Gıda Ormanı Bahçesi Oluşturmak / Yenebilir Orman Bahçeleri: Maceraya Davet
Gıda Ormanı Bahçesi Oluşturmak – Larry Santoyo
Çeviren: Ayda Sevin Küyel
Bereketli bir orman sistemi oluşturmak için, bitki ve hayvanları işlevsel açıdan ahenkli bir etki yaratan “birlikler” [guilds] halinde bir araya getiririz. Ahenkli etkilerle kasıt, iki ya da daha fazla öğeyi bir araya getirdiğimizde, bunların tek başlarına veremeyecekleri, daha fazla üretim, daha az haşere ve yırtıcı hayvan sorunu, ya da toprak verimliliği gibi sonuçlar doğuran etkilerdir. Bir birlikteki her bir bitkinin ve hayvanın ayrı bir işlevi vardır.
Bir birlikteki ana öğe, besleyici madde görevi gören gübre, toprak yapımı veya haşere denetimi işlevlerinden en azından birini yerine getiren bitki(ler) ve hayvan(lar) tarafından desteklenecektir. Birliğe katılacak öğelerin seçimi, doğada zaten işbirliği içinde olan bitki ve hayvanlar gözlemlenerek, daha sonra ise bunlar üzerinde deneme ve yanılma yöntemi uygulanarak yapılır.
Gıda Ormanını Tasarlamak
Tasarlanması planlanan ormanlık alanın bitişiğindeki (benzeri bir cepheye ve konuma sahip olan) yaban hayatta süregiden doğal ortaklıkları gözlemlemek ve kataloglamak, herhangi bir arazi için seçilecek bitki ve hayvan ortaklıklarını belirlemekte izlenecek en iyi yoldur. Birlik ortaklığı denemelerine –1) Aynı öğelerin kullanılması (cins ve türler); 2) daha üretken veya yenebilir türlerin başka bir türün yerine kullanılması (aynı cinsten olup, tür bakımından seçkin olan ve/veya kültür bitkisi bulunan); 3) aynı aileden olan cins ve türlerin birbirlerinin yerine kullanılması; 4) aile, cins ve türlerin, her bir öğenin doğal işlevlerini temel almak yoluyla birbirlerinin yerine kullanılması (dikkatli gözlem ve araştırma gerektirir) ya da 5) bu stratejilerin hepsinin birleştirilmesi suretiyle– bahsi geçen doğal ortaklıklar ve durumların yeniden oluşturulması veya taklit edilmesiyle başlanabilir.
Gıda Ormanı Denemeleri
Doğal bir ortaklık şunlardan oluşabilir: köknar ağaçlarının oluşturduğu yüksek bir gölgelik [kanopi]; bunun altında akçaağaç, mürver ağacı ve taş armudunun oluşturduğu orta yükseklikteki gölgelik ve de alt bitki örtüsü ya da toprak örtüsü olarak da, bektaşi üzümü, inci çiçeği, ağı otu, nane ve menekşeler. Bu bölgeye daha yakından bakıldığında çeşitli böcek türleri ve mantarlar da görülecektir. Zaman içinde tek tük av kuşları yiyecek aramak için buraya gelecek, toprağa fosfat ve azot bırakacaktır. Geyikler de burada otlayacak ve gübre bırakacaktır. Yağmacı çakallar, rakunlar ve kokarcalar tarafından bırakılan balık ve küçük hayvan leşlerini de burada bulmak mümkün olacaktır.
Yukarıda anlatılan bu doğal örneğin içerdiği birbirleriyle eşgüdümlü öğeleri yeniden yaratarak, hasat edilmeye ve insani gıdalara daha uygun, hayli verimli yeni bir sistem kurmaya başlayabiliriz.
Akçaağaç (Kızılağaç), azot tutma özelliği olan ve her yıl yapraklarını döken bir ağaçtır. Büyük miktarda biyokütle üretir ve körpe ağaçların yetişmesini sağlar. Aynı işlevi görecek başka bir ağaç (bezelye çalısı ya da iğde türleri) ise daha az yayılmacı olabilir, yeni gıda ormanına daha çok fayda sağlayabilir, daha az suya ihtiyaç duyabilir ve de arılar ile kümes hayvanlarına nefis yem bitkileri sunabilir.
Taş armudu (Amelanchier alnifolia), taze ya da kurutulmuş olarak, ayrıca pastırma yapımında kullanılan yerli bir bitkidir. Taş armudunun seçkin türleri (“Pembina”, “Smoky” ya da “Northline”) diğer yerli türlere oranla daha çok meyve verir ve üzerinde daha az asalak yaşar. Taş armudu, gülgiller ailesinden elma ve armuda benzer yumuşak çekirdekli bir meyve üretir. Dolayısıyla elma ve armut ağaçları ortaklığa eklenebilir veya başka ağaçların yerine kullanılabilir. Taş armudunun anaç gövdesine elma türleri aşılama deneyleri yapılmaktadır (Bu uygulama yerli yaban elması üzerinde başarılı olmuştur).
Alt Bitki Örtüsünü Meyvelendirmek
Bektaşi üzümü (frenk üzümü), mayhoş bir yaş meyve üretir ve dikenli olması nedeniyle hayvanlar yapraklarını çok fazla yiyemez. Bektaşi üzümünün seçilen çeşitli türleri, daha büyük, daha çok miktarda ve daha tatlı meyveler verir. Bektaşi üzümünün yerine siyah ve kırmızı kuş üzümü (başka bir frenk üzümü türü) kullanılabilir. Birçok frenk üzümü türünün beyazsinekleri uzak tuttuğu bilinmektedir. Kartopu ve üzümsü bitkiler de bu listeye dahil edilebilir.
Yer Örtücüler
Topraktaki iplikkurtlarını denetim altına almak için doğal yer örtücülerden faydalanılabilir ya da bu işlevi latin çiçekleri ve kadife çiçeklerinin görmesi sağlanabilir. Çilekler ve mantarlardan faydalanılması da mümkündür. İlkbahar başında ve yazın ortasıyla sonu arasında biçilen karakafes otu, bakla ve sarıyonca, eser mineraller, malç ve azot sağlarlar. Malç ürünlerinin işlenmesi [tilling] tavsiye edilmez.
Böceklerin Beslenmesi ve Üremesine Uygun Bitkiler
Maydanozgiller (dereotu, anason, tohumlama için bırakılmış havuçlar), ağı otu ve diğer küçük çiçekli bitkilere benzerler. Bu bitkiler ve gülgiller, yağmacı böcekleri kontrol altında tutan eşek arılarına doğal bir yaşam ortamı sağlar.
Sebze Ekimi
Ormandaki/bahçedeki ağaçlar olgunlaşırken bir yandan sebzeleri ve üzümsü meyveleri hasat etmek ve pazarlamak, “faydalı getiri” [yield] elde etmek için izlenebilecek en iyi yoldur. Orman kenarları ile meydana getirilmiş gıda ormanlarının güneş gördüğü sınır şeridinin tamamı, yıllık sebzeleri yetiştirmek için harika bölgelerdir. Toprağı asgari seviyede işlemek yeterli olacaktır ve bu işlem ağaç sıralarının dışında kalan bölgede (damla sulama hattı) uygulanmalıdır.
Toprak ve Arazi Hazırlığı
Toprak hazırlığı ve aşılama, üretken gıda ormanlarının vazgeçilmezleridir.
Arazi hazırlığı için önerilenlerden biri, gıda ormanına büyük miktarda organik madde girdisi sokmaktır. Arazideki toprak yığınlarına ya da eşyükselti çizgisi boyunca uzanan yağmur hendeklerine ekim yapılabilir. Yaklaşık 30 cm kalınlığında alfa alfa, bunun üstüne de yine bu kalınlıkta gübre eklenebilir (olgun ağaçların genişliğinde). Organik maddeler ve eser mineraller için esmer suyosunundan faydalanmak da çok iyi olacaktır. Üç ilâ beş yıl sonrasında yeşil gübreleme yapmak ve toprak koruyucu bitkileri biçmek, toprağın bakımını sağlayacaktır. Yeni arazinizi aşılamak için komşu ormandan ya da örnek alınan ormandan temin edeceğiniz toprağı kullanın. Yetişmekte olan meşelerde bulunan toprak mikropları cevizleri yetiştirmekte iyi iş görür (ya da tam tersi). Baklagillerden oluşan yer örtücülerin de uygun aşılara gereksinimi olabilir (mevcut tarlalardan temin edilebilir ya da satın alınır).
Hayvancılık
Hayvanlar, her türden orman sistemi için, özellikle de insan eliyle yapılmış ve bol meyve barındıran gıda ormanları için vazgeçilmezdir. Her dengeli sistemin içinde hayvanlar olmalıdır ve bunlar beslenme amaçlı avlanmamalıdır. Yine de hayvan nüfusu denetim altında tutulmalıdır. Av kuşları ve kümes hayvanları teşvik edilmeli ya da yeniden sisteme kazandırılmalıdır. Daha dikkatli olmak ve çit kullanmak kaydıyla, domuz ve kuzulardan da faydalanılabilir. Keçilerden kaçınılmalıdır. Tüm arazinin çevresini ya da her bir ağacın etrafını çitle çevirerek geyiklerin yaprakları yemesi etkin olarak denetim altına alınabilir. Avcıların ve köpeklerin varlığı, geyiklerin örüntüleri ve alışkanlıkları üzerinde son derece etkili olmaktadır.
Tavsiye Edilen Gıda Ormanı Ortaklıkları
Elma, dut, armut ve ceviz1
Frenk üzümü ve kartopu çiçeği türleri
Karakafes otu, burçak ve yonca
Pikan cevizi, ceviz ve meşe2
Çakal eriği ve kayısı
Papatya ve kekik
Çitlembik, ceviz3
Frenk üzümü türleri
Doğal Gıda Ortaklıkları4
Boylu mazı, batı sugası, büyük sahil göknarı
İkiz çiçek, büyük yaban mersini, Utah hanimelisi, Paxistima
Kaya eğreltisi, yabani zencefil, menekşe
Boylu mazı, batı sugası, büyük sahil göknarı, duglas göknarı, beyaz çam
Büyük yaban mersini, kokulu ahududu, sarı boya çalısı, kayalık dağ akçaağacı
Diğer Olası Gıda Ormanı Ortaklıkları
Fındık / kayısı
Vişne / salkım ağacı, yalancı akasya [locust]
Kestane / Sassafras ağacı
Meşe / Dağ maunu
1 Sürdürülebilir Bir Yaşam için Uygulama Kılavuzu, Bill Mollison, Island Press
2 Orta Teksas’ta gözlenmiştir
3 New Mexico’nun kuzeyinde gözlenmiştir
4 Washington’ın doğusunda gözlenmiştir
Yazarın izniyle tekrar basılmıştır. Larry Santoyo, permakültür tasarımcısı, öğretmen, işletme danışmanı ve arazi kullanımı planlamacısıdır. Earthflow Design Works isimli internet sitesinden kendisine ulaşılabilir.
Yazının orjinaline şu adreste yer almaktadır: http://www.permaearth.org/foodforestarticle.html
http://permakulturplatformu.org/?p=772
YENEBİLİR ORMAN BAHÇELERİ: MACERAYA DAVET– BAHAR 2002
Çeviri: İlknur Urkun [düzelti: hira d.]
Orijinal metin: http://www.nofa.org/tnf/sp02/supplement/edible.php
Yenebilir Ormanlar/Bahçeler: Lezzetli ve Uygulanabilir bir Ekoloji (2002, David Jacke ile Eric Toensmeier) adlı kitaptan alınmıştır.
[not: “Edible Forest Garden” ile “Food Forest”, bizim anladığımız kadarıyla hemen hemen aynı kavramlardır. Ancak, görünen o ki, “Food Forest” (Gıda Ormanı) artık yerleşmiş bir permakültür terimi haline gelmiştir; oysa “Edible Forest Garden” (yenebilir orman bahçesi) kavramı permakültürden bağımsız şekilde (örneğin Robert Hart sayesinde) gelişmiştir. Yazarların bu ayrıma dikkat ederek özellikle “Edible Forest Garden” tabirini kullandıklarını varsayarak, biz bunu “Gıda Ormanı” olarak değil “Yenebilir Orman Bahçesi” olarak çevirdik.]
“Kendiliğinden bitmiş çimenlerin arasına gel,
meşeler palamutlarla dolu, tatlı kökler sürülmemiş toprağın içinde….”,
Ursula K. LeGuin, Hep Yuvaya Dönmek
Ardıllık [succession] sürecinde ekolojik benzeşmeler: eski tarlalarda genellikle çeşitli ve yüksek verimli türler bulunur. Mevcut yararlı türleri kullanıp, daha az yararlı türlerin yerine yararlı bitkilerle benzer nişler oluşturarak bu tür ekosistemleri taklit edebiliriz. Bu ilke ardıllığın her aşamasında geçerlidir. Mevcut bitki örtüsünü inceleyin, kullanabileceklerinizi ve insanlar için daha doğrudan kullanımı olan hangi türleri ekleyebileceğinizi bulun. Ekolojik Benzeşim süreci örnek aldığımız ekosistemlere benzeyen orman bahçeleri tasarlamak için iyi yöntemlerden biridir.
Kendinizi etrafınızdaki hemen her şeyin yenebileceği bir ormanda hayal edin. Olgun ve olgunlaşmakta olan meyve ve yemiş ağaçları açık bir çatı oluşturmuş durumda, dikkatli bakıldığında birçok dalda dolgunlaşan meyveleri görülebilmekte –armutlar, elmalar, trabzon/japon hurmaları, cevizler ve kestaneler. Çatıdaki boşlukları dolduran çalılar ise yılın farklı zamanlarında ahududu, yaban mersini, kuşüzümü, fındık ve daha az bilinen meyveler, çiçekler ve yemişler vermekte. Çeşitli yerli kır çiçekleri, yabani yenebilir otlar, şifalı otlar ve çok yıllık sebzeler yerde kalın bir örtü oluşturmuş. Bu bitkilerin çoğunu siz yemek ya da şifa için kullanırken diğerleri yararlı böcekleri, kuşları ve kelebekleri cezbediyor, toprak inşa ediyor ya da sadece ayrık otlarını engellemeye yardım ediyorlar. Orada burada yapraklar arasında meyveleri saran tırmanıcılar -dayanıklı kivi türleri, üzümler ve saat çiçeği meyveleri- ağaçlara, çalılara ya da çardaklara tırmanıyor.. Daha güneşli açıklıklarda kocaman yer elmaları yerfıstığı sarmaşıkları ile birlikte yetişiyor. Bu bitkilerin sarı ve koyu mor çiçekleri gökyüzünün parlak sıcaklığının tadını çıkarırken, kökleri geç hasat ve kış için enerji biriktirerek birbirlerine destek oluyorlar.
Yenebilir Orman Bahçesi Nedir?
Yenebilir orman bahçesi çok işlevli bitkilerden olşan çok yıllık bir çoğulkültürdür –birçok tür birlikte yetişir (çoğulkültür), çoğu bitki tekrar ekmek gerekmeden bir sonraki sene tekrar yetişir (çok yıllıklar), her bitki birçok işlev yerine getirerek bütünün başarısına katkıda bulunur. Diğer bir deyişle, yenebilir bir ekosistem: bilinçli bir şekilde insanlar için gıda üretimi için tasarlanmış birbirlerine yararlı bir bitki ve hayvan topluluğu. Yenebilir orman bahçeleri sadece çok çeşitli yiyecekler sağlamakla kalmaz, aynı zamanda da gıda, yakıt, lif, hayvan yemi, gübre, “ilaçlar” ve eğlence de sağlarlar. Güzel, yemyeşil bir ortam, bahçe tasarımının ya bilinçli olarak merkezindedir ya da yararlı bir yan etkisidir.
Yenebilir orman bahçesi dünyanın nemli bölgelerinde doğal olarak bulunan çok yıllık çoğulkültürler olan orman ekosistemlerini taklit eder. Kuzey Amerika’nın büyük bölümünde toprağı sürmekten ve ayrık otlarını ayıklamaktan vazgeçerseniz bahçeniz kısa zamanda ormana dönüşecektir. Boş toprağı önce tek yıllık ve çok yıllık ayrık otları işgal edecektir. Bir kaç yıl sonra çalılar baskın hale gelecektir. Sonunda öncü ağaçlar gelecek ve bir orman doğacaktır. “Ardıllık” denen bu sürecin yetişkin bir ormana dönüşmesi on yıllar sürebilir.
Biz insanlar ardıllığı bastırmak için çok çalışıyoruz –biçiyor, yabani ot ayıklıyor, toprağı sürüyor, ilaçlıyoruz. Eğer ardıllık süreci rüzgâr için olsaydı, hiç durmaksızın bunu tersine çevirmek için uğraşacaktık. Bunun yerine, neden toprağın orman olma yönündeki doğal eğilimine yelken açıp onun yönünde gitmeyelim ki? Yenebilir orman bahçıvanlığı gıda yetiştiriciliğinin ufkunu genişleterek onu ardıllık diziliminde tarladan ormana her aşamadan yararlandırmayı amaçlıyor.
Yiyecek Ormanı Bitkileri Örnekleri | ||
Çok yıllık otlar | ||
Soğan | Allium cernuum A. Tricoccum A. cepa, etc. |
Lezzetli yeşil kısım ve kökler, zararlılarla mücadele, bazıları gölgeye oldukça dayanıklı |
Yabani lahanalar | Brassica oleracea | Çok yıllık karalahana, çok yıllık pazı, çok yıllık brokoli |
Yabani lahana (Deniz lahanası) | Crambe maritima | Açık renkli sürgünler, lezzetli tomurcuklar. |
Türk rokası | Bunias orientalis | Hardalımsı yapraklar, gölgeye dayanıklı. |
Isırgan otu | Urtica dioica | Bahar yeşillikleri, besin toplayıcı. |
Kuzey Amerika ısırganı | Laportea candensis | Yerli, bahar yeşillikleri, gölge sever, batar! |
Misk maydanozu | Myrrhis odorata | Tatlı, anasonlu yapraklar, çiçekler, tohumlar, gölgeye dayanıklı, yararlı böcekleri çeker. |
Dağ kuzukulağı | Oxyria digyna | Tadı güzel, yerli, güneş ya da gölge, kıvrık yapraklı. |
Kalkanlı kuzukulağı | Rumex scutatus | Lezzetli, iyi bir öbeklenen yer örtücü. |
Good King Henry | Chenopodium bonushenricus | Yaprakları ıspanak tadında, kuşkonmaza benzer sürgünler, gölgeye dayanıklı. |
Sarmaşıklar | ||
Dayanıklı kivi türleri | Actinidia argua
Maypop, A. kolomikta |
Yüksek C vitaminli meyve, odunsu. |
Saatçiçeği/pasiflora/çarkıfelek | Passiflora incarnata | Muhteşem çiçekler, lezzetli meyve, otsu. |
Ağaçlar | ||
Cevizler | Juglans species | Yemişleri, odunu. |
Hikoriler | Carya species | Yemişleri, odunu. |
Kestaneler | Castanea spp. & hybrids | Yemişleri, odunu. |
Dutlar | Morus alba, M. rubra | Meyvesi, budanan dalları. |
Trabzon hurmaları | Persimmons | Meyvesi. |
Fıstık çamları | Diospyros virginiana, D. kaki, Pinus edulis, P. cembra, P. pumila. P. flexilis, |
Yemişleri, rüzgar kesici. |
Papav | Asimina triloba | Çok besleyici meyveler, kısmen gölge. |
Çalılar | ||
Amerikan eriği | Prunus americana | Meyvesi, thicket-forming. |
Chickasaw eriği | Prunus angustifolia | Meyvesi, thicket-forming. |
Saskatoon | Amelanchier alnifolia | Meyvesi, comm. varieties available. |
Fındıklar | Corylus species | Yemişleri, çalılık, bazıları ağaç. |
Kuşüzümleri | Ribes species | Meyvesi, kısmi gölgede meyve verebilir. |
Kolay yetişen mantarlar | ||
Shiitake | Lentinula edodes | Meşe kütüğünde yetişir, lezzetli, şifalı. |
Kuritake | Hypholoma sublateritum | Kütüklerde, talaşta, köklerde, lezzetli, yerli. |
Pösteki mantarı | Coprinus comatus | Sert ağaç parçalarında (malç), lezzetli, yerli. |
Reishi/Gadonerma mantarı | Ganoderma species | Köklerde, kütüklerde, yerli, lezzetli, şifalı. |
King Stropharia | Stropharia rugoso-annulata | Sert ağaç parçalarında, samanda, toprakta, kompostta, malçda, lezzetli, yerli. |
Doğrudan insan kullanımı yanında, orman bahçesini kendi kendine yenilenme, kendinden verimli olma ve kendi kendine bakım için tasarlamak çok önemlidir. Yenebilir orman bahçelerinde kullanılan bitkilerin çoğu ya kendi kendine yenilenen çok yıllıklar ya da kendi tohumunu döken tek yıllıklardır. Sürekli malçlanan ve bunun dışında müdahale edilmeyen toprak sağlıklı ve çeşitli bir toprak canlıları topluluğunun gelişmesini sağlar. Azot bağlayıcı, topraktaki mineralleri toplayıcı, malç görevi gören ya da bu işlevlerin bir kombinasyonunu sunan bitkilerin kullanılması da toprağın verimini artırır. Bazı türler böcek yiyici kuşlara, zararlıları yiyen avcı ya da parazit böceklere gıda veya barınak sağlayarak zararlı ve hastalıklarla mücadele işlerini azaltır ya da tamamen ortadan kaldırır. Bitkilerin toprağın durumuna ve mikro klimaya uygunluk, ihtiyaç duydukları işgücü, oynadıkları ekolojik roller ve ulaşacakları büyüklüğe göre seçmek ve yerleştirmek bakım işlerini azaltır ve mahsulü artırır. Doğanın işleyişini taklit ederek yapılacak işleri, malçlama, biraz budama, nadiren yabani ot temizleme ve zararlı ve hastalıklarla asgari mücadeleye indirgeyebiliriz. Ah tabii, bir de hasat var!
Esasen yenebilir orman bahçıvanlığı, bitkileri karşılıklı yarar sağlayıcı ilişkiler kuracakları şekilde bir orman örüntüsüne benzer şekilde bir araya getirme, parçaların toplamından daha fazlası eden bir gıda üretme sistemi yaratma sanatı ve bilimidir. Temel fikir, meyve, yemiş, sebze, ot, mantar ve diğer yararlı bitki ve hayvanların doğal orman ekosistemlerini taklit ederek yetiştirilmesiyle güzel, çeşitli, yüksek mahsul veren ve büyük ölçüde kendi kendinin bakımını yapan bir sistem yaratabileceğinizdir.
Orman BENZERİ Bahçeler mi yoksa Ormanın İÇİNDE Bahçıvanlık mı?
Orman İÇİNDE bahçıvanlığın birçok yolu vardır. Bunlar arasında doğal ormanların restorasyonu, ekolojik ormancılık, tarımsal ormancılık ve estetik orman bahçeleri oluşturulması sayılabilir. Biz ormanın İÇİNDE yapılan bu ve diğer bahçıvanlık biçimlerinden bahsetmiyoruz. Bizim sözünün ettiğimiz orman BENZERİ bahçeler.
Fotoğraf: David Jacke
Erik ağacı altında Ebegümeci (geniş yapraklar) ve ağaca tırmanan kivi; Bullock Brothers Çiftliği, Orcasis, WA.
Orman BENZERİ bahçeler oluşturmak için sağlıklı doğal orman ekosistemlerinin yapısı ve işlevlerine yön veren dinamiklerin, örüntülerin ve ilkelerin derinlemesine anlaşılması gerekir. Daha sonra bu bilgilere dayanarak ihtiyaçlarımıza hitap eden ve bahçe ekosisteminin kendi ihtiyaçlarını karşılamasına yarayan yapı ve işlevleri taklit ediyoruz. Ormanı bir tasarım metaforu, bir yapı ve işlev modeli olarak kullanıyor, küçük alanlarda insanların ihtiyaçlarını karşılamak için bu tasarımı benimsiyoruz. Daha sonra ise bir yandan bir ekosistemin arka bahçemizdeki evrimine katılarak ekoloji ve kendimiz hakkında birçok şey öğreniyor, bir yandan da karnımızı doyuruyoruz.
Mevcut bir ormanı iyi işleyen bir yenebilir orman bahçesine dönüştürebilirsiniz ama biz bunu pek tavsiye etmiyoruz. Birçok yönden ağaçsız bir alanda baştan başlamak daha iyidir. Böylece bitkileri ekmeden önce toprak koşullarını iyileştirebilir, çok verimli bitkilerle en çok güneş alan çatıyı oluşturabilir, bunun yanında alttaki daha gölgeli alanlardan ek ürün alabilirsiniz. Mevcut ağaçlıkları kullandığınızda -mevcut ağaçları kesmeyecekseniz ya da zaten Trabzon/Japon hurması, ceviz, hikori ya da diğer ürün veren ağaçlardan bir çatıya sahip olacak kadar şanslı değilseniz- toplam yüksek sistem verimliliği fırsatınız azalacaktır.
Yenebilir orman bahçıvanlığında en çok bilinen taklit biçimi, sağlıklı ormanlardaki tabakalara benzer çok tabakalı bir bitki örtüsü yaratılmasıdır. Ancak, bitki katmanları yenebilir orman bahçesi yaratmak için üzerinde çalışmamız gereken beş fiziksel mimari öğeden yalnızca biridir. Ayrıca toprak katmanlarının ve de ormandaki bitki örtüsünün işlevlerini anlamamız, yapılarını, yoğunluğunu, örüntülerini ve çeşitliliğini de taklit etmemiz gerekir. Örneğin, ekoloji araştırmaları göstermiştir ki, “topaklanmış doku” dediğimiz dokudaki doğal ekosistemlerde, kanopi tabakasında kuş nüfusu daha büyük bir çeşitlilik gösterir ve daha fazla avcı böceğe evsahipliği yapmaktadır.† Eşit aralıklı ve aynı büyüklük, yaş ve türdeki ağaçlardan oluşan, çalılara yer verilmeyen, tekdüze bir alt tabakaya sahip meyve bahçeleri oluşturduğumuzda ise homojen, mülayim, mercimek çorbasıvari bir doku yaratırız. Bu doku avcı tür çeşitliliğini ve ürün zenginliğini azaltır, iş yükümüzü artırır ve bizi bir şekilde kimyasal mücadeleye zorlar.
Ekosistemler fiziksel mimarinin yanı sıra, “sosyal yapılar” ve zaman içinde değişimler (yani ardıllık örüntüleri) de sergilerler. Eğer dikkat eder ve iyi tasarım yaparsak bu da bize bakım işlerinin azaltılması ve mahsulün artırılması fırsatı yaratır. Sosyal yapı hem yer üstü hem de altındaki gıda ağları ile bitki birlikteliği [guild] adı verilen, kaynakları bölüşerek işbirliği ve dayanışma ağları oluşturan bitki ve hayvan birlikteliklerinin tasarlanması ve bakımını içerir. Gittikçe daha da karmaşıklaşan toprak gıda ağları bilimi, bazı sistemlerde gübre ihtiyacının neredeyse ortadan kalkması ve de sağlıklı toprak gıda ağlarının oluşması için gerekli kaynak ve koşullar sağlandığı takdirde, hastalık ve zararlılarda radikal azalmalar gibi heyecan verici bulgular ortaya koymaktadır. Yüksek verimli çoğulkültürlerin tasarımında özellikle kaynakları bölüşen birliktelikler temeldir. Örneğin, farklı bitki türlerinin kök örüntülerini anladığımızda, toprak kesitinin farklı bölümlerini kullanan birliktelikler oluşturabiliriz. Bu sayede, birbirleriyle rekabetlerini artırmadan bitkileri daha yakın gruplaştırabilir, sistemin bütün olarak kullandığı toprak kaynaklarının hacmini artırabiliriz. Tekilkültüre dayalı bir anlayışla yetiştirilen aynı sayıda bitkinin birim alan başına vereceği ürünün daha fazlasını veren bir çoğulkültür yaratma şansımız böyle bir düzenlemeyle en üst düzeye çıkar.
Bütün bunlar, yenebilir orman bahçıvanlığı yaptığımızda, sadece bitkilerle değil böcekler, kuşlar, mikroorganizmalar ve evimizi paylaştığımız tüm diğer yaşam formları ile tasarım yaptığımız ve bahçe yarattığımız anlamına gelir. Efendi ve hizmetkâr olarak değil, yaşam oyununun katılımcıları olarak çalışır ve bahçıvanlık ederiz. Bu işte ortaklarımızı ne kadar iyi anlarsak, onlarla birlikte bilinçli bir şekilde çalışarak uyumlu bahçe örüntüleri oluşturma kabiliyetimiz o kadar artar. Yani sonuç itibariyle: ağaç dikmeyin, ekolojiler dikin!
Cennet Bahçesi: Kulağa Hoş Geliyor, Ama Uygulanabilir mi?
Yazının girişindeki tanımlamadan da anladığınız gibi, Eric’le ben yenebilir orman bahçıvanlığını cennet bahçesini yeniden yaratma işi olarak görüyoruz. Peki bu kadar verimli ve az bakım gerektiren bir gıda bahçesi gerçekten mümkün mü?
Tarihten Alınan Birkaç Ders
Birçok yönden antik olmasına rağmen, yenebilir orman bahçıvanlığı modern batı kültüründe ve özellikle Kuzey Amerika kıtasında nispeten yeni bir kavram. Tropik Afrika, Asya ve Latin Amerika insanlarının ağaçlar, çalılar, hayvanlar ve otsu bitkileri bir araya getiren çok katmanlı tarım gelenekleri eskiye dayanıyor. Meralarda hem hayvan yemi, hem rüzgâr kesici hem de gölgelik olarak kullanılabilen ağaçlar yetiştirirler. Bu ağaçların bazıları havadaki azotu toprağa bağlayarak toprağı da iyileştirirler. Karıklı üretim sistemlerinde azot bağlayıcı ve gıda ağaçları ile mısır ve patates gibi yıllık bitki sıraları kullanılır. Tropik bölgelerin çoğu kısmında kullanılan çok katmanlı “gıda ormanı” sistemlerinde yağmur ormanlarını taklit edilerek hindistan cevizi, yağ palmiyeleri, muz, kahve, ananas ve zencefil yetiştirilir. Köy ve ev ölçeğindeki tropik orman bahçeleri Java’da en azından 10. yy.dan beri bulunmakta ve ekili köy arazisinin %15 ila %50’sini oluşturmaktadır.†† Orman bahçeleri tropik iklimlerde uzun zamandır bulunmaktadır ve işlevseldir.
Daha soğuk iklimlerde de benzer sistemlerin yüzlerce yıl önce var olduğuna dair güçlü kanıtlar bulunmaktadır. Örneğin bazı ılıman orman ağacı türleri kökünden kesilirse coşkulu bir şekilde tekrar büyümektedir. Bu dipten budama sürgünleri [coppice], türüne göre yakıt, lif, yem ya da malç olarak kullanılabilmektedir. Kütükler, direkler, fidanlar ve çalıların yapı malzemesi olarak kullanıldığı Ortaçağ İngiltere’si ve Avrupa’nın diğer bölgelerinin dipten budama ormancılık sistemleri, arazi kullanımı ile inşaatın entegre olduğu sistemlerinin merkeziydi. Dipten budama arazileri ayrıca ortaçağ beslenme biçiminin önemli bir bölümünü oluşturan yaban av memelileri ile kuşları ve yarı yabani yiyecek ve şifalı bitkiler için önemli bir habitat sunmaktaydı.
İngiltere’de sürekli dipten budanan birkaç ağacın 500 ila 800 yaşında oldukları kanıtlanmış, kökten budama yönteminin ağaçların ömürlerini ciddi biçimde uzatabildiği görülmüştür.††† Bu oldukça istikrarlı, sürdürülebilir tarımsal ormancılık sistemleri gerilemeye başlamadan önce yüzyıllarca yıl yaşamışlar ve endüstri devriminde tamamen yok olmuşlardır. Ayrıca, Kuzey Amerika’nın batısındaki yerlilerinin kültür ve tarımı hakkında fikir sahibi oldukça, orman yönetimi stratejilerinin karmaşıklığını daha iyi anlıyoruz. Kayıtlar yenebilir orman bahçesi benzeri sistemlerin ılıman iklimlerde de mevcut ve uygulanabilir olduğunu açıkça gösteriyor. Kalbimizi ve aklımızı koyarsak bizim bugün daha iyisini başarmamız mümkün değil mi?
Soğuk iklimlerde az da olsa gittikçe artan sayıda insan bu fikirleri günümüze uyarlamakta. J. Russell Smith’in 1950’de yayınladığı öncü çalışması Ağaç Ekinleri: Kalıcı bir Permakültür, dünya çapında tropikal ve alt tropikal iklimlerin yanı sıra ılıman iklimlerde de tarımsal ormancılık potansiyeline ilgi uyandırdı. Ancak genellikle tropikal ülkeler ve büyük ölçekli ağaç ekim sistemleri üzerine araştırmalar yapılmakta.
Robert Hart’ın 1991 yılında İngiltere’de yayınlanan ilham verici kitabı Orman Bahçıvanlığı †††† arka bahçe sahipleri için başlangıç noktası oldu. Hart’ın ılıman iklimlerde orman bahçıvanlığı vizyonu; tropik tarımsal ormancılık sistemleri üzerine çalışmaları ††††† , Gandi’ci inançları ve arka bahçesindeki deneyimleri sonucunda oluştu. Onun İngiltere Shopshire’daki orman bahçesi vizyonunun inanılmaz güzellikteki bir ifadesi ve dünyada bilinen en eski ılıman iklim orman bahçesidir (1981’de başlamıştır). Patrick Whitefield’ın daha uygulamaya yönelik, İngiltere odaklı önemli bir eser olan Bir Orman Bahçesi Nasıl Yapılır kitabı Hart’ın kitabını takip etti ††††††. Bu iki eser ile Bill Mollison ve David Holmgren’in permakültür (kalıcı kültür) üzerine çalışmaları ††††††† orman bahçeleri ve bunların ekimi konusunda İngiltere’de büyük ilgi yarattı. Bu bahçelerin hepsi yenebilir orman bahçelerinin esas yararlarını olmasa bile potansiyellerini ortaya koymaktadır.
Fotoğraf: David Jacke
Bahçedeki patikada askıya alınmış kivi, meyve ve sebzeler görülmektedir. Sahibi: Charlie Headington, Greensboro NC.
Yenebilir orman bahçesi Kuzey Amerika’da daha yavaş yaygınlaşmıştır. Sadece birkaç kişi bu fikirden haberdar olmuş, dolayısıyla örnekler daha az sayıda ve birbirinden daha uzak olsa da yine de bulunmaktadır. Orman bahçıvanları Washington eyaleti kıyısında deniz ikliminde, 2000 m. rakım soğuğunda, kuru Colorado Rockies bölgesinde, sıcak ve nemli Greensbro’da, Kuzey Carolina’da ve serin güney New Hampshire’da, az ya da çok başarıyla ekim yapmışlardır.
Orman bahçeleri küçük kentsel bahçelerde ve büyük parklarda, banliyö arsalarında ya da kırsal çiftliklerin bir kenarında uygulanabilir. 8 dönümlük kırsal araştırma bahçelerinden, bir dönümlük yenebilir bitki ormanlarına ve yoğun ekim yapılmış 10×15 m boyutlarındaki kentsel konut projesi bahçelerine kadar çok çeşitli örneklere tanık olduk. Daha küçük bahçeler de kesinlikle mümkündür, her ne kadar “orman” tanımını biraz zorluyor da olsak, aynı ilke ve fikirler geçerlidir. “Orman bahçesi” ismine rağmen araziniz iyi güneş alırsa daha iyi olur. Ama tabii ki eğer araziniz gölgelik ve ağaçlıysa da bu fikirleri, bilgileri ve orman bahçıvanlığı bitkilerini kullanabilirsiniz.
Çeşidi Artırmak: Orman Bahçesi Örnekleri
Orman bahçeleri kırsal ya da kentsel, açık alan, ağaçlık ya da sık ormanlarda; çeşitli büyüklüklerde, şekillerde ve habitatlarda olabilir. Gözünüzde canlanması için bazı olası permütasyonlara bakalım. Burada verilen örneklerin reçete niteliğinde ve kapsamlı değil daha ziyade fikir verici olmasını umuyoruz. Kitabımızda çok daha fazla görsel, örüntü ve orman bahçesi tasarımı örneği bulabileceksiniz.
Ağaçlık alanda orman bahçeleri
Eğer arazinizde bir ağaçlık mevcutsa, dökümünü çıkartabilir ve mevcut bitki topluluğuna ekleme ve çıkarmalar yapabilirsiniz. Yapılan müdahale, esasen alt katmanda çok yıllık sebzelerin ve şifalı otların ekimi amacıyla mevcut dokuda yapılan asgari değişikliklerden; odunsu alt katmana çalı ve gölgeye dayanıklı ağaçların eklenmesine ve de kanopiden aşağıya doğru yararlı türler için açtığınız boşlukların doldurulması amacıyla yapılan açıklıklarla ve bir ardıllık içinde bitkilerin ekilmesine çok çeşitli biçimlerde olabilir. Böyle bir ekim işi amaçlarınız, alandaki hazırlıklar, tür tercihleri ve mevcut bitki örtüsünün özelliklerine bağlı olarak yabani bakım gerektirmeyen yüksek riskli bitkiler, yarı yabani kısmen bakım gerektiren bitkiler ya da çok bakımlı orman içi bahçelerine değişiklik gösterebilir. Bu tür sistemlerin yönetiminde olgun orman ardıllığındaki boşluk dinamiklerinin anlaşılması yardımcı olacaktır. Bu tür durumlarda, bölgede egzotik bitkilere hiç rastlanmaması durumunda ya da bu bitkilerin belli tasarım amaçlarına karşılık gelmesi haricinde, yerel ekosistemin bütünlüğünün desteklenmesi ve restorasyonu için öncelikle yerli türlerin kullanmasını şiddetle tavsiye ediyoruz.
Ağaçlık kenarı orman bahçeleri
Ekilmiş arazilerin çoğunda orman ile tarla arasındaki sınırı belirleyen keskin bir çizgi bulunur; yüksek ağaçlardan oluşan orman bir çayır ya da tarlanın sınırında, hemen hiç geçiş örtüsü oluşturmadan birdenbire kesilir. Doğal arazilerin çoğunda ise mera ve orman gibi iki çok farklı habitat arasında geniş geçiş alanları vardır. Bu “kenar mıntıkaları” genellikle küçük bir alanda birçok mikro klima içerir ve bu da genel olarak verimli ve çok çeşitli ekosistemler yaratır. Bu durum “kenar etkisi” olarak adlandırılır. Biz de hem ağaçlık alanda hem tarlada çok çeşitli faydalı bitkilerin ekimini yaparak geniş geçiş alanları yaratıp böyle kenarları yararımıza kullanabiliriz.
“Hızlı -Ardıllığa” sahip Orman Bahçeleri
Eğer yenebilir orman bahçenizi açık bir alan veya bir çayıra dikecekseniz, bahçeyi “hızlı ardıllık” şeklinde tasarlayabilirsiniz “.†††††††† Hızlı ardıllıkta, çok yıllık otsulardan çalılara, genç ağaçlardan ve “zirve ormana” kadar bahçenin her aşamasını tasarlarsınız ve her ardıllık aşamasındaki türleri aynı anda ekersiniz. Zirve aşamasını tasarlayarak başlamalı ve geriye doğru adım adım mevcut duruma gelmelisiniz. Kısa ömürlü güneş seven bitkileri ilk aşamalara yerleştirir, bunların etrafına yerleştikleri uzun ömürlü bitkileri sonraki aşamalara bırakırsınız. İlk yıllarda yeteri kadar yer örtücü ve güneş seven bitki eker ve uzun ömürlü bitkileri uygun aralıklarla yerleştirirseniz, böyle sıkışık bir ekim uzun yıllar asgari bakım ihtiyacı ile yetişebilir. “Hızlı ardıllık” başlangıçta yoğun zaman, para ve bilgi yatırımı gerektirir. Ayrıca en iyi işleyiş biçimini bulmak için bol uygulamalı araştırma gerekir ama bu oldukça eğlenceli ve ilginç bir iştir. Eğer orman bahçesine dönüştürecek büyük bir araziniz varsa bu stratejiyi topyekûn ele almak için oldukça kararlı olmanız gerekir. Büyük bir alanda orman bahçesi yaratmak için başka bir yöntemi aşağıda “Birleşen Çekirdekler”’ başlığında görebilirsiniz.
Banliyö arazilerde taklit
Estetik kaygıları olan kent ve banliyö sakinleri de, ön bahçelerinde bile orman bahçeleri yaratabilirler. Bu durumda estetik hedeflerin bahçe tasarımına etkisi diğer durumlardakinden daha fazla olacak, bitki tercihleri bu ölçüte göre yapılacaktır. Birçok yenebilir ve diğer yararlı bitki oldukça güzel görünümlüdür. Orman bahçeleri resmiden gayri resmiye birçok estetik tarza uyum sağlayabilir, yenebilir bitkiler paravan ve yer örtücü olarak kullanılabilir ve çeşitli renk ve doku şemalarına uyabilir.
Mikro-Orman Bahçeleri ve Birleşen Merkezler
Ekim yapmak için çok küçük bir alanınız olsa da, mesela kentsel alanda bir bahçe, hatta bir terasta bile, bir orman bahçesi oluşturabilirsiniz. Burada “orman” tanımını biraz zorluyor olsak da aynı ilkeler küçük bir alanda 2 ya da 3 yarı cüce ağaç ve bunların etrafında 9 metre genişliğinde bir daire ya da 4,5 metreye 13,5 metre bir dikdörtgen kaplayacak şekilde ekilmiş uygun bitkilere uygulanabilir. Daha büyük alanlarda böyle bir örüntüyle kısa sürede kendi kendine bakabilir hale gelebilen orman bahçesi çekirdek-merkezleri yaratabilir ve bunları dışarı doğru genişleterek sonuçta birleştirebilirsiniz. Bu uygulama birçok bitki topluluğunun ardıllık sırasındaki gelişme örüntüsünü taklit eder. Kendi fidelerinizi yetiştirebilir, başlangıçtaki iş yükü ve yatırımı azaltabilir ve arazinizde hangi bitkilerin başarılı hangilerinin başarısız olduğunu görerek zamanla uyarlamalar yapabilirsiniz.
Büyük ölçekli orman bahçesi
Eric’le ben 9 metreye 15 metrelik bahçelerden, 8 dönümü aşanlara kadar çeşitli büyüklüklerde orman bahçeleri biliyoruz. 6 dönümün üstüne çıktığınızda ve eğer çatı katmanını (kanopi) bir kerede oluşturmak istiyorsanız, bazı büyük ölçekli teknikler işinize yarayabilir. İngiltere Devon’daki Tarımsal Ormancılık Araştırma Vakfı’nda Martin Crawford bu tekniklerden birini sergilediği bir orman bahçesi modeli kurmuştur. Martin çatıyı oluşturacak ağaçların hepsini aynı anda dikerek çayırlık bir arazide dağınık dikilmiş genç ağaçlar elde etti. Birinci yıl Martin 2,5 metre genişliğinde bir bant şeklinde kalın siyah bir polyester malzemeyi malç olarak kullanarak otları öldürdü. Ertesi sene polyester örtüyü yana kaydırdı ve otlardan arınan alanı çeşitli işlevleri olan ama temelde otların yerini alması için ekilen arsız bir yer örtücüyle kapladı. Her yıl bu işlemi tekrarladı. Dönüştürülen alan arttıkça dönüşümün hızı da arttı çünkü çoğaltacak bitki miktarı artıyordu. Bu sırada Martin, alandaki ağaçların altına ve dönüştürülmüş olan toprak katmanına örtü malç tekniği kullanarak gruplar halinde çalılar ekti. Böylece birkaç yıl içinde, otsu alt tabakayı toprağı zenginleştiren ve yararlı böcekleri çeken, aynı zamanda tüketim ve satış için faydalı ürünler veren güneş sever ve kısmen gölgeye dayanıklı türlere dönüştürmesi mümkün oldu. Ağaçlar büyüyüp gölgeleri gittikçe büyüdükçe Martin alt tabakayı gölgeye daha dayanıklı yenebilir türler ve yer örtücülere dönüştürdü. Sonuç yer örtücü tabakanın yoğun olduğu ve birkaç yılda iyi bir çatı ve çalı katmanının oluşturulduğu büyük bir orman bahçesi oldu.
Maceraya Davet
“Yeni” bir fikir olan orman bahçıvanlığının uygulanması konusu, özellikle Kuzey Amerika için, halen ayrıntılı çalışmalar gerektiriyor. İngiliz orman bahçıvanlarının yetiştirdiği türlerden sadece birkaçı Kuzey Amerika iklim ve topraklarına uyum sağlayabilir. Birçok yerli Kuzey Amerikalı tür, özellikle yabani yenebilir türler, şifalı bitkiler ve yararlı böcek çekiciler orman bahçeleri için büyük potansiyel taşıyor ama bu tür sistemlerde yeterince denendikleri söylenemez. Birçok kaynaktan, yerden ve kişiden birçok çiftçilik, bahçıvanlık ve ekoloji bilgisine dayalı güçlü olumlu kanıtlar gelmekte. Eric’le birlikte birçok örneği yerinde gördük, bizzat bu tür bahçeler yaratmak için yeterince girişimde bulunduk ve işlerliği olduğunu, şu ana kadar başarılanlardan daha iyi işleyebileceğini biliyoruz. Açık görüşlülük ve daha fazla bilgi ile -özellikle yararlı bitkilerin ekolojisi hakkında daha fazla bilgi ile- biz biliyoruz ki yenebilir orman bahçeleri fikri ılıman iklimli bölgelerde birçok insanın ilgisini çekecek ve onlar için uygulanabilir olacaktır. Ama halen öğrenecek çok şey var, burada siz devreye giriyorsunuz.
Sizi yaşam boyu sürecek sakin bir maceraya davet ediyoruz. Ekolojik sistemler özünde nispeten basit ilkelerle işler ama yine de sonsuz şaşırtıcı incelikleri vardır. Birçok lezzetli ve yararlı bitki orman bahçelerinde kullanılmaya hazırdır ve birçokları da seçilmek ve geliştirilmek için büyük potansiyel taşır. Yenebilir orman bahçeleri tasarımının ve yönetiminin temelleri hakkında çok şey biliyoruz ama öğrenilecek daha çok şey var. Önümüzde ömürler boyu sürecek yaratıcılık ve tatmin edici eğlence olduğu görülüyor.
Canlıların bizim iklim ve toprağımıza nasıl uyum sağladıklarını kendi sulak alanlarımızdan, tarlalarımızdan, çalılıklarımızdan ve ormanlarımızdan öğrenmeye ve üretken tarımsal ekosistemler ile bunları taklit etmeye çalışıyoruz. Amacımız çok amaçlı bitkiler kullanarak kendimizi idame ettirebilmek için karşılıklı birbirine faydalı topluluklar oluşturmak ve kendimizi de doğal sisteme dâhil edebilmek. Cennet bahçesini tekrar yaratmak istiyoruz, Bill Mollison’un dediği gibi “neden olmasın?”
Kaynaklar: Bitki ve Mantarlar
Oikos Tree Crops, PO Box 19425, Kalamazoo, MI 49019, 616-624-6233 – Many kinds of plants. Oaks!
Bear Creek Nursery, PO Box 411, Northport, WA 99157-.
Edible Landscaping, PO Box 77, Afton, VA 22920 800-524-4156 .
St. Lawrence Nurseries, 325 State Hwy 345, Potsdam, NY 13676, 315-265-6739.
Tripple Brook Farm, 37 Middle Road, Southampton, MA 01073, 413-527-4626.
Prairie Moon Nursery, Rt 3, Box 163, Winona, MN 55987, 507-452-1362.
Garden in the Woods, 180 Hemenway Rd, Framingham, MA 01701-2699, 508-877-7630.
Perennial Vegetable Seed Co, P.O. Box 608, Belchertown, MA 01007 http://www.perennialvegetable.com .
Wild Earth Native Plant Nursery, P.O. Box 7258, Freehold, NJ 07728, 732-308-9777.
Fungi Perfecti, P.O. Box 7634, Olympia, WA 98507. 360-426-9292.
Field & Forest Products, N 3296 Kozuzek Rd, Peshtigo, WI 54157, 715-582-4997.
Kitaplar ve diğer bilgiler
Edible Forest Gardens: A Delicious and Practical Ecology, Dave Jacke with Eric Toensmeier, 2001.
Designing and Maintaining Your Edible Landscape Naturally. Robert Kourik, 1986.
How to Make A Forest Garden, Patrick Whitefield, 1996.
“Agroforestry News“, Agroforestry Research Trust’ın (Devon, İngiltere) süreli yayını, Permaculture Activist Magazine kanalıyla ulaşılabilir (Box 1209, Black Mtn., NC 28711).
Gardening with Native Wildflowers, Samuel Jones, Jr. & Leonard Foote, 1990.
Growing Gourmet and Medicinal Mushrooms, Paul Stamets, 1993.
Nut Tree Culture in North America. Richard A. Jaynes, editor, 1979. Northern Nut Growers Assoc.
Edible Wild Plants, Lee Allen Peterson, 1977.
Backyard Fruits and Berries, Miranda Smith, 1994.
Uncommon Fruits Worthy of Attention, Lee Reich.
Native Trees, Shrubs and Vines for Urban and Rural America, Gary Hightshoe, 1988.
http://www.soilfoodweb.com Toprak gıda ağları ve bunların bakımı ile ilgili temel bilgiler ve de güzel bağlantılar.
http://www.tandjenterprises.com Mycorrhizal fungi hakkında yararlı bilgiler.
http://www.mycorrhizae.com Mycorrhizal Applications, Inc.
http://www.icserv.com/nnga/ Northern Nut Growers Association: harika bilgiler ve bağlantılar!
http://www.nafex.org North American Fruit Explorers, sıra dışı bitkilerle ilgili kapsamlı bilgiler.
http://www.agroforestry.co.uk Agroforestry Research Trust web sayfası.
† Perry, David, 1994. Forest Ecosystems. Johns Hopkins University Press, Baltimore. Pages 202-3. MacArthur, R.H. and J.W. MacArthur, 1961. “On bird species diversity.” Ecology. Pages 594-598.
†† Reijntjes, Colin, Bertus Haver Kort, and Ann Waters-Bayer, 1992. Farming for the Future: An Introduction to Low External-Input and Sustainable Agriculture. MacMillan Press, London. Page 38.
††† Rackham, Oliver, 1993. Trees and Woodland in the British Landscape: The Complete History of Britain’s Trees, Woods and Hedgerows. Weidenfield and Nicolson,London.
†††† Hart, Robert A. de J., 1991. Forest Gardening. Green Books, Totnes, Devon, England.
††††† Douglas , J. Sholto and Robert A. de J. Hart, 1984. Forest Farming: Towards a Solution to the Problems of World Hunger and Conservation. Intermediate Technology Publications, London.
†††††† Whitefield, Patrick, 1996. How to Make a Forest Garden. Permanent Publications, Clanfield, Hampshire, England.
††††††† Permaculture One (1978) and Permaculture Two (1979), the first books on permaculture, are no longer in print, but have been succeeded by Introduction to Permaculture (1991) and Permaculture: A Designers Manual (1988), both from Tagari Publications, Tyalgum, NSW, Australia.
†††††††† Bill Mollison’a teşekkürler.
Küreselleşme Kıskacında Trakya Tarımı – Emet Değirmenci
Küreselleşme Kıskacında Trakya Tarımı
1980 sonrası dünyada esen neo-liberalizm rüzgârı Turgut Özal’ın özelleştirme politikalarıyla Türkiye’nin tarımının da canına okumaya başladı. O tarihe kadar özellikle hububat üretiminde Türkiye dünyada kendine yeten birkaç ülkeden biriydi. Askeri rejimle demokratik hakların da ortadan kalktığı sonraki yıllarda ülkenin içine düştüğü ekonomik çıkmazlarla IMF uyum paketleri Trakya dahil ülke tarımını hızla (bilinçli olarak) küresel sermayenin çıkarları doğrultusunda şekillendirmeye başladı. Bu da kendine özgü yeterliliği olan geleneksel aile tarımını yok etmekti.
Bir tarım uzmanı değilim. Uzun yıllardır ekoloji hareketine yalnızca Türkiye değil (son 13 yıldır yaşadığım değişik ülkelerde de katkı vererek) olup bitenler hakkında küresel bir profil görmeye çalışıyorum. Mühendis altyapısina sahip olmama yanı sıra son yıllarda (uzun süredir toplumsal projelerde kazandığım deneyimlere dayanarak) ekolojik restorasyon ve permakültürü (sürdürülebilir yaşam tasarımı) meslek edindim. Bu yazıda Trakya’nın tarımını küresel sermayenin etkisinde nereye gidebileceğini tartışacağım.
Avrupa Birliği’ne Uyum ve Küresel Sermaye:
Kapitalizmin ‘büyü ya da öl’ işleyişi 20. yüzyılda daha da içselleşti ve derinleşti. Daha önce geleneksel aile tarımıyla kendine yeten çiftçiler artık İngilizce’de adı ‘agribusiness’ olarak bilinen tarım işletmeleri haline gelmek ya da ortadan kalkmak durumundadır. Bir başka deyişle; artık çiftçi büyük alanlarda yığınsal ürün üretmelidir. Böylece büyük alanlarda aynı türden plantasyon yapılacak monokültürel tarım dayatılacaktı. Bu tür bir aktivite için de devasa çiftliklere gerek duyulacaktır. Buğünden belirtileri göründüğü gibi artık çiftçiler bir işletmeci olarak yanlarında ücretli elemanlar çalıştıracak, paketlemeyi ve ürün standardını (organik dahi olsa) endüstriyel pazarın belirlediği şekilde yapmak zorundadır. Ancak bu tür bir işletmecilik küçük parçalı topraklarda olmayacağından ve de tarım kredilerinin faizleriyle küçük çiftçinin yaşaması mümkün olamadığından bir dizi geleneksel aile tarımcılığı zaman içinde hızla yok olmaktadır. Çiftçi Sendikaları Başkanı Abdullah Aysu 2009 yılı itibariyle bu sayıyı ‘her 50 saniyede bir çiftçi iflas ediyor’ şeklinde dile getiriyor. (1) 2010 yılında Trakya ya yaptığım ziyaret sırasında duyduğum gibi topraklarını büyümekte olan (Avrupalı ya da yerli) ‘büyüklere’ satmak zorunda bırakılan çiftçiler ise büyük kentlerde iş ve aş arama peşine düşüyorlar. Bazıları turistik yerlerde garson, şoför ya da temizlikçi gibi düşük nitelikli sayılan mevsimlik işlerde çalışırken bazıları da sattıkları tarlanın parasıyla köşe başı bakkalı açıp modern kent yaşamına ayak uydurmaya çalışıyor. Hatta elindeki sıırlı sermayesiyle köyün zorlularından kurtulup pembe hayaller kurabiliyor. Öyle ya… hatta çocuklarını da okutur kendi çektiği zorluklardan onları sakınmış olabilirdi. Bu yarı umutvar kent yaşamının cazibesiyle çiftçiliği sonlandırma süreci Trakya’da hala devam ediyor ki; burada gençleri tarlada çalıştırmak zordur deyimini sıkça duymaktayız.
Bunun yanında TEKEL, Et-Balık, SEK’e kadar bütün kuruluşların ortadan kaldırıldığını da eklemek gerekir. Küçük çiftçinin ürününü alan bir zamanların Trakya Birlik’i artık ayçiçeği yerine kanola bitkisi üretmeyi teşvik etmektedir. Oysa kanola yağı besin değeri olarak Batı ülkelerinde yüzüne en son bakılan yağdır.
Bir de yıllardır giremediğimiz şu Avrupa Birliği var…ve daha on yıldan önce girebileceğimizi sanmadığım Avrupa sevdası kendine yeterliliğimizi silip süpürme yolunda iken… Oysa Yunan ekolojistleriyle yaptığımız bir diiz çalışmada kendileri girdiklerine bin pişman olduğunu belirtir hep. Çünkü Avrupa Birliğinin istediği yönde üretim yapmak zorunda bırakılmaktan ve bu nedenle biyolojik çeşitliliğin azaldığından yakınılıyor. Hatta bazen eğer Avrupa’ya fazlaysa tonlarca ürünün tarlada bırakılmak zorunda olduğundan dem vuruyorlar. Bunun yanında yerel halkın gereksinim duyduğu o topraklarda yetişebilen gıdalar ise dışardan alınmak zorundadır. Bu durum şu anki Türkiye ye de yabancı değil diyebilirsiniz. Ama Avrupa Birliği parçası olunca da durum daha da vahim olabilir.
Monokültüre dayalı üretim Genetiği Oeğiştirilmiş Organizmaları (GDO) da beraberinde getiriyor. Örneğin Trakya’da üretilen kanola bitkisi bugün değilse bile yarın GDO’lu olabilir. Çünkü Türkiye’de de GDO’lar 2010 yılı itibariyle resmen serbest bırakıldı. Böylece komşu tarlada hala sağlıklı yiyecek yetiştirme şansı dahi tanımıyor. Çünkü araştırmacılar tarafından genetiği değiştirilmiş organizmaların polenleri 15 km kadar geniş bir alanı rüzgârla etkileyebilir deniliyor. Bunun yanı sıra GDO’lu tohum firmaları pazara yayılmak için cazip olanaklar yaratıyor. Örneğin zaten tohum alma zorluğu içinde olan çiftçi için haşere ve yabani ot öldürücülerle birlikte paket halinde tohum almak daha ekonomik görünüyor. Üstelik çıkacak tohumun terminatör tohum dediğimiz kısırlaştırılmış tohum olduğunu bilmeden. Böylece çiftçinin en doğal hakkı olan gelecek yılın tohumunu dahi kendi tarlasından alması önleniyor. Kısacası kendisine % 100 bağımlı çiftçiler oluşturuyor.
Trakya’da olup bitenler elbette dünyadan bağımsız değildir. Tarımın şirketleşmesi bizim gibi ülkeleri daha kısa sürede ve daha derinden sarsarken örneğin, Avrupa’da birazdaha entervali geniş 2 dakikada bir çiftçinin iflas ettiği Aysu’nun yukarıda belirttiğimiz yazısında açıklanıyor. Monsanto ve Cargil gibi dünya tohum tekelleri ise Türkiyede de görüldüğü üzre küresel ölçekte yayılmaya devam ediyor.
Küresel sermaye tarım işletmeciliğini elbette yalnız toprak birleşimiyle yapmıyor. Aynı zamanda Türkiye tarımını da havzalara ayırmaktadır. Bunu yaparken yörenin ekolojik bütünlüğüne ve yerel gereksinimlere bakmaksızın… Oysa Hintli bilim kadını, yazar ve aktivist Vandan Shiva önce ailenizin, sonra oturduğunuz yerdeki pazarın, eğer hala fazlanız kaldıysa bölge pazarının gereksinimini doyurun der. Uluslararası pazara gelince tüm bunlardan arta kalan gitmelidir diye de ekler. Shiva yazılarında ve konuşmalarında küresel kapitalizmin ‘Büyü ya da Öl’ politikasının Hindistan’da çok açık bir şekilde görüldüğünü sıkça dile getirir. Bu politikadan ötürü kredi borcunu ödeyemeyen ve kendine bir gelecek göremeyen çiftçilerin doksanlı yıllarda kitlesel halde intihar etmelerine tanık olan Shiva, bunun sonucu olarak NAVDANYA diye adlandırdıkları tohum koruma kuruluşunu halka dayanarak kurar. Böylece 200’den 20’ye düşmüş olan pirinç vb. bitki tohumunu koruyarak geleceği kendi ellerine almaya çalışmanın gğcğ ve onuru paylaşılır.
Bir de Trakya’daki Ergene Havzası‘na değinecek olursak yatırım ve diğer endüstride kullanılan kimyasallar sonucu Ergene Nehri’nin siyah ve köpüklü akmasının yanında Ergene havzasında oranın ekolojisine ve yerel halkın gereksinimlerine yönelik bir tarımın beli kırılmıştır. Çünkü sürekli revizyondan geçirilen havza modeli 2004 yılında yürürlüğe giren 1/100.000 ölçekli “Ergene Havzası Çevre Düzeni Planı”nı da 2020 yılına yönelik TAB (Tarımsal Alt Bölge) ve TOB (Tarımsal Organize Bölge)larla “geleceğin tarımını şekillendiriyoruz” adı altında sürdürülebilir havza yönetiminden uzaklaştırılmak istenmektedir. Böylece küresel sermayenin güdümüne daha kolay sokulabilecektir.
TAB ve TOB’ lara karşı mücadele:
2009 yılında öne sürülen Trakya’nın toprak yapısına bağlı olarak 19 adet TAB, 12 adet de TOB kurulması hedeflenmektedir. Alt bölge planlaması olarak konu edilen TAB ve TOB projelerinin ne olduğu ve hangi amaca hizmet edeceği ise açık değildir. Trakyalı avukat Bülent Kaçar kaygılarını şöyle dile getiriyor:
Ergene nehrinde ve havzasında davalı idarece etkin idari tedbirlerle önlenmeyen kirliliğin, yeraltı ve yerüstü sularını da kirlettiği gerçeğini dikkate aldığımızda, revizyon plan olduğunu iddia eden “YENİ PLAN”ın kirliliğin önlenmesini hedeflemediği, aksine havzayı ve sularımızı kirletici yeni yüklerin bölgeye taşınmasına, yerleşmesine olanaklar sağladığı görülmektedir… Çünkü revizyon planında, sürdürülebilir yaşam ve bilimsellik esas alınmamıştır (2).
Kaçak sanayi yapılarına af getirerek meraların dahi zamanla kamusal alan statüsünden çıkarılıp özelleştirmeye açabilecek bu gidişata dur demek gerekir. Kaçar aynı yazısında 2004 Bütünleşik Sürdürülebilir Havza Yönetimi Statik değil dinamiktir diyor.
2009 da ABD’nin Washington eyaletinde küreselleşmeye karşı tarım içerikli katıldığım çalıştayda geleceğin sağlıklı tarım modeline ilişkin geçmişten bir dizi ders çıkarılıyor. Geleneksel aile tarımının geçmişte Amerikan nüfusunun %70 ini beslediği anımsatılıyor. Sağlıklı bir gelecek açısından tekrar o yöne doğru bir dönüş olması gerektiği üzerinde duruluyor ve halkın hükümete bu konuda büyük bir baskısı var. Bunu da 1970’ lerde başlattıkları Topluma Dayalı Tarım (Community Supported Agricultrure) yoluyla daha geniş ölçekte uygulamak istiyorlar. 20 yılı aşkın bir çabanın ürünü olan Toplum Destekli Tarım (TDT)’da bugün ülke genelinde yaklaşık 600 ekolojik aile tarımını koruyor. Böylece kentte yaşayan ve yiyecek yetiştirecek zamanı olmayan kişiler kırsal kesimdeki geleneksel tarım emekçisinin ürününü (üyelik sistemiyle) sürekli alacağını taahhüt etmiş oluyor. Bu şekilde kentli hem sağlıklı ürün tüketmiş oluyor, hem de yediği ürünün nereden geldiğini ve hangi koşullarda yetiştirildiğini biliyor. Hatta karşılıklı birbirini destekleyen bu bağ vasıtasıyla ekim ve hasat zamanlarında çiftçisinin düzenlediği festivallere katılarak konserve yapmaktan tohum korumaya kadar yeni beceriler kazanma olanağına sahip olup üreticisiyle yüzyüze bağlantı kurmuş oluyor. Buna benzer yerel üretim ve tüketim zinciri oluşturan sistem Avrupa’da ve Asya Pasifiğin birçok ülkesinde de yaygınlaşarak uygulanmaktadır. Örneğin Yeni Zelanda’daki TDT zincirine Wellington bölgesi odaklı iki yıl destek verdim ve sonuçta yeni bir diriliş yaşandığını görmek beni mutlu etti. Böylesi bir yapının insanlara ve doğal çeşitliliğe neler kattığını sonsuz. Aslında bize köy enstitülerini anımsatan kentle köyün bağlantısını sağlayacak biylesi bir modelin Türkiye de çok yakışacağını düşünüyorum. Trakya’da ve Türkiye’nin diğer bölgelerinde de buna benzer ekolojik üretici – tüketici zinciri kurulabilir. Yoksa ne AB’ye girmek ne de dünya pazarına açılmak için tarım işletmeleri kurup tarımı modernleştirmek biiz kurtarmıyacağı gibi daha da kütüye sirikleyecektir.
Neler Yapılabilir?
Çok geçmeden elimizde kalanları tutmak ve geliştirmek açısından diğer bir örnek de Latin Amerika’dan vereyim. Yukarda belirttiüim Washinton çalısmamızda 500 yıllık tarım örgütü La Via Campesina dan da çiftçi liderleri vardı. Via Campesinalı çiftçileri yüzyüze tanıdıktan Yiyecek Özgürlüğü Hareketine daha fazla zaman ayırmaya başladım. 2004 yılında İtalya’nın Roma kentinde yapılan Birleşmiş Milletler Yiyecek Güvenliği Zirvesi’ nde umutvar bir çıkış göremeyen Vıa Campesina çiftçileri yerel ölçekte ve ülke bazında örgütlenme modeli önerdi. O günden bu yana dünyanın 160’dan fazla ülkesde örgütlenerek yiyecek üretiminde kadın-erkek eşitliğinden tarım işçilerinin etik ve insani koşullarda çalışmasına ve her ülkenin yiyeceği hakkında kendi politikasını oluşturması yolunda önemli adımlar atıyor. Kısacası Via Campesina tüm yiyecek üretiminin bir sistem olarak tümden demokratikleştirilmesi üzerinde duruyor. Trakyalı çiftçi bugün ürün bazında yapılanmakta olan tarım sendikaları ve genel olarak Türkiye Çiftçi Sendikaları şemsiyesi altında güç birliği yapabilir. Yoksa kente göç eden Trakyalı çiftçiye çok geçmeden kent yaşamı dar gelecektir. Çünkü yazın gidip kuru bakliyatını getireceği köy arazisi de zamanla ortadan kalkacaktır. Hatta ilerde köyüne dönüp sattığı tarlanın patronunun tarım işletmesinde asgari ücretle çalışmak zorunda kalabileecektir.
Gelişmiş ülkelerde tarım üzerine yapılan konferanslarda geleceğin en önemli mesleği sağlıklı yiyeceğin nasıl yetiştirildiğini bilen insan olaak tanımlanıyor. O halde bugün olup bitene karşı uyanık olmak ve TAB ve TOB’ lara karşı durmak gerekir. Türkiye’nin hala ağır metallerle kirlenmemiş topraklarında Avrupa ülkeleri binlerce dönüm arazi alarak organik tarım işletmeleri kurma yolunda ilerliyor. Biz gelecekte niye onların mevsimlik işçisi olalım? Anadolu’da hala kolektif ruh kaybolmadığına göre kendi aramızda kuracağımız kooperatifler yoluyla geleceğimizi planlayabiliriz. Üstelik yapılacak (yalnızca asık yüzlü kamu görevlilerinden oluşan değil halkın coşkusuyla yapılacak) yerel tarım festivalleri ve tohum değiş tokuşuyla şenlikli toplumu yeniden yaratabiliriz.
Permakültürle bugün dünyanın birçok ülkesinde bolluk yaratan yaşamlar kurulmaya çalışılıyor. Bir başka deyişle bunun adına bizim yabancısı olmadığımız bilge köylü tarımı ve de yaşam biçimi demek daha doğru belki de…. Aslında permakültürün kökleri Anadolu’da olduğu kadar diğer yerli halkların da yaşam biçimini yansıtıyor. Öyleyse birbirimizden öğrenerek tarıma ve yaşamımıza çeşitlilik katabiliriz. Örneğin Azteklerin teras tarımından Babil’in asma bahçelerine kadar öğreneceğimiz zevkli şeyler var. Üstelik permakültür yaşamı, tarımın ötesinde enerjiden su korunumuna ve toplumu yeniden tasarlamaya kadar uzanan bütünlükçü bir yaşam için beceri seti öneriyor. Bugün Afrika bile Plan Afrika programı kapsamında hükümet politikalarına böylesi bir yaşam tasarımını almış durumdadır.
Öteki önemli bir nokta da evladiyelik tohumun korunmasıdır. Hindistandaki gibi köy ve mahalle bazında tohum bankaları kurup tohum değiş-tokuşuyla geleceğimize sahip çıkmalıyız. Amerika devlet başkanlarından biri eğer silaha sahip olursan bir ülkenin toprağına ama yiyeceğini kontrol altında tutabilirsen yurttaşlarına da sahip olabilirsin demiş. Ben bunu günümüze uyarlayarak tohuma sahip olmanın geleceğe sahip çıkmak olacağını düşünüyorum. Çünkü tohumu olmayan nüfus aç kalır!
Dipnotlar:
1. Abdullak Aysu http://www.karasaban.net/her-50-saniyede-bir-ciftci-iflas-ediyor-2/
2.Trakya Planlanıyor (!) – Bülent Kaçar 12 Temmuz 2010 – http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=31548
*. Emet Değirmenci ekoloji aktivisti ve permakültür uzmanıdır. Amerika ve Türkiye’de ekoljik restorasyon/permakültür danışmanlığı, tasarımı ve eğitmenlik yapmaktadır: http://www.koruora.com
Komün Yazıları – METİN YEĞİN
Zapatistalarla birlikteydik. Lacandon ormanlarının kıyısında bir komündü. Her gün önümüzden Meksika ordusu geçiyordu. Yüz civarında oluyorlardı. Yüz civarı jemse kamyonet, tank, jip ve bazen onlara eşlik eden bir avcı uçağı. Kafamıza pike yaptığında üstümüze gelen namlu ucunu görüyorduk. Önümüzde ki kağıda bir avcı uçağı, çift namlulu mitralyöz yazıyorduk. İşimiz ve gücümüz buydu. Uluslar arası gözlemci olarak oradaydık. Resmi filan değildik. Meksika ordusuna göre dış mihraktık. Zapatista komünün ortasında bir yabancılar komünümüz vardı. Sayılarımız değişiyordu. Bazen iki kişi kalıyorduk bazen on filan oluyorduk. Basklı, Katalan, İtalyan, Kanada’lı ve Japon yaşayıp gidiyorduk. Aramızda sınırlar filan yoktu.
Kara fasulye, mısır ekmeği yiyorduk. Kahve içiyorduk. Sabah, öğlen ve akşam ve bütün aylar böyleydi. Komün bütün Zapatista komünleri gibi ambargo altındaydı. Ancak komüne birisi geldiğinde yanında Meksika ordusundan kurtarabildiği kadar bir şey taşıyordu. Bir kilo portakal, üç domates ya da bir avuç şeker. Değişiklik oluyordu. Pek umurumuzda olmasa da seviniyorduk. Bir gün, son bir şeker kalmıştı. Parlak küçük kağıda sarılmış bildiğimiz bir bonbon şekeri. Basklı bir kız arkadaş bunu kime veriyim diye espri yapıyordu. Son şekerdi. Değerliydi. Gülüyorduk. Sonra oradan geçen küçük bir maya kızına verdi. Sonra biz o gün geçen silahların toplam sayılarını toplamaya devam ettik.
Biraz sonra küçük kızın anne ve babasıyla birlikte Zapatista komününün koordinatörü geldi. Şekeri siz mi verdiniz diye bize sordu. Birbirimize bakıp evet dedik. Bunu nasıl yaparsınız dediler. Bizim çocuğumuza nasıl şeker verirsiniz. Biz çocuklarımızın dilenci olmasını istemiyoruz.
STK lar sardı etrafımızı. Sivil Toplum Kuruluşları. Uzun adını yazmak bile gerekmiyor artık. Yazmıştım ‘Kafa Tamircileri’ onlar. Bir Macar şairin şiiri vardı. Bir adamın öyküsünü anlatıyordu. Giyotinden kopan kafaları diken bir adamdı kafa tamircisi. Burjuvazinin en fazla kendine benzeyen aletidir giyotin. Hızlı, çabuk bir biçimde kafayı gövdeden ayırır ve ardındaki sepete yuvarlar. Kafa tamircisinin işi buydu. Sepetten çıkardığı kafayı cesede dikiyor, cesedi yakışıklı kılıyordu. Bütün STK’lar böyledir. Kafanın kopmasına aldırmazlar, kafayı yerine dikmeye çalışırlar. Burjuvazi istekli ya da isteksiz besler STK’ları sepetler kafa dolup taşmasın diye.
Şimdi yollar buralarda ya STK’ya ya da Komüne çıkıyor. Ya STK yolundan kafaları dikeceksiniz ya da sadece kendi gücünüz ile komünleri inşa edeceksiniz. Ya bonbon şekerinin üç yalamalık tadı ağzınızı saracak ya da küçük maya kızını şekerden mahrum onuru ile yaşayacaksınız. Nasıl mı? Çok iyi biliyorsunuz siz aslında. Halay çeker gibi. Omuzlarınızdan tutacaksınız birbirinizin kimse düşmesin diye. Beraber öne atılacak bacaklar ya da herkesi sağa sola hep birlikte taşıyacak müzik. Halay başı bile dans etmeden duramayacak ve tembel tembel ben halayım başıyam diye oturamayacak hatta fazladan bir de mendil sallayacak.
Sub Kumandan Marcos; ‘Biz iktidarı değil dans edecek bir yer istiyoruz’ diyordu. Emma Goldman dans edilmeyen bir devrim devrim değil diyordu.
Komünler kurmalı köylerde, sokaklarda, okullarda. Halaylar çekerek gibi. Halay çekerek. Bırakın STK lar bonbon şekerlerini yalasınlar sonra da avuçlarını yalayacaklar.
http://www.emekdunyasi.net/ed/ed/10317-komun
Komün 2
Viranşehir’deyim.70 evsiz aile ile birlikte kerpiç evler inşa ediyoruz. Anlatmaya başlıyorum. Yoksulların ev ihtiyacı var mı? Var. Burada evler en az 50-70 milyar arası, yeni parayla bin oluyor miktarlar. Yoksulların bu evleri alma şansı var mı? Yok. Orta sınıf bile satın alsa, gelecek yirmi yılını bankalara tahsis ediyor. Yaşamında koca bir ipotek. -Yüce rabbim ömrümü uzun kıl, ipotek borcumu ödemeliyim.- O zaman ne yapacağız? Ev sadece ihtiyaç mı? Hayır hak. Ne yapmalı? TOKİ benzeri, F tipi cezaevlerini çoğalttığımız da bunu çözecek miyiz? Hayır yalan. Tek çözülen sorun müteahhit bütçesinden başka bir şey olmaz. Bütün o konutları da orta sınıf üstü ya da ipotekli yaşam karşılığında orta sınıf alır. -Şili de nehir kıyısına çadırlar kurmuşlardı. 15 yıl, 17 yıl her ay ödedikten sonra taksitlerini ödeyemedikleri için dışarı atılmışlardı. Evden atıldıktan sonra iş de bulamıyorlardı. Evsizliklerine değil ödedikleri taksitlere yanıyorlardı.-
Kerpiç evler yapacağız, radikal tekellere ihtiyaç duymadan. Eh insanın başını sokacağı bir yer olacak! Hayır, kerpiç evlerimiz bütün Viranşehir evlerinden daha sağlıklı olacak. Daha güzel olacak. Yoksullar güzel evlere layık. Çünkü kerpiç evler en sağlıklı ve bölge iklimine en uygun evlerdir. Kerpiç ortamın nemini dengeler, çoksa alır azsa verir. Rahat soluk alınır, rahat uyunur. Havanın kirliliğini alır, en az enerji tüketir, kışın sıcak yazın serindir… Avrupa birliğinden para mı aldınız? Hayır. Peki nereden aldınız? Hiçbir yerden. Para kirletir. STK değiliz ki biz, maya kızı onuru inşacılarıyız. Deliyiz. Eh ben de ev istiyorum o zaman? Ee bana ne. Biz kimseye ev dağıtmıyoruz ki. Herkes birlikte yapacak. Peki kaç metrekare? Bilmem birlikte karar vereceğiz. 5 kişilik bir aile ile 15 kişilik bir aile bir olabilir mi? Hep birlikte mi karar verilecek? Evet. Sadece siz değil aile babaları, evin erkekleri, iktidar mümessilleri, kadınlar dahil olacak nasıl bir mahalle istediklerine, onlar karar verecek ve hatta çocuklar katılacak, 6 yaşından büyük, her çocuk konuşacak kendi toplantılarında. İki kale direği mi isterler yoksa kızlar atlama ipleri mi? Ya da tam tersi mi? Bilmem ki çok geride kaldı çocukluğum ve sınırsızlığım. Milli eğitim mağdurları beyinlerimiz, televizyon malulleri.
Parasız nasıl inşa edeceğiz? Toprakla, samanla ve birlikte türkü söyleyerek. Kapı, pencere, dam? Belediye mi verecek? Hayır sen bulacaksın. Katılanlar bulacak. Biz hilali ahmar cemiyeti değiliz. Yani hem karara katılacaksın hem de sorumluluğa. -Mahalle meclisleriyle kimlerin katılacağına dair toplandığımızda bir usta marangoz söz aldı. 1.5 milyara bir hızar alalım. Bütün kapı, pencereleri yaparız. 30 liraya gelir tanesi. Artık bir marangoz atölyemiz de olacak- Sadece kerpiç evler mi? Hayır. Ekotarım yapacak mahalle. 10 metrekarelik bir bahçede, 4 kişilik bir aile, bütün yaz kış için yeterli sebzesini üretebilecek. Hadi siz çok yeşillik yiyorsunuz 15 metrekare olsun. İlaç için bitki üreteceğiz ve yaşamak için yeni bir demokrasi.
