi ve “derin ekolojistler” ile “toplumsal ekolojistler” arasındaki şiddetli “ekopolitika tartışması”nın ardındaki sorunların –yeşil hareketi meşgul etmeyi ve bölmeyi sürdüren sorunlardır bunlar– çözümüne ve ekofeminist kuramın “üçüncü konumu”nun sunabileceği katkıları görmezden gelmiştir.
Hem günümüzün hem de geçmişin baskı biçimleri Batı kültüründe izlerini bir ikicilikler ağı şeklinde bırakmıştır ve baskı biçimleri arasındaki bağlantının esas temelini oluşturan da ikiciliğin mantıksal yapısıdır. Bu kitabın ikinci bölümü kavramı mantıksal açıdan dikkatle serimleyip iyileştirilebilecek yanlarını gösteren yeni bir ikicilik çözümlemesi geliştirmeye başlıyor. Bu çözümlemenin içerimleri sonraki bölümlerde de izlenmiştir. İkicilik kavramı birçok felsefi ve feminist yaklaşım açısından çok önemli olmakla birlikte, genellikle muğlak bir biçimde dile getirilmiştir. Sunduğum argüman bu kavramı şimdiye kadar yapılageldiğinden daha bütünlüklü, eksiksiz ve titiz bir şekilde inceliyor ve desteklediği siyasal ve kültürel eleştiriyi ön plana çıkarıyor. Batı kültürünün insan / doğa ilişkisini bir ikicilik olarak görmüş olduğunu, bunun da Batı’nın doğaya yaklaşımının, çevre krizinin temelinde yatan sorunlu yönlerinin çoğunu, özellikle de insan kimliğinin doğanın “dışında” kurgulanmasını açıkladığını savunuyorum. İkiciliğin ayrıntılı bir çözümlemesi ayrıca onun ötekilik ve olumsuzlama üzerine kurulu karakteristik mantıksal yapısının, modernliğin başlıca mantık kuramı olan klasik önerme mantığına yakından tekabül ettiğini gösterir. Araçsalcı aklın mantığı olan klasik mantığın bu yapıya yakınlaştığını, alternatif kuramsal olanaklar arasında onun tercih edilmesinin başlıca nedenlerinden birinin de bu olduğunu öne sürüyorum. Ayrıca ikiciliğin mantığı diğer her açıdan farklı olan baskı kategorilerini ortak bir kavramsal çerçevede birleştirir.
Feminist kuramda ve kurtuluş kuramında İkicilik Dağları’nın sisli, zorlu geçitleri pek çok gafil yolcuyu labirentleri ve uçurumları içinde yutmuştur. Bu dağlarda epey aşındırılmış bir patika, sarp bir geçitle yolcuların kendilerini kaçmaya çalıştıkları dünyaya şaşılacak derecede benzeyen tersine dönmüş bir dünyada buldukları Tersine Çevirme Mağarası’na açılır. Kimlikleri egemen kültürün değerlerinin tersine çevrilmesiyle tanımlanan Kırsal Yaşam Tutkunları, Toprak Analar, Soylu Vahşiler ve İşçi Sınıfı Kahramanları’ndan oluşan çeşitli kabilelerin yanı sıra, Tuzağa Düşmüş Romantikler de sürgünlüklerine ağlaşarak burada dolanır dururlar. Postmodernist düşünürler bu mağaradan sakınmanın bir yolunu bulmuş ve buraya tehlikeye işaret eden bir levha dikmişlerse de, dağların ardına, özgürleştirici siyasetin vaat edilmiş topraklarına giden bir başka patika bulamamışlardır henüz. Çoğunlukla ilerdeki korkunç ve dipsiz Görecilik Uçurumu’na dehşet dolu gözlerini dikerek, mağaranın yanı başındaki Söylem Kuyusu’nun etrafında oyalanırlar. Düşünceye dayalı pratiğin vaat edilmiş topraklarına giden yol, güç bela ilerleyen dikkatli ve eleştirel yolcuların zahmet çekerek aşabilecekleri Olumlama Bataklığı’ndan geçer. Olumlama Bataklığı’nı geçebilen cesur yolcular ya bir yandaki Süreklilik Okyanusu’na düşer ya da öbür yandaki susuz ve yaban Farklılık Çölü’ne sürüklenip kaybolurlar. Hac yolcusunu vaat edilmiş topraklara götüren dar yol, bu iki tehlikenin arasında uzanıp gider ve hem farklılığa hem de sürekliliğe dikkat etmeyi gerektirir.
Batı’nın kadim siyasal manzarası kadar modern siyasal manzarası da ikicilikle şekillenmiştir. Doğa bu manzarada betimleyici değil siyasal bir kategori olarak; başından geçen macera ve karşılaşmalar Batı’nın düşünce tarihinin dokusunu oluşturan, Batı ruhunun başroldeki süper kahramanı olan aklın dışlamalarıyla oluşan bir alan olarak görülmelidir. Karı kavramı karşısında koca kavramı, köle kavramı karşısında efendi kavramı gibi, doğa kavramı karşısında da akıl kavramı birleştirici ve tanımlayıcı bir karşıtlık oluşturur. Batı geleneğinde akla efendiliğin ayrıcalıklı konumu verilmiştir. Akıl doğayı, efendinin kendinden ayrı tutup aşağı gördüğü, maddesel alanı, hayatın sürdürülmesini ve dişil olanı içeren ve temsil eden karısı ya da tabi durumdaki öteki olarak tasarlamıştır. Aklın doğa alanını sürekli olarak ve tedricen alt etmesi Batı’nın ilerleme ve gelişme anlayışını yaratır. Ancak üremeyle ilgili diğer ataerkil bağlamlarda da olduğu gibi, bu gayri meşru çocuğu meşrulaştırıp üzerine alan ve gelişimini, annelik rolünü yadsıyıp değersizleştirecek şekillerde yönlendiren kişi babadır.
Burada geliştirdiğim değerlendirme çevre felsefesini günümüzde akla ve akılcı felsefeye yöneltilen ve özellikle feminist ve bazı postmodern felsefelerden doğmuş olan önemli eleştiriyle birleştirmektedir. Batı geleneğini savunanlar (ve hatta eleştiren kimi evhamlı eski tüfekler bile) aklın egemen biçimlerinin eleştirisini, ısrarlı ve tantanalı bir biçimde aklın tümden reddedilmesi ve akıldışının benimsenmesi olarak tasvir ettikleri için, burada şunu vurgulamakta yarar var: Aklın efendi kimliğine bürünen ve kendini doğa alanının karşıtı olarak konumlandıran egemen biçimlerinin eleştirisi aklın, bilimin ve bireyselliğin tüm biçimlerinden vazgeçmek anlamına gelmiyor. Daha çok, bunların karşıtlığa eskisi kadar yaslanmayan ve eskisi kadar hiyerarşik olmayan biçimlerde yeniden tanımlanmasını ve inşa edilmesini içeriyor. Aklın bu egemen biçimlerinin ardındaki siyasal kimliği açığa çıkarmak siyasal çözümlemenin ufkunu daraltmak ve gücünü azaltmak değil, büyük ölçüde açmak ve artırmak demektir.
Dolayısıyla, kurtuluş mücadelelerinde farklı tahakküm kategorileri arasındaki kavramsal halkaları oluşturup açıklayan ve insan üzerindeki tahakkümü doğa üzerindeki tahakküme bağlayan şey de yine, efendi konumundaki akıl kategorisinden dışlanmışlıktır. Doğa kategorisi sadece insandışı varlıkları değil, çeşitli insan gruplarını ve insan hayatının doğal görülen veçhelerini de kapsayan bir çoklu dışlama ve denetleme alanıdır. Nitekim ırkçılığın, sömürgeciliğin ve cinsiyetçiliğin, kavramsal olarak beslendiği yer, cinsel, ırksal ya da etnik farklılıkların hayvanlara yakın sayılması ve bedenin rasyonalitenin* ve kültürün ölçütlerini karşılayamayan aşağı bir insanlık biçimi, aşağı bir alan olarak yorumlanmasıdır. Vandana Shiva’nın (1989, 1991) işaret ettiği gibi geleneksel olarak sadece kadınların değil, sömürgeleştirilmiş, beyaz olmayan insanların da emeği “tanım gereği” doğaya dahil edilmiştir. Yani, Batı’da bu tahakküm biçimleri arasındaki bağlantılar kısmen rastlantının ve özgül tarihsel evrimin sonucudur, kısmen de benlik ile öteki, akıl ile doğa arasındaki tahakküm dinamiği ve mantığının bünyesinde yer alan bir zorunluluğun eseridir.
Bu bağlamda “doğa” olarak tanımlanmak demek, edilgen olarak fail-olmayan veya özne-olmayan olarak, aklın ve kültürün kazanımlarının (bu kazanımlar da genelde beyaz, Batılı, erkek uzman veya girişimcinin eseri sayılır) yer aldığı “ön plan”ın “çevre”si ya da görünmez “arka plan” koşulları olarak tanımlanmak demektir. Yani bir kimsesiz toprak olarak, akıl ve zekâ ile güya özdeş sayılan kişilerin amaçları doğrultusunda ilhaka müsait olan ve bu amaçlarla bağlantılı olarak tasavvur edilip şekillendirilen, kendi amaç ve anlamlarından yoksun bir kaynak olarak tanımlanmaktır. Üzerinde tahakküm kurmanın “doğal”, doğanın kendisinden ve şeylerin doğasından kaynaklanan bir şey gibi görüldüğü kesinlikle ayrı, hatta yabancı bir alt diyara ait sayılmaktır. Batı’da, en azından Aydınlanma’dan bu yana standart olan doğa karşısındaki bu tutumun insanlara yöneltilmesi, yine Aydınlanma’dan bu yana kabul görmemiş ve resmen kınanmıştır (oysa bu tutum kadınlar ve sömürgeleştirenler gibi marjinalleştirilmiş topluluklara karşı normal sayılmıştır). Batı kültürü aynı tutumun insandışı doğa için de sorunlu olduğunu kavramaya daha yeni yeni başlamıştır.
Feminist kuramların çoğu, toplumsal cinsiyet açısından nötr olan akıl kavramında bir erillik saptamıştır. Ben ise değerlendirmemde meselenin basit ve saf bir eril kimlik değil, sınıf, ırk ve toplumsal cinsiyete dayalı tahakküm bağlamında oluşturulmuş olan “efendi”nin çok yönlü, karmaşık kültürel kimliği olduğunu öne sürüyorum. Bu kültürel kimlik Batı düşüncesinin egemen kavramlarını, özellikle akıl ve doğa kavramlarını şekillendirmiştir. Eğer feminizm tek bir tahakküm biçimini merkezi sayıp tüm diğerlerini bu biçimin, “esas” olan tahakküm biçiminin ortadan kaldırılmasıyla kendiliğinden “sönümlenecek” ikincil biçimlerine indirgemeyi amaçlayan Marksizm gibi indirgemeci bir programın yanlışlarını tekrarlamak istemiyorsa, tahakkümcü kimliğinin daha karmaşık olduğunu fark etmenin şart olduğunu savunuyorum. Bu ayrıca kültürün rolünü yeterince vurgulamak ve siyasal ve ekonomik koşullar değiştiği halde tahakkümün devam etmesini açıklamayı sağlayan kültürdeki derin baskı yapılarını ortaya çıkarmak için de gereklidir.
Bu kitabın ilk bölümü feminizm ile ekolojik feminizm arasındaki ilişkileri özetliyor, ikinci bölümü ise ikicilik çözümlememin temellerini oluşturuyor. Efendi kimliği açısından akıl / doğa ikiciliğinin rolü ve oluşumuna ilişkin değerlendirmemi üçüncü bölümde Batı’nın akılcı geleneğini ve Platoncu akıl anlayışında mevcut olan dışlamaları yeniden inceleyerek destekliyorum. Platoncu akıl / doğa ikiciliğinin birçok öğesinin akıl, insan kimliği ve ölüm yaklaşımlarında da çözümsüz kaldığını söylüyorum. Felsefe tarihinin bu çözümlemesi, doğanın ve kadının tahakküm altına alınmasının kökenlerine dair feminist, eko-felsefi ve eko-feminist tarihsel değerlendirmelerde, özellikle de tüm sorunu Aydınlanma’da ve atomcu bilimin doğuşunda gören değerlendirmelerde karşımıza çıkan birçok tartışma ve gerilimi açığa çıkarıyor.
Yeşil düşünce bunlara mekanizmayı atomculukla bir tutan bir değerlendirme eklemiştir. Benim dördüncü ve beşinci bölümlerde sunduğum değerlendirme ise, atomculuktan çok ikicilik üzerinde yoğunlaşarak yeşil düşüncenin mekanizma ile ilgili bu beylik fikirlerinin kimi doğrularını sarsıyor. İkiciliğin kırılması alttaki tarafın, doğanın hem olumlanmasını hem de yeniden kavramsallaştırılmasını içerir. Kartezyen düşünce doğayı, ona etik bir yaklaşımı mümkün kılacak yönelimsellikten ve zihinsel özelliklerden sıyırmıştır. Doğaya eylemlilik ve yönelimsellik atfedildiğinde ve insan kimliği de daha az kutuplaşmış ve bedenden daha az kopuk bir biçimde yeniden tasavvur edildiğinde, Kartezyen düşüncenin bilinçli, düşünceli insani alan ile akılsız, saat gibi işleyen doğa alanı arasında açtığı derin uçurum ortadan kalkar. Bu yaklaşım, uzlaşımsal yaklaşımla karşılaştırıldığında “yeni” bilimin kurtarıcılık lütfuna daha az muhtaçtır, bir siyasal çerçeve olarak hayli sorunlu ve üzerinde gereğinden fazla durulmuş olan bütüncü paradigmaya da fazla bel bağlamaz.
Kitabın sonraki bölümlerinde akıl / doğa ikiciliğinin ve bunun insan-doğa ilişkileri üzerindeki etkisinin çözümlemesini benlik / öteki, kamusal / özel ve akıl / duygu ikiciliğine de taşıyorum (Altıncı Bölüm). Aynı zamanda benlik ile öteki, akıl ile duygu, tümel ile tikel gibi ikici kavramsallaştırmaların, doğaya araçsal yaklaşımın ve doğanın Batılı (artık küresel) kültürdeki etik kodlamadan dışlanmasının temelini nasıl oluşturduğunu gösteriyorum. Buna ek olarak ikici bir dinamiğin, çoğu kez ondan kurtulma iddiası taşıyan derin ekoloji gibi konumlarda da sürdüğünü gösteriyorum (Yedinci Bölüm). İkici dinamiğin üstesinden gelmek hem sürekliliği hem de farklılığı kabul etmeyi gerektirir; bu da ötekinin benliğe yabancı, benlikten kopuk, benliğe asimile edilmiş ya da benliğin uzantısı olarak görülmemesi anlamına gelir. Bu değerlendirmeyi başat sorunsalı benlik ve rasyonalite olan günümüz siyaset kuramına bağlıyorum.