‘Bir arsamız olur, sonra kent kenarında değerlenir, satarız. Bir iki kat çıkar, kiralarız. Kazandığımız parayla bir araba alır ya da en azından bir cep telefonu, sağa sola gösterir, hava basarız. Boyumuz büyür.’ Diyorsanız yanılıyorsunuz. Çünkü burası kooperatifin olacak. Oturursanız, Allah uzun ömür versin, mesela 100 yıl ya da daha fazla oturabileceksiniz ya da ölürseniz çocuklarınız yaşayabilir ama başka yere gidecekseniz satamayacaksınız, kooperatife kalacak. Kooperatif kimin eve ihtiyacı varsa ona verecek…
Komün inşa edeceğiz geçen hafta dediğim gibi; ‘Halay çeker gibi. Omuzlarınızdan tutacaksınız birbirinizin, kimse düşmesin diye. Beraber öne atılacak bacaklar ya da herkesi sağa sola ve hep birlikte taşıyacak müzik. Halay başı bile dans etmeden duramayacak ve tembel tembel ben halayın başıyam diye oturamayacak hatta fazladan bir de mendil sallayacak.’
Kerpiç evler inşa edeceğiz birlikte ve yeni, gerçek bir demokrasi…
http://www.emekdunyasi.net/ed/ed/10412-komun-2
Komün 3
Komün radikal katılımcı demokrasidir. Sınır yıkıcıdır. 3 yılda, 5 yılda bir oy atılan karikatür demokrasiye güler geçer. 3 yıl, 5 yıl oy kullanma seronomisi evlenme yıldönümleri gibidir. Neşeli ve hüzünlüdür. Bir yandan demokrasiye dâhil olmanın neşesini yaşarsın, diğer yandan aynı neşeyi neden her zaman yaşamadığını düşünüp sarf ettiğinin hüznüne dalarsın. Katilin cinayet yerine geri dönüşü gibidir. Kandırıkçıdır. İngiltere de bir pubda görmüştüm. Cambirdge’de bir mahalle pubıydı. Tuvalet duvarlarına yazı yazma geleneği dünyanın her yerinde olduğu gibi tabiî ki orada da vardı. Ama onlar pisuvarların yanına bir kara tahta koymuşlardı, altına bir tebeşir. Yazı yazacaksan, oraya yazacaktın. Tam bir batı demokrasi örneğiydi.
Demokratik özerklik, özgür komünler yani radikal katılımcı demokrasinin hangi sınırlar içinde uygulanmasının önerildiği üzerine tartışılıp duruyor. Bölge de, Konya’da Cihanbeyli’de, Bağcılar’da, İzmir’in yukarı mahallelerinde, nerede Kürt varsa orada, çanak antenli evlerde… Hayatımızın müfredat program yapıcıları ellerinde cetveller, pergeller ve bilhassa kumpaslarla uygulama alanları, kısmi, mevzi ve topyekûn yasaklamalarıyla, yere batası duyarlılıklarıyla kırmızı kırmızı çizgiler atıyorlar ucuz amerikan bezi hayatlarımıza. Söz, yetki, karar yani demokrasi, sadece ve sadece smokinli, fraklı parlamenterler ya da cüppeli hâkim, savcı ya da hocaların ve üst üste dikilmiş rütbeleriyle hayatları hiyerarşi toplamı askerlerin mi? Bunların hepsinin itinalı dikicisi terziler neden sadece 3 yıl ya da 5 yıl da bir, bu koca komediye dâhil olabiliyor? (Bu komediyi bozmuştu Fatsa’nın terzi Fikrisi hatırladınız mı?)
6 doktor, 3 hemşire, 1 laborant, 2 hasta bakıcı yani 12 sağlık emekçisi ve muhtemel 9 hasta, yani insan, yani bir zaman, dalak ya da karaciğeri çökecek, yükselen kolesterolleri ile her an kalp krizi geçirecek bizden birileri, 11 Ocak 2011’de, saat 14.47’de bütün devlet hastanelerini denetlese. -Tabiî ki sayıları ve tarihi sallıyorum.- ‘Biz sağlık emekçileri, muhtemel hastalar soruyoruz; Burada kaç yatakta, kaç hasta var? Neden şu para ödeniyor? Hangi ilaç firmaları sizi fazla ilaç yazdığınız için kongre tatillerine gönderiyor? Aynı sedyeyi bir ucundan itekleyen taşeron sağlık emekçisi neden daha az maaş alıyor?’ dese. Karikatür demokrasi sınırlarını caart diye yırtmaz mı kenar mahalle, bizim mahalle ağzıyla? 1968’de ABD’deki Kara Panterler’den beri, ilk defa bu kadar geniş bir şekilde, sağlık sistemini, tıbbın hegemonyasını da dahil ederek sorgulasak…
Çocuklarınızın, torunlarınızın içme suyunu, otomobil ve çimento fabrikalarının öldürücü kan dolaşımına satan büyük barajlara, krediler sağlayan bankalarda halaylar çeksek? Yine Salı günü 14.47’de şu bankanın bütün şubelerinde, kasalarının ve müşteri temsilciliklerinin önünde? Tarihi suya batıran, toprakları susuz bırakan büyük baraj kredilerine çomak soksak? ‘Banka soymak mı? Banka kurmanın yanında hiç bir şey diyen’ Brecht’in ruhu şad olsa. Hasankeyf’e kredi veren bankaların keyfini kaçırsak, Hopa’daki HES’i projelerinin üstüne yumurta kırsak? Susmasak sıra bize gelmese.
Bırakın onlar sınırlar çizmeye kalksın. Ölçsünler, biçsinler her ölçülen satılabilir mantığıyla. Düşüncelerinin mahdut sınırları içinde makul dolaşsınlar. Biz hayata, halaya katılalım.
Hayatımızı çevreleyen mayın tarlalarını sökmeli demokratik özerklik, komün yani radikal katılımcı demokrasi. Söz, yetki, karar halka. İktidar çöpe..
http://www.emekdunyasi.net/ed/ed/10522-komun-3
Komün 4
Arjantin’de işgal fabrikalarını dolaşıyordum. Fabrikalar iflas ediyordu. İşçiler fabrikalar iflas edince bir başka yere işe giremiyorlardı, çünkü zaten işsizlik çığ gibiydi. İflas eden fabrikalarda işçiler tazminatlarını, birikmiş maaşlarını alamıyorlardı. Fabrikaları işgal ediyorlardı. Makineleri haczetmeye gelen bankalara, icra memurlarına, icra memurlarını koruyan polislere ve makul olun, makul olun diyenlere karşı direniyorlardı. Bu ülkeyi biz yönetmiyorduk. Parlak diplomalı, makul ekonomistler vardı. Bu fabrikayı da biz yönetmiyorduk; kibirli, büyük arabalı ve bizim makul olmamızı söyleyen patronlar vardı. Bu yüzden ne bu ülkenin batmasından ne de fabrikanın batmasından biz sorumlu değiliz. Siz bu makineleri haczettiğiniz de benim eşimin, çocuğumun ekmeğini alıyorsunuz. Bunu size vermem diyordu. Barikatlar kuruyor, fabrikaları işgal ediyordu. Hep birlikte fabrikayı yönetiyorlardı. Makul değillerdi. Bu fabrikalardan birinde bir işçi kızla konuşuyordum. 25-26 yaşlarındaydı. Patronsuz çalışmak mümkün mü diyordum. Garip bakıyordu. Ben 10 yıldır işgal fabrikalarında çalışıyorum. Hiç başka yerde çalışmadım. Bu soruyu anlamıyorum. Bence patronla çalışmak mümkün değil. Patron ne yapıyor ki?
Uruguay’da bir işgal tekstil fabrikası geziyordum. 100 kişi çalışıyordu 99’u kadındı. Seni bir yere götüreceğiz dediler. Fabrikanın sonunda patronun eski ofisine götürdüler. İçinde küçük küçük yataklar ve oyuncaklar doluydu. Kendi çocukları için kreş yapmışlardı. Zaten patronu kovduk ve burası ilk defa işe yaradı diyorlardı.
Galler’de işgal madenini geziyordum. Bütün madenler kapatıldığında Tower madeni sadece direnmekle kalmadı, madeni işgal etti işçiler. Bağımsızlıklarını ilan ettiler. Kızıl bayrak diktiler madenin tepesine. 10 yıldan fazladır madeni işçiler yönetiyor. Yılda 2 milyon sterlin, ne yazık ki vergi veriyorlar. Çevredeki bütün yerleşim yerlerinde işsizlik, uyuşturucu hakimken Tower’da hayat devam ediyor. Galler’deki bütün belediyelerde iki dil yazılır kapıda. İngilizce ve Galce. Fakat sadece işgal madeninin olduğu kasabada işsizlik yoktur ve gençlerin hayatları uyuşturucudan ibaret değil.
Brezilya’da işgal fabrikası Flasco’da geçen hafta bir fotoğraf sergisi açıldı. Şehmus Çakırtaş’ın Kürt fotoğrafları sergisi. Belki de Brezilya’da bir ilkti. İşgal fabrikaları sadece mamul maddeler değil yeni bir kültür üretir. Başka bir demokrasi inşa ederler. İşçiler, işçilerin eşleri ve hatta çocukları hep birlikte karar verirler, ne üreteceklerine ve nasıl yaşamlarını devam ettireceklerine. Bu yüzden işgal fabrikası Flasco’da bütün baskılara rağmen, günde sadece 6 saat çalışılmasına rağmen h‰l‰ diğer fabrikaların 2 katı kazanır işçiler.
Demokratik Özerkliği sadece muhtariyet-özerklik ile sınırlamak, tanımlamak hadımlaştırmaktır. Özgür Komün yani radikal katılımcı bir demokrasi iyi, çok güzel ama gerçekçi olun diyenlere gülüyorum. Okulların makul olun öğretisinin kurbanları onlar. Siz gerçekçi değilsiniz! Sizin önerileriniz hiç uygulanabilir değil. Kaldırın kafanızı şöyle bir etrafa bakın! Bu lanet olası, her dakikada üç kişinin açlıktan öldüğü dünya mı bizi içine tıkıştırmak istediğiniz? Bu kadar mı basit, ekolojik, demokratik, kadın cinsiyetçi bir toplumsal yapı önerisi?
Bir yanda ‘kamu idari reformu’ ile özelleştirilen kamusal hizmet, özel bölgeler yani Kürde özel, daha da düşük asgari ücret, mutlu mesut sermaye öte yanda kooperatifler, kolektifler, özgür komünler, yani radikal katılımcı bir demokrasi…
Komün 5
Size garip geliyor değil mi? Parasız ve eşit eğitim getiren bir yasanın bir kesim tarafından bile olsa protesto edilmesi. Aslında üniversitelere çok uygun bir karşı çıkış bu. Üniversiteler ilk kurulduğundan beri papaz okullarının yerini almıştır. İlk üniversitelerin binaları da bunu bize yansıtır. Ünlü Cambridge, Oxford üniversite binaları, görkemli kiliselerden hiçbir farkı yoktur. Diploma törenleri, kep giyme seremonileri papaz törenleriyle aynıdır. Ne zamanki 1968 de şenlikli öğrenci eylemlilikleri Sorbonne’u işgal etti, ormana taşıdı, o güzel günlerde özgürlüğüne kavuşmuştur üniversiteler ya da dünyanın herhangi bir yanında şenlikli işgallerde. Üniversitelerin özgürleşmesi, üniversite duvarlarının yıkılmasıyla ancak olur. Bilgi ve iktidarı, öğrenim cüppeleri ve yakılası kürsüler, her şey bir yana, sadece ve sadece bize makul olmayı öğrettikleri için bile cehennem ateşinde yanmayı hak ederler. Doğru, üniversiteler ‘bilim’ yuvasıdır yani iktidardır. Düzen ve intizamı, sıraları, çan eğrisi olan veya olmayan notları, okuma yazma kurdeleleri, azarlanmış ve ödüllendirilmiş biz, bugünün demokrasisinin makul insanları, diplomalarıyla mutlu, mesut ve belki bahtiyar dolaşıyoruz. ‘Bilim’in bize bahşettiği ayrıcalıkları kaptırmamak için sokaklardalar, şimdi Venezüella’nın zengin üniversite öğrencileri.
Yasaya göre öğrenciler, üniversite yönetimlerini seçmede eşit oy hakkına sahip olacaklar, profesörleri değerlendirecekler ve üniversitenin yönetim sürecine katılacaklar, üniversite idari kayıtlarına ulaşma hakkına da sahip olacaklar. Daha da önemlisi karşılıksız ulaşım, yemek, barınma, sağlık ve burs hakları olacak. Ayrıca yasa, bir üst konseyin dışında her kampuste öğrenciler, öğretim üyeleri ve işçilerin eşit oylarıyla seçilmiş kampus konseyleri tarafından idare edilecek. Yani sadece cüppelerin gücü aşkına yürümeyecek her şey ya da şu anda olduğu gibi bir prof’un oyu çok işçinin oyuna eşit olmayacak. (Ülkemde öğretim üyeleri bile kendi rektörlerini seçemiyor ya…Kifayetsiz cüppe gücü.)
Venezüella da Bolivarcı yönetim, oligarşinin makul insan üreticileri üniversitelerinin kapısından biraz daha demokrasi sokmak istiyor. Bunu tek nedeni devrim olmasa da yani kendi muhalefetinin ana kaynağını yok etmeye çalışsa da yine de üniversite duvarlarına koca koca delikler açılıyor.* Üniversite koridorlarına halkın çocukları sızacak ve biraz daha demokrasi ve özgürlük.
Özgür komün aynı zamanda eğitimin demokratikleşmesi, özgürleşmesi demektir. Demokratik özerklik, özgür komünler sadece sınırları değil üniversite duvarlarını yıkmalı. Özgür komünler yani radikal katılımcı demokrasi; bıkmadan usanmadan bir kere daha tekrar edeceğim gibi egemenlerin 3 yılda 5 yılda bir oy atılan karikatür demokrasileri gibi değildir. İletişimde demokrasi, kültür de demokrasi, sağlıkta demokrasi ve eğitim de demokrasidir.
Özgür komünlerle, özgür üniversitelere…
*Muhalefet bir üst kurul oluşmasının otonomiyi ortadan kaldıracağı iddiasıyla karşı çıkıyor ve Bolivya da ki son yasa gibi geri aldırmaya çalışıyor. Doğrusu yasa, böyle bir olasılığı da içinde taşımıyor da denilemez.
http://www.emekdunyasi.net/ed/guncel/10704-komun-5
Komün 6
Brezilya’da bir favelada – gecekondu- mahallesinde konuşuyorduk. -Hemen hemen tamamı ilan panolarından yapılmış bir evdi. Farklı yerlerinden ve tabiî ki aldırmaksızın kesilip çakıldığından üstlerindeki reklam yazıları, yeni bir gerçek yaratıyordu. Ortası pencere olarak kesilmiş, evin en büyük parçası sanırım bir araba reklamıydı. Pencerenin hemen üst köşesinde lüks bir arabanın sağ arka tarafı duruyordu. Tam bagaj kapağının başladığı yer pencere için kesilmişti ya da panonun orası parçalandığı için pencere yapılmıştı. Otoban kenarından söküldüğünden belki de bir araba parçalamıştı. Pencerenin üstü bir deterjan reklamıydı. Beyazında beyazı var tipi bir reklam sloganı ters olarak pencere üstü görevini üstlenmişti.- ‘Ya polis diye sordum. Onlar zaten polisle anlaşmalı. Onlara payını vermeden bu sokaktan bile geçemezler.’ 30lu yaşlarında bir kadındı belki de 20 ama sefalette yaş önemli değildi. Çocuğunu kaçırmışlardı. Burada çocuklar böbrekleri için kaçırılıyordu. -Yaşasın modern tıp- Sokak çocuklarının polis tarafından sürek avına çıkılarak öldürüldüğü günlerdi. Polis sokakları suçtan temizliyordu.
Meksika’da polis, içinde polis müdürlerinin de olduğu polislere, uyuşturucu ticaretine karıştıkları için baskın yaptı. Çatışma çıktı. Polisler polisleri öldürdü. Daha sonra bu baskının nedeninin, iki uyuşturucu çetesinin arasındaki savaşın bir parçası olduğu söylendi. Yani bir uyuşturucu kartelinin polisleri ile diğer uyuşturucu kartelinin polisleri çatıştı -tekerleme gibi oldu ne kadar polis dedim- Emniyet, suç, polis, güvenlik, önlem, asayiş, kar ve ticaret, güvenlik şirketleri, -bir de geçenlerde NTV muhabiri, panzerlere ‘toplumsal müdahale araçları’ diyordu. Mideme kramplar girdi. Eski toplum polisi kadar komik bir isimdi- kendi güvenliğimiz ve kendi iyiliğimiz…
Venezüella’da en büyük caddelerinden birinde polis çevirdi. Aramaya başladı. Cebimdeki paraları elime aldım. Korumaya aldım. Aradılar. Çantaya baktılar. Birden aklıma geldi. Çantanın bir kenarına Küba’daki çalışma izni için bir yüz dolar koymuştum. Baktım yoktu. Yüz dolar nerede dedim. Yok ne parası dediler. Bakanların kartları vardı yanımda. Onları gösterdim. O zaman onları aramalıyım dedim. Bir daha çantayı aramaya başladılar. Aaa buradaymış dediler. Dikkat et çok soyguncu var sokaklarda dediler. Doğru dedim…
Polisin olduğu yerde suç vardır. Öz savunmayı polis olarak tanımlamak, Özgür komünü, Ekolojik, Demokratik bir toplum önerisini yok saymaktır. Polisi yerel yönetimlere bağlamak, belediye başkanlarına şerif rozeti takmaktan başka ne ki? Hiç mi kovboy filmlerindeki kötü şerifleri seyretmediniz? En iyi şerif de herkesi kurtardıktan sonra esas kızı alır gider. Öz savunma özgür komünlerde, diğer her şeyde olduğu gibi halktan yabancılaşmamış bir gücü yani doğrudan halkın kendisini ifade eder. Yani silahlı bir güç olarak tanımlanamaz ve silah ile sınırlanamaz. Kültürel yıkıma, yozlaşmaya, asimilasyona ve sömürüye karşı mücadele öz savunmadır ve ekmek çalan çocuktan değil, o çocuğu, aç bırakan tekelci mülkiyetten, çocuğu korur.
Ya bir devlet öykünmesi ya da özgür komünler…
http://emekdunyasi.net/ed/guncel/10818-komun-6
Komün 7
Arjantin’de Buanes Aires’in geniş caddelerinden birinde gidiyorduk. Araba bir kırmızı ışıkta durduğunda önümüze en az 7-8 kişi atlıyordu. İkisi börek, üçü kola satıyordu. Bir kişi havaya lobut atıyor, ikisi elindeyken bir üçüncüsünü havada oluyordu. Bir başkası alev yutuyordu. Ağzından alevler fışkırıyordu. Diğerleri gelecek ışıktaki sıralarını bekliyordu. Bir diğer ışıkta durduğumuzda bu sefer üç kişi börek satıyor ve yine yanında kola ve lobut atanlar ve ateş yutanlar ve bin bir türlü şey satışları… Yanımda Miguel vardı. Üniversitede profesördü. “Arjantin hükümeti işsizliğe karşı çare buldu. Trafik lambalarını artıracaklarmış” dedi.
Neoliberalizm tam olarak budur. Hiçbir gerçek şey üretmez. Üretim bütün olarak ulus ötesi tekellerin en başından sonuna kadar elinde bulundurduğu bir sürece dönüşür. Mesela süt fabrikasını alır ve genellikle de fabrikayı kapar. Çünkü fabrikayı satın almasının nedeni fabrikanın değerli arsası ve daha da önemlisi onun pazar payıdır. Fabrikayı satın almadan sütü 1 liraya satıyorsa, o fabrikayı satın alıp kapattıktan sonra artık 2 liraya satabilir, Çünkü ondan başka, süt işleyen bir fabrika kalmamıştır. Ayrıca eskiden sütü köylüden daha pahalıya alırken, artık daha da ucuza alacaktır. Ondan başka süt alıcısı kalmamıştır ki! Siz sütü doğrudan da satamazsınız. Birden, sağlığımızı çok düşünmeye başlarlar. Bakterilerden korurlar bizi. Sadece birkaç dakika kaynatarak, çözebileceğimiz bir şeyi buhar kazanlarına mahkum ederler. Uzmanlar beyaz önlüklerinin altında, sadece iyi mahalle okullarında, eğer kırılmadıysa birkaç kez görebildiğimiz deney testi tüpleri ellerinde açıklamalar yapar. Vururlar sokak sütçülerinin tepesine. Sanki hepimiz onların sattığı sütlerle büyümemişiz gibi çocuklarımızı mis süte mahkum eder, mis gibi sütten ederiz. O koca buhar kazanları birkaç mikrobun yanında yararlı bakterileri ve küçük köylüleri de buhar eder.
Fabrikalar ve marketlerden sonra ilk aşamasına uzatır ellerini ulus ötesi tekel. Size kendi hayvanlarını ve tohumlarını vererek hizmet(!) eder. Topraklarınızı almasına ihtiyacı yoktur. Siz kendi toprağınızda maraba durumuna düşersiniz. Zaten küçük topraklar ona yaramaz. Onlar, yakın arkadaşları toprak ağaları ile başlarlar işe. Binlerce dönüm mısır, binlerce dönüm soya kocaman makineler ile ekilir, sürülür ve satılır. Fabrika mandıralarda hayvan yetiştirilmez, et imal edilir ve tabii ki yanında deli dana, kuş gribi ve kanserleriyle birlikte ama kimin umurunda. Yeter ki k‰r etsin onlar ve hisse senetleri tavan yapsın borsalarında. Bu arada milyonlarca küçük köylü, küçük hayvan yetiştiricisi, kent varoşlarına sürüklensin, kentleşsin!
Diyarbakır’da işgal ekonomisi var. Toprakları parselleyen, yağmalayan F tipi apartman daireleri inşaatlarından başka yapılan bir şey yok. Belediye çalışanları, memurlar, askerler ve polislerin maaşları besliyor kenarda köşede kalmış küçük esnafı. Tam bir dönüm noktasında Diyarbakır; ya ulus ötesi tekellere, Cargill, Monsanto’ya tamamen terk edilecek topraklar ya da bir dahaki hafta daha da ayrıntılı anlatacağım özgür komünlerde, kooperatiflerde kolektif halk ekonomisi…
Ya hep beraber, birlikte üreteceğiz ya da trafik lambalarında alev yutacağız…
http://emekdunyasi.net/ed/guncel/11001-komun-7
Komün 8
‘Özgür komünlerde, kooperatiflerde, kolektif halk ekonomisi inşa etmek’ dediğimizde, herkes, şöyle yerinden bir oynuyor. Sözü alıyor. Özgür komünlerin, kooperatiflerin, kolektif çalışmanın ne kadar iyi bir şey olduğunu saymaya başlıyor. Konuşurken ne zaman, ‘ama’ ya da ‘fakat’ diyecek, onu bekliyorum. Olabildiğince yüceltiyor. Yüceltmek kötü, çünkü imkansızlaştırılmaya çalışılıyor. Sonra esas noktaya geliyor ‘ama’ diyor ya da ‘fakat’; bizim ülkemiz, bizim topraklar, bizim insanlarımız, ‘gelenekleri’ diye devam ediyor ve ardından ‘kapitalizmden’ bahsediyor. Hem gelenekten, hem onu yıkan kapitalizmden aynı çizgide bahsetmesi paradoksal ama buna aldırmıyorum ben, kafayı hep ne zaman ‘ama-fakat’ dedi ona takmışım. (Yani madem güçlü gelenekler var kapitalizm onu nasıl yozlaştırdı? ya da madem kapitalizm varken geleneklerden bahsediyorsun kapitalizm gelenekleri ortadan kaldıramamış demek ki.) ‘Böyle bir şey yapmak için halkın bilinçlenmesi gerekir’ diye devam ediyor. Bu meşhur ‘Her şeyin başı eğitim’ beyaz Türk-Kürt-Başöğretmen söyleminin solcucası.
Sonra konuşmanın 3. aşaması başlıyor; Keşke olsa, keşke! Bir araya gelebilsek ama apartmanda yönetim toplantısında bile kavga çıkıyor ve kimseyle iş yapılamaz. Konuşmanın bu etabında kendinize acımanız, yıkılmanız ve yanlış bir zamanda dünyaya geldiğiniz için ah çekip kendinizi uyuşturucu maddeye bağlamanız yani televizyon seyretmeniz gerekiyor. Televizyonu açıp salakça kendimizi ona bırakmamız, onun da bize nasıl yaşamamız ya da yaşamamız gerektiğini anlatan dizilerinde, küçük Osmanlara ağlayıp, attığımız gollerle sevinmemiz, onlarla aşık olup, onlarla öldürmemiz, reklam aralarında bize sokuşturulan ürünlerden almamız, tüketmemiz gerekiyor.
‘Ama-fakat’ konuşmacıları, bununla da yetinmezler. Siz damarlarınıza televizyonu zerk etmeden, biz idealistlere, romantiklere dersimizi tam vermeleri gerekir. Yıkılan kooperatif örnekleri vermeye başlarlar. Bununla ilgili mesela Diyarbakır’da iki köy kooperatifi örneği var. Yaklaşık iki yıldır sürekli bunları veriyorlar. Aslında STK’ler yani ‘Kafa Tamircileri’ tarafından kurulan bu iki örnek, biyoloji derslerindeki bezelye misali yuvarlanıp yuvarlanıp önünüze sürülür. Sonra konuşma biter. ‘Ama’ bana konuşuluyorsa bir de nezaket içinde ‘Hocam pek Latin Amerika’ya benzemez bizim topraklar’ diye eklenir.
Merilyn Linch, Lehman Brothers, AİG, Royal Bank Scotlands, Loyds Bank isimlerini biliyor musunuz? ABD, İngiltere, İskoçya bankaları, finans ve sigorta şirketleri. Hepsi battı. General Motors şirketini biliyor musunuz? Hadi adını bilmiyorsanız Buick, Cadilac, Opel marka arabalarına belki binmişinizdir ya da filmlerde cakalı artistlerin kızları attıkları araba olarak görmüşsünüzdür. Geçen yıl battı. Yunanistan ve İrlanda bilirsiniz iki AB devleti. Battılar. Daha kaç ülke, kaç ulus ötesi tekel, kaç bin büyük şirket, kaç milyon mahalle bakkalı topu attı. Bunların hiçbiri kooperatif değildi. Hepsi kapitalisttiler. O zaman bana neden kapitalizmi uygulamayalım bak batıyor demiyorsunuz? İşin kötüsü bu batınca bir de üstümüze çöküyor karabasan. O zaman neden h‰l‰ aynı uçurumun üstünden peş peşe aşağıya atlıyoruz?
‘Özgür komünlerde, kooperatiflerde, kolektif halk ekonomisi inşa etmek’ devlet-kamu merkezli bir ekonomi değil, toplumsal bir ekonomi(!) inşa etmektir. Yani aslında ‘Kar’, ‘Verim’ ve ‘Ekonomi’nin inkarıdır… Bıkmadıysanız başka bir komün yazısında devam etmek üzere. Hadi şimdi televizyonlarımızın başına, damarlarımıza yayılsın evrensel uyuşturucumuz…
http://emekdunyasi.net/ed/guncel/11041-komun–8–
Komün 9
‘Özgür komünlerde, kooperatifler de, kolektif halk ekonomisi inşa etmek’ devlet-kamu merkezli bir ekonomi değil, toplumsal bir ekonomi(!) inşa etmektir. Yani aslında ‘Kar’,’Verim’ ve ‘Ekonomi’nin inkarıdır. Diye bitirmiştim geçen hafta. Kaldığım yerden devam ediyorum. Buradan sayılar üzerinde vücut bulmuş, dünya borsaları ve ne almalı, ne satmalı üzerinden bir ekonomi tarifi yapmıyorum. Bırakalım ‘tarif’ büyük ekonomi uzmanları ve Fransız mutfağı aşçılarına kalsın. Daha basit bir ilke üzerinden hareket edeceğiz; İşgal et, Diren ve Üret.
Diyarbakır ne üretiyor? Diye sormuştum. Gözümü aykırı (!) belediyelerin boş ve anlamsız parklarına taktım. Hele bir tanesi var. Diyarbakır da kaldığım arkadaşın evinin önünde, şehrin ortasında 61 dönüm. Çok güzel bir toprak. Bir park yapılmış. Çoktan kırılmış yapılan birkaç salıncak ve iki kaydırak. Çimler de ne güzel kurumuş. Şöyle kullanılıyor. Karşı caddeye geçmek için bazen kestirme olarak, toplam 9 kişinin sağlıklı yaşam koşu alanı ki bu dokuz kişinin 7 si en fazla 2 gün koştuktan sonra yeter artık diye bırakıyor ve yazın olmadım orada ama belki güzel mangal da yapılıyordur kelleşmiş çimlerinde. Bunun dışında bali çekiliyor kuytuluklarında, tenekelerde ateş yakılıyor ve ısınmak için etrafında toplanılabiliyor ve birbirlerini bıçaklamak isteyen çeteler için iyi bir çatışma alanı.
Şimdi ne yapabiliriz? İki yol var. Birincisi burayı ihaleye çıkartırız. İki kafeye kiralarız. Onlar da üst üste plastik bir taş sırası yerleştirip, küçük elektrik motoruyla üstünden akan dünyanın en aptal şelalesini yaparlar. Bir işeme şırıltısı içinde bize huzur içinde yanına çökeriz. Hemen altında dizimize kadar seviyesi olan havuzu olur.Yıllık 750 bin dolar kira verir cafe belediyeye. F tipi cezaevleri apartman dairelerinde bunalanlardan toplamaya çalışır sahibi. Genellikle de yarı mafya gruplar çıkar bu komik şelale arkasından. Ya da koyarız oraya 12 zabıta, dolaşıp dururlar ortalarda. Çimlere bastırmazlar ve başka yerlere sürerler bali içicilerini. Bizde ekolojik belediyeciliği anlatırken,yaptığımız park sayısını peş peşe sayar dururuz.
Bir diğer yolu işgal ederiz orayı. 10 metre kare de 4 kişilik bir aileye yetecek, bütün yıl yetecek organik sebze yetiştirmeyi anlatırız. Yani 3500-4000 aileye dağıtırız parkı. 10 metre kare, 10 metre kare. 8 kişilik aileye 20, 12 kişilik aileye 30 metrekare veririz. Hatta geriye daha toprağımızda kalır. Her 10 metrekare de sebze ormanı adını verdiğimiz perma kültür ile sebze yetiştirmeyi anlatırız. Yaparız. Bir metre genişliğinde çok küçük havuzları olur ortalarında, kışın sulamadan nemiyle sebzeyi yaşatan. Yani 16.000 kişiyi doyururuz. İsteyene park kenarında ürettiği organik sebzeyi satması için küçük bir semt yaparız. Urbanos Agri Culturos- yani kent tarımı ile – havalı olsun diye yabancı adını da yazıyorum.- 4000 aileden oluşan kent tarımı kooperatifi kurarız. Eh çok istenirse sebze ormanları içinde 2 de cafe olur. Belki bahçelerde yetiştirdiğimiz ada çayını satarlar orada. Bu sadece bir parkta. Düşünsenize kaç park var işgal edeceğimiz ve aileleri doyuracak.
Halk ekonomisi aşağıdan doğru inşa ettiğimiz toplumsal bir ekonomidir. Açlığı doğrudan giderir. Sadece bir Ispanak yetiştirme süresi içinde etkiler ve gelecek güzel günler kelime salatası içinde değil, bugün, hemen, şimdi.
İşgal et, Diren ve Üret.
http://www.emekdunyasi.net/ed/guncel/11144-komun-9
Komün 10
Cezaevinden bana mektup atan arkadaşlar “Bazen nerede olduğun yazsan iyi olur. Ona göre okuyoruz sanki biz de oradaymış gibi” diyor. Madrid havaalanından yazıyorum bu yazıyı. Yerde oturuyorum. Bilgisayarın bataryası bozuk bir türlü alamadım yenisini. Bu yüzden sürekli fişe takmak gerekiyor. Tuvaletin kenarında bir priz buldum. Yerleştim kenarına. Bakmayın bugünkü yazının başlığının ‘Komün 10’ olduğuna, seyahat yazacağım size bugün. Artık havaalanları çok güvenli, hangi eşyanızı bıraksanız bomba zannedip çalmıyorlar. Eh biraz geç kalırsanız çantanızı bıraktığınız yere imha edilmiş bulabilirsiniz. Küçük bir fünye ile havaya uçuruyorlar. Bu bana çok saçma geliyor ama çantayı çalmayacaklarına emin olup bırakabilmek hoşuma gidiyor. Hayatım da en ucuz da hemen 11 Eylül’den sonra uçmuştum. İki, üç uçakla İkiz Kulelere girdikten sonra kimse korkup uçaklara binmiyordu. Sadece 420 dolara Küba’ya gidiş geliş bileti alabilmiştim Uçaklar çok rahat oluyordu. Yatarak gidiyorduk. Fazla sandviçleri alıp bir gün sonra yemek için çantamıza koyabiliyorduk. Hangisini içersiniz diye sorduklarından biraz düşündüğümüz de hepsini önümüze koyuyorlardı.
3-4 saat kadar sonra Brezilya’ya uçuyorum. Ucuz bilet olduğu için 4 saat kadar bekleme yapmak gerekiyor. Aynı zamanda sabah oraya vardığım için bir gün de otel yerine uçakta uyumuş oluyorum. Gerçi neredeyse hiç otelde uyumam. Brezilya’da işgal fabrikaları ve ülkenin her yerinde MST- Topraksızlar hareketinin işgal toprakları var. Her zaman bir yerim var onların yanında. İşgal fabrikasının arka bahçesini evsizler işgal edip ev yaparken ben dağıtmıştım bir kısmını. Hatta eve yazılanlardan biri sen de yazıl evin olur demişti. Yok dedim. Evim yok. Şimdi dünyanın her yerinde evim var. MST-Topraksızlar hareketine ağzınla kuş tutsan katılamazsın. Mutlaka toprak işgal etmen gerekir. Eh bir kaçta toprak işgaline katılmışlığım var. Birlikte kocaman çitleri kırdık. Çok güzeldi. -Hay salamrar Hay salamrar- diye bir İspanyolca şarkı vardır. Yazılışı nasıldı unuttum. İspanya iç savaşında direniş şarkılarından, çitleri parçalamaktan bahseder. Cezaevindeki arkadaşlara göndermek isterdim ya da dinleyebildikleri radyolar da çaldırmak lazım.
John Fowles’ın bir kitabı vardı. ‘Yaratık’tı galiba adı. Çok sürükleyici bir roman. Bir Yunan atasözünden bahsediyordu. ‘Dostlarımız için her zaman masamızda bir fazla kahve fincanı vardır’ diye. Ne güzel ki dünyanın her tarafında bizi bekleyen, kahve fincanları var. Cortazar’ın yazdığı bir şey vardı yine kahveye ilişkin. ‘Bir ev de kahve yoksa yoksulluk vardır’ diye. Biz de çaya denk düşüyor.
Bomboş havaalanı. Ne kadar kötü bir şey uçak yolcuğu. Bir posta kolisi gibi savruluyorsun. Ahmet Hamdi Tanpınar yazıyordu: ‘Seyahat etmek han da kalmaktır. Kervana katılmaktır. Tanımadığın insanla yolcuğu paylaşmaktır.’ Birinci sınıf bir tren de yolculuk ettikten sonra artık seyahat bitmiş diyordu. Kimseyle paylaşamadığın seyahat mi olur.
Brezilya da PT- Brezilya İşçi Partisi’nin kuruluş yıldönümüne katılacağım. Belki Dilma ile ve pek muhtemel Lula ile görüşeceğim. Hakikat komisyonlarını sorma niyetim var. Onlara ve diğer parlamenterlere ve selamlarını götüreceğim bu toprakların.
Eskiden göçerler, kendilerine göçer diyen şehirlilere ‘yatuk’ diyorlarmış. Bende yatuk olmamak için dolaşıyorum. Farklı bir aidiyetsizlik duygusu ile.
Darısı bütün duvarların ardındakilere. Biraz dışarı taşıyabildimse ne güzel…
http://emekdunyasi.net/ed/guncel/11290-komun-10
Komün 11
Brezilya’dayım. Porto Alegre’de. Mahalle toplantıları yapılıyor. Dünya kupası yapılacak burada, 2014 yılında herkes kupaya hazırlanıyor. Dünya kupası demek yoksulların evlerinin yıkılıp dışarı atılması demek. Güney Afrika’da olduğu gibi ya da Avrupa şampiyonası öncesi Atina’da. Koca temaşa futbol yoksulları auta atıyor. Sadece yoksullar değil, oldukları yerde 30-40 yıldır oturan orta sınıf da yerlerinden sürülüp kent dışına süpürülüyor. Garip bir topluluk var. Yavaş yavaş çıkılan katlarla orta sınıfa dâhil olanlarla evlerin sırtına yapışmış kâğıt toplayıcıları bir arada. Bir gün önce gezdim bunları. Ne güzel! Dünya kupası bir araya getirmiş herkesi. Futbolun, sporun dil, din ırk gözetmeksizin herkesi birleştirmesi ne güzel! Ağlamak istiyorum.
İşin garibi konuştuğum hiç kimse dünya kupasına karşı değil. Sanki onların değil benim evim yıkılacak. Allahtan evim yok da yıkılma tehlikesi de yok. Yoksa gerçekten bu konuşmalardan sonra döner eve bi bakıp gelir karşısında kendimi çimdiklerim. İnsanın malı mülkü olmaması güzel, çimdik yemiyorsunuz. -Bir toprak satın alırsan, toprak sahibi olursun. Fakat ona çit çek, kontrol et, sınırından biri girerse adamı vur, adam seni vursun. Bir sürü iş. Sen toprak sahibi olursan toprak da senin sahibin olur.- Herkes ben dünya kupasını çok seviyorum diyor. Okumuştum. ‘Brezilya’da en gelişkin spor basketboldur. Futbol mu? Futbol spor değil dindir’ diyordu yazar. Herkes dinine sahip çıkıyor.
Herkes evini yıktırmayacağını söyledi. İlk konuşan bir kağıt toplayıcısıydı. Bir gün önce uğramıştık evine. Kalın mukavvalardan ya da iki kat yapılarak kalınlaştırılmış mukavvalardan meydana gelmişti. Kesinlikle evimi bırakmayacağım diyordu. Kapısının hemen önünden coşkuyla akan bir kanalizasyon nehri vardı. Şimdi burada durun. İşte bu sefaletten kurtaracaklar. Bu kadar saf mısınız gerçekten? Hiç mi müteahhit görmediniz? Zevk için mi burada oturduklarını zannediyorsunuz? Hepsini yıkıp yerlerine yürüyen merdivenlerle tırmanılan alışveriş merkezleri, güzellik salonları, ve mutlaka uluslararası hamburgerci dükkanları açacaklar. Bunlara harcanan paranın 100’de biri ile zaten bu mahalleler düzelir. Fakat biz dünya kupasını çok seviyoruz.
Kalktım söz aldım. Biz de dünya kupasına katılalım dedim. Yoksullar da dünya kupasına katılsın. Bir proje yapalım. Otel, alışveriş merkezleri ve benzerleri yerine evler inşa edilsin bu projeyle. Sonra gelip kalsınlar dünya kupası sırasında. Futbolcular, hakemler, her şeyi bilen futbol yorumcuları filan, federasyon başkanları ve muhtemel olacak başkanlar, spor kulübü yöneticileri. Sonra evler yoksulların olsun. Neden mi? Zaten onların paralarıyla yapılmıyor mu statlar? İlk defa sonra yeniden işe yarayan bir tesis olsun dünyada. -Hakkını yemiyim eski Sovyetler Birliği’nde, Abhazya’da yapılan bu tesisler kullanılıyordu. Atış talimleri yapıyordu Abhaz savaşçılar.-
Komün demek her şeye katılmak demektir. Kentin öte ucunda oturan bir kişi bile kentin diğer ucunda bir alışveriş merkezi inşa edilip edilmemesi kararına katılmalıdır. Her şey bir yana bunun inşası ile senin kullanabileceğin su oranı azalacak, denizin ve havan daha çok kirlenecek. Bu yüzden bütün kent topraklarının kamulaştırılması önerisi önemlidir. Kentin kenarında bin bir güçlükle hayata tutunan bir aile, gün gelip biraz para kazanabilme şansına sahip olması, planı öğrenerek binlerce metrekare yer kapayan birisinden çok mu daha haksız? Yaşamını sürdürebilmek için gecekondu inşa etmek için bir avuç toprak işgal eden mi suçlu yoksa TOKİ’den bedava binlerce binlerce dönüm yer kapatan müteahhit mi?
http://emekdunyasi.net/ed/guncel/11342-komun-11
Komün 12
Sayın Demokratik Toplum Kongresi üyeleri; Demokratik Özerklik, Özgür Komünler yani Radikal katılımcı demokrasi inşası sürecinde sizi kurumsal anlamda muhatap olarak algıladığım için bu açık dilekçeyi size yazıyorum.
Demokratik Özerklik ve Özgür Komünlerin inşasının ana alanlarından biri olan bütün bölgede özellikle son iki yıldır toprakları, hızla GDO’lu üretim kaplamaktadır. GDO’lu üretim tahripkar, yok edici ve öldürücüdür;
1- Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar-GDO’lu gıda insanları öldürür; milyonlarca yıllık bir evrimle doğada oluşmuş bitkiye; laboratuarlarda farklı bitki ve hatta hamam böceği, domuz genleri yerleştirerek yeni bir organizma imal edilmektedir. Bu şekilde imal edilmiş Mısır, Soya ya da Domates tüketildiğinde saydıklarım ve saymadığım birçok şey de yenmiş olmaktadır. Rafta durma sürecini uzatma, görüntüsünü koruma ve sadece kendi markasından ilaç kullanmasını sağlamak için yaratılan bu imalat, insanların sağlığına yıkıcı zarar verir.
2- GDO’lu ürünler öncelikle çocuklara yöneliktir; GDO’cu bilim adamlarının (adam ile iktidar kelimesi iç içe olduğundan özellikle adam kelimesi tercih edilmiştir.) ‘Henüz sağlığa zararlı etkisi tespit edilmemiştir’ mahcup savunmaları içinde bile bu doğuracak zarar inkar edilememektedir. Doğanın evrimini yok sayan piyasanın bu Frankenstein imalatı özelikle kola ve çikolata da kullanılan tatlandırıcılar çocukların sağlıklarını tehdit etmektedir.
3- GDO’lu ürünler küçük çiftçiyi topraklarından sürer, yok eder; Büyük topraklarda devasa makineler ile gerçekleştirilen GDO’lu üretim karşısında küçük çiftçinin rekabet edebilme şansı hiç yoktur. Köy boşaltmaların, ekonomik baskının altında hala yaşamını sürdürmeye çalışan küçük çiftçi ve köylü GDO’lu işgal karşısında tamamen yok olur, kentin varoşlarına süpürülür.
4- GDO’lu üretim, tohumları yani yaşamı yok eder; Buğdayın ve bugün insanlığın kullandığı gıdanın ana yurdu Mezopotamya’da hızla devam eden bu işgal, bütün tohum çeşitliliğini yok etmektedir. Tek tip, standart ve markalı imalat tohumların karşısında bu çeşitlilik sadece belki Kürtçe resimli bilgi ansiklopedilerinde okunabilir şeyler haline gelecektir. Dünya tarımının ana yurdu Mezopotamya ulus ötesi tekeller, Cargill ve Monsanto’nın saksısı haline dönüşecektir.
Yukarıda sıraladığım ve dilekçe de yer vermediğim onlarca nedenden dolayı Demokratik Özerklik, Özgür Komünler ve Radikal katılımcı demokrasinin şu anki kurumsal muhatabı DTK, bütün komün etki alanlarında ve özellikle de bölgede GDO’lu tarımsal üretimini, satışını ve bütün faaliyeti durdurma kararı almalıdır.
Komün alanları ve üyelerine bu üretimi durdurmaları için 2 yıllık bir süre tanımalı, GDO’lu üretimden vazgeçen üreticilere ekolojik alternatiflerin eğitimi sunulmalı ve perma kültür, doğal tarım gibi yöntemleri ile yetiştirilmiş ürünlere pazar desteği verilmelidir.
Ekolojik demokrasiyi ilke olarak benimsemiş belediyeler kendi yasaları gereği ‘Halka zararlı gıdaları ulaşmasını’ önleme yetkisine sahiptir. Bunun ötesinde bu onların temel görevidir. Bu yetki ve görev hatırlatılarak, Demokratik Özerk alanlarda, Özgür Komünlerde ve özellikle bölgede GDO’lu ürünlerin kentlere girişi yasaklanmalı, engellenmeli, halkın ve özellikle de çocukların sağlığı korunmalıdır.
DTK bu kararları ile ekolojik demokrasi, özgür komün inşasında, ulus ötesi tekellere karşı tavrını, küçük çiftçilerin, kooperatiflerin, halk ekonomisinin yanında olduğunu ve yapısının etkisinin açıkça ortaya koyma şansını bulacaktır. Sayın Demokratik Toplum Kongresi üyeleri, ekolojik demokrasi ve özgür komünler ilkeleri içersinde bu dilekçeyi gündeme almamanız karşısında, MST-Brezilya Topraksız işçi hareketinin kadınlarının, 8 Mart dünya kadınlar gününde, GDO- üretim yapan tarlalara girerek ürünleri imha ettiği, şenlikli eylemleri, örnek alarak benzerlerini gerçekleştireceğimi beyan eder, bu fırsatla Topraksız kadınların cinsiyet özgürlükçü toplumsal yapıya yakışır bu eylemini selamlarım. Yaşasın özgür komünler… Eşitlik, Özgürlük, Adalet.
Metin Yeğin – Yurttaş
Komün 13
Birçok uçakta 13 numaralı koltuk yoktur. Uğursuz sayılır. Sanki uçak kendi tarifeli hattında ilerlerken 13. koltuk sahibi süzülerek düşecek ya da daha da kötüsü belki de uçakların tek çekici tarafı, yemek ve içecek servisinden yararlanamayacaktır. 13. Komün yazısına ulaştık. Umarım dünyanın bütün müteahhitlerine uğursuz gelir.
Özgür komünler kendi eğitimini inşa edecek. Bunu sakın anadilde eğitim olarak sınırlamayın. Eğitimin duvarlarını kırmalı. Mecburen bir 5 yıl ve belki 8 yıl okudunuz ve belki de kafalarımızı hizaya sokan koca çarkın içindesiniz hala. Sıralar, kara tahta ya da camdan olanları, notlar, vizeler, finaller, çan eğrisi hesapları, kürsüler ve ah O diplomalar…
Özgür Demokratik okulların temsilcisi anlatıyordu. Duvara koca bir elips yansıtmıştı. Bu elipsi dünyadaki bütün bilgiler olarak kabul edin. İçindeki kare kadar da okullarda anlatılan bilgiler diyordu. Elipsin içindeki kareyi arıyordunuz. Göremiyordunuz. Aaa pardon diyordu İvan, göremediniz değil mi? Bir büyüteç yerleştiriyordu elipsin ortasında bir yere. Küçücük bir kare görebiliyordunuz büyütecin kocaman yapan camlarının altında. İşte bu da, okullarda öğretilen bilgidir. Dünyanın bütün bilgisinin milyonda biri kadar bir kısmını öğrendiniz diye toplumsal hiyerarşide yerinizi alırsınız. Diplomalarınızın kenarına işlenmiş isimlere göre çarka dahil olup, yuvarlanıp gideriz.
Durun ve düşünün. 5 yıl ya da 8 yıl eğitimden ya da ne yazık buna daha uzun yıllar maruz kalmanızdan geriye ne kaldı? Okullar bize sadece susmayı öğretir. Uslu durmayı ve daha da korkuncu makul olmayı öğretir. Okulda güzel olan sadece teneffüs zamanlarıdır ve kantinde takılmak. Okulla her şeyi bilen bir öğretmenle başlayan bu hayat, hiyerarşi yani boyun eğme silsilesi, şef, müdür, bakan, başbakan, omuzdan rütbeliler ve bankonatlarla sürer gider. -Türkiye’de bir devlet üniversitesinde öğretim üyesi iken dersi Pink Floyd’un The Wall şarkısının klibi ile başlatıyordum. Klibin sonunda öğrenciler okulu yakıyorlardı. Sonra ne yazık ki derse devam ediyorduk.-
Ekoloji enstitüsü kuruyoruz. Özgürleştirici bir eğitim denemesi. Eğitim süreci 75 gün ve bir ömür. 10. günden itibaren teori sokağa çıkacak. Parkları işgal edip kent tarımı yapacağız. Kerpiçten halk evleri inşa edeceğiz. Bisiklet yolları yapıp otomobillerden biraz olsun sıyıracağız yakamızı,ve güneşten, rüzgardan nasıl büyük paralara ihtiyacımız olmadan elektrik elde etmenin yollarını bulacağız. Teori ve pratik kol kola yürüyecek. Tüm öğretim üyeleri öğrenecek ve öğretecek. Kravat takmamak zorunlu olacak. MST- Topraksızlar hareketinden iki arkadaş gelecek. Öğretmek ve öğrenmek için. Michael Lövy gelecek bir hafta, belki James Petras amca, Jose Bove ya da Kore çiftçi sendikasından bir hoca. Ortak özellikleri her şeyi biliyoruz demeyenlerden olmaları. Buradan giderken de yanlarında, burayı taşıyacaklar.
Türkiye’den ve dünyanın her yerinden öğrenciler gelecek. Öğrenmek ve öğretmek için. Siz geleceksiniz dünyayı değiştirmek isteyenler. İlk 10 günden sonra ekoloji enstitüsü binasını restore etmekle başlayacağız ve umarım hiçbir zaman yakılası hiyerarşi imalatçısı okullara dönüşmeyecek. Bitirince mi ne oluyor? Tabii ki diploma vermeyeceğiz. Dünyayı değiştirmek için buna ihtiyacımız yok ve kravat takmak yasak…
Komün 14
Bir oyun oynayalım. Kapatın kapılarınızı. Cezaevinde arkadaşlar şanslı zaten onlarınkini kapatanlar var. 20 litre su koyun karşınıza. 7 gün orada kalacaksınız. Bütün suyunuz o. İsterseniz birinci günde bir hafif banyo yapın şöyle 3-4 litre suyu dökünün. Geriye 17- 16 litre su kalır. Bunun bir litre kadarını için. Bir litresiyle çorba yapın. Ve diğer ihtiyaçlarınız için de bir litre diyelim. İlk günde en iyi olasılıkla geriye 14 litre suyunuz kalır. İkinci gün banyodan vazgeçin ama 3 litre daha harcarsınız. Üçüncü gün biraz daha az içip, yüzünüzü yıkamazsanız olur diye düşünüp 2.5 litreye indirelim su harcamasını. Galiba 8.5 litre kaldı ve 4 gün. Çorba olmasa da olur. 2 litreye indirelim günlük harcamayı, yetiriyoruz işte. Hatta yarım litre de cabası. Her gün suyu seyretmeye başlayın. İlk gün harcadığınız 3-4 litre için kendinize sinirlenin. –Bir film sahnesi vardı. Afrika’da susuzluk içinde kırılan insanların, çok küçük kısmını başka bir ülkeye getiriyorlardı. Duşta yıkıyorlardı. Siyah çocuk başından aşağıya süzülen suyu tutmaya çalışıyordu. Yerdeki duşun, su giderine atlıyordu. Dönerek akan suyu durdurmaya çalışıyordu. Su avuçlarından kayıyordu- 7 gün bitince biraz kirli çıkarsınız dışarı. Mutlusunuz. Kazandınız. Haa unuttum oyunun devamını söylemeyi. Sizin yerinize çocuğunuz girecek şimdi oraya. Ne kadar su bıraktınızsa geriye, onu kullanacak.
Viranşehir’de sadece kuyulardan çıkartılıyor su. Geçen yıllarda 250 metreden çıkartılabiliyordu. Şimdi artık en az 500 metreye inilmesi gerekiyor. Bakmayın siz tarlaların bu bahar günlerinde yeşil olduğuna, çölden önceki son kavşakta Viranşehir. Suruçta ise bu derinlikte de su kalmadı daha da derinlerde. GAP’ın yanı başında olması hiç önemli değil. Zaten oradan su verdikleri yok. Fakat gidip seyredebilirsiniz baraj gölünü.
Bu susuzluk iyi para getirecek bazılarına. Nehirleri sattılar, şimdi de yer altı sularının satılması için hazırlıklar başladı. Yer altında ki su havzaları özelleştirilecek. Kuyunuzun başına bir saat takacaklar, ne kadar çekerseniz o kadar para ödeyeceksiniz. Gene biz kaçak kullanırız diyorsanız yanılıyorsunuz. Su polisleri göz açtırmayacak. İşin garibi bide bunu su sarfiyatını engellemek adına yapacaklar. Sanki çocuklarınızın, torunlarınızın suyunu, otomobil fabrikalarına, çimento fabrikalarına pompalayan onlar değilmiş gibi. Sonra da sayıları çıkartacaklar karşımıza. Bu yıl ne kadar büyüdük diye. Koca aç canavar kapitalizm susadıkça çocuklarınız susuz kalacak. Koca bir Kerbelaya dönüyor dünya.
Hemen, bugün, şimdi su meclisleri kurmalıyız. İçinde belediyelerin, ne yazık ki uzmanların, 70 yaşında kadınların ve mutlaka çocuklarında olduğu su meclisleri. Uzun uzun toplantılar yapmak için değil bugünden suyunu nasıl kullanacağına karar vermek için. Demokratik özerklik, Özgür komünler yani radikal katılımcı demokrasi bundan başka nedir ki? Suyun demokratikleşmesini gerçekleştirmeliyiz. Her havza da ne kadar su var? Ne kadarını toprak ağaları GDO’lu mısırlara, soyaya harcıyor? Bu kadar su harcadığında çocuklar ne zaman kerbelanın içine düşecek? Büyük barajları nasıl yok etmeli? Suruç’a nasıl su bulmalı? Lice de suyu nasıl dağıtmalı?
İzmir Dikili belediyesi 10 metreküpe kadar su kullanımını bedava yaptı. Yargılandı. Beraat etti. Şimdi 13 metreküpe kadar su bedava. Bu su kullanımını toplamda azalttı. Çünkü kimse bu miktarı aşmak istemiyordu. Kaçak kullanım da kalktı. Çünkü zaten su bedavaydı. DTK’ ya bir dilekçe daha yazmalıyım. Birincisini kaile almadı ama. Daha kısa yazmalı.
Dilekçe no 0002… Sayın DTK, Demokratik özerklik, özgür komünlerin kurumsal muhatabı olarak sizi algıladığımı bir kez daha hatırlatarak, özellikle bütün bölgede 10 metreküpe kadar suyun kullanımının bedava ilan edilmesini, su meclislerinin kurulmasını, hiçbir şeye dahil olamadığımız bu dünyada bari suyumuz hakkında karar vermemizi acil bir şekilde talep ediyorum. Bırakın milletvekili aday adayları etrafınızda dolaşıp dursun. Suyumuza sahip çıkın…
Metin Yeğin. Yurttaş. Başbelası.
Sadizmin babası Marki de Sade söylüyordu. ‘Hepimiz toplanmışız, giyotinin tepeden inecek olan bıçağını seyrediyoruz.’ Japonya da nükleer santral patladı. Radyoaktif yayılıyor. En son ne zaman nükleer santral karşıtı eyleme katıldım… Daha önce ironi yapıyordum. ‘Dünyanın bu yok oluşu karşısında mazoşist zevk alıyorum. Biz ölürken, haklıydık, haklıydık bak gördünüz mü diye söylenerek öleceğiz.’ Diye. Soluğum tutuldu.
Bunu yapamıyorum. Deniz suyunu soğutmak için reaktöre veriyorlar o çok bilmiş nükleer santral uzmanları. Radyoaktifi denize yaymaktan fazla bir şeye yaramıyor. Biraz önce haberlerde açıkladılar reaktör de soğutma çalışması yapanlar da ayrıldı. Uzmanlar ve hükümet yetkilerinin geriye tek işi kaldı. Yalan söylemek. Zararlarını ört bas etmeye çalışmak. Saklamak. Kaldırın kafanızı biraz yukarı bakın giyotinin bıçağı düşüyor.
Komün 15
Ekolojik demokrasi derken bu ölümden bahsediyoruz. Bu yüzden Komün yazıları sadece sizin nostaljinize, kenarları işlemeli melonkolinize uygun olsun diye değil ki. İşte tam bu. Bu ölümden bahsediyorum size. Bu yüzden nükleer santral mütahitlerine, hidrolik santral mütahitlerine, bütün herşey mütahitlerine, karlarına ve sayılarına, kalkınma ajanslarına, kalkınmanın kendine, yani sadece kapitalizme değil bütün endüstiriyal sisteme karşı bir öneri olarak olarak, yani ölüm ve kalım olarak görüyorum özgür komünleri. Bugünden sonra en büyük düşmanım yazdıkların çok güzel ama şu anda uygulanabilir değil diyenler olacak. Parmak uçlarıma elektrot bağlayan işkencecim kadar nefret edeceğim onlardan. Aptal burjuva terbiyem müsaade etmeyeceği için, belki yüzüne karşı bir şey diyemeyeceğim. Rüyamda tekmeler savuracağım çok bilmiş kelimelerine. Hazır cevaplar hazırlayacağım, sevgililerinin yanında komik düşürmek için. Ne biliyim elimden ne geliyorsa yapacağım. Beddua da ederim belki tutar. Santral patlar, benden zanneder…
Su, rüzgar, enerji, gıda ve yaşamın bütününü, bugünden elimize almadığımızda geriye hiçbir şey kalmayacak. Nükleer bir katliamla başlayan Japon mucizesi nükleer bir katliamla çöküyor. Hiç birşeyin uzaktan kumanda ile yönetilemeyeceğini gösteriyor, havada hızla yayılan görünmez ölüm. Hadi bakıyım çare bulsun tıbbın kurum kurum kurumlanan uzmanları bilim adamları. Japonlar da yapamıyor abi yani.
Biz masum değiliz. Hiçbir nükleer karşıtı eyleme katılmayanlar, katılıpta bağırıp çağırdıktan sonra dağılıp gidenler, amaan ne yapalım dünyayı biz mi kurtaracağız diyenler, büyük konuşmalar yapanlar, onları alkışlayanlar, hisse senedi sahipleri, banka memurları ve bilim aşkıyla yanan öğretmenler, yazı yazmaktan başka bir şey yapamayan ben, hepimiz cehennemin dibine.
Kucağınızda çocuğunuz radyoaktiften kaçmaya çalışıyorsunuz. Sarı sarı oluyor yüzleriniz. Çocuğunuzun göz akı daha sarı. Ne oluyor baba diye soruyor. Yok bir şey kızım santral patladı. Niye bıraktık her şeyimizi? Gitmemiz gerekiyor kızım. Neden? Ölüceğiz de ondan kızım. Ölmek ne demek Baba. Bilmem umarım cennet filandır. Cennet ne demek Baba? Limitsiz kredi kartı gibi bir şey kızım. Kredi kartı ne demek baba? Tutsaklığımız kızım. Niye onu seviyoruz Baba… Sonra konuşuruz kızım. Sonra ne demek Baba….
Komün 16
Neden bekliyoruz? Neyi bekliyoruz? Bütün ülkede, özellikle bölgede köylerin neredeyse yüzde 80’inde hepatit B, ishal ve benim bilmediğim birçok hastalık yaygınken, her şey bir yana çocuklar ölürken ne bekliyoruz?
Demokratik Özerklik, özgür komünler dediğimizde yani radikal katılımcı bir demokraside öncelikle sağlığı örgütlemeliyiz. Egemen sağlık sisteminin, tıp hegemonyasının dışında başka bir sağlık örgütlemeli. Tam teşekküllü hastanelerden, uzman ve çok uzmanlardan, arkalarında dünyayı hasta kılan ulus ötesi ilaç tekellerinin sınırsız kar hırsları, yalanları, besleme araştırma raporları, bütün insanlığı müşteri algılayan bembeyaz hasta soyucu, hijyenik açıklamaları hatta sabah şekerleri programlarındaki sağlık köşeleri de hepsi çöp kutusunda yani kapitalizmde kalsın. Biz başka bir sağlık inşa etmeliyiz. (Son sağlık mitinginde ne kadar çok promosyon dağıtıyordu ilaç şirketleri bu kadar doktoru başka yerde bulamayız diye. Onların daha çok ilaç yazmaları, kendi ilaçlarını yazmaları için, yani karaciğer, dalak ve böbreklerimizi dağıtıyorlardı mitinglerde.)
Özgür komünlerde toplumsal sağlık örgütlemek ise tamamen başka bir şey. İçinde sağlık emekçilerinin yani halkın doktorlarının, sağlıkçılarının ve bilhassa da herkesin olacağı komiteler örgütlemeliyiz. Sağlık sadece doktorlara ve uzmanlara bırakılamayacak kadar ciddi bir şeydir. Bu yüzden mutlaka insanlar kendi bedenleri, sağlıkları hakkında karara katılmalıdırlar. Yoksa mesela yaygın hepatit B promosyonlu ya da promosyonsuz ilaçlarla tedavi edilemez. Tıbbı sorgulayan, denetleyen ve esas olarak da toplumsal sağlığın ancak düzgün çevre koşullarıyla gerçekleşebileceğini bilen bir sağlık örgütlenmesi inşa etmeliyiz.
Kocaman, üstünde bir sürü hortum geçen, bir sürü de elektronik göstergeler, dit dit falan gibi sesler çıkaran makineler daha çok ancak hastane dizilerinde hayat kurtarır. Yoksulların hayatlarını kurtaran temiz su, temiz çevre, sağlıklı ev -ki mesela şu anda kolektif olarak inşa ettiğimiz kerpiç evler, sağlıklı gıda toplumsal sağılığın temel unsurlarıdır. Biz ilaç tekelleri gibi insanları ilaç müşterisi olarak görmediğimizden onlar gibi herkesi sürekli hasta ve ilaç bağımlısı kılmaya çalışmıyoruz. Çocukları hasta etmeden kurtarmak zorundayız. Çıplak ayaklı doktorlar, yani koca koca fakülteler, üniversiteler, diplomalar yerine hijyen bilgisi, ilk yardım ve temel sağlık eğitimi almış binlerce kadın, erkek, çocuk ancak toplumsal sağlığı komünlerde inşa edilebilir.
Ben dilekçe yazmaya devam edeyim.
Dilekçe sayı 0003, Sayın DTK-Sağlık Komisyonu; özgür komünlerde ve özellikle bölgelerde yaygın olan hastalıklara karşı ne gibi önlemler almayı düşünüyorsunuz? Sağlık komiteleri, çıplak ayaklı doktorlar ile toplumsal sağlığın örgütlenmesi ya da bol cihazlı piyasalaştırılmış devlet hastanelerinden, özel hastanelerden mütevellit sağlık sisteminden mi umut beklemeliyiz. Neden bekliyoruz?
Metin Yeğin. Yurttaş. Dilekçeperver…
bolo’bolo – Against The Planetary Work Machine (p.m.)
(from the 'Introduction' to bolo'bolo) The following text of bolo'bolo is taken from Midnight Notes #7 (June 1984). Contact: Midnight Notes, P.O. Box 204. Jamaica Plain, MA 02130 U.S.A.. bolo'bolo by ibu If you dream alone, it's just a dream. If you dream together, it's reality. --Brazilian folk song (Ibu, a Midnight Noter, originally wrote bolo'bolo in German. It will soon appear in its full version in a pamphlet in English. It has three parts: an 'introduction' discussing the shape of the Planetary Work Machine and how to kill the machine; bolo'bolo proper, a discussion of ibu's ideas and desires toward a possible arrangement of societies in the world; and notes on bolo'bolo which discuss many things from utopias to psychologies, from technical issues of food production to social relations. We print only here an edited version of the 'introduction'. We urge our readers to order the pamphlet, advertised on the previous page. [ad for Semiotext(e) FOREIGN AGENTS SERIES. Contact: Autonomedia, Box 568, Brooklyn, NY 11211 U.S.A.] Why do we print this piece, aside from the fact that we enjoy it and want to spread it around? First, it presents in clear and direct form a picture of the aspects of the Planetary Work Machine (capital) which is, in many regards, a concentrated version of the work machine discussed in our "Work/Energy Crisis and Apocalypse." [Midnight Notes #3] Thus pared down, it might be more accessible and thus useful as a tool of struggle. Second, ibu presents a provocative critique of traditional left political action. Third, a part we do not print, bolo'bolo can help us think more clearly about just what it is we are struggling for; our printing the intro might encourage more people to get the pamphlet. Perhaps, as ibu observed, producing a piece such as bolo'bolo is itself a product of our defeat as in defeat we take time to reflect, speculate, etc. that we cannot take when we are on the offensive. Still, we ought to make what best we can of our defeat, to help us make our next cycle of struggles are effective. Fourth, we have sharply attacked the left in this and previous issues. We have offered many of our own 'realpolitik' observations as to how we might proceed instead of down the path and over the cliff with the left. Perhaps lurking over our shoulders is our 'second reality' and we must consider both what the second reality can be and how to make the move from the reality we don't want into the one we do want. --Midnight Notes) A Big Hangover Life on this planet isn't as agreeable as it could be. Something obviously has gone wrong on our space-ship called Earth. But what? Maybe a fundamental mistake was made when nature (or somebody else) came up with the idea of "human". Why should an animal walk on two feet and start thinking? It seems we haven't got much choice: we've got to cope with this error of nature, with ourselves. Mistakes are made in order to learn from them. In prehistoric times our deal seems not to have been so bad. During the Old Stone Age (50,000 years ago) we were few, food (plants and game) was plentiful and survival required only a little working time and moderate efforts. To collect roots, nuts, fruits or berries (don't forget mushrooms) and to kill (or with even less effort, to trap) some rabbits, kangaroos, fish, birds, or deer, we spent about two or three hours per day. In our camps we shared meat and vegetables and enjoyed the rest of the time sleeping, dreaming, bathing, dancing, making love or chatting. Some of us took to painting on cave walls, carving bones or sticks, inventing new traps or songs. We roamed across the country in gangs of 25, with as little baggage and property as possible. We preferred the mildest climates, like Africa, and there was no "civilization" to push us into deserts, tundras or mountains. The Old Stone Age must have been a good deal--if we can trust the recent anthropological findings--for we stuck to it for several tens of thousands of years, especially if compared to the 200 years of actual industrial nightmare. Then somebody must have started playing around with seeds and plants and invented agriculture. It must have seemed a good idea, for we didn't have to walk far to get enough food. But life became more complicated and toilsome. We had to stay in the same place for at least several months to store the seeds for the next crop and to plan and organize work on the fields. Fields and harvest also had to be defended from our nomadic gatherer hunter cousins who kept thinking that everything belonged to everybody. Conflicts between farmers, hunters and cattle breeders arose. We had to explain to others that we "worked" to accumulate our provisions--and they didn't even have a word for "work". With planning, with-holding of food, defence, fences, organization and the necessity of self-discipline we opened the door to specialized social organisms like priesthood, chiefs, armies. We created fertility-religions with rituals to stay convinced of our lifestyle. The temptation to return to the free life of gatherers/hunters must have always been a threat. Whether it was the patriarchate or matriarchate: we were on the road to statehood. With the rise of ancient civilizations in Mesopotamia, India, China, and Egypt, the equilibrium between humans and natural resources was definitely ruined. The future breakdown of our spaceship was programmed. Centralized organisms developed their own dynamics and we became the victims of our creations. Instead of two hours per day we worked ten hours and more on the fields and constructions of the Pharaohs and Caesars, we died in their wars and were deported as slaves where they needed us. Those who tried to return to their former freedom were tortured, mutilated, killed. When they started industrialization, it wasn't any better. To crush the peasant rebellions and the growing independence of craftsmen in the towns, they introduced the factory system. Instead of foremen and whips, they used machines. They dictated our rhythm of work, punished us automatically with accidents, kept us under control in huge halls. Once again progress meant working more and under more murderous conditions. The whole society and the whole planet was turned into one big Work-Machine. And this Work-Machine was at the same time a War-Machine for all those within and without who dared oppose it. War became as industrial as work. Indeed, peace and work have never been compatible: You cannot allow yourself to be destroyed by work and prevent the same machine from killing others, you cannot refuse your own freedom and not attack the freedom of others. War became as absolute as work. The early Work-Machine produced strong illusions of a "better future". After all, if the present was so miserable, the future could only be better. Even the working class organizations were convinced that industrialization would lay the basis for a society of more freedom, more free time, more pleasures. Utopians, socialists and communists believed in development and in industry, in "progress". Marx thought that with its help, humans would be able to hunt, make poetry and enjoy life again. Lenin, Stalin, Mao, Castro and others demanded more sacrifices to build a new society. But socialism only turned out to be another trick of the Work-Machine to extend its power in areas where it was lacking. The machine doesn't care if it is managed by transnational companies or state bureaucracies. Its goal is the same everywhere: steal our time to produce steel. The industrial War-and-Work Machine has definitely ruined our space-ship and its future: the furniture (jungles, woods, lakes, seas) is torn to shreds; our playmates have been exterminated or are sick (whales, birds, tigers, eagles); the air stinks and is out of balance (CO2 , acid rain); the pantries are being emptied (fossil fuels, metals) and self-destruction is programmed (nuclear holocaust). We can't even feed all the passengers of this wrecked vessel. We've been made so nervous and irritable that we're ready for any kind of nationalist, racial or religious war. For many of us, the nuclear holocaust is no longer a threat, but seems to be a welcome deliverance from fear, boredom, oppression and drudgery. 5000 years of civilization and 200 years of accelerated industrial progress have left us with a terrible hangover. "Economy" has become a goal in itself and we're about to be swallowed by it. The hotel terrorizes its guests: But we are guests and hosts at the same time. The Planetary Work Machine The monster that we have let grow and that keeps our planet in its grip is the Planetary Work Machine. If we want to transform our spaceship into an agreeable place again, we've got to dismantle this Machine, to repair the damage it has done and to come to some basic agreements on a new start. So our first questions must be: How does the Planetary Work-Machine manage to control us? How is it organized? What are its mechanisms and how can they be destroyed? It is a Planetary Machine: it eats in Africa, digests in Asia and shits in Europe. It is planned and regulated by international companies; the banking system; the circuit of fuels, raw materials and other goods. There are a lot of illusions about nations, states, blocs, First, Second, Third or Fourth World- these are only minor subdivisions, parts of the same machinery. Of course there are distinct wheels and transmissions that exert pressure, tensions and frictions on each other. The Machine is built on the basis of its inner contradictions: workers/capital, private capital/state capital (capitalism/socialism), development/underdevelopment, misery/waste, war/peace, women/men, etc. The machine is not a homogenous structure, it uses its internal contradictions to expand its control and refine its instruments. Unlike fascist or theocratic systems or like Orwell's 1984, the Work-Machine permits a "sane" level of resistance, unrest, provocation and rebellion. It digests unions, radical parties, protest movements, demonstrations and democratic changes of regimes. If democracy doesn't function, it uses dictatorship. If it's legitimation is in crisis, it has camps, prisons and torture in reserve. All these modalities are not essential for understanding the functioning of the machine. The principle that governs all activities of the Machine is economy. But what is economy? Unpersonal, indirect exchange of crystallized life-time. We spend our time producing some part which is assembled with other parts by somebody we don't know to make a device that, in turn, is bought by somebody else we don't know for an unknown goal. The circuit os these scraps of life is regulated according to the working time that has been invested in its raw materials, its production and in us. The means of measurement is money. Those who produce and exchange have no control over their common product and so we have situations where rebellious workers are shot by exactly those guns they helped produce. Every commodity is a weapon against us, every supermarket an arsenal, every factory a battleground. This is the dynamic of the Work-Machine: split society into isolated individuals, `blackmail' us each separately with the wage or violence; use our working time according to its plans. Economy means expansion of control by the Machine over its parts more and more dependent on the Machine. We are all parts of the Planetary Work Machine--we are the Machine. We represent it against each other. Whether we are developed or not, waged or not, working alone or as employees- we serve its purpose. Where there is no industry, we "produce" workers to export to industrial zones. Africa has produced slaves for America, Turkey produces workers for Germany, Pakistan for Kuwait, Ghana for Nigeria, Morocco for France, Mexico for the U.S. Untouched areas can be used as scenery for the international tourist business: Indians on reservations, Polynesians, Balinese, Aborigines. Those who try to get out of the Machine fulfill the function of picturesque "outsiders" (bums, hippies, yogis). As long as there is the Machine, we're all inside of it. It has destroyed or mutilated almost all traditional societies or driven them into a demoralizing defensive position. If you try to retreat to a "deserted" valley in order to live quietly on some subsistence farming, you'll be found by a tax collector, a draft-agent or by the police. With its tentacles the Machine can reach virtually every place on this planet within hours. Not even in the most remote part of the Gobi desert can you be sure to take an unobserved shit. The Three Essential Elements Examining the Machine more closely, we can distinguish three essential functions, three components of the international workforce and three "deals" the Machine offers to different fractions of ourselves. The functions (A,B,C) can be characterized as follows: A) Information: planning, design, guidance, management, science, communication, politics, production of ideas, ideologies, religions, art, etc.: the collective brain and nerve-system of the Machine. B) Production: industrial and agricultural production of goods, execution of plans, fragmented work, circulation of energy. C) Reproduction: production and maintenance of A-, B-, and C-workers, making children, education, housework, services, entertainment, sex, recreation, medical care, etc. All these functions are essential to the Machine. If one of them fails, it will sooner or later be paralyzed. Around these functions the Machine has created three types of workers, although overlap occurs; e.g., reproduction requires more than one type of worker. The three types of worker are divided by their wage-level, 'privileges', education, social status, etc., as follows: A) Technical-Intellectual Workers, mostly located in advanced (western) industrial countries; highly "qualified", mostly white, male and well-paid; e.g., computer engineers. B) Industrial Workers and employees, located in not yet "de-industrialized" areas, in "threshold countries", socialist countries; average or miserably paid, male or female, of varying "qualifications"; auto-workers, electronic assembly-workers (female). C) Fluctuant Workers, oscillating between small agriculture and seasonal jobs, service workers, housewives, unemployed, criminals, hustlers; largely women and people of color without regular income in metropolitan slums or in the Third World, often at the edge of starvation. All these types of workers are present in all parts of the world, just in different proportions. Nevertheless it is possible to distinguish three zones with a typically high proportion of the respective type of workers: A-workers: advanced industrial (Western) countries: U.S., Europe, Japan. B-workers: socialist countries or industrializing countries: USSR, Eastern Europe, Taiwan, Singapore. C-workers: Third World, agricultural or "underdeveloped" areas of Africa, Asia and South America and in slums everywhere. The "Third Worlds" are present everywhere. In New York there are neighborhoods that can be considered parts of the Third World. In Brazil there are industrial zones, in socialist countries there are strong A-elements. But there is a difference between the United States and Bolivia, between Sweden and Laos, etc. The Machine's power to control is based on its ability to play the different types of workers against each other. High wages and 'privileges' are not conceded because the Machine particularly likes certain kinds of workers more than others. Social stratification is used for the purpose of maintenance of the whole system. The three kinds of workers are afraid of each other. They are kept divided by prejudices, racism, jealousy, political and religious ideologies and economic interests. The A- and B- workers among us are afraid of losing their standard of living, their cars, houses and jobs. At the same time they complain about stress and envy "idle" C-workers. C-workers in turn dream about consumer goods, stable jobs and an "easy" life. All these divisions are exploited by the machine in various ways. The Machine no longer even needs an extra ruling class to maintain its power. Private capitalists, bourgeois, aristocrats and chiefs are mere left-overs without any decisive influence on the material execution of power, The machine can do without capitalists and owners, as the example of the socialist states and state enterprises in the West demonstrates. They're not the problem. The real oppressive organs of the Machine are other workers: police, soldiers, officials, managers. We're always confronted with the metamorphoses of our own kind. The Planetary Work-Machine is a social mechanism in which people are pitted one against the other to guarantee its functioning. So we must ask ourselves: Why do we put up with the Machine? Why do we accept a kind of life we obviously don't like? What are the advantages that make us forget our discontents? The contradictions that make the Machine work are the same internal contradictions faced by every worker: they're our contradictions. Of course the Machine "knows" that we don't like this life and that it is not enough just to repress our wishes. If it were simply based on repression, productivity would be low and the costs of supervision would be too high. That's why the chattel- slave system was abolished. In reality, one half of us accepts the Machine's deal and the other half revolts against it. The Machine does have something to offer. We give it a part of our life-time, but not all. In return, it gives us a certain amount of goods, but not as much as we want and not exactly what we want. Every type of worker has its own deal and every worker has its extra-deal again, depending on its job and specific situation. As everybody thinks s/he is better off than somebody else (there's always somebody who is worse off), s/he sticks to his/her own deal and distrusts all changes. So the inner inertia of the Machine protects it against reforms and revolutions. Only when a deal becomes too unequal does dissatisfaction and readiness to change the situation arise. The actual crisis, which is visible mainly on the economic level, is caused by the fact that all deals the system has to offer have become unacceptable. A-, B-, and C-workers have protested recently, each in its own way, against the respective deals. Not only the poor but also the rich are dissatisfied. The Machine is about to lose its perspective. The mechanism of internal division and mutual repulsion is about to collapse. Repulsion is turning against the Machine itself. (The remainder if this section, "Three Deals in Crisis", discusses in detail the particular deals made by each type of worker. We have omitted it from this printing due to lack of space. The deals discussed are titled "The A-Deal: Disappointed at consumer society"; "The B-Deal: Frustrated by socialism"; "The C-deal: The development of misery". This entire section is in the pamphlet from Autonomedia. --Midnight Notes) The End of Realpolitik Misery in the Third World, frustration in the socialist countries, deception in the West; the main dynamic of the Machine is actually reciprocal discontent and the logic of the lesser evil. What can we do? Reformist politicians propose to change the Machine, to make it more humane and agreeable by using its own mechanisms. Political realism tells us to proceed by little steps. Thus the microelectronic 'revolution' is supposed to give us the means for reform. Misery shall be transformed into mobilization, frustration into activism and disappointment shall be the basis of change of consciousness. Some of the reformist proposals sound quite good: 20-hour-work-week, equal distribution of work, guaranteed minimal income (e.g. negative income tax), elimination of unemployment, use of free time for mutual and decentralized self-administration in enterprises and neighborhoods, creation of an "autonomous" sector with low- productivity-small-enterprises, investments in middle and soft technologies (also for the Third World), reduction of private traffic, conservation of energy (no nukes, insulation, coal), investments in solar energy and public transportation, less animal proteins (more self-sufficiency in the Third World), recycling of raw materials (aluminum), disarmament, etc.. These proposals are reasonable and even realizable and certainly not extravagant. They form more or less the official or secret program of the alternativist socialist-green- pacifist movements in Western Europe and the United States (and in other countries). Should it be realized, the Work-Machine would look much more bearable. But even these "radical" programs only imply a new adjustment of the Machine, not its destruction. As long as the Machine (the hard, heteronomous sector) exists, self-management and "autonomy" can only serve as a kind of recreational area for the repair of exhausted workers. And who can prevent us from being ruined in 20 hours as much as we've been in 40? As long as the monster isn't pushed into space, it'll continue devouring us. Additionally the political system is designed to block such proposals or to transform reforms into a new impulse for the development of the Machine. The best illustration of this fact is the politics of the reformist parties. As soon as the Left gets the power (e.g. in France, Greece, Spain, Bolivia, etc..) it gets entangled in the jungle of "realities" and economic necessities and it has no choice other than to enforce exactly those austerity-programs it attacked when the Right was in charge. Instead of Giscard it's Mitterand who sends the police against striking workers. Socialists have always been good police- ministers. The "recovery of the economy" (i.e. of the Work-Machine) is the basis of all national politics, and reforms have to prove that they encourage investments, create jobs, increase productivity, etc.. The more "new movements" enter Realpolitik (as the Greens in Germany), the more they get into the logic of a "healthy economy", or they disappear from the political game. Besides destroyed illusions, increased resignation and general apathy, reformist politics don't achieve anything. The Work-Machine is planetary and all its parts are interconnected; any national reformist policy will simply increase international competition, play the workers of different countries against each other and make more perfect control over us. It is exactly this experience that has led more and more voters to support neo- conservative politicians like Reagan, Thatcher or Kohl. The most cynical representatives of the logic of the economy are preferred to leftist thinkers. The self-confidence of the Machine has become shaky. Nobody dares fully believe any longer in its future, but everybody clings to it. The fear of experiment is greater than the belief in demagogical promises. Why reform a system that's going to collapse anyway? Why not try to enjoy the few positive aspects of respective personal or national deals with the Machine? Thus why not put in charge positive, confident, conservative politicians? They don't even promise to solve such problems as unemployment, hunger, pollution, the nuclear arms race. Or if they do, they make clear that those are not their priorities. They're not elected to solve problems, but to represent confidence and continuity. For the "recovery", only a little calm, stability and positive rhetoric is needed: the security to cash in on profits made by present investments. Under these conditions the recovery will be much more terrible than the crisis. We don't have to believe in Reagan or Kohl, just keep smiling together with them and forget about our doubts. The Work-Machine supports doubts badly in this situation, and with neo-conservative regimes we're at least left alone until the end of the next recovery or catastrophe. Besides agitation, bad mood and remorses, the Left hasn't anything better to offer. Realpolitik has become unrealistic, because reality is at a turning point. All or Nothing The Planetary Work-Machine is omnipresent and it cannot be stopped by politics. So, will the Machine be our destiny until we die at 65 or 71? Will that have been our life? Have we imagined it like this? Is ironical resignation the only way out, as it helps us to hide our deception during the few years we still have to live? Maybe everything's okay and we're just a little bit too dramatic. Let's not fool ourselves: even if we mobilize all our spirit of sacrifice and all our courage, we can't achieve anything. The Machine is perfectly equipped against political Kamikazes, as the fate of the RAF, the Red Brigades, the [text damaged -Ed.], [the] Tupamaros and others have shown. It can coexist with armed resistance and transform it into a motor of its perfection. Our attitude isn't a moral problem, not for us and even less for the Machine. Whether we kill ourselves, manage to get an extra-deal, find an opening or a refuge, win in the lottery, throw Molotov-cocktails, join a left-wing party, scratch ourselves behind the ear or run amok, we're finished. In this reality there's nothing else to get. Opportunism doesn't pay off. Career is a bad risk as it causes ulcers, psychoses, marriages, obligations. Bailing out means self- exploitation, ghetto, meetings. Cleverness is fatiguing. Stupidity is annoying. It would be logical to ask ourselves questions like these: "How would I like to live?" "In What kind of society or nonsociety would I feel comfortable?" "What are my wishes and desires, independent from their realizability?" And all this not in a remote future (reformists always talk about the next 20 years) but in our lifetime. while we're still in good health, let's say within five years... Dreams, ideal visions, utopias, yearnings, alternatives; aren't those just new illusions to seduce us once again into participating in progress? Don't we know them from the neolithic, the 17th century and today from science-fiction and fantasy-literature? Do we succumb again to the charm of history? Isn't future the only thought of the Machine? Is there only the choice of joining the Machine's dreams or refusing any activity? There are kinds of desires that are censured scientifically, morally, politically when they arise. The ruling reality tries to stamp them out. These are the dreams of the second reality. Reformists tell us that it's shortsighted and egoistic to follow our own wishes. We should fight for the future of our children. We should renounce (car, vacations, heating and our needs and desires) and work hard, so that they'll have a better life. This is a curious logic. Isn't it exactly the renunciation and sacrifice of our parent-generation, their hard work in the 50s and 60s, that has caused the mess that we are in today? We're those children, for whom they have suffered and worked. For us, our parents bore two wars, a crisis, and built the nuclear bomb. They were not egoistic, they obeyed. Anything built on sacrifice and renunciation just demands more sacrifices and more renunciation. Because our parents haven't respected their egoism, they cannot respect ours... It is not the Third or Fourth World that is the most underdeveloped, it's our egoism of wishes. Other political moralists could object that we're not allowed to dream of utopias while millions die of starvation, others are tortured in camps, deported and massacred, or deprived of the most basic human rights. While the spoiled children of the consumer society compile their list of wishes, others don't even know how to write or have time to wish. Yet, some of us die of heroin and others commit suicide or are mentally ill: whose misery is more serious? Can we measure misery? And even if there wasn't any misery: are our desires unreal, because others are worse off or because we think we could be worse off? Precisely when we act only to prevent the worst or because "others" are worse off, we make it possible and let it happen. In this way we're always forced to react on the initiatives of the Machine. There's always an outrageous scandal, an incredible impertinence, a provocation that cannot be left unanswered. And thus our 70 years go by-- and those of the others who are "worse" off. The Machine can keep us busy, because it wants to prevent us from becoming aware of our immoral dreams. When we act for ourselves, the Machine gets into trouble. As long as we only (re-)act on the basis of "moral differences" we'll be powerless dented wheels, exploding molecules in the engine of development. And as we're weak, the Machine has more power to exploit the weaker ones. Moralism is a weapon of the Machine, realism is another. The Machine has formed reality and it has trained us to perceive reality in the Machine's way. Since Descartes and newton it has digitalized our thoughts and reality; it has laid yes/no-patterns over the world and our spirit. We believe in reality because we're used to it. As long as we accept the digital culture to pulverize our dreams, sentiments and ideas. Dreams and utopias are sterilized in novels, films and commercialized music. But reality is in crisis, every day there are more cracks and the yes/no- alternative turns more and more into simply an apocalyptic threat. The Machine's ultimate reality is its self-destruction. Our reality, the second reality of old and new dreams, cannot be caught in the yes/no-net. It refuses apocalypse and status quo at the same time. Apocalypse or Evangel, end of the world or utopia, all or nothing: there aren't any other realist possibilities. In this reality, we choose one or the other lightheartedly. But in between attitudes like "hope", "confidence" or "patience" are just ridiculous and pure self-deceit. There's no hope. We have to choose now. Nothingness has become a realistic possibility, more absolute than nihilists have dared to dream. In this regard the Machine's achievement must be acknowledged. Finally we've got nothingness! We can kill all of us together! We don't have to survive! Nothingness is about to become a realistic way of life with its own philosophy (Cioran, Schopenhauer, Buddhism, Glucksmann), its fashion (black, uncomfortable), music, housing style, painting, etc.. Apocalyptists, nihilists, pessimists and misanthropists have good arguments for their attitude. After all, if we transform into values "life", "nature" or "mankind", there are only totalitarian risks, biocracy or ecofascism. When we sacrifice freedom to survival, new ideologies of renunciation arise and contaminate all dreams and desires. The pessimists are the real free, happy and generous. The world will never be supportable again without the possibility of self-destruction, as the life of the individual is a burden without the possible exit of suicide. Nothingness is here to stay. On the other hand "all" is also quite appealing. It is much less probable than nothingness, badly defined and poorly thought out. It is ridiculous, megalomanic and self-conceited. Maybe it's only around to make nothingness more attractive. bolo'bolo bolo'bolo is part of (my) second reality. It's strictly subjective, because the reality of dreams can never be objective. Is bolo'bolo all or nothing? It's both and none of them. It's a trip into second reality like Yapfaz, Kwendolm, Takmas and Ul-So. Down there there's a lot of room for many dreams. bolo'bolo is one of those unrealistic, amoral, egoistic maneuvers of diversion from the struggle against the worst. bolo'bolo is also a modest proposal for the new arrangements in the spaceship after the Machine's disappearance. Though it started as a mere collection of wishes, a lot of considerations of their realization accumulated around it. bolo'bolo can be realized worldwide within five years, if we start now. It guarantees a soft landing in the second reality. None of us will starve, freeze or die earlier than we would today in the transition period. There's very little risk. Of course general conceptions of a post-industrial civilization are not lacking in these days. Be it the eruption of the Age of Aquarius, the change of paradigms, ecotopia, new networks, rhizomes, decentralized structures, soft society, new poverty, small circuits, third waves, prosumer societies: the ecological or alternativist literature grows rapidly. Allegedly soft conspiracies are going on and the new society is already being born in communes, sects, citizens' initiatives, alternative enterprises and block associations. In all these publications and experiments there are a lot of good and useful ideas, ready to be stolen and incorporated into bolo'bolo. But many of these futures or futuribles (as the French say) are not very appetizing: they stink of renunciation, moralism, new efforts, toilsome rethinking, modesty and self- limitation. Of course there are limits. But why should there be limits of pleasure and adventure? Why are most alternativists only talking about new responsibilities and almost never about new possibilities? One of the slogans of the alternativists is: Think globally, act locally. Why not think and act globally and locally? There are a lot of conceptions and ideas, but what's lacking is a practical global (and logical) proposal, a kind of common language. There has to be an agreement on some basic elements, if we don't want to stumble into the Machine's next trap. In this regard, modesty and (academic) prudence is a virtue that threatens to disarm us. Why be modest in the face of impending catastrophe? bolo'bolo might not be the best and most detailed and certainly not a definitive proposal for a new arrangement of our spaceship. But it is not so bad and can be acceptable to many people. I'm for trying it as a first attempt and seeing later what happens. Substruction In case we like bolo'bolo, the next question will be: How can it be realized? Isn't it just another real-political proposal? In fact, bolo'bolo cannot be realized with politics, there's another road, a range or roads, to be followed. If we deal with the Machine, the first problem is obviously a negative one: how can we paralyze and eliminate the Machine's control (i.e., the Machine itself) in such a way that bolo'bolo can unfold without being destroyed in its beginnings? We can call this aspect of our strategy disassembly or subversion. The Planetary Work Machine has got to be dismantled-- carefully, because we don't want to perish with it. Let's not forget, that we're part of the Machine, this it is us. We want to destroy the Machine but not ourselves. We only want to destroy our function for the Machine. Subversion means to change the relationship among us (the three types of workers) and towards the Machine (which in turn faces each type of worker as a total system). It is subversion and not attack, because we're all inside the Machine and have to block it from there. It will never confront us as an external enemy. There will never be a front-line, nor headquarters, nor uniforms. Subversion alone will always be a failure, because with its help we might paralyze a certain sector of the Machine, destroy one of its functions, but it will be able to reconquer it and occupy it again. Every space obtained by subversion has to be filled by us with something "new", something "constructive". We cannot hope to eliminate first the Machine and then--in an "empty" space--to establish bolo'bolo: we'd always come too late. Provisional elements of bolo'bolo, seedlings of its structures, must occupy all free interstices, abandoned areas, conquered bases and prefigure the new relationships. Construction has to be combined with subversion into one process: substruction. Construction should never be a pretext to renounce subversion. Subversion alone only creates straw fires, historical dates and heroes, but it doesn't leave concrete results. Construction and subversion are both forms of tacit or open collaboration with the Machine. Dysco Dealing first with subversion, we have to state that every type of worker, every functionary of the Machine and every part of the world has its own specific potential of subversion. There are different ways of doing damage to the Machine and not everybody has the same possibilities. A planetary menu of subversion could be described as follows: A- Dysinformation: sabotage (of hardware or programs), theft of machine-time (for games or private purposes), defective design or planning, indiscretions (e.g. Ellsberg and the Watergate scandal), desertions (scientists, officials), refusal of selection (teachers), mismanagement, treason, ideological deviation, false information (to superiors); effects can be immediate or long run (seconds, years). B- Dysproduction: opting out, low quality, sabotage, strikes, sick-leaves, shop-floor assemblies, demonstrations in the factories, mobility, occupations (e.g., the struggles of the Polish workers); effects--medium term (weeks, months). C- Dysruption: riots, street blockades, violent acts, flight, divorce, domestic rows, looting, guerilla warfare, squatting, arson (e.g., Sao Paulo, Miami, Soweto, El Salvador); effects--short term (hours, days). Of course all these acts also have long-term effects; here we are only talking about their direct impact as forms of activity. Any of these types of subversion can damage the Machine, can even paralyze it temporarily. However, each of them can be neutralized by lack or misapplication of the two others, because their impact is different depending on time and space. Dysinformation remains inefficient if it's not applied to the production or physical circulation of goods or services. In that case it becomes purely an intellectual game and destroys itself. Strikes alone can always be crushed because nobody prevents the police from intervening by dysruptive actions. Dysruption is quickly finished, because the Machine controls supply from its production-sector. The Machine knows that there will always be subversion against it, that the deal between it and the different types of workers will always have to be bargained for and fought out again. It only tries to stagger the attacks of the three sectors so that we cannot support and expand our struggles to multiply each other and become a kind of counter-machine. Workers who have just won a strike (dysproduction) are angry at unemployed demonstrators who prevent them with a street blockade from getting to their factory on time. A firm goes bankrupt and the workers complain about engineers and managers. But it was a substructive engineer who willingly produced a bad design and a manager who wanted to sabotage the firm. The workers lose their jobs, take part in unemployment demonstrations, there are riots...police (workers) do their job. The Machine transforms the isolated attacks of different sectors into idle motion. For the machine, nothing is more instructive than attacks and nothing more dangerous than long periods of calm, because in this case it does not know what is going on inside the organisms of its own body. The Machine cannot exist without a certain level of sickness and dysfunction. Partial struggles are the means of control and a kind of fever thermometer that provides it with imagination and dynamism. If necessary, it can even provoke struggles to test its instruments of control. Dysinformation, dysproduction and dysruption would have to be joined on a mass level in order to produce a critical situation for the Machine. Such a deadly conjuncture can only come into being by the overcoming of the separation of the three functions and worker-types, and the separation can only be overcome by and through struggles in the various sectors. There should emerge a kind of communication with which the Machine is not designed to deal: dyscommunication. The name of the final game against the Machine is thus ABC-Dysco. Where can such ABC-dysco-knots develop? Hardly where the workers meet in their Machine functions, i.e. at the workplace, in the supermarket or in the household. A factory is organized division and the unions only mirror this division, but don't overcome it. On the job the different interests are particularly accentuated: wage, position, hierarchy and privileges all build up walls. In the factories and offices workers are isolated from each other, the noise level is too high, the tasks absorbing. ABC-dysco is not likely to happen in the economic core of the Machine. But there are domains of life--for the Machine mostly marginal domains--that are more propitious for dysco. The machine hasn't digitalized and rationalized everything: religion, mystic experience, language, native place, nature, sexuality, all kinds of spleens, crazy ideas, fancies. Life as a whole slips away from the Machine's patterns. Of course the machine is aware of its insufficiency in these fields and tries to functionalize them economically. Religion becomes sect-business, nature can be exploited by tourism and sport, the love for one's country degenerates into an ideological pretext for weapons industries, sexuality is commercialized by the sex-business, etc. There's no need that couldn't be turned into a commodity, but as a commodity it gets reduced and mutilated. Certain needs, however, are particularly inappropriate for mass-production, above all those of authentic, personal experience. The conversion succeeds only partially, and more and more people are becoming aware of "the rest". The success of the environmental movements, of the peace movement, of ethnic or regionalist movements, or certain forms of "new religiousness" (progressive or pacifist churches), or homosexual subcultures, is probably due to this insufficiency. Whether identities are newly discovered or created that lie beyond the logic of economy, there have been ABC-knots. As 'war objectors', intellectuals, employees, women and men have met. Homosexuals gather regardless of their jobs. Indians, Basques or Armenians struggle together--"a kind of new nationalism" (or regionalism) overcomes job and educational barriers. The Black Madonna of Czestochowa might have contributed to unite Polish workers, intellectuals and farmers. It is no accident that in recent times such types of movements have reached high levels of strength. Their substructive power is based on the multiplication of ABC-encounters that have been possible in their framework. One of the first reactions of the Machine has always been to play off against each other the elements of these encounters and to establish the old mechanism of mutual repulsion. The above-mentioned movements have only produced superficial and short-lived ABC-dysco. In most cases the different types just touched each other on a few occasions and slipped back once again into their everyday division. Those of us involved created more mythologies than realities. In order to exist longer and to exert a substantial influence, we should also be able to fulfill everyday tasks outside the Machine: we should also comprise the constructive side of substruction. We should attempt the organization of mutual help, moneyless exchange, of services, of concrete cultural functions in neighborhoods. In this context we should create anticipations of bolos, of barter-agreements, of independent food-supply, etc. Ideologies (or religions) are not strong enough to overcome barriers such as income, education and position. As ABC-types, we have to compromise ourselves in every day life. Certain levels of self- sufficiency, of independence from state and economy, must be reached to stabilize such dysco-knots. We cannot work 40 hours per week and still have the time and energy for neighborhood initiatives. ABC-knots can't just be cultural decorations, they should be able to replace at least a little fraction of money- income to get some free time. What these ABC-dysco-knots can look like practically can only be discovered through practice. Perhaps they will be neighborhood centers, food-conspiracies, farmer/craftsman exchanges, energy coops, communal baths, car-pools, etc. All kinds of meeting points that can bring together all three types of workers on the basis of common interests are possible ABC-dyscos. (Midnight Notes reminds the reader of ibu's warning that subversion must not be avoided in the guise of construction: the two must be united as substruction.) The totality of such ABC-Knots will disintegrate the machine, produce new conjunctures of subversion, keep in motion all kinds of movements in an invisible manner. Diversity, invisibility, flexibility, lack of names, flags and labels, refusal of pride of honor, avoidance of political behavior and representative temptations can protect such knots from the eyes and hands of the Machine. Information, experiences and practical instruments can be shared in this way. ABC-dysco-knots can be laboratories for new, puzzling and surprising forms of action as they can use all three functions and the respective dysfunctions of the Machine. Even the brain of The Machine doesn't have access to this wealth of information, because it must keep divided the thinking about itself (principle of competencies and divided responsibility). ABC-dysco-knots are not a party, not even a kind of movement, coalition, or umbrella- organization. They're just themselves, the cumulation of their single effects. They might meet in punctual mass-movements, test their strength and the reaction of the Machine, and then disappear again in every-day-life. They combine their forces where they meet each other in practical tasks. They're not an anti- Machine movement, they are the content and material basis of the destruction of the Machine. Due to their conscious non-organizedness, ABC-knots are always able to create surprises. Surprise is vital, as we're in a fundamental disadvantage in [the] face of the Machine: we can be 'blackmailed' by the constant threats of death or suicide pronounced by the Planetary Machine. It cannot be denied that guerilla- warfare as a means of subversion can be necessary in certain circumstances (where the Machine already is killing). The more ABC-knots, network and tissues there are, the more the Machine's instinct of death is awakened. But it's already part of our defeat is we have to face the Machine with heroism and rediness for sacrifice. Somehow we have to accept the Machine's `blackmailing'. Whenever the Machine starts killing, we should retreat. We shouldn't frighten it. It must die in a moment when it doesn't expect it. This sounds defeatist, but it is one of the lessons we can learn from Chile, from Grenada, from Poland: when the struggle can be put on the police or military level, we're about to lose. Or if we win, it's exactly our police or military aspect that will have won and not ourselves: we'll get a "revolutionary" military dictatorship. When the Machine takes to mere killing, we have obviously made a mistake. We should never forget, that we are also those that shoot. We're never in front of the enemy, we are the enemy. This fact has nothing to do with non-violence- ideologies: you can be very violent and still not kill each other. Damage (to the Machine) and violence are not necessarily linked. It wouldn't serve us either to put flowers into the soldiers' button-holes or be nice to the police. They cannot be cheated by symbolism, by arguments and ideologies-- they're like us. But maybe the policeman has neighbors, the general is gay, the soldier has heard that his sister is active in some ABC-dysco-knot. When there are enough dyscos, there are as many security-leaks and risks fir the Machine. We've got to be careful, practical and discreet. When the Machine kills, there aren't yet enough ABC-dysco-knots. Too many parts of its organism are still in good health and it can hope to save itself by a violent operation. The Machine won't die of a heart attack, but it can die of ABC-cancer, becoming aware of it when it's too late for any operation or radiation, These are the rules of the game. Those who don't respect them, must quit the game (and will be heroes). Substruction as a (general) strategy is a form of practical meditation. It can be the following Yantra, that combines substruction (movement aspect) and bolo (the future basic community): [see included .GIF--Ed] Trico The Work-Machine has Planetary character, so a successful bolo'bolo-strategy must also be planetary from the beginning. Purely local, regional or even national dysco-knots will never be sufficient to paralyse the World-Machine as a whole. West, East and South must start simultaneously to subvert their respective functions inside the Machine and to create new constructive anticipations. What is true for the three types of workers on a micro-level is also true for the three parts of the world on a macro-level. There must be planetary dysco-knots. There must be tricommunication between dysco knots. The Planetary Trick is trico. Trico is dysco between ABC-knots in each of the three major parts of the world: western industrial countries, socialist countries and underdeveloped countries. A trico-knot is the encounter of three local ABC-knots on an international level. Anticipations of bolos will get in contact in this trico-knot manner. Of course these contacts must be established outside of governments, of international or development-aid organizations. The contacts must function directly between neighborhoods, between everyday initiatives of all kinds. There must be a trico between St. Marks Place (New York), Gdansk North-East 7, Mutum-Biyu (Nigeria); or: Zurich-Stauffacher, Novosibirsk/Block A 23, Vuma (Fidji), etc.. Such trico knots could first originate on the basis of accidental personal acquaintances (on tourist trips, etc.). Then they could be multiplied by the activity of already existing tricos, etc.. The practical use of a trico-knot (and there must be one) can be very trivial in the beginning: exchange of necessary goods (medicine, records, spices, clothes, equipment) that should be moneyless or at least very cheap. It is obvious that since the exchange of goods presently isn't equal between the three parts of the world, the Third World-partner will need a lot of basic products to make up for the exploitation by the world market, and also need a lot of material for the construction of a basic infrastructure (fountains, telephones, generators). Nevertheless this doesn't mean that trico is just a type of aid for development. The partners will be aware of creating a common project, the contact will be person to person, the aid will be adapted to the real needs and will be based on personal relationships. Even under these difficult conditions exchange won't be one-sided. A-dysco-knots will give material goods (as they have plenty of them), but they'll get much are cultural and spiritual "goods" in exchange: for example, they can learn a lot from life- styles in traditional villages about nature, mythology, human relations, etc.. As we've said, every deal, even the most miserable one, has some advantages: instead of frightening ourselves with the disadvantages of the other deals, we'll exchange those elements that are still valuable and strong. The trico-knots permit the participating ABC-dysco knots to unmask the mutual illusions of their deals and to stop the division-game of the World-Machine. Western dyscos will learn about socialist everyday life and will get rid of both socialist propaganda and red-baiting anti-communism. The Eastern partners will have to give up their illusion on the Golden West and at the same time they'll become immune to the official indoctrination in their own countries. Third- World-dyscos destroy development-ideologies and socialist demagoguery and will be less vulnerable to `blackmailing' by misery. All this won't be an educational process, but a natural consequence of tricommunication. A Western dysco-knot might help the Eastern partner get a Japanese stereo-set for free--needs are needs--even those created by the Machine's advertising strategies. In the process of expansion of tricos, of closer exchange and of the growing of bolo'bolo-structures, authentic wishes, whatever they might be, will become predominating. Perhaps dances and fairy tales from Africa will be more interesting than disco, Russian songs more attractive than cassette-recorders. Planetary substruction from the beginning is a precondition for the success of the strategy that could lead to something like bolo'bolo. If bolo'bolo remains just a spleen of a single country or a region, it's lost, it'll be another impulse for development. On the basis of tricommunication those planetary relationships come into being that will disintegrate the Nation-States and the political blocks. Like the dysco-knots, the trico-knots form a network of substruction that will paralyze the World Machine. Out of tricos there will grow barter-agreements (fenos), general hospitality (sila) new culturally defined regions (sumi) and a planetary meeting point (asa'dala). The trico- network will also have to block the war-machines of the single countries from inside and thus be the real peace-movement, precisely because they're not primarily interested in "peace" but because they've got a common, positive project. (Here we break off. Generally the rest is the description by this ibu of bolo'bolo. Sorry...you'll have to get the pamphlet to find out what it says. In our previous issue, by the way, we said that we would explain the various symbols we overlaid on some of the pages. The symbols are from bolo'bolo and are explained in the forthcoming pamphlet. --Midnight Notes) A bolo is an autonomous community corresponding to the anthropological unit of a tribe (a few hundred individuals). The name is an example of a fictional auxiliary language (or rather, a basic vocabulary) intended for use in a bolo-based global community, called asa'pili. asa'pili terms: • ibu "individual, person" • bolo "community, village, tribe" • sila "hospitality, tolerance, mutual aid" • taku "personal property, secret" • kana "household, hunting party, family, gang" • nima "way of life, tradition, culture" • kodu "agriculture, nature, sustenance" • yalu "food, cuisine" • sibi "craft, art, industry" • pali "energy, fuel" • sufu "water, water supply, well, baths" • guno "house, building, dwelling" • belo "medicine, health" • nugo "death, suicide pill" • pili "communication, science, magic, language, media" • kene "communal work, communal initiative" • tega "district, town" • dala "committee, council, assembly" • dudi "foreigner, spy, observer" • fudo "city, trading area, bioregion" • sumi "region, linguistic area, island" • asa "earth, world" • buni "gift, present" • mafa "depot, warehouse" • feno "treaty, agreement, trade relation" • sadi "market, stock market, fair" • fasi "travel, transport, traffic, nomadism" • yaka "disagreement, war, violence"
The pseudonym P.M. (the most common initials in the Swiss telephone directory, mostly spelled in lowercase, p.m.) is used by an otherwise anonymous Swiss author (born 1946), best known for his 1983 anarchist / anti-capitalist social utopia bolo’bolo, publishing with the paranoia city verlag of Zürich.
http://www.evolutionzone.com/kulturezone/bey/bolo.bolo.txt
http://www.scribd.com/doc/21064658/From-the-Introduction-to-Bolo-Bolo-by-Ibu
Yeniden Doğaya Bağlanma – Duygu Canan Öztürk
ÖZET
Sanayi uygarlığı insanı, üreten ve tüketen bir iktisadi özne olarak değerlendirirken onun nesnesi olan doğanın hoyratça kullanımını kolaylaştırmıştır. “Ya büyü, ya öl” düsturundan hareketle toplum dışı, toplumu yıkan bir mekanizma olarak boy gösteren kapitalizm, doğanın da yıkımına neden olan ekolojik bunalımlara yol açmaktadır. İnsan-doğa ilişkisi doğayı ve insanı birbirinden ayıran ve merkeze insanı yerleştiren geleneksel bir etiğin zemininde mi, yoksa, yeşil retorikte bir küfür gibi algılanan insan-merkezci dualizmi reddeden ve doğa ile mistik bir birlik anlayışını savunan ekolojik bir etiğin zemininde mi ele alınıp alınmayacağı tartışılmaktadır. Ancak insanı dönüştürmedikçe, toplumsal bağlamı farklılaştırmadıkça ekoloji üzerine geliştirilen politikalar kısa süreli önlemler, klişeleşmiş işlemler ve içi boş çözümlerden öte değildir. Kurumlaşmış otorite olarak tanımlanan toplum üzerindeki egemenlik ve iktidar olgusu, insanın doğayı sömürmesi ve hükmü altına alması gerektiği yolundaki kavrayışa neden olmuştur. Toplumsal ekolojiye göre, nasıl ki ataerkil ailede erkeğin kadını sömürmesi, devletin halk üzerinde baskı oluşturması, egemen grupların sahip olma hırsı ve rekabetçi tutumları insanlığı bir metaya dönüştürdüyse; benzer şekilde doğanın her bir unsuru da bir mala ve kaynağa dönüştürüldü. Konu başlıkları kent, toplum, üretim ve ekonomi olarak hazırlanan bu metinde, hem insani hem de ekolojik boyutlara sahip, düşüncede organik, etikte tamamlayıcı, iktisat ve siyasette ise katılımcı ve konfederal ilkelere dayanan bir eko-model oluşturulmaya çalışılmıştır. Tasarlanan bu model; küçük ölçekli organik komünlerin oluşturulmasını, gündelik temelde doğal dünyanın güzelliğinin yaşanmasını, insanların birbirine verebileceği açık, dolayımsız, duyumsal haz, paylaşımcı tutum ile hayatını yüceltilmesini sağlayacak ve çalışmada coşkulu bir sanatsallığı geliştirecek bir radikal dönüşümün gerekliliği üzerine kurulmuştur. Böyle bir tasarının ütopikliği, “statik ve gerçekdışı” olarak değil, özlem duyduğumuz bir toplum düzeni, tam olarak gerçekleştirilmese bile, ona bir şekilde yaklaşmayı mümkün kılan ve bundan dolayı değerli olan “dinamik ve gerçeğe yakın” bir paradigma olarak değerlendirilmelidir.
GİRİŞ
Sanayi uygarlığı insanı, üreten ve tüketen bir iktisadi özne olarak değerlendirirken onun nesnesi olan doğanın hoyratça kullanımını kolaylaştırmıştır. “Ya büyü, ya öl” düsturundan hareketle toplum dışı, toplumu yıkan bir mekanizma olarak boy gösteren kapitalizm, doğanın da yıkımına neden olan ekolojik bunalımlara yol açmaktadır. Erich Fromm’un “olmak” ve “sahip olmak” arasında yaptığı ayırım, nesneye dönüşen “doğa ile insan” ve bu yıkıcı eylemin öznesi olan “egemen grup” ayırımına ilintilenebilir. “Sahip olmak”, doğayı insan dışı bir olgu kabul edip onu insanın denetimine ve sosyal düzenine sokmak isteyen zihniyete karşılık gelmektedir. Doğa burada salt araç-gereç, salt kaynak olarak algılanmaktadır. Bu anlamda sahip olmak “tahakküm” anlamına gelir. “Olmak” ise, doğayı ya da insanı belli bir sisteme alt kategori olarak zorla yerleştiren düzenler yaratıp özerklikleri yıkan zihniyetler karşısında, yabancı olanı da “kendi özerkliği” ile bırakmak demektir. Olmak, parçaların birbirleri ile tamamlanıp bütünü oluşturması; çeşitlilik ilkesini gerçekleştirmeyi amaçlamak demektir.
Basit ama oldukça net bir açıklamayla: İnsan birincil doğaya (içinde yaşadığı, dış doğaya) uygun davranıp yaşamazsa felaketler oluşur, ikincil doğaya (kendi doğasına) uygun yaşamayınca hastalıklar oluşur. Her iki sonuçta bir sapmayı ifade etmektedir. Bu sapma, insanın doğa ile insanın kendisi ile olan ilişkilerinin yeniden düzenlenmesi ile ortadan kaldırılabilecektir.
İnsanın Doğadan Ayrılması
İnsan-doğa ilişkisi doğayı ve insanı birbirinden ayıran ve merkeze insanı yerleştiren geleneksel bir etiğin zemininde mi, yoksa, yeşil retorikte bir küfür gibi algılanan insan-merkezci dualizmi reddeden ve doğa ile mistik bir birlik anlayışını savunan ekolojik bir etiğin zemininde mi ele alınıp alınmayacağı tartışılmaktadır. Üretilen politikalar ya da adı her ne olursa olsun alınan tedbirler dünyayı ekolojik bir felaketten esirgeyecek midir? Bu politikalar akıl ürünü olduğu için bu soruya olumlu yanıt vermek olası değil. Felaketten kurtulmak için akla ne kadar güven duyulmalıdır, diye de sorulabilir.
İnsan soyunun dünya üstündeki serüveninde akıl ile doğa arasındaki makas açılmış, akıl doğaya karşı olmuştur. Akıl, insanın doğanın efendisi olduğu, onun doğaya hükmetmesinin var oluşunun kaçınılmaz gereği olduğu ideolojilerini üretmiş ve insanın doğadan uzaklaşmasına, doğanın tüketilebilir ancak korunması, üretilmesi düşünülmeyen bir veri olarak algılanmasına insanın doğaya yabancılaşmasına, doğanın tahribine giderek yok olması sonuçlarının doğmasına yol açmıştır.
Eğer çözüm, insan-doğa ilişkisi alanının yeniden tanımlanması gibi algılanırsa burada ilişkiler toplamının insan merkezli değil doğa merkezli olması gerekecektir ki bu akıl merkezli olamayacağı anlamına gelir. Peki, aklı bir kenara atmak mı gerekecek? Örneğin, biyo-merkezci bir yaklaşımla teknolojinin total reddi, merkezi bir kumandaya bağlı olmaksızın uygulanan özgürlükçü bir eko-teknolojinin gelişimini sekteye uğratır. Descartes ve Bacon gibi insan merkezciler doğaya ilişkin bilimsel bilgiyi, doğayı kontrol etmek ve ondan yararlanmak için bir araç olarak görür. Onlara göre amaç, insanın evren üzerindeki egemenliğinin sınırlarını genişletmek, hayatın güçlüklerini fethetmek, doğaya boyun eğdirmektir. Felaketlerin önüne geçilecekse, insanın doğadan kopmasına, ona yabancılaşmasına, onu yok etmesine yol açan aklı, saltanatından indirmek durumundayız. İlişkilerin düzenlenmesi akıl merkezli değil doğa merkezli olmalıdır. Akla değil doğaya uygunluk felaketleri önleyebilecektir.
Ekolojik Bir Yaklaşım
Amerikalı düşünür Murray Bookchin’in “ İnsanın doğayı sömürmesi ve hükmü altına alması gerektiği yolundaki temel kavrayış insanın insan üzerindeki tahakkümü ve sömürüsünden kaynaklanır.” ifadesi toplumsal ekoloji anlayışının temelini oluşturmaktadır. Toplumsal tahakküm kavramı; ataerkil ailede erkeğin kadını sömürmesi, devletin halk üzerinde baskı oluşturması, egemen grupların sahip olma hırsı ve rekabetçi tutumlarıyla insanlığı metaya dönüştürmesi ile açıklanabilir. Bookchin, “Hayvanlar kralı olmadığı gibi en alt sınıf karıncalar da yoktur.” derken ekolojinin ekosistem düzeyinde hiyerarşi tanımadığını iddia etmektedir. “İnsanlığın maneviyatının piyasa alanınca yağmalanması ile yerkürenin sermaye tarafından yağmalanması birbirine paraleldir” diyen Bookchin, kökleri bizzat toplumun kendisinde yatan ekolojik bunalımdan kurtuluşunu yine toplumun ekolojik doğrulara göre temelden devrimci bir biçimde yeniden kurulmasında bulur.
İnsan dış doğadan uzaklaşır, ona yabancılaşırken, onu tahrip ederken ve onu yok ederken farkında olsun ya da olmasın kendi doğasından da kopmuş, ona (daha doğru deyimle kendine) yabancılaşmış, onu tahrip etmiş tüm bunların sonucu beden ve ruh sağlığını kaybetmiştir.
İnsan kendi doğasını tanımak, onunla uyumlu yaşamak, kendi iç barışını gerçekleştirmek, birincil doğa ile uyumlu yaşamak, doğa ile barışık olmak felaket korkusu olmaksızın yaşamını sürdürmek şansına sahiptir.
Kendi doğasının varlığına ilişkin farkındalık yaşamayan, kendi iç barışını gerçekleştirmemiş insan aklının ne doğa ne çevre ne ekolojik felaket risklerini çözme konusunda sağlıklı çözümler üretebileceği mümkün müdür?
Yeniden Doğaya Bağlanma
Konu başlıkları kent, toplum, üretim ve ekonomi olan çözümlemelerinde, hem insani hem de ekolojik boyutlara sahip, düşüncede organik, etikte tamamlayıcı, iktisat ve siyasette ise katılımcı ve konfederal ilkelere dayanan bir eko-model oluşturulmaya çalışılmıştır. Tasarlanan bu model; küçük ölçekli organik komünlerin oluşturulmasını, gündelik temelde doğal dünyanın güzelliğinin yaşanmasını, insanların birbirine verebileceği açık, dolayımsız, duyumsal haz, paylaşımcı tutum ile hayatını yüceltilmesini sağlayacak ve çalışmada coşkulu bir sanatsallığı geliştirecek bir radikal dönüşümün gerekliliği üzerine kurulmuştur.
Kent ve Toplum
“Bütüncül niteliği gereği topluluk sadece insanlardan oluşmaz; toprağı, suları, bitkileri ve hayvanları da kapsar. Bireyler ve toplum bu büyük birimin parçalarıdır.” diyen Üç Ekoloji Dergisi yazarı Ahmet Mutlu, ekolojik bütünün bir parçası olan toplumu, herkesin birbirini avlamaya çalıştığı bir orman değil, üyeleri arasında topluluk (cemaat) ilişkilerinin hüküm sürdüğü bir bütün olarak görür. Ekolojik toplum modelinde doğa örnek alınarak, diğer canlılarla uyum duygusu, tüm yeryüzüne nüfusun dengeli dağılımı, işbirliğine dayalı yaşam ve çalışma ile kendiliğinden doğan bir yardımlaşma öngörülür.
Bookchin’in organik nitelikli eko-cemaatler kavramı, sınırları ve nüfus bileşimi yeni bir ekolojik bilinçle tanımlanacak politik bakımdan bağımsız, kültürel yönden çeşitli toplulukları ifade etmektedir. Temel toplum yerleşimleri köy, mahalle veya kasaba gibi doğrudan demokrasiyi ve uzlaşmayı sağlayan ve toplumsal ilişkilere zemin hazırlayan küçük ölçekli birimlere dönüştürülebilir. Eko-komünlere ayrılan kentler, içinde yaşadıkları ekosistemlerin kapasitelerine uygun olarak incelik ve ustalıkla tasarlanmalıdır. Bu bağlamda, konfedere kent ve kasaba birliği, özgür ve ekolojik yönelimli bir toplum oluşumunun ayrılmaz bir parçası olabilir. Bütünleştirici özelliğiyle konfederasyon sistemini öneren Bookchin, ademi-merkezileşme ile herkesin karar alma süreçlerine özgürce katılabildiği ve tüm maddi yaşam araçlarının komünal olarak sahiplenip üretildiği ve bölüştürüldüğü bir özyönetim biçimini tanımlar.
Benzer şekilde, komüncü ve komünist anarşizmin temsilcisi Peter Kropotkin’e göre komün özellikli topluluklardan oluşmuş ademi-merkeziyetçi yapıya sahip bir toplum, sanayi çalışmasının, zanaatın ve bilimsel-kültürel çalışmanın yanı sıra tarımla da sürekli uğraşıp, bu çalışma sayesinde doğa ile bağlarını da koruyarak bu birleşmişlik, birbirine bağlanmışlık duygusunu diri tutmalıdır.
Ekolojik Üretim
Ekoloji düşüncesinde üretim süreci “ekolojik büyüme”ye istinaden, yalnızca niceliksel değil, niteliksel bir özellik de taşır. Buna göre “ekolojik üretim”, maddi anlamda bir değer üretiminden daha çok, ürünlerin üretiminde çeşitliliği ve niteliği göz önünde bulunduran kooperatife dayalı “paylaşımcı” bir üretim modelini tanımlar. Ekoloji düşüncesinde değişim ve kar için üretim yerine, kullanım için üretim ölçüsü ve buna dayalı “kendine yeterli” bir iktisadi yapılanma ikame edilmektedir. Dolayısıyla, ekolojik toplumsal ölçütleri öngören “yetinme ruhunun geliştirilmesi” anlayışı üretimde yerini almaktadır.
Üretimin işlevsel ayaklarından biri olan çalışmanın, zorunluluk ve geleneksel kültürün köleleştirici unsurlarına bağımlı olma gibi niteliklerinden arındırılıp insanların karşılıklı iletişim kurdukları ve kendilerini geliştirdikleri zevk verici bir faaliyet türüne dönüştürülmesi gerekmektedir. Ekolojik üretim modeli Dominique Simmonet tarafından, “çalışmak için yaşamak yerine, yaşamak için çalışmak” ilkesi ile ve Jonathan Porrit’in “işin ortadan kaldırılması değil, işin özgürleştirilmesi” önerisi ile şekillenir. Ekolojik üretim, yaşam standardını yalnızca ücretli emek ile sağlamayı amaçlayan, günde sekiz saatlik işi dayatan kişisel becerilerin ve zamanın etkin kullanımını engelleyen “tam istihdam” anlayışının kalkması gerektiğini savunur.
Ekonomi
Ekoloji uzmanı Alastair Mclntosh’a göre ekolojik toplum; ortaklık, karşılıklılık ve takas ekonomisine dayanmaktadır. Topluluk ekonomisinin bu üç ayağı, bir balıkçı teknesi olan ve bir elma bahçesi olan iki eko-topluluk üyesi arasındaki ekonomik ilişki ile örneklendirilebilinir.
Ortaklık. Balıkçı teknesi olan balıklarından elma bahçesi olana veriyor. Nedeni basit; balıkçıda bir sürü balık var ve elma bahçesi olanın da buna ihtiyacı var. Buna karşılık elma bahçesi olan da balıkçıya elmalarından verirse balıkçının da elma ihtiyacı giderilmiş olur. Çünkü bu iki birey eko-topluluğun “dayanışık” parçalarıdır. Ancak çok hasta, çok yaşlı veya yalnızca biraz düşüncesizlikten elma bahçesi olan karşılığında elmasından vermediyse, başka biri elmasının olmadığını görecektir. Böyle bir ortaklık ekonomisinde kimse resmi olarak puan kazanmaz, çünkü eko-topluluğun ekonomisi, herkesin yeterli miktara sahip olduğunu görmeyi merkeze almıştır. Bu sistemde yeterlilik refahın ölçütüdür. Artı değer, ticaretten önce paylaşmak içindir ve keyifli olan, vermektir; biriktirmek değildir. Eko-topluluğun yoksulluğu kıtlık üzerinden kar edilmesi için tüm kaynakların ele geçirildiği ekonomilerin hor gördüğü yoksulluk değildir.
Karşılıklılık. Bu ekonomi modelinde, balıkçı elma karşılığında balık vermeyi kabul ediyor. Ancak, bu koşullu durum içinde paylaşmanın derecesini değil, işlevselliğini ölçüyorlar. Eğer balıkçının balık tutma işleri kötü gitmişse, elma bahçesi olan balıkçıya yine de elma verir. Eğer elma bahçesi olanın elmalarına kurt düşmüşse, balıkçı yine de balık verir. Böylece karşılılık, komünal bir iş bölümüne dayanmış olur. Bunun ortaklıktan farkı, herkesin kendi rolünün gereğini yapmasıdır. Ortaklıkta ise insanların birbirinden sorumlu olması vardır. Eko-topluluklarda ilişkiler genellikle insanların sağlıklı ve ekonomik olarak aktif olduğu yıllarda aktif olduğu yaşlarda karşılıklıdır, ortak yaşam ancak insanların kendilerine bakamayacakları durumda bir güvenlik ağı olarak ortaya çıkar.
Takas ya da değiş tokuş. Takas sisteminde balıkçı üç elma karşılığında bir balık verir. Bu durumda, her mal ve hizmetin başka bir mal veya hizmet olarak sabit bir fiyatı vardır. Değiş tokuştaki “vasıtasızlık”, çoğu zaman neyin nerede üretildiğinin, kimden geldiğinin görülebilmesidir. Bu sosyal ve ekolojik adalet normlarının korunmasına yardımcı olur. Takastaki problem, balıkçının takas edecek balığının olmasına rağmen elma bahçesi olanın balığa ihtiyacı olmaması ve işin yapılamamasıdır. Ancak bu noktadan sonra, dördüncü olarak para işin içine girer.
Üç Ekoloji dergisi yazarlarından Dilaver Demirağ, ekonomiyi büyükçe bir insan grubu; dahası canlı hayat için acı, gözyaşı, ter, kan olarak tanımlamaktadır. Ekonominin oluşabilmesi için artık üretilmesi bir zorunluluktur. Bu ise, hiyerarşi ve tahakküm olmadan ve daha da önemlisi, artık üretebilecek bir üretim faaliyeti olarak tarım olmadan mümkün olmazdı. Bu yüzden ilkelci olarak adlandırılan, uygarlık karşıtı John Zerzan, uygarlık ile tahakküm ve bunlarla da tarım arasında kopmaz bir bağ olduğuna dikkat çekerek insanın ve doğanın evcilleştirilmesinin, sömürüsünün tarım ile başladığını iddia etmektedir. Sistematik ekonomik faaliyetin yani çalışma, emek ve tahakküm ilişkisi olarak ekonominin temellerinin tarıma dayalı olduğu da bir gerçektir. Tarımla beraber üreticide gelişen ürünleri biriktirme/saklama geleneği evrimleşerek egemen güçlerin “ya büyü, ya öl” düsturu kapitalizmin temellerini oluşturdu. “Ekonomisizleştirme amaçlı bir ekonomi” görüşü ile Demirağ, ekonomik ve siyasal iktidarın oluşumunun önüne geçilebilmesini mümkün kılan potlaç (armağan) sistemini
Kavram olarak şenlik, şölen anlamına gelen potlaç olgusu ilk kez Marcel Mauss tarafından gerçek niteliğine kavuşturulmuştur. Sadece ilkel toplumlara özgü olamayan ve izlerine kapitalizm öncesi bütün toplumlarda rastlanan potlaçta, kabile şefi düzenlediği “tüketim şenliği” ile varını yoğunu bir ziyafetle tüketmek zorundadır. Aksi takdirde, bir ömür boyu utanç içinde onursuz yaşar. Potlaca ruhunu veren kendini armağan kavramında gösteren karşılıklılık ilkesidir. “Potlaç toplumlarında armağan döngüsü; verme, alma ve karşılık verme biçiminde ortaya çıkar” diyen Demirağ’a göre bu aşamaların hepsi kişisel bir tercihe bağlı değil, zorunluluktur. Ancak böle bir zorunluluk herhangi bir iktidarın veya kanun maddesinin zorlaması değildir. Özünde bir toplumsallaşma biçimi, bir toplumsal bağ düzeneği olan potlaçta içselleştirilmiş bir zorunluluk vardır. Potlaçta kazanılan veya kaybedilen şey “itibar ve şereftir” Armağanla birlikte dolaşıma giren nesne hiçbir zaman kendi başına bir anlam veya ekonomik bir değer taşımaz; ona değerini veren değiş tokuşun ta kendisidir.
SONUÇ
İnsanı dönüştürmedikçe, toplumsal bağlamı farklılaştırmadıkça; Bookchin’in deyimiyle, kadın üzerinde erkeğin, toplum üzerinde devletin, doğa üzerinde insanın tahakkümü ortadan kaldırılmadığı sürece ekoloji üzerine geliştirilen politikalar kısa süreli önlemler, klişeleşmiş işlemler ve içi boş çözümlerden öte değildir. Yeniden doğaya bağlanma amacıyla hazırlanan
böyle bir tasarının ütopikliği, “statik ve gerçekdışı” olarak değil, özlem duyduğumuz bir toplum düzeni, tam olarak gerçekleştirilmese bile, ona bir şekilde yaklaşmayı mümkün kılan ve bundan dolayı değerli olan “dinamik ve gerçeğe yakın” bir paradigma olarak değerlendirilmelidir. “Büyük bütünle birleşmişlik” söylemiyle anarşizm savunucusu Gustav Landauer’in, “Oysa bu dünya, bu doğa, o dilsizliğiyle ve dile getiremezliğiyle, bizim dünya görüşü dediğimiz şeyle, doğanın bilgisi ya da dili diye ağzımızda gevelediğimiz şeyle karşılaştırılamayacak kadar zengindir” sözleri ile bitirirken yeniden ona bağlandığımız doğanın bizle birlikte” ama “dışımızda bağımsız” olduğu gerçeğinin de farkındalığını yaşamalıyız.
KAYNAKLAR
i) Bookchin, Murray, (1996), Ekolojik Bir Topluma Doğru, Ayrıntı Yayınları.
ii) Bookchin, Murray, (1999), Kentsiz Kentleşme: Yurttaşlığın Yükselişi ve Çöküşü, Ayrıntı Yayınları.
iii)Callenbach, Ernest, (1994), Ekotopya: William Weston’ın Defterleri ve Haberleri, Ayrıntı Yayınları.
iv) Cantzen, Rolf, (1994), Daha Az Devlet, Daha Çok Toplum: Özgürlük, Ekoloji, Anarşizm, Ayrıntı Yayınları.
v) Demirağ, Dilaver, Ekolojiden Ekonomi Çıkar mı? Yeşil Ekonominin Açmazları, Üç Ekoloji Dergisi: Yeşil Politika ve Özgürlükçü Düşünce Seçkisi 4, S.40, 2005
vi) Mclntosh, Alastair, Topluluk Ekonomisinin Üç Ayağı, Üç Ekoloji Dergisi: Yeşil Politika ve Özgürlükçü Düşünce Seçkisi 4, S.36, 2005
vii)Mutlu, Ahmet, Ekoloji Düşüncesinde İktisat Anlayışı, Üç Ekoloji Dergisi: Yeşil Politika ve Özgürlükçü Düşünce Seçkisi 4, S.62, 2005
MST – Bir Hareket Yaratmak – BÖLÜM 5: İç Örgütlenme (Marta Harnecker)
Türkçe Çeviri : Akın Sarı
I. MST’nin Özellikleri
1. Topraksız Köylüler Hareketi
Topraksız Kır İşçileri Hareketi aile çalışmasına alışkın küçük çiftçilerin köylü hareketi olarak ortaya çıkan bir toplumsal harekettir.[1] MST 1984’de Birinci Ulusal Toplantı sırasında kurumsal olarak kurulduğunda, “köylü hareketi” yerine “kır işçileri hareketi” adını tercih etti; bu seçim teorik nedenlerden değil, sadece Brezilya köylülerinin kendilerini zikretmek için bu tabiri kullanmamasındandı, köylüler “topraksız” tabirini ekledikleri çiftçi ya da kır işçileri olarak bilinmeyi tercih eder, çünkü hareket küçük çiftçileri ya topraksız ya da kendi aileleriyle birlikte hayatta kalamadıkları düşük nitelikli topraklara sahip olanlar olarak sınıflandırır.
Topraksız Köylü Kategorileri
“Topraksız” kategorisi farklı çeşitlerde küçük çiftçileri içinde barındırır: ortakçılar ya da hissedarlar (mülk sahibi sadece toprak ve bazen tohum ve gübre bağışında bulunurken, ortakçılar aileleriyle birlikte, kendi aletleriyle ve hatta bazen kendi tohumlarıyla bir başkasının toprağında çalışırlar; ürün mülk sahibi ve ortakçılar arasında bölünür ve herkes yarısını aldığında, o zaman köylü mediero olarak adlandırılır); kiracılar (ürünün büyüklüğüne bağlı olmayan sabit bir fiyatla toprağı kiralarlar, kira nakit veya ayni ödenebilir); konakçılar (bir başkasının arsasına –çoğu zaman, devlete ait ya da sahibi bilinmeyen verimsiz toprak- yerleşirler ve mülkiyet hakkına sahip olmasalar bile toprağı sahipleri gibi işletirler[2]; kırsal günlük işçiler (maaş karşılığında emeklerini herhangi bir toprak sahibine satanlar; bunların arasında yılın belli zamanlarında ücret karşılığında çalışmaya zorlanan birçok kiracı, hissedar ve küçük mülk sahipleri bulabilirsiniz); küçük çiftlik sahipleri (üretimi ailelerini beslemek için yetersiz olan –beş hektara kadar, bölgeye bağlı olarak[3]– küçük arsa sahipleridir, bu nedenle daha fazla toprak edinmek isterler); ve son olarak, çoğunlukla kendi ailelerini oluşturduklarında köylü statülerini kaybeden ve topraksız kategorisine giren küçük çiftlik sahiplerinin evlâtları.
2. MST’nin İzlediği Amaçlar
1) Yalnızca Toprağı İşleyenlerin Toprağa Sahip Olması
MST Brezilya’da mücadele verdiği sürece, toprağa sadece onu işleyenler ve onun üzerinde yaşayanlar sahip olacaktır. MST, eğer birisi toprağa ilişkin spekülasyon yaparsa, başka insanları sömürmek için onu kullanırsa ve onu ekip biçmezse, onun toprağa sahip olmak için hiçbir hakkı olmadığını düşünür. MST çağdaş kapitalist toplumda tarım reformu gerçekleştirmenin imkânsız olduğunun bilincinde olduğu için, yeni bir toplum ve yeni bir ekonomik sistem inşa etmek için mücadele etmektedir.
3. Farklı Bir Köylü Hareketi
MST diğer klasik köylü hareketlerinden farklıdır. Birçok ayırt edici özelliği onu ayrı kılar:
1) MST Karar Alımına Bütün Aile Dahil Eder
MST hem mücadele içerisinde hem de karar alımında, bütün aileyi dahil eder; yaşlı insanlardan çocuklara kadar, yapılan her şeyde kadınların önemli bir rol oynadığı bir süreçtir –örneğin, sadece yetişkin erkeklerin katıldığı sendikaların aksine. Bu eşit ilişkiye dayalı katılım ailenin her üyesinde dikkate alındığı hissini uyandırır ve bu onun hem mücadele etme kararlılığını hem de bağlılığını güçlendirir.
Kadınlar tıpkı eşleri ve evlâtları gibi polise karşı çıkar. Onları toplumsal kaynaşmanın temel mekânlarında, okul ve ana okul gibi, çok aktif bir şekilde görebilirsiniz ve sık sık da üretime katılırlar. Yavaş yavaş, kadınlar daha önce sadece erkekler tarafından işgal edilmiş işleri üstlenmeye başlıyor. MST idari görevlerinde artan bir şekilde, verimli kesimleri ve üst kademede politik çalışmayı koordine eden, birçok kadın vardır.[4]
Fakat, genellikle köylü hareketleri ya da kent sendikalarında olanların aksine, Hareketin temel gövdesini oluşturan genç insanlardır; ve daha fazla genç insan saflarına geldikçe kendisini sürekli olarak yeniler. Genel olarak, militanlar 16 ve 30 yaşları arasındadır.
2) MST Çoğulcudur
Aynı zamanda, MST çoğulcu bir halk hareketidir, çünkü ırkı, dini ya da bağlı olduğu parti ne olursa olsun, Hareketin kurallarına riayet ettikleri sürece topraksız kır işçileriyle kaynaşır.
3) MST Sadece Köylülerden Meydana Gelmez
MST tarım reformu için mücadele etmek isteyen herkesi içine alır. Dolayısıyla hareket yalnızca topraksız köylülerden oluşmaz. Aynı zamanda şunları içinde barındırır: halihazırda toprağı bulunan, ancak toprağı üretmek için halen mücadele içerisinde olan yerleşik köylü, tarım bilimci, tarım teknisyeni, ekonomist, rahip, emekli avukat ve Brezilya’nın bütün topraksız köylülerin sorununu nihayetinde çözebilmesi için, radikal bir tarım reformuna yardımcı olacak, militanlık yapmaya istekli herkes.
Hareketin bel kemiği ve üyelerinin çoğunluğu kır işçisi olsa bile, köylü olmayan kadrolara sahip olmak –MST’nin “organik aydınları” olarak adlandırabileceğimiz- ve onların deneyiminden öğrenmek, köylülerin işbirlikçiliğe karşı mücadelelerinde harekete yardımcı oldu, böylece orta ve uzun vadede hareketin peşinden koştuğu amaçların vizyonunu genişletmek hususunda da yardımcı oldu. Hareket içerisinde bu organik aydınların niteliksel ağırlığının çok önemli olmasına rağmen, politik liderlerin büyük kısmı kır işçileridir.
4) MST Kitle Mücadelesini Destekler
MST örgütlenirken mücadeledeki deneyimleri, toplumsal zaferlerin ancak kitle mücadelesi sayesinde, halkın kitlesel katılımıyla kazanılabileceğinin anlaşılmasına yardımcı olmuştur.
João Pedro Stédile şunun üzerinde durur: “Eğer hiçbir seferberlik gücü olmayan sadece bürokratik bir örgütlenmeye sahip olmakla yetinirsek; ya da sadece kanunda kaydedilmiş oldukları için haklarımıza riayet edilmesini bekleyerek hükümete bağlanırsak, hiçbir şey elde edemeyiz. Hiçbir şey. Kanunda konulan haklar halk zaferleri için hiç mi hiç garanti değildir. Bu haklar sadece halk baskısı olduğunda dikkate alınır. […] İnsanlar ancak bir kitle mücadelesiyle savaşırlarsa zaferlerine ulaşırlar. Toplumdaki politik güçler korelasyonunu gerçekten değiştiren şey budur. Aksi takdirde, varolan sorunu çözecek olan statükonun kendisidir. Toplumsal bir sorun sadece toplumsal mücadeleyle çözümlenebilir, bu bir sınıfın bir başka sınıfa karşı mücadelesinin parçasıdır.”[5]
Ancak köylüler mücadele eder, hükümetin “ilahi” yardımını oturup beklemek ya da bir takım bürokratların yasa tasalarına inanmak yerine harekete geçmeye başlarlarsa latifundiayı boşa çıkarmak ve toprağı zapt etmek için gerekli olan güce sahip olacaktırlar.
Egemen sınıfların gücü ekonomik güçlerinde, kanun ve silahlı kuvvetlerin kullanımında yatar; halkın gücü birleşme, örgütlenme ve kendilerini seferber etme kapasitelerinde yatar. MST’nin her ne zaman gerekli olsa kitleleri seferber etmesinin nedeni budur.
Bu nedenle, MST’nin “eğer artan sayıda birçok insanı kapsayan seferberlik ve mücadelenin örgütü olarak bilinen bir toplumsal hareket olmaya son verirse asıl kimliğini kaybedeceğini” ileri sürebilirsiniz. Toprak mücadelesi doğrudan topraksız köylüler tarafından verilir, onların temsilcileri tarafından değil.[6]
5) Ulusal Seferberlikler
Tarihsel bağlamlarını, sorunlarının ardındaki nedenleri ve bir bütün olarak toplumun işleyiş tarzını dikkate almadan mücadelelerini yerel bir düzeyde örgütlemeye eğilimli olan diğer köylü hareketlerinin tersine, MST tarım reformu mücadelesinin ulusal bir kapsamı olması için ulusal seferberliğin temel olduğunu kabul eder –“burjuvazinin genel politikaları ve onun projeleriyle mücadelede” kendisini temsil edeceği tek yol budur.[7]
6) Köylülerin Bireyci Kültürüne Karşı Mücadele
Köylü hareketlerinin çoğunluğu toprak üzerinde şahsi mülkiyet için mücadele eden, köylülerin bireyci kültürüyle güçlü bir şekilde bağlantılı olan bu toplumsal sınıfın sadece acil çıkarlarını savunur ve bu elde edildiğinde, köylüler toprağı sadece kendi aileleriyle işlemek isterler. MST, bunun aksine, işbirliği ve dayanışmada amaçlanan derin değişimler aracılığıyla üyelerinin bu bireyci kültürün üstesinden gelmesinde ısrar eder.
7) Yalnızca Toplumsal Bir Hareket Değil, Aynı Zamanda Sosyo-Politik bir Hareket
Topraksız hareketi sadece sektörel çıkarlara sahip olan bir toplumsal hareketle sınırlı değildir; genel bir politik kapsamı vardır, bu bazılarının sosyo-politik hareket olarak tanımladığı şeydir. MST en başından beri korporatif aşamasında duramayacağını kavradı. Daha önceki deneyimler sayesinde, köylülere dayalı bir toplumsal hareket olmasına rağmen, eğer korporatif aşamasında durursa, tarım reformu için mücadelenin başarısızlığa yöneleceğini; ancak küresel toplumsal mücadeleye girerse ilerleyebileceğini öğrendi.
“Eğer bir aile sadece toprak için mücadele eder ve daha büyük bir örgütlenmeyle bağlarını kaybederse, toprak için mücadelenin hiçbir geleceği olmaz. Toprak için mücadeleyi tarım reformu mücadelesine […], korporatif mücadelesinin üst aşamasına dönüştürecek olan kesinlikle bu daha geniş örgütlenmedir.” Ve bu tam olarak “politik bileşenin” meydana geldiği yerdir.[8]
Bu politik bileşeni üstlenmesine ve ülkenin politik yaşamına bir hareket olarak katılmak zorunda olduğuna inanmasına rağmen, MST politik bir aracın varlığının peşinden koştuğu derin toplumsal dönüşüm için gerekli olduğunu kabul etmesine rağmen, hiçbir zaman “bir politik parti olma”[9] ihtimalinin beklentisi içersine girmemiştir.
4. MST İÇERİSİNDE SENDİKA KORPORATİFİ KISMI
Hareketin özellikleri –genellikle yalnızca sendika ya da korporatif çıkarları üzerinde yoğunlaşan- diğer köylü hareketlerininkinden farklı olmasına rağmen bu MST’nin mücadele içerisindeki taleplere yukarıdan baktığı ya da bu amaçlara ulaşmayı hedefleyen sendikaların önemini küçümsediği anlamına gelmez.
MST sadece bir köylü aileyi dahil etmek için en temel neden olan toprak mücadelesini örgütlemez; bu başarıldığında, gördüğümüz gibi, başka talepler için mücadele etmeye devam eder: üretim için krediler, yollar, kamu aydınlanması, okullar, tıbbi hizmetler, ürünleri için daha iyi fiyatlar. Bu “MST’nin birleşik bir korporatif kısmına sahip olduğunu”[10] gösterir, zira MST köylülerin özel talep ve çıkarları için de mücadele eder. Öte yandan, uzun süreli mücadele içerisinde üyeleri arasında karşılıklı güvenin kurulmasına gerçekten yardımcı olan şey hareketin daha ivedi ekonomik hedefleri başarmaktaki etkinliğidir.
1) MST ve Sendika Hareketi Arasındaki İlişki
Topraksız Kır İşçileri Hareketi ve sendika hareketi arasındaki ilişki, sonraki evrimi takip ederek, koşullara göre değişmiştir. MST hiçbir zaman sendika hareketine karşı olmadı, fakat sendika hareketinin tamamıyla tek başına sınırlı toprak parçası mücadelesini tarım reformu mücadelesine dönüştürmekteki temel sorunu çözemeyeceğini düşünür. Bu sendikaların toprak için savaşabileceği anlamına gelir, fakat bu mücadele korporatif aşamasında kalır, dolayısıyla köylüler bilinçlerini geliştiremez.
MST ayrıca sendika hareketinin korporatif mücadelesi için kendi tabanını örgütleme tarzı hakkında çok eleştireldir. Ancak Hareket bütün işçilerin birliği için var olduğu için, mücadelesini her zaman sendika hareketininkiyle koordine etmeye çalışmıştır. Bununla birlikte MST yavaş yavaş sendika yapısı içerisinde çalışmanın çok güç olduğunu idrak etti.
Frei Flávio şöyle diyor: “Hükümet sendikayı o kadar fazla kontrol etti ki bu deli gömleği içerisinde çok fazla bir şey yapamazdınız. Bu mücadele için kendi tabanımızı örgütlemek ve mücadele etmek için başka yollar keşfetmeye çalışmak zorunda kaldık, çünkü mevcut sendikalar kendi mücadelelerini doğurdu ve hükümet onları kendinden uzakta tutarak bu durumdan istifade etti: toplantı vaktini değiştirdi, dolayısıyla gün bitti ve hiçbir toplantı yapılmadı ve sendika liderleri elleri boş geri dönmek zorunda kaldı.”
“Sendika yapısının kendi tavanına ilk ve son defa vardığını gösteren şey çiftçileri gerçekten etkileyen kuraklığa karşı 1995-96 mücadelesiydi. Küçük Çiftçiler Hareketinin (MPA) kurulması, 1996’da, bu mücadeleden sonradır. Bu hareket, MST’ye öykündükten sonra, bir ya da birkaç hafta uzunluğundaki, uzun zamandır süre gelen mücadelelerle başlamıştır. Köylüler istediklerini alana kadar iki, dört ve hatta on günlüğüne seferber edildi. Bu seferberlik bir çiftçinin yavan işlerinden ötürü -başka şeylerin yanı sıra inekleri sağmak, hayvanları beslemek- bir günden daha fazla evinden ayrı kalamayacağı fikrine son verdi. Bu sorunu çözmek için hareket grup örgütlenmesini teşvik etti: On kişilik bir ailede, ikisi seferber edilecekti ve diğer sekizi evde yardım edecekti, dolayısıyla beş ya da altı gün uzakta olmak bu ikisi açısından hiç bir sorun olmayacaktı. Sendikalar bunun kadar basit bir şey hiçbir zaman düşünmedi.”[11]
MPA sendikalarda örgütlenmeye başladı. Birçok belediyede, bütün sendika üyeleri Hareketin içerisindedir; diğerlerinde, sendika harekete karşıdır, fakat her şeye rağmen herhangi bir ihtilaf yoktur. Sivil bir kurum olarak yaklaşık sekiz eyalette örgütlü, bazısında diğerlerinden daha iyi, yasal bir benliği bulunmaktadır. MPA günden güne kendisini destekleyen ve öğüt veren MST’ye sıkı bir şekilde bağlanmaktadır.
MST’nin PROCERA’yı –daha önce belirttiğimiz memnuniyet verici tarımsal kredi- mücadele yoluyla zapt ettiğinden haberdar olduğu için, MPA küçük çiftçilere sübvanse edilen bir kredi için MST yardımıyla çalışmaya başladı. En sonunda onu almalarına rağmen, hükümet her iki hareket arasında çelişkiler yaratmaya son vermedi: PROCERA’ya son verdi ve şu anda yerleşimciler küçük mülk sahiplerine geldiği gibi aynı fondan gelen borçlar için mücadele etmek zorundadır. Frei Flávio’nın söylediği gibi, “hükümet yiyeceği azalttı ve boğaz sayısını arttırdı.”[12] MPA ve MST bu ayrımcı stratejiyi parçalamak için birlikte üstesinden gelmeye çalışıyorlar.
2) Otonom Köylü Hareketi
MST kendi iç kurallarını izleyen ve kendi faaliyetlerini ilgilendirdiği kadarıyla otonom ve bağımsız bir köylü hareketidir, herhangi yabancı bir otoriteye boyun eğmez. Sendika hareketiyle iyi bir ilişki içerisinde olmasına rağmen, hiçbir şekilde onun önderliğine dayanmaz. Çok sayıda kilisenin ilerici kesimleriyle, özellikle Katolik Kilisesi Kırsal Toprak Komisyonuyla birlikte çalışır, ancak herhangi bir kilisenin hiçbir şekilde yasal yetkisi altına girmez. Ve son olarak, üyelerinin çoğunluğu ya İşçi Partisi’nin militanları ya da ona oy kullananlar olmasına rağmen, bu söz konusu politik partinin onun iç yaşamında herhangi bir nüfuzu olduğu anlamına gelmez.
João Pedro Stédile şunun üzerinde duruyor: “Biz kendi kafasını kullanan, kendi iki ayağı üzerinde yürüyen ve diğer bütün kurumlarla kardeşçe ilişkileri olan otonom bir toplumsal hareketi teşkil ederiz.[13] Ve bu bağımsızlık ancak mali bağımsızlık olduğunda elde edilebileceğinden, hareketten önce gelen görevlerden biri hareketin kendi kaynaklarını bulmaktır.[14]
II. HAREKETE YOL GÖSTEREN TEMEL İLKELER
1) Tabandaki Kır İşçilerinin Örgütlenmesi
Yalnızca güçlü ve özerk bir örgütün MST hedeflerini takip edebileceğine inandıkları için, Hareketin kurucuları topraksız kır işçilerinin temel örgütsel hücre olarak aile gruplarıyla birlikte tabanda örgütlenmesi üzerinde durdu.
2) İşçilerin Kendisi Harekete Önderlik Etmelidir
Diğer köylü hareketlerinin tarihsel deneyiminden MST, ilerlemenin ve tarım reformunu kabul ettirmenin ancak hareketin önderliği bizzat işçilere bağlı olursa mümkün olabileceğini öğrendi. Hareket açısından her yönden kendi liderlerini hazırlamak bunun için gereklidir.[15]
3) Kadınların Eşit Katılımı
MST köylü dünyasına iyice yerleşmiş maşizme karşı savaşır. Kadınlar eylem, yetki ve temsiliyetin her düzeyine katılmak için olanak ve teşvik almalıdır.[16] MPA her türlü toplumsal cinsiyet ayrımcılığının bütün hareketlerin faaliyetlerinden çıkartılması ve hareketin çalışan kadınların eşit hakları ve koşullarını engelleyen maşizme karşı bütün yönlerden savaşması gerektiğine inanır. Bunun için, yerleşimlerde ve kamplarda kendi özel sorunlarını tartışmak için kadınlar komisyonu örgütlenmelidir.
MST komisyonlarında ve başka toplulukların çeşitli aşamalarında kadınların aktif katılımı teşvik edilmelidir: belediyede, eyalette, ulusal düzeyde; sınıflarına bakmaksızın –topraksız kadın işçileri, küçük mülk sahibi kadınları, ücretli kadın işçileri vs. birleştirip- geri kalan kadın kır işçileriyle bir araya gelerek, düşüncelerinin sendika hareketi içerisinde anlatılması da teşvik edilmelidir.
Ulusal aşamada ilk önce bir Kadın Kolektifi olarak başlayan Toplumsal Cinsiyet Kolektifi bulunmaktadır. Birinci sorumlulukları topraksız kadınlar örgütü için özel politikalar düşünmek, önermek ve planlamak ve bunları Ulusal Önderliğe ve Koordinasyon Komitesine sunmaktı. Daha sonra kadınları ilgilendiren konuların sadece kadına özgü (feminen) bir mesele olmaması gerektiğini, MST’nin tamamının meselesi olması gerektiğini anladılar –bu nedenle hem kadın hem de erkeklerden meydana gelen Toplumsal Cinsiyet Kolektifini oluşturdular.
Kadınların dünyasına nüfuz eden maşist kültüre karşı mücadele başlatılmalıdır, zira kadınların büyük kısmı kendilerini sadece erkeklerin yardımcıları olarak görmektedir. Kadınlar kendi kolektif gruplarına ve bir bütün olarak topluma dönük yapacakları özel katkılara sahip olduklarını anlamaya başlamalılar.
MST ancak her iki cinsiyet için eşit şartlar var olursa, kadınlar ve erkekler arasında eşitliğin elde edileceğine inanır ve bu her iki cinsiyetin aldığı eğitimle doğrudan ilişkilidir. Bütün eğitim kurslarında, öğrencilerin yarısının kadınlar olması gerektiğine karar vermesinin nedeni budur. Ve gayet iyi bilindiği gibi, bu sorunu çözmek için bilgili bir kişi olmak yeterli değildir, bununla birlikte sorumluluklar gündelik hayatta da uygulanmalıdır; ayrıca MST kadınların aile gruplarının koordinasyonunda ve bölgesel koordinasyonlarda erkeklerle eşit bir temelde bulunması gerektiğini düşünür. Kapasitenin özel görevler için başlıca ölçüt olduğu yer sadece eyalette ve ulusal merkez bürodadır.[17] Bu aşamada kadınların önemli ağırlığının daha fazla anlamlı olmasının nedeni budur. Toplumsal Cinsiyet Kolektifi belgeleri ve yayınları kaleme almak ve Hareket içerisinde kadınların özel çalışmalarını desteklemek ve yol göstermek için danışma oturumlarını örgütlemekten sorumludur.
4) Kır İşçilerinin Sendikalara ve Politik Partilere Katılımını Özendirmek
Tarım reformunun ve toprak zaptının sadece Hareketin gücüne bağlı olmadığına inandığı için MST, kendi gücünü arttırmak için geri kalan kır sendikası işçileriyle bir araya gelmeyi özendirir. Mücadeleyi yönlendirecek ve etkili bir biçimde ifade edecek politik araçlar olmadan derin toplumsal değişimlerin hiçbir zaman olmayacağının bilincinde olduğu için MST, kır işçileri kitlesini sol politik partilere katılmaya teşvik eder.
5) Kent İşçileri ve Latin Amerika Köylüleriyle Koordine Olmak
Hareket bütün işçilerin ,bilhassa çok daha fazla sayıda olan kent işçileri, toprak ve tarım reformu mücadelesiyle ilgilendiklerini anlamaktadır. Bu nedenle, gerekli derin toplumsal değişimleri ortaya çıkarmak için zorunlu olan güçler korelasyonunu oluşturmak için, Merkezi İşçi Sendikası’nın (CUT)[18] da desteğini katarak, işçilerle farklı biçimlerde koordine olmalıdır.
Brezilyalı işçilerin katlandığı sorunların çoğunun ülkenin ekonomik durumu yüzünden değil de, kapitalist dünya sisteminin ve Birleşik Devletlerin Latin Amerika’ya karşı özel politikalarının sonucu olduğunu bilir. Dolayısıyla MST güçlü bir düşmanla daha iyi koşullarda karşılaşmak için kıtanın bütün ilerici güçleriyle birlikte, özellikle köylüler, koordine olmanın gerekli olduğuna inanır.
III. ÖRGÜTSEL İLKELER
MST en başından beri, çoğu daha önce kendi örgütlerinde birçok hatalar yaptığı için kendilerini yok etmiş diğer toplumsal hareketlerin yaptığı hatalardan sakınmak ve mücadelenin kendi güçlüklerine göğüs germek yönünde örgütün hazırlığını geliştirmek için bir dizi örgütsel ilke ve kuralı yerine getirmeye çabaladı. Bu hatalardan sadece birazını zikretmek gerekirse: kültleştirilmiş [personalized], karizmatik ve hatta dini önderlik; çok merkezileştirilmiş yapılar; kadrolar için herhangi bir eğitimin olmaması; zapt edilen alanların yetersiz örgütlenmesi.
1) Kolektif Önderlik
Ulusal önderlikten başlayarak, bütün MST aşamaları üniversiteli bir lidere sahiptir ve kolektif önderlik ekiplerinin bütün üyeleri “aynı haklara ve yetkiye” sahiptir; her şey çoğunluk oyuyla kararlaştırılır.[19]
João Pedro Stédile’e göre, bir köylü hareketinin yöneticisi veya genel sekreterinin sadece iki ihtimali vardır: “ya öldürülür ya da harekete ihanet eder […] Her yönetici, en reformist olanı bile, kişisel kibir yoluyla ya da sınıfına ihanet ettiği için kolayca kafalanabilir. Tarih […] daha önce sendika ve halk örgütleri tarafından girişilmiş olan, belediye başkanı ya da vekil olarak memuriyeti kabul etmiş lider örnekleriyle doludur. Bazısı bu işleri sınıf mücadelesini ilerletmek için yaptı, fakat diğerleri sadece kendi şahsi faydası için oradadır.”[20] Hareketin asıl önderliğinin kültleştirilmemesinin, daha doğrusu kolektif bir önderlikte ısrar etmenin önemi burada yatar.
2) Görevlerin Bölüşümü
MST görevleri ve işleri her ne örgütsel düzeyde olursa olsun bütün üyeler arasında dağıtmaya çalışır, böylece herkes belli bir role sahip olur ve kendini önemli hissedebilir. Bu suretle sık sık bireysel sapmalara yol açan yetkinin merkezileşmesinin önüne geçilerek herkesin katılımı arttırılır. Görevler her bireyin doğal tercihlerine göre verilir, böylece herkes en rahat hissedeceği şeyi yapabilir.