Bu kriz döneminde, kuram geliştirmek için ayrılan zaman bir lüks olarak görülebilir. Ama Batı’nın akıl ve doğa öyküsünün gelişimini ve kusurlarını anlayamazsak içinde tutsak kalabilir ya da bunun yeni bir versiyonuna tav olabiliriz. Günümüzdeki insani ve çevresel kriz, akıl / doğa öyküsünün kültürel olarak ne denli önemli olduğunu ve Batı’nın ikicilik ağlarının bir an evvel çözülmesi gerektiğini ortaya koyuyor. David Suzuki gibi modern çevreci düşünürlerin çalışmalarındaki ana tema, insanların da hayvan oldukları ve diğer yaşam türleri gibi sağlıklı bir biyosfere bağımlı oldukları mesajıdır. İlk bakışta apaçık olan bu gerçeğin bu denli direnişle karşılaşıp bunca vurgu gerektirmesi şaşırtıcıdır. Ama bu süreklilik ve bağımlılık mesajının günümüz dünyasında böylesine devrimci olmasının nedeni, Batı kültürünün egemen kollarının epeydir bunu reddederek bize yeryüzüyle sadece asgari düzeyde ve rastlantısal olarak bağlantılı bir insan kimliği modeli sunmuş olmalarıdır.
Evrim biyolojisinden edinilebilecek tüm bilgilere rağmen, tahakkümü hem insani hem de insandışı alanlar için doğal kılmayı hedefleyen bir dinamiğin sonucu olarak, kültüre kazınmış olan bu kopukluk modeli modern insan ve doğa anlayışlarının içine derin ve meşum bir biçimde işlemiştir. En azından antik Yunan’dan bu yana kadınlık, hayatı sürdürme, maddesellik ve insandışı doğa gibi değersiz görülen katmanların dışında ve bunlardan kopuk olarak tasarlanmış olan insani erdem ve kimlik ile ilgili kavram ve pratiklerimizi yeniden ele almanın yollarını bulmalıyız. Efendi kültürünün, çok gecikmiş de olsa yeryüzüne dönme vakti geldi. Artık bu sadece bir adalet meselesi değil, bir ölüm kalım meselesidir.
Ekolojik Feminist Vizyon: Sorunlar ve Sorular
Kadınların kendileri ve doğal dünya ile barış içinde yaşadıkları bir yurdun hikâyesi, feminist ütopyaların hep yinelenen temasıdır. İnsanlar arasında ya da insanlarla hayvanlar arasında hiyerarşinin olmadığı, insanların birbirine ve doğaya özen gösterdiği, toprağın ve ormanın gizemini, gücünü ve bütünlüğünü koruduğu, teknolojik, askeri ve ekonomik gücün yeryüzünü ya da en azından kadınların denetimi altında bulunan bölümünü yönetmediği bir yurttur burası. Çünkü bu çoğunlukla kuşatılmış bir devlet olarak görülür; iktidarın hüküm sürdüğü ve iktidarın hem doğa hem de insanlar üzerinde tahakküm kurmak anlamına geldiği, kuvvet ile eşitsizliğin, askeri ve teknolojik kudret ile katışıksız sefaletin dünyasını denetleyen erkeklerin tüm düşmanca niyetlerine karşı ayakta kalan bir devlettir. Feminist vizyon karşıtlıkları çoğunlukla sert hatlarla çizer: ölüme karşı yaşam, Mars’a karşı Gaya, teknolojik çöle karşı gizemli orman, erkeğe karşı kadın.
Bu vizyonun gücünü ya da mevcut dünyanın gidişatına karşı durma cesaretini gösterenlerin umut ve acılarını yönlendirme yeteneğini yadsımak zordur. Giderek feminist ters-ütopyalardakine daha çok benzeyen bir dünyada yaşıyoruz maalesef: Teknolojik hâkimiyet hem doğayı, hem de teknolojik olarak daha az “rasyonel” olan kültürleri yok ediyor. Yeryüzü ormanlarının ve beraberinde canlı türü çeşitliliğiyle ve insanın kültürel çeşitliliğinin yok olması tehlikesiyle karşı karşıyayız. Kirlilik ve israfa yol açtığı kadar acımasız bir eşitsizliğe de yol açan bir kalkınma ve “ilerleme” çeşidi, kadim yaşam modellerinin temellerini koruyan birçok kültürü şimdiden yok etmiştir. “Rasyonel” erkeğin egemenliği nihai olarak bizi, mümkün olan sonuçların en irrasyonel olanıyla, pek çok türle beraber kendi türümüzü de yok etmekle tehdit etmektedir. Ekolojik feminizm bize bu dünyanın erkeklerin egemenliğinde olmasının hiç de rastlantı olmadığını söylüyor.
Üzerimizdeki kadim tahakkümden kurtulmak bir grup olarak biz kadınların çıkarınadır. Ayrıca salim ve sağlıklı bir gezegen, salim, sağlıklı ve dengeli ekosistemler, sürdürülebilir ve tatminkâr bir yaşam biçimi, erkekler de dahil olmak üzere diğer canlılarla birlikte biz kadınların ortak menfaatinedir. Ama ekolojik feminizme göre iş bu kadarla bitmiyor, yani hareketler arasındaki bağ bu rastlantısal bağdan, bir şekilde çevreci olan kadınlardan ibaret olmamalıdır. Toplumsal cinsiyet, sorunun en azından büyük bir kısmını oluşturmaktadır ve ötekiyle ilişki kurmanın özellikle kadınlarla bağdaştırılan bir tarzı vardır ki bu ilişki tarzı farklı bir insan-yeryüzü ilişkisinin ve belki de insanın yeryüzünde ve yeryüzüyle birlikte varkalmasının tohumlarını barındırmaktadır.
Öte yandan sık sık belirtildiği gibi bu son derece mantıklı ve çekici olan eko-feminist vizyon birçok sorun ve soruya yol açıyor gibidir. Eko-feminizm, bizi kadınların iyiliğinin kurtaracağı öyküsünün bir versiyonunu mu sunuyor bize? Gizemli ormanı tanıyabilecek olanlar sadece kadınlar (ve belki de sadece tam anlamıyla kadın sayılabilecek kadınlar) mı, yoksa bu bilgi ve sevgi ilke olarak hepimize açık mı? Büyülü ormana yerleşmek için kültür ve teknolojinin kazanımlarından vazgeçmek zorunda mıyız? Geleneksel rollerini ve “kadınlara özgü” bir alana hapsedilmelerini onaylamaksızın kadınların özel nitelikleri olduğu iddiasını olumlayabilir miyiz? Bir kadınlar saltanatının yeryüzünün tahribatına ve bununla bağlantılı tüm diğer sorunlara çözüm olması mümkün mü? Eko-feminizm bize güçsüzlerin iktidarı ele geçirmeleriyle birlikte tüm sorunların ortadan kalkacağı öyküsünün bir başka versiyonunu mu sunuyor? Eko-feminizm kaçınılmaz olarak kadın-merkezli bir özcülüğe mi dayalıdır?
Hem çevre felsefesi ve eylemciliğinden hem de feminist felsefe ve eylemciliğinden geldiğim halde, böyle bir bağlantı olduğunu savunan konuma karşı ilk tepkim, başka pek çok insanınki gibi güvensizlik olmuştu. Bu konum, kadınların erkeklerce paylaşılamayacak ve onlara özel bir muamele gösterilmesini (bu muamele de hemen her zaman aşağılama oluyordu tabii) haklı çıkaran besleyip büyütme,* şefkat, empati ve “doğaya yakınlık” gibi özel güç ve yetilere sahip olduğu fikri ile romantik bir kadın ve doğa anlayışını birleştiriyor gibiydi. Sanki “yalınayak ve hamile” kadın imgesine olumlu bir değer yükleyen, kadınların kültür alanından dışlanıp doğa alanına sürgün edilmelerini onaylayan, modern çağda belki de en iyi maskülinist yazar D. H. Lawrence’ın temsil ettiği, feminizmin antitezi bir konumu öne sürüyordu. Sanki kadınların seçme ve seçilme hakkı için mücadele vermiş öncülerin “iyi kadın” argümanının yeşil bir versiyonuydu: şefkatli, duyarlı ve yaşam odaklı olan iyi ve ahlaklı kadınlar, bir iktidar, hiyerarşi ve ölüm kültürüne gömülmüş olan kötü erkeklerin karşısına dikilerek, dünyayı onlardan geri talep ediyorlardır. Daha sonraki okumalarım bana eko-feminizmin çeşitliliğini; bazı yaklaşımlarda bu romantik tablonun bazı öğelerine rastlansa bile tüm eko-feminist yaklaşımların bu tabloya uygun düşmediğini, ayrıca bu romantik tablonun, kurtuluş hareketleri arasında rastlantısal olmayan bir bağlantı olduğu fikrini ciddiye alan bir konumun zorunlu bir parçası olmadığını gösterdi.
Tüm ekolojik feminist konumların temel bir özelliği, Batı’da olumsuz bir kültürel değer yüklenen ve kadınların değersizleştirilip ezilmesinin başlıca temelini oluşturan kadın-doğa bağlantısına olumlu bir değer yüklemesidir. Ekolojik feministler kadınların, kadınlığın ve doğanın statüsünü kültürel açıdan yeniden değerlendirmeye çalışırlar; bu yeniden değerlendirme, Batı kültüründe bunlar arasındaki tarihsel bağlantının hem kadın kimliğinin hem de (göstermeye çalışacağım gibi) erkek ve insan kimliğinin inşasını nasıl etkilediğini dikkate almak zorundadır. Bunların ötesinde eko-feminizm bir hayli çeşitlilik gösterir, birkaçını sayarsak: ekolojik feministler mesela kadınların doğa ile nasıl bir bağlantı içinde oldukları, hatta olup olmadıkları, ilke olarak böyle bir bağlantının erkeklerce paylaşılabilir olup olmadığı, kadınların kültürden dışlanmasına nasıl yaklaşmak gerektiği ve doğa ile bağlantıya yeniden değer katmanın genel olarak geleneksel kadınlık özelliklerine yeniden değer katmayla nasıl bir bağı olduğu gibi konularda farklı düşünürler. Ekolojik feminist yazında bütün bu konular üzerinde muazzam bir çeşitlilik vardır.(1)
İçinde çeşitlilik barındıran her konum gibi ekolojik feminizm de özenli ve pek özenli sayılamayacak anlatımlara açıktır. Kimi eko-feminist yorumlar, bizi kadın iyiliğinin kurtaracağı argümanının bir diğer versiyonunu gerçekten de sunmaktadır. Cennetten kovulma ve kadınların günahtan arınmasıyla gelecek kurtuluş gibi Hıristiyan tınıları olan bu argüman Viktorya çağında iki şekle bürünmüştü: Kadın ahlakı, saflığı, sabrı, özverisi, maneviyatı ve analık içgüdüsüyle (oy hakkına sahip olduğu takdirde) günaha batmış siyasal yaşamı kurtaracaktır; ya da diğer şekliyle, günahkar siyaset için fazlasıyla iyi oldukları için kadınlara oy hakkı verilmemelidir. Argümanın ilk şekli bu değerli niteliklerin güçsüzlük sayesinde oluştuklarını ve bir iktidar bağlamına tercüme edilemeyeceklerini görmezden gelir; ikincisi de bunu gizlice kabul etse de bu niteliklerin erkeklerin yararına işlemesini sürdürmek için kadınların güçsüz kalmasında ısrar eder.
Argümanın günümüzde yaygın olan bir yeşil versiyonu kadınlara empati, anaçlık, işbirliğine yatkınlık, ötekilere ve doğaya bağlılık gibi farklı ama birbiriyle ilişkili birçok erdem yükleyip bunları yine doğurganlık yetisiyle temellendirir. “Evdeki melek” olarak kadının yerine “ekosistemdeki melek” olarak kadını koyar. Viktoryen versiyonu gibi bu melek mitinin de kadınlar açısından değeri kuşkuludur; Batı kültüründe daha yaygın olan kadın düşmanı açıklamaların aksine kadınların varoluş tarzındaki güçlü yanları tespit etse de bunu yetersiz ve gerçekçi olmayan bir şekilde, yine iktidar dinamiklerini göz önünde bulundurmadan yapar.
Öykünün basit versiyonları bu nitelikleri kadınlara doğrudan ve evrenselleştirerek yükler. Oysa bu ancak kadınların yaşamlarının gerçekliğini, özellikle de kadınların hem kadın hareketi hem de toplum içinde bölünmüş olduklarını yadsıyarak yapılabilir. Tüm kadınlar empatik, anaç ve işbirliğine yatkın değildir. Bu erdemlerin çoğu gerçek bile olsa kadının yalnızca yakın çevresine karşı tutumuyla sınırlı olmuştur. Kadınlar ne diğer kadınları ille de kız kardeşleri olarak, ne de yeryüzünü ille de bir ana olarak görürler; kadınlar çatışmaya, tahakküm etmeye ve hatta yeri geldiğinde şiddet kullanmaya muktedirler. Batılı kadınlar altlarında buldozer, ellerinde testereyle doğaya saldırının ön cephesinde yer almamış olabilir ama çoğu destekçi taburlarda yer almış ya da dolaylı ve dolaysız pek çok yolla doğayı her gün yağmalayan tüketim kültürüne çoğu zaman bilinçsizce ama şevkle katılmışlar, bu kültürün başlıca simgeleri olmuşlardır. Elbette kadınlar doğanın yağmalanmasına karşı direniş ve örgütlenmede, yani erkeklerin önderliğinde ve erkek-egemen çevre hareketinde de temel ama büyük ölçüde görmezden gelinen bir rol oynamışlardır. Uzun süredir kadınların kimliğini şekillendirmiş olan görünmeyen ve küçümsenen alternatif ekonomi, yeryüzünü, gelişmiş dünyanın erkek-merkezli resmi ekonomisi kadar baskın bir biçimde hiçe saymaz. Göreceğimiz gibi, Batı’da toplumsal cinsiyet hiyerarşisinin doğa / kültür ayrımına taşınması biyosfere verilen zararın başlıca sorumlularından biri olmuştur. Ama eğer kadın olmanın otomatik bir biçimde ekolojik bilinç sahibi olmanın, doğaya ve başkalarına zarar vermemenin garantisi olduğunu zannedersek büyük bir hayal kırıklığına uğrarız
“Ekosistemdeki melek” özellikle farklılığı vurgulayan bu yüzyıldaki ikinci dalga feminizmin tipik olarak kadınlığın bireysel ve kültürel niteliklerini onaylamasının basitleştirici bir versiyonudur. Bu bağ kadının bir “melek” olduğunu öne süren yaklaşımın varsaydığı denli basit değildir – gerçekte “melek” argümanı klasik hatayı yaparak cinsiyet ile toplumsal cinsiyeti [sex ve gender] birbirine karıştırır, çünkü mesela fallusmerkezlilik ile insanmerkezcilik arasında bir ilişkiden bahsetmekle, kadınların genelde “doğaya yakın” olduklarından bahsetmek aynı şey değildir. Yine de kültürümüzün artık olumlaması gereken bu niteliklerin kadınlarla bağdaştırılması bir önem taşıyor. Ayrıca, insanın (özellikle de Batı’da) doğa ile ilişkisine dair öyküye toplumsal cinsiyetin eleştirel boyutunun eklenmesi de son derece önemlidir. Kadınlığın bu şekilde olumlanışında neyin özgürlükçü ve savunulabilir olduğunu açığa çıkarıp netleştirmek ve bu niteliklerin kadınlarla bağlantısını göstermek son yirmi yıl içindeki feminist kimlik, feminist kuram ve disiplin arayışının başlıca görevi olmuştur; bu görev siyasal ve felsefi anlayışlarımıza ve sınırlarımıza meydan okumayı sürdürmektedir.