Hareket bir militana sorulması gereken ilk sorunun şu olduğunu öğrendi: “MST’de ne yapmak istersin? Burada bir takım farklı beceri ve kapasiteler bulunabilir. Bundan sonra örgüt büyür, çünkü üyeler MST’de kendilerini iyi hissederler; yaptıkları şeyle mutludurlar. Öğretmenlerden bir kooperatifi örgütleme ya da bir latifundiumu işgal etmesini istemenin neden olacağı özveriyi hayal edebiliyor musunuz? Hiç şüphesiz, kişisel özelliklerinden ötürü bu konuda iyi hissetmeyeceklerdir. Yapmaktan hoşlandıkları şey öğretmek ya da araştırma yapmaktır, dolayısıyla MST’ye katkılarını sunabilecekleri alan budur. Bu sadece örgüt içersinde gerçek bir görev dağılımını olduğunda mümkündür, çünkü görev dağılımı bir kişi ya da bir grup insanda merkezileştirildiğinde, bu çeşitlilik imkânsızdır, bu mücadeleye katkıda bulunmak isteyen herkese alanlar açmaz. Orada daha önce emekli olmuş insanlar vardır, bununla birlikte MST’de militanlık yapmak istedikleri için bizi bulmaya çalışırlar. Bu harikadır! Bu sadece insanların Hareket içerisinde yapıyor olacakları çalışmadan dolayı değil, fakat aynı zamanda bizim örgütümüze güvendiklerini gösterdiği için, ve her şeyden önemlisi, örgüte ilham veren ideallere inandıkları için harikadır.”[21]
3) Disiplin
MST iç disiplinin kolektif kararlara saygıdan daha fazla bir şey olmadığını düşünür. Bu disiplini gerek önemli gerekse küçük meselelerde, her zaman vaktinde bulunmak gibi, görebilirsiniz.[22]
“İnsanların bütün kademelerde alınan kararlara saygı duyması için eğer en azından biraz disiplin yoksa, bir örgüt inşa edemezsiniz. Bu ne militarizmdir ne de otoriterliktir; bu sadece demokrasinin kurallarından biridir.” Bütün grubun davranışını kontrol etmek için kurallar ya da düzenlemeler olmaksızın bir demokrasi olmaz. “Disiplin oyunun kurallarını kabullenmeyi içerir. Biz bunu futboldan ve dünyadaki en eski kurumlardan biri olan Katolik Kilisesi’nde öğrendik. […] Eğer birisi kendi özgür iradesiyle örgüte katılmışsa, kuralları tanımlamaya ve onlara saygı göstermeye, kolektif saygı, yardımcı olmalıdır. Aksi takdirse, örgüt büyümeyecektir.”[23]
Ve oyunun kurallarından biri de mümkün olan bütün düzeylerde geniş bir demokratik tartışma anlamına gelen demokratik merkeziyetçiliktir, fakat oy kullanmadan sonra, azınlık çoğunluğa uymalıdır.
Hareket, bununla birlikte, başa baş çoğunluğun azınlıkta kalanlara kendi arzunu dayatmasına engel olur. Eğer geniş yığınlar ikna olmamışsa, küçük bir çoğunluk tarafından benimsenen bir şeyi dayatmak faydasızdır; insanların gelişmesini ve söz konusu ölçme düzeninin doğru olduğuna ikna olmasını beklemek daha iyidir. Geleneksel olarak, Hareket sadece tabanda yaygınlık kazanmış düşünceleri uygulamaya koyar. Bu sol hareketleri ve partileri etkileyen korkunç iç bölünmelerin önüne geçer ve önemli hataları önler.
Dolayısıyla, “Hareket içerisinde kararlar alındığında, bunlar genellikle oy birliğiyle yapılmıştır. Bu iç düzenlemelerde yazılı değildir, fakat [yavaş yavaş] oy hemen hemen eşit bir şekilde bölündüğünde ısrar etmenin faydasız olduğu anlaşılmıştır. Karar olgunluk kazanmalıdır. Eğer fikir küçük bir oy farkıyla kazanılırsa, ya zamanlamanın doğru olmadığı açıklık kazanır ya da yinelenmiş güçle geri döner […] Geleneksel olarak, Hareket sadece yaygınlık kazanmış düşünceleri uygulamaya koyar, böylece çok büyük yanlışlar yapmaktan kaçınır.”[24] Bunun pratiğe geçirilmediği yerde, iç sorunlar olur ve tarım reformu mücadelesi zayıflar.
4) İnceleme
Hareket kendi faaliyetleriyle ilgili olan her şeyi iyice incelemeleri için üyelerini teşvik eder. “Bilmeyen insan, tıpkı görmeyen insan gibidir. Ve eğer bilmiyorsanız, yol gösteremezsiniz.”[25] Hareket eğer çalışmazsa çok fazla ileri gidemeyecektir. İnceleme gönüllülüğe karşı mücadelede yardımcı olur. Topa vurmak yeterli değildir. “Bir futbol oyuncusu çok çok iyi olabilir, fakat her gün, taktik idmanından sonra, penaltı vuruşlarını da çalışmalıdır, aksi takdirde gol atamayacaktır. Aynısı toplumsal mücadelede olur: çalışmak zorundasınızdır […].”[26]
5) Kadroları Eğitmek
Günümüzde, çok az toplumsal hareket ve politik parti kadroları eğitmenin önemli olduğunu düşünürken, MST bu faaliyete çok büyük değer verir ve kendisinin temel direklerinden biri olduğuna inanır, çünkü “kendi kadrolarını eğitmeyen toplumsal örgütlenmenin herhangi bir geleceği olmaz.” Örgütün dışında hiç kimse gerekli kadroları, gereken özel bilgiyle eğitmeyecektir: teknik, politik, örgüt için kadrolar ve her türlü faaliyetten profesyoneller.[27]
Mário Luis Lill konuyu şu şekilde ifade ediyor: “Kadrolar, gerek içinde yaşadıkları gerekse de rol aldıkları gerçekliği yorumlayabilmek için bilimsel bilgiyi edinmelidir –ve bu bilimsel bilgiden hareket ederek, gerçekliği dönüştürebilmelidirler. Dolayısıyla edindikleri bu bilgi insan yaşamının mümkün olduğunca çok yönünü kapsamalıdır.”[28] MST ulusal lideri Mario Lill şöyle devam ediyor: “Kadrolar hem ekonomi ve hem de insan ilişkileri ya da toplumsal politikalardan anlamalıdır. Geniş bir eğitim almalıdırlar; kültür, din hakkında bilgi sahibi olmalıdırlar. İnsanların zihinsel durumunu nasıl yorumlayacaklarını, onlarla çalışmayı, hepimizin istediği yeni toplumu inşa etmeyi bilmelidirler.”[29]
Okul eğitiminin temel amaçlarından biri “örgüt içerisinde ideolojik ve politik birliği garantilemek ve geliştirmektir.”[30] Öte yandan, bu geliştirici süreçler “halkın davasına sevgi, yoldaşlık, disiplin, dürüstlük, sorumluluk, eleştiri ve öz-eleştiri, kendini adama, dayanışma, alçak gönüllük ve davaya ve örgüte bağlılık gibi değerlere dayalı” militanların devrimci etik duruşuna yardımcı olmalıdır.[31]
Bu sadece seminerler ve kurslar sırasında değil, fakat aynı zamanda liderlerin günlük pratiklerinde, toplantılar ve mitingler, seferberlikler ve işgaller sırasında meydana gelir. Fakat Hareket kadrolarını nasıl geliştirir? Bu gelişimin muhtevası nereden kaynaklanır?
a) Brezilya’nın toprak mücadelesinden öğrenmek
MST “halk mücadeleleri tarihsel sürecinin” bir parçası olduğunu düşünür ve bu yüzden daha önceki aktivistlerden öğrenmesi gerektiğini yeterince idrak etmek için mütevazı olması gerekir. “Büyüklüklerini kendilerinden önce gelenlerden öğrendikleri için elde ettiler ve diğer savaşçılardan miras alınan geçmişle bağdaşıktılar.”[32]
Stédile şuna hayret eder: “bize beş yüz yıllık mücadelenin şehitleri tarafından miras bırakılan veraseti önemsememek nasıl kabul edilebilir? Yeni hiçbir şey icat etmedik. […] Bizden önce gelenler bazı hatalar ve bazı iyi işler yaptılar. Aynı hataları yapmamak ve yaptıkları iyi işleri tekrarlamak için bunlardan öğrenmeliyiz.”[33]
Bu nedenden ötürü, Hareket Brezilya köylü mücadelesinin tarihsel olarak yeniden ele alınması gerektiğini vurgular, çünkü bu köylü katılımının geçici niteliği ve sınırlılıkları hakkında kesin bir kanı sağlar. “Ne ateş ne de tekerlek icat ettik. Biz daha iyi bir dünya kurmak için halihazırda icat edileni kullanmak istiyoruz.”[34]
b) Geniş aynı zamanda dogmatik olmayan teorik şekillenme
MST kadrolarına, geniş ve dogmatik olmayan bir teorik şekillenme sağlar. Fakat bu “beslenmek için seçtiği kaynaklar […] hususunda her zaman çok dogmatik olan”[35] geleneksel solun gelişiminden bir başka farklılıktır.
“Kadro kapalı ya da sekter olmayan, çok geniş bir vizyona sahip olmalıdır; böylece Hareket bütün muhtemel kaynaklardan beslenir ve her olumlu düşünceyi kendisine katarak bütün ideolojik akımlardan öğrenir.”[36]
Hareketin liderlerinden birine göre, Özgürlük Teolojisi bu açık fikirliliğe büyük bir katkıda bulundu. Aslında, bu Teoloji “Hıristiyanlığı Marksizm ve Latin Amerikancılık ile karıştıran farklı düşünce akımlarının bir çeşit sembiyozudur[1].” MST’ye bütün gerçeklere açık olma ilhamını veren şey budur.
Stédile şunu vurguluyor: “[…] Özgürlük Teolojisi’nden beslenenler –CPT, Katolikler, Lutherciler- bize insanlara hitap eden bütün doktrinlere karşı açık fikirlilik göstermeyi öğretti. Bu dünya vizyonu bize yardım edebilecekleri bulmamız için gereken açık fikirlilik tutumunu sağladı.”[37]
Diğer yandan, tarım reformu mücadelesinin somut pratiği MST’ye “başka insanların deneyimlerinin taklit edilemeyeceğini öğretti, çünkü her mekân, her yerel gerçeklik biriken bilgiden gelişen yeni unsurlarla meydana gelir.”[38]
c) Daha eğil kadroların çoğunluğu tarafından kabul edilen oluşum
Hareketin, sol politik partilerde değil de Katolik Kilisesi’nin seminerlerinde, ilerici bir eğitim almış daha istekli kadrolarının bazılarını unutmamalıyız. Çoğu defa, bir köylü çocuğun ilkokulun ötesinde çalışabilmesi için tek yol rahiplikti.
d) İncil
İncil başlangıçta –ve birçok yerde halen vardır- “bir din olarak değil, ama değerler, kültür ve mistiğin düşünülme tarzı üzerinde etkisi olan bir doktrin olarak çok fazla etkiliydi.”[39]
e) Marksist klâsiklerin etkisi
MST en çeşitli düşünce akımlarına açık olmasına rağmen, toplumsal dönüşümden yana mücadelesi için “felsefi ve bilimsel rehber Marksizm”dir.[40] Marx, Engels, Lenin, Rosa Luxemburg, Mao Tse Tung okurlar ve MST bu yazarlardan işe yarar olanı alır ve işe yaramayanı atar. Hiçbir klasik düşünüre dogmatik bir şekilde yapışıp kalmamıştır.
f) Brezilyalı ve Latin Amerikalı klâsiklerin etkisi
Bununla birlikte MST’deki daha eğil kadrolar sadece Marksist klâsikleri değil, fakat aynı zamanda kendi ülkelerinin[41] ve Latin Amerika’nın[42] yanı sıra politik dünya liderlerinin[43] ve diğer çağdaş yazarların[44] klâsiklerini de incelemiştir.
g) Ulusal hadiseleri kullanmak
MST “militanlarının akademisyenlerle, uzmanlarla ve üst düzey profesörlerle buluşmasını sağlamak için[45] kendi ulusal meselelerini kullanır. Genellikle bunlar üniversite profesörleri, ünlü şahsiyetler ya da ulusal politikacılardır. Bu toplantılar sayesinde, militanlar MST ve ülkedeki politik evrenin önemli tartışmalarından haberdar olur.”
h) Politik ve toplumsal liderlerden ve onların sözlü hitaplarından öğrenmek
MST’nin kullandığı bir başka ilginç yöntem ülkedeki solun organize ettiği, (São Paulo Formu; Dünya Sosyal Formu; İP ve CUT kongreleri ve diğerleri) farklı ülkelerden birçok önemli politik lideri toplayan, uluslararası olaylarda kadrolarını yetiştirmesidir. MST onları temel kadrolarıyla konuşmak üzere davet eder. Sadece kendi kanılarını destekleyen ya da bunları etraflıca inceleyenleri dinleyen geleneksel sol tutumun aksine farklı ideolojik ve politik duruşlardan şahsiyetleri davet etmeleri önemli bir yönüdür.
i) İnsanların yetiştirilmesinde kullanılan yöntem
Gelişim insanların kendilerinin uygulamaya koyduklarından ortaya çıkar. Daha sonra bu pratikle ilişkili bir teorik değerlendirme olur– sürece dahil olan insanların vardığı sonuçlarla birlikte yön değiştirirler ve şu anda dönüştürülmüş olan aynı pratiği düzeltirler. Pratik-teori-pratik arasında sürekli bir sarkaç vardır.[46]
6) Tabanla İlişki
Bununla beraber MST’nin izlediği bir başka ilke vardır: taban ve lider arasında güçlü bir ilişki. “Lider ne kadar önemli olursa olsun, ne okumuş olursa olsun, ne kadar aktif ve kavgacı olursa olsun, eğer ayakları yere basmıyorsa, eğer toplumsal tabanla bağlarını geliştirmiyorsa, çok fazla ileri gidemeyecektir.”[47]
Epeyce zaman önce MST bir yerleşimde yaşayacak belli bir oranda lidere ihtiyaç duydu –Ulusal Önderlikten bile-, ancak sonradan bunun ille de liderin sosyal tabanla bağı bulunması anlamına gelmediğini anladı.
Vilson Santin bir yerleşimde yaşayan MST’nin ulusal liderlerinden biridir; bunun çok zenginleştirici bir deneyim olduğunu düşünür fakat bu aynı zamanda çok büyük bir güçlüğü temsil eder. Onun görüşüne göre, “çok büyük bir çaba sarf edilmeli ve tek düzeliğe düşülmemeli ve çevreden etkilenmenin önüne geçilmelidir.” Liderin “sorunları kişisel olarak hissetmesi, bu şeylerle göğüs germelidir, bundan dolayı önerilerinin gerçekten açık sözlü olması” işin olumlu kısmıdır.
MST ayrıca kendine ait dinleme ve danışma mekanizmalarını yaratmalıdır, halkın gücünden ve kararlılığından “beslenmelidir” –hatalardan kaçınmanın en iyi yolu budur. “Kitlelere yabancılaşmış bir lider sudan çıkmış bir balığa benzer.”[48]
7) Planlama
MST’nin bir başka özelliği sadece Latin Amerika’daki en disiplinli hareketlerden birisi olmasında değil, aynı zamanda en etkili çalışanlardan biri olmasında yatar. Bu her zaman hataları ve ayrılıkları düzeltmek ve gelecek faaliyetlerde bunların üstesinden gelebilmek için sonuçları zihinde tarttıktan sonra, ileriye dönük ve ayrıntılı faaliyetler planlayarak mümkündür.
8) Eleştiri ve Öz-eleştiri
Eleştiri ve öz-eleştiri önceki ilkeyle çok bağlantılıdır, çünkü bu gelecekteki hadiselerin hatalarını düzeltmeye çalışırken onların çalışmasını alçak gönüllü bir şekilde değerlendirmek için, Hareket ve onun farklı aşamaları, bireysel olarak üyeleri açısından çok önemlidir.
9) Profesyonellik
Son olarak, profesyonellik Hareketin hedeflerinden birini yerine getirmeyi mümkün olduğunca sevgi ve tam bağlılıkla profesyonel ve ciddi bir şekilde o faaliyetin gerçek “uzmanları” olarak yapmayı kabul eden herkes açısından önemlidir.
- IV. ÖRGÜTSEL YAPI
MST katı ve değiştirilemez örgütsel yapıdan sakınmak için çok dikkatli oldu, bu nedenle yapıyı Hareketin ihtiyaçlarına, zamanlamasına ve gelişimine göre adapte etti, değiştirdi ve dönüştürdü. Şimdi bugünkü mevcut yapısını tanımlayacağız ve gerektiğinde, özel bir örnek içerisinde dönüşümleri açıklayan bir not olacaktır.
- 1. AİLE GRUPLARI: TEMEL ÖRGÜTSEL HÜCRE
1) Aile Grupları
Daha önce kamplar üzerine olan bölümde incelediğimiz gibi, MST temel yapısı bütün kamplarda işleyen aile gruplarıdır. Sürekli bir mücadelede olduğumuzdan ve gelecek adımlar gün be gün tartışıldığından, bütün aileler ilişki grupları tarafından örgütlenmiştir ve hep birlikte alınacak kararları değerlendirirler. Hareket aile gruplarının çalışmalarına yerleşimlerde devam etmesini ister, ancak daha önce tartışılan nedenlerden ötürü, bu şu ana kadar sadece pek azında mümkün olmuştur. Bu aile grupları Hareketin toplumsal tabanıdır.
2) Çalışma ve Militan Komisyonları
Kendi bölümlerinde gördüğümüz gibi, hem kamplarda hem de yerleşimlerde farklı faaliyetler için komisyonlar bulunur: sağlık, müzakere, okul, güvenlik, çalışma vb. Söz konusu özel faaliyeti geliştirmekle alâkadar olan her aile grubundan bir ya da daha fazla temsilciden meydana gelirler. Genellikle, bunlar Harekete kendilerini adamaya diğerlerinden daha istekli olan insanlardır. Örneğin, eğer sağlık faaliyetleri günde bir saat gerektiriyorsa, bu insanlar görevi üzerlerine alırlar fakat zamanlarını sınırsız bir şekilde adarlar. MST’nin ülkenin diğer kısımlarında ihtiyaç duyduğu herhangi bir görev için de uygundurlar.[49] Bu insanlar Hareketin militanları olarak düşünülür.
Şu anda, bazı liderler bir aile grubunun her bir üyesi için en iyi şeyin özel bir sorumluluk almak, önce kendi gruplarına hesap vermek olduğunu düşünüyor, çünkü bunu ciddi bir şekilde üstlenmek zorunda kalacaklardır, bütün bunlar kendi öz-saygılarını arttıracak ve politik gelişimleri ve bilinçliliklerine katkıda bulunacaktır.[50]
Kampın ya da yerleşimin her bir komisyonundan bir temsilci o kesimin bölgesel, eyalet ve ulusal komisyon üyesi olur. Üyeleri beş ve on beş arasında olur ve bu özel faaliyetin sürekli bir komisyonu olarak çalışırlar.[51]
3) Militan Çekirdek Yaratma Çabası
1990’da, aile grupları örgütü henüz sağlamlaştırılmamışken, Hareket militan çekirdekler yaratmaya girişti –MST’ye en yakın insanları gruplara ayırmayı mümkün kılacak bir yapı- ancak deneme olumlu olmadı. Fikir kötü değildi, fakat anlaşılan zamanlama doğru değildi. Ve MST’nin toplumsal tabanı iyi bir şekilde sağlamlaştırılmadığı için, bu militanlar izole edildi ve tabanla bağlantıyı kaybetti. Vilson Santin’e göre, “o zamanlar, önemli olan bütün aileleri örgütleyecek bir önerinin, ve Hareketin taban örgütleriyle birlikte, her zaman kendilerine yakın, çalışan militanların olmasıydı.”[52]
Aslında, militanlar her MST grubunda bulunan komisyonlarla örgütlenen faaliyetlere zaten katılmıştı: Militanlar eğer Kitle Komisyonlarına bağlıysalar yeni işgaller hazırladı veya kampı örgütledi; eğer Eğitim Komisyonuna bağlıysalar, öğretim yöntemlerini analiz ederek dersler hazırladılar; eğer İletişim ve Propaganda Komisyonu’nda iseler basın bültenleri ve diğer resmi tebliğleri kaleme aldılar; ve diğer bütün komisyonlar böyle devam eder[53] ve aile grup toplantılarına ve militan çekirdeklerine zaman ayırmak çok zor oldu.
4) Militanların Tutarlı Olması için Yeni Yöntem
Şu anda, daha önce belirttiğimiz ve -kitle iletişim medyasındaki olumsuz kampanya dahil- Cardoso hükümeti tarafından benimsenen önlemlerin bir sonucu olarak MST’nin kendini içinde bulduğu kritik durumdan ötürü, Hareket bir kez daha militanlarının bu duruma daha iyi karşılık verebilmesi için onları örgütleme imkânının üzerine eğiliyor.
Bugün, MST’nin bir numaralı görevi toplumsal tabanının ideolojik eğitimini yükseltmektir, böylece harekete yönelik ekonomik ve ideolojik savaşa direnebileceklerdir. Topraksız köylüler her zaman sonuçları hemen belli olmayacak uzun bir mücadeleye hazır olmalıdır. Dolayısıyla aile gruplarıyla çalışmayı öğrenmesi gereken militanlarının dikkatini –geçmişte örnek olduğu gibi- sadece kamplarda veya yerleşimlerde ortaya çıkan pratik sorunlara yoğunlaştırmamalı, fakat aynı zamanda kitle iletişim medyasındaki bu kampanya tarafından yanıltılmalarının önüne geçmek için yeterli savlar kullanarak, ülkede ne olup bittiğini anlamaları için ihtiyaç duydukları bilgiyi bu köylü gruplarına verecek militanlarına nitelik kazandırmalıdır.
Militanlarla çalışmak için yeni bir yöntem uygulamaya koyuyorlar. Bu yöntem her eyaletten iki temsilciyle elli kişiden meydana gelen Ulusal Gelişme Komisyonu’nun yaratılmasını içerir; bu insanlar belgeleri hazırlamak, farklı konular vb. tartışmak için her iki ayda bir toplanırlar. Her eyaletin militan çekirdeklerinin gelişimini izlemek için yirmi ile otuz civarında koordinatörü vardır, böylece her gözlemci yerleşimin büyüklüğüne, mesafesine vb. bağlı olarak, yirmi ile elli militandan oluşan bir çekirdeği koordine edebilir. Bu çekirdek politik tartışma için her on beş günde bir gazeteleri, yerel sorunları ve gelecek eylemleri değerlendirmek ve tartışmak için toplanmalıdır. MST’nin halihazırda ülke çapında dört yüz yetmiş gözlemcisi vardır ve 2001 yılının sonuna gelmeden önce yirmi bin civarında militanı örgütlemeyi umuyor.[54]
Bu çekirdeğin koordinatörleri ayrıca kurslar, seminerler ve bunlarla ilişkili olaylar düzenledi.[55] Hareket için çalışmak isteyen fakat ya gerçekten nasıl yapacağını bilmeyen ya da gerekli vasıflara sahip olmayan MST’nin bu yeni üyeleri için Militan Yetiştirme Okul ya da Kursları oluşturuldu.[56]
- 2. TEMSİLCİ VE MÜZAKERECİ AŞAMALAR
1) Ulusal Düzey
a) Ulusal Kongre
Ulusal kongre temel MST aşamasıdır. Her beş yılda bir Hareketin örgütlendiği bütün eyaletlerden militanları bir araya getirir. Bu militanlar daha önceden, ulusal düzeyde belirlenen belli bir rakama göre yerleşmiş ya da kamp kurmuş ailelerin miktarını hesaba katan eyalet toplantısında seçilmiştir. Delegelerin toplam sayısı her defasında toplantı ya da Kongreye göre mümkün olduğunca çok delege toplamaya çalışarak tayin edilir. Genel olarak, MST kongrelerine beş binden daha fazla delege katılır. Sonuncusunda, 11.725 delege vardı. Bu kongreler –önceden farklı aşamalarda tartışılan- genel kuralları benimsemeli ve ortak hedefler için MST üyelerinin birliğini ve kardeşçe ilişkilerini hedeflemelidir.[57]
b) Ulusal Toplantılar
MST her iki yılda bir ulusal toplantılar yapar. Her eyaletten temsilciler (Ulusal Koordinasyonun üyeleri olan) Yerleşimcilerin Ulusal Komisyonu ile birlikte bu toplantılara katılır; ulusal ekipleri, gruplar ve komisyonlar, her eyaletin Sekreteryasından bir temsilci. Bu delegelerin sayısı her defasında değişir: bu sayı iki yüz ve bin beş yüz arasında gidip gelir. Fakat bu kadar çok insanı bu denli büyük bir ülkede hareket ettirmek çok güçtür, son zamanlarda bölgesel toplantılar olmasına ve yılda bir defa, sadece her eyaletten üç temsilciyle bir ulusal toplantı yapılmasına karar verildi.[58]
Bu toplantılar hareketin ihtiyaçları için belli zamanlamalara göre, acil mücadele platformlarını açıklar. Bu teklif ve öneriler eyalet toplantılarında önceden değerlendirilir. Ulusal politikalarla ilgili olan bu ulusal toplantıdan çıkan saptamalara, bütün MST aşamaları tarafından riayet edilmelidir.
c) Ulusal Koordinasyon
Bu hareketin en üst idare aşamasıdır. Ulusal kongre ve toplantılarda benimsenen kararların uygulamaya konmasından sorumludur. Hareketi etkileyen ve onun ilkelerinin uygulanmasını, ona kamusal olarak kefil olmayı ve finansmanından sorumlu olmayı garanti etmesi gereken ulusal karakterli bütün politik kararlar bu aşamada oluşur. Son olarak, Ulusal Koordinasyon hareketin yeni eyaletlerde ifade edilmesini desteklemelidir.[59] [60]
Bununla birlikte Ulusal Koordinasyon eyaletlerin yapması gereken her şeyi kararlaştırmaz. Bilâkis, her belediye ve her eyalet karar alımlarında otonomdur. “Bütün belediyeler, bölgesel ya da eyalet komisyonları –her nerede olursa olsun- tam otonomiye ve karar yetkisine sahiptir. Yapmaları gereken her şeye karar veren tabandaki yoldaşlardır.”[61] Bu yerel gruplar genel bir politika tarafından yönlendirilir, ancak bunu yürütme tarzları “tamamen ademi merkeziyetçidir.”[62] “programın ve politik kuralların uygulamaya konmasında beklenen yaratıcılık ve ademi merkeziyetçiliktir. Genel kurallardan biri, örneğin, herkesin zorunlu olarak aynı yöntemle olmasa da, işgal gerçekleştirmek zorunda olmasıdır –daha doğrusu, her ayrı yer işgalini ve bunun için doğru zamanlamayı örgütlemek için en uygun yolu bulmalıdır.”[63]
Temel hatlar doğru yolu izleyip izlemediklerini değerlendirdikleri ulusal ve eyalet düzeyinde tartışılır. Ve düşman güçlerin (büyük toprak sahipleri ve hükümet) tutumu da özel analizin odağındadır.
Ayrıca Hareketin bütün eyaletlerde yapabileceği, defterleri, toplulukları, toplantıları ya da bildirileri dikkatle gözden geçirmek gibi, daha küçük genel işleri incelerler. Bu aşama Eyalet Yürütme Organı ya da Hareketin Eyalet Toplantısı, Ulusal Önderliğin üyeleri ve muhtemelen 2002 yılına kadar Üretim, İşbirliği ve Çevre Sektörü olarak bilinecek olan yerleşimcilerden sorumlu aşama[64] tarafından seçilmiş her eyaletten iki üyenin katılmasıyla olur.
Bu sektörün gelecekte bir üyesi her eyaletten ve ayrıca her faaliyet bölümünden iki üye ile katılır. Ulusal Koordinasyon her üç ayda bir, ve istisnai olarak gerekli olduğunda, toplanmalıdır.[65] Kararlar halk oylarının sonucudur ve salt çoğunluk tarafından kabul edilir.[66]
d) Ulusal Önderlik
Ulusal Önderlik hareketin amaçlarının beklendiği gibi sürdürüleceğinin garanti edildiği, onun politik tavırlarının tartışıldığı ve kaleme alındığı yerdir. Ulusal önderlik hareketin tutarlılığı ve politik birliğinin yanı sıra “kendi varlığı açısından diğer gruplara bağımlı olmaktan, bilhassa mali durumu,”[67] sakınarak artan özerkliğini de güvence altına almalıdır. Aynı zamanda, Ulusal Koordinasyona önerilmek üzere taktik ve stratejiler planlamalı, Hareketin politik ve pratik ihtiyaçları üzerine eğilmeli ve çözümler önermelidir.[68]
Hareketin temel aşamasından sorumlu olmak “harekete hükmetmek anlamına gelmez, bu daha çok ülkede ne olup bittiği hakkında genel bir vizyon sahibi olmak ve bu tartışmalara ilişkin tabanı bilgilendirmektir. Dolayısıyla MST her zaman temel hedeflerini elde etmek için gerekli mücadeleleri örgütleyerek temel amaçlarıyla uyum içerisinde olacaktır.”[69]
Ulusal Önderlik ulusal toplantılar sırasında doğrudan ve gizli oylarla seçilen, farklı niteliklere sahip –yirmi bir civarında insan- birkaç üyeden meydana gelir. Her delege, bireysel olarak beyan edilmiş ve oylamaya dayanmayan, yirmi bir isim için oy kullanabilir. Oyların yüzde elli birden daha fazlasını alanlar seçilir; eğer birisi bu oranı almazsa, seçilmemiştir, bundan dolayı Önderliğin yirmi bir üyeden daha az olduğu zamanlar olur.
Adaylar en az yirmi beş imza ya da önceki ulusal önderlik tarafından desteklenir. Her eyalette, farklı aşamalar genel olarak bunun için daha deneyimli ve ehliyetli olduklarına inanılan söz konusu yoldaşların isimlerini önerir. Adaylar toplumsal cinsiyet ya da coğrafi kıstastan ötürü önerilmemesine rağmen, bir kere seçildiğinde eyalet ve faaliyet bölümü tarafından tevzi edilir.[70]
Kadınlar için kota tayin eden herhangi bir kural yoktur. Ağırlıkları veya önderlik içerisindeki varlıkları mücadele sırasındaki çalışmalarına bağlıdır. Şu andaki Ulusal Önderlik bütün MST aşamalarında, bölümlerinde ve faaliyetlerinde kadınların katılımını destekleyen daimi ilgi nedeniyle, yüzde kırkı kadın olan, yirmi iki üyeye sahiptir.[71] [72]
Ulusal Önderliği oluşturan militanların aşağıdaki özelliklere sahip olması gereklidir:
–Bir kitle hareketinin ne olduğu hakkında derinlemesine bir bilgi sahibi olmak;–ulusal durumu ve onların toplumunu nasıl analiz edeceğini bilmek; –ideolojik olarak kararlı olmak; –disiplinli olmak;–tarih, ekonomi, politika ve başka konularda teorik bilgilerini arttırabilmek; –kolektif pratiği geliştirebilmek;–nasıl planlama yapılacağını ve faaliyetleri koordine edeceğini bilmek;–karar alabilmek; –hem mücadeleleri hem de örgütü etkili bir biçimde ifade edebilmek.
Ulusal Önderliğin vazifeleri hiçbir militan tarafından gerçekleştirilememesine rağmen, militanların farklı önderlik aşamalarına dahil olmalarını arttırabilmeleri için MST Hareketin çalışan militanlarına nitelik kazandırmaya karar verdi.[73] Ulusal Önderlik her iki ayda bir toplanır ve Ulusal Koordinasyon için toplantılar hazırlamalıdır.[74]
2) Dönemlerin Özellikleri
a) İki yılda bir yenilenmesi gereken dönemler
İç normlar seçilenler için iki yıllık dönem tayin eder. Bu bir sorun olabilir çünkü her iki yılda bir seçim yapmak zorundadırlar, ancak yöntem oldukça pedagojik olmuştur.[75] Dönem bittiğinde, liderler detaylı bir değerlendirmeden geçer ve eğer sonuçlar olumluysa, göreve devam ederler. Bu yöntem sonucunda kalıcı olmaya dair herhangi bir his yoktur. Bir lider yeniden seçilebilir “iç değerlendirmeye dayanarak MST adayın yetki süreci boyunca faaliyetine, örgütün ihtiyacına ve adayın hazır bulunmasına önem verecektir.”[76]
Liderlerin yetki sürecinin yenilenmesi kadar sabit ya da önceden kurulmuş herhangi bir kural olmamasına rağmen, her seçimde üyelerin yüzde otuz civarında yenilenmesi yoluyla toplum için yeni liderlerin ve yeni müracaatların kaynaşmasını sağlayan ortak bir pratik oldu. Yetki süreci sırasında birisi istifa edebilir ya da ilgili aşamalar tarafından alınan bir karardan ötürü görevinden alınabilir.
3) Yerel Aşamalar
a) Eyalet toplantıları
Eyalet toplantıları MST tarafından gerçekleştirilen politik kuralları, faaliyetleri ve eylemleri değerlendirmek üzere yılda bir defa olur. Faaliyetler de orada planlanır ve eyalet ve ulusal koordinasyon üyeleri seçilir.
b) Eyalet koordinatörleri
Eyalet koordinatörleri eyalet toplantıları sırasında seçilen üyeler tarafından oluşturulur. MST’nin politik kurallarını, faaliyet kesimlerini ve eyaletin planladığı eylemleri uygulamaya koymaktan sorumludurlar.
c) Eyalet liderlikleri
Eyalet liderlikleri aynı düzeydeki koordinatörler tarafından düzenlenmiş, değişen sayılarda üyeye sahiptir. Bunlar her eyalette MST’yi temsil eden kişilerden ve faaliyet bölümlerinin gelişmesinden ve organik yönlerden sorumludurlar.
- 3. İDARİ AŞAMALAR
Üyeleri gerek ulusal gerekse de eyalet sekreteryası sorumlulukları için vasıflı seçilmemiş kadrolar olan Hareketin faaliyetteki aşamalarıdır.
- 4. FAALİYET AŞAMALARI
1) Bölümler ve Diğer Kolektif Gruplar
Daha önce açıkladığımız gibi, ilk kampların kurulmasıyla birlikte, hayatta kalmayı garantilemek ve toprak için mücadeleyi sürdürmek için çalışma komisyonları oluşturuldu. Bu komisyonlar sağlık, eğitim, güvenlik, çalışma, iletişim ve erzak komisyonlarını içeriyordu. Farklı faaliyet bölümlerinin kendi komisyonlarını oluşturması bu şekildedir.
Öte yandan, kampçılar toprağı alabildiğinde ve yerleşimci olduğunda, bütün yerleşimci topluluğunu etkileyen sorunları çözmek için örgütlenmelerini devam ettirmek zorundadır. Bu sorunlardan bazıları kamptakilerle aynıydı, çocukların eğitim ve sağlık sorunları gibi; diğer sorunlar yeni durumdan kaynaklanan güçlüklerin sonucuydu: verimli üretim gereksinimi, mallarını satmak, kredi almak vb. Bu nedenle, üretim ve maliye komisyonları gibi, yeni faaliyet bölümleri kendi komisyonlarını oluşturur.
MST büyümeye ve bununla beraber ülke çapında kampların ve yerleşimlerin sayısı artmaya devam ettikçe, her faaliyet bölümünün çalışmasını planlamayı geliştirmek gerekli oldu ve yerel, bölgesel, eyalet ve ulusal bölümlerinin doğmasının nedeni budur.
Şu anda Eğitim; Medya ve Propaganda; Maliye; Eğitim; Sağlık; Kitle Cephesi olarak da bilinen Kitle Hareketi; Üretim; Projeler; ve İnsan Hakları bölümleri vardır. Ayrıca Ulusal düzeyde Uluslararası İlişkiler Bölümü vardır ve “bu bölümün faaliyetlerini arttırmak ve çevre, transgenetik tohumlar gibi, herhangi bir özel bölüm tarafından ele alınmayan yönleri dahil etmenin bir yolu olarak”[77] CONCRAB Yerleşimler Bölümünün yerine geçirmek için Üretim, İşbirliği ve Çevre Bölümünü oluşturmak üzeredirler. Örgüt esnektir, her eyalet bunun gerekli olduğuna inandığında başka bölümler yaratabilir.
2) Kitle Cephesi: MST’nin Can Damarı
Yerini MST’ye bırakan ilk mücadelelerden beri, kitlelerle çalışma olmuştur, fakat bu çalışma 1984’de Kitle Cephesi içerisinde kurumsallaşana kadar, MST ulusal çapta bir hareket olduktan sonra, yoktu. O yıl, bu faaliyet için kadrolar hazırlama çalışması başladı.
Kitle Cephesi, daha önce söylediğimiz gibi, MST’nin sadece herhangi bir başka bölümü ya da faaliyeti değildir, cephe MST’nin “bütün harekete kan pompalayan” tam can damarıdır. Tabanda çalışan kadroları ve Hareketi bütün ülkeye yayan herkesi birleştirir.[78]
Bu cephe için birçok aktiviste gerek duyulduğu için, potansiyel olarak militan kampçılardan oluşan bir gruba ve çok düşük bir kültürel seviyeye sahip olan bir kamp keşfettiklerinde çoğunlukla olan, zaman kazanmak için kampın içerisinde bu grupla ilgili eğitim kurslarına ön ayak olunur.
3) CONCRAB ve Yerleşimler Bölümü
Ulusal Yerleşimler Komisyonu CONCRAB oldu ve sadece isimin değiştiği bir süreçte, Yerleşimler Bölümü oluşturuldu. Bugün, bunun adını Üretim, İşbirliği ve Çevre Bölümü olarak değiştirmeyi düşünüyorlar.
Ayrıca kadınların –onlardan daha önce bahsettik- ve topraksız köylülerin kültürel üretimi ve asıl sanatsal değerler bilincini kazanmak için çalışan kültür grupları vardır. Bunlar CD’ler yapar ve halk kültürünü desteklemek için eyaletlerin her tarafında faaliyette bulunurlar.
- V. MST’NİN KENDİNİ FİNANSE ETME BİÇİMİ
Bir toplumsal hareket olarak kendi otonomisine önem verdiği için MST’nin nasıl mümkün olduğu kadar kendi-finansmanını yaptığından daha önce bahsettik. Şimdi bu kaynakların köklerini tanımlayacağız.
- 1. Zorunlu Katkılardan Sağlanan Kaynaklar
Ulusal ve eyalet önderlikleri, tarım reformunun ülkenin her yanına ulaşabilmesi için daha önce toprak ve kredi alan bu ailelerin Hareket ile işbirliği yapmak zorunda olma ilkesine dayalı olan yerleşimlerde, MST’nin düzenlediği para toplamalar tarafından finanse edilir. Her yerleşik aile Harekete yıllık üretiminin yüzde birini bağışlamak zorundadır.
MST normlarına göre, bütün yerleşimler üretimlerinin yüzde dördüne kadar katkıda bulunmaya teşvik edilir, ancak her eyalette –ve bundan dolayı her yerleşimde- mevcut koşullara ve ekonomik duruma göre yardımın oranını kendileri karar verir. Diğer yerleşimler ve kooperatifler yiyecek, araçlar, veya militanları Hareket içerisinde başka görevler için serbest bırakarak yardımlarını sunar.
- 2. Başka Para Toplama Biçimleri
Bu vergilerin yanı sıra, kaynak toplamak için başka yollar vardır. Bunun için beklenen faaliyetler önemsiz olabilir, fakat eğer bunlar devamlı ve somut ise, sonuç alıcı olurlar; örneğin, karmaşık bir örgütlenmeye ihtiyaç duymayan küçük iş çevreleri, tarımsal ürünler ve el işleri ve sanatları satışı gibi mevcut doğal kaynakların geliştirilmesi ve toparlanması.
Kitlesel kampanyalar Hareketin toplumsal tabanı (ürünler ya da iş günleri vererek) ve kentli orta sınıf (bonolar, ürünler, sergiler, eğitsel ve kültürel malzemelerin satışı) arasında da düzenlenir. Fotoğrafçı Sebastião Salgado MST’yi desteklemek için çalışmasını bağışladığından, onun uluslararası fotoğraf kampanyası çok büyük bir etkiye sahip oldu. Neredeyse her yıl, birçok sanatçı dayanışmalarını göstermenin bir yolu olarak Harekete çalışmalarını bağışlar.
Bu politikaya hükümet dairelerinin (Tarım Bakanlıkları, üniversiteler, bankalar) kapısını çalarak, resmi yerel kaynakları araştırmak dahildir. MST bu kaynakların bir kısmını (hepsi eyalet kuruluşu olması gereken) eğitim, öğretim, teknik yardım, sağlık gibi diğer faaliyet bölümlerine yeniden taksim etmeye (rerout) çalışır, fakat eğer bunlar MST tarafından geliştirilirse, önemlerini arttırırlar. Yılın belli zamanlarında para toplamak için bütün militanlar bu kampanyaya dahil edilir.
İlle de dini bir karakteri olmayan yurtdışı destek gruplarının yanı sıra MST dostlarından oluşan birçok grubun aralıksız dayanışma gösterisi olur. Bu yabancı destek önemli faaliyetlerin gelişmesine katkıda bulunmuştur ve Hareket ve uluslararası dayanışma pratiği açısından çok önemli olmuştur.
MST, her ne zaman mümkünse, Latin Amerikalı ülkeler ve Afrikalı Portekizce konuşan ülkelerden köylü grupları gibi, başka ülkelerdeki topraksız gruplarla etkili bir dayanışma sergiler.
- 3. Maliyeyi Planlama
Hareket her aşamasındaki kaynakların toplanması için ekonomik ve mali planlar ve başka şeyleri kaleme alır ve uygulamaya koyar. Yerleşimler, eyalet komisyonları ve bölümler içerisindeki komisyonlardan aile gruplarına kadar, bunların hepsi kendi kendini finanse edebilmelidir.
1) Kaynakların Gittiği Yerler
MST’nin maliye politikası şeffaftır. Bütün kaynakların, yüzde otuzu ulusal faaliyetler içinken, yüzde yetmişi eyalet faaliyetlerine giden çeşitli vergiler yoluyla eyalette toplanır. Her ne kadar eyalet yöneticileri eyalette ve ulusal toplantılarda tanımlanan öncelikleri dikkate alsa da, ulusal önderlik bu kaynakların nereye gittiğini belirtmekle mesuldür.
Kaynaklar esas itibariyle hareketin örgütlenmesini, alt yapısını ve faaliyetlerini garantilemek için yönlendirilir: MST’nin verimli ve güçlü örgüt olarak kendisinden beklenen, hareket etmesine imkân tanıyacak olan sekreterya ve eğitim merkezleri içerisindeki koşullar, iletişim ve ulaşım araçları ve diğer yönlerdir.
Her eyalette mali durumun kullanımını denetlemek için MST, paranın yanlış tarzda kullanımını da düzeltmesi gereken kontrol konseyleri oluşturdu. Her üç ayda bir, mali ekipler toplanan paranın ayrıntılı bir raporunu ve yatırım biçimini vermelidir.
Bu hareketin ilkelerinden biri kitle mücadelesi, seferberlikler vb. bütün faaliyetlerin tabanın kendisi tarafından finanse edilmek zorunda olmasıdır, zira hareketin otonomisinin ve aralarında paylaşılan mesuliyetin garantisi orada yatar. Eğer bir hareket bir seferberliği ya da bir mücadeleyi örgütlemek için dışarıdan kaynaklara ihtiyaç duyarsa, bu bağımlılığa bağlanacaktır ve mücadele etme kapasiteleri yabancılaşacaktır. Bu nedenle MST insanların mücadelenin kendi kaynaklarına bağlı olduğunu anlaması yönünde çaba sarf eder. Ancak ondan sonra bu mücadeleler bu yoldaşları eğitecek ve politik gelişimlerine katkıda bulunacaktır.
2) Militanların Özgürleşmesi
Gördüğümüz gibi, MST yerleşimlerin Hareketin diğer örgütsel ve politik faaliyetleri için militanlarını serbest bırakmasını ister. Çoğu yerleşim Hareket için tüm gün çalışacak bir veya daha fazla kadroyu serbest bırakır ve bu militanların tarımsal işi geri kalan üyeler tarafından üstlenilir.
Her iki yılda bir çalışmalarının bir değerlendirmesi olur ve kadroların görevlerine devam edip etmeyecekleri veya üretime geri dönüp dönmeyeceklerine karar verilir.
NOTLAR:
[1] Farklı türden iki canlı varlığın dengeli ve sıkı bir işbirliği içinde yaşaması ve her birinin bu işbirliğinden yararlanması hali (ç.n)
[1] João Pedro Stédile, Bernardo Mançano Fernandes, Brava Gente…, Ediciones Barbarroja, Buenos Aires, Nisan 2000, S. 36; Brezilya Basımı Brava Gente…, Editora Perseu Abramo, São Paulo, 1999, S. 31.
[2] Brezilya’da bunlar posseiros olarak adlandırılır.
[3] “Yasa […] bir arazi parçasının büyüklüğü [modül bakımından] gıda ve bir ailenin gelişmesi için gerekli olandan daha küçük olduğunda, bu arazinin bir “minifundium” olarak addedileceğini söyledi.” J. P. Stédile, Latifúndio: o pecado agrário brasileiro, 1999, basılmamış belge.
[4] Ivonete Tonin, Rio Grande do Sul eyaleti koordinatörü, röportaj Marta Harnecker tarafından 16 Kasım 2001’de yapılmıştır.
[5] J. P. Stédile, Latifúndio: o pecado agrário brasileiro, 1999, basılmamış belge.
[6] Roseli Salete Caldart, Pedagogia do…, Yukarıda a.g.e, s. 87.
[7] MST, Reforma Agrária: por um Brasil sem latifúndio!, 2000, s. 26.
[8] J. P. Stédile, B. Mançano Fernandes, Brava Gente…, Yukarıda a.g.e, s. 40; Braz. Edit., s. 35.
[9] Yukarıda a.g.e, s. 42; Braz. Edit., S. 36.
[10] Yukarıda a.g.e, s. 40; Braz. Edit., S. 34
[11] Frei Flávio, röportaj Mayıs 2001’de, Porto Alegre, Marta Harnecker tarafından yapılmıştır.
[12] A.g.e.
[13] Reforma agrária: por um Brasil sem latifúndio, yukarıda a.g.e, S. 25.
[14] Bu konu daha ileride geliştirilecektir.
[15] Broşürlerinde bunu şu şekilde tanımlarlar: “Kendinizi liderleri eğitmeye ve işçilerden meydana gelen bir politik önderlik hazırlamaya adayın.”
[16] Normas gerais do MST, Eylül 1989, bu konu üzerine bakınız S.22-23
[17] Ivonete Tonin, Marta Harnecker’in röportajı, yukarıda a.g.e
[18] Hareketin İkinci Ulusal Toplantısı kararına göre, Ocak 1986, MST CUT’u destekledi. Bakınız: Normas gerais…, Eylül 1989, S.10
[19] Normas gerais…, yukarıda a.g.e, S19
[20] J. P. Stédile, B. Mançano Fernandes, Brava Gente…, yukarıda a.g.e., S. 47; Braz. Edit., S. 39-40.
[21] Yukarıda a.g.e, S. 49; Braz.Edit, S.41
[22] Normas gerais…, Yukarıda a.g.e, S.20
[23] J. P. Stédile, B. Mançano Fernandes, Brava Gente…, yukarıda a.g.e., S. 50-51 Braz. Edit., S. 41-42.
[24] Yukarıda a.g.e, S.99, Braz.Edit, S.85
[25] Normas gerais…, Yukarıda a.g.e, S.20
[26] J. P. Stédile, B. Mançano Fernandes, Brava Gente…, yukarıda a.g.e, S. 50; Braz. Edi., S. 41
[27] Yukarıda A.g.e S.50-51; Braz.Edit, S.42-43
[28] Mário Luis Lill, ITERRA’nın eski başkanı, röportaj Marta Harnecker, Brezilya, 2000
[29] A.g.e
[30] A.g.e
[31] MST, Documento básico do MST, Yukarıda A.g.e, S.45
[32] J. P. Stédile, B. Mançano Fernandes, Brava Gente…, yukarıda a.g.e, S. 69; Braz. Edi., S. 58
[33] Yukarıda A.g.e, S.68; Braz Edit, S.57
[34] Yukarıda A.g.e, S.69; Braz Edit, S.58
[35] A.g.e
[36] Mário Luis Lill, röportaj M. Harnecker, yukarıda A.g.e
[37] J. P. Stédile, B. Mançano Fernandes, Brava Gente…, yukarıda a.g.e, S. 70; Braz. Edi., S. 59
[38] Yukarıda A.g.e, S.69-70, Braz.Edit S. 58-59
[39] Yukarıda A.g.e, S.72, Braz.Edit S. 60
[40] Mário Luis Lill, röportaj M. Harnecker, yukarıda A.g.e
[41] Brezilyalı filozoflar arasında başı çeken Josué de Castro Manuel Correia, Celso Furtado, Florestan Fernandes, Darci Ribeiro, Paulo Freire, Luiz Carlos Prestes, Correa Andrade and Leonardo Boff ve diğerleri. (J. P. Stédile, B. Mançano Fernandes, Brava Gente…, yukarıda a.g.e, S. 72-73; Braz. Edi., S. 60-62)
[42] Che Guevara, José Martí, Julio César Sandino, Fidel Castro, Emiliano Zapata.
[43] Nelson Mandela, Mahatma Ghandi, Martin Luther King, Patrice Lumumba, Agostinho Neto, Samora Machel,
Amilcar Cabral.
[44] James Petras, Marta Harnecker (J. P. Stédile, B. Mançano Fernandes, Brava Gente…, yukarıda a.g.e, S. 72; Braz. Edi., S. 60)
[45] Yukarıda A.g.e, S.97, Braz.Edit S. 83
[46] MST, Documento básico do MST, Piracicaba, Şubat 1991, S.44. Bu pratik-teori-pratik fikri Halk Eğitimine temel olan diyalektik yöntemden başka bir şey değildir. Bu halkın somut gerçekliğinden ve bu gerçeği nasıl atlattıklarından başlamak anlamına gelir; bunun nedenlerini ve sonuçlarını küresel bir bakış açısından analiz eder ve daha sonra pratiğe geri döner, ancak bu defa farklı bir tarzda, bu gerçeği dönüştürmek için sonuç alıcı eylemlerle.
[47] J. P. Stédile, B. Mançano Fernandes, Brava Gente…, Yukarıda A.g.e, S. 51; Braz. Edit., S. 43.
[48] Normas gerais…, yukarıda A.g.e, S. 20.
[49] Christiane Campos, röportaj Marta Harnecker, Montreal, Şubat 2001
[50] Ivonete Tonin, röportaj…, yukarıda A.g.e
[51] J. P. Stédile, Marta Harnecker’e mektup, Montreal, 5 Nisan 2001
[52] Vilson Santin, röportaj Marta Harnecker, Montreal, Nisan 2001
[53] J. P. Stédile, Marta Harnecker’e mektup, Montreal, 5 Nisan 2001
[54] A.g.e
[55] A.g.e
[56] Christiane Campos, röportaj…, yukarıda A.g.e
[57] Normas gerais…, yukarıda A.g.e S.13-14
[58] Ivonete Tonin, röportaj…, yukarıda A.g.e
[59] Normas gerais…, yukarıda A.g.e S.14
[60] Yukarıda a.g.e S.15
[61] MST, Construindo…, Yukarıda A.g.e, S.57
[62] J. P. Stédile, B. Mançano Fernandes, Brava Gente…, Yukarıda A.g.e, S. 103; Braz. Edit., S. 89
[63] Yukarıda A.g.e S.103; Braz.Edit S.90
[64] Normas gerais…, yukarıda A.g.e S.15
[65] A.g.e
[66] A.g.e
[67] MST, Construindo…, Yukarıda A.g.e, S.60
[68] Normas gerais…, yukarıda A.g.e S.15-16
[69] MST, Construindo…, Yukarıda A.g.e, S.59-60
[70] J. P. Stédile, Bu bölüm için notlar, 28 Aralık 2001
[71] Normas gerais…, yukarıda A.g.e S.16
[72] J. P. Stédile, B. Mançano Fernandes, Brava Gente…, Yukarıda A.g.e, S. 106; Braz. Edit., S. 91-92
[73] MST, Construindo…, Yukarıda A.g.e, S.59
[74] Normas gerais…, yukarıda A.g.e S.16. Ayrıca bakınız MST, Construindo…, Yukarıda A.g.e, S.58
[75] J. P. Stédile, B. Mançano Fernandes, Brava Gente…, Yukarıda A.g.e, S. 105; Braz. Edit., S. 90-91
[76] Yukarıda A.g.e S.106; Braz.Edit S.91
[77] J. P. Stédile, Bu bölüm için notlar, 28 Aralık 2001
[78] Christiane Campos, röportaj…, yukarıda A.g.e
www.scribd.com/doc/9962198/Bolum-5
http://bizdnyannyerlileri.blogspot.com/2009/06/torakszlar-hareketi.html
MST – Bir Hareket Yaratmak BÖLÜM 2: İŞGAL VE KAMP (Marta Harnecker)
Türkçe Çeviri : Akın Sarı
Daha önce gördüğümüz gibi, Topraksız İşçiler Hareketi “toprak sahiplerinin ekonomik ve politik gücüne karşı durmak ” ve çiftçiler arasında toprağı bölüştürmesi için hükümet üzerinde baskı yapmak için farklı mücadele biçimleri geliştirmektedir[1]: işgaller, müzakereler, alanlarda ve kent içerisindeki kamusal yerlerde kamp kurma, hükümet binalarının işgali, kamusal mitingler, yürüyüşler ve toplu yürüyüşler, oruç ve açlık grevleri.
Hareket ülkenin politik durumuna ve o anın ihtiyaçlarına göre, en iyi yöntemleri ortaya koymaya karar vererek işe başlar. İçlerinden en etkilisi işgal olmuştur. Hükümetlerden hiçbirinin tarım reformunu uygulamaya koymaya yönelik politik arzusu bulunmadığı için, toprağın işgali zorunlu bir silah ve MST’nin en gözle görülür eylemi oldu.[2]
90’larda, aşağı yukarı 160.000 aile işgallere katıldı. Bugün Brezilya’nın her tarafında 100.000 ailenin beraberinde 500 civarında kamp vardır.[3]
II. İŞGAL
Dünyanın dört bir yanındaki en yoksul kesimlerin görüntüleriyle tanınan dünyaca meşhur Brezilyalı fotoğrafçı Sebastião Salgado bir MST işgalini aşağıdaki sözlerle tanımlıyor:
“12.000 kişiden fazla olan topraksız insanların konvoyunu –bir başka deyişle, Parana’da yeni bir kışın soğuk gecesinde yürüyen 3000 aileyi- görmek etkileyiciydi. Köylülerin ordusu neredeyse tam bir sükunetle ilerledi. Yalnızca daha önce çok büyük eforlar sarf etmiş göğüslerden gelen düzenli solumaları ve otoyola basan kısık ayak seslerini duyabilirsiniz. Eğer nereye gittiklerini izleseydiniz, son varış noktalarının Brezilya’daki tipik uçsuz bucaksız latifundialardan biri olan Giacometi çiftliği olduğunu tahmin etmeniz zor olmazdı. Doğru bir şekilde kullanıldığında, 83.000 hektar […] o zamanlar bunun için yürüyen 12.000 insana uygun bir yaşam temin edebilirdi. […] Söz konusu yere şafakta vardılar. […] Erkekler çiftliğin “sindiricileri” ile herhangi bir karşılaşma için hazır bir şekilde, hayâl ürünü sınırın ön sıralarında yerlerini alırken, çocuklar ve kadınlar insan dalgasının sonuna doğru gitti. […] çiftliğin küçük ordusunun karşılık vermeyeceğinin bilincinde olduklarından, öndeki erkekler kilidi kırdı ve çit açılmaya başladı; içeri girdiler; onların arkasında bir nehir insan bir kere daha hareket etmeye başladı, ve topraksız insanların bastırılmış haykırışı yeni bir günün ışığı gibi yankılandı […].[4]
1. İŞGAL ÇEŞİTLERİ
Toprağın yasal ve fiziksel özellikleri ve yerin sosyo-politik koşullarına göre farklı işgal biçimleri vardır.[5] Bu hükümetler büyük toprak sahiplerinin çıkarlarını temsil ettiğinde ve Hareketin ilerlemesini önlemek için bütün olası yöntemleri kullanmaya arzulu olduğundaki toprak işgal etmekle, eyalet veya belediyenin tarım reformunu uygulamaya koymak gerektiğine ikna olduğu ve bundan dolayı MST’ye karşı güç kullanılmaması için talimat verdiği toprak işgali aynı değildir; çalışmasında zayıf olduğu bölgelerdeki toprağı işgal etmesiyle, MST’nin bir süredir çalışmakta olduğu, benimsendiği ve saygı gördüğü bir yerde bunu uygulamaya koyması bir değildir.
İlk işgaller belli bir parça toprak almak isteyen, nispeten küçük gruplardan oluşan aileleri içerdi[6], ancak daha sonra –daha önce söylediğimiz gibi- baskıcı güçler kendilerini zorla çıkarmaya geldiğinde işgal içerisinde kalma ihtiyacı, onlara bir bölgenin bütün topraksız insanlarıyla birlikte kitlesel işgaller gerçekleştirme fikrini verdi –bu toprağın belli bir parçasını zapt etmeyi değil de, sadece bölgede seferber edilmiş bütün aileleri yerleştirmek için gerekli olan toprağı işgal etmekten ibaretti. Bu tarz işgal sayesinde, genellikle birçok yerleşim ortaya çıkar.[7]
Sınırlı işgal durumunda, ailelerin seferberliğini ve örgütlenmesini belirleyen zapt etmek istedikleri alanın büyüklüğüdür. Toprağın yüzeyine bağlı olarak, çok az ya da birçok grup toprağı işgal edebilir. Bu tarz her işgal bir yerleşimin ele geçirilmesinin işaretidir. Sınırlı işgal toprak bir kere zapt edildiğinde kitlesel işgale dönüşebilir ve başka ilgili aileler tarafından ele geçirilebilecek bir grup yer hakkında bilgi bulunur.
Bazı durumlarda, büyük toprak sahiplerinin arkasındaki destek çok güçlü olduğunda, araziyi işgal etmek yerine, topraksız insanlar toplumun dikkatini çekmek için yol kenarında kamp kurar. Bu yöntem bir bölgenin köylüleri başka bölgelerde toprak için mücadele vermeyi reddettiğinde de kullanılır. Bazı yerlerde, MST yol kenarındaki bu kampları köylü gruplarını örgütlemekte ve onların bilinçliliğini arttırmak için bir basamak olarak kullanır. Başka durumlarda bunu arzu edilen rakama ulaşana kadar aileleri gruplara ayırmaya başlamak için kullanır.
Hareket, kadrolarından çok esnek olmalarını ve uygulayacakları özel işgal biçimini seçmek için her yerde güçlerin korelasyonunu çok fazla hesaba katarak her bölgedeki farklılıklara saygı göstermelerini ister.
Ülkenin çeşitli yerleri ve bölgelerinde işgallere katılmış bazı MST üyeleri, militanlar gibi şimdi yeni yerleşimler kurmak için yeni işgaller örgütleyerek bu deneyimlerin bilinmesi için zamanlarını adamaktadır.
90’larla başlayan tabandaki bu çalışma Frente de Masas tarafından örgütlenmişti. Bu MST’nin içerisinde örgütlenen faaliyet kesimlerinden biridir, ne var ki Christiane Campos’a göre, “bu sadece herhangi bir kesim veya faaliyet değildir, bu hareketin tam kalbidir, bütün harekete kan pompalar. Temel çalışma için kadroları harekete geçirir ve sonra onlar da MST’nin her tarafta büyümesini sağlarlar.”[8]
İşgal için uygun olduğu düşünülen alanın seçiminden mitinglere katılacak ailelere ve hükümetle müzakerelere kadar işgal süreci ve toprağın zaptı boyunca gerçekleştirilmesi gereken bütün faaliyetlerden sorumludur.
2. İŞGAL ÖNCESİ ÇALIŞMA
Her nasılsa, bir çiftliğe girdikleri an, hareketin önceden hesaba kattığı yolun zirvesidir. MST’nin ilk yaptığı şey işgal edilecek toprağı belirtmektir ve –eğer kitlesel bir işgal olacaksa- toprak edinmeyle ilgilenen ailelerin bulunabileceği civar kentleri, kasabaları ve cemaatleri de belirtmelidir.[9] Ve militanların aileleri işgal için söz verdirmeye çalışarak gittikleri yerler buralardır.
1) Tabanda Toplantılar
Tabanda bu çalışma genellikle “biriyle ilk bağlantının” kurulmasıyla başlar. Bunun “yöre içerisinde önemi olan biri” olmasına çalışılır: Bu, belediye başkanı, bir vekil, bir müsteşar olabilir, bir sendika ve hatta bir rahip olabilir. Bu şahıs cemaatin güvendiği ve Hareketle sıkı fıkı olan birisidir.[10] Bu kişi MST ve taban arasında “köprü” olacaktır; aileleri tarım reformu hakkında konuşacakları ilk toplantıya davet eder. Bu tür bir bağlantı olmadığında, bu işi, ev ev, yapan militanların kendisidir. Bir okul odasında veya bir kilisede olabilen bu ilk toplantıda Brezilya’daki tarım reformunu konuşurlar, MST hakkındaki her şeyi, neden mücadele ettiğini ve toprağın nasıl ele geçirilebileceğini açıklarlar.
Sorun basitçe ailelerin toprağı işgal “görevini” gerçekleştirmesi değildir, ne yaptıklarını ve neden yaptıklarını anlamalılar. İşgalin ardındaki gerekçeleri herkesle tartışmanın çok önemli olmasının nedeni budur. Sorusu olan bunları arz eder, fikirlerini söyler ve tartışır. Bu hareketin hoşuna gidecek gerçek katılımın çok önemli bir yönüdür. Ve tabandaki bu çalışmanın toprak mücadelesi önderlerinin bilinçliliğinin artmasına katkıda bulunacağına hiç şüphe yoktur. Bu ilk toplantı sırasında bir dahaki toplantı tarihi için anlaşırlar.
Gelecek toplantı için ilkindeki her katılımcı başka komşuları davet etmelidir. Dolayısıyla genelde eğer ilk toplantıda on kişi vardıysa, bir dahakinde 20, 30, 40 olacaktır ve mücadeledeki yoldaşları arttırabilmeleri bu şekilde olur.
Dört ya da beş toplantıdan sonra –çeşitli cemaatlerde paralel bir şekilde gerçekleştirilen- yeterince insan işgalle alâkadar olduğunda, bütün bu aileler birlikte bölgesel bir toplantı yapılır.[11]
Çoğunlukla önceden yerleştirilmiş olan bir MST üyesi de davet edilir ve o kendi deneyimlerini aktarır; ayrıca iyi-bilinen güvenilir liderlerden bazılarını davet edebilirler. Toplantıda eylem için gün ve saate karar verirler.
3. TOPRAK NASIL İŞGAL EDİLİR
Tarihi boyunca MST’nin başarılı bir şekilde örgütlediği sayısız toprak işgali ona bunları nasıl uygulamaya koyacağı hakkında zengin bir pratik bilgi sağladı. Telkinlerini aşağıdaki biçimde özetleyebiliriz:
Birincisi: işgal edilecek olan alan önceden teşhis edilmelidir. Toprağın fiziksel koşulları hakkında bir çalışma yapılmalıdır: suyun varlığı, aile bahçeleri imkânı, dışsal görünürlük, gelecekteki verimli koşullar vs. Olası engelleri önceden görmek ve en küçük ayrıntıya kadar her şeyi garanti etmek esastır. İyi toprak seçimi, kampçılar toprağın dağıtılmasını beklerken, daha iyi koşullar arayarak daha sonra bir başka yere geçilmesini mümkün kılar.
İkincisi: toprağın örgütlenen bütün aileler için kolayca ulaşılabilir olmasına dikkat edilmelidir. Genellikle bir latifundiya onu işgal edecek ailelere yakın, bölgenin merkez kısmından seçilir.
Üçüncüsü: eğer hükümet tarım reformunu uygulamaya koyma arzusuna sahip olursa, kamulaştırılabilecek bir toprak parçası seçilmelidir.[12] “Çok az veya hiçbir şey üretmeyen –toplumsal işlevini yerine getirmeyen” geniş bir alan seçmeye çalışmak zorunda olmalarının nedeni budur.[13] Bu MST’nin toprakları kamulaştırmak istediğini söyleyen sağ kanadın köylülerle savaşmak için kampanyalar örgütlemesinin önüne geçer ve hükümetin bu toprakları temizlemek için güç kullanmasına hiçbir neden bırakmaz.
Bu MST kuralı geçenlerde, Fernando Henrique Cardoso Yönetimi tarafından kabul edilen ve iki yıl geçmeden işgal edilen toprakların verilmeyeceğini ilan eden yeni bir yargı-kanunundan ötürü değiştirildi. Hareketin buna yanıtı ilk iş olarak hedefledikleri verimsiz toprakları elde etmek için daha büyük bir baskı silahı olarak verimli toprakları işgal etmek oldu. Bu nedenle, bu verimsiz toprakların dağıtılması için temel müttefikleri geçici olarak yerleştikleri latifundium sahibinin ta kendisidir.[14]
Dördüncüsü: bütün topraksızların tamamen katılması zorunludur, geleneklerde olduğu gibi sadece babanın katılması kabul edilmez. Çünkü, kadınların cesareti ve inisiyatifi genellikle mücadelenin en can alıcı anlarında belirleyicidir.
Beşincisi: çeşitli belediyelerden çıkan büyük köylü gruplarını seferber etmeye çalışarak mümkün olduğunca kitlesel olmalıdırlar.[15] “İşgal yerine hep birlikte varmaları toprak sahiplerinin şiddetinden sakınmak için” de uygundur.[16]
Altıncısı: tam işgal anına kadar işgalin yeri ve tarihi çok gizli tutulmalıdır. Harekete karşı olan insanlar tarafından bilinmesine meydan vermemek için sadece liderler bu olguları bilmelidir.[17] Hazırlık toplantılarının açık olduğunu hatırlamalıyız, dolayısıyla katılmak isteyen herkes katılabilir. Bu anlamda güvenilir olmayan insanların, ya da sadece “yoldaşlardan istifade etmekle ilgilenenlerin katılmasına meydan vermemek önemlidir. Bu insanlar kolayca pes eder, ya da polis ve toprak sahipleri için ihbarcı olur.”[18]
İzlenecek olan yol bütün grupla tartışılmalıdır: Seçilen alanda başlangıç noktasından bitiş sınırına kadar polis ya da hükümet tarafından fark edilmeye meydan vermemek için, dikkat çekmeyen herhangi bir dolambaçlı güzergâh ya da yol olup olmadığını bulmaya çalışmak.[19]
Yedincisi: son olarak, gerekli olduğu sürece kamp yaparken ihtiyaç duyacakları her şeyi önceden hazırlamalıdırlar: uzun bir süre dışarıya bağlı olmamayı temin etmek için çadırlar, yiyecek, nakliyat vb. temin edilmelidir.[20]
4. YASAL SORUNLAR
Her ne zaman bir işgal olsa, yasal sorunlar olur. Eğer toprak hükümete aitse, davaya karar vermesi gerekenin eyalet Federal Hâkimi olduğunu bilmek işgalciler açısından önemlidir, diğer taraftan eğer toprak özel mülkse, karar veren vilayet hâkimidir. Eğer ihraç emri bu iki kategoriden birine uymuyorsa, işgalin illegal olmasının nedeni budur.[21]
Eğer zorla çıkarılırlarsa, ihraca karar veren izin kâğıdı yetkisini kanıtlamalı ve mülk sahibi tarafından uygulanan eylem tipini incelemelidirler: mülk sahibi ihraçları için yasal bir belgeyle gelebilir (bu onların zaman kazanmasını sağlar), ya da hâkimden topraklarının derhal geri verilmesini rica edebilir. Bu durumda hâkim iki farklı biçimde harekete geçebilir: köylülerin polis eylemi aracılığıyla ihracına karar vermek ya da ihraçtan önce toprak işgalcilerini toplantıya çağırmak.[22] Kendisine anayasa tarafından verilen hakka dayanarak, mülk sahibi “meşru müdafaa” içerisinde de harekete geçebilir.[23]
5. MÜZAKERE
Bu işgal süreci devam ederken, topraksız çiftçiler devletle İşgal Müzakereleri Komisyonu aracılığıyla bu ailelerin yerleşimini görüşmeye çalışır.
1) Toplantılar (Audiencias)
İşgalden sonraki ilk adım “hükümetle ilgili gruplarla görüşmeyi amaçlayan, yetkililerle toplantılar örgütlemeye” çalışmaktır. En yaygın sonuç işçilerin boş sözlere dönüşecek olan birçok vaatle ayrılmasıdır. “daha sonra, olumlu bir sonuç olmadan önce yıllarca sürebilen görüşmeler süreci başlar”[24] MST’nin yetkililerle bu toplantıları iki özellik tarafından belirlenir:
Birincisi: “köylüler her zaman geniş gruplar içerisinde görüşür. Bazı toplantılara MST’nin kitlesel müzakereler olarak adlandırdığı gerçek halk yığınları katılır.”[25]
İkincisi: “köylüler aldıkları sözlerin hiçbirini unutmazlar.” Duyduklarına inanırlar. Tatlı konuşmanın onları sakinleştireceğinden emin olan iktidardaki politikacılar bir takım şeyler vaat eder ve daha sonra sözler unutulur.”[26] Ancak bu doğru değildir, topraksız insanlar unutmazlar ve tekrar ve tekrar taleplerinde diretirler.
2) Eylem Yoluyla Öğrenme
İşgal sırasında müzakere aynı zamanda bir bilgi alanına dönüşür ve şu anda onların dengi olarak görünen yetkililerden önce köylülerin tutumlarında bir değişimi gerekli kılar. “Eğer toprağı olmayanlar geçmişte tepki göstermekten korkmuş olsaydı, şimdi de onların tepkisinden korkan yetkililer olurdu ve bu onlara eşit şartlar verir.”[27] Müzakereleri daha lehte bir atmosfer içerisinde gerçekleştirmek için yerel şahıslar ve kurumlar arasında (vekiller, sendikalar ve kiliseler) müttefikler aramak çok önemlidir.
- 6. BASKI ARACI OLARAK İŞGAL
1) Politik Baskı ve Müzakere
Daha önce söylediğimiz gibi, işgal bir politik baskı biçimidir. Görüşmeye ivme kazandırmayı amaçlar. Pratik “en iyi görüşmelerin işgallerin bir sonucu olarak olduğunu” kanıtladı[28] çünkü eğer “hükümetle görüşmekle başlarsanız, sadece görüşerek, sonuç olarak hiçbir şey elde edemezsiniz.”
Kitle hareketinin genç bir lideri şöyle diyor: Tarım reformunu uygulamaya koymakta hiçbir politik çıkarları yoktur. Daha sonra öğrendik: toprağı işgal edeceğiz ve baskı sarf edeceğiz; eğer bizimle görüşmek isterlerse, iyidir, ya ayrılırız ya da teslim oluruz, aksi takdirde orada kalırız.”[29]
Genellikle, eğer görüşme iyi hazırlanmışsa, ve gelecek yerleşimcilerin lehine bir anlaşmayla gelmişlerse, bu aileler işgal ettikleri aynı toprağı talep etmezler, ancak söz konusu toprak işgalin meydana geldiği aynı bölge içerisinde olmalıdır.
Bundan sonra işgallerin amacı “topraksız köylülerin sorunlarını yönetici çözümleriyle görüşmek ve işlenmemiş topraklara üretim yaptırmaktır. İşgalin kent işçilerinin grev hakkıyla karşılaştırılmasının nedeni budur: bu haklarını istemek için bir mücadele aracıdır. Topraksız insanların hiç grev yolu yoktur, insanlar hazır olduğunda işlenmemiş toprakların yanı sıra bunları işletmeye ve gıda üretmeye istekli insanlar olduğunu kanıtlamak için baskı ortaya koyma imkânları latifundia işgal etmektir.”[30]
2) Adil Olmayan Yasal Engelleri Parçalamak ve Adil Kanun Ortaya Çıkarmak
İşgaller aynı zamanda var olan yasallığı sorgulamanın bir yoludur. Bunlar kanunların egemen sınıfların yararlanması için yapıldığını ve bu yasal engeli insanlar tarafından sarf edilen baskı ve diğer özel mücadele araçları yoluyla parçalamanın örgütlü hareketlere bağlı olduğunu gösterir.[31]
Bu mücadele aracılığıyla MST bu işgallerde evden çıkarılma suçuna karşı bir dizi yasa elde edebilmiştir: eğer topraklar faydasız ya da yeterince işlenmişse yasa artık bir başkasının toprağını işgali cezalandırmayacaktı. Bu en zengin kesimlere fayda sağlayan yasaların ancak örgüt ve insanların baskısıyla değiştirilebileceğini gösterir.[32]
Topraksız insanlar aşağıdaki biçimde düşünür: “yasa, toprağı toplayan, çok az üreten ve milyonlarca insanı haysiyet içerisinde yaşamaktan alı koyan latifundiuma ait özel mülkü korur.” Bu nedenle “bu adaletsiz bir yasadır. Ve hiçbir insan adaletsiz yasalara boyun eğmeye zorlanamaz. Yüzyıllardır, bu yasalara karşı ve yaşamdan yana açık ve titiz bir şekilde adaletsiz yasalara boyun eğmemek halk hareketleri mücadelesinin bir aracı oldu.”[33]
Topraksızların fikrince, “Hıristiyanlar Şebat[1] ve kutlama yılı sırasında Geri Alma Hakkını tanıyan İncil aracılığıyla toprak işgalini meşrulaştırır. Bu toprağını kaybeden kişinin –kendisi ya da soyunun- toprağı elinde bulunduran kişiden, herhangi bir zaman diliminde, kurtarma hakkı olduğu anlamına gelir. Bu Tanrının toprağı herkese verdiği ilkesine dayanan kamusal bir yasasıydı. Eğer toprağına toprak katan kişi onu geri vermezse, bundan etkilenen kişi kendisine ait olanı geri almak için güç kullanabilir […].”[34] Eğer bu kitabı mukaddese ait yorumu kabul edersek, köylüler kendilerine ait olan şeyi işgal etmektedir ve sadece birkaç elde toplanan toprak yasaktır.
Dolayısıyla işgal meşrudur, birincisi, yaşamı savunmaktan kaynaklandığı ve araçların zapt edilmesi hayatta kalmak için olduğundandır, ikincisi, toplumun marjinalleştirdiği insanlar tarafından uygulamaya konmasından ötürüdür, üçüncüsü, sahipleri için ya da toplum için hiçbir ekonomik anlamı olmayan verimsiz topraklar üzerinde yapılmasından ötürüdür.[35]
Diğer yandan, Brezilya’da prestiji olan birçok avukat toprağın toplum için hiçbir yarar sağlamadan tek elde yoğunlaşmasının sadece adaletsiz değil, aynı zamanda yasa dışı olduğunu düşünür. “İşgallerin sadece haklı olmakla kalmadığı aynı zamanda yasal olduğu fikrini savunurlar.”[36]
Avukatlara göre, bir hâkimin yapması gereken bir işgal olduğunda, işgal edilen alanın teknik bir incelemesini istemektir ve eğer alanın bir latifundium olduğu doğrulanırsa,[37] onun kamulaştırılması talep edilmelidir. Bundan sonra hükümet mülkiyet hakları sahiplerini (Tarım Reformunun Mülkiyet Hakları, 20 yıl sonra ödenmesi gereken) saptamak zorunda kalacaklar ve işçilerin üretmeye başlamasını ve toprağı toplum için faydalı hale getirmelerini isteyeceklerdir.
Ancak tarihsel olarak hâkimler bu şekilde davranmadı. “Anayasayı uygulama cesaretleri yoktur. Sivil Yasaları uygulamanın ve ailelerin ihraç edilmesini talep etmenin konforlu konumunu tercih ederler.” Buradaki kazanım hakimler tarafından verilen ihraç mühletinin uzatılması, böylece hükümetle görüşmek için daha fazla zaman kazanılması ve en azından bu ailelerin durumuna geçici bir çözüm aranmasıdır.[38]
İşgaller “tarım reformunu gerçekleştirmek ve bütün toprakların toplumsal işlevini yerine getirtmek için anayasal yetkiyi pratiğe aktarmanın bir yolunu” temsil etmesine rağmen, aynı zamanda kendi içerisinde mevcut yasalara karşı sivil itaatsizlik eylemleridir.[39]
- 7. ÖZNEL ZAFERLER
1) Örgütlü İsyanın İfadesi ve Sınıf Bilinçliliğinin Oluşumu
İşgal aynı zamanda örgütlü isyanın ya da toplumsal sorgulamanın bir yoludur. Bir latifindumu işgal eylemi topraksız insanların yaşamında muazzam bir değişimi gerekli kılan açık bir itaatsizliği simgeler: İşgal, her zaman bir başkasına itaat etmelerini –patron, baba, belediye başkanı olsun- ve kafalarını eğmelerini[40] gerektiren geleneklerini parçalar, köylünün yaşamındaki iki çok güçlü duyguyu ortadan kaldırır: bunlar korku ve konformizmdir.[41]
Öte yandan, toprak için mücadele sermayeye, temellüke ve sömürüye karşı aralıksız bir mücadeledir. “bu kapitalistler ya da toprak sahipleri tarafından dışlanmalarına karşı topraksız işçilerin mücadelelerinde geliştirilen bir eylemdir.”[42] Salete Caldart’a göre, işgal aracılığıyla sınıf mücadelesi açıklık kazanır: Büyük toprak sahiplerinin alanını işgal ettiklerinde kendilerini içinde buldukları mücadele, MST’ye bağlı kadın ve erkekler açısından köylülerin sınıf bilinçliliğine katkıda bulunan bir deneyimdir: Telleri kesmeden ve alana girmeden hemen önce, işçi çok açıkça çelişkiyi ve sınıf farkını görür –bir yanda, verimsiz çok büyük toprak arazileri, kendisini destekleyen polisle birlikte kibirli bir burjuvazi; diğer yanda bununla beraber örgütlü işçiler, topraksızlar.[43]
2) Eski Değerlerin Yenileriyle Değiştirilmesi
İşgal topraksız insanları hazırlayan ve dünyayı kavrama biçimlerinde “yavaş fakat derin değişimleri” başlatan en zengin deneyimlerden biridir. Toprağı işgal ettiklerinde, her nasılsa topraksız köylüler yüce özel mülkiyet değerini parçalamaya ve topluma –ve kendilerine- toprağın “yaşam ve emek gibi değerler” tarafından denetlenmesi gerektiğini anlatmaya başlarlar.[44] Bazı değerleri ortadan kaldırmaya ve örgütlenme gibi, başkalarını yaratmaya ya da yeniden bulmaya başlamaları bu şekildedir.[45]
3) Yeni Bir Kimlik İnşa Etmek
İşçiler açısından en küçük toprak arazisi olsa bile, her nasılsa, bilinmeyen gerçekliklerini geride bırakarak, onu işgal etmek bu toplumsal koşullara karşı tepki göstermenin bir yoludur. Harekete katıldıklarında, ikinci bir soyadı elde ederler: Topraksızlar[46]
4) Örgütlü Olmanın Önemi
İşgal, köylü ailelerin eğer işgalin başarılı olmasını ve daha sonra hayatta kalabilmeyi istiyorlarsa, diğerlerine katılmalarını ve şahsen örgütlü olmanın önemini anlamalarını sağlar.[47] Eğer kolektif olmak yerine, işgal bireysel olsaydı, köylüler “cani” ya da “suçlu” olarak adlandırılırlardı, ancak örgütlü bir grup tepkisi olduğu için, genellikle toplum başka bir tutum benimser.[48]
SONUÇ
Kısacası, toprak işgali Brezilya’nın toprak mücadelesinin en etkin aracı ola gelmiştir. Bu köylü mücadelesinin görünmesini sağlar ve toplumu taraf olmaya zorlar. Aynı zamanda, yoksula yardım eden yasalar olsa bile, bunların ancak bir toplumsal inisiyatif bulunduğunda uygulamaya konduğunu kanıtlar. Brezilya’nın Anayasası toprağın toplumsal işlevine göre oldukça ilerici olsa bile, sadece köylülerin toplumsal baskısı işlenmemiş toprakları çalıştırmaya can atan küçük köylülere dağıtımlarını hızlandırabilmiştir.[49]
İŞGAL Mİ YOKSA İSTİLAMI MI?