İlk iki bölümün başlıca temalarından biri, bu olumlamanın anlatım ve anlamını, ekolojik feminizm davası açısından açıklayarak netleştirmenin gerekli olduğudur. Bu sorunlara ilişkin bir ekolojik feminist çözümleme de feminist kuramı zorlamış ve zaman zaman bölünmelere sebep olmuş bu sorunlardan bazılarını anlamamıza yardımcı olabilir. Bir eko-feminist konumun hem (toplumsal hareketler için) stratejik açıdan yararlı olacak şekilde hem de kuramsal açıdan sağlam bir biçimde geliştirilip netleştirilmesi çağımızın temel düşünsel girişimlerinden biridir. Ekolojik feminizm aslında yüzyılımızın ikinci yarısının iki büyük toplumsal akımının, feminizmin ve çevre hareketinin ortaya atmış olduğu bir dizi temel soruna verilen bir yanıttır ve ortak pek çok soruna hitap eder. Batı’da doğa ve kültür arasındaki büyük bölünme düşünülürse, bu ikisinin nasıl yeniden bütünleştirileceği ve geleneksel olarak değersizleştirilip dışlanmış olana olumlu bir değer yükleme işini, basitçe değerleri tersine çevirip kültür alanını reddetmekle yetinmeksizin nasıl yapabileceğimiz sorunuyla karşı karşıyayız. Ortak noktaları olduğu kadar çatıştıkları birçok alan da olan hareketlerin ve bunlarla bağlantılı (fallusmerkezciliğe ve insanmerkezciliğe yönelik) kuramsal eleştirilerin nasıl uzlaştırılacağı (ve uzlaştırılıp uzlaştırılmayacağı) sorunu da söz konusudur. Bunlar iki hareketin kuramları, stratejileri ve ittifakları açısından temel sorunlardır.
Yeşil Eleştiriler ve Kültürel Evrenselcilik
İki eleştiriyi de Batılı dünya görüşlerinin belirgin bir özelliği olagelmiş kibirli etnikmerkezcilikten kurtarmak da gereklidir. Ekolojik krizin perde arkasındaki kötü adamın genelleştirilmiş bir “ataerkillik” olduğu yönündeki değerlendirmeler örtük olarak Batı kültürünün insan kültürü olduğunu varsayar. Ama doğa, kültür ikiciliğinin ve bununla bağlantılı diğer ikicilikler ağının toplumsal cinsiyete dayalı niteliği bizatihi insan düşüncesinin ya da kültürünün bir özelliği olmayıp evrensel erkeği evrensel kadına bağlamaz; bu özellikle Batı düşüncesinin bir özelliğidir. Eleştirel bir ekolojik feminist çözümlemede bunun kabul edilmesi çok önemlidir, ama kimi çözümlemelerde bu net olarak yapılamamıştır. Örneğin, bazı Yeni Gine kültürlerinde kadınlar ev veya kültür alanı ile, erkekler de orman ve vahşi doğa ile bitiştirilir (McCormack ve Strathern 1980). Bu nedenle, bazı değerlendirmelerin yaptığı gibi kadının ezilmesinin tüm temel ve kaynağını yalnızca kadınların doğa ile bitiştirilmesinde bulamayız, çünkü kadın-doğa bağlantısını kurmayan ya da farklı bir toplumsal cinsiyet ikilikleri kümesine sahip olan kültürlerde de kadınlar genellikle görece güçsüz konumdadırlar. Yine de, Batı’da kadının ezilmesinin, ezilmenin Batı bağlamında aldığı özel biçimin kültürel gelişiminin temelini büyük ölçüde kadının doğa, erkeğin ise akıl ya da kültürle bitiştirilmesi oluşturur, dolayısıyla halen önemli bir açıklayıcı değere sahiptir. Kültürel evrenselciliği reddettiğimizde, birbirimiz ve doğa ile ilişkimizdeki özellikle Batı’ya özgü olan birçok şeyi açıklamak için bu özelliklerden yararlanabiliriz. Bunları bu kitapta bu şekilde kullanmaya çalıştım.
İnsanlık ve doğa kavramları, insanmerkezciliğin eleştirisinde de aynı şekilde evrenselleştirilerek kullanılmıştır. Eleştirmenler geniş kapsamlı bir “insan” kategorisini kullanmanın, insan grupları arasındaki büyük önem taşıyan kültürel ve diğer farklılıkları ve doğanın sömürülmesindeki sorumluluk ve çıkar farklılıklarını belirsizleştirmesinden haklı olarak yakınmıştır (Bookchin 1988; 1989).(2) Yaşamları pahasına ormanı koruyan Penanlar, “insan” diye geniş bir kategoriye yerleştirilerek, orman tahribatından Batılı kalkınmanın failleri ile aynı ölçüde sorumlu tutulamazlar. Evrensel bir “insanlık” kavramı, siyasal eleştiriyi saptırmak; doğanın tahribatını yönlendiren güçlerin ve bunun ürünü olan zenginliğin, çoğunluğu beyaz ve çoğunluğu erkek olan, hiçbir sorumluluk duymayan bir seçkin kesimin elinde olduğu gerçeğini gizlemek için de kullanılabilir. Bu eleştiri, sorunun kaynağının basitçe insan türü olduğunu savunan ve sorunun can alıcı önemdeki toplumsal, siyasi ve toplumsal cinsiyete dayalı çözümlemelerinin üzerini örtmek için genel “insan” kavramını kullanan yaklaşımlar için de geçerlidir. İnsanmerkezciliğin eleştirisinin bu sorunlu formülasyonları insanın “doğasında” türe özgü bir çeşit bencillik olduğunu varsayıp çözüm olarak insan nüfusunda genel bir azalmaya odaklanma eğilimindedir.
Ama bu yaklaşım, Batı kültürü gibi belirli etkili kültürlerin insan kimliğini nasıl ele aldıklarının eleştirisi ile karıştırılmamalı. Burada geliştirilmiş olan eleştirinin yaklaşımına göre sorun insan olmak değil, bazı kültürlerde, özellikle ve en başta da Batı kültüründe belirli bir insan kimliğinin ve doğa ile ilişkiler anlayışı ve pratiğinin gelişmiş olmasıdır. Buradaki fark ataerkil tahakkümü çözümlerken sorun olarak erkekleri (biyolojiyi) gören yaklaşımla, erkek kimliğinin belli toplumsal ve kültürel bağlamlardaki belli anlayış ve pratiklerini (toplumsal cinsiyeti) sorun olarak gören yaklaşım arasındaki fark ile karşılaştırılabilir. Bu noktada pek çok karışıklık çıkmış, insanın tahakkümünü sorgulayan eleştiriler “insan-karşıtı” olmakla, insan olmayı bir hastalık saymakla vs. suçlanmıştır (Bookchin 1988). İnsanın kurduğu tahakkümün eleştirisi kendinden nefretin ve insan türünün kolektif suçluluk hissinin kültürdışı veya tarihdışı bir ifadesi değil, özeleştirel bir yaklaşımı samimi ve sağlıklı bir biçimde hayata geçirmenin bir parçası olmalı.
Aynı şekilde bu eleştiri, bir bütün olarak insan türünün yeryüzü üzerindeki hak iddialarında ve öteki türlerle ilişkilerinde belli sınırlar olduğunun kabulünü içermelidir, ama bu hiçbir şekilde genel bir nüfus azalmasının gerekli olduğu gibi basit bir teze ya da farklı insan topluluklarının doğanın tahribatından eşit derecede sorumlu oldukları ve eşit ölçüde çıkar sağladıkları görüşüne dönüştürülemez. İnsanın yeryüzünü sömürgeleştirmesi rekabetçi ve şovenist anlamda, kimi insanların (ki bu evrimsel bir olgu değildir) kısa vadede diğer türlerin aleyhine bundan yarar sağlaması anlamında insanmerkezlidir. Fakat bu iyi anlamda bir insanmerkezlilik değildir, çünkü bu sürece ya da sürecin akılcı emperyalizm ideolojisine tüm insanlar katılmaz ya da bundan çıkar sağlamaz. Nasıl ki pek çok insan doğaya saldırının çıkar ortağı olmaktan çok kurbanı olmuşsa –kadınlar ve tam anlamıyla insan kabul edilmeyenler de dahil olmak üzere– pek çok insan da bu emperyalizmin akılcı hiyerarşisinin kurbanı olmuştur.
Böyle anlaşıldığında, insanın tahakkümünün eleştirisi, hiyerarşiyi reddeden daha eski eleştirilere hiçbir şekilde ters düşmez. Hatta bu, hiyerarşiye dair kavrayışımızı tamamlayıp geliştirir. Ama eşitlik ve kardeşliği öne çıkaran feminizm öncesi eleştirilerin varsaydığı gibi nasıl ganimetin erkekler arasında daha eşit biçimde paylaşılması kadınların sömürülmesini haklı çıkartmıyorsa, ekoloji öncesi eleştirilerin çoğunlukla öne sürdüğü şekilde doğanın tahribatı da sonuçlarının insan toplulukları arasında daha eşit bir biçimde paylaştırılmasıyla haklı çıkartılamaz. İnsanın doğa üzerindeki tahakkümü, insanın insan üzerindeki tahakkümü ile aynı kumaştan dokunmuştur ama kendine özgü bir deseni ve modeli vardır. İnsanın doğa ile ilişkileri sadece etik değil aynı zamanda politiktir.
Ekolojik Feminizm ve Yeşil Kuram
Kabaca “yeşil kuram” diye adlandırabileceğimiz şey, aralarındaki ilişkiler son zamanlarda ateşli ve çoğu kez sert tartışmalara konu olmuş olan, ortak bazı temelleri olsa da birbirlerinden büyük ölçüde ayrışan birçok alt-eleştiri ve konumu içine alır.(3) Bu tartışma yeşil hareketin hâlâ tutarlı bir özgürlükçü kuramdan yoksun olduğunu göstermiş, hareketin doğaya verilen zarardan farklı biçimlerde etkilenmiş olan farklı çıkar grupları için uygun bir siyasi ittifaktan öte bir şey olup olmadığı ve bunun ötesine geçip geçmemesi gerektiği sorusunu doğurmuştur.
Yine de, hareketin son yirmi yıldır dile getirmiş olduğu kaygıların hakkını vermek için, insan ve insandışı varlıklar üzerindeki tahakküm biçimlerini birleştiren böyle bir perspektifin hem mümkün hem de gerekli olduğu görülüyor. Çevreci eleştirilerin en önemli yanları, doğa üzerinde denetim ve sömürünün insan üzerindeki denetim ve sömürüye katkısından ve hatta bu ikisi arasında kuvvetli bir bağ olduğu tezinden yola çıkar. Sayısız araştırmanın da gösterdiği gibi, üçüncü dünyada yüksek teknolojiye dayalı tarım ve ormancılık, ekolojiye duyarsız olmanın yanı sıra ayrıca, örneğin, erkeklerin iktisadi kontrolünü kadınların aleyhine artırarak seçkinlerin yönetimini güçlendirir, böylece toplumsal eşitsizliği çoğaltır ve bu bağlantı rastlantısal değildir. İnsanlar hem çevrenin tahribatından hem de tahribat sürecinin kendisinden zarar görür çünkü bu sürecin seçkinlerinki dışında ihtiyaçlara saygısı yoktur. Bizleri hem sonuç (doğanın tahribatı) hem de süreç (teknolojik zulüm, başka bir deyişle metalaşma amacına hizmet eden teknolojik rasyonalite) öldürür. Ortak nehirlerden kana kana içtiğimiz bedava su, ortak soluduğumuz bedava hava her geçen gün yaşamımızı sürdürmemiz için daha da elverişsiz bir hale gelirken, sağlıklı bir yaşam için gerekli olan biyosferik araçlar giderek özelleştirilerek, onlar için para ödeme lüksüne sahip olanların ayrıcalığına dönüşmektedir. Kaybedenler ise, ellerinde piyasa gücü olmayan insanlar ve insandışı varlıklar olacağından (ki birçok yerde bu şimdiden böyle), çevre meseleleri ile adalet meseleleri hızla birbirine yaklaşmalıdır.
Bu iki tür tahakkümü sadece geçici ve rastlantısal bir ittifak içinde görmeyeceksek (ki bu yeşil hareketin en önemli içgörülerinden vazgeçmek olurdu) bir yeşil felsefenin yeterli sayılabilmesi için her iki tür kaygıya, insani toplumsal sistemlere ve doğaya ilişkin kaygılara yanıt bulması ve bunlar arasındaki bağlantı ve uzlaşmaya önemli bir yer ayırması gerekir. Toplumsal ekoloji, derin ekoloji ve ekofeminizm gibi farklı konumları içeren siyasi ekolojiyle ilgili iç tartışmalarda özgürlükçü tutarlık sorunu ve radikal hareketler arası ilişkiler ile bu yeşil konumların her birinin bağlantılı olduğu farklı baskı eleştirileri arasındaki ilişkiler sorunu da tartışma konusu edilir. Tutarlık arayışı, her bir ezilme biçiminin zorlukla kazanmış olduğu kimliğin tek bir şekilsiz ve devasa hareketin içinde eritilmesini değil, her bir ezilme biçiminin hem pratik hem de kuram düzeyinde diğer baskı biçimlerine duyarlı olmasını talep eder.(4)
Toplumsal Ekolojinin Çerçevesi
Ekolojik sorunları toplumsal hiyerarşi ve piyasa toplumu açısından çözümlemek için radikal gelenekten yola çıkan toplumsal ekoloji ilk bakışta, tutarlı bir özgürlükçü perspektif arayışında ümit veren bir alana benzer. Fakat en ünlü temsilcisi Murray Bookchin’in son yapıtında dile getirdiği haliyle toplumsal ekoloji, sömürü biçimleri arasındaki ilişki sorununu alışılmış ama büyük ölçüde sorunlu olan bir yolla, baskılar arasında bir hiyerarşi yaratarak çözmeye çalışır. Bookchin çalışmalarında insanlar arası hiyerarşi ve merkeziyetçiliğin ekolojik felaketteki rolüne yönelik bir eleştiriyi, çoğunlukla güçlü bir biçimde geliştirirerek temel toplumsal yapılara yönelik eleştirinin sürdürülmesi gerektiğini vurgulamıştır. Ama son yapıtı insanın doğa üzerindeki tahakkümünün tam bir eleştirisini ortaya koymakta ve hiyerarşiye bağlı olmayan bir farklılık kavramını kabul etmekte yetersiz ve isteksizdir. Son dönemlerde genel bir uzlaşmaya yönelik son (kuramsal açıdan yüzeysel) çabalar, kuramsal ayrılıklara son verememiştir (Chase 1991). Bookchin’in son yapıtı, kuramının insanmerkezciliklerin yeni eleştirisine büyük ölçüde düşman olduğu ve bunu insan üzerindeki tahakkümün bir biçimi olarak görmeye pek hevesli olduğu konusunda kuşku bırakmıyor. Bookchin insanın doğa üzerindeki tahakkümünün insan üzerindeki tahakkümünden sonra geldiğinden ve bütünüyle ikincil olduğundan emindir, bizim de emin olmamızı ister. Böylece bir tarihsel indirgeme tezi öne sürer.
Doğayı tahakküm altına almaya ilişkin bütün kavramlarımız insanın insana tahakkümünden kaynaklanır. … [Bu] tarihsel ifade insanın insana tahakkümünün, kesinlikle doğanın tahakküm altına alınması kavramını öncelediğini beyan eder. (Bookchin 1989: 55*)
Bookchin’e göre insanın insana tahakkümü başka şekillerde de önce gelir. Değerlendirmesi insanın kurtuluşunu vurgular, fakat bunu bir “toplumsal nedenden çok toplumsal semptom” (1989: 37) olarak betimlediği doğanın özgürlüğünden ayrılmaz görmediği gibi, stratejik olarak öncelikli sayar ve ondan önce gelmesi gerektiğini savunur (1989: 68-9). Bookchin’in sözleri, gerçekten rasyonel ve ekolojik olan bir topluma kavuşma umudundan önce, insanlararası hiyerarşinin tüm biçimleriyle ortadan kaldırıldığı bir toplum yaratmamız gerekir diye okunabilir (1989: 55). Toplumsal ekolojide radikal bir siyasi yönelim vurgulansa da, Bookchin’in sosyal ekoloji yorumu siyaseti insanlararası ilişkilerle sınırlıyormuş, metinleri de Batılı insan-doğa ilişkilerindeki sömürgeci siyasete duyarsız kalıyormuş gibidir. Nitekim Bookchin Toplumu Yeniden Kurmak’ta insandışı doğadan “basit” ya da “sadece” sözcüklerini kullanmadan nadiren söz eder (örneğin Bookchin’e göre derin ekolojistler “insanı basit hayvanlıkla bir tutmak” ister ve “insanlığın basit bir tür olarak ‘biyosferik demokrasi’ içinde eriyip gitmesini”, insanlığı “birçok yaşam biçimi arasından sadece birine” indirgemeyi savunurlar [1989: 52]). Derin ekolojinin bazı biçimlerinin savunduğu daha eşitlikçi yaklaşım, insanı alçalttığı ve insan türüne özgü rasyonel niteliği reddettiği gerekçesiyle şiddetle kınanır.
Bookchin’e göre ekolojik krizin gerektirdiği, Batılı kültürel akıl ideallerinin kendilerini kadın olana, doğa ve geçim alanına karşıt olarak tanımlanı olduklarını öne süren çevreci, feminist ve postmodernist eleştirmenlere (Midgley 1980, Harding ve Hintikka 1983; Lloyd 1985; Fox Keller 1985; Harding 1986) karşı aklın ve Batı geleneğinin üstünlüğünü savunmaktır. Bookchin’in ekolojik akılcılığı, karşıt olarak hümanist-aydınlanmacı bir yaklaşımla maneviyat karşısında aklı vurgular ve insanın farklılığı ve kimliğinin temeli, insanın doğaya karşı üstünlüğünün başlıca gerekçesi olarak aklın geleneksel rolünü savunur. İnsanmerkezciliği ekolojik açıdan eleştiren birçok kişi (örneğin Dodson Gray [1979: 19]), Batı kültüründe egemen eğilimin farklılığı hiyerarşi açısından yorumlamak olduğunu ve doğaya karşı daha az sömürgeci bir yaklaşımın insan aklını ve insanın farklılığını yadsımayı değil, aklın üstünlük ve tahakkümün temeli olarak görülmesinden vazgeçmeyi gerektirdiğini öne sürmüştür. Oysa Bookchin, doğa karşısında insanın hiyerarşik bir üstünlüğünün olduğunu yadsımayı, insanın farklılığını yadsımak olarak, aklın sömürgeci biçimlerinin reddini de her tür rasyonalitenin reddedilmesi olarak sunmaktadır.
Bookchin dahil toplumsal ekolojistlerin, Batılı radikal geleneklerin içinde bulunduğumuz ekolojik çıkmaza dair değerli kavrayışlar sunabileceklerine duydukları inancın hatalı olmadığını düşünüyorum. Ama Batı’nın en iyi radikal gelenekleri, en azından özeleştirel evrelerinde, Batı kültürünü evrimin doruklarına yerleştiren bir felsefenin sömürgeci siyasetinin sorunlu olduğunu görmelidir. Bookchin’in yeni-Hegelci ekolojik akılcılığı ile doğa alanını ve Batılı-olmayan kültürü aşağısayan Batı merkezli akılcı kavramlardan herhangi birinin –rasyonallik, ilerleme, “ilkelcilik”, gelişme ve uygarlık– yeniden değerlendirilmesi birbiriyle uzlaşmıyor. Bu akılcılık, sömürgeciliği kuşatan büyük ilerleme mitine ve diğer ideolojilere karşı cephe almayı, yani aşağı bir geçmişle, aşağı bir Batılı-olmayan öteki ile ve bununla bağlantılı olarak da yerli kültürlerin “geri” (kendi numunelik uygarlığımızın ilk aşamaları) olduğu anlayışıyla hesaplaşmayı başaramıyor. Bookchin’in yapıtında “atacılık” ve “ilkelciliğe” sürekli kötü göndermeler yapılmasında karşıolumsal [oppositional] bir akıl kavramının korunduğu görülüyor, bu kavramın dışladıklarına yönelik daimi bir korku ve inkâr okunuyor.
Aynı şekilde, insanların (Bookchin’in “kendisini bilip, kendi evrimini yönlendirebilen düşünen bir doğa, kendisini-düşünebilen ilk doğa” [1990: 182] olarak tanımlamış olduğu) “ikinci doğa”yı temsil ettiği ekolojik bir toplumda, kurtuluş kavramı, geleneksel ve hiyerarşik insan modelini, yani doğayı kendi büyük çıkarları adına yöneten rasyonel “kahyalar” modelini desteklemek için kullanılır. “Kendi bilincine varmış doğa olarak insan” kavramı ilk doğaya hiçbir bağımsızlık, farklılık ve kendi kendini yönlendirme alanı tanımaz ve rasyonel “ikinci doğa” ile rasyonel-olmayan ilk doğa arasındaki çıkar çatışmasını dile getirmeyi olanaksızlaştırır.(5) Demek ki Bookchin’in toplumsal ekoloji yorumu, insan toplumundaki bazı hiyerarşi biçimlerine odaklanır, ama hümanist, Aydınlanmacı, Hegelci ve Marksist geleneklerin pek çok sorunlu yönünü de miras alır (Plumwood 1981). İnsanın doğayı sömürgeleştirmesiyle yakından bağlantılı olan varsayımları savunup, bunlara dayanan insanlararası hiyerarşi biçimlerini korur. Toplumsal ekoloji her ne kadar kendisini tahakküme yönelik farklı eleştirileri uzlaştırmanın bir yolu olarak sunsa da, en azından Bookchin’in yorumu bu hedefin çok uzağına düşüyor.(6)
Derin Ekolojinin Sorunları
İnsanmerkezciliğin ya da insanın doğa üzerindeki tahakkümünün eleştirisi henüz yeni de olsa, bence Batı toplumu, tarihi, bugünkü sorunları ve tahakküm yapılarına ilişkin kavrayışımıza yapılmış paha biçilmez önemde bir katkıdır. Ne var ki, şu anda derin ekolojinin önde gelen kimi savunucularının temsil ettiği şekliyle bu eleştiri, Bookchin’in topulmsal ekoloji değerlendirmesi denli sorunlu olup aynı şekilde diğer yeşil konumları kendi içinde sindirmeye ya da bertaraf etmeye dayalı bir strateji izler.(7) Önde gelen derin ekolojistlerden Warwick Fox doğa üzerindeki tahakkümle ilgili kendi eleştirisinin, insan üzerindeki tahakkümü de açıkladığını savunur ve sık sık bunun “en temel” eleştiri olduğuna dair karşı-savlar öne sürer. Fox aynı zamanda (ve tutarsızlığa düşerek) diğer tahakküm biçimlerine ilişkin eleştirilerin çevresel kaygılarla alakası olmadığını düşünür, örneğin feminizmin çevre ahlakı kavramına ekleyeceği bir şey olmadığını iddia eder (Fox 1984: 14). İnsan toplumunun içersindeki hiyerarşinin, doğanın tahribatına dair açıklamalarla ilgisi olmadığını ilan eder.(8)
Toplumsal ekolojinin insan ile insandışı varlıklar arasındaki ilişkilerin insanlararası ilişkiler kadar siyasi olduğunu kavrayamayıp farklı eleştirileri birleştirememesi gibi, burada geliştirildiği biçimiyle derin ekoloji de konu edindiği insan / doğa üzerindeki tahakkümün siyasi açıdan yeterli bir biçimde kavranabilmesi imkânını bir başka yolla ortadan kaldırır. Bu yüzden, derin ekolojinin egemen biçimleri, çözümlemelerinin temel kavramı olarak siyasal bir pratikten çok, bireysel bir psişik edim olarak kavranan özdeşleşme kavramını tercih ediyor ve kişisel dönüşümü vurgulayıp, toplumsal yapıyı göz ardı eden bir kuram yaratıyorlar. Egemen yaklaşım hem bireycidir (bireyden ötesini görebilen bir değişim çerçevesi sunmakta yetersiz kalır) hem de psikolojisttir (psikoloji dışındaki etkenleri ihmal eder).
Temel kavramları olan ekolojik benlik de benzer bir apolitik anlayışla ele alınmıştır; sordukları açıklamanın, bu noktada bir yandan çeşitli Doğu dinleriyle sıkı bağlar kurarken, bir yanda da feminist benlik açıklamaları ve feminist kuram ile kurulabilecek önemli ve verimli bağlantıları göz ardı ederek yolundan saptığı görülüyor (Warren 1990; Cheney 1987; 1989). Altıncı ve Yedinci bölümlerde öne sürdüğüm gibi sonuçta ortaya bir karşılıklılık psikolojisi değil, bir kendine katma psikolojisi çıkıyor. Fox psikolojik egoizm ile bir tuttuğu aşırı kişisel bağlılık biçimindeki bencilliğin, “sahiplenmecilik, açgözlülük, sömürü, savaş ve ekolojik yıkımın” temel nedeni olduğunu düşünür (Fox 1990: 262). Bizleri kişisel bağlılığın egoizmini aşarak doğayı dikkate almaya teşvik eden bir çözümlemenin siyasal vukufunun derinliği, toplumsal eşitsizlikle ilgili sorunları bireysel özgecilik yoluyla çözmeye teşvik eden bir toplumsal çözümlemeninkine denktir. Böyle bir çözümleme ayrıca eleştirellikten uzak bir biçimde kişisel bağlılığın ahlaklı yaşamın karşıtını oluşturduğunu varsayar ki bu yaklaşım son dönemlerde özellikle feministlerden gelen ve gitgide artan haklı saldırılara hedef olmuştur (Yedinci Bölüm). Derin ekolojinin bu biçimi, radikal eleştiriden kaçınarak, yeşil siyasete tekrar tekrar ısıtılıp önümüze sürülen bir “yeşil” liberalizm sosu katan siyasal tarife güzel bir dinsel ve manevi cila çeker. Toplumsal ekoloji gibi, derin ekoloji de bugünkü biçimiyle tutarlı bir özgürlükçü perspektif sunmakta yetersiz kalır (Elkins 1989).(9)
Bu noktaları göz önünde bulundurduğumuzda, bugün ifade edildikleri biçimleriyle derin ekolojinin de toplumsal ekolojinin de yeterli bir yeşil kurama sağlam bir temel oluşturamayacağı görülür. Toplumsal ekoloji çevre sorunlarının insanın insan üzerindeki tahakkümünden kaynaklanan toplumsal sorunlar olduğunu vurgulasa da, insandışı doğa üzerindeki tahakküm konusunda pek az duyarlılık gösterir. Derin ekoloji ise çeşitli dinsel ve kişisel değişim gelenekleriyle bağlantıya açık olsa da insanların ezilmesine yönelik eleştirilerle bağlantı kurmasını önleyen bir kuramsal temel seçmiştir. Öyleyse ekoloji-yönelimli bir feminizm, yeşil hareketin özgürlükçü kaygılarını bünyesine katıp bütünleştirmeye yeterli bir kuramsal temeli sunabilecek bir yaklaşım olarak günümüzdeki adaylar arasında en çok ümit verendir. Kadınlar üzerindeki tahakküm elbette feminizmin tahakküm anlayışının merkezidir, ama bu aynı zamanda diğer birçok tahakküm biçimini de aydınlatabilecek olan sağlam bir kuram modelidir çünkü ezilenler genellikle hem kadınlaştırılmış hem de doğallaştırılmıştır. Rosemary Radford Ruether gibi ekolojik feminist yazarlar, kadınlar, diğer insan grupları ve doğa üzerinde kurulan tahakkümler arasındaki bağları her zaman vurgulamıştır.(10) Ruether şöyle yazar: “Bir ekolojik etik, toplumsal tahakküm ile doğa üzerindeki tahakkümün karşılıklı-bağlantılılığını kabul eden bir çevresel adalet etiği olmalıdır.” (1989: 149) Ekolojik feminizm böyle bir karşılıklı-bağlantılılığın değerlendirilmesi için mükemmel bir çerçeve sunar. Ben burada, böyle bir değerlendirmenin bazı felsefi temellerini sunmaya yelteniyorum.