Kamuoyunu MST’ye karşı kışkırtma çabaları kapsamında, medya bir kere daha MST tarafından gerçekleştirilen işgalleri “istilalar” olarak ve bunlara katılan çiftçileri de “istilacılar” olarak –ancak asla “işgalciler” olarak değil- tanımlar.[50]
“İstila” kelimesinin –bu hem hükümet hem de medyanın gözde kelimesidir- olumsuz etkisi açıktır.[51] “İstila etmek bir şeyi birisinden” zor eylemiyle almaktır. “İşgal etmek” boş bir mekanı doldurmaktır, “bu durumda, topraklar toplumsal işlevlerine intibak etmez.”[52]
Farklılık işgal yasal olmasına rağmen, istilanın yasak olmasından kaynaklanır. “İstila” kelimesi eğer toprağa ihtiyacı olmayan birisi bir başkasına ait bir araziyi gasp ederse doğru bir şekilde kullanılmış olur. Bu ifade öyleyse sadece çok uluslu şirketlere karşı kullanılabilir: Çok uluslu şirketler Brezilya’nın her yanında milyonlarca hektar toprağı istila etmişlerdir.[53]
III. KAMP
İşgal aslında nispeten kısa bir süre devam eder: Toprağa girmek zaman alır. Toprak bir kere işgal edildiğinde, aileler kamp kurar: şu meşhur siyah çadırları, geçici barınaklarını hazırlarlar. Kamp işgal edilen toprakta, hükümetten ya da MST ile dayanışmayı düşünen özel bir şahıstan devr alınan bir arazi üzerinde ya da son çare olarak, yol kenarında kurulabilir.
MST tarihinde ilk büyük kamp Encruzilhada Natalino’da (1981) olandır. Topraksız insanları mücadelelerinde seferber etmek için en önemli araç haline gelen bu örgütsel yapı, bu ve bunu takip eden diğer kamplarla kendisini güçlendirmiştir.[54]
Kampın üç amacı vardır: tarım reformu için yetkililer üzerinde baskı yapmak, ki böylece seferber olan köylülere toprak verilecektir; işgalcileri eğitmek ve onları seferber etmek; ve toprak mücadelesinden kamuoyunu haberdar etmek.[55]
1. KAMP ÇEŞİTLERİ
Farklı kamp çeşitleri vardır, bunların arasında geçici ya da sürekli olanlar vardır, ve bu ikinci kategori içerisinde açık olanlar vardır.
1) Geçici Kamplar
Geçici kamp, yetkililerin dikkatini çekmek, çalışmak ve izlenecek yola karar vermek ve hükümete yeni istemler sunmak için geçici bir temelde kurulur. Mühletin sonu geldiğinde ya da amaçlar elde edildiğinde kamp dağıtılır.[56]
1999’da, örneğin, MST bir dizi ihraçtan ve Parana Eyalet hükümetinin Quenrencia do Norte bölgesinde kamp yapan köylülere yönelik çok şiddetli saldırılarını kınamak için Curitiba Kent Merkezi’nin önünde, 100 günden fazla, kamp kurdu. Bu zorla çıkarmalardan biri sırasında, 49 köylü haksız bir şekilde gözaltına alındı ve bazıları 70 günlüğüne cezaevine yollandı; diğerleri ise aşağı yukarı dört aylığına cezaevine yollandı. “bu eyleme katılan topraksız köylülerden biri Paulo de Marck şöyle demektedir: “tek suçları bir toprak parçası için mücadele etmeleriydi”.[57] Kamp “öncelikle, haksız bir şekilde hapsedilen yoldaşlarının özgürlüğünü ve askeri polisin, hükümetin ve devlet güçlerinin Parana köylülerine eziyetlerine son verilmesini[58]; ikinci olarak, Parana eyaletinde kamp yapan 9000’den fazla aileye toprak; ve üçüncü olarak, biz yerleşimcilerin üretmek için ihtiyaç duyduğu kaynakların tayin edilmesini[59]” istemek için kurulmuştu.
Bu kampta eyaletin farklı bölgelerinden, toplam olarak yaklaşık 500 köylü kadın, erkek ve çocuktan oluşan, her bölgeden 50 ya da 60 insan, aileler vardı. Hepsi bölgeler tarafından düzenlenen, her grubun kendine ait kolektif mutfağının olduğu aynı barakalarda yaşıyordu. Kampın duşu ve banyosu; uydurma depolar ve borularla aktarılan su vasıtasıyla giyecekleri yıkamak için bir yeri; bir anaokulu ve insanların gündüz vakti gittikleri politik eğitim için büyük bir salonu vardı. Ayrıca kamp içerisinde bir fırın inşa ettiler: ekmeğin bir kısmı kampçılar içindi ve diğer kısmı gerekli malzemeleri satın alabilmek için satılıyordu. Bir de üretimi kendi kullanımları için olan tamamen organik sebze bahçesi vardı.
Gün boyunca, eğitim faaliyetleri, mutfak ve silip süpürme işinin yanı sıra, hükümetle görüşmelere katılan topraksız köylülerden oluşan komisyonlar meydana getirilirdi. Mark şunları diyor: “Eğer tencerenin altındaki ateşi yakmazsak, su asla kaynamayacaktır. Hükümet işçilerin dilekçelerine ancak halk baskısı olursa yanıt verir.”
2) Sürekli Kamplar
Sürekli kamplar olarak adlandırılır çünkü kamp yapan ailelere bir çözüm bulunana kadar devam eder ve politik momente bağlı olarak aylarca hatta yıllarca devam edebilir.[60]
1995’de MST bazı eyaletlerde kesintisiz açık kamplar deneyimine girişti. Bunu bu şekilde adlandırdılar çünkü kamp yapan ailelerin orijinal sayısı onlara katılan yeni grupların sonucunda artar. Bazı eyaletlerde açık oldukları dönem sınırlıdır – örneğin, yaklaşık 30 gün- ve daha sonra kapanırlar çünkü yeni grupların sürekli artmasıyla en uzun kamp yapan grubun olgunlaşmasını ve bilinçliliğini zayıflatabileceğine inanılır. Diğer eyaletlerde halen bölgeye yerleştirilmek için mücadele veren aileler bulunduğu sürece açık olurlar. Sonunda bir grup kampçı yerleştirildiğinde, yeni topraksız aileler kampta onların yerini alır. Bu durumlarda kampları açık tutmak için izlenen ölçüt, aileleri zorla çıkarmak için polis gücü kullanımını engellemenin bir yolu olarak, kampların kitlesel olma zorunluluğudur.[61]
3) MST’nin Organik Kullanımı için Kamplar
Hareket büyük toplantılar, eyalet toplantıları, ulusal kongreler, kitlesel dersler vb. şeyler gerçekleştirmek zorunda olduğunda da kampları kullanır.[62]
2. KAMP NASIL ÖRGÜTLENİR
Kamplar hareketin örgütsel sürecine başlamak için ideal yerlerdir. Bu denli geniş ve heterojen birçok insanın kampta yaşamlarını sürdürmesi için çok iyi bir iç örgütlenmeye ihtiyaç duyulur.
1) Aile Grupları: MST İçerisindeki Temel Örgütlenme
Topraksız insanlar bir toprak parçasını işgal ettiklerinde, kendilerini işgalden önce aile grupları içerisinde, hatta bazı durumlarda hazırlık niteliğinde mitingler yapıldığında örgütlerler; diğer durumlarda işgalden sonra örgütlenirler. Bu aile grupları tabanda çalışan MST militanlarının –bunlar kitle liderleridir- sorumluluğundadır.
Başlangıçta gruplar küçüktü, 8’den 10’a kadar, ancak daha sonraki pratikler, aynı yerden geldikleri için birbirlerini tanıyan bu küçük ailelerden oluşan grupların en küçük neden için kendi aralarında tartışmalara girdiğini, böylece geniş bir ufka sahip mücadelelerini kaybettiklerini gösterdi. Bu nedenle, bu rakam bazı kamplarda halen kullanılsa da, çoğunluğunda farklı yerlerden köylülerden oluşan 20 ile 30 arası aile vardır. Bu onların sınırlı bir hakikat görüşünün ötesine geçmelerini ve iç meseleler üzerine aşırı tartışmalardan sakınmalarını sağlar.
Kamplar genellikle toplantılara katılan bekâr insanları ve birçok çocuğu –yaklaşık 40 ile 50 insan- içerdiğinden ötürü, toplantılara çok yüksek bir sayıda insan katılmaz, ancak bu, dinamik bir katılımın yaratılmasına yardımcı olur.
Bu aile grupları MST yapısının parçasıdır. Bu, hareketin kamplar içersinde tabandaki örgütlenme tarzıdır ve yerleşimlerde devam etmelidir. Üyelik zorunludur. Bütün aileler tabanda bir grubun parçası olmalıdır ve bir kampta yerine getirilmesi gereken bazı farklı günlük işleri üstlenmelidir.
Bu grupların örgütsel ve eğitimsel amaçları vardır. Burası köylülerin bireyciliklerinin üstesinden gelmeye ve kolektif iş hakkında daha fazla düşünmeye başladıkları yerdir; kafası başka bir mantıkla çalışmaya başlar. Sonuç olarak, bu aile grupları MST’nin toplumsal temelleridir.
2) Faaliyet Bölümleri
Aile gruplarıyla ilk defa kamp örgütlemeye başladıklarında, topraksız köylüler aynı zamanda yiyecek, sağlık, temizlik, eğitim, din, neşe, finansman, eğlence ve sporlar vb. bağlantılı olan farklı komisyonlar ya da çalışma ekipleri yaratır. Bu gruplardaki katılımcılar çoğunlukla zorunlu çalışmadan gönüllü çalışmaya geçmeye arzulu, zamanlarını Harekete adamaya daha eğilimli olan insanlardan meydana gelir. Örneğin bazı insanlar sağlıkla ilgili görevlerden sorumludur; diğerleri, eğitim, kontrol vs. sorumludur. Bu görevlerin her biri için bundan sorumlu olacak bir kişiyi seçerler, ve o kamptaki her ayrı faaliyet bölümünün parçası haline gelir. Kadınlar bu faaliyetlerin çoğunluğunda önde gelir ve her gün hareket içerisinde daha fazla sorumluluk üstlenmektedirler.
3) Genel Meclis
Kamp içerisinde en yüksek karar alma seviyesi kamp yapan ailelerden oluşan genel meclistir.[63]
Bu aşamada, harekete geçilmesi için değerlendirmenin ve incelemenin yanı sıra, bu özel bölge ve alanda mücadele için genel ve özel koşullara ilaveten ülkenin genel atmosferini gözden geçirmek için periyodik durum incelemeleri olur. MST’den bir kadro devletle ve merkezi hükümetlerle görüşmelerin nasıl gittiği üzerine bir rapor verir. Bu da kampçılara ülkenin küresel koşullar içerisindeki belli mücadelelerle bağlantı kurmaya başlamasına yardımcı olur.
4) Genel Koordinasyon Sistemi
Ayrıca kamp içerisinde bir bütün olarak toplumla ilişkileri ve görüşme süreçlerini yönlendirmenin yanı sıra bütün bölümlerdeki işi birleştirme misyonu olan genel koordinasyon için bir sistem vardır. Bu koordinasyon aile gruplarının liderlerinden (genellikle, her gruptan bir kadın ve bir erkek) oluşur. Eğer kamp çok genişse, daha küçük bir komisyon seçerler böylece toplantılar daha düzgün olacaktır.
5) Örgütsel İlkeler
Kamplarda örgütlenmeye yön veren ilkeler demokrasi, karar alımına herkesin katılımı, görevlerin bölüşümü ve kolektif önderliktir.[64]
Bir zaman sonra, bu ilkeler topraksız köylülerin günlük hayatıyla kaynaştırılır. Bu köylünün bir kamp meclisinde başlayabilecek ve başka kamusal alanlarda devam edebilecek farklı sosyal ilişkiler kurmasını, katılım hakkı için savaşan bir yurttaş olmayı öğrenmesini gerektirir.[65]
Katılım gösterebilmek için, topraksız köylüler dinlemesini, tartışmasını, fikirlerini savunmasını, önerilere oy vermesini, komşusunun, eşinin, çocuğunun fikrine saygı duymasını öğrenmelidir çünkü kamplarda hepsi eşittir.[66]
6) Parasal Kaynak Sağlama
80’lerde, kamplar gıda, giyecek ve ilacı esas olarak topraksızların mücadelesini destekleyen kurumlardan ve cemaatlerden alıyordu. Ancak 80’lerin sonundan beri, MST tarafından gerçekleştirilen yerleşimlerin sayısındaki artıştan ötürü bunların katkıları arttı. Farklı biçimlerde birlikte çalışırlar: yiyecek verirler, işgaller için kamyon ve toprağı işlemek üzere traktör ödünç verirler. Bu destek bu yerleşimler kooperatiflerle birleştirildiğinde daha da önemli olur.
Kamp genellikle kendisini kampçıların çalışmasıyla ayakta tutar. Zapt etmek istedikleri kamp aynı toprakta olduğunda, karşılıklı yardımı kullanarak üretime başlarlar. Diğer durumlarda, hayatlarını sürdürmelerinde kampçıların ailelerine yardım etmek için, çoğunlukla kampın dışındaki çalışma kaynaklarını düzenlerler. Bunlar elmaları, fasulyeleri, pamuğu vb. şeyleri toplamak gibi geçici tarım hizmetleridir.
Kampın önderliği belli bir sayıda kampçıyı bunları yerine getirmek üzere rotasyon temelinde seçerek kampın dışındaki bu hizmetleri örgütler, çünkü her zaman aynı anda herkes için yeterli iş bulunmaz. İşçi kazancının %50 kadarını kampın fonuna verir. Her hafta kazançları hakkında bir kamu raporu verilir, böylece bütün para tamamen şeffaf bir biçimde kullanılır. Bu koşullara bağlı olarak, açık bir mecliste ya da aile gruplarının toplantılarında yapılır.
Bazı durumlarda, güç bir ekonomik durum olduğunda, ailenin başı ailesinin geri kalanı kampta kalırken kente çalışmaya gider. Bu Brezilya’nın özellikle Kuzey ve Kuzeydoğu bölgelerinde meydana gelir. Bütün bu destek sayesinde, MST işgallerin sayısını arttırabilmiş, direnişini yükseltmiş ve aynı zamanda birçok işgal gerçekleştirebilmiştir.[67]
3. KOLEKTİF YAŞAM İÇİN ALAN VE ÖRGÜTLENME İÇİN OKUL
Kamp sosyalleşme için, kolektif yaşam açısından geniş bir alandır. Ve aynı zamanda, örgütlenme için bir okuldur. Kamp yaşamında ilk elle tutulur olgu bu mekânın köylünün bir grup içerisinde yaşamasını sağlamasından ötürü köylünün kişiliğine özgü izolasyonu parçalamasıdır; öte yandan, bu koşullar altında kişisel ve aile bekasını sağlamanın tek yolu budur.[68]
Kamptaki yaşam her kişiye beraberlerinde getirdikleri bireyciliği daha kolektif bir davranışa dönüştürme imkânı verir. Dayanışma kampta görünen en temel değerlerden biridir. Komşunuzla dayanışmanız pratik bir zorunluluk haline gelir: Yiyecek herkes için yeterli değildir, baskı herkese karşı sergilenebilir, rüzgar birçok çadırı tahrip edebilir, mücadeleyi terk etme tereddüt ve isteği herhangi bir zamanda içlerinden her birini ya da birçoğunu etkileyebilir.
Dayanışma ihtiyacı aşağıdaki sözlerle ifade edilebilir: “zafere ya hepimiz ulaşacağız ya da hiçbirimiz ulaşamayacağız.”[69] Bu, koşulların bireysel ya da ailenin bakış açısından daha çok, nasıl dayanışma içerisinde olunacağını ve gerçekliğe kolektif bir bakış açısından nasıl bakılacağını öğrenme ihtiyacını ortaya çıkardığı anlamına gelir.
Ayrıca daha önce belirtilen malzemeleri kolektif bir biçimde kullanarak her bireyin belli bir rol üstlendiği ve çalışmasını kolektif hizmete kattığı bir hayat örgütlenir.
4. KAMPTA SÜREKLİLİK VE ŞİDDET
Kampın varlığını garantilemek “toprağın ele geçirilme mücadelesinin başarısı için esastır.”[70] MST’yi karakterize eden pratiklerden biri toprak elde etmek için seferber edilen ailelerin toprak kendilerine dağıtılana kadar kampta kalmak zorunda olmasıdır. Diğer hareketler görüşmeler başladığında aileleri başlangıç yerine geri döndürürler, çünkü yetkililer tarafından verilen sözlere itimat ederler. Kampın baskısı olmadan, toprağın kalıcı olarak verilmediği hareketin deneyimleriyle kanıtlanmıştır.[71] Hâkimlerin ve politikacıların işgallere ilişkin farklı tutumları saygıyla kabul etmesini zorlayan katiyen bu direniş pratiği olmuştur.[72]
1) İhraçlar ve Direniş Biçimleri
MST’nin tarihi boyunca “silahla yaralamalar ve dayaklardan ötürü ölüler ve geri kalan köylülerin yaşamlarında devam eden izlerle birlikte, birçok şiddetli ve vahşi zorla ihraçlar” oldu.[73] Bu, görüşmeyi reddeden ve hiçbir çözüm önermeyen hükümet ya da yargıcın boyun eğmez tavırlarının sonucudur.
Bu olgular topraksız insanlar arasında “onurlu bir yaşam için alternatif olarak” ihraçlara direnmeyi, sivil itaatsizlik uygulama kararlılıklarını olgunlaştırdı. Köylüler birçok defa şunu ifade etti: “Biz açlıktan ölmektense kavga ederek ölmeyi tercih ederiz.”[74] Bu kolektif bir politikadır, bir “mücadele aracıdır.”[75]
2) MST Barışçıl Mücadeleyi Destekler
Direnme kararının şiddeti seçmek anlamına gelmediğini açıklamalıyız, çünkü MST’nin desteklediği mücadele barışçıl bir mücadeledir. Kendilerini polis saldırganlığından korumak için kullandıkları tek silah kendi vücutları ve çalışma araçlarıdır: Palalar, çapalar, oraklar, odun parçaları ve tehlikeli anlarda eski avcılık tüfekleri. Hareket polisle karşı karşıya gelmekten kaçınmaya çalışır, buna hazır olmadığını bilir, çünkü polis silahları -tabancalar, tüfekler, makineli tüfekler, gözyaşı gazı, atlar, köpekler ve helikopterler gibi- onların sahip oldukları savunma silahlarından çok daha güçlüdür.
Ancak bu sadece daha az olumlu teknik koşullardan ötürü karşı karşıya gelmekten sakınma meselesi değildir; hareket bundan çoğunlukla sakınır çünkü onların amacı şiddet değil, toprağı ele geçirmektir. Gözlemlediğimiz kadarıyla, çok büyük mülklerini ellerinde tutmak isteyen ve bu yüzden bunlar faydasız olduğunda geleneksel baskıcı özel birlikleri kullanma gereksinimi duyan ya da kendilerine ait sözleşme altında paramiliter insanlar oluşturanlar Brezilyalı büyük toprak sahipleridir.
3) İhracın Önüne Geçilemediğinde Yapılanlar
İhraçtan kurtulamadıklarında “aileler kampı başka alanlara taşır –örneğin, yol kenarına veya kendilerine belediyeler ya da diğer kurumlar tarafından verilen arazilere. Yol kenarından zorla çıkarıldıklarında, en yakın yerleşimlerde kamp kurarlar […].”[76]
5. Kampçılar Tarafından Kullanılan Diğer Mücadele Biçimleri
Kamp var olduğu sürece, hareket örgüt ve eğitim için sadece yoğun bir iç faaliyet gerçekleştirmez, aynı zamanda dış çalışma yapar. Kafalarında iki amaçla bir dizi farklı faaliyete girişirler: Bunlar, kamuoyunu sarsmak ve yetkililer üzerinde baskı yapmaktır.
1) Kamp içerisindeki Yetkililerle Halk Mitingleri
Kampçılar “örgüt temsilcilerinin kampçıların katlandığı duruma yakınlık duyması ve orada toplanan insan yığınlarına maksatlarını doğrudan açıklamaları için”[77] zarif bürolar yerine örgütün temsilcileriyle birlikte kampçılar tarafından işgal edilen yerde halk mitingleri düzenler.
2) Yürüyüşler ya da Toplu Yürüyüşler
Yürüyüşleri ya da toplu yürüyüşleri de desteklerler. Toplu yürüyüşler fikri MST’yi toplumdan izole etmek için hükümet tarafından desteklenen bir taktiğe yanıt olarak ortaya çıktı. Medya meydana gelen işgaller üzerine hiçbir şey yayınlamadı ve sistematik olarak onların taraf tutan mücadelesini görmezlikten geldi. Bu koşullarda ne yapılacağını bulmaya çalışırken, MST eğer farklı kasabalar içinden geçecek örgütlü yürüyüşleri örgütlerse, bunun hükümet ve sağın ortaya koyduğu olumsuz kampanyaya karşı koymak için iyi bir formül olacağı sonucuna vardı.[78] Toplu yürüyüşler bir taşla birçok kuş vurdu: medyanın ve halkının toprak sorunu üzerine ve MST’nin elde etmek için mücadele ettiği hedeflere dikkat çekti ve politikacılar üzerinde baskı kurdu.
Bazı toplu yürüyüşler, kasaba ve kentlerden geçerek, 500 kilometreden daha fazla yol kat eder. Herhangi bir yerde uyur, halk mitingleri örgütler ve “halkı tarım reformunun gerekliliği hakkında bilinçlendirerek ve onları mücadeleye katarak” gezileri boyunca toplantı ve kutlamalara katılırlar. MST bir milyondan fazla insanı bu eylemlere toplayabilmiştir.[79]
MST ayrıca Brezilya’nın tarımsal döneminden istifade ederek ve köylü mücadelesinden yana uluslararası geziyi kutlamak için –bazen kendi başına, başka zamanlar diğer hareketlerle birlikte- hemen hemen her yıl Nisan’da eyalet başkentlerinde yerel etkinlikler düzenler. “Kır işçilerinin durumuna, politik atmosfere ve yöneticilerin tutumlarına bağlı olarak bu yürüyüşler toplumsal çatışmanın fitili olabilir.”[80]
3) Toplu Oruç ve Açlık Grevleri
Toplu oruç ve açlık grevleri MST tarafından çok kullanılmadı. Toplu oruç kamusal bir yerde gönüllü olarak yemek yememeye dayanır. Bu eylem aç köylülerin her gün nasıl öldüğünü ve “onları gerilla savaşçıları olduğu yalanıyla suçlayanları kamuoyuna kanıtlayarak, topraksız köylülerin barışçıl tutumunu, konuşmaya hazır oluşlarını” göstermeyi amaçlar.[81] Genel olarak, yöneticiler işçilerin isteklerini dinlemeye karar verene kadar belli bir mühlet (üç günden beş güne kadar) oruç tutarlar.
Açlık grevleri “yetkililer üzerinde sürekli bir baskı sürecine bağlı olan, kamuoyunun hükümetin grevcilerin hayatını tehlikeye atmaktan kaçınmasını talep eden birçok fikir ve hazırlık ile” sadece uç durumlarda kullanılan bir mücadele aracıdır. Bu sadece “artan sayıda hayat tehlikede olduğunda ve onları kurtarmak için hiçbir şey yapılamadığında” mazur görülür.[82]
4) Kamu Binalarının İşgali
Tarım reformuyla ilişkili bazı hükümet ya da kurumların topraksız köylülerin isteklerine gösterdikleri kayıtsızlıktan dolayı, MST baskı ortaya koymak için daha güçlü yöntemler aramaya zorlandı: kamu binalarının işgali somut taleplere bağlandı. Bu işgaller görüşmeden sorumlu olup vaatlerini yerine getirmeyenleri ifşa etmeyi amaçlar.
Bu eylemlerden bazılarına katılmış olan Marcelo Enrique Batista şunu vurgular: “Örneğin, hükümetin aileleri yerleştirmesi ve onlara tarım reformu için mali destek vermesini talep etmek için INCRA’yı –INCRA tarım için sübvansiyonlar sağlamaktan sorumludur- işgal ederiz. Ve bir yanıt alana kadar ayrılmayız.”[83]
Hükümetin temsilcileri hiçbir cevap vermediğinde ya da onları ağırlamayı reddettiğinde genellikle MST bu tarz mücadeleye baş vurur. Bu işgallerin bazısı günlerce sürebilir ve bunlar aralıksız baskı ortaya koymanın bir yoludur.[84]
5) Kamusal Yerlerde Kamplar
Durum gerektirdiğinde, topraksız köylüler yetkililer taleplerine yanıt vermeye karar verene kadar onlar üzerinde baskı sağlamaya çalışarak, kentlerin merkezinde kamplar kurar. Kırsal bölgenin dışında bir kampın, başka insanların sorunlarına karşı gözlerini kapatan kent insanları arasında –en azından görsel bir bakış açısından- güçlü bir etki yarattığına hiç şüphe yoktur. Hemen hemen her zaman, yöneticiler bu tarz eylemi bertaraf etmiştir.[85] Kendi burunlarının dibinde yolsuzluklarının açık kanıtının bulunmasından hoşlanmazlar.
6) Yeniden İşgal
Kampçılar zorla çıkarıldıkları bir latifundiumu yeniden işgal edebilir. Bu genel duruma, atmosfere, hükümetle görüşmelere ve bu kamp yerlerinin yaşam koşullarına bağlıdır. Yeni bir işgal hükümetten atiklik ve politik mesuliyet talep etmenin bir yolu olur.[86]
NOTLAR:
[1] İbrani takvimine göre, kutsal yılın on birinci, yılın beşinci ayı. (ç.n)
[1] João Pedro Stédile and Frei Sérgio, La lucha por la tierra en el Brasil, MST, São Paulo, 1999, s. 28.
[2] Bazıları MST’nin “toprak için mücadele seçeneğini, belki de hiçbir başka eylemin olmadığı kadar, gerçekleştiren, ki bu en güçlü özellikleridir, toprak işgalleri yoluyla doğduğunu” söyler. Roesli Salete Caldart, Pedagogia do Movimento Sem Terra, Editora Vozes, 2000, S. 108.
[3] Bu rakamlar başlangıç niteliğindeki MST çalışmalarındandır. “Kampların çoğunluğu MST tarafından örgütlenir. Ancak toprak için mücadele eden sendika hareketine, CPT’ye ve diğer bölgesel topluluklara ve kurumlara bağlı olan başka birçok kamp vardır. (Jornal dos Trabalhadores Rurais Sem Terra, yıl XIX, No. 206, Aralık 2000/Ocak 2001, s. 8-9).
[4] Bu metin Salgado’nun “Terra,” 1996 raporuna aittir.
[5] Ivanette Tonin, Röportaj Marta Harnecker, Havana, 16 Kasım 2001. Aşağıdaki bilgi onun tanıklığındandır.
[6] B. Mançano Fernandes, A Formação do MST no Brasil, Editora Vozes, Petrópolis, s. 291.
[7] A.g.e.
[8] Christiane Campos, Röportaj Marta Harnecker, Montreal, 20 Şubat 2001
[9] Tabanda çalışma aynı mikro-bölgedeki bir veya birkaç belediyeyi, birkaç mikro-bölgedeki muhtelif belediyeleri, ya da sınır bölgelerdeki birden fazla eyaleti de kapsayabilir. B. Mançano Fernandes, A Formação do…, Yukarıda A.g.e S. 284.
[10] Marcelo Enrique Batista, Kitlelerin Politik Hareketi MST’nin üyesi ve Latin Amerika Tıp Bilim Dalı Okulu öğrencisi, Röportaj Natalia Alvarez, Havana, 7 Şubat 2001.
[11] Tabandaki toplantılar “duruma bağlı olarak bir, üç, altı ay veya hatta yıllar” sürebilir. (B. Mançano Fernandes, A Formação do…, Yukarıda A.g.e s. 284).
[12] J. P. Stédile and Frei Sérgio, La lucha por la tierra …, Yukarıda A.g.e s. 30.
[13] 700 hektardan asla daha küçük değil, ve Mato Grosso gibi bazı bölgelerde, 1500 hektardan daha az değildir.
[14] Ivanette Tonin, Röportaj Marta Harnecker, age.
[15] J. P. Stédile and Frei Sérgio, La lucha por la tierra…, op. age. s. 29.
[16] MST, Construindo o Caminho, São Paulo, Haziran 1986, s. 73.
[17] Age.
[18] A.g.e.
[19] A.g.e.
[20] A.g.e.
[21] Yukarıda A.g.e S.78
[22] Yukarıda A.g.e S.78-79
[23] Yukarıda A.g.e S.79
[24] J. P. Stédile and Frei Sérgio, La lucha por la tierra…, Yukarıda A.g.e s. 28.
[25] A.g.e.
[26] Yukarıda A.g.e, S.28-29
[27] R. Salete Caldart, Pedagogia do Movimento…, Yukarıda A.g.e s. 122.
[28] J. P. Stédile and Frei Sérgio, La lucha por la tierra…, Yukarıda A.g.e, s. 30.
[29] Marcelo Enrique Batista, Röportaj Natalia Alvarez, Yukarıda A.g.e.
[30] J. P. Stédile and Frei Sérgio, La lucha por la tierra…, Yukarıda A.g.e s. 33.
[31] Jose Maschio, Elektronik posta, 25 Ekim 2000 (doküman)
[32] A.g.e.
[33] J. P. Stédile and Frei Sérgio, La lucha por la tierra…, Yukarıda A.g.e s. 30-31.
[34] Yukarıda A.g.e S. 34
[35] Yukarıda A.g.e S.33
[36] Yukarıda A.g.e S.31
[37] Latifundium terimi eski Roma’da büyük bir toprak parçası üzerinde tek bir mülk sahibinin kontrolünü tarif etmek için kullanılırdı. Ancak “büyük yayılmanın” anlamı her ülkenin kendi gerçekliğine ve aynı ülke içerisindeki yerel gerçekliklere göre değişiklik gösterir. Örneğin, Japonya’da, çok nüfuslu küçük bir yüzeye karşın, eğer 100 alan hektardan daha genişse latifundium bir toprak mülkü olarak dikkate alınır. Fakat Brezilya çok büyük ne var ki nüfussuz bir yüzeye sahiptir. Burada biz bir latifundiumun varlığını 1000 hektardan daha fazla yer kapladığında dikkate alırız. Ancak Brezilya’da “her bölgenin farklı özelliklerinden ötürü, latifundium kavramı bölgeye göre farklı boyutlara sahiptir. Rio Grande do Sul’da, örneğin, 500 hektardan daha fazla bir alan bir latifundium olarak düşünülebilir. Fakat Amozon Eyaletlerinde, 1000 hektarı kaplayan bir mülk latifundium olarak düşünülmeyecektir. Genellikle, Latifundia 5000 hektarın üzerindeki alanlardır ve Brezilya’da bir milyon hektardan daha fazla toprağı olan mülk sahipleri vardır. (J. P. Stédile, “Latifundio: O Pecado Agráçrio Brasileiro,” 1999, belge).
[38] J. P. Stédile and Frei Sérgio, La lucha por la tierra, Yukarıda A.g.e s. 31.
[39] Yukarıda A.g.e S. 30-31
[40] R. Salete Caldart, Pedagogia do Movimento…, Yukarıda A.g.e s. 110.
[41] “Toprağı işgal ettiklerinde boyun eğmemeyi, böylece ölümcül bir yazgıya karşı isyan etmeyi öğrenirler.” (A.g.e).
[42] B. Mançano Fernandes, A Formação do…, Yukarıda A.g.e s. 280.
[43] R. Salete Caldart, Pedagogia do Movimento…, Yukarıda A.g.e s. 111.
[44] Yukarıda A.g.e S.108
[45] Yukarıda A.g.e S.111
[46] Yukarıda A.g.e S.109
[47] Marta Harnecker, Construyendo una fuerza social antineoliberal, article in Vozes, Petropolis, 2000, s. 52.
[48] R. Salete Caldart, Pedagogia do Movimento…, Yukarıda A.g.e s. 109.
[49] M. Harnecker, Construyendo…, Yukarıda A.g.e s. 52.
[50] J. P. Stédile and Frei Sérgio, La lucha por la tierra…, Yukarıda A.g.e s. 32-33.
[51] A.g.e.
[52] Gomes da Silva in R. Salete Caldart, Pedagogia do Movimento…, Yukarıda A.g.e s. 109.
[53] J. P. Stédile and Frei Sérgio, La lucha por la tierra…, Yukarıda A.g.e s. 33.
[54] R. Salete Caldart, Pedagogia do Movimento…, Yukarıda A.g.e s. 114.
[55] A.g.e.
[56] J. P. Stédile and Frei Sérgio, La lucha por la tierra…, Yukarıda A.g.e s. 35.
[57] Paulo de Marck, Röportaj Marta Harnecker, Curitiba, Eylül 1999
[58] Paulo de Marck şöyle diyor: “Jaime Lerner’in mevcut hükümeti boyunca 15’den daha fazla yoldaş ölmüştü ve çoğu işkence görmüş, diğerleri polis tarafından dövülmüş 250’den daha fazla gözaltına alınan vardı.”
[59] Paulo de Marck, Röportaj Marta Harnecker, Yukarıda A.g.e
[60] R. Salete Caldart, Pedagogia do Movimento…, Yukarıda A.g.e s. 114. Bu tarz kamp “yapısal kamp” olarak da adlandırılır çünkü MST’nin hakiki yapısının parçasıdır. Christiane Campos, Röportaj Marta Harnecker, Yukarıda A.g.e.).
[61] Ivanette Tonin, Röportaj Marta Harnecker, Yukarıda A.g.e
[62] Yukarıda A.g.e
[63] R. Salete Caldart, Pedagogia do Movimento…, Yukarıda A.g.e s. 115.
[64] J. P. Stédile and Frei Sérgio, La lucha por la tierra…, Yukarıda A.g.e s. 39.
[65] R. Salete Caldart, Pedagogia do Movimento…, Yukarıda A.g.e s. 117.
[66] Yukarıda A.g.e S.118
[67] B. Mançano Fernandes, A Formação do…, Yukarıda A.g.e s. 294.
[68] R. Salete Caldart, Pedagogia do Movimento…, Yukarıda A.g.e s. 116.
[69] Age.
[70] B. Mançano Fernandes, A Formação do…, Yukarıda A.g.e s. 296.
[71] Age.
[72] J. P. Stédile and Frei Sérgio, La lucha por la tierra…, Yukarıda A.g.e s. 32.
[73] Yukarıda A.g.e S.31
[74] Yukarıda A.g.e S.31-32
[75] Yukarıda A.g.e S. 32
[76] B. Mançano Fernandes, A Formação do…, Yukarıda A.g.e s. 296.
[77] J. P. Stédile and Frei Sérgio, La lucha por la tierra, Yukarıda A.g.e s. 35.
[78] Ivanette Tonin, Röportaj Marta Harnecker, Yukarıda A.g.e.
[79] J. P. Stédile, Bu çalışmaya notlar, 4 Kasım 2001
[80] J. P. Stédile and Frei Sérgio, La lucha por la tierra…, Yukarıda A.g.e s. 35-36.
[81] Yukarıda A.g.e S. 36
[82] A.g.e.
[83] Natalia Alvarez’in Röporatajı Yukarıda A.g.e
[84] J. P. Stédile and Frei Sérgio, La lucha por la tierra…, Yukarıda A.g.e. s. 37.
[85] A.g.e.
[86] Yukarıda A.g.e S. 38
Neo Liberalizme Karşı Köylü Muhalefeti – James Petras
LATİN AMERİKA: YENİ BİR DEVRİMCİ KÖYLÜLÜK
3-7 Kasım 1997 tarihleri arasında Brezilya’da düzenlenen İkinci Latin Amerika Kırsal Örgütlenmeler Kongresi’nde (Congreso Latinoamericano Organizaciones del Campo, CLOC) bir açılış konuşması yapmak üzere davet edilmiştim. Uruguay ve El Salvador hariç, neredeyse her Latin Amerika ülkesinden 350 kadar delege gelmişti. Kongre, neo liberal rejimleri yıkmak, insani ve eşitlikçi bir alternatif yaratmak için halka dayanarak örgütlenmiş bağımsız mücadelelerin canlanışı ve dinamik bir gelişim seyri izlemesine işaret etmesiyle, Latin Amerika devrimci siyasetinde bir dönüm noktası oldu.
Neo liberalizme karşı yükselen köylü önderlikli kitlesel muhalefet hareketleri eşitsiz gelişmektedir. Topraksız Kır İşçileri Hareketi’nin (MST) yüz binlerce çiftlik çalışanını temsil ettiği Brezilya gibi bazı ülkelerde kırsal hareket, ulusal mücadeleye önderlik ederken, Şili gibi başka ülkelerde ise çiftlik işçilerinin hareketi, Pinochet’li yılların vahşi baskılarının yaralarını henüz saramamış ve yerellerde bile marjinal kalmıştır. Köylü hareketlerinin büyüyen etkisini açıklayan kilit etkenlerden biri, politikalarını, ilişkiyi bir “volan kayışı”ndan ibaret gören seçim partilerinden ve gerilla “komutanları”ndan özerk ve bağımsız kurmalarıdır.
Bağımsız örgütlenme
İkinci etken, bu hareketlerin ulusal bir sosyo-politik gündem belirlemeleridir. CLOC Kongresi’nde (ayrıca geçtiğimiz 5 yıl içindeki toplantılarda) köylü önderleriyle tartışmalarda, temel mesele “kendi kaderini tayin” hakkı oldu. Çiftlik işçilerinin kurtuluşunun ancak kendi örgütleri aracılığıyla, kendi verecekleri mücadelede yattığı düşüncesi egemendi. Hepsi de tarım reformuna ilişkin ulusal tartışmayı şekillendirmede büyük bir rol oynamış olan, Ekvator’da FENOC, Brezilya’da MST ve Paraguay’da Paraguay Köylü Federasyonu, aşağıdan köylü örgütlerinden doğdu, kendi yapı ve önderlerini çıkardı ve herhangi bir partinin yörüngesine de girmedi.
Buna karşılık, Şili’deki köylü örgütleri, büyük ölçüde neo liberal bir program uygulayan, hükümet koalisyonunun bir parçası olan seçim partilerinin (Sosyalist ve Hıristiyan Demokrat) eklentileri oldular. Bu örgütlerin, örgütlenme kapasiteleri zayıf ve kıt kanaat geçimleri için de devletin eline bakıyorlar.
Köylü hareketlerinin etkisi ve gücü rahatlıkla görülebilir:
• Ekvator’da, köylü ve yerli hareketleri, yolsuzlukları ve halka, bir İMF serbest piyasa programı dayatma çabaları nedeniyle Başkan Bucaram’ı istifaya zorladılar.
• Brezilya’da MST, doğrudan eylem-toprak işgali hareketleriyle 150.000’den fazla aileyi işlenmeyen topraklara yerleştirmiştir. Bu, neredeyse bir milyon insan demektir. 21 eyaletteki eylemleri aracılığıyla MST, toprak reformunu siyasal tartışmanın merkezine oturtmayı başarmıştır. Başarılarının göstergelerinden biri de, Brezilya’nın en büyük kenti Sao Paolo’da yapılan son anketlerde nüfusun %75’ten fazlasının topraksız tarım emekçileri lehine toprak dağıtımını desteklediğini bildirmesi olmuştur.
• Bolivya’da köylüler, özellikle de koka yetiştiren eski kalay madencileri, ulusal egemenliğin savunulması mücadelesine önderlik ediyor ve bir süre önce Cochabamba bölgesinde, kendi adaylarıyla katıldıkları seçimleri silme aldılar.
• Kolombiya’da, köylü tabanlı gerilla ordusu, Kolombiya Devrimci Silahlı Kuvvetleri/Halk Ordusu, nüfuzunu ülkedeki kırsal belediyelerin yarısına yakınına kadar genişletmiştir. Askerlerinin neredeyse üçte biri, kasaba ve kentlilerden oluştuğu için tamamıyla bir köylü hareketi olmamasına rağmen, programatik taleplerinin bir çoğu kır merkezlidir: Toprak reformu, insan haklarının kırsal alanlara genişletilmesi, tarım işçilerinin sendikalaşması vb. Çoğu köylü 15.000’e yakın savaşçısıyla günümüzde Üçüncü Dünya’daki muhtemelen en diri gerilla ordusudur ve güçlenmesini sürdürmektedir. Bunun bir göstergesi de, ABD Savunma Bakanlığı’nın Kolombiya’da yürüttüğü milyonlarca dolarlık askeri yardım programının uyuşturucu tacirlerini hedeflediği masalını artık terk ederek köylü hareketiyle savaşmak için silah gönderilmesini alenen onaylamış olmasıdır.
• Paraguay’da gündeme gelen bir askeri darbe, köylülerin ve öğrencilerin kitlesel bir seferberliğiyle önlenebildi. Fırlayan pamuk fiyatları, yüz binlerce köylüyü iflasın eşiğine getirdi. Serbest piyasa ticaret politikaları ve devlet teşvikli ihracatçı tarım tekelleri, yerel gıda üreticilerini baltalayarak, köylülerin toprak işgal ettiği ve ordunun da şiddet yoluyla onları söküp attığı bir döngüye yol açmaktadır.
• Meksika’da Zapatista hareketi (EZLN), yerli hakları, toprak reformu ve daha köklü olarak, Clinton ve Zedillo tarafından teşvik edilen bütün NAFTA/serbest piyasa politikaları sorununu tekrar gündeme soktu. 1994’teki Zapatista isyanı olmasaydı, NAFTA’nın imzalanması ve uygulanması egemenlerin bir töreni olarak geçiştirilirdi. NAFTA’nın uygulanmaya başlanmasından beri, 1 milyondan fazla köylü yıkıma uğradı ve on milyonlarca ücretlinin geliri yarı yarıya azaldı. EZLN’nin talepleri ve eleştirisi, ülkenin dört bir köşesinde yankı bulmaktadır.
Yeni köylülük
Günümüzün köylü hareketleri, ne geçmiştekilerle karşılaştırılabilir, ne de “toprak işleyenindir” sloganıyla savaşan yöresel, geleneksel, cahil köylü klişesine uymaktadır. CLOC Kongresi’ndeki köylü ve yerli delegelerin çoğu eğitimliydi (hem kendi kendilerini eğitmiş ve hem de en az 6 yıllık okul eğitiminden geçmişlerdi) ve ulusal ve uluslararası meselelerin bilincindeydiler. Yeni köylü hareketlerinin ulusal bir gündemi var; sadece kırsal meselelerle ilgili değiller. Daha somutlarsak, toprak dağıtımı politikalarının ancak krediyle, teknik yardımla ve pazarların korunmasıyla başarılı olabileceğinin farkındalar. Kentli sınıf ve örgütlerle ittifakların, düzeni dönüştürmek için zorunlu olduğunu kabul ediyorlar. Bunlar “ekonomik örgütler”den ibaret değiller. Özelleştirme, kuralsızlaştırma ve ihracatı teşvik şeklindeki serbest piyasa politikalarına karşı mücadele eden sosyo-politik hareketlerdir. Kırsal hareketler, sendikalarla siyasi ittifaklar kurmuşlardır ve kent varoşlarının örgütlenmesine katkıda bulunuyorlar. Örneğin Şubat 1997’de Ekvator’u, Haziran 1996’da Brezilya’yı, Aralık 1996’da Bolivya’yı sarsan genel grevler, köylü-yerli-sendika ittifakına dayanıyordu. CLOC Kongresi’nde delegelerin çoğu 20-30 yaşları arasındaydı. Ulusal ve bölgesel mücadelelerden çıkıp gelmişlerdi. Tarihi birinci Latin Amerika Kır Kadınları Asamblesi, CLOC Kongresi’nin hemen öncesinde 100’e yakın delegenin katılımıyla yapıldı. CLOC toplantısındaki delegelerin ise %40’tan fazlası 20’li 30’lu yaşlarındaki köylü kadınlardı. Bu olağanüstü bir değişimdi, çünkü 3 yıl önceki ilk CLOC toplantısında delegelerin %10’undan azı kadındı.
Genç delegeler, 1960’ların veya 1970’lerin sekter sol içi mücadelelerinden çok şükür geçmemişlerdi. Küba Devrimi’ne destekleri, onun ABD müdahalesine direnişine ve ilerici tarım reformuna dayanıyordu. Çok azı, eğer vardıysa, “doktriner anahtarlarını” Fidel Castro’dan aldılar. Che Guevara veya Fidel Castro’yu, özgül ulusal ve toplumsal mücadeleyle bütünleştirmişlerdi. Bu nedenle koka çiftçi delegesi, Che’nin anti-emperyalizminden ABD-DEA yok etme politikalarına karşı mücadele bağlamında bahsetti. Fidel Castro, Brezilyalı köylülerin toprak işgali ve boşaltmaya direniş mücadelelerinin bir öncüsü olarak zikredildi. Dolayısıyla geçmiş devrimcilerin ne kötülenmesi, ne de ilahlaştırılması söz konusu.
Yeni köylü hareketlerinin yükselişi, hem resmi, hem de gayrı resmi oturumlarda dillendirilen önemli zorluklarla yüz yüze. Örneğin kongrenin sloganlarından biri “tarım reformu, anti-emperyalizm ve sosyalizm” idi. Ama Guatemalalı örgüt (CONIC) temsilcileri, bu konulardan herhangi birini Guatemala’da ortaya atmanın olanaksız olduğunu söyledi. “Kitlesel terör ve paramiliter ölüm mangalarının devam eden faaliyeti, köylüler üzerinde korkutucu ağırlığını hala hissettiriyor.” Gerilla komutanlarınca imzalanan barış anlaşmaları, soykırımcı generalleri herhangi bir soruşturmadan muaf tutmaktadır. Ortaya çıkan seçimsel siyasi sistem, devletin sadece estetik yapılan, yeniden adlandırılan, personeli karılan şiddet kurumlarına (ordu, adli ve gizli polis) hala bağlıdır.
“Birinci öncelik, son yıllarda ortaya çıkan bir düzine kadar köylü örgütünü bir şemsiye altında birleştirmektir. Faaliyetlerimizi, kapsadığımız, sallantılı ve çok sınırlı bir siyasi alanı tehlikeye atmayacak şekilde yoğurmak zorundayız”, diyor bir köylü önderi. US-AID, kırsal alanlara ayırdığı fonları, militan köylü örgütlenmelerine rakip örgütlenmeler yaratmakta ve grupları, tarım reformu değil de “projeler” temelinde düşünmeye teşvik etmekte kullanmaktadır.
Kültür ve devrim
Kültürel meseleler, özellikle Ekvatorlu, Bolivyalı ve Guatemalalı delegelerce yükseltilen, yerlilerin teritoryal özerklik, dinleri, dilleri ve topluluğa dayanan ekonomilerinin tanınması talepleri merkezi meselelerdi. Guatemalalılar, bütün yerli-köylü delegelerin paylaştığı daha geniş öz-yönetim hakkına ilişkin ortak kaygıları seslendirdi.
Ama tartışmaların akışında, bu militanlarla Batı medyasının “Yerli sözcüleri” olarak sunduğu tanınmış şahsiyetler arasında derin bir farklılık bulunduğu açığa çıktı. Örneğin Bolivyalılar, yerlilerle konuşan, ama zengin yabancılar için çalışan “Quechuaca konuşan başkan yardımcısı”ndan aşağılayarak söz ettiler. Guatemalalılar, Rigoberta Menchu’ya karşı, daha geniş siyasi-ekonomik ve insan hakları meselelerinden koparılmış sembolik bir “Maya” kültürel değişimleri benimsediği için hayli eleştireldi. Ve Ekvator’dan FONICI önderleri, şemsiye örgüt CONAI’nin, çürümüş serbest piyasacı Bucaram rejimince desteklenmiş iki Yerli önderinden eleştiriyle bahsettiler. CLOC Kongresi’nde Yerli hareketlerinin önderleri, hareketi bölüp toprak hakkı taleplerini baltalamayı ve yerel önderleri düzenle bütünleştirmeyi hedefleyen “kültürel kimlik” siyasetine yenik düşmediler.
Yeni köylü hareketleri, Kilise’nin toplumsal doktrinlerinden derinden etkilenmiştir. Genel oturumların birinde, Brezilyalı Katolik ilahiyatçı Fray Beto, delegelere içlerinden kaçının dini örgütlerden etkilenmiş olduğunu sorduğunda, %90’dan fazlası ellerini kaldırdı. Halkçı dindarlık, İncil derslerinin kaynaşması ve dini değerler, yeni köylü önderleri kuşağının beslenmesinde, Marksizm, geleneksel topluluk değerleri ve modern feminist ve ulusalcı fikirlerin yanı başında doğrudan bir etkiye sahip. Hareketin büyük kısmını aşılayan örgütsel disiplin, kişisel dürüstlük ve manevi bağlılık, militanların pek çoğu, tutucu Kilise hiyerarşisi ve Vatikan’la aralarına mesafe koymuş olmalarına rağmen dini geçmişlerinden geliyor.
Latin Amerika Köylü Kadınlar Asamblesi’nin başarısı, onların köylü örgütünün (yerelden uluslararasına kadar) bütün kademelerinde ve tarım reformu sürecinin bütün aşamalarında (toprak hakkından kooperatif önderliğine kadar) eşit var olma taleplerinin ezici bir lehte yanıtla karşılanmasıyla ortaya çıktı.
Köylü kadınların yeni militanlığı, başka vesilelerle de sergilendi.
Cochabamba köylü hareketinden bir delege, koka çiftçilerinin ABD-yönetimindeki, koka üretiminin kökünü kazıma kampanyasını anlattı. “Bu yıl, birkaç üyemiz ve bir önderimizi katlettiler bile. Direndik ve direnmeye devam edeceğiz. Ben 0.16 hektarımla yaşlı anneme ve biricik oğluma bakıyorum.
Hükümetle 2.800 hektar koka üretimini yok etme karşılığında bir anlaşma müzakere ettik. Hükümet, yerlerinden olacak çiftçileri istihdam için bir fabrika dahil, alternatif ekonomik faaliyetleri finanse etme sözü verdi. Koka üretimini 1.200 hektara düşürdük, ama onlar fabrikayı inşaya başlamadılar.
Bizi bir kez daha kandırmışlardı. Şimdi de bizi katletmek ve bütün kutsal topraklarımızı yok edip bizi sefalete terletmek için orduyu göndermekle tehdit ediyorlar.
Silah kullanmasını öğrenmek istiyorum. Çünkü ordu işgale geldiğinde, silahlı direnişin bir parçası olabilmeliyim.”
Militarizasyon ve devlet baskısı
Neoliberal rejimler ve onların Washington’daki destekçileri, büyüyen köylü hareketine, kırları militarize ederek karşılık veri-yor. 1995’ten beri Meksika Chiapas’ta en azından 5 paramiliter gruba ek olarak 40.000 asker vardır. Kolombiya’da ordu, düzinelerce paramiliter gücü silahlandırdı, FARC’ın gerçek ya da potansiyel sempatizanları olarak görülen birkaç yüz bin köylüyü terörize edip topraklarından sürdü. Peru’da ABD destekli ordu, ülkenin dörtte üçünü işgal ediyor ve Başkan Fujimori, basın konferanslarını ve üst düzey strateji toplantılarını kışlalarda düzenliyor. Bolivya’da ABD-DEA danışmanlarıyla ordu, koka yetiştiricisi köylülere vahşet uygulamakta ve tek geçim kaynakları koka yaprağı yetiştiriciliği olan 40.000’den fazla aileye büyük bir saldırı için bölgeyi ablukaya almaktadır.
Latin Amerika kırsalının askerileşmesinde ve beraberinde gelen şiddette Washington’un sorumluğu gün gibi ortadadır. Clinton’un serbest piyasa hamlesi, ABD’den ucuz mısır ve tahıl ithal edilmesi, yerli köylü üreticileri yıkıma sürüklüyor. Beyaz Saray’ın tarım tekellerinin ihracat stratejilerini finanse etmesi, kırsalı tek bir plantasyona çevirerek köylü ve yerli topluluk çiftçiliğini söküp atıyor.
Piyasa tarafından sökülüp atılamayanlar, kalıp örgütlenmeye ya da pazarlanabilir alternatif ürünler yetiştirmeye karar verenler, ABD’nin eğitip silahlandırdığı ordu ve paramiliter güçler tarafından sürülüyor. Bütün Latin Amerika’da açıkça ve bolca görülüyor ki, köylü eylemciler Clinton yönetimini yaşadıkları en yıkıcı ekonomi politikalarından bazılarıyla işbirliği içinde algıladığı, Washington’un kıtanın artan askerileşmesine desteğiyle, Clinton, Ronald Reagan’ın 1980’lerde Orta Amerika’da 275.000 ölümlük rekorunu geçebilir.
Ama yeni köylü hareketleri, yeni sivil rejimlerin baskılarına rağmen büyüdüler. Santa Cruz’da, köylülerin palalarıyla araziyi açtıkları ve komünal mutfak üzerinden beslendikleri bir toprak işgali yaşandı. Ağustos 1996’da, Ordu, işgale geldi ve üç köylüyü öldürdü, ekinlerini ve evlerini yok ederek onlarca aileyi topraktan sürdü. Birkaç ay sonra köylüler toprağı yeniden işgal ettiler ve ülkenin her yanından öğrenciler, profesörler, ilerici işadamları ve köylülerin bulunduğu 1.000’den fazla katılımcıyla bir ulusal konferans düzenlediler. Benzer şekilde Brezilya Para’da, otoyolları barışçı şekilde bloke eden 18 topraksız köylü, valinin emriyle askeri polis tarafından katledildi. Bir fotoğrafçı olayı kameraya aldı. Ulusal bir rahatsızlık ortaya çıktı. Sao Paolo’da, Rio’da ve başka kentlerde kitlesel gösteriler yapıldı. Kamuoyu yoklamaları MST lehine ezici bir desteği sergiliyordu. Başkente bir yürüyüş örgütlediler ve onlara sendikacılar ve kentlerin varoşlarında yaşayanların da aralarında bulunduğu 100.000 insan daha katıldı. MST’ yi modası geçmiş savaşlar (toprak reformu gibi) yürüten “tarih dışı bir hareket” olarak aşağılayan Başkan Cardoso, kitlesel protestolarla karşı karşıya kalınca, reformları uygulamanın en iyi yolunu tartışmak üzere önderlerden birini Başkanlık Sarayı’na davet etti. Bunun üzerine MST 15 üyeli ulusal önderlik ortaya çıkarak tekil bir önder bulunmadığını gösterdi ve Cardoso’nun çekişme konusu topraklar üzerinde kamp kurmuş bulunan 49.000 ailenin iskanı karşılığında toprak işgallerinin askıya alınması teklifini reddetti. MST önderi olan Joao Pedro Stedile’nin sonradan söylediği gibi, “Müzakere etmek gereklidir, ama asla hareketi demobilize etme pahasına değil. Yoksa gelecekte müzakere edecek bir şeyiniz kalmaz.”
Ama bütün köylü hareketleri ölüm mangalarının baskısına karşı koyacak konumda değiller. Kongrede Kolombiya’dan bir köylü önderi, köylü eylemcilerin ve ailelerinin, FARC da (Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri) bu talepleri desteklediği için toprak reformunun her taraftarının veya her insan hakları savunucusunun gizli gerilla destekçisi olmasından kuşkulanan paramiliter gruplar tarafından sistematik olarak ortadan kaldırılmasından bahsetti.
Peru’da Fujimori rejiminin suikastleriyle, fanatik Maocu Aydınlık Yol sekti, ve solcu seçim partilerince provoke edilen siyasi bölünmelerle üyeleri hırpalanan Peru Köylü Konfederasyonu (CCP) güçlerini tekrar gruplama sürecindedir. Bazı bölgelerde CCP, paramiliter güçlere ve Aydınlık Yolcu sekterlerin “örnek oluşturucu eylemler”ine direnmek için “rondas campesinos” köylü öz-savunma grupları örgütlemiştir. Lopez ve diğer köylüler, seçilmiş memuriyet kazanan eski köylü hareketi önderlerinin rotasına karşı eleştireldir: “Parlamentoya ne kadar yakın, halka o kadar uzak.”
Sivil Toplum Kuruluşları
STK’lar köylü mücadeleleri için pek çok sorun yaratıyorlar: Serbest piyasaya uygun politikalar izlemeye bağlı muazzam dış fonlar, yapısal değişmeler (toprak reformu) yerine yerel projelere odaklanma; kapsamlı, kamu fonlu sağlık, eğitim ve konut programları yerine kendi kendini sömürmeye ve hayatta kalma stratejilerine (kendi kendine yardıma) vurgulama.
Köylü önderleri ve eylemciler STK’ların köylü önderlerle nasıl rekabet ettiklerini, toplulukları nasıl böldüklerini ve fonlarıyla eylemcileri nasıl ayarttıklarını anlattı. Brezilyalı bir eylemci, MST kadınlarının bir Latin Amerika Köylü Kadınlar Toplantısı’nda ortak bir strateji formüle etme çabalarını anlattı. “Tarım reformu için birleşik bir strateji, toprak işgalleri mücadelesinin önderliğinde ve devletin baskıcı rolüyle karşılaşmalarda aktif bir rol önerdik. STK’lardan profesyonel kadınlarının gündemi denetlemek ve onu sırf uluslararası işbirliğiyle sınırlamak ve mücadeleyi feminist meselelerle sınırlamak isteyen, bu da tarım reformu için, anti emperyalizm için ve anti neo liberalizm için hiçbir destek vermemek anlamına gelen manipülatif davranışları nedeniyle, toplantıdan bir anlaşma çıkmadı.”
Bu feminist STK profesyonellerini “otoriter ve sömürgeci bir zihniyete sahip; zengin dış destekçilerinden başka arkalarında kimse yok” diye betimledi. Ekvatorlu bir köylü önderi şu yorumda bulundu, “Eğer yapmak istedikleri buysa, bizim toprak reformu hareketimize dış STK fonlamasına hiçbir itirazım yok. Alçaltıcı olan, kendi önceliklerini koymaları ve gelip mücadelelerimizi baltalamak için bizim ülkemizden profesyonelleri fonlamalarıdır.”
Köylüler geçmişten, iyi niyetli ilerici profesyonellerin bile köylülere desteklerini, siyasi veya yağlı bir mesleki kariyer yabancı bir danışman veya uzman olarak inşa için kullandıklarını öğrenişlerdir. Bu, köylülerin aydınlara veya profesyonellere sırtlarını döndükleri anlamına gelmiyor. Temel farklılık, profesyonellere dış tahsis kaynakları olarak hareketlerin aydınlara hizmet etmesinin yerine, aydınların hareketler için kaynak insanlar olmalarını istemeleridir, .
Kent-kır ittifakları
Yeni köylü hareketlerinin en umut verici yönü, ufku kırsal mücadelelerle sınırlı “köylü hareketleri”nin sınırlarını anlamalarıdır. Bütün büyük köylü hareketleri bir kent destek temeli inşa için ve kırsal ve kentsel mücadelelerin koordinasyonu için ortak bir çaba gösteriyorlar. Ekvator’da, FENOC, kent ve kır yoksullarının çıkarlarını yansıtan bir anayasal meclis seçmek için mücadeleye katılmıştır. Paraguay Köylü Federasyonu, öğrencilerin, profesyonellerin ve işadamlarının aralarında bulunduğu bir Tarım Reformu Forumu oluşturmuştur. Siyasi ufuklarını serbest piyasa kapitalizmine ve narko-kapitalist elite karşı olmaya genişletmişlerdir. Bolivya’da koka çiftçileri yeni bir seçim partisi kurmuşlardır, Halk Egemenliği İttifakı. Bütün koka yetiştiren eyaletlerde oyların %60’ından fazlasını toplayarak ve Evo Morales’i Kongre’ye seçerek zaferi silip süpürmüştür.
Brezilya’da MST, Sao Paolo, Rio ve diğer büyük kentleri sarmalayan dev favelaları veya varoş yerleşimleri örgütlemek için sistematik bir çaba başlatmıştır. Esasen başarılı kırsal mücadeleleri ve faveladosların çoğunun son dönem kırsal göçmenler olmaları nedeniyle Faveladoslar arasında büyük bir duyarlılık bulmuşlardır. MST, sadece toprak hakları için acil taleplere ve altyapıya değil, önderlik eğitimi okulları aracılığıyla ve siyasi eğitime ve finansal ve emlak sermayesinin sömürücü doğasını anlamaya dayanan bir anti kapitalist perspektifin geliştirilmesi aracılığıyla da yoğunlaşmaktadır. Cesur bir mücadele yürütmüş olan yerel önderlerin sonra kendilerini kent meclisine seçtirmeleri ve ardından seçkinci siyasete dayanan seçim aygıtları inşa ettikleri önceki kalıptan kurtulmayı umut ediyorlar.
MST, kendi kentsel örgütlenme projelerini ulusal bir siyasi mücadelenin parçası olarak görüyor. Bu amaçla, bütün başlıca serbest piyasa karşı-reformlarının tersine çevrilmesine dayanan: Temel sanayilerin (petrol, telekomünikasyon vb.) tekrar ulusallaştırılması, ekonominin stratejik noktalarının (bankacılık, dış ticaret) toplumsallaştırılması ve entegre bir tarım reformu, ucuz ihracatı sınırlayan ve kooperatiflerle endüstriyel gıda işleme tesislerinin bağlantılarını teşvik eden “Proje Brezilya” dedikleri bir program formüle etmiştir.
Kentleri kazanmak açık bir yol değildir. Engeller var: Kent orta sınıfı ve hatta sendikalar köylülere patronaj bir bakışa sahip hala. Bugün kent işçi sınıfı önderlerinin tarihsel değişmenin belirleyici öncüleri oldukları geleneksel inancına meydan okuyanlar kır işçileridir. Günümüzün köylü önderleri, kent işçileri ve yanı sıra dev gecekondulardaki kent yoksullarıyla, içinde tarım meselelerinin merkezi sahneyi paylaştığı ortak bir program temelinde bir ittifak arıyor. Sosyalist bir anavatana bağlı eski tarz enternasyonalizm, yeni bir gönüllü, desantralize, danışmacı enternasyonalizmle yer değiştirmiştir. Bu yeni örgütlenme içinde çeşitli kültürlerin serpildiği ve ortak mücadelelerin karizmatik önderleri tarafından değil, Guatemala köylerine, Ekvator yaylalarına, Brezilya’nın geniş düzlüklerine bütün gün ve bütün gece yolculuk eden, öğreten, öğrenen ve yeni bir toplumsal kurtuluş ve manevi doyum devrimci siyaseti yaratan köylü kadınlarının ve erkeklerinin gündelik kahramanlığı tarafından kalıba dökülmektedir.
http://www.anarkotopya.com/yazi/neo-liberalizme-karsi-koylu-muhalefeti—james-petras
EKOLOJİK KÖYLER: İNSANIN DOĞAL YAPISINA DÖNME DENEMELERİ
Yrd. Doç. Dr Eriman TOPBAŞ
G.Ü. Ticaret ve Turizm Eğitim Fakültesi etopbas@gazi.edu.tr
1. Giriş
İnsanoğlu bilim ve teknoloji üretiminde hayalleri zorlayacak derecede mesafe kat etmiş bulunmaktadır. Bu hızlı ilerleyişin hangi noktada son bulacağı belli değil. Sonucu tahmin etmek ise pek mümkün görünmüyor. Ancak ilerlemenin hızı ve niteliği ne olursa olsun, gelinen nokta ve gidilecek noktanın insanların büyük bir kısmını memnun etmediği gözleniyor. Bunca imkânlara rağmen insanoğlu açlık sorunu, çevre sorunu ve diğer sosyal sorunlar için doğru çözümler üretebilmiş değildir. Ancak her alanda olduğu gibi, insanın insani boyutlarda bir hayat sürdürebilmesi için de muhtelif arayışlar kendini göstermektedir. İnsan doğaya saldırısını bir noktada durdurmak zorundadır. Doğa ile ilişki doğal şartlarda gerçekleşmediği zaman, bedeli çok ağır ödenmektedir. Bu nedenle insanın doğa ile uyumlu bir yaşam arayışı içinde bulunması ve kendi doğasına uygun bir yaşam tarzı üretmesi kaçınılmazdır. “Ekolojik Köy” kavramının bu türden arayışların birürünü olduğu söylenebilir. Bu çalışmada; ekolojik köy kavramı, ekolojik köylerin temel özellikleri, ekolojik köylerde yürütülebilecek faaliyetler, ekolojik köylerin şu andaki durumları, ekolojik köylerin hayata geçirilebilirliği, ekolojik köylerin mevcut köylerden farklı yanları, Türkiye’deki köylerin “ekolojik köy” ölçütlerine göre genel durumları incelenmeye çalışılacaktır.
2. Ekolojik Köy Nedir?
Vandemeulebroecke (2004), ekolojik köy kavramını gelecekte ortaya çıkacak yaşam tarzlarından biri olarak görmektedir. Yazara göre, ekolojik köy insanın barış içinde uyumlu bir yaşamı gerçekleştirmek üzere ekonomik, sosyal ve kültürel faaliyetlerini çevreyle bütünleştirdiği bir yerdir. Burada gerçekleştirilen ekonomik, sosyal ve kültürel faaliyetlerin temel amacı insanın içinde bulunduğu ortamla barışık ve uyumlu bir biçimde yaşamını sürdürmesini sağlamaktır. İnsan merkezli bir yerleşim yeridir. Herkes birbirini tanır. Ekonomik yapıda emek yoğun faaliyetler ağırlıktadır. Doğal bir biçimde dayanışma ihtiyacının oluşmasına emek yoğun faaliyetler daha fazla katkı sağlayabilmektedir.
Her ekolojik köyün kendine özgü bir yönelimi, kendine özgü bir duyarlılığı ve kendine göre bir faaliyet alanı vardır. Burada yaşayan her ailenin bir evi ve bir işi bulunmaktadır. Bireylerin “aşına, işine ve görüşüne” hiç kimse karışmaz. Bu üç alanda her birey özgürce hareket edebilir. Ancak özgürce hareket etme, paylaşma ve dayanışma anlayışı çerçevesinde bir anlam ifade etmektedir. Sürdürülebilir bir gelecek vücuda getirebilmek için paylaşma ve dayanışma anlayışını yapının temeline yerleştirmek gerekmektedir. Bu anlayışın hakkaniyet ve çevreye saygı esası çerçevesinde hayata geçirilmesi önem arz etmektedir. Paylaşma ve dayanışma doğayı tahrip etmek, hukuku ortadan kaldırmak için de oluşturulabilir. Fakat böyle bir anlayışın ekolojik köy kavramıyla ilişkisi yoktur. “Ekolojik köylerin temel amacı çevreye saygılı ve hakkaniyet esasına dayalı müşterek bir hayat tarzını gerçekleştirmektir”. Ekolojik köydeki bireysel özgürlüğün sınırlarını diğer insanlara ve çevreye saygı belirlemektedir. “Burada her birey, diğer insanlara ve çevreye saygı göstermek suretiyle kendi nitelik ve yeterlikleri ölçüsünde kendisini gerçekleştirebilir”.
Ekolojik köylerde dikkat edilmesi gereken önemli hususlardan birini “sürdürülebilir gelişme” oluşturmaktadır. Köyde yapılacak her düzenlemede bu hususa dikkat etmek gerekmektedir. Her düzenleme; çevreye etkisi, köy ölçeğinde ve yerel ölçekte iş imkânı oluşturma, komşular arası ilişkilere katkısı açılarından ayrı ayrı değerlendirilir. Ekolojik, ekonomik ve sosyal açıdan sürdürülebilir nitelikteki faaliyetler kabul edilir ve uygulamaya konur. Ekolojik düzeyde; toprak düzenlemesi, inşaat, yenilenebilir enerji yönetimi, tarım, su yönetimi, atık yönetimi etkili bir biçimde gerçekleştirilmesi önem arz etmektedir. Ekonomik düzeyde; yerel küçük ticari işletmelerin bütünleştirilmesi suretiyle yerel üretimin dinamik bir yapıya kavuşturulması daha etkili olabilir. Sosyal düzeyde; köy sakinlerinin çocuklara, gençlere ve yetişkinlere yönelik toplantı ve eğlencelere katılmaları ve sosyal ortama uygun faaliyetler sergilemeleri önerilebilir (Passerelle Eco, juin 2003).
3. Ekolojik Köylerin Temel Özellikleri
1999-2000 yıllarında ekolojik köyler ağına bağlı muhtelif atölyelerde yürütülen ortak çalışmaların ürünü olarak ekolojik köylerle ilgili altı temel esas ortaya çıkmıştır. Bu esaslar; özerklik, birlikte yaşama, açık olma, saygı duyma, dayanışma, kişisel inanca özgürlük alt başlıkları altında toplanabilir. Özerklik (L’autonomie): Kendi başına sorumluluk üstlenme iradesi ve sorumluluk alabilecek yeterlikteki diğer kişilerle karşılıklı bağımlılık, davranışlarının sorumluluğunu üstlenme; ekonomi ve enerji konularında özerklik.
Birlikte Yaşama (La Convıvıalıte): Ötekini daha çok kabullenme, kardeşçe ve içten karşılama, farklılıklarıyla kabul etme. Köyde yaşayan tüm birey ve ailelerle barışçı ilişkiler kurma yolunu arama. Ekolojik köyde birlikte yaşayabilme ortamı ahenkli bir biçimde gelişebilmelidir.
Açık Olma (L’ouverture): Yörenin tüm sakinlerine; sosyal, ekonomik, kültürel ortama, yerel kuruluşlara, başka türlü yaşamak ve çalışmak isteyen “alternatif hareket” topluluklarına açık olma.
Saygı Duyma (Le respect): Terimin genel ve özel anlamıyla temel ekolojik davranışlarla doğaya saygılı olma; kendi inançlarını kabul ettirmeye çalışmadan, basit bir biçimde örnek bir yaşam sergileyerek kararların alınmasında görüş birliği, diğerini dinleme kapasitesi, samimi bir diyalog içinde olma, alınan kararlara saygı duyma- çatışmaları yönetecek uygun modeller geliştirerek ve bundan yaratıcı potansiyeli açığa çıkartarak diğer kişilere saygılı olma; alkol ve uyuşturucu müptelalığı gibi insanı küçültücü her türlü kötü alışkanlığı reddederekkendine karşı saygılı olma.
Dayanışma ( La solidarite): Dengeli bir işleyişi teşvik etme; yeni ve zor bir faaliyeti üstlenen kişilere topluca yardım etme; daha iyi bir yaşam için uğraşan kişilerle aktif bir dayanışmaya girme; değişik tipte ekolojik köylerin kurulmasını teşviketme.
Kişisel İnanca Özgürlük (La Lıberte de Croyance Indıvıduelle):
Estetik, etik veya spiritüel, kendini aşma akıl veya duygularla kazanılandan daha başka bir alandır. İç ekoloji kişisel ve açıklanamaz bir deneyimdir. Aşk, Hakikat, Adalet veya Tanrı, bir başka “dünya düzeni” ile ilgili bu duygular özgürce ele alınmalıdır. Mevcut dinlerden, “laik” kişisel gelişme yönteminden veya sanatsal ifade iradesinden hareketle, “ekolojik köy” fikir alışverişlerinin ve farklı deneyimlerin açık bir biçimde gerçekleştiği bir yer olabilmelidir. Ekolojik köyde kişiler arası saygı esastır (Passerelle Eco, septembre 2004).
4. Bir Ekolojik Köyde Hangi Faaliyetler Olmalıdır?
Bir ekolojik köyde çok çeşitli faaliyetler olabilir. Bu farklı faaliyetler yerel bir ekonomik yapılanmanın oluşmasına katkı sağlayabilmelidir. Bu bağlamda; biyolojik tarım, ziyaretçi ağırlama, özgünlüğüne uygun eğitim merkezleri, ekolojik ve etik öçütlere uygun emek yoğun işletmeler ekolojik köy ekonomisini sürdürebilir bir yapıya kavuşturabilir. Ekolojik Köyün ekonomisi bir Yerel Değişim Sistemi ile bütünleştirilebilir. Böylece, farklı arz talep ihtiyaçlarını takas etmek suretiyle para ödemeden bilgi, mal ve hizmet elde etme imkânı elde edilebilir (Passerelle Eco, septembre 2004).
Thibaud (2004), ekolojik köylerin sosyal, ekonomik, ekolojik, kültürel, hukuki ve mali nitelikleriyle ön plana çıktıklarını belirtmekte ve burada yapılması gerekli faaliyetleri sosyal, kültürel, ekolojik ve ekonomik yapı çerçevesinde ele almaktadır. Thibaud’ya göre, ekolojik köy, sosyal açıdan yerel dayanışmayla farklı deneyimlerin, mal ve hizmet değişim sistemlerinin uygulanmaya koyulduğu yer olacaktır. Kültürel açıdan, bireylere yeni bir hayat tarzı sunulacak. Orada kendi kendileriyle baş başa kalma imkânı bulacaklar. Dış dünyaya kapalı her türlü sosyal oluşumu reddeder. Ekolojik köyde, insan belli bir dünya görüşüne zorlanmaz, her insan kendi bilinçli özgürlüğü ile baş başa bırakılır. Ekolojik köyler hareketinin ana eksenini, insani boyut, dostça ilişkilerin zenginliği, arzuların ve idealistliğin sürekliliği oluşturmaktadır. Köylerin oluşturulmasında ve başarılarında bu olgular belirleyici olacaktır. Ekolojik açıdan, ekoljik köyde çevreye ve insana saygı duyma, yapıcı ve sorumlu bir tavır alma esastır. Temel ihtiyaçları karşılama da dâhil olmak üzere, insanı ve doğal çevreyi sömürmekten kesinlikle uzak durmak gerekmektedir. Ekonomik açıdan, çok farklı faaliyetler öngörülebilir:
l.Biyolojik Tarımın Geliştirilmesi: Biyolojik tarım, deneysel amaçlı da olabilir. Biyolojik tarım köyün doğal manzarasına zarar vermeden yapılmalı.
2.Ziyaretçi Kabul Etmek: Yeşil turizm, sağlık, ekolojik köyde yapılan faaliyetler hakkında bilgi edinmek amacıyla gelen insanlara ücretli hizmet sunma.
3.Ekolojik Ürünler Üretme: Belli bir teknoloji alanında uzmanlaşma, örneğin sağlık, eğitim materyalleri, iletişim araçları, sağlıklı yapı malzemeleri, yenilenebilir enerji malzemeleri gibi.
4.Eğitim Merkezleri: Daha ileri bir toplum inşa etmeye hizmet edecek tekniklerin bir araya getirilmesi ve staj veya seminer imkânlarının oluşturulması.
5.Sanat ve Zanaat Faaliyetleri: Bazı ekolojik köyler muhtelif sanat alanlarıyla ilgili atölyeler kurabilirler, stüdyolar hazırlayabilirler
6.Yapı Şantiyeleri: Küçük boyutlu sağlıklı yapı elemanları üretilebilir. Özellikle gençlerin çalışabileceği nitelikte olmalı.
7.Yeni Eğitsel Deneyimler: Milli Eğitim Bakanlığı ile işbirliği halinde eğitimde yenlikçi uygulamalar için eğitim ortamları oluşturulabilir.
8.Kısmi Yerleşme: İletişim teknolojilerindeki gelişmeler sayesinde birçok iş yerine uğramadan yapılabilmektedir. Bazı iş yerleriyle yapılacak anlaşmalarla bazı personel ekolojik köyde ikamet ederek işlerini yürütebilir.
9.Eşit Düzeyde Gelir: Hayat düzeyi şehre göre çok daha yüksektir. Özellikle beslenme ve barınma çok fazla sıkıntı yaratmamaktadır. Ortak veya kişisel bahçeler sayesinde yiyecek sorunu kolayca çözülebilmektedir. Ev kiraları nispeten çok düşüktür (Thibaud, 2004). Ekolojik köyler yeni bir yasal düzenlemeye ihtiyaç duyulabilir. Hatta özel yasalar da düzenlenebilir. Toprak kullanımı, komşu köylerle olan ilişkiler belli bir esasa bağlanmalıdır. Ekolojik köyler, insanın çevre, diğer insanlar ve teknoloji ile ilişkilerinde yeni bir yaklaşımı somutlaştırması bakımından örnek yaşam alanları oluşturabilirler. Mevcut köylerin kendilerini toparlamalarına katkı sağlayabilirler. Geçmişle gelecek arasında güzel bir köprü olabilirler.