Notlar
* Kitap boyunca, “rationalist” ve “rationalism” “akılcı” ve “akılcılık” olarak, “rational” ve “rationality” ise “rasyonel” ve “rasyonalite” olarak karşılanmıştır. Son iki terim “akli” ve “aklilik” olarak da karşılanabilir. (e.n.)
(1) Çeşitliliğe bir örnek göstermek gerekirse: Ekolojik feminizmin, özellikle 1970’lerde ve 80’lerin ilk yarısında yaygın olan, kültürel feminizme yakın yorumları genellikle kadınların ezilmesinin diğer her tür baskıyı açıklayan temel baskı biçimi olduğunu öne sürer. Charlene Spretnak’ın yazdığı gibi bu konumlar için “erkeğin kadın üzerindeki hâkimiyetinin arkasında yatan dinamikleri –büyük ölçüde korku ve hınç– belirlemek, hiyerarşik, militarist, mekanik, endüstriyelist biçimleriyle ataerkil kültürün her çeşit dışavurumunu kavramanın anahtarıdır” (Spretnak 1990). Toplumsal ekolojik feministler, siyah feministlere katılarak kadının ezilmesini diğer ezilme biçimlerinden biri olarak gürürler (hooks 1981; 1984; 1989; Combahee 1978). Toplumsal ekolojik feminizm, özellikle de siyah ve sömürgecilik-karşıtı feminizmden ve sosyalist feminizmden beslenir (Ruether 1975; Haraway 1989; 1991; Hartsock 1985; Mies 1986; Warren 1987; 1990; King 1989; 1990; Shiva 1989; 1992; Spelman 1988). Fakat yalnızca ırk, sınıf ve toplumsal cinsiyetle ilgilenen yorumlardan farklı olarak (Wajcman 1991; Walby 1992), doğaya ilişkin kaygılarla sömürünün çok yönlü temelleri hakkındaki araştırmaları birleştirerek, tüm bu sömürü biçimlerinin birbirlerini karşılıklı olarak belirleyip desteklediklerini gösterir. Karen Warren böyle bir feminizmin “[sosyalist ve siyah feminizmin sunduğu] bu içgörülere dayanarak kadınların kurtuluşunu tüm baskı sistemlerinden kurtuluş ile birleştiren daha kapsamlı ve bütünlüklü bir feminizm” oluşturacağını yazar (1987: 133). Böyle bir feminizm, feminist düşüncenin içgörü ve analizlerini doğanın tahribatına ilişkin kavrayışı geliştirmek için kullanabilir, hem de birini öbürüne indirgemeye kalkışmaksızın. Ekolojik feminizmin bu biçimi kadınların mücadelesinin doğa için mücadeleyle özdeş olduğu ya da bir sorunu çözmekle diğerinin de kendiliğinden çözüleceği tezine katılmaz, bu tez birbiriyle bağlantılı birçok fenomen arasında ille de bir nedensellik bağı kurma hatasının bir örneği olarak görülür. Bkz. Plumwood (1991a). Metne dön
(2) Murray Bookchin, derin ekoloji hakkında şöyle yazar: ” ‘İnsanlık’ bir evrensel suçluluk hissi âleminde herkesi kucaklayan belirsiz ve doğaüstü bir biçim olarak zuhur eder. …toplumsal olan ve “İnsanlığı” çeşitli topluluklara –erkekler, kadınlar, etnik gruplar, ezenler ve ezilenlere– bölen farklar görünmez olur (1988: 6A). Metne dön
(3) Toplumsal ekoloji, ekofeminizm ve derin ekoloji arasındaki ekopolitik tartışma için bkz. özellikle Biehl (1987; 1988; 1991); Bookchin (1988; 1989; 1991); Bradford (1989); Chase (1991); Cheney (1987); Eckersley (1989); Fox (1989); Plumwood (1991a). Yararlı bir katkı ise Tokar (1989). Metne dön
(4) Birçok postmodernist yazar, hareketler arası bağlantı söz konusu olduğunda massetmeye ya da “bütünleştirmeye” [totalisation] şiddetle karşı çıkar, ama etkileşim olanağını, karşılıklı olarak bozma, parçalama ya da istikrarsızlaştırmadan daha olumlu terimlerle tahayyül etmekten acizdir (Quinby 1990). Bu, efendiye karşı etkili bir muhalefeti engellemeyi amaçlayan “felsefi bir sigorta poliçesi”dir gerçekten de (Brennan 1991b). Metne dön
* Murray Bookchin, Metne dön
(5) Bookchin’in konumuna derin ekoloji açısından getirilen bir eleştiri için bkz. Eckersley (1989). Metne dön
(6) Bir diğer toplumsal ekolojist, Biehl (1988: 5-7), Bookchin’in karşıolumsal bir rasyonalite kavrayışı savunusunu ve Aydınlanma hümanizmine verdiği önemi korur. Bookchin’in doğa üzerindeki tahakkümün ikincil nitelikte olduğu yönündeki tezini onaylayarak, buna yöneltilen eleştiriyi reddeder (Biehl 1991). Bazı başka toplumsal ekolojistler ise bu denli uçta olmayan konumları benimserler. Mesela Tokar ve Bradford derin ekolojinin bugünkü biçimlerine ve siyasal yönelimine ciddi eleştiriler yönlendirseler de insanmerkezliliğin genel eleştirisini onaylama eğilimi gösterirler (Tokar 1989; Bradford 1989). Metne dön
(7) Derin ekoloji çevre hareketinin bazı kesimlerinde büyük saygı görür ve çoğunlukla insanmerkezciliğin eleştirisi ile özdeşleştirilir; oysa bu, sadece kavramsal seçenekler açısından değil, tarihsel olarak da büyük bir hatadır. Ancak (çok sayıda konuma açık olan Naess dışında [1989]), derin ekolojistler bu hatayı düzeltmeye pek de hevesli değil. Aslında insanmerkezciliğin eleştirisi çevre felsefesinin çeşitli okulları tarafından değişik şekillerde geliştirildi; derin ekoloji de bu yollardan sadece biri, üstelik en tatmin edicisi de değil. Bu nokta son derece önemli çünkü birçok eleştirmen derin ekolojinin temsil ettiği türden eleştiriyle, yani insanmerkezciliğin eleştirisiyle bu eleştirinin derin ekolojiye özgü gelişiminin özgül ayrıntılarını birbirinden ayırt etmiyor. Bu meselenin diğer seçeneklerin nasıl göründüğü üzerinde ve derin ekolojinin temsil ettiği türden bir girişimin farklı bir şekilde yeniden kurulup kurulamayacağı ya da bazı eleştirmenlerin öne sürdüğü gibi böyle bir girişimden tamamen vazgeçilip geçilmemesi gerektiği konusunda önemli bir etkisi var. Bu bağlamda “hafif”, “koyu” ya da “derin” yeşil kuram gibi bir terminoloji sıkça kullanılmıştır, ancak farklılığın bir tayf üzerinde gösterilip gösterilemeyeceği tartışması hâlâ sürmektedir. Ben bu çalışmada bu terminolojiyi tayf fikrini desteklemek için değil insanmerkezciliğin eleştirisinin ya da “derin yeşil kuram”ın, kendilerini “Derin Ekolojistler” olarak tanımlayan Naess, Sessions, Devall, Fox ve diğerlerinin geliştirdikleri şeklinden çok daha geniş ve çeşitli olduğu ve bu türden derin ekolojiyi özel bir altküme olarak içerdiği fikrini terminolojik olarak hesaba katmak için kullanıyorum. Bu mesele büyük bir karışıklık ve muhafazakârlık kaynağı olagelmiştir. Metne dön
Bu konuya dikkat çekmenin burada benimsemediğim bir diğer yolu da, bu özel konumun büyük harflerle “Derin Ekoloji” olarak, insanmerkezciliğin eleştirisini yapan genel eleştirinin de “derin ekoloji” olarak anılmasıdır. Bkz. Steve Chase (1991). “Derin Ekoloji” terimi için bkz. Arne Naess (1973 ve 1988a). Bill Devall ve George Sessions (1985); Warwick Fox (1990). Derin yeşil kuramın, derin ekoloji dışındaki gelişimi için bkz. Plumwood ve Routley (1979). Metne dön
(8) Warwick Fox (1989: 5-25); feminizmin konuyla ilgisizliği meselesi için bkz a.g.y. (14, n. 22). Ayrıca bkz. Eckersley (1989: 101). Bu konuyla ilgili tartışma için, bkz. Karen Warren (1990: 144-5) ve Plumwood (1991a). Metne dön
(9) Bu görüşe, Jonathon Porritt’in Nisan 1991’de New South Wales Üniversitesi’nde düzenlenen Beşinci Ekopolitika Konferansı’na sunulan ve ABC Radyo bant kayıtlarından temin edilebilecek olan “Yeşil Siyaset” başlıklı yorumlarında rastlanır. Ayrıca bkz. Jonathon Porritt (1984). Derin ekolojistler Fritjof Capra’nın çalışmalarını kendi siyasal düşüncelerinin en iyi gelişimi olarak övmüşlerdir (bkz. örneğin, Fox 1990: b53). Stephan Elkins (1989) bunun aksine, Capra’nın toplumsal ve siyasal kuramının “iç tutarlıktan yoksun eklektik bir potpuri” olup (a.g.y., 59) herhangi bir özgürleştirici toplumsal değişim perspektifinden yoksun olduğunu kuvvetli bir biçimde savunur. Metne dön
(10) Ayrıca bkz. Ruether (1975), Griscom (1981), Ynestra King (1981). Metne dön , çev. Kaya Şahin, İstanbul: Metis, 1999.
http://www.metiskitap.com/Scripts/Catalog/Text.asp?ID=11359&BID=1858
Val Plumwood |
|
Avustralyalı bir eko-feminist düşünür olan Plumwood, ormanları koruma mücadelesine kendini adamış bir aktivisttir ve ormanda yaşamaktadır. Avustralya’da Kakadu Milli Parkı’nda bir timsahın saldırısına uğramış, fakat hayatta kalmayı başarmış ve yaşadığı deneyimi “Being Prey” (Av Olmak) adıyla yayımlamıştır. Çeşitli dergi ve gazetelerde çok sayıda makalesi yayımlanmış olan yazarın diğer eserleri şunlar: The Fight for the Forest (Orman Uğruna Mücadele, 1973), Environmental Culture: the Ecological Crisis of Reason (Çevre Kültürü: Aklın Ekolojik Buhranı, 2002). |
Like this:
Like Loading...
November 17, 2009
Posted by e |
ekoloji, ezilenler, kadın ve doğa / ekofeminizm, sistem karsitligi |
Leave a comment

– – 04 Şubat 2009
(Movimento dos Trabalhadores Rurais Sem terra)
Topraksız İşçi Hareketi (MST)serbest piyasa kapitalizmine ve onun ideolojisi olan neoliberalizme karşı Latin Amerika’da direnişte önemli rol oynayan hareketlerden biridir.
Topraksızlar, önceden belirledikleri büyük toprak sahiplerine ait toprakları işgal edip burada alternatif bir yaşam sürmekte. “İşgal et, diren ve üret”, kısa adıyla MST’yi anlatmanın en iyi yolu.
MST bütün eylemlerini 1964 Brezilya toprak yasasının “Özel mülkler, ekilmediği ya da mülk sahibi ile işçiler arasında çelişkiler ortaya çıktığı ya da çevresel zararın doğduğu koşullarda kamulaştırılabilir” ile ilgili maddesine göre yapmaktadır.
Askeri diktatörlükten uzun yıllar sonra, Brezilya yeni demokratik esintilerden nasibini alıyordu. Halkın memnuniyetsizliğini ortaya koyan eylemler hızla artmıştı, özellikle Sao Paulo’nun dış mahallelerinde önemli sendika mücadeleleri yaşanıyordu; bunlar İşçi Partisi ve sonrasında Birleşik İşçiler Sendikası’nın orijinal çıkış noktasını teşkil ediyordu.
Bu durum, diğer şeyler arasında, ordu tarafından uygulanan ekonomik modelde baş gösteren krizin yarattığı bir boşalmaydı. Bu krizin bir sonucu olarak, -ülkenin Güney ve Orta bölgelerinin kırsal kesimlerinin kapitalist modernleşmesi nedeniyle olduğu kadar Kuzey ve Orta-Batı bölgelerdeki kuraklık ve sefalet nedeniyle topraklarını terk eden- köylülerin şehirlerde iş bulma olasılıkları gittikçe azaldı. Diğer yandan, tarımsal koloni bölgelerine göç etmek de bir çözüm olarak işe yaramadı. Köylüler açısından tek çıkış yolunun yaşadıkları yerlerdeki toprağı yeniden ele geçirmelerine olanak sağlayacak farklı eylemler aramak olduğu -özellikle ülkenin bütün bölgelerinden yeterinden fazla işlenmemiş toprak olduğu göz önünde bulundurulursa- çok daha açık hale geldi. Böylelikle 70’li yılların sonu itibariyle toprak işgalleri başladı.

Hareket önceden belirlediği toprağı işgal edip geceleri kamyonlarla, traktörlerle getirdiği aileleri buralara yerleştirmekte. Yerleşimin ardından güvenlik en büyük sorun çünkü toprak sahiplerinin saldırıları her şekilde devam etmekte. İlk yerleşimden sonra karar alma sürecinden, toprağın işletilmesine kadar her şey kolektif olarak yapılmakta.
Hareket toprağı zapt etmenin ve köylü ailelerini yerleştirmenin yeterli olmadığının farkında; ayrıca köylüler için toprağı işleme koşullarını yaratmak ve yaşamlarını sürdürmeleri için zorunlu ihtiyaçları temin etmek zorunda. Teknolojik devrimin modern tekniklerini kullanmalarına olanak sağlayan teknik bilgi, krediler, tohumlar, makineler olmadan; ürünlerini satacakları pazarlar olmadan, toprak bir özgürlük alanı olmak yerine bir kâbusa dönüşüyor ve çareyi toprağı çok düşük fiyatlara satmakta ya da tamamen terk etmekte buluyorlar. Bu nedenle, MST toprağın zapt edilmesiyle mücadelenin bitmediği gerçeğinde ısrar ediyor; diğer hedeflerine ulaşmak için örgütlü bir biçimde mücadeleyi devam ettirmeleri gerekmekte.
Topraksızların mücadeleleri sırasında üretmeye çalıştıkları alternatif yaşam biçimine göz atacak olursak;
Kolektif karar alma: Herkesin söz sahibi olduğu hiyerarşik bir yapının olmadığı karar sürecini işletmekteler…
Alternatif Eğitim: Teorik ve pratik olarak, alışılan örneklerin aksine (bizim ve diğer ülkelerde verilen) eğitimler almaktalar.
Teorik Dersler: Gramsci, Rosa Luxemburg, Marx, Engels, Lenin, Paulo Freire
Pratik Dersler: Tarımda karşılaşılan Sorunlar
Yeni Tip Yapıların İnşaatı
Sağlıklı İlk Yardım
Alternatif Doğal Tıp: Tekellerin elinde bulunan sağlık sektörü karşısında kendi yetiştirdikleri bitkilerden oluşan ilaçların kullanıldığı, herkesin ücretsiz yararlandığı bir sağlık hizmeti sağlanmakta. Hareketin içindekiler “Eğer bir bitkiyi sen yetiştirirsen o seni iyileştirmek ister” mantığına sonuna dek inanmakta ve doğal tıp yöntemlerinin geliştirilmesi için sürekli çalışmakta.
Ekolojik Tarım: Tüm dünyayı ele geçiren GDO tohumlu tarım ürünleri yerine tamamen ekolojik bir tarım yapılmakta.
Öyle ki diğer herkes Topraksızların yaptıkları doğal tarıma o kadar güvenmekte ki Topraksızların işgal ettiği alanlardan elde edilen balları (tamamen doğal oldukları için) alabilmek için çok yüksek ücretler ödemeyi göze alarak sıraya girmiş vaziyette.
Ayrıca uluslararası tarım tekellerine karşı kendileri ve diğer küçük çiftçiler için tohumlar da üreterek terminatör tohumlara karşı üretimi sürekli kılmaktalar.
Bütün bunları gerçekleştirirken hareket hiçbir zaman bürokratik bir yapıya bürünmemiş vaziyette. Kolektif liderlerden oluşan harekette, genel başkan ya da sekreter gibi bir kavram yok. Böyle bir yapının oluşması halinde hareketlerinin amacından şaşacağına inanıyorlar.
MST kendi yol haritasını çıkartırken Marx’tan tutun da Mao’ya, Özgürlük Teolojisine, çevreci akımlardan, feminist hareketlere kadar birçok alandan fikirler çıkartarak şekillendirmekte. Toprak reformunun tek başına yeterli olmadığını bütün alanlarda bir değişim kaydedilmesi gerektiğini savunmaktalar.
Hareket kendi içerisinde değişimin de birebir gözlenebildiği bir yapıda. Örneğin Charles Trocate isimli işçi, harekete ilk katıldığında okuma yazma dahi bilmezken şimdi eğitim koordinatörü olarak çalışmaktadır.
MST sesini herkese duyurabilmek için birçok değişik yola başvurmakta. Büyük ve uzun yürüyüşler de bu yöntemlerden biri. 2006 yılında 12700 kişinin katılımdan oluşan 267 km uzunluğundaki büyük yürüyüşte seslerini daha iyi haykırma fırsatı buluyor hareket. Bu yürüyüşte herkesin kucağında yolu tamamlayan 8 aylık bebekten tutun da 89 yaşındaki yaşlılara kadar herkes yer almakta. Yürüyüş tüm yolculuk süresince büyük bir coşkuyla sürmekte. Bir yandan gitar çalıp, dans edip bir yandan da seslerini tüm dünyaya haykırıyorlar. Yürüyüş başkent Brasil’e varıldığında yapılan bir eylemle sona ermekte. Bu yürüyüş eylemi kendi tabirleriyle toprağın büyük toprak sahiplerinin elinde toplanmasına ve çokuluslu tekellere peşkeş çekilmesine karşı yapılmış bir eylem.
MST yürüyüş sırasında ve diğer birçok eyleminde
-Kadın Çiftçi Hareketi
-Baraja Karşı Hareket.
-Küçük Çiftçiler Hareketi
-İşgal Fabrikaları İşçileri
-ve Devrimci Kiliseler, gibi yapılanmalar tarafından da desteklenmekte. Böylece temelde aynı istekler için mücadele veren birçok yapının dayanışması da sağlanmakta.
Bütün bunları gerçekleştirirken maddi problemlerinin büyük kısmını ise yine kendileri karşılamakta. Yukarıda adı geçen hareketler de maddi desteklerini topraksızlardan esirgememekte.
MST yıllar süren mücadelesinden kendi deyimleriyle 4 sarsıcı kavramı ortaya çıkarmıştır:
Üretimden sanatsal üretim sürecine dek uzanan kolektif yaşam tarzı.
Beyinsel-Bedensel çalışmanın simgelediği eğitim sisteminin özgürlüğü.
Bir bakış birliği içerisinde fikirsel çeşitliliğe olan saygısı.
Neoliberal politikalar karşısında ısrarcı karşı duruşu.
Yaklaşık 30 yıllık bir geçmişe sahip olan topraksız hareketi her geçen yıl biraz daha büyüyüp gelişmekte. Şu anda hareketin işgal ettiği toprakların yüzölçümü İrlanda’nın, Belçika’nın yüzölçümünden daha büyüktür.
MST nihai hedefini “Demokrasi, ulusal egemenlik ve eşitliğe dayalı bir sosyalist toplum” olarak nitelemekte.
Topraksızlar kısacası başka bir dünya istiyor ve bunun için mücadelesine de her daim devam edecek… Ve bizim kendi mücadelemizde onlardan almamız gereken çok ders var.
Kaynaklar
* MST Web Adresi: http://www.mst.org.br
* Topraksızlar, Metin Yeğin
* http://en.wikipedia.org/wiki/Landless_Workers%27_Movement
* http://www.mstbrazil.org
diyarsaracoglu@gmail.com
http://www.latinbilgi.net/index.php?eylem=yazi_oku&no=2447
Like this:
Like Loading...
October 26, 2009
Posted by e |
anti-kapitalizm, ezilenler, isyan, kir yasami, sistem karsitligi, somuru / tahakkum, tarim gida GDO, yerli - yerel halklar |
Leave a comment

http://www.siddetsizlik.org/siddetsiz-dogrudan-eylem
ŞİDDETSİZ DOĞRUDAN EYLEM BİÇİMLERİ
Gene Sharp ‘Şiddetsiz Eylem Politikası’ (1973) adlı kitabında şiddetsiz eylemin 198 yöntemini yayınlamıştır. Bu yöntemler 3 ana sınıfa bölünmüştür: Protesto ve İkna, İşbirliği Yapmamak, Şiddetsiz Müdahele. Bu ana sınıflar kendi alt başlıklarına bölünmüştür, tam listeyi http://www.aeinstein.org sayfasından bulabilirsiniz.
1. Protesto ve İkna
Gösteriler – Bir çok kişi isteklerini sokakta birlikte yiriyerek dillendirir – Örneğin 15 Şubat 2003’teki sokak gösterileri bugüne kadar yapılmış en geniş katılımlı savaş karşıtı gösterilerdi. Dünya çapında 600 şehir bu gösterilere katıldı.
Protesto Listeleri – Bir politika hakkındaki fikir karşıtlığınızı bir listeye imza atarak ifade etmektir. Irak savaşı sırasında ABD ve UK silah ticaretini protesto amaçlı yapılan imza listeleri buna bir örnektir.
2. İşbirliğini Red
Boykot – Bir hizmet veya ürün satana karşı memnuniyetsizliğini göstermek amaçlı ürünü veya hizmeti almayı reddetmek. Örnek olarak apartayd rejimi nedeniyle Güney Afrika ürünlerinin alımının reddedilmesi verilebilir. İlk başta bireyler daha sonra örgütler Güney Afrika’yı boykot etmeye başlamıştı ve en sonunda ülkelerin bütünü boykotu destekledi.
Grev – Çalışmayı reddetmek. Buna örnek olarak ilk İntifada süresince 1987’de başlayan Filistin direnişini verebiliriz. Bir çok Filistinli İsrailliler için çalışmayı reddetmişti. İsrail ucuz Filistin işçiliğini kullanamdığı için ciddi oranda para kaybetti ve ekonomisi büyük oranda zarar gördü.
Politik olarak İşbirliği yapmamak – Askerlik yapmayı reddetmek buna bir örnektir.
İşbirliğini red – Mesela 2. dünya savaşı sırasındaki Norveç öğretmenlerin okullardaki Nazi müfredatını takip etmeyi reddetmeleri. Bu eylemlerinden dolayı Nazi toplama kamplarına gönderildiler ama bir çoğu Naziler tarafından teslim olunmayacakları anlaşıldığı için geri gönderildiler.
3. Müdahele
Blokaj – Vücudunuzu bir şeyin yoluna yerleştirmek. Örneğin İsrailli ve Uluslararası dayanışma aktivistlerinin, Filistinli evlerin yıkılması için harekete geçen İsrailli buldozerlerin yoluna çıkması bu tür bir eylemdir.
Engelleyici Varlık – Çatışkı bölgelerindeki insanları korumak için yapılan orada bulunma eylemidir. Meksika, İsrail-Filistin veya Kolombiya’daki barış gözetmenleri bunlara örnektir.
Sabandemiri eylemleri – Silahlara açıkca zarar vermektir ve size uygulanacak cezaya razı olmaktır. Örnek olarak İskoçya’daki nükleer denizaltıların zararsız hale getirilmeleri eylemini verebiliriz.
ŞİDDETSİZ EYLEMİN YEDİ ADIMI
1. Sakin kalın ve Bilgi toplayın:
Yüzleştiğiniz sorunu daha iyi anlamak için, araştırma yapmalısınız, sorgulamalısınız ve probelmi anlamınızı sağlayacak önemli bilgileri toplamalısınız. Sorunun bütün tarafları hakkında bilgi sahibi olmalısınız, diğer tarafın bakış açısı hakkında da bilgi sahibi olmalısınız.
2. Eğitim:
Konunuz hakkında diğerlerini bilgilendirmeniz önemlidir. Bu yanlış anlaşılmaları azaltır, destek kazanmada ve çözümde sizi güçlendirir.
3. Kişisel Bağlılık:
Gizli motivasyonları kaldırın ve acı çekebileceğinizi kabullenin. Özellikle problemi çözme araştırmanız sırasında.
4. Müzakere:
Nezaket, şaka, zekayı kullanarak diğer tarafla yüzleşmekle adaletsizliklerin bir listesini hazırlayın ve bu yanlışlıkları düzeltecek bir plan hazırlayın.
Şiddetsiz iletişim aşağılama kullanmaz ve karşıtın içindeki iyiye seslenir. Duygusal patlamaları kontrol ediniz — bu sadece gücünüzden ve pozisyonunuzdan ödün vermenize neden olacaktır.
5. Doğrudan Eylem:
Adaletsizliklere karşı karşıtınızın sizinle birlikte çalısmasını sağlamak için ahlaki gücünüzü kullanın. Doğrudan eylem çatışkıya “yaratıcı gerilim” getirir. Bir çok kişi konu hakkında farkındalığınız olduğunu ve olayları düzeltme niyetiniz olduğunu anladığında davranışlarını değiştirir.
6. Barışma:
Şiddetsizlik, karşıtın yenilmesini amaçlamaz, anlamasını sağlamayı amaçlar. Kötü sistemlere, politikalara ve eylemlere karşıdır, kişilere karşı değildir.
7. Son Hazırlık:
Şiddetsiz yöntemleri her gün kullanmaya kendinizi hazırlayın. Hasta olma veya fiziksel zarar görmeyle yüzleşiyorsanız kendinizi koruyun, önceden yaptığınız açıklamaları bırakınız; kaba şiddetten, tehdit edici dilden veya şiddetli tutumlardan sakınınız. Gecikmeden size yapılan saldırıları gerekli yerlere bildiriniz.
Sakin Kalınız!
Like this:
Like Loading...
October 23, 2009
Posted by e |
ezilenler, isyan, sistem karsitligi |
Leave a comment
http://www.birgun.net/research_index.php?category_code=1232631036&news_code=1232631067&action=read
Thomasın Ailesi
‘Anadolu’nun Evlatları – Yüz Yılın Tanıkları’ adlı kitabımı, 5 Eylül 2008 günü, Köln’de yayınladım. Almanya’da artık siyasi içerikli Türkçe kitapları basıp dağıtacak Türk yayınevi kalmadı. Bu nedenle kitabımın basımını da dağıtımını da kendim yaptım.
Köln’de, geçmiş yıllardan tanıdığım bir ara SUTV’de de çalışan, dostum Selami İnce’den 2 Ocak 2009 günü bir mektup aldım. Selami İnce yurda dönmüş ve BirGün’de çalışmaya başlamıştı. Kısaca şunları söylüyordu:
“Anadolu’nun Evlatları – Yüz Yılın Tanıkları” adlı kitabınızı okudum. Çok beğendim, teşekkür ederim. Anadolu’nun Evlatları’nı BirGün gazetesinin okuyucularıyla tanıştıralım. Kitapta yer alan Türk, Kürt, Rum, Ermeni, Arap, Laz, Zaza, Süryani insanlardan bir grubunun hayat hikâyelerini tefrika olarak gazetemiz BirGün’de yayınmlayalım.”
Selami İnce’nin bu önerisini, üzerinde epeyce düşündükten sonra kabul ettim.
Kitapta yer alan hayat hikâyeleri bir gazete sayfasına sığmayacak kadar uzundu.
Sahiplerinden izin alarak kısalttım.
Anadolu’nun Evlatları’nın gerçek hayat hikâyelerini yayınlayan BirGün gazetesine, bu imkânı yaratan Selami İnce’ye ve hikâyelerinin kısaltılarak Türkiye’de yayınlanmasına izin veren değerli dostlarıma çok teşekkür ederim.
•••
“Anadolu” adı, Yunancada “güneşin doğduğu ülke” anlamına gelen “Anatolia” kelimesinin Türkçeleşmiş biçimidir. Anadolu, Türkçede ana kavramını, sevgiyi, zenginliği, büyüklüğü çağrıştırır.
“Güneşin doğduğu yer” olan bu topraklar on bin yıldan beri 18 ayrı medeniyete ve kültüre beşik; çeşitli halklara, milletlere anayurt, anavatan olmuştur. Anadolu’dan çok çeşitli dinler, inançlar, Tanrılar gelip geçmiştir.
Ahmet Arif, bir şiirinde “Havva Anan dünkü çocuk sayılır / Anadoluyum ben / Tanıyor musun?” dizeleriyle özetler Anadolu tarihinin derinliğini.
NAR TANELERİ MOZAĞİĞİ
“Anadolu’nun Evlatları-Yüz Yılın Tanıkları” adlı kitabımda, dolayısıyla bu dizide, son yüzyılda, istemeden, mecburiyetten, gözleri arkada kalarak Anadolu’dan, Türkiye’den ayrılmış; dünyanın dört bir yanına savrulmuş Kürt, Türk, Rum, Ermeni, Arap, Laz, Zaza, Süryani insanlardan otuz altısının gerçek hayat hikâyeleri bulunmaktadır.
Bu insanların tümü, benim çeşitli vesilelerle tanıma olanağı bulduğum insanlardır. Dostlarımdır, kardeşlerimdir, arkadaşlarımdır. Ben de onlardan biriyim. Aramızda kader birliği var.