5. Ekolojik Köylerin Şu Andaki Durumları
Ekolojik köyler dünyanın muhtelif yörelerinde yıllardan beri faaliyet göstermektedir. En ileri düzeyde düzenlenmiş ekolojik köyler anglo-sakson ülkelerinde kurulmuştur.
1992’de düzenlenen Rio zirvesinden sonra, 1994’de kurulan Global-Eco-village Network (GEN, Küresel Ekolojik Köyler Ağı) düzenli bir biçimde genişlemektedir. Üç bölgesel büro bulunmaktadır: Avustralya (Crystal Waters), Birleşik Devletler (the Farm) ve Almanya (Lebensgarten)(Thibaud, 2004). GEN’in gelişim programının temel ekseni şunlardan oluşmaktadır:
- Tüketim toplumundan daha nitelikli yaşam tarzlarına, daha temiz toplumsal düzenlemelere ve çevreye en az etkide bulunan bir topluma geçmek için alternatif çözümler sunan deneme programlarının hazırlanması
2. Bu projeleri ekonomik olarak sürdürülebilir kılmak için sürdürülebilir teknolojiler ve işletmelerin geliştirilmesi
3. Ekolojik köylerin bilgi ve beceri alışverişlerini sağlamak amacıyla uluslar arası bir bilgi ağının eliştirilmesi; gençlerin eğitimine öncelik verilmesi(Vandemeulebroecke, 2004).
6. Ekolojik Köylerin Mevcut Köylerden Farklı Yanları
Vandemeulebroecke (2004), mevcut köylerle ekolojik köyler arasındaki farkı değerler açısından ortaya koymaktadır. Vandemeulebroecke’a göre, “ekolojik köy az da olsa eski köydeki yapıları yeniden uygulamaya koymaktadır, fakat burada insanlar ortak bir ideal etrafında toplanmaktadırlar. Mevcut köyde zorunlu olarak yaşanmaktadır, sosyal baskıya ve mevcut değerlere katlanmak zorunluluğu vardır. Ekolojik köylerle mevcut köyler arasındaki farklar ekolojik, kültürel, sosyal ve ekonomik olmak üzere dört açıdan değerlendirilebilir.
Ekolojik açıdan bakıldığında, mevcut köylerde çevre hassasiyeti ekolojik köye göre oldukça geri bir durumdadır. İstisnai durumlar olsa bile genel anlamıyla çevre bilinci istenilen düzeyde değildir. Özellikle de çevreyi tüm boyutlarıyla geliştirme doğrultusunda tam bir dayanışma olduğu söylenemez. Kültürel açıdan incelendiğinde, ortak değer üretime ve geliştirmede, insanlar arası dostça ilişkilerde, ilişkilerin zenginliğinde ekolojik köyün diğerinden önde olduğu görülmektedir. Sosyal açıdan, dayanışma ve paylaşım esas alındığında da ekolojik köyler mevcut köylerden daha ileride bulunmaktadır. Mevcut köylerde dayanışma yok mudur? Elbette vardır, ancak bu sosyal dayanışma oldukça sınırlı düzeyde gerçekleşmektedir.
Ekonomik açıdan, üretim çeşitliliği ve özellikle yerel ekonomiyle bütünleşmeye dönük yapılanma mevcut köy yapısında sınırlılık arz etmektedir. Ekonomik anlamda dayanışma dış zorlamalarla gerçekleşmektedir. Belli ürünler konusunda uzmanlaşmış köylerin sayısı ise oldukça sınırlıdır.
7. Türkiye’deki Köylerin “Ekolojik Köy” Ölçütlerine Göre Genel Durumları
Şu an itibariyle ekolojik köy ile ilgili kabul görmüş altı ölçüt bulunmaktadır: Özerklik, birlikte yaşama, açık olma, saygı duyma, dayanışma, kişisel inanca özgürlük. Bu ölçütlere göre köylerin incelenip bir karara varılması ayrı bir yazının konusu oluşturabileceği için burada çok genel hatlarıyla bir değerlendirme yapılmıştır. İlgili dostların bu alanda bir araştırma yapmaları bu doğrultudaki arayışlara çok önemli katkılar sağlayabilir. Yazının başında da belirtildiği gibi, insanlık daha insani bir yaşam tarzı geliştirme çabası içerisine girmiş bulunmaktadır. Bu güzel gayretlere içinde bulunduğumuz coğrafyadan da bir destek verilmesi anlamlı olur kanaatindeyim.
Her köyümüzü bu ölçütlere göre değerlendirdiğimizde, ölçütlerin tümünden tam puan alabilecek köy bulmamız neredeyse imkânsız. Ancak bu ölçütlerin bazılarını kısmen bazılarını tümüyle hayata geçirebilen köyler bulabiliriz. Belirtilen ölçütlerden bir kısmına uygun yapılanmalar, köy şartlarının doğal zorlamasıyla ortaya çıkmaktadır. Köy sakinleri kendi başlarının çaresine bakabilecek duruma ulaştıklarında, toplumsal sorumlulukların büyük bir kısmından uzak durabiliyor. Örnek ekolojik köyler kurulması durumunda, mevcut köylerimizin olumlu yönde etkileneceği düşüncesindeyim. Yüzde yüz olmasa bile, büyük oranda yeni değerler benimsenebilir.
8. Ekolojik Köylerin Hayata Geçirilebilirliği
Bu çalışmada da görüldüğü gibi, ekolojik köy düşüncesi ve uygulaması henüz yeni bir olgudur. Yeni olmasına rağmen dünyanın muhtelif köşelerinde kurulmuş köyler bulunmaktadır. Bu köylerin içerisinde az da olsa tarihi eski olanlar da vardır. Diğer yandan ekolojik köylerin küresel düzeyde örgütlenme çabaları da gözlenmektedir. Bu verilerden hareketle, ekolojik köylerin kısa sürede olmasa bile uzun vadede belli bir gelişme gösterebileceği söylenebilir. Şehir ortamında, benzer dünya görüşüne sahip kişilerin siteler kurmak suretiyle bir arada bulunma çabaları da bir anlamda bir ekolojik köyleşme eğilimi olarak yorumlanabilir. Bu eğilim bir müddet sonra daha doğal ortamlara doğru yönelebilir. Nitekim büyük şehirlerin yakınlarında benzer yapılanmalara rastlamak mümkündür. Bu ve benzer hareketler ekolojik köy ölçütleri çerçevesinde düzenlenebilirse, ekolojik köy düşüncesini hayata geçirmede belli mesafeleralınabilir.
9. Sonuç
Medeniyetimiz bir talep medeniyetidir. Üretme ve tüketme bu medeniyetin itici gücünü oluşturmaktadır. Bu durum mevcut hızıyla devam ederse, insanlığın bir bölümü çok anlamsız üretim ve tüketim alışkanlıkları edinecektir. Şu anda bile insanın ihtiyaç hiyerarşisinde yer almayan çok sayıda ürün göstermek mümkündür. Dışsal zorlamalarla oluşturulan tüketim alışkanlıklarının nerede duracağı pek belli değil. İşin kötü yanı, ihtiyaç hiyerarşisinde yer almayan tüketim alışkanlığı insanın kendi doğasına yabancılaşmasını da hızlandırmaktadır. İnsanın yeniden doğal yaşamına kavuşma isteği ekolojik köy modelini ortaya çıkarmıştır. Bu model, sürdürülebilir kalkınma kavramı ile birlikte düşünülürse ve hayata geçirilirse bir anlam ifade eder.
“Sürdürülebilir kalkınma” kavramı, 1990’lı yılların dönemecinde, küreselleşme kavramlarıyla aynı zamanda ortaya çıktı. Temel hedefi, gelecek kuşakların haklarını gasp etmeden gezegenin kaynaklarını korumak ve yenilemektir (Pelt,2000). İnsanoğlu bunu başaramadığı müddetçe, birbirini yemekten ve birbirinin hakkını gasp etmekten kendini kurtaramayacaktır. Dolayısıyla küresel barış, küresel kalkınma düşünceleri güzel bir hayal olarak kalmaya devam edecektir.
YARARLANILAN KAYNAKLAR
Passerelle Eco (Juin 2003). “Qu’est-ce qu’un é c o v i l l a g e ” .
http://www.passerelleco.info/article.php3?id_article=115
Passerelle Eco (Septembre 2004). “Ecovillagesvers une écocharte”
http://www.passerelleco.info/article.php3?id_article=349
Pelt, J-M. (2000). La Terre en héritage, Fayard, Paris.
Thibaud, Y. (2004). “Concept des Eco-villages”
http://www.passerelleco.info/article.php3?id_article=350
Vandemeulebroecke, G. (2004). “Ecovillages: une alternative vers l’écoresponsabilité”.
http://www.passerelleco.info/article.php3?id_article=116
Ekososyalist Bir Kır Kent Hareketine Doğru (Fevzi ÖZLÜER)
Sonunu müjdeleyen bir çağda yaşıyoruz. Uygarlığımız, bugüne kadar görmediği bir gücü, sıkışmış bir gücü barındırıyor damarlarında. Bu birikmiş güç ve enerji nereye akacağını kestiremediğimiz bir hoyratlıkla dünyamızın dehlizlerinde dolaşıyor.
Bu güç, dünyayı, yeniden yaşanabilir kılacak bir enerjiye de dönüşebilir; dünyayı top yekûn bir yok oluşa da sürükleyebilir. Bu sonun nasıl yaşanacağı sorumluluğu ise, bu çağın emekçilerinin omuzlarına biniyor. Tekil kurtuluşlar, varoluşlar ve hatta yıkılışlar çağı kapandı.
Kapitalist uygarlık ve burjuva sınıfı, vaat ettiği özgürlük ve eşitlik dünyasının iflasını dünyanın dört bir yanına yaydığı savaşlarla ilan ediyor. Bir yanda muazzam bir sermeye birikimi diğer yanda da yoksulluk, açlık, doğanın yıkımı yaşanıyor. Kapitalizmi meşrulaştıran tüm ahlaki, toplumsal, ekonomik, kültürel olgular yıkılmaya yüz tutuyor. Emekçileri ücretli köle haline getirerek onları geçim araçlarından kopartan kapitalizm, toplumu bir arada tutan ve kapitalizmin varlık koşulları olan değerleri de temelinden sarsıyor. Toplumsal yaşamın üstünde bir güç olarak kar düzenini yaşatmak için ise, tüm bu değerleri yeniden üretmekte gecikmiyor burjuva sınıfı.
Toplumsal yaşamın maddi varlık koşullarını yıkmak pahasına, sermaye birikimi “kendinde anlamlı” bir güce dönüşüyor. Topluma ve doğaya rağmen büyüyen sermaye, yarattığı toplumsal çelişkinin bedelini emekçilerin ve doğanın omuzlarına yüklüyor. Yarattığı savurgan uygarlık doğanın maddi varlıklarına rağmen hükmünü sürdürmeye çalışıyor. Emekten ve doğadan çaldığı geçim araçlarının egemenliğiyle toplumsal tahakkümünü perçinleyen burjuva sınıfı her gün emeğin yeteneklerini, doğanın olanaklarını iğdiş edecek şekilde emeği ve doğayı üretimin saflarından tüketimin raflarına gönderiyor. Üretim salt bir tüketim nesnesi haline geliyor.
Emekçiler, üretim araçlarını yitirdiği gibi, toplumsal var olma koşullarını da yitiriyor. Neyi, nasıl, ne kadar, kimin için ve ne için ürettiğini sorgulamaktan uzaklaştırılıyor. Aldığı ücretle, plazma televizyon hayali ikilemine sıkışmış yoksullar, kapitalizmin soysuzlaştıran kültürü karşısında en temel yeteneği olan dünyayı değiştirme becerisi körelmiş, toplumsal ve biyolojik bedenine, emeğine ve doğaya yabancılaşmış, her türden gerici ideolojiye tutsak bırakılmış bir kütleye dönüştürülüyor.
Emekçiler, dünyayı kucaklamanın baharından geçiyor.
Bütün dünyayı saran ve yıkan uygarlık ateşi, makinelerin yaratımında bir dünya tahayyül ediyor. Bugüne kadar edindiğimiz tüm insancıl yetilerimizi bir yandan yitiriyor, toprağı tanıyamaz hale geliyoruz. Büyük şirketlerin denetim ve mülkiyetlerine aldıkları bilgi, insanların geleceklerini çizen yeni tanrıya dönüşüyor. Bilim de bu tanrının kutsal kitabı, vahiyleri indiren ise kapitalizmin teknisyenlerine dönüşmüş bilim insanları.
Ekmek yapmayı bilmiyoruz, tohumlarımız yok. Buğday üretemiyoruz. Tarlamız var süremiyoruz, çünkü hazır yapılmışı, sürülmüşü var. Evler inşa etmekten kopalı hayli zaman olmuş, ustaları var, ekolojik olanı olmayanı var çünkü. Tüm bedenimiz paramparça. Ellerimizle birlikte ayaklarımız da iğdiş ediliyor. Otomobil uygarlığı bizi istediğimiz yere götürmeyi vaat ediyor. Kara taşımacılığı binlerce can alsa da iklimleri değiştirse de, yakını uzak yapsa da otomobil istiyoruz. Ama gidemesek de dünyanın öteki ucuna, belgesel kanalları gitmediğimiz görmediğimiz şehirlere yerleştirdiği kameralarıyla, canlı yayında bize dünyayı tanıtıyor. Her şeyden çok ama çok var, yeter ki satın alacak paranız olsun. Paramız olmasa da borçlanarak alıyoruz, eşya sofrasının çıkma parçalarını. Sularımız akmasa da hepimizin evinde çamaşır ve bulaşık makinesi kalkınmışlık ikonu oluyor. Mekanla iş-işsizlik arasında sıkışmış bir topluma esir ediliyoruz. Ölmüş bir uygarlığı sevdirmeye çalışıyorlar. Bir tür ölü sevicilik kol geziyor. Ölen bir kültür, yoksullara taksitle satılıyorlar. Bedelini ise peşin peşin ödetiyorlar.
Hareket etmenize hiç ama hiç gerek yok diyor burjuva ideologları, çünkü kapitalizm kendin menkul aklıyla hep daha fazlasını arzuluyor bizim yerimize. Piyasa dengesini bulur diyorlar. Ancak tüm bir umursamazlık ve çöküş çağı içinde, tarihin bu gerileme devresinde, devrimci bir değişime de ebelik etmenin tedirginliğini yaşıyoruz. Bütün bu toplu barbarlık projesi yeniden ve yeniden üretilirken dünyanın farklı köşelerinde çoban ateşleri alevleniyor.
Sermayenin, 21. yüzyılın bu eşiğindeki saldırganlığı karşısında yeni direniş odakları da tohumlarını filizlendiriyor. Bu tohumların toplumsal ve siyasal karakteri ve gücü, sermayenin muazzam saldırısını alt üst edecek bir örgütlülüğe sahip olmasa da kendi özgün deneyimleriyle, yeni bir uygarlık projesi üzerine kafa yoruyor. Tüm bu saldırganlığın karşısında, yeni sömürgecilik rejimlerine, kapitalizme direnen on binlerce insan hayatı yeniden anlamlı kılmanın, doğayla ve emekle birlikte eşitlikçi, toplumsal adaleti savunan, özgürlükçü, doğayla birlikte yaşamı kurgulayan bir dünya yaratmanın olanaklarını arıyorlar.
Doğayla birlikte geleceği yeniden yaratabilmek için, bugün sermaye düzenini ve onun siyasal biçimlerini alaşağı etmemiz şart. Yönetim ile üretim arasındaki yarılmayı giderecek bir siyasal devrim mümkün. Kent ile kır arasındaki çelişkiyi aşacak bir toplumsallığa yönelmiş bu siyasal iktidar, tüm toplumsal meşruiyetini tarih ve doğa birliğinden alan emekçilerin iktidarı olarak kendini yeniden kurmalıdır. Ancak bu koşullarda toplumsal varoluşumuz, canlı varlığımızı tehdit etmeyen bir yönelime sıçrayabilir. Bugün ki toplumsallaşma biçimi, sermayenin toplumsallığı, canlılığımızı tehdit etmektedir.
Bütün tarihimizi ve doğayı yeniden kazanma arzusu, hareket etme heyecanı dünyayı kucaklamak için zorunlu görünüyor. Bu arzu dünyayı yeniden yaşanabilir kılma bilinciyle birleştiğinde, insanlar öz yeteneklerini yeniden kazandıklarında, geleceklerini yapabilecek üretim araçlarına ulaştıklarında, kendi uygarlıklarını yeniden değiştirebilecekler.
1.EKOLOJİK KRİZİN TARİHSELLİĞİ
1.1.DOĞANIN VE EMEĞİN TEMELLÜKÜ
Kapitalist üretim tarzının iki temel belirleyici özelliği bulunmaktadır. Bunlardan birincisi, üretim araçları mülkiyetinin burjuva sınıfının elinde olması ve toplumun, üretim araçlarından yoksun kalmasından dolayı, emek gücünü, iş gücü olarak piyasada satmak zorunda kalmasıdır. Bu geniş kitle, yaşayabilmek için çalışmak-emek gücünü satmak- “zorunda” bırakılır. “Özgürlük alanı” olarak varsayılan-piyasa- tam bir zorunluluk alanına dönüşür. Çalışmak bir etkinlik olmaktan çıkarak bir zorunluluğa dönüşür.
Bu nesneleştirme ve metalaştırma süreci, insanların çok yönlü etkinliklerinin ve ilişkilerinin tek bir ilişkiye yararlılık ilişkisine indirgenmesine yol açar. Kişi, iş gücü haline getirilerek, hesaplanabilir, kontrol edilebilir, denetlenebilir bir hesaplar sistemi temelinde, rasyonel ve nesnel bir makine haline getirilir. Makine imgesi, tüm toplumsallaşma biçimlerini sembolize eden bir imge haline getirilir. Kişilere dayanmayan, evrensel ve rasyonel olduğunun imgesini yaratan bu üretim biçimi kutsallığını ilan eder. Makineleşen ya da makinenin bir uzvu haline gelen kişi, tek amacı biriktirmek olan sistemin içinde, nesneleşerek yer bulur. Bu nesneleşme, insanın kendini biyolojik ve toplumsal olarak yenileyebilmek, yaşamak için yaptığı tüm etkinlikleri tüm duygularından arındırır. Emeği tek tipleştiren, birikim rejimi, bu şekilde, kendi düşünsel temeli homo economicusa dayanan akılcılığı da yeniden üretir. Hayatı tüketmek pahasına biriktiren bu sistem, her türlü insani etkinliği ekonomik bir değere dönüştürebildiği ölçüde kendi varlığını sürdürebilir.
İş güçlerine ihtiyaç duyulmayan ve artık nüfus olarak adlandırılan kesimse, piyasa koşullarında sefalete mahkûm edildikleri gibi üretim maliyetleri koşullarında çalışanların işsiz kalma tehdidi ve onların düşük ücretle ve kötü yaşam koşullarında çalışmaya zorlamanın aracı olarak kullanılırlar. Bu artık nüfus olarak adlandırılan kesim her türlü toplumsal bozulmanın da biricik sorumlusu gösterilmek üzere yedeklenir. “Artık” üretme ideolojisi kökenini buradan alır. Toplumsal zenginliğin paylaşılması konusundaki sermayenin cimriliği, emeğin artık haline getirilmesinde sermayenin savurganlığına dönüşmektedir. Sermaye, büyümek için, emeğin maddi zenginliğini yok etmek zorundadır. Daha fazla kar elde etmek için daha ucuz emek kullanma ihtiyacı, her defasında, tarihsel olarak, üretimi emekten özgürleştirme çabasına iter. Ancak üretimin teknolojiye dayandırılması bir yandan başlangıçta karlı gibi görünse de, sermayenin eninde sonunda emeğin artı değerine el koyması zorunluluğu kapitalist üretimin büyümek için emek sömürüsüne olan ihtiyacını daha fazla derinleştirir. Bu durum, sermayeyi daha sık krizlere sürüklemektedir.
Kapitalist üretim tarzının ikinci belirleyici özelliği, toplumsal zenginliğin bileşeni olan doğayı, bir hammadde-doğal kaynak olarak görmesidir. Kapitalizm koşullarında doğanın, üretim için bir girdiden başka bir değeri yoktur. Oysaki toplumun maddi zenginliği, emek ve doğanın ürünüdür. Kapitalist üretim, daha fazla kar elde etmek için emeği olduğu gibi doğayı da daha ucuza mal etmenin yollarını geliştirmektedir. Emek gücü nasıl ki kapitalist üretim tarzında iş gücü ise, doğa da hammadde ve kaynaktır. Sermaye birikimi ve büyüme ancak, emeğin işçileştirilmesi doğanın da hammadde haline gelmesi ile mümkün olmaktadır. Bu açıdan sermaye, el konulan emek ve doğadan başka bir şey değildir. Kapitalist üretimde her defasında bu el konulan toplumsal zenginliği-emeği ve doğayı- sermayedarların elinde en çoklanmasının sağlanmasıyla varlığını sürdürür.
Doğayı hammadde deposu ve kaynak olarak daha ucuza mal etme arayışı, aynı zamanda sermayenin de varlık koşullarını tehdit etmektedir. Sermaye, doğanın kendi varlık koşullarını yenileyebilme olanaklarını ortadan kaldıracak şekilde tüketir. Enerji, toprak, su, hava, tohum birer hammadde haline geldikçe, metalaştıkça, sermaye bu varlıkları daha ucuza mal ederek daha fazla kar elde edebilecektir. Bu nedenle, sermaye büyümek için her defasında emeği olduğu gibi doğayı da yok etmek zorundadır. Doğa varlıklarının, “doğal kaynak” haline getirilmesi süreci ile emeğin “işçileşmesi” süreci, kapitalist büyüme ve akılcılığın kaçınılmaz sonucudur.
Doğa, bir kez metalaştığında- kaynak haline geldiğinde- üretimde kullanılan bir tüketim nesnesi haline gelir. Sermaye açısından doğanın başka hiçbir değeri yoktur. Ama aynı zamanda sermaye kendini yeniden üretebilmek için kullandıkça atık haline getirdiği doğayı da yeniden kullanılır kılmak zorundadır. Sermaye, yeniden üretim süreçlerinde bu atığı bir kez daha düşük maliyetle bir hammadde haline getirmeyi dener. Ancak her defasında, doğa bir önceki seferinden daha geri dönülmez ve kullanılamaz halde atığa dönüştürülür.
Bu artık ve atık üreten meta düzeni kullanım değeri yaratma mantığına göre değil her seferinde daha fazla değişim değeri, kar elde etme mantığı üzerinden işler. Daha fazla kar elde etme mantığına dayanan kapitalizm, üretim için gerekli olan girdileri ya da maliyetleri en düşük seviyede tutma refleksini de sistemin mantığı gereği barındırır. Bu durum, toplumsal yaşamın varlık zemini olan emeğin ve doğanın kendini yenileyebilme olanakları için gerekli koşullar ile sermayenin büyümesi için gerekli koşulların karşı karşıya gelmesi sonucunu doğurur. Doğanın toplumsallaştırılması için kullanımı ile kar için kullanımı arasındaki temel fark da buradadır. Kara dayalı toplumsal yaşamda, doğa kendini yenileyebilme olanaklarını yitirmektedir.
Emeğin bu doğal ve toplumsal formlarının, kullanım değerinin bu bileşenlerinin sermaye birikimi sürecine tabi olması ve birikim zorunluluğunun kapitalist üretim tarzının motoru haline gelmesi eş zamanlı işleyen bir süreç ve ilişki olarak kavranmalıdır. Kapitalist üretim bu nedenledir ki aynı zamanda kendi maddi üretim koşullarını bozmaya meyillidir. Sermayenin büyümesi bu maddi gerçekle mümkün olabilir. Bu sermayenin aynı zamanda ekolojik krizinin olgunlaşma ve derinleşme zeminidir.
Oysa ki çalışma dediğimiz etkinlik bir yandan biyolojik ve toplumsal bir güç olan bedenin yeniden üretilmesidir. İnsan kendini yeniden anlamlandırma, yaşam alanını tanıma ve var olduğu yaşama alanına uyum için maddi etkinlikler de bulunur. Bu etkinlik alanı ise insanın toplumsal bedeni olan, fiziki ve toplumsal etkinliğinde cisimleşir. Çalışma bir zorunluluk haline geldiğinde ise, kişi hem biyolojik bedenine hem de kendi toplumsal bedenine – emeğine ve onun maddi var oluş koşullarına yabancılaşır.
Bu açıdan söyleyecek olursak, ekoloji mücadelesi, emeğin ve doğanın maddi yaşam ve var olma koşullarını yeniden üretme süreci olarak örgütlenecekse, bu süreç hem üretimin hem de yönetimin arasındaki yarılmayı ortadan kaldırmayı hedeflemelidir.
1.2.TOPLUM VE DOĞANIN YARILMASI
Sermaye sistemine içkin akıl, insan ile doğa arasındaki ontolojik bir karşıtlıktan hareketle hiçbir tarihsel bağlama oturmadan, her türlü insani etkinliği, doğa üzerinde temellük ilişkisiyle bir tutar. İnsan doğanın dışında bir gerçeklik olarak ifade edilir. Bu algı düzeyi öyle bir hegemonya kurmuştur ki, modern ve rasyonel olarak gösterilen zihniyetin kendisi oluverir. Sermaye kendini tarih dışı ilan ederken, doğanın dışına attığı geniş bir kitleyi de doğanın düşmanı ilan ediverir. Şehirleri ele geçiren, kırı mahveden, gıdayı pervasızca tüketen ve açlığa neden olan yoksullar olur.
Bu yaklaşım, insanı doğa dışında tanımlayan, ilişkiselliği görmezden gelen, tam da bu nedenle de onu biyolojik bir varlığa indirgeyen bir yaklaşımdır. Bu bakış doymak bilmez bir “insan doğası” inanışından, kaynakların kıt ama ihtiyaçların sınırsız olduğu tezini işleyen liberal akıldan beslenir. Diğer yandan da sermayenin aklı, bu çıplak insanı, doğanın dışında konumlandırırken, kovulan bu çıplak insanı, “doğanın yasaları” olarak ilan ettiği kurallar bütününe de tabi kılar. Doğayı “kaynak” haline getiren ideoloji tam da bu biçimde kaynakların da kıt olduğuna yönelik görüşe toplumsal meşruiyet zemini sağlar.
Sermaye toplumu, bir yandan doğa bilimlerinden elde edilen bilgileri toplumsal ilişkilere giydirmeye çalışır. Larvadan kurbağaya geçişi hızlandıracak laboratuar teknikleri üretici güçlerin geliştirilmesinin yöntemi olarak görülür ve bu yasalar evrenselleştirilir. Larvalıktan iribaşlığa geçecek kurbağanın gelişimin nasıl hızlandırılacağını açığa çıkartan bilim insanın bilgisi hemen topluma uyarlanır. Eğer ki topluma dışardan bir bilinç taşınırsa, bir öncünün müdahalesi olursa toplumsal yaşam tarihsel olarak gelişecektir. Bu şekilde tarih ilerlemeci bir hatta oturtulmuş olur. Üretici güçleri iğdiş eden sermaye tam da bu nedenle ilerici görülüverir. Üretici güçleri temellük eden ve yağmalayan üretim tarzı birden bire tarihin “dinamosu” oluverir.
Toplumsal yaşamın belli bir evresine tekabül eden ve bu anlamda da tarihsel alana ait bir kavram olan “rekabet, yarış, ezme ve ezilme v.b..” kavramlar doğanın kuralları haline getirilir. Rekabetçi burjuva yaşamının getirdiği ilişki ağları, doğanın yasası haline dönüştürülür. Aslanlar, karınlarını doyurmak için diğer aslanlarla “rekabet eder”. “Katil” balinalar yok eder. “Avcı” şahin “avını” bir lokmada yer. Oysa rekabet eden liberal toplumdur. Katil olan balina değil, onu katil olarak gören rasyonel modern sermayenin toplumsal aklıdır.
Doğal seçilim tezleri de bu dolayımda, toplumsal bir ilke haline gelir. Güçlüler kazanır, zayıflar ölür. Sermayenin kuralı budur. Sermaye, liberal aklına bir de muhafazakâr aklı ekleyerek kendi rasyonalitesinin sınırlarını genişletir. Toplumsal yaşamın diline tercüme ettiği bu kavramsallaştırma, sermaye düzeninde emeğin ve doğanın, sürekli bir baskı altında kalmasına, toplumsal yaşamında her defasında totaliter ve denetimli bir rejime tabi kılınmasına yol açar.
Bir yandan insanı doğa dışına iten ve fakat bu insanı doğallaştırılan toplumsal yasalara tabi kılan modern akıl, aynı zamanda modern türcülüğün kök salmasına da zemin hazırlar. Kavga da kaybeden, büyük insan kitleleri nasıl yok edilmeyi hak ediyorsa, insan türünü temsil eden uygarlık bekçileri de aynı zamanda yanlarına aldıkları yalı köpekleriyle bir uygarlık halesi kurarlar. Fokları derileri için öldürmeyi hak olarak görürken, bu foklardan kendi kedi ve köpeklerine de kayış yapmayı ihmal etmezler. Modern türcülük, kapitalizm öncesi türcülüğünden farklılaşır. Artık, zenginler, insan türünün temsilcisi olarak kendilerini tüm bir doğaya ve topluma dayatırlar. Onlar dışında diğer türlerin ve hatta kendi türlerinden olsa da bu yok edilmesi gereken artık kitlenin var olmalarının hiçbir değeri yoktur. Binlerce hayvan, ilaç sanayinin kobayı oluverir. İlaç sanayinde binlerce insan açlıkla boğuşabilir. Ancak büyük insanlık ailesinin yegâne temsilcileri için bu dramlar doğaldır. Doğanın yasaları acımasızdır. Her koyun kendi bacağından asılır.
Acı çekme-çektirme pratikleri, sömürme-ezme- yok etme deneyimleri bir var olma biçimi haline getirildiğinde zenginler dışında kalan türler için eziyet gündelik bir rutine dönüşür. Bu rutin katlanılması gereken, cenneti ızdırapta gören ama cehennemi de ızdırap çekenlere lütfeden bir uygarlığın tezahürüdür. Ancak, bu doğallaştırma hiçbir evrensellik niteliği taşımaz. Izdırap tarihseldir.
Bu açıdan insanın etkinliklerinin evrensel bir karakter taşıdığı tek bir süreç vardır. O da insanın doğaya ilişki kurduğu emek sürecidir. Bunun dışında insanın toplumsal faaliyetleri ve bu faaliyetlerin sonuçları hiçbir şekilde evrensel bir nitelik göstermez. Bu faaliyetler üretim ilişkileri ölçeğinde ve belirli bir üretim tarzında anlamlandırılabilinir.
Toplumsal varlığımızın zeminini oluşturan biyolojik özelliklerimiz, toplumsallaşmamızın içinde yeniden üretilir ve toplumsal yaşamımızı da yeniden üretir. Bununla birlikte toplumsallaşmamızı sağladığımız emek sürecinde, doğayla ilişkimize de özgül karakterini kazanır. Bu demektir ki her emek sürecine özgü olarak toplumun doğayla farklı bir ilişkisi vardır. Her emek sürecinin şekillendiği farklı bir toplumsal ilişkiler bütünü vardır, her toplumsal ilişki biçiminde, her toplumsal yaşam tarzında insanlar doğayla farklı bir ilişki kurarlar.
Bu toplumsal evrim her tarihsel süreçte ve toplumsal üretim tarzında yeni bir doğa imgesi yaratırken aynı zamanda insan emeğini, dolayımlı olarak doğanın bilinci haline de dönüştürür. Bu bilinç, her toplumsal üretim tarzında doğayla ilişki kurmanın farklı veçhelerini yaratırken, emeğin olanaklarının evrimine doğal ve aşılamaz sınırlar çizmez. Emek, insanın yarattığı uygarlıklara da, doğayla ilişkilenme tarzında, bir öz denetim mekanizması sağlar. Doğa, toplumsal uygarlığımızın turnusol kâğıdıdır. İnsan, doğayla ilişkisini yıkıma götüren; emeğinin toplumsal örgütlenme tarzlarını, insan uygarlıklarının sınırlarını, doğayla ilişki kurduğu her an anlayabilme ve kendi örgütlenmesini değiştirebilme potansiyelini de barındırır. Bu potansiyelin açığa çıkartılıp çıkartılamayacağı ise politik bir sorundur.
Ekolojik kriz tarihsel düzeyde, belli bir üretim ilişkileri ölçeğinde ve belirli bir üretim tarzında anlamlandırmak bu nedenle oldukça önemlidir. Bugün, beden ve doğa arasındaki yarılmanın kökeni verili üretim-tüketim ve yeniden üretim tarzıdır. Bu süreçte ekolojik kriz, toplumsalın sınırlarına kadar genişlemiştir. Bu demektir ki, ekolojik kriz karşısında toplumsal emeğin, yaşam mücadelesi örgütlenmelidir. Bu açıdan da emek hattı ekoloji mücadelesinin biricik politikleşme zemini olacaktır. Kapitalist yaşam tarzından farklı bir toplumsal yaşam tarzında insanların doğayla ilişki tarzları da farklılaşacaktır. Bunun için de emeğin doğayla ilişkiye geçtiği emek sürecinin de farklı örgütlenmesi gerekir. Bu bağlamda üretim araçları ve üretici güçler de farklı toplumsal yaşamlarda farklı yapılara bürünecektir. Nükleer santrallerin, biyo teknolojinin… geleceğin toplumunda kullanılmasının bu açıdan yeri olmayacaktır.
Modern uygarlık bir diğer açıdan, emeğin, insan ve doğa birliğinin hep yeniden oluşturulması anlamına geldiğini de yok sayar. Oysa ki, insan ile doğa arasındaki ilişki karşılıklı ve farklılaşmış bir ilişkidir. Doğa olanla toplumsal olan arasına bir karşıtlık koymadan oluşturulacak politik hat aynı zamanda cinsiyete dayalı toplumsal işbölümünün de yeniden sorgulanmasını mümkün kılar. Kadın erkek arasındaki eşitsizliklerin kökenini biyolojik bedenin farklılaşmasında gören ve eşitsizliği buraya gömen yaklaşımlar da eninde sonunda modern aklileştirmeye yaslanan toplumsal üretim sistemidir. Biyolojik farklılaşmayı toplumsal eşitsizliklerin temeline yerleştiren siyasal yaşam, özel alan kamusal alan ikiliğini de tarih aşırı, evrensel bir ikiliğe büründürür. Liberalizmde en keskin ifadesine kavuşan bu kavrayış, patriarkanın görünmez kılınmasına da hizmet eder.
Patriarkanın bu özgül biçiminde, kamusal alanın içine çekilerek tahakküm altına alınan ve sömürülen kadınların, kamusal alana çağrılmasının ön koşulu, hem bir yurttaş hem de eşitsiz cinsel sözleşmeyle kurulmuş ailenin bir üyesi olmasıdır. Kamusal alanda kadın, hem bir yurttaş hem de aile üyesidir. Temsil mekanizmalarında kadınların sayısının önemine endekslenmiş kamusal alan anlayışları da, niceliksel vurgularını ön plana çıkardığı her anda, kadını toplumsal denetim altına alacak mekanizmaları da harekete geçirirler. Bu anlamda modern kamusal alan özel alan ayrımı, kadını kamusalın dışında tutarak değil kadını içererek ezer, sömürür ve tahakküm altına alır.
Kadınlar, kamusal alanda, cinsiyetçilik temelinde çifte bir denetime tabi tutulur. Hem biyolojik hem de toplumsal bedenlerinin zorunluluk alanına dahil edilmesiyle beraber ve fakat biyolojik bedenlerinin imgesine sıkıştırılarak toplumsallaşırlar. Statü ve erk sahibi olurlar. Kamusal alan her ne kadar piyasanın- devletin dışında tanımlanmaya çalışılsa da, siyasal olandan yalıtılmış her toplumsal alan eninde sonunda piyasanın tahakkümü altında kalmaktadır. Bu açıdan piyasaya- liberal kamusal alana çağrılan, bu zorunluluk alanında var olmaları koşuluyla toplumsallaşmalarına olanak tanınan toplumsal sınıflar, ücretli emeğiyle geçinenler, işsizler, kadınlar..bu alanda siyasal olanla ekonomik olan arasındaki yarılmayı ortadan kaldıracak bir zeminden de kopartılmış olurlar. Toplumsal ve biyolojik bedeninden dışlananlara sunulan kamusal alan, etik ve hukuk geriliminde örüldüğü sürece de, kamu bir söylenceden öte değer taşımaz. Bu kamusal alanda hareket eden kişilere de hiçbir zaman, özel-devlet mülkiyeti arasındaki gerilimi ve sıkışmayı aşacak, üretim ile yönetim arasındaki parçalanmayı ilga edecek çok özneli bir kamusallık zemini sağlanmaz. Bu nedenle liberal kamu, doğa ve toplumsal beden arasındaki yarılmanın görünüm alanlarında ortaya çıkan eşitsizlikleri, sömürüyü ve tahakküm biçimlerini yeniden üretir. Bu nedenle, piyasanın kamusu altında yok sayılan bedeni yeniden özgüleştirecek olan biricik hatlardan biri de kapitalist kamusallığı alt üst edecek, karşılıklı yardımlaşma, dayanışma ve öz yönetim biçimlerinin, bu ikilikleri aşacak tarzda geliştirilmesi ile mümkün olacaktır.
1.3. KENT İLE KIR ARASINDAKİ ÇELİŞKİ
Emeği işgücüne-artığa, doğayı hammadde deposuna-atığa dönüştüren kapitalist sermaye birikim süreci aynı zamanda, her zaman genişleme, merkezileşme, yoğunlaşma eğilimini de barındırır. Sermaye birikim sürecinin sürekli kar arayışı, daha ucuza işgücü ve hammadde ihtiyacını perçinler. Sermaye birikimin önüne çıkan her türlü maddi engeli kaldırmak için de sosyal, siyasal, ekonomik ve hukuki her türlü yordamı hayata geçirir. Sermaye girdiği her coğrafyanın sosyal, kültürel, tarihi, ekonomik yaşamını ters yüz eder. Hammadde haline gelen doğayı ve ucuz emek gücünü bir kıtadan bir başka kıtaya taşır. Milyonlarca insan bir yerden bir başka yere harekete geçer.
Aynı zamanda ülkelerin sınırları değişir. Tek amacı kar olan kapitalist sistem bu koşulu yaratabilmek için mekanı ve zamanı da türdeşleştirmek zorundadır. Dünyanın her yerinde kendi kurallarının geçerli olacağı bir yaşam örgütlemek zorundadır. Doğayı ve emeği tek tipleştiren sermaye aynı zamanda kendini biriktirmek için, zamanı ve mekanı da tek tipleştirmeye eğilimlidir. Bu süreç merkezileşme ve yoğunlaşmanın yaşandığı alanlarda kimi kısmi avantajlara yol açsa da bir bütün olarak mekanın ve zamanın ortadan ikiye bölündüğü bir çağı da beraberinde getirir.
Kentlerin, sanayi, hizmet, ticaret alanlarında yoğunlaşması veya bunların belirlenimine girmesi, büyük bir nüfusun giderek tarımsal üretimden kopmasına neden olmaktadır. Bu merkezlerde biriken yoğun nüfusun gıda, barınma, ulaşım… gibi ihtiyaçlarının kent tarafından yerine getirilememesi ve sermayenin bu ihtiyaçları karşılamak için kırsala yönelmesi, giderek daha fazla oranda kırın, kentin hizmetine sunulmasına neden olmaktadır. Kırsal toprağı bu eksende giderek daralmakta, bu alanlar yerleşime açılmaktadır. Sular, bir yandan şişelenerek şehir merkezlerine taşınmakta, diğer yandan da enerji haline gelerek, kentlerin askeri ve sınai ihtiyaçlarına yanıt verecek şekilde düzenlenmektedir.
Kırın havası da bir turizm nesnesi olarak, kentin hizmetine sunulmaktadır. Ancak yine de kapitalist kent kendi içinde de çelişkilerini derinleştirmekte, temellük ettiği mekân ve zamanı da bölmektedir. Kent hizmetlerinin üretiminde kullanılan ucuz emek, aynı zamanda her zaman kötü yaşam koşullarına mahkûm kalır. On dokuzuncu yüz yılda işçi konutlarında, yirmi birinci yüz yılın barakalarında yaşamaya mahkûm bırakılır. Sağlıklı içme suyu kullanmazlar. Çalışma bir etkinlik olmaktan çıkıp bir zorunluluğa dönüştükçe, kentin havasını “özgürleştiren” kamusal mekânlardan da yaralanamazlar. İnsanları bir araya getiren, karşılıklı olarak sorunlarını konuştukları ve çözdükleri varsayılan her türü “kamusal alan” da giderek parçalanır. Kapitalist kent kendi kamusunu bir kabus haline getirir.
Kapitalist yoğunlaşma ve merkezileşmenin yaşandığı alanlar, bu merkezlere iş gücü, hammadde, gıda, hava, su, enerji sağlayan mekânların da daha fazla yoksullaşmasına yol açar. Kırın ve kentin kapitalistleşmesine paralel olarak, bir yandan kent kırı, diğer yandan kır kendi içinde kırı, kent de kendi içinde kenti sömürmeye başlar. Sanayileşmenin hızlanması, tarımın kapitalistleşmesine paralel olarak, daha fazla tarımsal ürüne ihtiyaç duyulur. Tarımsal ürünlerde bu talep artışı, giderek daha kısa sürede daha fazla üretimin sağlanmasını zorunlu kılmaktadır. Daha fazla üretim, tarım da daha kısa sürede üretilen belli tarımsal ürünler üzerine yoğunlaşmaya neden olur. Bu da tarımda tek tip ürün üretimine neden olur. Geniş coğrafyalarda kapitalist tarımsal üretim aynı zamanda biyolojik çeşitliliğin daralmasına, türlerin binlerce yılda karşılıklı evrimiyle kazandıkları birikimin yok olmasına neden olur.
Tarımın kapitalistleşmesi, tarım tekelleri ile rekabet etme olanağı kalmayan binlerce çiftçinin giderek topraksızlaşmasına ya da toprağı her defasında bir öncekinden daha yoğun bir şekilde gübreye boğmasına neden olmaktadır. Toprakta aşırı gübre kullanımına dayalı üretim, toprağın ve suyun giderek yoğun bir biçimde atık haline gelmesine neden olur.
Toprağın kapitalist üretime endekslenmesi, kültürel ve türsel çeşitliliklerin de yağmalanmasını hızlandırır. On sekizinci yüzyılda bitki toplama faaliyetlerinin sistematik hale gelmesinden bugüne kadar, bitkiler de sömürü alanın etkisi altına girer. Sağlık, tıp, gıdanın sanayileşmesi, kapitalistleşmesi ile birlikte daha fazla bitkinin üretimde kullanılmasına yol açar. Aynı zamanda bu alanda “verim” artışına dayanan teknolojik uygulamalar, bitkilerin tek tipleşmesine yol açacak gelişmelerin de doğmasına neden olur. Genetiği değiştirilmiş organizmalara dayalı olarak yapılan tarımsal üretim, top yekûn yaşamı ortadan kaldıracak tek tipleşmeyi tetikler. Gıda ve tarım tekelleri tarafından daha çok üretim ve kar ihtiyacı, her yıl binlerce türün yok olmasına, milyonlarca insanın yoksullaşmasına, on binlerce kilometrekare tarım arazisinin yok oluşuna, yeni kırsal alanların tarım arazisi haline gelmesine yol açmaktadır.
Kapitalist yaşam biçimi insanların başta beslenme ve giyim olmak üzere pek çok yaşam alışkanlığını da değiştirmektedir. Sermaye birikim süreci yaşamı giderek hızlandırırken, geleneksel besin maddelerinde giderek daralmaya yol açmaktadır. Bedenin enerji ihtiyacını karşılamak için karbonhidrat ve protein ihtiyacının sanayi ürünlerinden karşılanması, giderek daha fazla hazır besinin piyasaya girmesine, bu besinlerin de giderek daha fazla bedeni ele geçirmesine yol açmaktadır. Hazır besin sanayi, binlerce yıldır insanların toprakla ilişkisini de bozmaktadır. Toprağın doğal besleyicisi olan insan artıkları, sermaye birikim süreci ile birlikte toprağa geri dönüşü mümkün olmayan milyonlarca ton çöpe dönüşmektedir. Toprağın geri besleme sistemlerindeki bozulma, doğa ve insan arasındaki metabolizmanın da kendini yeniden üretmesini engellemektedir.
Kent yaşamın sonucunda ortaya çıkan binlerce ton insan artığı toprağa kazandırılamamaktadır. Kentlerin aşırı merkezileşmesi, yoğunlaşması ve genişlemesi sürecinde doğa varlıkları da kapitalizmin hizmetine sunulmaktadır. Kentlere hammadde ve iş gücü taşıyan kara, hava ve deniz taşımacılığı her gün daha fazla toprağı parçalamaktadır.
Bitkilerin, hayvanların kitlesel tüketimi ve uyum sağlayamayacakları ekosistemlere taşınması, taşınan ekosistemleri tek tipleştirmekte, gittikleri ekosistemlerin de tahribatına yol açmaktadır Ekosistem, ticari avcılık, balıkçılık nedeniyle yok olmaktadır. Kürk ticareti binlerce hayvanın türsel haklarını ihlal ettiği gibi varlıklarını da ortadan kaldırmaktadır.
Burjuva kültürü bir yandan atık, artık ve çöp üreten bir kültür haline gelirken diğer yandan da bunlardan nefret eden ve toplumsalın dışına öteleyen ve belki de sorunu geleceğe havale ederek, kendini yeniden üretmenin olanağını sağlamıştır. Kırla kent arasındaki yarılma kentleri çöp ve atık üreten bir uygarlık tasarımı haline getirmiştir. Bu tasarımda bir tür modernleşme modeli olarak tüm dünyada kutsanmakta ve bu tasarım tüm dünyayı kuşatmaktadır.
Kapitalizm kendini bir hijyen ideolojisi ekseninde inşa ederken diğer yandan uygarlığın pisliği olarak adlandırdığı yoksulların ülkesine çöplerini, atıklarını, yaşam formlarını ve en önemlisi yaşamı algılama biçimini ihraç ediyor. Kırın toplumsal artığı haline getirilenler kentin çeperlerine biriktikçe, milliyetçi, ırkçı dürtüler de yeniden üretilir. İşte emeğin parçalanması bir yandan doğa ile insanı birbirinden kopartıp, toplumsal serveti metaya indirgerken, diğer yandan da yaratılan hijyen kültürü üzerinden yoksullar ötekileştirilir. Bu açıdan ekolojik krizin bir tezahürü de, kır ve kenti parçalayan özel mülkiyet, buna dayalı hijyen kültürü ve artık-atık üretim tarzının kendisidir. Kır ile kent arasındaki parçalanmanın toplumsal yaşamın hijyenleştirilmesi ve soylulaştırılması, her türlü yoksulu ve yoksullaşmayı ötekileştirmektedir. Emeği, bitkileri, hayvanları, halkları tek tipleştirdiği gibi mekanı ve zamanı da tek tipleştirmektedir.
21.yüzyılın bu eşiğinde bir yandan kent giderek kırın içine girerken, kır da eskisinden daha fazla kentin etki alanında kalmaktadır. Kır bir yandan kentleşirken, kentte kırsallaşmaktadır. Kıra ve kente atfedilen, evrensel kategoriler bir birinin içine girmekte ve harmanlanmaktadır. Bu açıdan kır ve kent arasındaki çelişki mekânsal bir çelişki olmaktan çok, maddi ve entelektüel uzmanlaşmaya-iş bölümüne dayalı tarihsel bir çelişki olarak karşımızda durmaktadır.
Bir yanıyla bu çelişkinin, kent merkezlerindeki görünümlerinden biri de işle mekân arasındaki parçalanmadır. Aynı zamanda bu çelişki üretimin ve yönetimin mekânsal parçalanmasını da karakterize etmektedir. Kır, pastoral öğelerle süslü bir natürmort olmaktan çıkmıştır. Kentte artık liberal demokrasinin ve kamunun beşiği değildir. Karşılıklı olarak bir çöküş yaşanmaktadır. Bu çöküşte kır ve kentin dışlanma eşikleri arasına kültürel, sosyal, sınıfsal, ideolojik, dinsel, etnik konumlandırmalarla sıkışmış milyonlarca insan yaşamaktadır. Toplumsal yaşam için bir tehdit haline dönüştürülen bu kitleler, renklerinden, dillerinden, etnik kökenlerinden dolayımlanarak bir kriminalizasyona tabi tutulurlar. Türkiye’de Kürtler, İngiltere’de Türkler, Meksika’da yerliler, Hindistan’da Pakistanlılar potansiyel suçlular haline gelirler. Bu insanlar artık ve atık sisteminin tüm toplumsal acılarını yaşamaktadır. Diğer yanda ise özel güvenlik ve korumalarıyla, hijyen mekanlarında yaşayan yeni bir sınıfın siteleri doğmaktadır. Kentler kendi artıklarını yaratırken, kentin kaleleri içinde yaşayan sınıflar içinse bu artıklar bir tedirginlik ve korku imgesidir. Aynı zamanda kaybetmekten korktukları mekânların, hizmetlerini de artık sınıflar yerine getirmektedir.
Bu açıdan kır kent çelişkisi ekolojik krizin odak noktalarındandır. Dünyayı tek tipleştiren ve parçalayan kapitalist pratikle hesaplaşmak, sonra da neyin nasıl ve kimin için üretildiği ve nasıl toplumsallaştığı meselesini ortaya koymak gerekir. Mesele atık-artık uygarlığıyla bir üretim tarzı ekseninde hesaplaşma meselesidir.
2. EKOLOJİK KRİZİN DÖNEMSELLİĞİ
Bugün içinden geçtiğimiz çağın sosyal, siyasal, ekonomik, sınıfsal görünümlerini açığa çıkartmak, ekolojik kriz çağını aşmanın da ipuçlarını verecektir. Bu nedenle kapitalizmin birikim krizlerini esas alacak şekilde bir açılım yaratmanın esas alınması suretiyle yaşadığımız çağın olanak ve sınırlılıklarını, politik müdahale biçimlerini ve tarzlarını hayata geçirmek açısından gereklidir.
Kapitalizmin dönemsel olarak yarattığı krizleri kendi tarihselliği açısından karakterize etmek gerekir. Bu açıdan kapitalizmin ilk ekolojik krizi, Birinci dünya savaşı ile 1929 Bunalımı evresinde tüm toplumsal, siyasal ve ekonomik sonuçlarını açığa çıkartmıştır. 1929 bunalımı ardından, İkinci dünya savaşıyla birlikte kapitalizmin yeniden düzenlenmesi süreci ikinci bir ekolojik kriz dalgasını tetikledi. İkinci Dünya Savaşında sermayenin yeniden birikimin olanakları tetiklendi. Milyonlarca insan öldü, binlerce kent yıkıldı. Ancak insanlık tarihi ilk kez kullanılan nükleer bombalar ve savaşın yarattığı toplumsal tahribat ile kendi yarattığı kapitalist uygarlığın sonuçlarıyla derin bir biçimde yüzleşmek zorunda kaldı. İkinci dünya savaşı, insanlık tarihi için bir dönüm noktasıydı.
Bu süreç bir yandan kapitalist büyümeye ve örgütlenmeye dayalı toplumsal yaşamın değerlerinin sorgulanmasına yol açarken öte yandan insanlığın yarattığı modern uygarlığın toptan reddine dayalı düşünsel ve siyasal sorgulamaları da güçlendiren ve bu sorgulamalara yeni bir politik açılım sunan süreçleri tetikliyordu. Akıl çağına, bilime ve bilim ahlakına yöneltilen sorgulamalar, yeni bir toplumsal yaşamın kurucu ilkelerinin neler olması gerektiği sorularını da yeniden açığa çıkartıyordu. Tüm bir toplumsal uygarlığı reddeden ve romantizmden beslenen akımlar “parçası olduğumuz” doğaya dönüşün ve onun “yasalarına” uygun yaşamanın, doğanın nükleer tehdide ve toplumsal körleşmeye karşı tek kurtuluş yolu olduğunu yeniden gündeme getiriyordu. Buna karşın toplumsal uygarlığı reddetmeden, modernitenin olanaklarını doğayla birlikte yaşamanın olanaklarına sevk edecek yol arayışları da vardı.
Modern yaşam, insanlığın kendi yeteneklerini geliştirmesi için olanaklarını toplumların karşısına yığarken, bu bilgilerin her seferinde toplumun dışında ve toplumu kuşatan bir tarzda sermaye sınıfının egemenliği ve elinde anlam ve değer kazanmasıyla; toplum, burjuva değerlerinin içinde, kendini tanımlayamaz, kendine anlam veremez bir dünyaya sürükleniyordu.
1970’li yıllarla birlikte üçüncü ekolojik kriz dalgasında, Kitlesel üretim, kitlesel tüketime dayalı refah toplumu kendi kriziyle yüzleşmek sorunda kalacaktı. Büyüme anlayışı, maddi yaşam araçlarının sınırsız sömürüsü fikrine dayalı olarak emeği ve doğayı köleleştirirken, bilim ve teknoloji dolayımıyla da yaşamın iki kurucu öğesi üzerinde ideolojik tahakkümünü perçinliyordu.
Bu kriz döneminin yeni toplumsal hareketleri, nükleer savaş tehdidine karşı barışı, doğaya egemenliğe karşı biyosferin geleceğini, sömürüye karşı eşitliği v.b savunan bir hat izliyordu. Bu hareketlere düşünsel yatak hazırlayan ve bugün de hala politik saflaşmaların izleğini yaratan akımlar ortaya çıkıyordu. Bu akımlardan bugün içinde geçer akçe sayılan derin ekolojist felsefe, doğa korumacı romantikler, alman faşizminin natüralist damarlarını harmanlayarak; Muhafazakârlığa, “doğaya dönüş söylemiyle” siyasal yapı taşı hazırlıyordu. Doğaya dönüş ise kutsal olanın sarsılmaz iktidarını perçinleyecek kurallar ve yaşama biçimleri manzumesiydi. Bu gelenek, uygarlığı, tarihsel bir kavram olan bilimi ve değerlerini tarih dışı bir perspektifle ve söylem düzeyinde alaşağı ederken, yerine koyduğu uygarlık tezi de, kapitalizmin getirdiği yaşama alışkanlıklarını ve kültürünü en uç noktasına götürüyordu: Yaşanan ekolojik krizin tüm sorumlusu insanlardı, Evet Sermaye sınıfı da ezilen sınıflar da insandı, savaşları bu insanların kötülük ruhları çıkartıyordu, kötülük ruhları sınırsız sandıkları doğayı sömürüyordu!!..O halde bu insanların ruhları terbiye edilmeli ve nüfusları kontrol edilmeliydi..Terbiye edilmesi gerekenlerse hep “düşük ahlaklı, eğitimsiz” emeğinden başka satacak hiçbir şeyi olmayanlardı. Artık olarak ilan edilen bu nüfus, kalkınmanın önündeki en büyük engel olarak görülüyordu. Yoksullar da tıpkı bedensel engelliler gibi bir tür politik öjeniye tabi tutuluyordu. Yoksul ülkelerin nüfuslarını denetim altına alma politikaları da bu dönemde hızlandı.
Bu hareketler ekolojik krizi tarihselleştirememiş ve romantik bir anlatıya dönüştürmüştür. Her şeyi her şeyle açıklayarak hiç bir şeyi izah edemeyenler, kendi grup ve sınıf çıkarlarını evrenselleştiriyor, bilimle mesafesini tanımlarken onun nasıl üretildiği üzerine değil toplumsal sonuçlarına odaklanıyordu. Böylece bireyi ve bilimi tanrısallaştıran, onu doğanın içinde eriten ve tüm egemen değerleri bu dolayımla sahiplenen sermayeyi çözümün bir parçası olarak meşrulaştırıyordu. Bugün Türkiye’de elinizi attığınız her taşın altından çıkan bu çevreci simyacıların ataları işte bunlardı. Hala bunlar sermayenin bahçesinde sivil toplumculuk yapıyor.
Oysa ki, toplumsal zenginliğin egemen sermaye sınıfının ve muhafazakar elitlerinin elinde toplanmasını ve iğdiş edilmesini, bu zenginliğin sermayenin askeri-mali-siyasi iktidarını sağlamlaştırmak için kullanılan bir araca dönüştürülmesini, doğanın ve emeğin sömürülmesini eleştiri eksenine alan tarihsel materyalist perspektif ekolojik krizi dönemselleştirecek birikimi yaşatıyor. Modernleşmeye eleştirel bir tutum olarak güncelliğini bugün için de koruyor.
Türkiye’de 80’li yıllarla birlikte sermaye birikim rejiminin niteliğinde köklü bir dönüşüm yaşanmaya başladı bilinmektedir. On iki eylül darbesi, 24 Ocak ekonomik kararları ile birlikte tüm toplumsal, ekonomik ve siyasal yaşam köklü bir dönüşüme uğratıldı. Dünyanın pek çok yerinde yaşanan darbe dalgasından Türkiye’de kendi payına düşeni aldı. Sermaye birikim sürecinde dönüşümü de işaret eden bu süreçte, bu dönüşüm iki temel üzerinde şekillendi. Bunlardan birincisi, toplumsal üretim ilişkilerinin liberalleştirilmesine yönelik yapısal reformlar, iktisadi, hukuksal ve toplumsal dönüşümlerdir. Bunlardan ikincisi ise, devlet-toplum ve toplum-birey ilişkilerinin, toplumsal örgütlülük biçimlerinin ve niteliğinin liberalleştirilmesine yönelik idari, mali, finansal, hukuki, teknik dönüşümlerdir.
En temelde ekonominin ve politikanın, üretimin ve yönetimin liberalleştirilmesini içeren bu süreç de, uluslararası dinamikler kadar içsel dinamikler de belirleyici oldu. İthal ikameci dönemde etkinlik alanı artan ve sosyal bir devlet anlayışı doğrultusunda hareket eden devletin liberalleştirilmesi, hem iktisadi ve sosyal alanda ki faaliyetlerinin piyasaya bırakılmasına hem de devletin yönetsel ve politik açıdan liberalleştirilmesine dayanıyordu. Bu liberalleştirme ekonomik liberalizmin ve yeni liberal düşüncenin tezleri doğrultusunda hayata geçiriliyordu. İktisadi ve sosyal alandaki liberalleştirme, ücretlerin düşürülmesi, özelleştirme, deregülasyon, sosyal devlet harcamalarının kısılması gibi bir dizi yapısal düzenlemeyi barındırıyordu. Dünyayı etkisi altına alan küresel kapitalizm ve liberal-muhafazakâr siyasal rejim, dünyanın enerji, hava, su, toprak, gıda varlıkları üzerinde şekillenen paylaşım savaşlarını da keskinleştirmekteydi. Bu varlıkları birer kaynağa ve mala dönüştürüp el koyarak kendi varlığını sürdüren sermaye açısından yeni birikim alanları yaratmak giderek zorlaşmaktaydı. 1982 Anayasası sonrasında Türkiye de, özelleştirme politikaları hız kazandı. Bu süreç 2000’li yıllara kadar devam etti. Bu şekilde, 1982 Anayasası, kamu varlıklarının özelleştirilmesinin hukuki alt yapısına olanak tanıdı. Ancak kamu varlıklarının özelleştirilmesine dayanan sermaye birikimi tarihsel sınırlarına dayandı. Yeni birikim alanları için mevcut siyasal yapıyı da içine alacak top yekûn değişimler, bölgeyi de içine alacak bir dönüşüme eşiklik ediyor.
Önümüzdeki yıllarda içinde bulunduğumuz coğrafyada sermayenin yeni birikim alanları genetik, biyolojik çeşitlilik, su, orman, toprak, gıda, enerji, hava, olduğu sermayenin yoğunlaştığı alanlardan da anlaşılmaktadır. Sermaye, bu alanlarda hukuki olarak tam bir serbestliğe kavuşma ihtiyacı duymaktadır. 2000’li yıllara kadar özelleştirmelerle, ülkeyi borçlandıranların borçları kapatılmaya çalışılmıştır. 2000’li yıllardan itibaren de doğa ve kültür varlıklarının satışı bu borç politikasını yönetmenin, sermaye birikiminin yeni politik müdahale alanıdır. Son yıllarda hızını arttıran kentsel dönüşüm mantığının arkasında da bu gerçek vardır. Bu gerçek aynı zamanda temel hakları budayan, sağcı ve liberal eğilimini dışa vurmuştur. Bu açıdan 1982 anayasasının mantıki sonuçlarına kavuşturulması gerekmektedir. Bu mantıki sonuç, 1980’li yıllarda Türkiye’nin devlet politikası olarak yöneldiği kapitalist ve liberal politikaların mantıksal sonuçlarıdır. Bu nedenle mevcut siyasal ve iktisadi rejimden bir kopuşu değil, sermaye birikimi açısından bir sürekliliği temsil edecek dönüşümler yaşanmaktadır.
Devletin, politik ve yönetsel açıdan liberalleştirilmesi ise hukuksal, idari, sosyal, mali, finansal ve teknik yapılandırılmasıyla sağlanıyordu. Devletin politika belirlemekte ve uygulamaktaki merkezi ağırlığının göreli olarak değişmeye başladığı bu süreçte, toplumsal yapılar da liberal politikalardan etkilenmektedir. Devletin sosyal politikalarda göreli etkinliğinin daralmasına karşın, piyasayı düzenleme görevinin sürmesi nedeniyle eskisinden daha bürokratik, hantal, daha otoriter bir zor aygıtı olarak yeniden tarih sahnesinde yerini alıyor. Bir yandan değersizleştirilerek, şirketlere devredilen kamu varlıkları, diğer yanda otoriter gücü perçinlenen ve büyüyen bir devletle karşı karşıya kalınıyor. Yeni liberal politikalar mali ve askeri bir zeminde büyümesini gerçekleştirebilmek için, ulus devletleri de askeri savaş stratejisinin parçası olarak örgütlüyor. Bu savaş tüm bir insanlığa ve doğaya karşı yürütülen bir savaş haline geliyor.
Dönüşüm bununla da sınırlı değil. Toplumsal mücadele dinamikleri farklılaşıyor, yönetişim yaklaşımı ekseninde mücadele örgütleri ehlileştiriliyor. Piyasa, ekonomik denge kurma rolünün yanı sıra aynı zamanda yönetim dengesini de kurma sorumluluğuyla donatılıyor. Devlet de olduğu gibi toplumsal örgütlenmelerde de piyasalaşma hız kazanıyor. Bu süreçte, toplumun örgütlü kesimlerinin kullandığı politik dil, siyasal hedefler, ekonomik ve sosyal beklentiler dönüşmeye başlamaktadır. Kısaca liberal dönüşüm sadece devleti değil aynı zamanda tüm bir toplumsal örgütlüğü dönüştürdü. Bu dönüşüm insanlık tarihi için tam çöküntü döneminin ortaya çıktığı, kimin hangi dille konuştuğunun anlaşılamadığı, politik dile pelesenk olmuş terminolojinin nasıl bir dünya görüşüne karşılık geldiğinin bulanıklaştığı bir dönemin kapısını açtı. Kapitalist dünyanın politik dili, tartışmasız ve kabul gören bir nesnellik düzeyine sıçratıldı. Özelleştirmeler, savaş, sömürü, piyasalaştırma sermayenin sürdürülebilirliği açısından zorunluluk haline getirilmiştir.
2.1.YENİ SÖMÜRGECİLİK: KALKINMA YALANLARI
Kapitalizmin 70’li yıllarla yaşattığı krizi, yeniden yapılanma politikalarıyla aşma çabası, doğa ve emek değerlerinin kendilerini yeniden üretmelerini de olumsuz etkiledi. Yeni liberal düşünce ekseninde kalkınmacı yaklaşım için, çevrenin “ortak mal” oluşu ve “kamusal niteliği” serbest piyasada tam rekabet koşullarının oluşmasının önündeki en büyük engeldi. Aynı zamanda bu engel, doğanın tahribatının da nedeni olarak görülüyordu.
Bu koşullarda çevrenin korunmasının ve kapitalistleşmenin birbirini dışlamadığı anlayışı, egemenliğini, uluslararası kuruluşlar aracılığıyla kurmaya hazırlanıyordu. Bu konuda uluslararası toplumun ortak bir tutum geliştirmesini, en azından sorunun asgari müşterekleri üzerinde bir eksen çizilmesini sağlamak üzere pek çok konferans yapıldı. Bu süreç aynı zamanda Sermaye birikim sürecinde ulus devletler üzerinde etkili olacak uluslararası kuruluşların da etkinliğinin perçinlendiği bir süreci olgunlaştırdı.
1970’li yıllarla başlayan bu uluslar arası konferanslar sonrasında kapitalistleşme sürecinin yatay ve dikey gelişimi, merkezileşmesi ve yaygınlaşması açısından önemli adımlar atılmıştır. Özellikle zengin ve yoksul ayrımı yapılmaksızın, katılımcı tüm ülkeler tarafından, küresel çevre sorunlarının boyutlarına dikkat çekilmiş, tehdidin tüm insanlığa yönelik olduğu kabul edilmiş ve sorumluluğun paylaşılmasında uzlaşma sağlanmıştır. Kapitalist birikim, yoksul halkların onayı alınarak “aklanmaya” çalışılmıştır. Kapitalist sermaye birikim süreci bir yandan doğayı top yekûn temellük ederken diğer yandan da emeği mülksüzleştirmenin iki yönlü kriziyle karşı karşıya kalmıştır. Savaş sanayine dayalı büyüme ve mali piyasaları güçlendirme arayışları hem doğanın yağmalanmasını hızlandırmaktadır. Dünyanın pek çok yerinde küçük meta üreticileri, köylüler, göçmenler, işçiler büyük bir yoksullaşma ve mülksüzleşme dalgası altında proleterleşirken, bu kitle maddi zenginliği bölüşüm yoluyla bile ulaşma olanaklarını yitirmiştir. Diğer yandan da maddi yaşam koşulları bozulan insanlar kitlesel bir iç ve dış göç yaşamışlardır. Maddi olarak bu doğa varlıklarına bağımlı olan kapitalist üretim diğer yandan da arz yönlü bir krizle karşı karşıya kalmıştır. İklim değişikli, kuraklık, susuzluk, genetiği değiştirilmiş organizmalarla, kimyasal atıklarla kullanılamaz hale gelen topraklar, su varlıklarının barajlar, termik santrallerle yok olmaya yüz tutması sonucunda milyonlarca insanı yersiz yurtsuz bırakmıştır. Kent ve kır da yaşanan hızlı mülksüzleşme, proleterleşme ve doğanın yağması süreci aynı zamanda sermayenin bu sorun alanına yeni müdahale tarzları geliştirmesini de zorunlu hale getirmiştir.
Kamusal alanın tasfiyesine yol açan yeni sömürgecilik döneminin ekolojik krizi artık insanlığı bir uygarlık krizi ile karşı karşıya bırakmıştır. Geniş toplumsal kesimleri yersiz yurtsuz ve güvencesiz bırakan bu liberal dalga, kentlerin çeperlerine yığılan bu geniş kesimi, güvenlik önlemleri ışığında istiflemekle birlikte bu yığınları piyasaya yeniden kazanmanın yollarını da aramıştır. Ancak otoriter ve askeri stratejilerle genişleyen sermayenin bu birikim rejimi her türlü demokratik mekanizmayı ve katılımcılığı da ilga ettiğinden kendi modern kamusunu da yok etmenin sıkıntısını yaşamaktadır. Katılımcılık ancak piyasa mekanizmalarına katılım olarak örgütlendiğinden, hizmetleri yerellere devreden küresel sermaye, geniş halk kesimlerinin barınma, ulaşım, su, ısınma, eğitim, sağlık gibi hizmetlerine ulaşabilirliğini olanaksız hale getirmiştir.
Doğayı yeniden kullanma ve yoksul halk kesimlerinden piyasaya kazanılabilecek olanlarına yönelik temel stratejiler, sürdürülebilir kalkınma anlayışı ekseninde, başta “ortak geleceğimiz” raporu olma üzere pek çok uluslar arası belge de dillendirilmiştir. “Ortak Geleceğimiz” adlı raporda sürdürülebilir kalkınma “bugünün ihtiyaçlarını, gelecek kuşakların da kendi ihtiyaçlarını karşılayabilme olanağından ödün vermeksizin karşılamak” biçiminde tanımlanıyordu.
Yeni dönem sermaye birikim rejiminin, sürdürülebilir kalkınmacılığın temel argümanları arasında da yer alan temel ihtiyaçlar yaklaşımı, klasik liberal iktisadın “kıt kaynaklara karşı sınırsız ihtiyaçlar” anlayışından türetiliyordu. İnsanların sınırsız ihtiyaçları olduğu, buna karşı kaynakların sınırlı olduğu varsayımına dayanan sürdürülebilir kalkınma yaklaşımı, geçim araçları ve gelecekleri hakkında karar verme yetileri ellerinden alınmış insanlara; her defasında talep edilecek yeni ürünler sunarak onları malların birer tüketicisi pozisyonuna sokuyordu. Bir yandan tüm bir maddi zenginliği savaşlarda pervasızca harcayan bir uygarlık diğer yanda sürekli kıt kaynaklar ekonomisi ile toplumu denetleme mekanizmaları hayata geçirildi.
Bu da aynı zamanda insanlarda yoksulluk algısının üretilmesine ve pekiştirilmesine hizmet etti. Tarlasında kimyasal ürün kullanmadan tarım yapan bir çiftçi kimyasal ürün kullanan bir çiftçiden ya da sadece geçim amacıyla üreten bir orman köylüsü, artı değer elde etmek için üreten kişiden daha yoksul olarak tanımlanmaya başlandı.. Daha az ve etkin enerji tüketen, işine yürüyerek gidip gelen insanların yaşadığı bir toplum da, otomobile dayalı bir toplumsal yaşamdan daha yoksul olarak görülmeye başlandı. Yaşamın niteliği gözetilmeden yoksulluk, mallara niceliksel olarak sahip olabilme biçimine dönüştürüldü. Farklı üretim tarzlarında, kültürel düzeylerde ya da toplumsal yaşam biçimlerindeki insanlar, piyasadaki ortalama bir “soyut ihtiyaçlar sahibi bireye” göre konumlandırıldı. Bu bireyin ihtiyaçlar sepetine nelerin konulacağına karar verense, her zaman temel ihtiyaçları belirleme gerekliliğini hisseden piyasa düzenleyicileri oldu.
İnsanın kendini yaşam çevresi ile birlikte yeniden üretebilmesi, mekân ile zamanın yarılmasının aşılması, ev ile iş arasındaki çelişkinin giderilmesi, ihtiyaçlar toplumu için ciddi bir tehdit olarak algılandı. Çünkü böyle bir dünyanın potansiyel olarak belirmesi bile ihtiyaçlar ideolojisinin varlık temellerini sarsacaktı. Bu ihtiyaçlar kümesinin belli bir yaşam biçiminin ve kültürünün ürünü olduğu bilgisinin görünür hale gelmesine neden olacaktı. Bu nedenle sürdürülebilirlik ideolojisi her defasında kendini toplumsal eşitsizlikler ve adaletsizlikler üzerinden inşa etti. Bu eşitsizliklerin olmadığı yerde sürdürülebilirliği de ihtiyaç olmayacaktı. Bu nedenle içinden geçtiğimiz son yirmi yıl belki de insanlık tarihinin gördüğü en büyük yıkımlara, savaşlara ve kültür, doğa yağmasına neden olmuştur.
Yeni sömürgecilik olarak beliren sürdürülebilir kalkınmacılık yaklaşımı bu nedenle, kişilerin geçim araçlarından koparılması ile doğanın ve emeğin sermaye tarafından temellük edilmesinin sonuçlarını (yoksullaşma, göç, doğanın tahribatı..), ekolojik krizin ve her türden krizin nedenine dönüştürür ve bu durumu yoksulluk olarak tanımlar. Toplumların giyecek, yiyecek, barınak ve iş bulamamasının altında yatan mülksüzleştirme, doğasızlaştırma, proleterleştirme rejiminin de görünmez kılınmasına neden olur. Bu durumda da yoksulluk üretimin tarzından ve toplumsal karakterinden bağımsız olarak kişilerin bireysel alanlarına dâhil birer olguya büründürülür. Geçim araçlarından yoksun olanlar içinse “geçim araçlarına sahiplik” koşullarının yaratılmasını gerektiren tam bir eşitlik anlayışı yerine kişilere “temel ihtiyaçlarını” karşılamak için “fırsat eşitliği” tanınmaktadır. Fırsat eşitliği yaklaşımı da tam rekabet edebilen bir toplumsal yaşam gerektirir. Ancak yeni sömürgecilik diğer yandan tüm kamu ve doğa varlıklarını tekelleştiren ve şirketlerin mülkiyetine sunan yapısıyla fırsat eşitliğine bile olanak tanımaz. Böylelikle bireysel rekabetçilik ile toplumsal tekelciliğin saldırganlığı arasına sıkışan büyük kitleler “toplumsallıktan yalıtılmış” birey-meta tarih olarak sahnesine çağrılır. Yoksulluklarından başka kaybedecek hiçbir şeyi olmayanlar aynı zamanda kapitalizmin yeni mezar kazıcıları olacaktır.
Böylece içinden geçtiğimiz ekolojik kriz çağında tüm şeyleri birer temel ihtiyaca dönüştürmek mümkün hale gelmektedir. Pratik açıdan bunun anlamı, hem sanayileşmiş hem de gelişmekte olan ülkelerde daha hızlı bir ekonomik serbestleştirme, kuralsızlaştırma, özelleştirme, mali piyasalara tam bir tekelleşme, daha yoğun kriz, daha çok kirli teknoloji, daha hızlı bir biçimde doğanın hammadde haline gelmesi, atık ve artık transferi ve hem imtiyazlı hem de ticari olarak çok daha büyük bir sermaye akımı demektir.
Toplum hiç ulaşamayacağı Kaf dağının arkasındaki inciyi bulması için daha çok çalışmalı ve bu artık değer asgari ihtiyaçların karşılanmasına da olanak sağlamalıdır. Bir avuç toprak, bir soluk nefes, bir bardak su artık piyasa malıdır. Bu mala ulaşmak içinde önce büyümek- ki yok etmek de denilebilir- sonra da bu malları satın almak gerekir. İşte yeni refah toplumu sonrası kalkınmacılığı budur.
Sömürüyü sürdürülebilir kılmak için bir diğer açılım da tekno merkezci bir politikanın hayata geçirilmesi zorunluluğudur. Yüksek teknolojiye dayanan, esnek üretim sistemleri bir yandan emeği değersizleştirirken diğer yandan da çevre ve büyüme dengesini sağlamak için teknoloji başat bir role kavuşturulur. Sürdürülebilir kalkınmanın teknolojik indirgemeciliğini ve belirlenimciliği, sermaye birikiminin emeğin ve doğanın yoğun sömürürsüne dayalı artı değere el koyma mekanizmaları, endüstri toplumun yeni sömürgecilik politikalarında da hız kazanmıştır. Bir yandan maliyetleri kısmak için teknolojiye yönelmek diğer yandan da sermaye birikimi için emeğe bağımlı olmak kapitalizme içkin bir çelişkidir. Kapitalizm açısından bu çelişki, aşılamaz bir içsel çelişkidir. Bu açıdan üretimin teknoloji merkezli gelişimi, hem istihdamı daraltırken aynı zamanda sermaye birikiminin de göreli olarak azalmasına neden olmaktadır.
Güvenlik devleti yaklaşımları ise diğer yandan savaş teknolojileri maliyetlerini arttırmakta, çevreciliği kendinden menkul teknolojilere ayrılan pay ise daralmaktadır. Çalışan nüfusun işsiz kalma korkusu altında sürekli sömürülmesi ve ücretlerin aşağıda tutulması da bu kapitalist teknik sayesinde daha olanaklı hale gelmektedir. Diğer yandan da çalış(a)mayan nüfusun bir toplumsal “artık” olarak gerektiğinde hem “gelişmenin” önünde bir tehdit olarak sunulmasına hem de bu nüfusun çalışan nüfusu-işlerinden edebilecek potansiyel olarak- baskı altında tutan bir araç halinde kullanılma mekanizmaları tüm dünya genelinde etkin olmaya başlamıştır. Kalkınmacılığın bir fetiş haline gelerek tüm ülkeleri ele geçirmesi, pazarların tekellerin kontrolüne girmesi, borçlandırma politikaları, doğa ve kamu varlıklarının üzerindeki baskılanma, tüm hizmetlerin piyasalaştırılması, su, gıda, tarım, enerji alanlarının da bir bir bu ileri teknoloji himayesinde sermayenin kontrolüne girmesini hızlandırmaktadır. Sonuç ise ortadadır: Ne kadar çok yoksulluk o kadar çok kâr demektir.
Sürdürülebilir kalkınmaya dayalı yeni sömürgecilik döneminin ekolojik krizi, bütün yönleriyle yaşamı ortadan kaldıracak bir tehdide ulaştığı gibi, doğanın ve emeğin niteliksel ve niceliksel olarak temellüküyle milyonlarca insanı kısa bir sürede proleterleştirmiştir. Doğanın ve emeğin kendini yeniden üretme zeminleri daralmış, toplumsal olarak hayatta kalma mücadelesi daha keskinleşmiştir. Sömürü toplumsal bedenin sınırlarına kadar genişlemiş, tüm bir yaşamı işçileştiren, milyonlarca insanı yoksullaştıran, işsiz bırakan ve havasız, susuz ve topraksız bir üretim sürecine girilmiştir. Bu nedenle yeni dönemin toplumsal özneleri de bu mülksüzleştirme ve yağmalama zeminlerinde ortaya çıkmaktadır.