Bu kitapta yer alan Anadolu’nun Evlatları’ndan her biri, söndürülmüş ocaklarını, yıkılmış hayatlarını, bin bir zorlukla yeniden kurmuş, kendi alanlarında başarılı olmuşlardır. Anadolu’nun refahı ve ilerlemesi için harcayacakları emeklerini, enerjilerini, yeteneklerini göç ettikleri ülkenin kalkınmasına harcamışlardır.
Kürt, Türk, Rum, Ermeni, Arap, Laz, Zaza, Süryani insanlar ve onların dâhil olduğu milletler bir zamanlar Anadolu mozaiğinin değerli, ayrılmaz parçalarıydı. Anadolu kültürlerin, dinlerin, dillerin, ırkların özgürce yaşadığı, harmanlandığı, çiçeklendiği dönemlerde Anadolu’ydu. O zamanlar farklılıklar bir zenginlikti.
Yunus Emre, “Adımız miskindir bizim / Düşmanımız kindir bizim / Biz kimseye kin tutmayız / Bütün insanlar birdir bize” diyordu.
Son yüzyılda Anadolu’nun kültürel zenginlikleri solduruldu. Diller susturuldu. Anadolu mozaiği parçalandı, betonlaştırıldı. Bu sayfalarda Anadolu’nun farklı dinden, farklı dilden, farklı milletten, farklı kültürlerden evlatlarının başlarına gelenleri ibretle okuyacaksınız. “Bu kadar da olur mu? Bir ana, evladına bunu da yapar mı? Bir devlet kendi vatandaşlarına böyle davranır mı?” diye soracak, anlatılanlara inanamayacaksınız.
Halbuki bu dizide okuyacaklarınız, gerçek hayattan birkaç sayfa, okyanustan sadece birkaç damladır.
GÖÇLER VE SÜRGÜNLER
Anadolu’nun Türkleştirilmesi, Müslümanlaştırılması, Sünnileştirilmesi bin yıldan beri devam eden uzun bir süreçle olmuştur. Bu süreç, en hızlı ve en kanlı biçimiyle yirminci yüzyılda gerçekleştirilmiştir.
1914 yılında yapılan Osmanlı nüfus sayımına göre, Türkiye Cumhuriyeti’nin şimdiki sınırları içinde yaşayan toplam nüfus yaklaşık 16.5 milyondu. Bu nüfusun dört milyon kadarı Ermeniler, Rumlar, Süryaniler, Yahudiler, Yezidiler ve diğer Müslüman olmayan insanlardan meydana geliyordu. Toplam nüfusun dörtte biri gayrimüslimdi. 94 yıl sonra, 2008 Türkiye’sinde ise toplam yüz bin kadar Hıristiyan kalmıştır.
Nereye gitti, ne oldu bu insanlara?
Cumhuriyet döneminde, nüfus mübadelesi ve göçlerle Türkiye’ye gelen insanlardan çok daha fazla sayıda Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı, özellikle 6-7 Eylük 1955 hadiseleri sonrasında, Avrupa ülkelerine, Amerika’ya, Kanada’ya, Avustralya’ya ve dünyanın dört bir yanına kimi gönüllü, kimi gönülsüz göç etmiştir.
Ayrıca 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askeri darbelerinden sonra binlerce Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı Batı Avrupa ülkelerine siyasi nedenlerden iltica etmiştir. İlticacı akını tüm engellemelere ve zorluklara rağmen hâlâ devam ediyor.
Kolay mıdır bir insanın doğup büyüdüğü, kök saldığı topraklardan, yerinden yurdundan, var olduğu kültürel ve doğal çevreden kopması, ayrılması?
KENDİ DİLİNDEN KENDİ HAYATI
Anadolu’nun Evlatları’nda yer alan Anadolu’nun her evladı, kendi hayatını kendi diliyle anlattı. Ben onların anlatımlarına, düşüncelerine, değerlendirmelerine, yorumlarına müdahale etmedim. Herkesin anlatımlarını kaleme aldıktan sonra, kendilerine okudum. Onaylarını alarak yayınladım. Bu nedenle herkesin düşüncesi kendisini bağlar.
“Anadolu’nun Evlatları”nda ve BirGün gazetesi sayfalarında hayat hikâyeleri yayınlanan bu insanlar, vatan hasretiyle, geçmişlerinin acı tatlı hatıralarıyla yaşayan ve gözleri açık giden Anadolu’nun öz evlatlarıdır. Her biri, son yüzyılın canlı tanıklarıdır. Onlar Türkiye’den, Anadolu’dan farklı zamanlarda, farklı biçimlerde kopmuşlardır. Bazıları ayrıldığı yerleri bir daha hiç görememiştir. Bu nedenle kullandıkları Türkçe ve anlatım tarzları farklıdır. Cümle yapılarına, kelime bilgilerine bilerek dokunmadım.
Anadolu’nun Evlatları, aradan uzun yıllar, çok acılı olaylar yaşamalarına rağmen, “Nerelisiniz?” sorumu, “İstanbulluyum, Kapadokyalıyım, Tokatlıyım, Sivaslıyım, Malatyalıyım, Iğdırlıyım, Midyatlıyım!” diye cevapladılar. Hiçbirinde kin, nefret, intikam görmedim.
Onlar Anadolu’yu, doğduğu toprakları hiç unutmamışlardı. Ya Tokatlılar, Kapadokyalılar, Maraşlılar, Yozgatlılar, İstanbullular kardeşlerini ve Anadolu, bağrından kopmuş evlatlarını sevgiyle hatırladı mı, hallerini hatırlarını hiç sordu mu? Kardeşin duymadığını eloğlu duydu yaban ellerde!
Nasıl bir yönetim anlayışıdır ki, kendi gibi düşünmeyen, hakkını arayan, özgürlük isteyen vatandaşlarına hiç acımasız davranmış, bazen insanları birbirine düşman etmiş; akıl mantığın yerine şiddet kullanmıştır.
Anadolu’nun Evlatları keşke Anadolu’da kalsalardı! Keşke Anadolu’yu tek renkli beton yapmak için harcanan zaman; savaşlara, yıkımlara, kırımlara harcanan para Anadolu’nun çokπkültürlü, çok renkli varlığını zenginleştirmeye harcansaydı! Keşke bu acılar yaşanmasa, bu gözyaşları sel olup akmasaydı!
Anadolu’nun Evlatları’nın sevinçleri benim de sevincim, acıları benim de acılarımdır.
***
Bu dizide hayat hikâyeleri yayınlanacak Anadolu’nun Evlatları:
ARTVİNLİ ENVER – IŞILAY KARAGÖZ (ALMANYA)
Enver Hoca’nın tabutunu mezara koydu görevliler. Işılay mezarın başında durdu dimdik. Ceren anasına sarılmış. Oğlu anasına sarılmış. Işılay’ın kucağında kırmızı karanfiller… Hava kurşun gibi ağır! Sessizliği Işılay’ın sesi canlandırıyor: „Dostlarım, canlarım, arkadaşlarım! Konuşmayacağım. Şimdi hep birlikte Enver’in çok sevdiği “Yiğidim Aslanım” türküsünü söyliyelim!
HOPALI AYDIN KARAHASAN (ALMANYA)
“Benim çocukluk yıllarımda Hopa ve çevresindeki köylerde yaşayan yaşlılardan bir çoğu Batum’u, Gürcistan’ı, Rusya’yı, Kafkasları görmüş, farklı kültürleri, dilleri tanımış insanlardı. Tutuculuk, dinsel bağnazlık bizim oralarda yoktu.”
TERCANLI SENEM VE BİNALİ BOZKURT (ALMANYA)
“Köyümüzde Alevilerlerle Sünni Türkler birlikte yaşardı. Köylüler Türkçe, Kürtçe ve Zazaca konuşurdu. Çevre köylere gittiğimizde kimisi bize “Kızılbaş”, kimisi de “Kürt” derdi.”
İSTANBULLU HERMAN HINTIRYAN (AMERİKA)
“Gün geldi. Annemle, babamla, ağabeyimle vedalaşarak İstanbul’dan ayrıldım. Hiç unutmam! 14 Haziran 1972, Perşembe günü Detroit’e ayakbastım. Berc, beni havaalanında karşıladı. Cebimde sadece 100 dolar param vardı.“
YOZGATLI EFTİK İLE HATAYLI CEVDET
“Benim ailem Arap. 1939 yılında Türkiye ile Suriye arasındaki sınır Hatay’da yeniden çizilince ailemizin yarısı Suriye tarafında kalmış. İlkokula başlayıncaya kadar tek kelime Türkçe bilmiyordum. Anadilim Arapçaydı. On üç yıldan beri Bremen şehrindeki bir Alman okulunda, Türkçe Anadil Dersi öğretmenliği yapıyorum!”
KAYSERİLİ THOMAS COSMADES (ALMANYA)
“Ben öz be öz bir Anadolu çocuğuyum. Kendimi böyle adlandırırım. Ben bu toprağın çocuğuyum derim!” Bizim zamanımızda Türkiye’de bizlere “Ekaliyet” denirdi. Şimdi “azınlık” deniyor. Evet azınlığız, ama hepimiz o toprağın çocuğuyuz gerçekten. Gerek ana, gerek baba tarafım Kapadokya’da doğmuş büyümüş, öz be öz Kapadokyalı insanlardır.“
MİDYATLI ALBERT SEVİNÇ (ALMANYA)
“Çocukluğumun geçtiği Midyat’ı çok özlüyorum. Midyat’ın havasını, sıcağını, meyvelerini, insanlarını ama en çok da incirlerini özledim. Tatillerde özellikle Midyat’a benzeyen ülkelere gidiyoruz. Şehirlerdeki lüks otellerde rahat edemiyorum. Midyat’a benzeyen köylerde kalmak beni daha çok dinlendiriyor.“
AĞRILI YAŞAR KAYA (ALMANYA)
“Siyasi gelişmeler Avrupa’da bir Kürt Sürgün Palamentosu kurmayı gerektirdi.
Bu parlamentonun ilk toplantısı 12 Nisan 1995 tarihinde Hollanda’nın Den Haag şehrinde yapıldı. Ben Sürgündeki Kürt Parlamentosu Başkanı seçildim.
Üç dönem, yani 4,5 yıl bu parlamentonun başkanlığı görevini yürüttüm.”
HAMDİ MASKAR (ALMANYA)
İSTANBULLU SETA AĞACAN (ARJANTİN)
Like this:
Like Loading...
October 14, 2009
Posted by e |
antropoloji, arkeoloji, bu topraklar, ezilenler, yerli - yerel halklar |
Leave a comment
2 bin 700 nüfuslu kasabada işsiz kalan işgal edilen toprak üzerinde kurulan tarım kooperatifinde çalışıyor; herkes kendi evini inşa ediyor. 30 yıllık sosyalist belediye başkanı “Kriz haklılığımızı ortaya çıkardı” diyor.
Victoria BURNETT Marinaleda – Ny times26 Mayıs 2009, Salı
Bu küçük Andalusya kasabasının sakinleri siyasi inançları konusunda hiçbir zaman çekingen davranmadı. 1980’lerde yerel bir aristokratın arazisini işgal ettiklerinden bu yana, kent sakinleri ve belediye başkanları Juan Manuel Sánchez Gordillo’nun adı İspanya’da yoksul köylülerin hakları için yürütülen mücadeleyle eşanlamlı oldu.
Şimdi ülkenin çöken emlak piyasası yükselen işsizliği beslerken, zeytinliklerle çevrili bu komünist sığınakta kalanlar vatandaşlarının kapitalist çılgınlıklarını gözlerine sokuyor. Belediyenin yürüttüğü barınma programı ve gelişen tarım kooperatifi komşu köylerin yanı sıra diğer kentlerden insanları da iş ve ev bulmak umuduyla buraya çekiyor.
2 bin 700 nüfuslu kasabanın 30 yıldır belediye başkanlığını yürüten 53 yaşındaki Sanchez, ekonomik krizin kendi sosyalist yaklaşımlarının zekasını kanıtladığını söyledi.
Ofisinde asılı olan Che Guevera posterinin altında otururken “Piyasanın tanrı olduğunu, görünmez eliyle her şeyi hallettiğini düşünüyorlardı” dedi. “Öncesinde, hükümetin ekonomiye müdahalesini savunmak ölümcül bir günahtı. Şimdi bunun gerekli olduğunu görüyoruz.”
İspanya’nın geri kalanı aşırı değerlenmiş evler almak için ucuz krediye boğulurken, Marinaleda sakinleri belediyenin yürüttüğü program çerçevesinde kredi kullanmadan kendi evlerini inşa ediyordu. Sanchez’in anlattığına göre, eğer bir kasabalı işini kaybederse, kooperatif onu işe alıyor ve böylece kimse işsiz kalmıyor. Yüzde 21 işsizlik oranına sahip bölgede ciddi bir iddia.
Kendisi ve eşi işini kaybettikten sonra ocak ayında Barselona’dan buraya taşınan Vanessa Romero, çalışma imkanı ve ayda sadece 25 TL tutan kreş gibi sosyal olanaklar için bu seçimi yaptıklarını belirtti. Şimdi kooperatifte çalışarak eşiyle birlikte ayda yaklaşık 4 bin 500 TL kazanıyorlar.
“Eğer diğer kasabalarının kaynaklarının yarısına bile sahip olmayan böylesi bir kasaba herkese iş sağlayabiliyorsa, neden diğerleri de bunu yapmıyor?” diye soruyor Romero.
Eleştirenler, Sanchez’in iddialarının abartılı olduğunu ve refah yaratmaktansa yoksulluğu paylaştırdığını öne sürüyor. Düşük verimliliğe sahip tarım işleriyle kasabalıların oylarını kendisine bağladığını iddia ediyor.
Belediye Meclisi üyesi Hipolito Aires, Sanchez’in muhaliflerini susturduğunu söyledi. “Toprak ağalarını eleştiriyordu ama şimdi kendisi de öyle davranıyor. Bugün Marinaleda’da en büyük toprak sahibi belediye başkanı.” Fakat Sanchez bir evden başka mülkü olmadığını belirtti.
Kasaba, Sanchez’in, Andalusya’nın bağımsızlığını savunan komünist çiftçilerin oluşturduğu Birleşik Emekçiler Kolektifi adayı olarak belediye başkanlığını ilk kez kazandığı 1979’dan itibaren sol aktivizmin merkezi haline geldi. Yıllar içinde kasabalıların toprak işgallerine girişti, iş ve toprak için devlet daireleri önünde eylem yaptı. En büyük başarıları 1991’de yerel hükümetin Infantado Dükü’ne ait 1 200 hektarlık bir toprağa el koyup köylülerin kullanıma açması oldu. Kooperatifin yönettiği çiftlikte emek-yoğun tarım yapılıyor; biber, brokoli ve buğday yetiştiriliyor.
Kasabada polis yok -yetkililer bunun yılda 500 000 TL kadar tasarruf sağladığını söyledi. Sokaklar Latin Amerikalı devrimcilerin isimlerini taşıyor, duvarlarda devrimci sloganlar göze çarpıyor. Birkaç haftada bir toplanan kasabalılar sokakları temizliyor ve kimsenin yapmak istemediği işleri yapıyor.(VB/EÜ)
* NY Times’da yayınlanan haberi kısaltarak Türkçeleştirdik.
http://www.bianet.org/bianet/dunya/114750-bu-ispanyol-kasabasinda-herkesin-evi-ve-isi-var
Like this:
Like Loading...
October 14, 2009
Posted by e |
ezilenler, isyan, kir yasami, ozyonetim, sistem karsitligi |
Leave a comment

http://www.sanalteori.net/index.php/ocak2009/53-dorudan-eylem-hakknda-12-uydurmaca
Sanal – Ocak 2009
Doğrudan eylemin -yani yerleşik siyasi kanallardan kaçınarak doğrudan amaçlara yönelik her tür eylem- Kuzey Amerika’da, Boston Çay Partisi’nden (kolonicilerin İngiliz egemenliğini protesto etmek için 1773’te Boston limanındaki gemilerde yüklü olan çayı Kızılderili kılığına girerek denize döktükleri eylem) bu yana uzun ve zengin bir geçmişi vardır. Buna rağmen, hakkında birçok yanlış anlama vardır, bunun nedeni de kısmen ana akım medyada yanlış tanıtılıyor olmasıdır.
1. Doğrudan Eylem Terörizmdir.
Terörizm insanları korkutup sindirmek için planlanır. Oysa, doğrudan eylem, hedeflerine kendi kendilerine ulaşabilmeleri için bireylerin sahip olduğu gücü sergileyerek insanlara esin kaynağı olup onları motive etme niyetini taşır. Terörizm, sadece kendisi için gücün peşinde olan uzmanlaşmış sınıfın alanıyken, doğrudan eylem insanlara kendi yaşamlarının denetimini ele almaları için güç vererek, yararlanılabilecek olasılıkları sergiler. Belirli bir doğrudan eylem, en fazla eylemcilerin insafsızlık yaptığını düşündükleri bir şirketin etkinliklerini engeller, ama bu da sivil itaatsizliğin biçimlerinden bir tanesidir sadece, terörizm değil.
2. Doğrudan eylem şiddettir.
Bir mezbahanın makinelerinin tahrip edilmesine veya savaşı teşvik eden bir partinin camlarının kırılmasına şiddet demek, mülkiyeti insan ve hayvan yaşamının önüne koymak demektir. Bu karşı çıkış, bütün temel meselelerden uzakta, dikkati mülkiyet haklarına yoğunlaştırarak, canlılara karşı şiddeti kurnaz bir şekilde onaylamaktadır.
3. Doğrudan eylem politik bir ifade biçimi değil, suç teşkil eden bir eylemdir.
Ne yazık ki, bir eylemin yasadışı olup olmaması, o eylemin haklı olup olmadığının zayıf bir ölçütüdür. Ne de olsa (1876-1965 yılları arasında siyahlara karşı sosyal hayattaki ayrımcılığı düzenleyen) Jim Crow yasaları da yasaydı. Yasadışı olması temelinde bir eyleme karşı çıkmak, o eylemin ahlâki olup olmadığı gibi daha önemli bir sorudan yan çizmek demektir. Her zaman yasalara uymamız gerektiğini savunmak, bu yasaların gayri ahlâki olduğunu ya da gayri ahlâki koşulları dayattıklarını düşünsek dâhi, bu yasal kurulu düzenin keyfi hükümlerinin bizim kendi vicdanlarımızdan daha yüksek ahlâki bir otorite olduğunu söylemek ve adaletsizliğe yardakçılık edilmesini talep etmektir. Yasalar adaletsizliği korudukları sürece yasadışı eylem ahlâksızlık değildir, yasalara saygılı uysallık da erdem değildir.
4. İnsanların ifade özgürlüğüne sahip oldukları yerde, doğrudan eylem gereksizdir.
Gittikçe daralan bir bakış açısına sahip bir ana akım medyanın baskın olduğu bir toplumda, bir konu üzerinde, dikkati bu konuya çekecek bir şey ortaya çıkmadığı sürece kamusal bir diyalog başlatmak neredeyse olanaksızdır. Bu tür koşullar altında, doğrudan eylem, ifade özgürlüğünü etkisiz kılan değil besleyen bir araç olacaktır. Keza, başka bir durumda bir adaletsizliğe karşı çıkabilecek olan insanların bunun kaçınılmazlığını kabul ettikleri durumda, bu adaletsizlik hakkında sadece konuşmak yetmeyecektir; birinin çıkıp bu adaletsizliğe karşı bir şeyler yapılabileceğini göstermesi gerekecektir.
5. Doğrudan eylem yabancılaştırıcıdır.
Tam aksine, geleneksel parti politikalarını yabancılaştırıcı bulan insanlar doğrudan eylemden esinlenir ve motive olurlar. Farklı insanların farklı yaklaşımları vardır; geniş tabanlı bir hareket içinde kanaatler de çeşitli olmak zorundadır. Bazen, doğrudan eylem gerçekleştirenlerin amaçlarını paylaşsalar da kullandıkları araçlara karşı çıkan insanlar, bütün enerjilerini gerçekleştirilmiş bir eylemi kötülemek için harcarlar. Böyle yaparak yenilgiyi zaferin pençesinden kurtarmış olurlar; oysa eylemin gündeme getirdiği meseleler üzerine yoğunlaşma fırsatını yakalamış olsalar daha iyi olur.
6. Doğrudan eylem yapanlar, bunun yerine yerleşik siyasi kanallar aracılığıyla çalışmalılar.
Doğrudan eylem yapan birçok insan da bir sistem dâhilinde çalışır. Sorunları çözmek için her türlü kurumsal araçtan yararlanmaya yönelik kararlılık, bu araçların yetersiz kaldıkları yerde yenilerini bulmaya yönelik benzeri eşdeğerlilikte bir kararlılığı dışlamaz.
7. Doğrudan eylem dışlayıcıdır.
Bazı doğrudan eylem biçimleri herkese açık değildir, ama bu onların değersiz olduğu anlamına gelmez. Herkesin farklı tercihleri, yetenekleri vardır ve bunlara göre davranma hakkına sahiptirler. Asıl mesele, aynı uzun vadeli hedefleri paylaşan farklı yaklaşımlara sahip birey ve grupların birbirlerini tamamlayıcı bir şekilde nasıl bütünleşecekleridir.
8. Doğrudan eylem korkaklıktır.
Bu suçlama, neredeyse her zaman, bir geri tepmeyle karşılaşmaktan korkmaksızın kamusal alanda konuşma ve eyleme ayrıcalığına sahip olanlar tarafından dillendirilir; yani toplum içinde bir güce sahip olanlar ve bu gücü itaatkârca kabullenenler tarafından. Fransız Direnişi’nin kahramanları, Nazi işgal ordusuna karşı gündüz gözüyle eyleme geçerek ve böylece kendilerini yenilgiye mahkûm ederek mi cesaretlerini ve sorumluluklarını kanıtlayacaklardı? Bu nedenle, gittikçe artan bir polis terörünün ve herkesin üzerinde federal bir gözetimin olduğu bir ülkede özel hayatlarını korumak için buna karşı çıkanların olması çok mu şaşırtıcıdır?
9. Doğrudan eylem sadece üniversite öğrencileri/ayrıcalıklı zengin çocukları/biçare yoksul insanlar/vb. tarafından yapılır.
Bu iddia, neredeyse her zaman bir karalama olarak somut olgulara dayanmaksızın öne sürülür. Aslında, doğrudan eylem uzun bir süredir toplumun her kesiminden insanlar tarafından büyük bir çeşitlilik içinde sergilenmektedir. Bunun tek olası istisnası, herhangi bir yasadışı veya çatışmalı eyleme gereksinim duymayan en zengin ve en güçlü sınıflardır, çünkü tesadüfe bakın ki, yerleşik politik kanallar onların ihtiyaçlarıyla bire bir örtüşür.
10. Doğrudan eylem ajan provokatörlerin işidir.
Bu da, genellikle somut bir delil olmaksızın yapılan başka bir spekülâsyondur. Doğrudan eylemin her zaman polis ajan provokatörlerin işi olduğunu söylemek güçten düşürücüdür; polis istihbaratının gücünü olduğundan fazla abartarak, devletin gücünün her şeye kadir olduğu yönündeki kuruntuyu pekiştirerek eylemcilerin bu tür eylemleri kendi başlarına yapabilecekleri olasılığını yok sayar. Keza, bu iddia, taktik çeşitliliğinin değerini ve gerçekliğini gözden çıkarır. İnsanlar, onaylamadıkları taktikleri polis provokasyonu olarak niteleyen temelsiz iddialarda bulundukları sürece, uygun taktikler konusundaki yapıcı diyalogu engellemiş olurlar.
11. Doğrudan eylem tehlikelidir ve başka insanlar üzerinde olumsuz sonuçlara yol açar.
Doğrudan eylem baskıcı bir siyaset ikliminde tehlikeli olabilir, eylemcilerin başka insanları tehlikeye atmamak için her türlü çabayı göstermeleri çok önemlidir. Ama bu bir engel oluşturmaz, aksine, yerleşik politik kanallar dışında eyleme geçmek tehlikeli hale geldiğinde, eyleme geçmek daha da önemli hale gelir. Aynen Hitler’in Reichstag yangınında yaptığı gibi, yetkililer masum insanları terörize etmekte doğrudan eylemleri mazeret olarak kullanabilir; ama yaptıkları adaletsizliğin hesabını vermek zorunda olanlar iktidardakilerdir, onlara karşı çıkanlar değil. Doğrudan eylem yapanlar gerçekten tehlike altında olsalar da, katlanılmaz bir adaletsizliğin karşısında, bu adaletsizliği karşı gelinmez olarak kabullenmek daha tehlikeli ve daha sorumsuzcadır.
12. Doğrudan eylem hiçbir şey başaramaz.
Sekiz saatlik iş günü mücadelesinden, kadınlara oy hakkı mücadelesine kadar tarihteki her başarılı mücadele, doğrudan eylemden yararlanmıştır. Doğrudan eylem, büyük bir çeşitlilik içinde diğer siyasi eylem biçimlerinin tamamlayıcısı olabilir. Hiç değilse, kurumsal reformlar yapılması gerektiğini, bu reformları talep edenlere daha fazla pazarlık olanağı tanıyarak ortaya koyar; ama bu destekleyici rolün de ötesine geçerek, insan yaşamının bütünüyle farklı bir şekilde örgütlenebileceğini, gücün eşit biçimde dağıtılabileceğini, bütün insanların onları etkileyen meseleler üzerinde eşit ve doğrudan bir şekilde konuşabileceklerini gösterir.
Kaynak: http://www.crimethinc.com/texts/recentfeatures/twelvemyths.php
Like this:
Like Loading...
October 14, 2009
Posted by e |
eko-savunma, ezilenler, isyan, ozyonetim |
1 Comment

http://azcalis.blogspot.com/2009/04/vakit-nakit-degildir-vakit-hayattr.html
Yıldırım Türker’in 18 Nisan’daki köşesi (Radikal) “Tembelliğe Övgü” başlığını taşıyordu. Tamamı için link aşağıda:
Tembelliğe Övgü
‘Beni 20 yıl sıkıntıya mahkûm ettiler/Düzeni içinden değiştirmeye çalıştığım için’ diye başlıyor büyük Kanadalı şair Leonard Cohen’in bir şarkısı. Sınıf bilincinin pek de şık bir şey olmadığını düşünenler Cohen’i sevemez. Bu yazıyı okumaları da icab etmez. Cohen aynı şarkı/şiirde “Şu moda sanayinizden hiç hazzetmiyorum efendi/Şu sizi zayıf tutan haplardan hiç hazzetmiyorum/ Kızkardeşimin başına gelenlerden hiç hazzetmiyorum” diye devam ediyor. Sonra da açık seçik bir ilan-ı harp: “işte geliyorum, hakkınızı avcunuza vereceğim/ Önce Manhattan’ı alacağız, sonra da Berlin’i” Cohen, hayatı boyunca ‘cool’ olmadı. Diyelim Fransız muadili olduğu iddia edilen Serge Gainsbourg’un serinliğini rüyasında bile görmedi. Gainsbourg, Fransız manacılığıyla yarattığı şiiri en kabadayı haliyle okudu durdu. Gainsbourg,’Fiziksel aşk, çıkmaz sokak’ diye gırtlağının en afili yerinden şarkıcılığa tenezzül etmezmiş gibi yaparken, Cohen, bir an olsun politik olmaktan uzak kalamayarak “Seni çıplak görmem şart/hem butlarını hem kasıklarını” diye hıçkıyordu.
Kişinin boranlar fırtınalarla sınanan dostluk-akrabalıkları hayatın küçük lütuflarından doğuyor. Cohen, benim canım dostum, kan kardeşim. Onu tanıyıp sevdiğimde henüz 16 yaşındaydım. Bir tesadüfün fısıltısıyla hayatımın şairlerinden biri oldu. Serge’i hep sevdim, ben de onu çok ‘cool’ buldum. Ama kanımın akış yönü hep ondan çok daha canhıraş, çok daha yaralı adamları işaret ediyordu. ‘Ekonomi politik’in püskürttüklerini. Serüvenlerinin şahsi bütünlüğü konusunda sevdiklerini asla tam olarak ikna edemeyenleri. Sürüklenmelerle, sürekli bir mahmurluk hali yaşayanları. Her yaptıkları, her ürettikleri manifesto tadında olan, döne döne kendine ve çevresine batan adamlarla kadınları. Hayatı kolaylaştırmak için kıllarını kıpırdatmayan, sırtlan gibi uluyan, kelebek kadar kısa ömürlü, uçucu yaratıkları. Yaşamak istedikleri dünyayı rüyalarında görüp bir daha ayılamamışları. Acemileri. Kimileyin konuşurken terleyen, beceriksiz, küskün yaratıkları. Durup dururken etraflarını çoşkularıyla kasıp kavuranları. Sıkılmamak için çırpınanları. Hayatta kaybedecekleri tek şeyin sıkıntı olduğuna inananları. Tanrısı ‘Heves’ olanları…
devamı için: http://www.radikal.com.tr/Default.aspx?aType=RadikalYazarYazisi&ArticleID=931821&Yazar=YILDIRIM%20T%C3%9CRKER&Date=18.04.2009&CategoryID=97
Like this:
Like Loading...
October 14, 2009
Posted by e |
ezilenler, ozyonetim |
Leave a comment