2.2. SİVİL TOPLUMLA KALKINMA
Sürdürülebilir kalkınma anlayışının hükümet, şirket ve sivil toplum ortaklığına dayalı politikaları etkinliğini arttırırken, sermaye birikim sürecinin yarattığı yoksulluk ve doğa tahribatına bulunan çözümler noktasında kapitalizm içi politikalar ağırlık kazanıyordu. Dünya Bankası’nın 1989 yılında ‘yönetişim krizi’ olarak kavramsallaştırdığı hat uygulamaya konuluyordu. Bu anlamda yönetişim anlayışının katılım sürecinde, kalkınmanın sağlanmasında etkin olması beklenen tarafları kesen ortak bir politik hat olduğu ön kabulünden hareket edilmekteydi.
Bu hattın hayata geçirilmesi sürecinde ise, toplumsal örgütlenmeler, gönüllü ve profesyonel çalışanlar üzerine kurulu bir çalışma anlayışına sahip olmaya başladı. Kamu idarelerinin çoğunda olduğu gibi profesyonelleşme, sivil toplum kuruluşlarında da genel olarak STK ve profesyoneller arasında kurulan ücretli iş ilişkisi temelinde gelişiyordu. Böylelikle toplumsal örgütlenmelerde da daha iyi bir kontrol mekanizmasının doğacağına inanılıyordu. Özellikle geniş coğrafyalar ve büyük nüfus kitlelerini ilgilendiren toplumsal projeleri küresel politik aktörlerle kotaran bu sivil toplum kuruluşlarını yönetsel açıdan denetlemenin başka bir yolu yoktu. Bununla birlikte bu durum STK’leri istihdam sağlayıcı kuruluşlar olmaya zorluyordu.
Bu sivil toplum eksenli örgütlenmenin politik ekseni, hareket noktası kabul edilen kalkınma ve yönetişim söylemince çizilirken bu hattın uygulamaya geçirilmesi ve örgütün yapılandırılması da proje temelli etkinliklerle mümkün oluyordu.
Türkiye’de STK’lerin esnek yönetim ilişkilerinin karakteristiğine uygun olarak birbirine zayıf bağlarla bağlı birimlerden oluşan yatay bir örgütlenme perspektifine sahip olmaları gerektiği kuramsallaştırılmasına karşın; STK’lerin ekonomik düzeyle ilişkilenme zorunlulukları ve örgütün profesyonellerin etkinliğinde biçimlenmesi oldukça güçlü bir merkezi ve hiyerarşik işleyişin korunması zorunluluğunu perçinledi. Bu durum zorunlu olarak, dar bir çekirdek kadro –yöneticiler, profesyoneller ve uzmanlar- dışında gönüllülerin örgütsel işleyiş ve karar alma süreçlerindeki etkililiğini de zayıflattı.
Bununla birlikte de örgüt içi demokrasi ve örgütsel sorumluluk, yönetim kuruluna veya bir üst yönetime sorumluluk şeklinde somutlaşmaktı. Kamuya karşı sorumluluk ise, örgütsel amacın en verimli ve etkin bir biçimde yerine getirilmesi şekline dönüşecektü. Verimlilik, etkinlik, araç olmak yerine git gide amaç niteliğine bürünecek ve demokratik yönetimin tanımlayıcı öğeleri olarak gündeme getirilmeye başlandı.
Son tahlilde, gerek uygulamada, gerekse sınırlı da olsa teoride piyasa ekonomisinin kaynak kullanmadaki verimliliği ve etkinliğinin toplumsal örgütlenmelerde ön plana çıkmaya başladığı görülmektedir. Bununla birlikte aynı zamanda STK’lerin şirket modeli doğrultusunda örgütlenmesi, bu örgütlerin Taylorist bir yönetime doğru yöneldiklerini açığa çıkarmaktadır.
Sürdürülebilir kalkınmayı gerçekleştirmek için kullanılan yoksulluk, çevre, kadın, iş, sosyal güvenlik gibi fonlarda, STK’lerin deneyiminin göz önünde bulundurması ve fona bağlı faaliyet alanlarındaki teknik bilgi yoğunluğu, fonlardan yararlanmak için gerekli projelerin hazırlanması, projelerin yürütülmesi sürecindeki bilginin özelleşmiş olması toplumsal örgütlerde uzmanlara duyulan ihtiyacın artmasına neden olmaktadır. Uzmanlaşmanın belli konularda derinlemesine bilgi sahibi olmak gibi avantajlar sağlamasına karşın, politik örgütlenme bütünlüğü içinde, örgütün uzmanların güdümüne girmesi ve taban inisiyatifinden kopması yol açmaya başladı.
Toplumsal tabandan koparak, politik düşüncelerini pazarlamaya yönelen bu örgütlenmeler önümüzdeki dönemde tüm sendikaları, meslek odaları, demokratik kitle örgütlerini kapsayarak genişliyor. Proje merkezli ve sorun odaklı toplumsal müdahale biçimlerinin varacağı en son nokta mali kaynak sağlamak için, bir fikrin pazarlanmasıyla somutlaşmaktadır. Politik fikrin pazarlanılabilir bir mala dönüşmesiyle birlikte, toplusal örgütlenmede hızlı bir çözülmeye yol açmaktadır. Geleneksel sendikalar, meslek odaları, kitle örgütlerinden bir kaçış ortaya çıktığı gibi aynı zamanda yeni ortaya çıkan örgütlenmelerde toplumsal bir tabanla buluşmakta sıkıntılar çekmektedir.
Ancak sayıları her gün hızla artan bu örgütler fon kaynaklarına ulaşmada ciddi bir rekabeti tetiklemektedirler. Aynı zamanda toplumsal rekabet bu kuruluşların dışındaki örgütlenmelere de yansımıştır. Bu rekabet ortamında kamuoyunda adını daha iyi duyurabilen örgütün ön plana çıkacağı gözetildiğinde, örgütsel rekabet hızla artmaktadır. Kapitalizm bir kez daha kendi suretinden bir dünya yaratmaktadır. Kendi örgütünü ayakta tutmak için kamuoyunda duyulma zorunluluğu, örgütlere, sorunlar karşısında iş birliğinden ve dayanışmadan çok rekabet ilkelerine göre hareket etmeyi dayatmaktadır. Bununla birlikte toplumun vicdanı olarak toplumsal sorunlara müdahale etmesi beklenen bu örgütler bir süre sonra birer yardım kuruluşuna dönüşmeye, yanı sıra toplumsal sistemin dışında alternatifler geliştirme ufuklarını da yitirmeye başlayacaktır. Bununla birlikte ekolojik krizin sonuçlarının aynı zamanda örgütleri maddi olarak ayakta tutan bir işleve de sahip olmaya başladığında bu örgütler kendi nesnesini yaratmış ve metalaştırmış olacaktır. Ekolojik krizden geçimlerini elde eden, bu sorunlar üzerinden sosyal ve siyasal bir statü elden bir seçkinler grubu ortaya çıkmaya başlıyor. Bunlarla birlikte de ekolojik krize kökten çözümler geliştirme yerine, sorunu sürekli dolaşıma sokma yaklaşımı ön plana çıkacaktır.
Kendilerine sivil toplum örgütü desinler ya da demesinler, sivil toplum merkezli faaliyet örgütleri zorunlu olarak, para ve meta ilişkisi içine çekmektedir. Siyasetin bir tür ticarete, bir profesyonel faaliyete dönüşmesinin, son tahlilde, piyasa mekanizmasının toplumsal sonuçlarının eleştirisinin piyasa toplumunun güçlenmesine yol açması gibi çelişkili bir sonucu var. Bu çelişkinin bir nebze olsun aşılması, dayanışma girişimlerinin önem ve yararının külliyen reddedilmesini, bu alanın geleneksel devlet yapılarına terk edilmesini gerektirmiyor elbette. Dayanışma idealinin metalaşmasına direnerek, piyasa toplumunun bu alanı da egemenliği altına almasına karşı çıkarak, dayanışmayı alternatif bir toplum yapısının kurucu ilkesi olarak tasarlamak da mümkün. Bu noktada da ekolojistlerin iddiası, hem politikanın hem de örgütlenmenin bir özyönetim deneyimi olarak geliştirilmesine yönelik çabaları esas kurucu kamusallık yönelimi olarak açığa çıkarması yönündedir.
Çevrenin nesneleşmesini de içine alacak şekilde genişleyen sivil toplum ekseni, pazar ekonomisine dayalı sürdürülebilir kalkınma yaklaşımıyla ekonomi ve çevre arasındaki ilişkinin yeniden üretilebileceği düşüncesi çevreci düşünce geleneği içinde egemenliğini ilan etmiştir. Ancak bu erken zafer ve eksen sermaye birikim rejimine dayalı kapitalist büyüme anlayışının sorgulanmasına olanak tanımadığı ölçüde kendi toplumsal örgütlülüğünün de yok oluşuna zemin hazırlamaktadır. Buna tehlikeye karşı geliştirilen yönetişim yaklaşımı ve katılım mekanizmaları ise gerçek anlamda sorunlara çözüm bulmaktan çok sorunları geleceğe ötelemektedir. Egemen kalkınma ve yönetim anlayışı piyasa mekanizmalarıyla yaşamı kuşatmaya devam ettiği gibi aynı zamanda çevreci örgütlenmenin de yeni bir biçimini doğurmaktadır. Bu örgütlenme anlayışı çevre sorunlarını çözmekte yeterli olmamaktadır. Pazar mekanizmasına dayanmayan bir çevreciliğin geliştirilmesi için de bugün politik öncüller haline gelmiş olan sivil toplum ekseninin, sürdürülebilir kalkınma ve yönetişim anlayışının sorgulanması ve bu doğrultuda gelişen çevreciliğin kendini sorgulaması gerekmektedir.
Eninde sonunda yabancılaştırma-yoksullaştırma ve yoksunlaştırma sürecinde mücadele bir takım maddi pratikler içinde açığa çıkar. Bu maddi pratiklerin siyasal, toplumsal ve ekonomik görünümleri olabilir. Önemli olan bu görünümleri açığa çıkartmak ve bu alanlarda mücadele etmektir. Verilecek mücadelenin kapitalizm karşıtı bir mücadele olduğunu kabul ettiğimiz anda bu mücadelenin açığa çıktığı bir takım maddi pratiklerin özgüllüklerini de ortaya koymak gerekir. Yoksa tek başına kapitalizm karşıtlığını anlamanın olanağı kalmayacaktır.
İçinden geçtiğimiz çağda, toplumsalın dışında görülebilecek dolayısıyla politika dışı sayabileceğimiz herhangi bir alan yoktur. Ancak politika her şeyden önce kurucu bir nitelik taşıdığına göre yapılan her etkinliğin politika olduğu anlamına gelmez. Politika, eninde sonunda, şu ya da bu, bir yaşam biçimini açığa çıkartmak için verilen mücadeledir.
Kapitalizme karşı insanın toplumsal bedeni olan emek, tüm olanak ve sınırlılıklarıyla bu mücadelenin var olma alanıdır. Bu mücadele alanında emeğin yeniden kuruluşu süreci kendini farklı veçheleriyle açığa çıkartabilir. Bu hareketler, kimi zaman bir kadın hareketi kimi zaman bir ekoloji hareketi kimi zaman kentli-köylü yoksullar hareketi kimi zaman da işçi hareketi olarak nitelenir ya da nitelendirilir. Ancak bir tür toplumsal hareketçilikle malul bu kategorik ayrımın birbirlerinden hangi noktalardan ayrıldığını açımlamak pek mümkün olmaz. Emeğin özgürleşme mücadelesi, bir kez fabrika ideolojisi olarak mahkûm edildikten sonra onun dışında kalan tüm pratikler de yeni toplumsal hareketler olarak adlandırılabilir. Ancak bu ucuz ve basit sınıflandırma aslında emek mücadelesini fabrikaya sıkıştırmaya çalışanların ya da tüm bir yaşamın fabrika haline geldiğini görmek istemeyenlerin başvurduğu egemen bir eğretilemedir. Bu nedenle kapitalizme karşı emeğin mücadelesi, kapitalizmin kol gezdiği tüm kriz alanlarının biricik politik hattını imler.
Ekoloji mücadelesi de bu anlamda emeğin toplumsal özgürlük mücadelesinin görünüm alanlarından biridir. Bu mücadele alanının bir bileşeni ve cephesidir. Bu mücadelenin niteliği ve açığa çıkma biçimi ise asıl üzerine odaklanılması ve düşünülmesi gereken noktadır. Ekoloji mücadelesi de, emeğin toplumsal özgürlük mücadelesi zemininde yeni bir yaşam mücadelesi verebildiği ölçüde kapitalizm karşıtı politik bir karakter kazanır. Her emek mücadelesi kendinde devrimci ve ilerici bir karakter taşımaz. Eğer her emek mücadelesi devrimci bir karakter taşısaydı emeğin görünümlerinden olan sermaye için de devrimci demek gerekirdi. Sermayenin özgürlük mücadelesi ve devrimciliği ise toplumsal bir yıkıcılıktan başka bir şey değildir. Bu nedenle barbarlık sistemi kendini yıkıcılıkla ve varlık koşullarını iğdiş ederek dışa vururken emeğin toplumsal özgürlük mücadelesinin bileşenlerinin mücadele hattı, sömürüsüz, tahakkümsüz, sınıfsız, toplumsal adalete dayalı, özgürlükçü bir toplum projesi olmalıdır.
Kent ve kır arasındaki yarılmanın derinleştiği, Ortadoğu’daki sermaye hareketinin, gayrimenkulleri menkul değerlere çevirme sürecine yöneldiği bu dönemeçte, Maraş-Pazarcık’ta çimento fabrikasına, hidroelektrik santrallere, kentsel dönüşüme, Bursa’da, Antalya’da taş ocaklarına karşı direnenlerin mücadelesini daha nesnel bir zeminde kavramak mümkün hale gelebiliyor. Sermaye birikiminin özelleştirmeler, kamu kaynaklarının yağması yoluyla perçinlendiği yirmi yıllık bir süreçten; birikimin kır ve kent toprağının, havanın, enerjinin, ve suyun bu anlamda yaşamın tüm maddi güçlerinin yağmalanmasına kaydığı bir sürecin en keskin günlerini yaşıyoruz. Bu siyasal saldırganlığın arka planında da işte bu hesaplaşma yatmaktadır. Bu kaynakların hangi çıkar çevresi tarafından yağmalanacağı üzerine yapılan pazarlıklar. Bu anlamda, Maraş’a yapılan Ortadoğu’nun en büyük çimento fabrikası bir yandan yıkılan Irak’ın yeniden inşaasına hammadde sağlarken diğer yandan da ucuz emek gücünün istihdamı yoluyla kar maksimizasyonunun yukarılara çekilmesi anlamına geliyor. Bu açıdan da Çimento fabrikasına karşı direniş hareketleri hem ucuz iş gücü kullanımına, hem Irak’ın sömürgeleştirilmesine hem de köylülerin topraklarının kirlenmesine karşı bir mücadele karakteri taşıyor.
Bu mücadeleler aynı zamanda toplumsal bir demokrasinin de kurucu bir nitelik taşıdığını göstermesi açısından son derece önemlidir. Birlikte karar alan ve aldıkları kararları uygulayan bir siyasal gücün açığa çıkması, demokrasiyi müşteri piyasasına katılıma indirgeyen liberal demokrasiye de bir cephe olarak görülebilir. Bu örgütlenmeler parlamenter sistemin tüm sınırlılıklarına karşın kendi milletvekili adaylarını da çıkartarak, “yaşamımızı yönetebiliriz” diyorlar. İşte bu uğrakta ekoloji mücadelesi alternatif bir yaşam mücadelesi olarak değil “kurucu bir toplum yaşamı” ufkuyla emeğin özgürleşme tahayyülünü zenginleştiriyor. İşle evin arasında yarılmayı, kırla kent arasındaki parçalanmayı, yöneten ve yönetilen arasındaki çelişkiyi, üretim ve yönetim arasında ki bölünmeyi tüm bu maddi pratiklerde deneyimliyor. Bitkileri tek tipleştiren, toplumu tek tipleştiren, halkları tek tipleştiren kapitalizm karşısında ekoloji mücadelesi, toplumsal demokrasi, barış, toplumsal adalet, eşitlik, özgürlük, kardeşlik, sömürüsüz ve sınıfsız bir dünya özlemiyle zor bir dönemece giriyor. Bu dönemeçte emek hattının başarılı olmasının tek yolu: bu birleşik mücadele eksenini hem bir maddi pratiğe hem bir programatik eksene hem de kurucu bir toplumsal demokrasiye ve yaşama dönüştürme mücadelesinden geçmektedir.
SONUÇ
Son 30 yılda kentlerde yaşanan dönüşüm, yeni liberal-muhafazakâr politikaların, yerelleşme, serbestleştirme ve özelleştirme dinamikleri doğrultusunda ve bu dinamikleri geliştirecek bir biçimde olgunlaşmaktadır. Bu doğrultuda, kentsel “Kamu Hizmetlerin” piyasalaşması ve özelleştirilmesi Türkiye’nin liberalleşme sürecinin 80’li yıllarla birlikte deneyimlemeye başladığı bir süreç olarak görülebilir. Kentsel hizmetler özelleştirmeler yoluyla meta değeri kazanırken diğer yandan kent mekânı da –kent mekânı olmaktan kaynaklı niteliğiyle- kapitalistleştirilerek bir meta değerine kavuşmaya başlamıştır. Kentsel toprak giderek daralırken, yap sat dönemi kentsel büyüme doğal sınırlarına ulaşmıştır. Bu süreç bir bütün olarak kent toprağının ve mekânının yeniden örgütlenmesini zorunlu kılmıştır. Kentsel mekânın ve toprağın kapitalist yeniden üretim süreci, yasal, ekonomik ve toplumsal dönüşümleri de beraberinde getirmiştir. Kentin bir kapital olarak yeniden üretilmesi “zorunluluğu”, doğal sınırlarına ulaşmış ve giderek kapitalizmin mekânsal gelişiminin önünde bir engel olmaya başlamış kentsel mekânın yeniden örgütlenmesini, sosyal ve ekonomik hakların yeniden tanımlanmasını ve planlamanın yasal boyutunda yenilikleri gündeme getirmiştir.
Yasal ve yasa dışı süreçleriyle kentsel mekânda sermaye birikiminin yoğunlaşmasıyla birlikte bu birikimin coğrafi sınırları aşarak toplumsallaşması süreci de pek çok yeni sorunu beraberinde getirmiştir. Özellikle toplumsal mülkiyet konusu olan toprak rantının, planlama süreçleri gibi araçlarla, özel sektöre devredilmesi kentlerin sosyal, siyasal ve ekonomik olarak parçalanmasını derinleştirmiştir. Kent merkezlerinden giderek çeperlere savrulan ve kent olanaklarından yararlanma olanağını yitiren sınıfları içinde barındıran yeni bir kültürel ve siyasal iklim doğmuştur. Kentlerin çeperlerinde büyük yapı kütlelerinin oluşmasına araç olmuştur. Böylelikle hem ulaşım, altyapı ve kentsel maliyetler artmış, hem de büyük kentlerin makroform gelişmesinin üst ölçekli planlarla yönlendirilebilirliği azalmıştır.
Kentlerde olgunlaşan yeni liberal politikalar bir yandan, modern ve homojen “kentdaşlık bilinci” etrafında biçimlendirilmeye çalışılan sermaye birikim rejiminde bir dönüşüme işaret etmekle birlikte, sermaye, gelişimini merkezden çeperlere doğru kaydırma zorunluluğu altında, bu mekânları da dönüştürmeyi ufkuna koymuştur. Kent çeperlerinde biriken artık nüfusu asimilasyona ve dışlamaya dayanan politikalar yeni milliyetçiliklerin hortlamasına zemin hazırlamaktadır.
Burjuvazi, bir yandan kamu mallarının, hizmetlerinin ve işletmelerinin özelleştirilmesi süreci üzerinden büyürken diğer yandan da şu ya da bu nedenle tüketim nesnesi haline gelen, kent yaşamını, kültürünü, toprağını farklı veçheleriyle pazarlamanın olanaklarına sahip olmaya başlamıştır. Yapı üretim sürecinin serbestleştirilmesinde mevcut planlama anlayışının sınırlılıklarının aşılmaya başlanması, mekânın, özellikle de çeperdeki kentsel rantın piyasa mekanizmasına dâhil edilmeye başlanması, taşınmaz rantının menkulleştirilmesi süreci, imar ve mülkiyet haklarının sermayenin elinde toplulaşması, sermayenin kentlerde büyük toprak parçaları üzerinde hareket etmesine olanak sağlamıştır. Böylece Türkiye kentlerinde 90’lı yıllarla birlikte sermaye, yeni bir birikim evresinin (yık-yap) örgütlemesinin olanaklarını yaratmıştır.
Bu süreç bir yandan kentsel rantın, kamu otoritesi eliyle sermaye tarafından temellükü sürecini hızlandırmıştır. Özellikle TOKİ tarafından yürütülen projeler bir kez daha göstermektedir ki yeni liberal dönemde devlet, küçülmemiş aksine daha bürokratik ve piyasacı bir görünüm altında genişlemiştir. Tek tip yapı üretim süreci, konut stoğu ihtiyacını karşılamaya yönelik değil, gayrimenkullerin mali piyasalara kazandırılması yaklaşımıyla geliştirilmektedir. Kent toprağını sadece bir arsa olarak gören, tek tip yapı üretme pratikleri kentleri birbirine benzeten sonuçları da doğurmaktadır. Kentleri kendi özgün kimliklerinden mahrum bırakan bu anlayış aynı zamanda kamu arazilerinin, ormanların, tarım alanlarının da imara açılmasını hızlandırmaktadır.
Başta kentlerin kır üzerindeki baskısını kaldıracak bir yapılanmaya ihtiyaç vardır. Bu ihtiyacı karşılamak için öncelikli olarak, tarımsal yapıların geliştirilmesi gerekmektedir. Diğer yandan tüketime endeksli kent yaşamından köklü bir kopuş zorunluluk haline gelmiştir. Kenti besleyecek tarımsal alanlar, su kaynakları giderek azalmaktadır. Kentin havasını yenileyen vadiler yapılaşmaya açılmakta bu nedenle de kentin havası bozulmaktadır. Kentlerin çeperlerinde gelişecek tarımsal alanlarda kentin gıda ihtiyacını ve toplumun gıda egemenliğini karşılayacak tarımsal üretim sistemleri geliştirilmelidir. Bunun için Orman ve tarım çiftliği bir model olarak geliştirilmelidir. Su havzaları, vadiler, kent toprağı ekolojik demokratik bir planlama anlayışı ile iyileştirilmelidir. Bu alanlardan kentte yaşayan insanların eşit ve adil bir biçimde kullanma hakkı sağlanmalıdır. Kentlerin kendini yenileyebilen doğal çevreye kavuşturulması gerekmektedir. Başta metropol kentleri olmak üzere tüm kentlerde, kır ve kent yaşamının uyumlu birlikteliğini sağlayacak bir toplumcu planlama anlayışıyla gelişmesi zorunluluk haline gelmiştir
Kentsel sorunlarımızın çözümü için özyönetime dayalı, demokratik bir kamusallık acil ihtiyacımızdır. Bu nedenle yönetim süreçlerine halkın doğrudan veya dolaylı katılımı önem kazanmaktadır. Bunun için de kentsel hizmetlerden yaralanamayanların sosyal ve ekonomik durumlarının iyileştirilmesi gerekmektedir. Yerel yönetimlerde karar alma süreçlerine katılmak bir ayrıcalık olamaz.
Belediyelerin planlama alanında kurumsal eksiklikleri ve verilen yetkiyi kullanmakta yeterli donanıma sahip olmamaları, parçalanmış kentsel yaşamda, dönüşümün paydaşı olarak görülen özel sektör, kamu ve halkı ortaklaştıracak bir proje anlayışı, kentin zayıf çıkar gruplarının temsil kabiliyetini daraltmıştır. Belediyeler, zayıf toplumsal grupların çıkarlarını koruyan bir anlayışıyla donatılmalıdır. Kent yoksulları, kadınlar, engelliler, çocuklar, yaşlıları gözeten bir kent yönetimi anlayışı geliştirilmelidir. Bu anlayışın gelişmesinde etkin araçlardan biri de belediyelerin aldıkları karalarda, halka hesap verme ve halkın sorma mekanizmalarının etkinleştirilmesi olacaktır. Belediye Meclisi ve İl Özel İdareleri tarafından alınan kararlar halka en hızlı şekilde ulaştırılması gerekirken süreç bu şekilde işlememektedir. Belediye Meclisi tarafından alınan kararlardan, Kamu kurumlarıyla yapılan anlaşmalardan, İhalelerden, Üretilen Hizmetlerin üretim fiyatlarından, satış fiyatlarından bu hizmetleri alanların ve bu kararlara tabi olan halkın bilgisi yoktur. Halkın en temel haklarından olan bilgi edinme hakkı tüm yönetim işlemlerini kapsayacak şekilde genişletilmelidir. Bu aynı zamanda etkin bir hak arama bilincinin geliştirilmesi ile sağlanabilir. Bununla birlikte bu kararlara halkın müdahil olabileceği araçlar geliştirilmelidir.
Modern kamunun parçalanmasına paralel olarak, her ne kadar katılım söylemleri ön plana çıkmış olsa da halkın belediye yönetimlerine katılımı daraltılmıştır. Belediyelerin geleneksel himaye ve adam kollama işleyiş tarzı nedeniyle halkın kent yönetimine katılımı olanaklı olamamaktadır. İnsanların sorunlarını çözebilecekleri tartışabilecekleri, değerlendirebilecekleri ve uygulayabilecekleri organlar geniş halk kesimlerinin temsil etmemektedir.
Bugün önümüzde duran toplumsal sorumluluk kentlerin ve kent yönetimlerinin demokratikleştirilmesi ve yaşanılabilir kılınması sorumluluğudur. Yoksullarını dışlamayan bir belediyecilik yaklaşımı acil bir diğer ihtiyaçtır. Yoksulları himmet kültürü ekseninde, ezerek yedekleyen bir belediyecilik değil yoksulları insanca yaşam koşullarına kavuşturacak bir belediyecilik anlayışını kurmak gerekiyor.
Başta Büyükşehir Belediye Meclisleri ve bu meclisin bir danışma kurlu haline gelen kent konseylerinin niteliği ise anti demokratiktir. Belediye Meclisleri Belediye Başkanının ve özel girişimcilerin isteklerini karar altına alan bir onay merci haline gelmektedir. Oysa Belediye Meclisleri halkın çıkarını korumalıdır. Bu nedenle özyönetime dayalı kent yönetimi anlayışının geliştirilmesi, ekonomik, sosyal ve siyasal yaşamın katılımcı kılınması gerekmektedir. Bu nedenle demokratik, özyönetime dayalı yeni kent örgütlenmeleri geliştirilmelidir. Bu örgütlenmeler, kent ve kır sorunlarının çözümü için kamusal görünümlü-yasama meclisi olarak yapılanmalıdır. Bu tarz örgütlenmeler, talep eden bir örgütlenme değil, kentin müdahil-yasama organı ve çok özneli bir kurucu kamusallığın görünümlerinden birisi olacaktır.
Tüm bu kentsel dönüşüm diğer yandan kentsel hizmetlerde köklü dönüşümlere yol açmıştır. Kentsel hizmetler son yıllarda özel girişimler eliyle yürütülmekte ve bu hizmetler kamu hizmeti niteliğinden uzaklaştırılmak istenmektedir. Bu tarz bir belediyecilik yaklaşımı ile kentte yaşayanların su, gıda, sağlık, eğitim, barınma, ısınma, enerji, ulaşım, imar, alt yapı, kültür gibi kentsel ihtiyaçlarının karşılanamadığı ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle Belediye Bütçelerinin kamu hizmeti anlayışıyla hazırlanması, kentsel hizmetlerin herkesin yararlanabileceği şekilde üretilmesi gerekmektedir.
Kamuya ait olan kent kaynaklarının yine kamunun yararlanabileceği şekilde örgütlenmesi halinde, kentsel hizmetlerin daha adil dağıtımı söz konusu olacaktır. Yoksul kent halkının sosyal ihtiyaçlarının giderilmesinde insanları kendi emeklerinden başka hiçbir şeye muhtaç etmeyecek bir anlayış geliştirilmelidir. Toplumsal eşitlik sadece bölüşüm de değil üretimde de eşitliği esas alacak şekilde geliştirilmelidir. Sosyal yardımlar bu ölçekte yapılmalıdır. Kentsel hizmetlerden yaralanan halktan bu hizmetlerden yararlanmaları karşılığında yalnızca katılım bedeli alınmalıdır. Kent hizmetlerinden ücret yerine katılım bedeli alındığında, bu hizmetler hem daha nitelikli hem de daha ulaşılabilir olacaktır. Aynı zamanda bu katılım bedeli yine kent hizmetlerinde kullanılmak üzere bütçelendirilmelidir.
Kent hizmetlerine kullanım oranında katkı koyma anlayışı yerine fiyatlandırma yaklaşımın tamamen egemen olmasıyla birlikte kentteki sosyal sorunlar da daha fazla derinleşmiştir. Bu durum hizmetlerin niteliğini düşürmekte, kentlilerin bu hizmetlerden yararlanmasını zorlaştırmaktadır. Belediyelerin kamu gücünü kullanarak sundukları ısınma, su, alt yapı hizmetleri ücretlendirildikçe daha niteliksizleşmekte ve pahalılaşmaktadır. Belediyeler, bu hizmetleri maliyetlerinin çok üzerinde bir fiyatla kentlilere satmaktadır. Çöp toplama, temizlik, sağlık, barınma gibi hizmetlerden elde edilen gelir de kamuya dönmemektedir. Bu nedenlerle kentler kamucu bir belediyecilik yaklaşımı altında kır ve kent bütünlüğünü koruyacak esaslarla yeniden örgütlenmelidir.
Kent ölçeğinin genişlemesi, kentin parçalanması, rant odaklı politikalara karşı bugün kamusal bir kenti yaratmak gerekiyor. Kentlerin tek tipleştirilmesine karşı, kentlerin kültürel farklılık içinde birliğini yaratacak bir yaklaşım gerekmektedir. Bu yaklaşım, zayıf toplumsal grupların dışlanmasını engelleyecek bir bütünleşmeyi de barındırmalıdır. Kentleri çok uluslu şirketlerin emrine sunan kentsel dönüşüm yaklaşımları karşısında, kenti dayanışma ve eşitlik temelinde yeniden kuracak kamusal fikrin hayata geçirilmesi gerekmektedir.
Ortaya çıkan yeni siyasal mücadeleler bugün için top yekûn bir kurtuluş mücadelesini sırtlanacak güçte ve çapta olmasa da artık biliyoruz ki, yirmi birinci yüzyılın yeni dünyası bu siyasal hareketlerin toplumsallaşma, sermayenin ekonomik ve siyasal karakterleriyle hesaplaşma zeminlerinden açığa çıkacak. Bu hareketler aynı zamanda çok özneli bir siyasallaşma sürecinin yeni bir toplumsal örgütlenme formunun da ipuçlarını sunuyor.
İnsanı insanca yaşatacak, onu nesneler dünyasından kurtaracak, insanı doğayla barıştıracak, tekellerin ve sömürgecilerin karşısında yeni bir dünyayı kuracak olan toplumsal mücadeleler yükselirken, geleceğin toplumuna duyduğumuz inançla, emeğin ekolojik dünyasına katkı sunanları sahiplenmek ve katkı sunacaklarla birlikte yürümektir dert.
Bugün için canlılığın ve toplumsallığın kurtuluşunu açığa çıkartacak maddi koşulların önünde sermayenin muazzam saldırganlığı kadar bu saldırganlığı aşacak politik eksenin yoksunluğu önemli bir sorun olarak durmaktadır. Bu çağı ilga etmenin yolu, katı olan her şeyin buharlaştığını bir kez bir kez daha ısrarla görünür kılmak, yaşamı örgütlemek ve sermaye çağını aşmaktır.
Bunun için emeğin ekolojist bir karakterde yeniden örgütlenmesini sağlayacak politik ve örgütsel donanımı yaratmak gerekiyor. Bu yaratım sürecinde, ortaya çıkan yeni emek hareketlerinin toplumsal ve siyasal karakterlerini, sermayenin karşısında doğayı ve emeği özgürleştirecek tarzda örgütlemesinin yollarını geliştirmek, çok özneli bir kamusal karakterde yaşamı siyasallaştırmak gerekmektedir.
Bu nedenle sermayenin ilga ettiği “kamu”yu yeniden inşa etmek, öz örgütlenme deneyimleriyle kendi kendini yönetme deneyimlerini geliştirmek, diğer yandan emeğin siyasal mücadelesi ile gelişecek sermaye karşıtlığını, üretimin toplumsal karakterini vurgulayacak, doğayı sömürüden ve tahakkümden kurtaracak bir potansiyelle örgütlemek gerekiyor. Bu açıdan da içinden geçtiğimiz ekolojik kriz çağının hem tarihsel hem de dönemsel karakteristiğini ortaya çıkartmak gerekiyor.
Ekolojik kriz karşıtı bir mücadele, emeğin ve doğanın özgürleşmesi, modern türcülüğün aşılması, toplumsal adalet, barış, kolektivizm, eşitlik, hakların kardeşliğine dayalı bir toplumun yaratılması çabası olarak örgütlenmelidir. Bu mücadele üretim ve yönetim arasındaki yarılmayı ortadan kaldıracak, emeğin ve doğanın; kırın ve kentin birliğini sağlayacak bir politik yönelimi de barındıracaktır.
Fevzi Özlüer- Ekoloji Kolektifi
http://www.ekolojistler.org/ekososyalist-bir-kir-kent-hareketine-dogru-fevzi-ozluer.html
UCU KIR-A DAYALI ŞEHİR ÖRGÜTLENMESİ
Yaşamlarımıza KIR-da devam etmeyi, yaşamsal ihtiyaçlarımızı kendi emeğimizle üretmeyi kurtuluş olarak görmekle beraber; mücadelemiz sadece kurtuluş değil özgürlük mücadelesidir. Çünkü dünyada savaşlar, adaletsizlikler sürerken kapitalizm veya başka bir iktidar varken özgür olamayacağımızın bilincindeyiz. Birimiz bile özgür değilse hepimiz tutsağız sözünü tümüyle yüreğimizde hissediyoruz. Bizlerce mücadele; şehirde isyanı örgütlemek ve şehrin KIR-ılması için yıkıcı faaliyetler yürütmek, devlet denen yapının gaddarlığını, anlamsızlığını ve gereksizliğini gözler önüne sermekle beraber yaşamları KIR-a komüne evriltmek olmalıdır. Bu mücadele şekilleri birbiriyle eşgüdümlü olarak sürmeli ‘Şehir yıkarak yaratmalı, Komün yaratarak yıkmalıdır’.
‘Kapitalizme karşı mücadele’ bu topraklar için çok da yeni bir söylem olmasa gerek; şuan ki iktidara karşıt pek çok görüş söz konusu olsa da bu iktidarın yıkılıp yerine, içeriği her ne olursa olsun iktidarı araç olarak kullanmakta dâhil, yaşadığımız ve düşlediğimiz hayatta yeri olmayan otoritenin mülkiyetin KIR-ılması noktasında olumlu sonuçlar alınamamıştır. Komün yaşamının ulaşılması imkânsız bir ütopya olmadığını yaşamımızla örneklemek, anti-otoriter bir yaşama evrilmek bizlerce hiyerarşik olmayan ilişki biçimlerinin bugünden hayata geçirilmesi ile mümkün olacaktır.
Kapitalizme yani tüketim kültürüne karşı verilecek mücadele içinde KIR-a dönüp bugünkü kapitalist hayatı komün hayatıyla yer değiştirip satmadan ve satın almadan mülkiyetsiz bir yaşamı mümkün kılacak pratiğe erişmeye çalışmak gerektiği inancındayız. Kapitalizme düşünsel olarak karşı olsak dahi üretime geçmediğimiz, takas ekonomisini hayata geçirmediğimiz, satarak ve satın alarak yaşadığımız sürece aslında kapitalist ekonomiden sıyrılmak mümkün değildir.
Yaşadığımız hayatta memnun olmadığımız sorunların temelinde mülkiyet otorite cinsiyetçilik ve şehir hayatı yatmaktadır kıranarşi inisiyatifi olarak mevcut sistemden rahatsız herkesi isyana değişime sosyal dönüşüme davet ediyoruz ve bu isyanı hemen şimdi istiyoruz. Hayat sen yarınlar için plan yaparken başından geçenlerden ibarettir şimdi ayağa kalkmaya ve yaşantına müdahale eden tüm kurumları tüm yapıları KIR-mak için isyan etmeye sahip olman gereken tek şeye hayatına sahip çıkmaya çağırıyoruz. Hayat şimdi yaşanandır…
KırAnarşi kiranarsi@hotmail.com
YEŞİL YERLEŞİM PLANLAMASI
Prof. Dr. Semih ERYILDIZ e-mail: eryildiz@metu.edu.tr
Prof. Dr. Demet IRKLI ERYILDIZ e-mail: idemet@metu.edu.tr
YAKLAŞIM ÇERÇEVESİ
Çağrısında “Türkiye nasıl yeşillenir” sorusunu soran “Yeşil Ekonomi Konferansı”nda “yeşil çözüm önerileri” için tartışılması istenen başlıklar “yeşil ekonomi, çözüm önerileri, “yeni –yeşil- düzen”, cinsiyet, yoksulluk -için-yeşil perspektifler, permakültür, ve eğitim” olarak sıralanabilir.
Çağrı metninde çalışmaya başlamak için “Finansal ve Ekolojik Krizlerin Boyutları”na işaret edilmektedir. Yaşadığımız “krizlerin” büyüklüğü, hele çevreyle ilgili krizin öldürücülüğü değerlendirmesinde oydaşlık sağlanabilir. Finans sistemi var olan düzeni yansıttığı gibi, değiştirme ihtimalini içinde barındırır.
Bu kabulün doğal sonucu olarak“eko krizin, toplum ve finansla ilgili kurulu düzeninin sonucu olduğu” dur. “Neden-sonuç arasındaki karşılıklı ilişki çözümlemesi”nden de var olan finansal krizin temelinde ekolojik kriz olduğu çıkarılabilir. Bu durumda toplumsal ve finansal krizin aşılması ile ilgili anahtarın çevre ile ilgili planlama ve tasarımda olduğu sonucuna varılabilir.
Sorunun nasıl çözüleceği nedenlerinin analizi ile ortaya cıkabilir. Önyargılarımız, alışkanlıklarımız, sorunları kolaycı ve ucuz yollarla aşma ile sınırlanmıştır. Üretim süreçleri, yapı ve yerleşimler ekolojik krizin temelini oluşturmakta ve ekonomik krizlerin tekrarlanmasına neden olmaktadır.
“Yeşil Ekonomi Konferansı”na, planlama ve eko-tasarım alanında çalışan bilim insanlarının, akademik birikimleri ile katılma nedeni ise ekonomi ile ekolojik planlamanın örtüşmesidir.
İnsan Yerleşimleri kaçak ve çarpık yapılaşma, bina kaliteleri ve planlama sorunlarından dolayı karışık ve büyük boyutlarda sorunla karşı karşıya bulunmaktadır. Bu çok boyutlu, karmaşık ve acil sorunlar karşısında doğaya eskisinden daha az zarar veren, enerji, su, besin ihtiyacını kendi içinde ve çevresinde karşılayan daha sağlıklı tasarlanmış ve malzemeleri seçilmiş yapılaşma, kendi kendilerine yeterlikleri ile afetlerde çevrelerini ve toplumu sürdürebilir. Ekolojik anlayışla tasarlanan yerleşimler daha konforlu ve sağlıklı yaşam kadar, afet güvenliği de sağladığı için daha verimli, üreten, güvenilir olması nedeniyle de daha çok arzu ve talep edilen çevrelerdir.
Son krizin “mortagace bunalımı” ile tetiklenmesi rastlantı olarak görülemez. Krizi aşmayı ve yeni yeşil düzeni yaygın ve genel uygulama haline ancak ekonomi düzeni getirebilir.
ÖNERİLER
EKOPLANLAMA ve TASARIM
Eko yerleşimlerde enerji ve su depolama, koruma, yeniden kullanma ile hane halkları için yakın çevrede besin üretimi sistemleri planlamanın içselleşmiş ve ayrılmaz bir parçasıdır. Ekoloji ilkeleriyle tasarlanmış yapılar güvenli, yeniden kullanılabilir ve sağlıklı malzemelerle inşa edilmektedir.
Planlama ve tasarım çalışmalarımıza edilgen ve etken güneşten yararlanma yöntemlerini ekleyerek enerji gereksinimlerini karşılayabiliriz. Bu alandaki en önemli katkı planlama ve tasarımda eko becerilerin zorunlu uygulamalar haline getirilmesi ile başlayacaktır. Güneş toplayıcılarıyla yapılarda su, ısıtma yanında binanın ısıtılması ve soğutulması ve ısının mekanik enerjiye dönüştürülmesi yoluyla diğer gereksinimlerini karşılayabiliriz. Yapılar elektrik enerjisi gereksinimini kabuğuna, çatısına, duvar, balkon veya yakınlarına yerleştirilecek güneş pilleri ile karşılayabilir, bunlara uygun ortam bulunduğunda güneş, rüzgâr ve jeotermal enerjiden yararlanabilirler.
MEKAN PALANLAMASINDA YENİ DÜZEN
Çalışma ve dinlence için üretilen fabrika, atölye, büro, sahil, dağ, kır gibi ikinci, üçüncü konut gibi mekanların üretimi, altyapısı, bakımı, aydınlatılması ve ısıtılması için gerekli maliyet ve çabanın da en aza inmesine katkı sağlamış olmaktadır. Bütün bu yukarıda sayılanlar bir afet halinde kentlinin öz yeterliğini uzun süre sağlamanın en önemli güvencesidir.
İnsanın oturduğu yerde çalışması, çevresinin yeşil ve maviyle donanması dinlence için ayrı mekân gereksinimini de sadece değişiklik gereği ile sınırlamaktadır. Böylece insan üç ayrı alanda bir şeytan üçgeni içinde gidip gelmekle geçen ve hiçbirini kendisi ile özdeş saymamaya başladığı için hepsinden yabancılaştığı mekânlar arasında gidip gelmekten kurtulabilir. Bunun mekânsal ve çevreyle ilgili değerlerinin yanı sıra ekonomik değeri de tartışılmazdır.
SU TOPLA YERLEŞİM İÇİN
Yapılarımızın içindeki ve çevresindeki su düzeni ve sıhhi tesisat donanımının çalışma ilkeleri değiştirilerek yapılarımız ve çevresinde yaşayan insanların su gereksinimi karşılanabilir. Yanlış uygulamalar ve önyargılar nedeniyle yoğun kirletici gibi kabul edilmiş bulunan atıklardan ayrılan suları binalarımızda basit fiziksel bir arıtma tertibatından geçirdikten sonra tekrar kullanmak olasıdır. Öncelikle katı atık ve üremizi ve aşırı deterjanlanmış suları su şebekemizden ayırabiliriz.
Ayrıca ve kompostlayıcı tuvaletler aracılığıyla ayırıp stokladığımız katı atıklarımız öğütücülerin öğüttüğü mutfak organik atıklarıyla birleştirilerek gübre olarak kent çiftliğinin girdisi olmaya gönderilmektedir.
Su kaynakları, göl ve toplama havzalarını böylece korunmaktadır.
Suları çatı, sarnıç, dere, kuyu ve şehir sularına ekleyerek seyreltebilir, vasfını yükseltebiliriz. Doğadan su harmanlanması denen bu tekniklerin tümünü bir arada kullanarak tasarruf edilmiş su tüketicisi olmaya yönelebiliriz.
Su fazlamızı kent çiftliği için sulamada kullanabilir veya şehir şebekesine satabiliriz.
Yapılarımızın bahçe, çatı, balkon, bodrum, eve bitişik sera ve diğer iç mekânlarımızın bir bölümünde ve parklarımızda, bazı yol kenarlarında topladığımızı suyu, kompostladığımız atıklarımızı ve ailemizin emek ve bilgi gücünü kullanarak besin vb. ihtiyaçlarımızın bir bölümünü karşılayabiliriz.
Kent çiftliği dediğimiz ve dünyada olağanüstü hızla yeniden yaygınlaşan bu tür uygulamalar ülkemiz geçmişine, geleneklerine ve kent dokularına son derece uygundur.
PERMAKÜLTÜR VE EKOPEYZAJ
Günümüzdeki uygulamalar nedeniyle yeşillenmekte zorlanan kentlerimiz yenilenebilir peyzaj diye de adlandırılan bu tür uygulamalarla bağ, bahçe, bostan dokularına kavuşabilir ve hatta bostan dokularına yeniden kavuşarak eski yeşil dokularına kavuşabilir. İşsiz, yaşlı ve çocuklar üretici olur.
Kas gücü ataletlerinin yarattığı psikolojik sorunlar, gevşeme, sağlıksız şişmanlama sorunları azalır. Çocuklar doğayı unutmaz.
Taze ürün tüketmek olanağı doğar. İnsanların tekdüzeleştirilmiş tarım alanlarına, fabrikalara ve ulaşıma bağımlılığı azaltır.
Kentliler kendi sebzesini, meyvesini, konservesini, tavuğunu, balığını, mantarını kent içinde etini, sütünü, peynirini ise kent eteklerinde üretebilir. Binlerce yıllık bu alışkanlıkların yeniden keşfi hem insanların atıklarını doğaya dönüştürmekte hem de kentli insanların ihtiyaçlarını en katıksız, bekletilmemiş, taşırken örselenmemiş, bayatlamamış, kimyasallarla kirlenmemiş biçimde dalından koparmasını sağlamaktadır.
Atıklarımız kaynağa dönüşür. Yapılar ve yapılardan oluşan kentler yeşille ve doğayla barışır. İnsanoğlu şimdiki yağmacı ve tüketici durumu yerine doğada birkaç ağaç gibi yararlı hale dönüşür.
Günümüzde yapı, çevresi ve kentlerde yeterli besin üretimi hem günümüz koşullarının geri dönülmez bir dayatması olarak gündemdedir hem de otuzlu yılların çözülemeyen kent içi tarım sağlık sorunları artık hiçbir biçimde bahane teşkil etmeyecek bir biçimde çözülmüştür.
Kentte tarım üretimi artık gerçekleşmesine hiçbir olanak bulunmayan bir düşe dönüşen ‘refah devleti söyleminin tam istihdamına’ bir alternatif olarak gelişmektedir.
SONUÇ
Yukarıda sıralanan uygulamaların kent yönetimine yararları ise sadece insanın besin ve diğer tüketim araçlarının taşımasından doğan kaynak tüketimi ve kirlenmenin sınırlandırılmasıyla kalmamaktadır.
- Akademik- teknik ve araştırma çalışmaları,
- Örneklerin ortaya çıkarılması ve tanıtımı,
- Eko eğitim ile toplum ve birey dimağında yaygınlaşma,
Elbette eko krizin aşılması yolunda bizim yaşamımızı vakfettiğimiz ve çok önemli alanlardır
Ancak ekolojinin kent planlaması ve tasarımda uygulanmasının temel ilkeleri tam ve mutlak olarak bu ve benzeri ekonomi konferansları çerçevesinde önerilebilir ve uygulanabilir.
Üretim süreçlerini ve toplumsal yaşamı yönlendiren ekonomik süreçler olduğuna göre eko üretim ve planlama süreçlerine dönüşüm için ekonomik çerçevede devrimci bir değişim zorunludur.
http://www.yesilekonomi.org/images/stories/docs/halilsemiheryildiz.doc
Guatemala’da iki yerli lideri “maden şirketi” tarafından katledildi
– – 01 Ekim 2009
Guatemala’da iki gün içinde iki yerli lideri katledildi ve onlarca kişi de yaralandı. 27 Eylül günü Las Nubes’te yer alan Kanadalı HudBay Minerals’e ait Guatemala Nikel Şirketi’nin işlettiği nikel madeninin güvenlik görevlilerinin açtığı ateşte bir Qeqchi yerli lideri katledildi, bir düzine kişi de yaralandı. HudBay Minerals ise yaptığı açıklamada, katledilen kimse yokmuş gibi davranarak, madeni protesto eden göstericilerin şiddet olayları çıkararak şirketin beş güvenlik görevlisini yaraladığını iddia etti.
HudBay Minerals’in açıklamasında göstericilerin sağa sola saldırarak araçları ateşe verdiği, yerel bir polis karakolunu basarak buradan silah çaldıkları, ABDli bir STK’ya ait bir hastaneyi yerle bir ettikleri ve onlarca kişiyi yaraladıkları iddia edildi. Ancak bütün bu olaylara dönük en ufak bir iz bulunmaması ya da Guatemala polisinin iddia edilen olaylara dönük herhangi bir soruşturma açmaması, HuDBay Minerals’in yalan söylerken ayarı kaçırdığını ortaya koyuyor.
Olaya ilişkin hazırlanan ilk tutanakta şirketin güvenlik görevlilerinin madeni protesto eden yerlilere AK-47 makineli tüfeklerle ateş açtıkları ve topluluğun önde gelen kişilerini öldürmek üzere hedef gözeterek ateş ettikleri belirtilirken tutanakta, şirketin muhtemel amacının o bölgedeki yerlileri topraklarından kovmak olabileceği iddiası da yer aldı. Olayda hayatını kaybeden yerli liderinin Adolfo Ichi Chamán adlı bir öğretmen olduğu açıklandı.
Bir gün sonra bir silahlı saldırı daha
Chamán’ın cenazesinin kitlesel katılımla gerçekleştirildiği gün, yine El Estor bölgesinde yerli eğitimcileri ve aktivistleri taşıyan bir minibüse ateş açıldı. Bu saldırıda da Martin Choc adlı bir öğretmen hayatını kaybederken en az dokuz kişi de yaralandı.
Kanadalı şirketlerin sicili kabarık
Dünyada maden işletmeciliğinde neredeyse tekel konumunda olan Kanadalı maden şirketlerinin sicili oldukça kabarık. Maden işlettikleri yerlerde doğal hayatı tahrip eden, yaşayan halkı sürdüren, maden karşıtı hareketin aktivistlerini orduyla işbirliği içinde katleden şirketler, medyaya verdikleri rüşvetlerle de kamuoyu oluşturmak konusunda uzmanlaşmış durumdalar.
Madencilik faaliyetlerini yürütebilmek adına sahte ÇED (çevre etki değerlendirmesi) raporları, doğal hayatı yok etme, yanlışlıkla olan “kazalar”, yerli topluluklarının sürülmesi, rüşvet, yolsuzluk ve her türlü ahlaksızlığı hayata geçiren şirketlerin ciddi bir bütçeye sahip olmaları da Guatemala’da gayrı resmi bir saadet zinciri kurmalarını sağlıyor.
[UpsideDown World / Latinbilgi – S.T.]
MST Topraksız İşçi Hareketi – Diyar Saraçoğlu
– – 04 Şubat 2009
(Movimento dos Trabalhadores Rurais Sem terra)
Topraksız İşçi Hareketi (MST)serbest piyasa kapitalizmine ve onun ideolojisi olan neoliberalizme karşı Latin Amerika’da direnişte önemli rol oynayan hareketlerden biridir.
Topraksızlar, önceden belirledikleri büyük toprak sahiplerine ait toprakları işgal edip burada alternatif bir yaşam sürmekte. “İşgal et, diren ve üret”, kısa adıyla MST’yi anlatmanın en iyi yolu.
MST bütün eylemlerini 1964 Brezilya toprak yasasının “Özel mülkler, ekilmediği ya da mülk sahibi ile işçiler arasında çelişkiler ortaya çıktığı ya da çevresel zararın doğduğu koşullarda kamulaştırılabilir” ile ilgili maddesine göre yapmaktadır.
Askeri diktatörlükten uzun yıllar sonra, Brezilya yeni demokratik esintilerden nasibini alıyordu. Halkın memnuniyetsizliğini ortaya koyan eylemler hızla artmıştı, özellikle Sao Paulo’nun dış mahallelerinde önemli sendika mücadeleleri yaşanıyordu; bunlar İşçi Partisi ve sonrasında Birleşik İşçiler Sendikası’nın orijinal çıkış noktasını teşkil ediyordu.
Bu durum, diğer şeyler arasında, ordu tarafından uygulanan ekonomik modelde baş gösteren krizin yarattığı bir boşalmaydı. Bu krizin bir sonucu olarak, -ülkenin Güney ve Orta bölgelerinin kırsal kesimlerinin kapitalist modernleşmesi nedeniyle olduğu kadar Kuzey ve Orta-Batı bölgelerdeki kuraklık ve sefalet nedeniyle topraklarını terk eden- köylülerin şehirlerde iş bulma olasılıkları gittikçe azaldı. Diğer yandan, tarımsal koloni bölgelerine göç etmek de bir çözüm olarak işe yaramadı. Köylüler açısından tek çıkış yolunun yaşadıkları yerlerdeki toprağı yeniden ele geçirmelerine olanak sağlayacak farklı eylemler aramak olduğu -özellikle ülkenin bütün bölgelerinden yeterinden fazla işlenmemiş toprak olduğu göz önünde bulundurulursa- çok daha açık hale geldi. Böylelikle 70’li yılların sonu itibariyle toprak işgalleri başladı.
Hareket önceden belirlediği toprağı işgal edip geceleri kamyonlarla, traktörlerle getirdiği aileleri buralara yerleştirmekte. Yerleşimin ardından güvenlik en büyük sorun çünkü toprak sahiplerinin saldırıları her şekilde devam etmekte. İlk yerleşimden sonra karar alma sürecinden, toprağın işletilmesine kadar her şey kolektif olarak yapılmakta.
Hareket toprağı zapt etmenin ve köylü ailelerini yerleştirmenin yeterli olmadığının farkında; ayrıca köylüler için toprağı işleme koşullarını yaratmak ve yaşamlarını sürdürmeleri için zorunlu ihtiyaçları temin etmek zorunda. Teknolojik devrimin modern tekniklerini kullanmalarına olanak sağlayan teknik bilgi, krediler, tohumlar, makineler olmadan; ürünlerini satacakları pazarlar olmadan, toprak bir özgürlük alanı olmak yerine bir kâbusa dönüşüyor ve çareyi toprağı çok düşük fiyatlara satmakta ya da tamamen terk etmekte buluyorlar. Bu nedenle, MST toprağın zapt edilmesiyle mücadelenin bitmediği gerçeğinde ısrar ediyor; diğer hedeflerine ulaşmak için örgütlü bir biçimde mücadeleyi devam ettirmeleri gerekmekte.
Topraksızların mücadeleleri sırasında üretmeye çalıştıkları alternatif yaşam biçimine göz atacak olursak;
Kolektif karar alma: Herkesin söz sahibi olduğu hiyerarşik bir yapının olmadığı karar sürecini işletmekteler…
Alternatif Eğitim: Teorik ve pratik olarak, alışılan örneklerin aksine (bizim ve diğer ülkelerde verilen) eğitimler almaktalar.
Teorik Dersler: Gramsci, Rosa Luxemburg, Marx, Engels, Lenin, Paulo Freire
Pratik Dersler: Tarımda karşılaşılan Sorunlar
Yeni Tip Yapıların İnşaatı
Sağlıklı İlk Yardım
Alternatif Doğal Tıp: Tekellerin elinde bulunan sağlık sektörü karşısında kendi yetiştirdikleri bitkilerden oluşan ilaçların kullanıldığı, herkesin ücretsiz yararlandığı bir sağlık hizmeti sağlanmakta. Hareketin içindekiler “Eğer bir bitkiyi sen yetiştirirsen o seni iyileştirmek ister” mantığına sonuna dek inanmakta ve doğal tıp yöntemlerinin geliştirilmesi için sürekli çalışmakta.
Ekolojik Tarım: Tüm dünyayı ele geçiren GDO tohumlu tarım ürünleri yerine tamamen ekolojik bir tarım yapılmakta.
Öyle ki diğer herkes Topraksızların yaptıkları doğal tarıma o kadar güvenmekte ki Topraksızların işgal ettiği alanlardan elde edilen balları (tamamen doğal oldukları için) alabilmek için çok yüksek ücretler ödemeyi göze alarak sıraya girmiş vaziyette.
Ayrıca uluslararası tarım tekellerine karşı kendileri ve diğer küçük çiftçiler için tohumlar da üreterek terminatör tohumlara karşı üretimi sürekli kılmaktalar.
Bütün bunları gerçekleştirirken hareket hiçbir zaman bürokratik bir yapıya bürünmemiş vaziyette. Kolektif liderlerden oluşan harekette, genel başkan ya da sekreter gibi bir kavram yok. Böyle bir yapının oluşması halinde hareketlerinin amacından şaşacağına inanıyorlar.
MST kendi yol haritasını çıkartırken Marx’tan tutun da Mao’ya, Özgürlük Teolojisine, çevreci akımlardan, feminist hareketlere kadar birçok alandan fikirler çıkartarak şekillendirmekte. Toprak reformunun tek başına yeterli olmadığını bütün alanlarda bir değişim kaydedilmesi gerektiğini savunmaktalar.
Hareket kendi içerisinde değişimin de birebir gözlenebildiği bir yapıda. Örneğin Charles Trocate isimli işçi, harekete ilk katıldığında okuma yazma dahi bilmezken şimdi eğitim koordinatörü olarak çalışmaktadır.
MST sesini herkese duyurabilmek için birçok değişik yola başvurmakta. Büyük ve uzun yürüyüşler de bu yöntemlerden biri. 2006 yılında 12700 kişinin katılımdan oluşan 267 km uzunluğundaki büyük yürüyüşte seslerini daha iyi haykırma fırsatı buluyor hareket. Bu yürüyüşte herkesin kucağında yolu tamamlayan 8 aylık bebekten tutun da 89 yaşındaki yaşlılara kadar herkes yer almakta. Yürüyüş tüm yolculuk süresince büyük bir coşkuyla sürmekte. Bir yandan gitar çalıp, dans edip bir yandan da seslerini tüm dünyaya haykırıyorlar. Yürüyüş başkent Brasil’e varıldığında yapılan bir eylemle sona ermekte. Bu yürüyüş eylemi kendi tabirleriyle toprağın büyük toprak sahiplerinin elinde toplanmasına ve çokuluslu tekellere peşkeş çekilmesine karşı yapılmış bir eylem.
MST yürüyüş sırasında ve diğer birçok eyleminde
-Kadın Çiftçi Hareketi
-Baraja Karşı Hareket.
-Küçük Çiftçiler Hareketi
-İşgal Fabrikaları İşçileri
-ve Devrimci Kiliseler, gibi yapılanmalar tarafından da desteklenmekte. Böylece temelde aynı istekler için mücadele veren birçok yapının dayanışması da sağlanmakta.
Bütün bunları gerçekleştirirken maddi problemlerinin büyük kısmını ise yine kendileri karşılamakta. Yukarıda adı geçen hareketler de maddi desteklerini topraksızlardan esirgememekte.
MST yıllar süren mücadelesinden kendi deyimleriyle 4 sarsıcı kavramı ortaya çıkarmıştır:
Üretimden sanatsal üretim sürecine dek uzanan kolektif yaşam tarzı.
Beyinsel-Bedensel çalışmanın simgelediği eğitim sisteminin özgürlüğü.
Bir bakış birliği içerisinde fikirsel çeşitliliğe olan saygısı.
Neoliberal politikalar karşısında ısrarcı karşı duruşu.
Yaklaşık 30 yıllık bir geçmişe sahip olan topraksız hareketi her geçen yıl biraz daha büyüyüp gelişmekte. Şu anda hareketin işgal ettiği toprakların yüzölçümü İrlanda’nın, Belçika’nın yüzölçümünden daha büyüktür.
MST nihai hedefini “Demokrasi, ulusal egemenlik ve eşitliğe dayalı bir sosyalist toplum” olarak nitelemekte.
Topraksızlar kısacası başka bir dünya istiyor ve bunun için mücadelesine de her daim devam edecek… Ve bizim kendi mücadelemizde onlardan almamız gereken çok ders var.
Kaynaklar
* MST Web Adresi: http://www.mst.org.br
* Topraksızlar, Metin Yeğin
* http://en.wikipedia.org/wiki/Landless_Workers%27_Movement
diyarsaracoglu@gmail.com
Ulukışla Halkı, İnsanca Yaşam Hakkı İçin Temiz Çevre Mücadelesini Sürdürecek! (Köy Mec.ile Röportaj)
Perşembe, 01 Ekim 2009
Ulukışla Hüseyingazi Köy Meclisi Derneği ve Porsuk Köy Meclisi Derneği başkanları bölgelerinde siyanürlü maden çıkarılması sorununu anlatmak ve destek almak için Adana ve Mersin’de bulunan muhalefet örgütlerini ziyaret etti. Adana’da DİSK,TMMOB İKK, Ziraat Mühendisleri Odası, SES, BES, Kültür Sanat-Sen, Türk-İş, TTB, Halkevleri, ÖDP ve TKP’nin katıldığı toplantıda Hasangazi Köy Meclisi Dernek Başkanı Hüseyin Özçelik, Porsuk Köy Meclisi Derneği Başkanı Bülent Erdem ve emekli öğretmen Ali Rıza Baysal yörelerinde yaşadıkları sorunları anlattı.
Siyanürlü altını istemiyoruz
Niğde ilinin Maden köyünde Gümüştaş AŞ’nin siyanür linç yöntemiyle maden ayrıştırma işletmesi kurmak istediğini, fakat halkın yürüttüğü mücadele sonucunda başarısız olduğunu anlatan dernek yöneticileri, şirketin bu başarısızlığının ardından gölet yapılmak üzere daha önce kamulaştırılan Porsuk bölgesine göz diktiği söylendi.
Bölge halkının içme suyu zehirleniyor
Tamamen hukuk dışı bir uygulama ile bilimsel raporları göz ardı eden ve yöre halkının muhalefetine rağmen 16 Eylül günü İl Özel İdaresi tarafından kamulaştırılan alanın Gümüştaş AŞ’ye satıldığını söylediler. Satılan alanın yer altı sularının Adana ve Mersin’in içme suyunu oluşturan Çakıt Nehri’ne döküldüğünü söyleyen yöneticiler, sağlıklı bir yaşam mücadelesinin ortaklaşa yapılması gerektiğini vurguladılar.
Ortak mücadele çağrısı yapıldı
Adana kent muhalefetinin sözcüleri ise mücadelenin ortaklaşması önerisinin yaşamsal olduğunu ifade ederek, gerekli çalışmaların başlatılması için bir an önce bir araya gelineceği ve Adana ayağının oluşturulacağını bildirdi.
Ulukışla yöre dernekleri temsilcileri daha sonra Mersin’e geçerek Emek ve Demokrasi Platformu’nu ziyaret etti. Aynı temennilerde bulunan temsilcilere Mersin emek ve demokrasi platformu bileşenleri gerekli çalışmaların başlatılacağını, koordineli bir sürecin hemen hayat bulması gerektiğini, Mersin’de nükleer santrallere karşı yürütülen mücadeleyle bütünleştirerek siyanüre karşı da halkın temiz çevrede yaşama hakkının mücadelesini vereceklerini söylediler.
İnsanca yaşam için temiz çevre mücadelesi veren yöre derneklerinden olan Hasangazi Köy Meclisi’nin Başkanı Hüseyin Özçelik’le yürüttükleri çalışmaya dair sohbet ettik.
Sayın Özçelik; bize dernekleşme sürecinizi anlatır mısınız?
Derneğimizi 1 ay önce kurduk. Maden köyüne dadanan şirket oradan umduğunu bulamayınca gözünü bizim topraklara çevirdi, biz de köylüler olarak yaşam hakkımızı savunmak için birbirimize kenetlendik. Derneğimizi de hak mücadelesinin merkezine oturttuk. Bugün köylerimizde çıkartılmak istenen altına karşı duruş sergileyen derneğimiz aynı zamanda suyumuza sahip çıkmak için de, tarımsal havzalarımızı korumak için de çalışmalar yürütecek.
Yaşadığınız süreci bizimle paylaşır mısınız?
Ulukışla çevre köylerinin şu sıralar başı maden şirketleri ile dertte. Bolkar Dağları’nda bulunan altını maden şirketleri çıkartıp işlemek istiyor. Gümüş Taş Madencilik AŞ’nin 3 Nisan 2009 tarihinde Maden Köyü’nde yapmayı planladığı ÇED toplantısına Maden, Alihoca ve Darboğaz Kasabası’ndan topluca geldik ve “bizim altınımız kirazdır” diyerek toplantıyı yaptırtmadık. Böylelikle ilk raundu biz kazandık.
Firma yetkilileri bunun üzerine bizleri tehdit ederek işletmesini Kayseri’nin Develi bölgesine taşıyacağını ve asıl kaybedenin bizler olduğunu söyledi.
Maden Köyünde kurulmak istenen işletmenin durdurulduğundan bahsettiniz. Bunun nasıl başarıldığını bizlere anlatır mısınız?
Bütün köylüler işletmeyi bölgelerinde kurulmasını istemezse kurulmaz. ÇED toplantısının yapılacağı gün Maden Köyü, Alihoca Köyü, Hasangazi Köyü, Porsuk Köyü, Beyağıl Köyü, Aktoprak Köyü köy meclisleri olarak ortak bir eylem yaptık. Eylemimize yerelde bulunan sendikalar, demokratik kuruluşlar, siyasi partiler ve çevre örgütleri destek verdi. Ayrıca Ziraat Odası’nın genel merkezi öncülüğünde 30’u aşkın oda ve demokratik kitle örgütü mücadelemizi destekledi.
Toplantının yapılacağı salonun önünde sürdürdüğümüz kararlı duruş ihaleye girecek kişilerin apar topar bölgeden kaçmalarına neden oldu.
Süreç ondan sonra nasıl işledi?
Maden Köyü Bolklar Dağı’nın zirvesinde olan bir yer. Yapılan bilimsel araştırmalar kurulacak işletmenin çıkaracağı zehirli ve öldürücü atıkların yeraltı sularına karışacağını söylemesi ve havzada bulunan tüm köylerin muhalefeti ihalenin iptal edilmesine yol açtı. Ancak Gümüştaş AŞ bu sefer gözünü Bolklar Dağı’nın eteğinde bulunan Porsuk ve Hasangazi’ye dikti.
Porsuk Göletinin bulunduğu yer bundan 11 sene önce Porsuk, Hasangazi, Beyağıl ve İlhan köylerinin sulama ihtiyacı için Köy Hizmetleri tarafından kamulaştırılmıştı. Şimdi bu kamulaştırılan alanı İl Özel İdaresi siyanür atık havuzu olarak kullanılmak üzere şirkete satmaya çalışıyor. Anlayacağınız tamamen hukuk dışı bir uygulama. Madem köylülerden gölet yapmak için kamulaştırma yapıyorsun o zaman ya yapacaksın ya da arsayı bizlere geri vereceksin.
12 Ağustos günü Niğde İl Genel Meclisi’nin oturumunda bu satışın yapılacağını duyduk ve tüm gücümüzle İl Özel İdaresi’nin önüne gittik. Kararlı duruşumuz sayesinde toplantı gerçekleşmedi. Ardından Hükümet Konağına kadar yürüyüş düzenledik.
Toplantı yapılamayınca 2 Eylül günü İl Encümeni ihalenin 16 Eylül’de yenilenmesine karar veriyor.
Toplantının yapılamamasının ardından 6 Eylül günü Niğde Valiliği tarafından ama şirketin sponsorluğunda İzmir Bergama’ya tanıtım gezisi düzenleneceğini duyduk. Bu bizim beklediğimiz bir şeydi. Her yerde şirket aynı yöntemi uygular. Köyü ikiye bölmek ister. Bunu tehditle yapar, bunu rüşvetle yapar, bunu iş sözü vermekle yapar… Yöre muhtarları ve İl Genel Meclis üyelerinin katılımın mecburi tutulduğu gezide siyanürün zararsız olduğu gösterilmek istenir ve bunun geri dönüldüğünde köylülere anlatılması istenir.
Hemen biz de devreye girerek Bergama’ya ulaştık. Niğde’den şirket yetkilileriyle birlikte heyet geleceğini söyledik. Onlarla iletişime girmelerini, gerçekleri anlatmalarını istedik.
Ama şirket yetkilileri buna izin vermemiş. Gittikleri, gezdikleri yer işletme bölgesi olmuş. Gördükleri de havuzda yüzen iki ördek, havuzun yanında da bir ağaç. Ellerine siyanürün zararsız olduğunu anlatan broşürlerle köye geri geldiler. Köy halkını toplayıp methiyelerde bulunan muhtarların karşısına geçip, şirket yetkililerinden başka kiminle görüştüklerini sorduk. Doktorlarla, ziraat mühendisleriyle, maden mühendisleriyle, kimya mühendisleriyle, yöre halkıyla, oranın belediye başkanıyla, muhtarlarıyla görüşüp görüşmediklerini sorduk. Tabi ki “hayır” dediler. Bergama’daki şirketin hakkında açılan 73 mahkemeyi de kaybettiğini bilip bilmediklerini sorduk. Bir şey diyemediler. Muhtarlarımız şirket yetkilileri ve AKP’li meclis üyeleri tarafından korkutulmuşlar. Hizmet gelmez demişler, hükümet yardım etmez demişler. “Biz bu altın olmadan da yaşıyorduk, yarın da yaşayabiliriz” dedik. Birkaç muhtar dışında şimdi hepsi bizim yanımızda.
Porsuk’taki ihale günü neler yaşadınız?
16 Eylül günü satışın yapılacağı İl Özel İdaresi’nin önüne tekrar geldik. Önümüz polisler tarafından kesildi. İhaleye temsilci bazında girebileceğimizi söylediler. Biz de yöre derneklerimizin başkanlarıyla birlikte salona gittik. İhalenin hukuk dışı olduğunu, kamulaştırılan alanın amacına ulaşmadığını, arsa üzerine kurulacak işletmenin yöre ve bölge halkının sağlığını bozacağını söyledik. Onlar da kanunun onlara verdiği yetkiyi kullandıklarını söylediler. 27 dönümlük arsa Gümüştaş AŞ’ye 135 bin TL’ye satılıyor.
Bunu aşağıda bulunan köylü arkadaşlarımıza bildirdik ve olan oldu. Ne polisin panzeri durdurabildi köylüleri, ne de sıktıkları biber gazları. İhaleye girenler arka kapıdan son anda kaçabildi.
Satışın iptali için yapacağımız şeyin güçlü olması gerekiyordu, bizde uluslararası yol olan E-90’ı 2 saat boyunca araç trafiğine kapattık. 1000’e yakın kişiydik. İhtiyarı genci, kadını erkeği herkes yolda oturuyordu. 100 yaşına gelmiş nene bile oradaydı. Elinde de “ben 100 yaşındayım, torunum da benim kadar yaşayabilsin” yazan kâğıt tutuyordu. Bir çocuk alnına annesinin göz kalemiyle “yaşamak istiyorum” yazmıştı. Anlatılmaz bir duygusallık vardı. Uzun bir zamandır böyle bir beraberlik ortamını ne gördüm ne de duydum. Burası Türkiye’ye örnek olacak. Çünkü kendi öz gücüyle ayakta duruyor. Kimseden maddi destek görmüyor. Bu birliktelik umut verici. Onun için arsanın satılıp satılmaması o kadar önemli değil. Buraya şirketin fabrikasını kurdurtmayacağız. Canımız pahasına bile olsa.
Eylem nasıl sonlandı?
İki saat süren eylemimiz valiliğin 15 gün bizden süre istemesi üzerine bitti. Bu saatten sonra biz kimsenin ayağına gitmeyeceğiz. Onlar gelecek yanımıza.
Şimdi ne yapmayı düşünüyorsunuz?
Yapacağımız ilk iş ihtar eylemleri olacak. Bolklar Dağları Platformu Kadın İnisiyatifi 29 Eylül’de Hasangazi İlköğretim Okulu’nun önünde sabah 9’da eylem yapacak. Valiliğin istediği süre 1 Ekim günü bitiyor. Bizde 1 Ekim’e kadar çocuklarımızı okula göndermeyeceğiz. Çocuklarımızın ölüsünün okumuş olması ya da olmaması bir şeyi değiştirmiyor. Mücadelemizi büyütmeye kararlıyız. Onlar öldürmek istiyor biz yaşamak. Temiz çevrede yaşamak, insanca yaşamak. Sürekli yaptığımız köy bilgilendirme gezilerine yenilerini ekleyeceğiz. Mücadelemizi Çukurova’ya yayacağız. Oradan da Türkiye’ye.
Son olarak söylemek istediğiniz bir şey var mı?
Gözünüz bizde olsun, kulağınız bizde olsun, yüreğiniz bizimle atsın. Siyanürcüleri ülkemizden defetmek için birbirimize kenetlenelim. Gönüllü doktorları, ziraat mühendislerini köyümüze bekliyoruz. Bizden daha fazla bilirler bu illetin zararlarını. Gelsinler anlatsınlar, gelsinler bizleri bilgilendirsinler. Biz kendi imkânlarımızla anlatmaya çalışıyoruz. İnternette araştırma yapıyor, önce biz öğreniyoruz sonra köylülere dilimiz döndüğünce anlatıyoruz.
Gösterdiğiniz ilgi için yöre derneklerimiz adına teşekkür ederim.
Sendika.Org
Adana
28.9.2009
Doğal Tarımın Dört İlkesi – Masanobu Fukuoka
http://yabanil.net/?tag=masanobu-fukuoka
Doğal Tarımın Dört İlkesi
24 Mayıs, 2007
Masanobu Fukuoka
Bu tarlalarda gezerken dikkatle bakın. Pervane böcekleri ve güveler telâş içinde uçuşurlar. Balarıları çiçekten çiçeğe konarlar. Yaprakları aralarsanız gölgenin serinliğinde oynaşan böcekler, örümcekler, kurbağalar, kertenkeleler ve diğer küçük hayvanlar görürsünüz. Köstebekler ve yer solucanları toprağı kazarlar.
Bu dengeli bir pirinç tarlası ekosistemi. Böcek ve bitki toplulukları burada düzenli bir ilişki sürdürüyorlar. Bir bitki hastalığının bütün tarlayı kaplamasına karşın mahsûlün hiç etkilenmediğini görmek alışılmadık bir şey değil.
Ve şimdi, bir an için komşunun tarlasına bakın. Yabanî otlar, herbisit[1] kullanılarak ve toprağın sürülmesi yoluyla tamamen temizlenmiş. Toprakta yaşayan hayvanlar ve böcekler ilaçlar sayesinde yok edilmiş. Kimyasal gübre kullanılarak toprağın organik maddeleri ve mikroorganizmaları tümüyle yakılmış. Yazın tarlalarda çalışan çiftçilerin gaz maskeleri ve lastik eldivenler giydiklerini görebilirsiniz. 1500 yıldır sürekli olarak tarım yapılan bu pirinç tarlaları, tek bir kuşağın sömürücü tarım uygulamaları nedeniyle heba olmuştur.
Dört İlke
Birincisi TOPRAĞI İŞLEMEMEKTİR, yani toprağı sürerek ya da belleyerek altını üstüne getirmemektir. Yüzlerce yıldır, çiftçiler toprağı sürmenin ürün yetiştirmek için gerekli olduğunu varsaydılar. Ama toprağın sürülmemesi doğal tarım için esastır. Toprağın sürülmesi bitki köklerinin yayılması ve mikro organizmaların, küçük hayvanların ve yer solucanlarının aktiviteleri gibi doğal yollardan kendi kendine gerçekleşir.
İkincisi SUNÎ (KİMYASAL) GÜBRE YA DA HAZIRLANMIŞ KOMPOST KULLANMAMAKTIR.[2] İnsanlar doğanın işine karışınca, ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar, açılan yaraları kapatamazlar. Pervasız tarım uygulamaları toprağın ihtiyaç duyduğu besinleri yok eder ve bunun sonucunda toprak yıldan yıla zayıflar. Eğer toprak kendi haline bırakılırsa, düzenli bitki ve hayvan yaşamı döngüsüne bağlı kalarak doğal yoldan verimliliğini korur.
Üçüncüsü TOPRAĞI SÜRME YA DA HERBİSİT KULLANMA YOLUYLA YABANÎ OTLARI TEMİZLEMEMEKTİR. Yabanî otlar, toprak verimliliğini oluşturmakta ve canlı topluluğunun dengesini sağlamakta üzerlerine düşen rolü oynarlar. Temel bir ilke olarak yabanî otlar yok edilmemeli, denetim altında tutulmalıdır. Sap malçı, mahsûllerin arasına ekilmiş beyaz yoncadan oluşan bir zemin örtüsü ve geçici olarak su basmak (göllemek) benim tarlalarımda etkin bir yabanî ot denetimi sağlıyor.
Dördüncüsü KİMYASALLARA BAĞLI KALMAMAKTIR.[3] Toprağın sürülmesi ve sunî gübre kullanılması gibi doğal olmayan uygulamaların sonucunda zayıf bitkiler ortaya çıktığından beri, hastalık ve böcek dengesizliği tarımın büyük sorunlarından biri haline geldi. Doğa, kendi haline bırakıldığında, kusursuz bir denge içindedir. Zararlı böcekler ve bitkiler her zaman vardır, ama sayıları doğada, zehirli kimyasalların kullanılmasını gerektirecek miktarda artmaz. Hastalık ve böcek denetimine karşı duyarlı bir yaklaşım, sağlıklı bir çerçevede dayanıklı ürünler yetiştirmektir.
Toprağın Sürülmesi
Toprak sürüldüğü zaman doğal ortam tanınmayacak şekilde değişir. Bu gibi girişimlerin geri tepmesi, kuşaklar boyunca çiftçinin kâbus görmesine neden olmuştur. Örneğin, doğal bir alan sürüldüğü zaman yengeç çayırı (digitaria), çatalotu, labada ve kuzukulağı gibi çok güçlü otlar bitki örtüsünü egemenlikleri altına alırlar. Bu otlar kök saldıkları zaman, çiftçi her yıl yabanî otları ayıklamak gibi neredeyse imkânsız bir işle baş başa kalır. Büyük sıklıkla, tarla terk edilir.
Bu gibi sorunlarla uğraşmakta tek duyarlı yaklaşım, en başta durumu yaratan doğal olmayan uygulamalardan vazgeçmektir. Çiftçi, aynı zamanda, neden olduğu hasarı onarma sorumluluğu taşır. Toprağı sürmekten vazgeçilmelidir. İnsan yapımı kimyasal maddeler ve makineler kullanarak yok etmeye yönelik bir savaş sürdürmek yerine, sapları yaymak ve yonca ekmek ibi yumuşak yöntemler kullanılırsa, çevre doğal dengesine geri döner ve sorun çıkaran yabanî otlar bile deneyim altına alınabilir.
Suni Gübre
Toprak verimliliği uzmanlarıyla sözleşirken hep şu soruyu sormamla tanınırım: “Eğer bir tarlayı kendi haline bırakırsanız verimliliği artar mı, yoksa azalır mı?” Genellikle biraz sustuktan sonra şuna benzer bir yanıt verirler: “Evet, bir bakalım… Azalır. Hayır, hatırlarsak, bir pirinç tarlasına uzun süre hiç sunî gübre verilmediğinde, alınan ürün dönüm başına 240 kg seviyesinde sabitlenir. Toprak ne güçlenir ne de zayıflar.”
Bu uzmanlar sürülmüş ve göllenmiş bir tarladan söz ediyorlar. Eğer doğa kendi haline bırakılırsa verimlilik artar. Bitki ve hayvanların organik atıkları yüzeydeki bakteri ve mantarlar tarafından çürütülür. Yağmur suyunun hareketiyle, besinler toprağın derinliklerine taşınarak mikroorganizmalara, yer solucanlarına ve diğer küçük hayvanlara yiyecek olur. Bitki kökleri, en alt toprak kademesine uzanarak besinleri tekrar yüzeye taşırlar.
Toprağın doğal verimliliği hakkında bir fikir sahibi olmak istiyorsanız, bir ara dağlara doğru yürüyüşe çıkın ve sunî gübre olmadan ve toprak sürülmeden büyüyen dev ağaçlara bir bakın. Doğanın verimliliği hayal gücümüzün ulaşabileceklerinin ötesindedir.
Doğal orman örtüsünün kesin ve birkaç kuşak boyunca Japon kızılçamı ve sedir ağaçları dikin. Toprak zayıflar ve erozyona açık hale gelir. Diğer yandan, toprağı zayıf, kırmızı killi bir yapıda olan çıplak bir dağ alın ve çam ya da sedir ağacıyla birlikte zemin örtüsü olarak yonca ve çevrince ekin. Yeşil gübre[4] toprağı zenginleştirdiği ve yumuşattığı için, ağaçların altında yabanî otlar ve çalılar yetişir ve zengin bir yeniden gelişme döngüsü başlar. Bazı durumlarda toprağın en üstteki 10 santimlik kısmı on yıldan kısa bir sürede zenginleşir.
Tarım mahsûlleri yetiştirilmesinde de hazırlanmış gübre kullanımı terk edilebilir. Çoğu durumda, kalıcı bir yeşil gübre örtüsü ile tüm sap ve kabukların tarlaya verilmesi yeterli olacaktır. Sapın çürümesini kolaylaştıracak hayvan gübresi sağlamak için ördekleri tarlaya salardım. Eğer yavru ördekler, fideler henüz gençken tarlaya salınırlarsa, pirinçle birlikte büyürler. On ördek, bir dönüm için gerekli tüm gübreyi sağlar ve aynı zamanda yabanî otları kontrol altında tutar.
Bunu, sonradan yapılan bir otoyol yüzünden ördeklerin yolu geçerek tarlalara gidip sonra da kümese geri dönmeleri imkânsız hale gelinceye kadar yaptım. Şimdi sapların çürümesini kolaylaştırmak için az miktarda tavuk gübresi kullanıyorum. Diğer bölgelerde, ördek ve otlayan diğer küçük hayvanların kolayca kullanılmaları hâlâ mümkün.
Çok fazla gübre kullanmak da sorunlara yol açabilir. Bir keresinde, pirinç dikiminin hemen ardından, 5 dönüm yeni ekilmiş pirinç tarlasını bir yıllığına kiraladım. Tarlalardaki büyün suyu boşalttım ve kimyasal gübre kullanmadan, yalnızca az miktarda tavuk gübresi kullanarak devam ettim. Tarlaların dördündeki mahsûl normal şekilde gelişti ama beşincide, ne yaparsam yapayım, pirinç bitkileri çok kalın çıktılar ve samyelinin neden olduğu yaprak yanıklığı hastalığının saldırısına uğradılar. Tarlanın sahibine bunu sorduğumda, bana tavuk gübresini kış boyunca o tarlaya döktüğünü söyledi.
Sap, yeşil gübre ve biraz kümes hayvanı gübresi kullanarak, hiç kompost ya da ticarî gübre kullanmadan da yüksek verim alınabilir. Onlarca yıldır arkama yaslanıp doğanın toprağı havalandırma ve gübreleme yöntemini gözlemliyorum. Ve izlerken de, dünyanın kendi verimliliğinin hediyeleri olarak gayet bereketli sebze, narenciye, pirinç ve kış tahılı mahsûlleri alıyorum.
Yabanî Otlarla Başa Çıkmak
Yabanî otlarla uğraşırken akılda tutulması gereken bazı temel noktalar şunlardır:
Toprağın sürülmesine son verildiği zaman yabanî otların sayısı ciddi ölçüde azalır. Aynı zamanda, belli bir alandaki yabanî ot türleri de değişir.
Eğer tohumlar, önceki ekin hâlâ tarladayken serpilirse, yabanî otlardan daha önce filizlenir. Kış yabanî otları, ancak pirinç hasadından sonra filizlenirler, ama o zamana kadar kış mahsûlü hemen sonra filizlenir, ama pirinç halihazırda güçlü bir şekilde büyümektedir. Tohumlamayı ürünler arasında zaman boşluğu bırakmayacak şekilde zamanlamak, ekine yabanî otlar karşısında büyük bir avantaj sağlar.
Hasadın hemen ardından büyün tarla sapla örtülürse, yabanî otların filizlenmeleri yarıda kesilir. Aynı zamanda ekinle birlikte beyaz yonca ekmek de yabanî otları kontrol altında tutar.
Yabanî otlarla mücadele etmek için genellikle kullanılan yöntem toprağı sürmektir. Ama toprak sürüldüğü zaman, derinlerde yatan ve başka türlü gelişme şansları olmayan tohumlar, toprağın yüzeyine çıkarak orada filizlenme şansını yakalarlar. Bundan da öte, bu koşullarda çabuk-filizlenen, hızlı-büyüyen türlere avantaj sağlanmış olur. Bu nedenle, denilebilir ki yabanî otları kontrol altında tutmak için toprağı süren çiftçi, biraz da gerçek anlamda, kendi talihsizliğinin tohumlarını atmaktadır.
“Zararlıların” Kontrolü
Hâlâ bazı insanlar var ki, kimyasal kullanmazsa meyve ağaçlarının ve tarladaki ekininin gözleri önünde solacağına inanıyor. İşin gerçeği şu ki, insanlar kimyasalları kullanmak suretiyle, istemeden de olsa, bu temelsiz korkularını gerçeğe dönüştürebilecek koşulları hazırladılar.
Geçtiğimiz günlerde, Japon kızılçamları bir çam kabuğu biti salgınından ağır zarara uğradı. Şimdi ormancılar helikopterler kullanarak havadan ilaç püskürtme yoluyla bunu durdurmaya çalışıyorlar. Bunun kısa vadede etkili olacağını inkâr etmiyorum, ama biliyorum ki, bunun başka bir yolu olmalı.
Son araştırmalara göre, bit yanıkları doğrudan istilâlar değildirler ve aracı ipliksolucanlarının hareketlerini izlerler. İpliksolucanları ağaç gövdesinin içinde ürer, su ve besin taşınmasını engeller ve sonunda çamın kuruyup ölmesine yol açarlar. Temeldeki neden, şüphesiz, henüz açıkça anlaşılamamıştır.
İpliksolucanları ağaç gövdesinin içindeki bir mantarla beslenirler. Neden bu mantar ağacın içinde böylesine çoğalarak yayılmaya başladı? Mantar çoğalmaya başladığında ipliksolucanları orada mıydı? Yoksa ipliksolucanları, mantar zaten orada olduğu için mi ortaya çıktı? Sonunda, kimin önce geldiği sorusuna varıyoruz: Mantar mı yoksa ipliksolucanı mı?
Daha da ötesi, hakkında çok az şey bilinen ve mantara eşlik eden bir başka mikrop ve mantar için zehirli olan bir de virüs var. Her yönden müdahale üstüne müdahale gelse de söylenebilecek bir tek şey var, alışılmadık sayılarda çam ağacı hızla kuruyor.
İnsanlar çam bitinin gerçek nedenini bilemezler, uyguladıkları “çözümün” nihaî sonuçlarını bilemedikleri gibi. Eğer bu durumla bilgisizce uğraşılırsa bu ancak bir sonraki büyük felaketin tohumlarını atar. Hayır, kimyasal ilaç püskürtmeyle bitten gelen zararın azaldığını bildiğim için sevinemem. Tarımsal kimyasallar kullanmak bunun gibi sorunları çözmek için en uygunsuz yoldur ve bunun yapacağı tek şey gelecekte daha büyük sorunlara yol açmaktır.
Doğal tarımın bu dört ilkesi (toprağı sürmemek, sunî gübre ve hazırlanmış kompost kullanmamak, yabanî otları toprağa sürerek ya da herbisitlerle yok etmemek, ve kiyasallara bağlı kalmamak) doğal düzene uyar ve doğanın zenginliğinin tazelenmesine yol açar. Bütün çabam bu düşünce çizgisinde oldu. Benim sebze, tahıl ve narenciye yetiştirme yöntemimin özü budur.
***
1 Yabani otları öldürmek için kullanılan kimyasal maddelerin ortak adı.
2 Gübre olarak Bay Fukuoka beyaz yoncalardan oluşan bir emin örtüsü kullanır, dövülmüş sapları tarlaya geri verir ve az miktarda kümes gübresi ekler.
3 Bay Fukuoka hiçbir kimyasal madde kullanmadan mahsûllerini yetiştirir. Bazı meyve ağaçlarına böceklerin tırmanmasını engellemek için makine yağı çözeltisi kullanır. Kalıcı ya da geniş spektrumlu zehirler kullanmadığı gibi bir ilaçlama “programı” da yoktur.
4 Yonca, burçak ve çevrine gibi toprağı tavına getiren ve besleyen zemin örtüsü bitkileri.
Bu İspanyol Kasabasında Herkesin Evi ve İşi Var
2 bin 700 nüfuslu kasabada işsiz kalan işgal edilen toprak üzerinde kurulan tarım kooperatifinde çalışıyor; herkes kendi evini inşa ediyor. 30 yıllık sosyalist belediye başkanı “Kriz haklılığımızı ortaya çıkardı” diyor.
Victoria BURNETT Marinaleda – Ny times26 Mayıs 2009, Salı
Bu küçük Andalusya kasabasının sakinleri siyasi inançları konusunda hiçbir zaman çekingen davranmadı. 1980’lerde yerel bir aristokratın arazisini işgal ettiklerinden bu yana, kent sakinleri ve belediye başkanları Juan Manuel Sánchez Gordillo’nun adı İspanya’da yoksul köylülerin hakları için yürütülen mücadeleyle eşanlamlı oldu.
Şimdi ülkenin çöken emlak piyasası yükselen işsizliği beslerken, zeytinliklerle çevrili bu komünist sığınakta kalanlar vatandaşlarının kapitalist çılgınlıklarını gözlerine sokuyor. Belediyenin yürüttüğü barınma programı ve gelişen tarım kooperatifi komşu köylerin yanı sıra diğer kentlerden insanları da iş ve ev bulmak umuduyla buraya çekiyor.
2 bin 700 nüfuslu kasabanın 30 yıldır belediye başkanlığını yürüten 53 yaşındaki Sanchez, ekonomik krizin kendi sosyalist yaklaşımlarının zekasını kanıtladığını söyledi.
Ofisinde asılı olan Che Guevera posterinin altında otururken “Piyasanın tanrı olduğunu, görünmez eliyle her şeyi hallettiğini düşünüyorlardı” dedi. “Öncesinde, hükümetin ekonomiye müdahalesini savunmak ölümcül bir günahtı. Şimdi bunun gerekli olduğunu görüyoruz.”
İspanya’nın geri kalanı aşırı değerlenmiş evler almak için ucuz krediye boğulurken, Marinaleda sakinleri belediyenin yürüttüğü program çerçevesinde kredi kullanmadan kendi evlerini inşa ediyordu. Sanchez’in anlattığına göre, eğer bir kasabalı işini kaybederse, kooperatif onu işe alıyor ve böylece kimse işsiz kalmıyor. Yüzde 21 işsizlik oranına sahip bölgede ciddi bir iddia.
Kendisi ve eşi işini kaybettikten sonra ocak ayında Barselona’dan buraya taşınan Vanessa Romero, çalışma imkanı ve ayda sadece 25 TL tutan kreş gibi sosyal olanaklar için bu seçimi yaptıklarını belirtti. Şimdi kooperatifte çalışarak eşiyle birlikte ayda yaklaşık 4 bin 500 TL kazanıyorlar.
“Eğer diğer kasabalarının kaynaklarının yarısına bile sahip olmayan böylesi bir kasaba herkese iş sağlayabiliyorsa, neden diğerleri de bunu yapmıyor?” diye soruyor Romero.
Eleştirenler, Sanchez’in iddialarının abartılı olduğunu ve refah yaratmaktansa yoksulluğu paylaştırdığını öne sürüyor. Düşük verimliliğe sahip tarım işleriyle kasabalıların oylarını kendisine bağladığını iddia ediyor.
Belediye Meclisi üyesi Hipolito Aires, Sanchez’in muhaliflerini susturduğunu söyledi. “Toprak ağalarını eleştiriyordu ama şimdi kendisi de öyle davranıyor. Bugün Marinaleda’da en büyük toprak sahibi belediye başkanı.” Fakat Sanchez bir evden başka mülkü olmadığını belirtti.
Kasaba, Sanchez’in, Andalusya’nın bağımsızlığını savunan komünist çiftçilerin oluşturduğu Birleşik Emekçiler Kolektifi adayı olarak belediye başkanlığını ilk kez kazandığı 1979’dan itibaren sol aktivizmin merkezi haline geldi. Yıllar içinde kasabalıların toprak işgallerine girişti, iş ve toprak için devlet daireleri önünde eylem yaptı. En büyük başarıları 1991’de yerel hükümetin Infantado Dükü’ne ait 1 200 hektarlık bir toprağa el koyup köylülerin kullanıma açması oldu. Kooperatifin yönettiği çiftlikte emek-yoğun tarım yapılıyor; biber, brokoli ve buğday yetiştiriliyor.
Kasabada polis yok -yetkililer bunun yılda 500 000 TL kadar tasarruf sağladığını söyledi. Sokaklar Latin Amerikalı devrimcilerin isimlerini taşıyor, duvarlarda devrimci sloganlar göze çarpıyor. Birkaç haftada bir toplanan kasabalılar sokakları temizliyor ve kimsenin yapmak istemediği işleri yapıyor.(VB/EÜ)
* NY Times’da yayınlanan haberi kısaltarak Türkçeleştirdik.
http://www.bianet.org/bianet/dunya/114750-bu-ispanyol-kasabasinda-herkesin-evi-ve-isi-var
ORADA BİR KÖY VAR: LONGO MAİ – Abdullah AYSU
Eski çağlardan beri açlığa ve sefalete karşı yürütülen mücadelelerde çiftçi toplulukları en önde yer alıyordu. Çiftçi topluluklarının bunun için en az iki haklı nedeni vardı. Çiftçiler, bir yandan dünyadaki tüm insanlar için gerekli besin kaynaklarını üretirken, diğer yandan da paradoksal olarak sefaletten en büyük payı alıyorlardı. Sefalet ve açlık bugün hala kırsal bölge yaşayanlarının en büyük sorunu. Dünya Bankası’nın rakamlarına göre, aşırı yoksulluk içinde yaşayan (günlük geliri bir doların altında olan ve insanca yaşama olanağı bulamayan) 1,2 milyar kişinin yüzde 75’i kırsal bölgelerde yaşamaktadır. Birçok çiftçi topraksız göçmen işçi ya da toprak sahipleri tarafından iliklerine dek sömürülen ortakçılar veya genişliği ve niteliği bir ailenin ihtiyaçlarını karşılayamayacak kadar yetersiz toprağa sahip olmasından dolayı sefalet içinde yaşamakta. Dünyada her yedi saniyede bir on yaşın altında bir çocuk ölmekte, her dört dakikada bir, A vitamini yetersizliğinden dolayı bir kişi görme yetisini kaybetmektedir. Her gün 100 bin kişi açlığa bağlı nedenlerle ölüyor. 826 milyon kişi sürekli olarak yetersiz beslenmekte.
http://www.birgun.net/forum_index.php?news_code=1108981121&year=2005&month=02&day=21
http://tr.wikipedia.org/wiki/Longo_Mai
Ve tüm bunlar, 12 milyar insanı rahatlıkla (günde kişi başına 2 bin 700 kalori olmak üzere) besleyebilecek bir gezegende yaşanmakta. Ama böylesine kuşatılmış dünyamızda oralarda bir yerlerde bir köy var, kutup yıldızı gibi parlamakta, güneş gibi insanın içini ısıtmaktadır. Bu köy “Longo Mai” köyü. Anlamı da “Sürsün”, “Uzun Ömrü Olsun”. Fransa’nın Marsilya kentine bağlı, yaklaşık 120 kilometre mesafede bir köy. Longo Mai Marsilya’ya bağlı ama Fransız köyü mü, değil mi orası kişiye göre, bakışa göre biraz değişmekte. Çünkü, Fransız topraklarındaki bu köyü 68 kuşağından İsviçreli ve Avusturyalılar 1973’te kurmuşlar. Şimdilerde bu köyün bütünleştiricisi olan Nicholas Bell İrlandalı. Hayvancılık işlerinin kolaylaştırıcısı da Ascen Uriarte. Longo Mai köyünde Fransalılar ile birlikte Fransalı olmayan 12 ülkeden insanlar bir arada yaşıyor, birlikte üretip tüketiyorlar. Sürsün Köyü’nde insanlar açlıktan ölmüyor, aksine başka bir yaşamı dantel örer gibi örüyorlar. Küresel kapitalizmin insanlığı, doğayı, kültürü yok etme anlayışına karşı inadına başka türlü bir şeyi yaşıyor ve yaşatıyorlar… Bu köyde nasıl mı yaşıyorlar, onu da biz soralım Nicholas ile Ascen söylesin?
Doğal üretiyoruz. Çünkü doğayı seviyoruz. Sağlıklı üretim yapıyoruz, kendimizi ve insanları seviyoruz
-Bu köy, ne zaman, nasıl kuruldu?
Bu köy biraz Fransa’daki yaşam akışının tersine kuruldu. Bu köyü İsviçreli ve Avusturyalı 68’liler 1973 yılında kurduğunda, kırsal alan boşalıyordu, terk ediliyordu. O dönemde bütün yerel küçük işletmeler batarken, bir bölüm 68’li üretim yapma gerekliliğine inanıyorlar. Bunun için yer aramaya başlamışlar. Fransa’yı gezmişler, Belçika’ya kadar gitmişler. Bir çoban arkadaşın burası satılık haberi vermesiyle de 300 hektarlık 3 çiftlik evinin olduğu bu arazileri satın almışlar.
-Neden bu arazileri seçmişler. Özel bir durum söz konusu mu?
Bir kere burası tek tapulu, onun için kolay alınabilmiş. Tabii tek neden bu değil, nedenler çok. Kurucular burayı ütopyalarını gerçekleştirmek için uygun görmüşler. Onların ütopyaları şimdi burada yaşıyor, yaşatılıyor artık. Ayrıca başka bir avantajı daha var. Buranın kullanılmayan çok arazisi vardı. Kullanılmayan arazileri koyunlar rahatlıkla kullanabilirdi. Koyunları istedikleri gibi otlayabilecekti. Bizim düşündüğümüz yeni çiftçilik modeline yani doğal olan, “modern” olmayan tarım tarzına da buralar çok uygun ve korunaklıydı. Sürsün köyünün sürmesinin yeni çiftçilik modelinin yanında belki de en önemli neden; 1980’de burada yaşayanların 1990’ların krizini ön görebilmeleriydi.
-Peki bu komün sistemini Fransa’da ya da başka yerlerde de yaygınlaştırmayı düşünmüşler mi?
Evet düşünmüşler. 73’teki kurucular, Belçika ve Almanya’da da kurmak istemişler ama o yıllarda tehlikeli görüldükleri için izin verilmemiş. Burası (Longo Mai) ilk ve en büyüğü. Fransa’da burayla bağlantılı 5 yer daha var. Marsilya’da 5 hektarlık bir kooperatif var, orada şarap yapılıyor. Arles’te başka bir kooperatif var; 20 hektarlık sulu araziye sahip. Burada da sebze ve hayvanlar için yem bitkileri üretiliyor. 950 M. rakımda, Fransa’nın orta bölgesinin biraz kuzeyinde olan Massif Central’da kuzu ve koyunlar var. Ayrıca bir başka yerde orman arazisi satın alındı. Bu ormandan ağaç kesip ondan tahta çıkarıp satılıyor. En son çiftlik de bin 300 metre yükseklikte bir yer, orada da yün işletmesi var. Bu tesiste yünler temizleniyor, yıkanıyor, iplik yapılıyor. Burada 10 kişi çalışıyor. Yünün ipliğe dönüştürülmesinin yanında boyası ve örmesi de yapılıyor.
-Tarım ve hayvancılık üretimini sürdürürken neleri esas alıyorsunuz veya dikkat ediyorsunuz?
Üretim sürecimizde girdilerden kimyasal ilaç, kimyasal gübre, genetik tohumu, fenni yemi kesinlikle kullanmıyoruz. Ayrıca, bir sloganımız var: Üremeyi üretimden ayırmayalım! Çünkü yerli olan yani, hibrit olmayan ırklar kendi aralarında döllenme özellikleri gösterir ve diğerine taşır. Hibrit bir hayvanın bir başka hayvanı döllediğinde ya da döllendiğinde ne çıkacağı belli olmaz, cinsinin özelliklerini göstermez. Hibrit olmayan hayvanlarda ise üretim sürekli ve sağlıklı olur. Bu nedenle; üremeyi, üretimden ayırmıyoruz. Biz hem üretiyoruz, üretim sürecinin tümü ile birlikte yaşamımızı da yönetebiliyoruz. Ürünü ürettiğimiz ham halinden satışa kadar bölümünü ilke olarak yönetiyoruz. Kontrolümüzde tutuyoruz. Yani ürettiğimiz ürünü ham halde satmıyoruz. Kapalı bir yaşam hiç yaşamıyoruz. Tüm Dünya ile iletişim halindeyiz. Geçmişte Türkiye’deki Yeni Çeltek ve Fatsa mahkemelerini Türkiye’ye gelerek düzenli izledik ve bu mahkemelerdeki durumlardan kamuoyunu haberdar etmeye çalıştık. Dünyadaki olup bitenle çok ilgiliyiz. Şimdi İsviçre, Ukrayna, Almanya, Yugoslavya ve Avusturya’da da benzer komün üretim tarzı sürdürenler var. Bunlarla ilişkimiz var, görüşüyoruz, paylaşımlarımız var.
-Arazilerinizin toprak yapısı çok kötü. Organik gübre kullanıyor musunuz? Organik gübreniz yetiyor mu, yoksa satın mı alıyorsunuz?
Evet, sizinde söylediğiniz gibi toprağımızın yapısı çok kötü. Ama üretimde rotasyon uyguluyoruz ayrıca nadasa bırakıyoruz. Ama organik gübre satın almıyoruz. Çünkü üretimde bağımsızlık istiyor ve onu esas alıyoruz. Bir de organik gübre üçüncü ülkelerden geliyor, bunu doğru bulmuyoruz. Kendileri kullanmalıdır diye düşünüyoruz. Bu iki gerekçemiz nedeniyle dışarıdan organik gübre satın almıyoruz. Kendi gübremiz 1 hektarlık sebze ve 1 hektarlık çileğe ancak yetebiliyor.
-Peki buralar hep komün mü, kooperatif mi, yoksa her iki üretim ve yönetim tarzı birlikte mi? Siz de durum nedir?
Bizim statümüz kooperatif ama işleyişimiz komün. Burada her şey ortak. Arabalar ortak. Arazi ortak. Alet ve makineler ortak. Aklınıza gelen ve burada gördüğünüz her şey ortak. Ortak üretiyoruz. Ortak yaşam alanları oluşturduk, bu yaşam alanlarında kolektif bir yaşam sürdürüyoruz. Birlikte ürettiklerimizi beraber tüketiyoruz. Örneğin, bu komünde yaşayanlar evlerinde değil, ortak hazırlanan yemekleri yemekhanede yiyorlar. Ama haftada bir toplanarak bu hafta ne yiyelim diye yemek istedikleri yemekleri belirliyorlar. Yemeğin hazırlanışındaki hangi evresine katkı koyacaklarsa gönüllülük temelinde ismini o evreye yazarak yemeğin yapılmasına katkı koyuyorlar. Kendi entelektüellerimiz var. Makaleler yazıyorlar. Dünyadaki değişik toplum kesimleri ile düşündüklerimizi paylaşıyoruz. Entelektüellerimiz ve bizim belirlediğimiz konuları dünyanın gündemindeki konuları hep birlikte gündem yapıyor, tartışıyoruz. Arabalarımız ve aklınıza gelen her şeyi ortak kullanıyoruz.
Hemen her şeyi de kendimiz üretmeye çalışıyoruz. Fırınımız var, ekmeğimizi yapıyoruz. Haftada iki gün de fazla ekmek yapıyor, köy pazarına götürüp satıyoruz. Kendi kesimhanelerimiz var; hayvanlarımızı hijyenik ortamda kesiyoruz. Yine kamyonet üzerine kendi yaptığımız frigorofik düzenekle etlerimizi sağlıklı bir biçimde tüketiciye ulaştırıyoruz. Marangoz atölyemiz var; kapı, pencere masa, dolap, aklınıza gelebilecek her türlü ahşap gereksinimimizi buradan karşılıyoruz. Metal atölyemiz var; her türlü metal eşya, araç ve gerecimizi burada komün üyeleri tarafından yapılıyor. Arabalarımız için tamir atölyelerimiz var; araçlarımızı kendimiz tamir ediyoruz. Su değirmenimiz var elektriğimizi oradan üretiyoruz. Evlerimizi kendimiz yapıyoruz. Kendimiz için bir bölüm toprağımızı ayırdık, orman (koruluk) yaptık. Şimdi bir yaşlı bakım evi hazırlama fikrimiz var. Radyomuz var, kendimizden haber vererek fikirlerimizden, ürettiğimiz ürünlerden ve üretim tarzımızdan insanları haberdar ediyoruz. İnsanlar canlı veya telefonlarla programlara katılıyor, onların düşüncelerinden hem haberdar oluyor, hem de ulaşabildiklerimize radyo aracılığıyla haberdar ediyoruz. İhtiyaç duyulduğunda ortak olan bütün bu şeyleri paylaşıyoruz. Yani, paylaşarak özgürleşiyoruz. Paylaşarak örgütleniyoruz.
-Evet sizin bir de radyonuz var. Köye gelmeden önce yol üstünde birkaç yerde reklamlarını da gördük. RADYO ZİNZİNE! Bu radyonuzu biraz anlatır mısınız?
1981 yılında radyoya başladık. Sağcı Destaing iktidardaydı. Seçim yapılacaktı. Uzun bir zamandan sonra sağ bir hükümeti devirme şansı gözüküyordu. Mitterand Fransa genelinde umut olmuştu. Seçim de gelip dayanmıştı. Seçim öncesinde Mitterand kaçak bir radyoya gitmiş, konuşma yapmıştı. Bizde de radyonun teknik işlerini çözecek sürdürebilecek arkadaşlar vardı. En stratejik bir anı seçip hemen radyoyu faaliyete geçirdik. İktidardakilerin bilemediği böyle binlerce kaçak radyo kuruldu, o sırada. Biz de onlardan biriydik. Politik sürece ve değişmesine bu eğrelti radyo ile katkı koymaya çalıştık. Radyo başlangıçta çok mütevazııydı. Yerimiz bir çoban evi gibiydi. Teknolojimiz plak makinesi benzeri ilkel bir aletti. Yayın alanı da 30 km civarındaydı. Bu halimizle politik sürecin içinde diğer çabalarımızla birlikte radyomuzla da yerimizi aldık. Sonra Mitterand yönetime geldi. Radyolara lisans vererek yasallaştırdı. Halen yüz civarında kaçak radyo var.
-Peki RADYO ZİNZİNE ismi ne anlama geliyor?
Hiçbir anlama gelmiyor. Öylesine konulmuş bir isim. Ama bizim için artık anlamlı.
-Gün boyu yayın yapıyor musunuz? Yayın politikanız nedir?
Başta eğrelti giden radyomuzda da yeniliklere gittik. İlk önce radyo binamızı yeniledik, düzenledik. Artık güneş enerjisi ile ürettiğimiz elektrikle yayın yapıyoruz. Büyük bir direk diktik. Şu an 250 km karede dinlenir duruma geldik. Dinlenme potansiyelimiz 120 bin kişi. 20 bini aşkın sürekli dinleyenimiz var. Yenilediğimiz radyomuzda artık ürünlerimiz hakkında da bilgi veriyoruz. Komünde düşünüp tartıştığımız açıklıkta radyoda konuşuyoruz. Dobra şeyler söylüyoruz. Kendi komün hayatımızı anlatıyor, aktarıyoruz. Endüstriyel tarımın insan sağlığı ve doğaya yaptığı tahribatı anlatıyoruz. Dünyada olup bitenleri, örneğin şu sıralar ABD’nin Irak işgalini anlatıyoruz. Aldığımız olumlu tepkiler nedeniyle günlük 3 saat olan yayınımızı önce 6 saate, şimdi de 9 saate çıkartmış bulunmaktayız.
-Biz tekrar komüne dönelim, komünde şu sıralar ne yapıyorsunuz?
300 hektarlık komünümüzde 120 büyük 30 küçük insan yaşıyor. Sohbet ve tartışma sürecine girdik. Kuruluşumuzdan bu yana ilk kez 3 hafta aralıksız bir biçimde sohbet ve tartışma süreci başlattık. Çünkü; bir kısım nüfus yaşlanıyor, çocuklar yetişiyor ve yeni gelenler var. Bütün bu konular yeniden konuşmayı, yönelim belirlemeyi gerektiriyor. Ayrıca bildiğiniz gibi dünya ölçeğinde 4-5 yıldır tarımın endüstrileşmesine yönelik bir kampanya var. Bu gidişata karşı bir çalışma ve çabamız var. Bizim üretimimiz doğal üretim. Üretimden pazarlamaya tüm süreç, doğal. Doğayla barışık. Doğaya aykırı hiçbir üretim tarzını benimsemiyor ve uygulamıyoruz. Ret ediyoruz. Bizim üretimimiz endüstriyel tarıma karşı alternatif bir üretim tarzıdır. İspanya ve bir çok ülkede uygulanan tarımda endüstri tarzı uygulamaları yerinde incelettirdik. Avrupa çapında bir araştırma ve bilgilendirmeye çıktık. Bu çabaları kitaplaştırdık da.
-Sizin uyguladığınız kolektif ya da komün yaşamını nasıl yürütüyorsunuz?
Çok kişiye aitlik yok. Her şey ortak. Geliri bir havuza atıyoruz. Geliri kullanmak için de sayamayacağım kadar çok mekanizmalar var. Her konuyu her şeyi tartışıyoruz. Her konuya ilişkin bir mekanizmamız oluyor. Bir konu ya da sorun için önceden belirlenmiş mekanizmamız, kalıplaşmış çözümümüz yok. Bir tek çözümümüz var o da; ortak tartışıp, ortak karar almak. Bir de sürekli her şeyi deniyoruz. Şimdi örneğin, seyyar kümes sistemini deniyoruz. Gelirleri, ihtiyaçlar üzerinden tartışıp, ortak karar verip kullanıyoruz. İhtiyaç bir araba, traktör veya seyyar bir kümes ise her neyse onunu tartışıyor kararlaştırıyor ve alıyoruz. Yaşamımızı kolaylaştıracak ve güzelleştirecek şeyler içinde yine bu yolu kullanıyoruz. Bu yönetim tarzı zor olmuyor. Bizi mutlu kılıyor. Çünkü, yönetim sürecine herkes fikri ile katılıyor, yön veriyor, özgürleşiyor. Emeği ile üretiyor, çoğaltıyor. Mutlu bir yaşamı, başka bir dünya varı ertelemiyor, yaşıyoruz.
-Ürettiklerinizle kendinize yeterli olabiliyor musunuz?
Kendimize tam yeterli değiliz. Üretilenler ihtiyacımızın dörtte üçünü karşılıyor. Diğer ihtiyaçlarımızı satın alıyoruz. Biz de ekmek, sebze, meyve, şarap, reçel, jöle, marmelat vb ile iplik, yün, giysi, et satıyoruz. İhtiyaçlarımızı karşılıyoruz.
-Satışı nasıl yapıyorsunuz? Yani pazarlama işini nasıl yapıyorsunuz?
Pazarlara çıkarıp satıyoruz. Koli abone müşterilerimiz var. Koli abone müşteri sayımız 300’ü geçmiş vaziyette. Her hafta onlara ürettiğimiz bu sağlıklı ürünleri koli yapıp götürüp teslim ediyoruz. Parasını alıyoruz. Ayrıca radyodan yaptığımız tanıtım ile de satış kapasitemizi geliştiriyoruz. Doğal üretiyoruz. Çünkü doğayı seviyoruz. Sağlıklı üretim yapıyoruz, kendimizi ve insanları seviyoruz. Paylaşıyoruz; paylaşarak özgürleşiyor ve örgütleniyoruz.
*Çevirmenliğinden dolayı Tracy Deliismail’in emeğine teşekkür ediyorum
Şarköy’de 300 zeytin ağacı katliama uğradı
http://www.karasaban.net/sarkoyde-300-zeytin-agaci-katliama-ugradi/#more-2690
Tekirdağ’ın Şarköy ilçesinde, köylülerle, ormancılar karşı karşıya kaldı. Şarköy’e bağlı Kızılcaterziköy’de Orman İşletme Şefliği, 15 yıl önce ekilen 300 zeytin ağacını dozerlerle birlikte yerle bir etti. Üzerinde olgunlaşmaya başlayan zeytini ile birlikte sökülen ağaçlarını gören köylüler, dozerlerin önüne geçerek, kırıma engel olmaya çalıştı.
Köy muhtarı Nazif Akın (63) eşliğinde tüm köy halkı dozerlerin söktüğü zeytin ağaçlarıyla Şarköy Kaymakamlık binasına gitti. Kaymakam Nuri Ziya Türkdoğan, ‘benim yapacak bir şeyim yok, savcılığa suç duyurusunda bulunulsun’ diyerek görüşme yapmadı.
Köy Muhtarı Nazif Akın, köy merkezine 2 kilometre uzaklıktaki Kocaorman mevkiini, orman işletme şefliğinin ağaçlandırma yapmak istediğini, köy halkı olarak buna karşı çıktıklarını söyleyerek ‘Biz köyümüze çok yakın bir mesafede yazlık sitelerin olduğu bu bölgeye ağaçlandırma yapılmasına karşı çıktık. Buraları dedelerimizden kalma açma yerleriydi. Orman İşletme şefliği, itirazımız üzerine açma yerlerini bırakarak, diğer yerleri ağaçlandırdılar. Burada bu yaz yazlıkçılar tarafından yangın çıkartılarak, fundalık alan yandı. Orman işletme şefliği de gelerek yangın çıkan yeri dozerlerle düzledikten sonra, bizim 15 yıl önce zeytin ektiğimiz sahayı, dozerlerle üzerinden geçerek 300 zeytin ağacını üzerinde meyvesi varkan söküp attılar. İlçe Tarım Müdürlüğü ile görüştüm, bana zeytin ağaçlarının sökülmeyeceği söylendi. Sökülen zeytin ağaçlarını, Şarköy Kaymakamına göstermek için ilçe merkezine geldik. Kaymakam bey aşağı inip ağaçlara bakmadı. Savcılığa suç duyurusunda bulunun dedi.’
Köyde temsilcisi Mustafa Üstün, köyün toplam 100 hane olduğunu belirterek ‘ Köyümüzde toplasan ormandan yer açılan yer 200 dönümü geçmez. Yani hane başına en fazla 2 dönüm yer eder. Oysa burada ağalar beyler olarak bilinen kişilere orman işletme şefliği sessiz kalıyor. Zeytin ağaçlarımızın olduğu yer 15 yıl önce fundalıktı. Ağaçlandırma yapmak için geldiler. Biz karşı çıkınca, Kaymakam, Jandarma komutanı geldi. Köylü olarak karşı çıktığımız görülünce, açma yapılan yerleri bize bıraktılar. Bizde zeytin ektik. 15 yıl boyunca ormancılar bize bir şey demedi. Bu yaz burada yangın çıktı. Yangınıda yazlıkçılar kasıtlı çıkardı. Biz eşimiz çocuklarımızla gelip yangını söndürdük. Yangın çıkan bölgeye yangın şeridi çekilmedi. Bu yanan yerleri ağaçlandırma yapmak istediler. Bize 15 yıl önce bırakılan zeytin ektiğimiz yerleri de dozerle yıktılar. Biz orman işletme şefine eğer ağaçlandırma yapacaksanız, köyün altında denize sıfır ormandan açma yerlerini ağaçlandırın önce dedik. Çünkü bu yerler eski belediye başkanı Can Gürsoy ve onun gibi beylere ait. Orman işletme şefliği güçlü gördüğü kişilere sessiz kalmaktadır. Kazanağazı mevkiinde eski belediye başkanı Can Gürsoy’un meralarında geçen yıl 150 dönüm savcılık ormandan açma belirledi. Çiftçilik belgesi olmayan, Can Gürsoy’un yanında şöförlük yapan kişi buraları ben ektim diye suçu üstlendi. Şu an oralarda ormandan özel dozerlerle açma yapılırken, işletme şefi onlara göz yummakta, gücünü köylüye göstermektedir. 15 yıldır Şarköy’de görev yapan şefi cumhuriyet savcılığına görevini kötüye kullandığı için şikayet edeceğiz’ dedi.
Orman İşletme Şefi Hüseyin Nas’ın zeytin ağaçlarının sökülmesiyle ilgili ‘orası ormana ait, her yıl yangın çıkıyor. Yangın çıkan yere fıstık çamı ekeceğiz. Orada üzüm bağı da olsa, 80 yaşında ağaç da olsa biz onu söküp atarız. Üzerinde meyve varmış diye bakamayız. Buraya çam ekeceğiz, 1 ay sonra o bölge hava şartlarından dolayı girilemez’ dediği öğrenildi.
kaynak :http://www.kesfetmekicinbak.com
EKOKÖY YAŞAMININ 15 TEMEL UNSURU
EKOKÖY YAŞAMI
1. EKOLOJİK UNSURLAR
1.1. Sürdürülebilir tarım, Ekoköy Tasarımı
1.2. Kırsallık, Biyolojik Çeşitlilik, Dünyanın İyileştirilmesi
1.3. Yerel Organik Gıda Üretimi ve Dağıtımı
1.4. Ekolojik Yapılar, Yenilenebilir Enerji, Yerel Suların Korunumu
1.5. Yeşil İş Hayatı, Yaşam Döngüleri Analizi
2. SOSYAL, EKONOMİK UNSURLAR
2.1. Eğitim ve İletişim, Yaşamak ve Öğrenmek
2.2. Sağlıklı Yaşam Tarzı, Koruyucu Sağlık, Tamamlayıcı
İlaçlar
2.3. Toplum Yapılanması, Karar Alma, Çatışma Yönetimi
2.4. Çağdaşlaştırılmış Refah Düzeni
2.5. Çocukların ve Yetişkinlerin Bakımı, Engellilerin Entegrasyonu
2.6. Yerelleştirilmiş Ekonomi, Bütünleyici Para Birimi
3. KÜLTÜREL, RUHSAL UNSURLAR
3.1. Yaratıcılık, Kişiliğin Açığa Çıkarılması
3.2. Ruhsallık, İlahiyat, Doğa ile Bütünleşmek
3.3. Hayatı Kutlamak, Kültürleri Onurlandırmak, Doğal Döngüler
3.4. Doğa Yasaları, Bilim ve Felsefe
3.5. Yerelleştirme, Biyolojik Alanlar, Küreselleşmeye Karşı Direnç
EKOKÖY NEDİR?
Ekoköy bir yaşam biçimi oluşturur. Ekoköy kavramı; evrendeki her şeyin, yaratılmış tüm birimlerin birbirleri ile etkileşim içinde olduğunu, düşüncelerimizle ve davranışlarımızla çevremize etkide bulunduğumuzu temel alan derin bir anlayış üzerine kurulmuştur.
Ekoköyler; kendi içlerinde ahenk içinde yaşarken, yaşadığımız dünya ile ve evrendeki canlı/cansız tüm oluşumlar ile de uyum içinde sürdürülebilir bir yaşam biçimi oluşturmaya öncülük eden insan topluluklarıdır. Destekleyici sosyal-kültürel bir çevre oluşturmayı amaç edinmişlerdir. Yeni bir sosyal yapı olarak ekoköyler, günümüzün ikilemi olan kentselleştirilmiş kırsal yaşamın çok ötesine geçer. 21. yüzyıldaki insan yerleşiminin planlanabilmesi, yeniden organize edilebilmesi ve geniş çaplı olarak uygulanabilecek yeni bir model yaratılmasını teşkil eder.
Günümüzün parçalanmaya devam eden sosyokültürel yapılarının geriye döndürülmesi ve çevresel yıkıcı girişimlere maruz kalmış olan gezegenimizin iyileştirilmesi ihtiyacı; ekoköylerin ve bir amaç etrafında bir araya gelmiş toplulukların oluşmasını motive etmiştir. Ekoköy kavramının altında bir kişinin kendi hayatının sorumluluğunu üstlenmesi ana fikri yatar. Bir gelecek yaratmak; organize canavarlar tarafından hükmedilen ‘Mekanik’ dünyanın tüketilmiş enerjilerine karşıt olarak, birey için ve doğa için sürekli üreten ve sonsuza kadar sürdürülebilir bir gelecek yaratmak. Çocuklarımıza miras bırakabileceğimiz, onların çocuklarına da devir edebilecekleri, dengeli ve sağlıklı bireyler olarak yetişecekleri bir gelecek yaratmak.
Ekoköy bir yaşam biçimi oluşturur. Ekoköy kavramı; evrendeki her şeyin, yaratılmış tüm birimlerin birbirleri ile etkileşim içinde olduğunu, düşüncelerimizle ve davranışlarımızla çevremize etkide bulunduğumuzu temel alan derin bir anlayış üzerine kurulmuştur. Bu felsefeye dayanarak, ekoköyler aşağıdaki üç ana unsur üzerine inşa edilirler;
• EKOLOJİ
• SOSYAL TOPLUM
• KÜLTÜR ve RUHSALLIK
Günümüzde çok sayıda ve farklı yapılarda ekoköyler bulunmaktadır. Her biri kendi gelişim seviyelerine ulaşarak kendi öncülerinin yaratıcılıklarını ve ilhamlarını sergilemektedirler. Yirmi yıldır varlıklarını sürdüren bazı ekoköylerde sürdürülebilir yaşam çok güzel bir şekilde deneyimlenirken bir çok yeni oluşum da ortaya çıkmaktadır. Geçmişteki bir çok ekoköy marjinal ve idealist yerleşimler olarak görülmekteydi. Bizler artık yavaş yavaş, ekoköy prensiplerinin uyarlandığı, yaşam tarzlarının ve beklentilerinin akışına göre biçimlendirilmiş, değişik özgeçmişlere sahip, değişik meslek gruplarından ve yaşlardan insanların birlikte yaşadığı, ortak paylaşımlı veya özel mülkiyetli, kiralık veya satılık evlerin, içlerinde ortak kullanım alanlarını veya özel bahçeleri barındıran yeni bir ekoköy ekolü macerasına tanıklık etmekteyiz. Bu ekoköyler; sosyal kompozisyondaki ve insanların kişisel odaklanmalarındaki, diğer yandan da onların topluluğa katılım derecelerindeki farklılaşmalara izin vererek ekoköy akımının gidişatını bizlere yansıtırlar.
Aşağıdaki bölümde ekoköylerin üç ana unsuru üzerinde durulacaktır. Bu unsurlar aynı zamanda, aile yaşantımız, komşuluk ilişkilerimiz veya değişik organizasyonlar gibi farklı yaşam biçimlerinin daha fazla sürdürülebilir olarak inşa edilmesine de yardımcı olabilirler.
EKOKÖYLERİN EKOLOJİK BOYUTU
Ekoköylerin ekolojik boyutu esas olarak toprak, su, rüzgar, bitkiler ve hayvanlar gibi insanların yaşadıkları dünya ile bağlantıları üzerinde durur. Enerji Korunumu ve atık geri dönüşümünden başlayıp, çevreye karşı daha duyarlı, daha az etkileyici bir yaşama adanmaya, köy tabanlı enerji sistemleri entegrasyonuna, su şartlandırma bitkilerine, dünyanın restorasyonuna, sürdürülebilir tarıma ve ekolojik binalara kadar uzanan bir vizyonu açıkça ifade eder.
Ekolojinin anlamı;
• Mümkün olduğunca ekoköy topluluğunun biyolojik alanları içerisinde organik gıdaların yetiştirilmesi,
• Doğal ve yerel malzemelerin kullanıldığı, yerel mimari geleneklerinin uygulandığı yaşam alanları yaratmak,
• Köysel tabanlı yenilenebilir entegre enerji sistemleri kullanmak,
• Ekolojik iş dünyası prensipleri (yerel yeşil iş),
• Ekoköylerde kullanılan ürünlerin yaşam döngülerine sosyal / ruhsal ve ekolojik bakış açısı ile yaklaşarak değer vermek.
• Elverişli enerji ve atık yönetimi uygulayarak suyun, havanın ve toprağın temiz kalmasını sağlamak
• Biyolojik çeşitliliği korumak ve teşvik etmek, kırsal alanları korumak
EKOKÖYLERİN SOSYAL BOYUTU
Ekoköylerin sosyal yönü; insanların birlikte daha fazla zaman geçirme arzusunu, bireylerin hem kişisel olarak hem de grubun bir parçası olarak gelişimlerini destekleyen bir ortam yaratılmasını kapsar. Ekoköyler herkesin kendini yetkilendirilmiş hissedebileceği kadar küçük bir ortamdır. Batı dünyasında, endüstriyel meselelerin, aşırı haberleşme ve devasa politik planların sağır eden gürültüleri arasında bireyin sesi genellikle duyulamaz. Bir ekoköyde bu ses son derece güçlü ve nettir. İnsanlar, kendi yaşamlarını ve şeffaf bir şekilde izleyebildiği toplumunu etkileyecek tüm kararlara katılabilirler. Ekoköyler çocuklar için, bahçecilik ve inşaat gibi günlük uğraşlara dahil olabilecekleri sevgi dolu bir ortam sağlar. Böylece çocuklar kendilerine değişik yetiler kazandıran tecrübeler edinirler. Toplumun sorumluluk sahibi bir üyesi olarak hareket etmek kendilerinin bütün içindeki konumlarını hatırlamalarını sağlar. Genellikle ekoköyler insanların kişisel özgürlükleri ile başkalarına karşı sorumlulukları arasında bir denge oluşturmalarını teşvik eder. Özgür ve amaca yönelik oluşumları yaratabilmeyi, kendi ihtiyaçları ile olduğu kadar yaşadıkları toplumun ihtiyaçları ile de buluşabilmeyi öğrenmelerine imkan tanır.
Toplumun anlamı;
• Diğer insanların farkında olmak ve onlarla ilişki içinde olmak
• Ortak kaynakları paylaşmak ve karşılıklı yardımlaşmak
• Doğru kararlar almayı ve çatışmaları çözmeyi öğrenmek
• Ruhsal ve koruyucu sağlık uygulamalarına önem vermek
• Topluluğun tüm üyelerine anlamlı işler ve tatmin sağlamak
• Çocuklara, yetişkinlere ve marjinal gruplara bütünleşik bir yaşam sağlanmasına izin vermek
• Ömür boyu sürecek bir eğitimin gelişimine yardımcı olmak
• Farklılıklara saygı göstererek birliği, bütünlüğü yüreklendirmek
• Kültürlerin ifade edilmesini teşvik etmek
• Yeşil ekonomiyi uygulamak
Ekonomik Sonuçlar
Bir ekoköyün ekonomik kurgusu, finansal ihtiyaçları azaltarak yaşam standardında bir kayma yaratacak sosyal ve aile hayatını destekleyici bir yapı oluşturacak şekilde tasarlanır. Birey, daha az kazanmak pahasına da olsa işini evine yakınlaştırarak ulaşım zamanını kısaltır ve dışarıda harcanan iş saatleri azaltılır. Böylece sosyal hayatla ve aile ile ilgilenebilecek zamanın çoğalmasına ve yerel işlerin kurulabilmesine imkan yaratılır. Bu kurgu genellikle gönüllü olarak basitleştirilmiş bir hayat biçimine uyum sağlamaya, iş hayatı ile özel hayatın bütünleştirilmesine ve topluluk içinde gelir getirici işlerin yaratılmasına yol açar. Yerel gıda ve enerji üretimi sayesinde elde edilmeye başlayan kendine yetebilme, topluluk içindeki güçlü iletişim ile birleştiği zaman bireylerin ve grupların güvence duygularını arttırır, ekonomi anlayışlarını değiştirebilme cesareti getirir. Bir çok durumda alternatif ekonomik sistemlerin yaratılması ekoköyün küresel sistemden daha bağımsız ve daha dayanıklı hale gelmesini sağlar. Alternatif ekonomiler genellikle hediye verme ve değiş tokuş prensiplerine dayanır. Bu nedenle sosyal parametrelerle ve değerlerle orantılıdır.
Ekonomik prensipler ekoköyleri aşağıdaki şekilde destekler;
• Tamamlayıcı para birimleri (LETS sistemleri, arkadaşça jestler, ekoköy para birimi)
• Alternatif bankalar
• Gönüllü olarak basitleştirilmiş yaşantı
• Yerel gelir kaynakları üretici aktiviteler ( danışmanlık, yeşil işler)
• Yaygınlaştırılmış günlük ekonomi (ortak kullanılan yemekler, hizmetler)
EKOKÖYLERİN KÜLTÜREL/RUHSAL BOYUTU
Kültürel ve ruhani prensipleri bir araya getirdiğimizde, bir çok manevi amaçlı ekoköyün günlük hayatında dünyadaki geleneksel kültürlerin yeniden canlandırıldığı görülür. Dünyamız ile ve onun üzerindeki tüm oluşumlar ile ahenk içinde yaşadığımız yaşam biçimine geri döndürülüşümüz yankılanır. Ekoköyler doğal dünya ile bir olma duygusunu vücuda getirir. Bizleri, insan yaşamının ve dünyanın sonsuz evrenin bir parçası olduğunu hatırlamamıza teşvik eder. Bazı ekoköyler açıkça tanımlanmış bir ruhani yol seçerken çoğu da böyle bir ruhani yol benimsemezler. Bununla birlikte, doğal döngüleri anlamaya çalışmak, dünya üzerindeki yaşantılara saygı göstermek ve bu sayede insanlığın doğa ve evren ile bağlılığını anlatan yeni kültürel ifadeler yaratmak mümkün olabilir.
Kültür ve ruhsallık;
• Törenler ve kutlamalar yoluyla doğal döngüler ile bütünleşmemizi ve onlardan haz alma duygumuzu geliştirmemizi sağlar. (Hasat festivalleri, maypole, midsummer vb.)
• Evrenle olan ilişkimizi ve birliğin ifadesi olarak sanatı ve yaratıcılığı vurgular.
• Küresel var oluşa ruhani bakışımızın ifadesidir.
• Bir çok açıdan ruhsallık ifadesine saygı gösterir.
• Değişik kültürlerin ifade edilmesine saygı gösterir.
• Ruhsal pratikleri bir araya getirmeye ve bireysel gelişime yardım eder.
Geleneksel Köyler: Kuzey yarıküresindeki ekoköyler genellikle, seçtikleri ana unsurları esas alarak, eskiyi yeniden inşa etmek için uğraşırlar. Güney kürede nüfusun yüzde 50 ile 75 ‘i hala köylerde yaşamakta ve kendi kendilerine yetecek şekilde tarımla uğraşmaktadırlar. Çiftçiler her geçen çok kültürlülükten, tek kültürlülüğe geçişe zorlanmaktadırlar.
Ekoköy kavramı, güney yarıkürede, kültür göçü ve tek kültürlülük sağlar. Sri Lanka, Hindistan, Senegal’de olduğu gibi, ekoköy ağları ve hükümetler; ekoköy prensiplerini yapısal köy gelenekleri ile birleştirerek, insanların temel ihtiyaçlarını karşılayacak, aynı zamanda da daha çağdaş ihtiyaçlara ve pazar taleplerine cevap verebilecek, köy temelli sürdürülebilir bir gelişimi başarmaya çalışıyorlar.
EKOKÖY TASARIM MODELLERİ
Bir önceki bölümde tanımlanan üç ana unsurun hangilerine daha çok odaklanacağımıza bağlı olarak çok değişik yapılarda ekoköyler tasarlanabilir. Diğer bir deyişle, bir ekoköy inşa edilirken yukarıdaki üç ana unsurdan hangileri insanları daha fazla motive ediyorsa ekoköy tasarımı o yönde şekillenecektir.
Ekolojik Odaklı Ekoköyler:
Çevreyi daha az etkileyen ve genellikle dünyanın iyileştirilmesine önem veren parametreler esas alınarak tasarıma başlanır. Peyzaj üzerinde çalışılarak, sürdürülebilir tarım analizleri yapılarak geleceğin doğayla uyumlu köy modelini oluşturmaya önem verilir. Sürdürülebilir tarım tasarımı yapılırken, güneşin ve rüzgar gücünün açığa çıkarılması, yağmurun biriktirilmesi ve kullanılması, biriktirilmiş su kapasitesi gibi unsurlar üzerinde durulur. Evlerin yerleşimi, mimarisi bu unsurlar ve diğer ekolojik prensipler göz önüne alınarak kararlaştırılır.Gıda üretimi faaliyetleri, enerji üretimi, suyun şartlandırılması, atık yönetimi, yeşil işler ve inşaat süreçleri de bu konular esas alınarak kararlaştırılır.
Crystal Waters, (Avustralya) sürdürülebilir tarıma dayalı ekolojik köylere örnek gösterilebilir. Bu köy geniş çaplı olarak çevreyi korumak ve iyileştirmek esas alınarak kurulmuştur. Kuzey Amerika’daki bir çok köy projeleri de temel prensip olarak sürdürülebilir tarımı esas almıştır. Hertha Munksogaard gibi bazı köyler ise sürdürülebilir tarım ilkeleri ile sosyal ve ruhsal unsurları bir araya getirerek harmanlamışlardır.
Her bir proje tasarlanmadan önce hatırlanması gereken en önemli şey projenin önceliklerini açık ve net olarak tanımlamaktır.
Sosyal Odaklı Ekoköyler:
Ortak kullanım alanlarını merkezlerine yerleştirmiş konut kooperatifleridir. Yaşam alanları birbirine yakın ve bir cadde üzerinde ya da ortak kullanım alanlarının etrafında yerleştirilmiştir. Genellikle evler kümeler halinde bölümlendirilmiş ve her bir küme arasında daha fazla etkileşim ve sosyalleşme hedeflenmiştir. Arabalar için ekoköyün girişinde ortak park yeri tahsis edilmiştir. Evler genellikle bir veya iki kattan daha yüksek değildir. Sosyal odaklı ekoköyler genellikle diğer kavramlar da içine alacak şekilde ama benzer prensipler üzerine inşa edilmektedirler.
Danimarka’daki Hertha, Steiner felsefesinden esin almış, köyün tasarımı yetişkinlerin özürlü gençlerle bütünleşebileceği bir sosyal yapıda kurulmuştur. Tiyatro, toplantı salonları gibi sosyal alanlar ve evler gençlerin yaşadığı yurtların etrafına yerleştirilmiştir. Hertha’da bir biyodinamik çiftlik, bir fırın, bir gümüş atölyesi ve bir Steiner araştırma laboratuarı bulunmaktadır. Hertha aynı zamanda Danimarka Ekoloji Derneğinin de Liasion Ofisidir. Burası bir sosyal yapının köy üzerine olan etkisine ve yaşayanlarına gelir üretmek için oluşturulmuş oldukça iyi çalışan bir ekonomik kurguya örnek gösterilebilir. Bununla beraber Almanya’daki Zegg köyü sosyal deneyimleri ile meşhurdur. Zegg kadınları toplumdaki kadın yaşantısının ruhunu araştımaktadırlar. Bu köy aynı zamanda toplumdaki çocuk yaşantısına da odaklanmıştır. Kardeş köyleri Tamera (Portekiz), sağlık temasına ve barış süreçlerine odaklanmıştır.
Kültürel Odaklı Ekoköyler:
Huehuecoyotl, Mexico’da olduğu gibi köyün merkezine bir tiyatro veya dans, müzik ya da mevsimsel kutlamaları gerçekleştirebilecekleri bir salon inşa etmeyi tercih edebilirler. Güne yarıküredeki geleneksel ekoköylerde, genellikle merkezi bir toplantı alanı mevcuttur. Yetişkinlerin gençlere nasihatlar verdiği, nesilden nesile devam eden hikayelerin anlatıldığı, kutlamaların yapıldığı bir ağaç, bir anıt ya da bir kutlama salonu olabilir. Geleneksel İskandinav köylerinde bir havuzun ya da su kuyusunun yanında, bir kilise, bir toplantı salonu ve bir karşılama alanı bulunur.
Ruhani Odaklı Ekoköyler:
Auroville’de olduğu gibi, köyün merkezinde, her bireyin rahatlıkla ulaşabileceği bir meditasyon salonu bulunabilir. İngiltere’de Peter Dawkins, çeşitli sosyal alanların çakralar yapısında bir peyzaja uygun olarak yerleştirilmesini, yapıların ruhsal ve doğal yasalara bağlı olarak inşa edilmesini öngörmüştü. Yeraltı tapınağı olan Damanhur, üç enerji hattının birbirleri ile kesiştiği çok özel bir dağda yerleştirilmiş, böylece tüm dünya ile daha iyi bir iletişim içinde olacağı düşünülmüştür. Maharishi gibi bazı ruhani gruplar köylerini bir Mandala şeklinde inşa etmeyi düşünmüşlerdir. Bir çok köyün inşasında Vastu Sastra (Hint mimarisi) gelenekleri, Feng Shui veya diğer benzer sistemler göz önünde bulundurulmuştur.
Hangi unsurlara odaklanılırsa odaklanılsın, bir ekoköy kurmaya başlarken doğrular veya yanlışlar yoktur. Bu giriş bölümü sizlere neyin önemli olduğunu düşünmenize yardımcı olabilmek içindir ve dikkatli bir tasarım yapmak uzun vadede sağlıklı gelişim için çok önemlidir. Bir çok köy tasarlanırken bilinen yapılar, planlar, gelişim stratejileri örnek alınmıştır. Bir çok durumda, fikirler ile gerçekler arasındaki farklılıklar orijinal planların gerçekleşmesini zorlaştırmıştır. Bununla birlikte en önemli şey başkalarının deneyimlerinden yararlanmak ve mümkün olduğu kadar fazla akışkan bir süreç yaratabilmektir. Günümüzde sürdürülebilir yaşam kurabilme süreci ile ilgili verimli bir zemin mevcuttur. Eskiden ekoköy kavramı mutlu bir azınlık için marjinal bir hayal olmaktayken, günümüzde ivme kazanmış, dünya çapında çok sayıda insan tarafından benimsenmiştir. Ekoköy ekolünü geliştiriyor, modern ihtiyaçları ve yaşam biçimlerini kaynaştırabilecek, tüm yaşamdaki var oluşumuzu yansıtabilecek, sürdürülebilir bir topuluk modeli yaratıyoruz. Bu her bir parçanın bütünü yansıttığı holografik dünya görüşünün ifadesidir. Böylelikle, ekoköyün mikrokozmik yapısı, makrokozmik dünyayı insanlığın temel ihtiyaçları ve var oluşun yasaları doğrultusunda yeniden şekillenmeye zorluyor.
EKOKÖYLERİN EKOLOJİK BOYUTLARI
1.PERMACULTURE (SÜRDÜRÜLEBİLİR TARIM)
Sürdürülebilir tarım, her geçen gün artan bir şekilde, ekoköylerin, kooperatiflerin, komşulukların ve diğer toplulukların tasarımında temel unsur olarak kullanılmaktadır.
Bill Mollison, sürdürülebilir tarımın babası, bu kavramı şu şekilde tanımlıyor; tarımsal üretkenliği olan, çeşitliliği, kararlılığı ve esnekliği barındıran doğal ekosistemler tasarlanmasının ve bakımının bilinçli olarak planlanmasıdır. Yerküresinin ve insanların ahenk içinde bütünleştirileceği, gıdalarının, enerjilerinin, barınaklarının, maddi ve manevi diğer ihtiyaçlarının karşılanabileceği sürdürülebilir bir yöntemdir. Sürdürülebilir tarım olmadan kararlı bir sosyal düzen sağlamak mümkün değildir. Var oluşumuzun ve çocuklarımızın sorumluluğunu üstlenme kararı, değerlerimiz ve etiklerimiz anlamında son derece faydalı bir tasarımdır.
Permaculture (Sürdürülebilir Tarım) Felsefesi ve Uygulamaları
Jan Martin Bang, İsrail’de, Yeşil Kibbutizm kavramını geliştirdi. Halen Norveç’de Camphill Community’de yaşamaktadır. Kendisi Rolf Jacobsen ve bir mimar ile ekolojik bina tasarımı için Bridge uilding Okulunu kurmuştur.
Permaculture (Sürdürülebilir Tarım) kavramı, Tazmanya’da 1970’lerde, Avustralya’nın küçük yerleşimlerine yardımcı olabilmek için icat edilmişti. O günden bu yana Davis’deki köy evleri, California ve Crystal Waters projelerinde kullanılan dünya çapında bir tasarım modeli haline gelmiştir. 1990’ların başlarında, Ekoköylerin planlanmasında kullanılmaya yeterli hale gelmişti.
Permaculture sürdürülebilir insan yerleşimlerinin tasarımı ile ilgilidir. Yaşam alanının, bölgesel iklim, bitkiler, hayvanlar, toprak, su yönetimi ve insan ihtiyaçları ile bütünleştirilebilmesi konusunda felsefi ve uygulamalı bir yaklaşım getiren hayli karmaşık yapıda ve yüksek verimlilikte bir sistemdir. Permaculture, çevremiz hakkında, kullandığımız kaynaklar hakkında, ve ihtiyaçlarımızı nasıl karşılayacağımız hakkında dikkatlice düşünmek anlamına gelir. Sadece bugünü yaşamak için değil geleceğimizi de korumak için sistemler yaratmayı amaçlar. Permaculture, doğru değerler üzerinde inşa edilmiş doğru bir tasarımdır. Binaların, çiftliklerin, bahçelerin, köylerin planlanması ve iş dünyasında, eğitimsel, endüstriyel, organizasyonel ve sosal tasarımlar için dünya çapında kullanılmaktadır.
Planlama yapılırken, öncelikle kendi içinde SEKTÖR’lere ayrılmış sonra da tekrar VEKTÖR’lere ayrılmış BÖLGE’ler teorisi kullanılır. BÖLGE’leme temel olarak en yoğun olarak kullanılan faaliyetleri evlere en yakın yerlere ve en az kullanılanları ise evlere en uzak alanlara yerleştirmeyi hedefler.
Rosemary Morrow’daki bölge yapısı:
BÖLGE-1: Evler ve gıda bahçeleri
BÖLGE-2: Kapalı sosyal alanlar ve meyve bahçeleri
BÖLGE-3: Daha büyük açık alanlar ve ortak bahçeler
BÖLGE-4: Yedekler, yakıt ormanları, rüzgar siperleri vb.
BÖLGE-5: Yabani hayat koridorları, doğal bitki korunakları
SEKTÖR’ler bu BÖLGE’lerin yöreye özel parçalarıdır. (Örneğin güneşin kuzey yarıküresinde genellikle güneyden geliyor olması, rüzgarın geliş yönü, yangın riskine karşı oluşturulan alanlar)
VEKTÖR’ler, bölgedeki dereler, mevcut ya da planlanan yollar, yabani hayat koridorları, tepeler gibi SEKTÖR’lerin dinamik alt bileşenleridir.
Topluluğun ortak idelojisi öncelikle fiziksel yerleşimi tayin etmelidir. İsrail’deki Clil’de bulunan Green Kibutz ekolojik köyünün plalanması aşağıda açıklanmaktadır.
Clil, 25 yıl önce kurulmuş, 170 kişinin yaşadığı küçük bir köydür. Gandhi pasifizmi, organik gıda üretimi, bağımsızlık, ruhsallık ve kendi kendine yetebilme unsurlarından esinlenmiştir. Clil yaşayanları İsrail’deki yaygın topluluk modelini kullanmak istemediler ve kendilerine has başarılı bir model geliştirdiler. Bugün, aileler kendi kullanım alanlarını inşa etmek ve bakımını yapmak ile sorumlular. Topluluk ortak kullanım yollarına, çocuk bahçesine, yeni katılımcılar ve köyün gelişimi gibi konularda ortak kararların alınmasına odaklanıyor. Bu örnekte, Permaculture-BÖLGE kavramı sadece konut bazında uygulanmakta, konutların yerleşimi büyük ölçüde arazinin elverişliliği göz önüne alınarak tasarlanmaktadır. Clil, yaşayanlarının çoğunun itirazlarının kısıtlı kalması yüzünden köy bir bütün olarak ele alınıp genel bir planlama yapılmış, BÖLGE kümeleri olarak da düşünülebilir.
Kibbutz sisteminde topluluğu bir bütün olarak ele alarak planlama yapmak en önemli ilkedir. Bu sistemde birim olarak aile daha az önem taşımaktadır. Çocuklar ailelerinden bağımsız olarak yaşarlar ve eğitim görürler, çoğunlukla yemekler birlikte yenir. Kibbutz’da yaşayan bireylerin kendilerine ait bahçeleri sadece birkaç metrekareden ibaret olduğu için Permaculture-BÖLGE kavramının tek tek evlere uygulanması pek uygun olamamaktadır. Bu nedenle BÖLGE kavramının topluluğu bir bütün halinde düşünerek uygulanması daha uygun olur. Fazlasıyla radikal bir başlama noktası olmasına ve günümüzdeki değişimin ailelerin özerkleşmesi yönündeki gidişine rağmen, büyük bir aile birliği gibi düşünebileceğimiz Kibbutz topluluklarına ve getirdikleri BÖLGE uygulamasına saygı göstermeliyiz.
BÖLGE teorisinde olduğu gibi fiziksel yerleşimi planlamaya başlarken öncelikle hem bireysel olarak hem de topluluk olarak ideallerimizi, amaçlarımızı ve sosyal parametrelerimizi açıkça tanımlamalıyız. Bu tanım arazi üzerindeki yapımızı da yansıtacaktır.
Ekoköy Tasarımı için Permaculture (Sürdürülebilir Tarım)
http://www.imeceevi.org/index.php?option=com_content&task=view&id=138&Itemid=76
Saman balyasindan ev yapimi – Hazırlayan: lynx lynx
http://yabanil.net/?p=635#more-635
http://www.mmf.gazi.edu.tr/journal/2000/87_104.pdf
http://www.outdoororacle.com/kronoloji/haber/dogal-malzemelerle-yaratici-fikirler.html
http://www.strawbale.com/strawbale-faqs
http://naturalhomes.org/
http://www.balewatch.com/
Doğal Bir Yapı Malzemesi: Saman Balyası
26 Nisan, 2009
Yaşam biçimimizle var olan malum ideolojinin gerektirdiği biçimde, yaşam alanlarımız sürekli değişiyor. Bu değişimlerle beraber bizler de çevremizle olan ilişkimizi sürdürecek şekilde hizaya getiriliyoruz. Bunun en çarpıcı örneklerinin yaşandığı kentlerde metro duraklarının büyük alışveriş merkezlerine olan yakınlığı, artan tüketim alanlarının yanında kamusal açık alan kaybı, dev otobanlarla donatılan adacıklar ve yollarla parçalanan mahalle kültürleri, bizler üzerine biçilen bir tasarıyla paralel değişimler olarak tanımlanabilir.
Dünyamızın yok olma eşiğine sürüklendiği şu zamanlarda, bunu engellemenin yaşam biçimlerimizin değişimi ile mümkün olabileceğine dair fikirlerin dikkate alması gereken konuların başında kuşkusuz “yaşam alanlarımızın yeniden gözden geçirilmesini ve dönüşümü” geliyor.
Konuyla ilgili kendimize öncelikle şu soruyu sorabiliriz:
“Çevremize verdiğimiz zararı ve bağımlılıklarımızı en aza indirgeyerek nasıl sürdürülebilir yaşam alanları yaratabiliriz?“
Bu soruya arayacağımız cevap; geleneksel-yerel mimari, peyzaj mimarisi, sürdürülebilir mimari, doğal yapılar, permakültür gibi bir çok alanı içine dahil eden bir araştırma süreci içeriyor.
Bu araştırma sürecine, barınma ihtiyacını karşılayabilecek harika bir yapı malzemesi ile başlamak istiyorum:
Saman Balyası
Çimento ve tuğla ilk bakışta vazgeçilmez iki yapı malzemesi gibi gelebilir. Fakat çevreye zarar vermeyen yapılardan söz edeceksek eğer, öncelikle üretim sürecinde yüksek enerji gerektiren, geri dönüşümsüz, çevreye zarar veren yapı malzemelerinin yerine ne tür doğal malzemeler kullanabileceğimiz konusunda bilgi sahibi olmamız gerekiyor.
Buna bulunduğumuz coğrafyada kolaylıkla bulunabilen saman balyasını tanımakla başlayalım…
Tarihi
Aslında samanın yapı malzemesi olarak kullanılması çok eskilere dayanıyor. Erihada bulunan M.Ö. 8300′e tarihlenen yerleşimin tuğla kalıntılarında saman örneklerine rastlanmış. Fakat kimi antropologlar samanın 40 000 yıldan beri yapı malzemesi olarak kullanıldığını iddia ediyorlar.
Saman balyasının yapı malzemesi olarak kullanımı ise, paketleme makinesinin bulunmasıyla 1890 yıllarında Nebraska‘da beyaz göçmenlerin malzeme siparişleri gelene kadar geçici olarak inşa ettikleri yığma saman balyası evlere dayanır. Yığma sisteme Nebraska stili denmesinin sebebi de budur. Bugün hala Nebraska’da saman balyasıyla konutlar, kiliseler, çiftlik evleri, okullar, ofisler inşa edilmektedir.
Dünyada saman balyası
Günümüzde, dünyanın dört bir yanında kırsal çevrelerde saman balyasına olan ilgi, hem ekonomik hem de ekolojik sebeblerden ötürü hızla artıyor. Firmalar arasında, ısı ve ses yalıtımını çok iyi sağladığı ve ucuz bir malzeme olduğu için kullanımı hızla yaygınlaşıyor ve müşterinin ihtiyaçlarını karşılayabilecek bir konforu da sağlayabiliyorlar. Ayrıca dünyanın bir çok yerinde ekolojik yaşamı benimsemiş bir çok köy ya da topluluk, barınma ihtiyaçlarını bu malzeme ile kolaylıkla giderebiliyor. Duvarlar kolaylıkla onarılabiliyor. Hiç bir alet gerektirmeden, ustası olmayan biri tarafından bile kolaylıklıka inşa edilebilmesinin yanında esnekliğinden ötürü yaratıcılığa da teşvik ediyor.
Oldukça eğlenceli bir uğraş olan saman balyasından ev yapımı hakkında yurt dışında her yaştan insanın katıldığı onlarca atölye açılıyor. Saman balyasından evlerle ilgili çeşitli topluluklar kurulup, tanıtımı ve yaygınlaşması için çaba gösteriliyor. Şu adreste saman balyasından evlerin ülkelere göre ayrılmış listesini görebilirsiniz.
Konuyla ilgili bir çok kitap mevcut. NaturalHomes ve GreenHomeBuilding sitelerinin derlemiş oldukları konuyla ilgili kitapları inceleyebilirsiniz. Ne yazık ki bu konuyla ilgili dilimize çevrilmiş bir kitap bulunmuyor.
Türkiyede ise saman balyasının yapı malzemesi olarak kullanımına dair girişim yok denecek kadar az. Türkiye gibi bir coğrafya için oldukça şaşırtıcı bir durum. Betonlaşma, kırsal alanın hem ekonomik hem de ekolojik açıdan giderek yoksullaşmasına neden olurken, Anadolunun bir çok bölgesinde fazlasıyla ulaşılabilir olan bu malzemeye karşı ilgisizliğimiz bir şekilde sürüyor.
Yine de, kırsal çevre için umut verici olan bu malzeme ile ilgili çalışmalar ve uygulanmış örnekler ülkemizde nihayet son 10 yılda görülmeye başlandı. 90′lı yılların sonuna doğru Türkiyenin bilinen ilk deneysel ekolojik yerleşimi olan, fakat bir süre sonra dağılan “Hocamköy” projesinde saman balyasından evler yapılmıştı. Bu deneyim ile ilgili şurada detaylı bir makale var. 2006 yılında ise Buğday Derneği, Beykoz Cumhuriyet Köyünde, “saman balyasından ev” atölye çalışması ve seminerleri düzenledi. Gönüllü 20 kişinin katılımıyla bir ev inşa ettiler. Rastladığım son örnek de İmece evi‘nin “saman evi”. Evin fotoğraflarını ve ekolojikev ile yapmış oldukları söyleşiye şuradan ulaşabilirsiniz.
Türkiyede saman balyasına ilişkin deneyimler ne yazık ki bunlarla sınırlı. Ama yine de yeşil düşüncenin henüz yaygınlaşmaya başladığı şu dönemlerde bu malzemenin gerektiği ilgiye kavuşacağına şüphem yok.
Artıları eksileri
Peki yapılarda saman balyası kullanımının artıları eksileri nelerdir? bunlardan söz etmek istiyorum.
+ Harika bir yalıtım malzemesidir.
Saman, diğer yalıtım malzemelerine oranla 3 kat daha iyi yalıtım sağlayabiliyor. Isıtma ve soğutma maliyetinde %75′ oranında tasarruf edilebiliyor . Ayrıca ses yalıtımını da çok iyi sağlayan bir malzeme. Şuradan yalıtımla ilgili detaylı verilere ulaşabilirsiniz.
+ Çevreye zarar vermez.
Çimento, tuğla gibi malzemelerin üretimi ve nakliyatı yüksek enerjiye ihtiyaç duyar. Fakat saman, güneş enerjisi ile oluşan, her yıl elde edilebilen sürdürülebilir bir malzemedir. Tahıl üretimi yapılan her yerden kolaylıkla temin edilebilir, balyalanması için düşük enerjiye ihtiyaç duyar. Çevreye karşı hiç bir zararı yoktur, yapılar yıkıldığında toprağa karışır. Hatta kompost olarak kullanılabilir. Üstelik saman balyasının yapı malzemesi olarak değerlendirilmesi, gereksiz görülen samanların yakılmasıyla oluşan gaz salınımını hafifletir.
+ Sağlıklı bir malzemedir.
Doğal bir malzeme olduğundan zehirli maddeler içermez. Ayrıca saman balyası evler nefes alabilen yapılardır. İçerideki hava kalitesi bu yüzden daha yüksek olur.
+ Ekonomiktir.
Saman balyası ile yapılan evlerin maliyeti çok düşüktür. Isı izolasyonu sağladığı için, uzun vadede ısınma maliyetini de düşürür. İmece evi balyaların 1YTL’ye bile bulunabileceğinden söz ediyor.
+ Hem kolay hem de eğlencelidir.
Saman balyası ile yapı inşa etmek için usta olmanıza gerek yoktur. Esnekliği ve kolaylığı, çevremizi kendi ihtiyaçlarımıza göre tasarlama imkanı verir. Yapı süreci, el becerimize ve yaratıcılığımıza hitap eden ayrıntılar içerir.
Eksiler ise şunlar:
– İyi sıvanmadığında sudan etkilenme riski var.
Saman balyası sudan etkilenebilen bir malzemedir. Yapıda kullanılacak malzemenin sudan korunması gerekir. Fakat yapının çatı sistemi ve sıvası iyi ise sudan asla etkilenmez. Su konusu ile ilgili şurada detaylı bir makale var.
Sorular
Bunlar dışında strawbale.com konuyla ilgili sıkça sorulan soruları listelemiş. Benim gözüme çarpan başlıklar yangın riski ve böcek sorunu.
Bir telefon defterini yakamayacağımız gibi sıkıştırılmış samanın da alev alması zor olduğu ve yangına karşı direnci olduğu söyleniyor. Böcek konusu ise aslında sıvama ile alakalı. Doğru yapıldığı takdirde böceklerin evinizi yeme riski yok. Sıvada kerpiç kullanılacaksa karışıma böcek kovucu etkisi olan bitkiler karıştırılarak evler böceklerden korunabiliyor.
Yapı teknikleri
Saman balyası ile çok farklı yapılar inşa edilebilir fakat, Saman balyasının taşıyıcı ya da duvar görevi görmesi bakımından iki farklı kategoride incelenebilir.
Yığma sistemi
Temel oluşturulduktan sonra balyaların üst üste konmasıyla duvarlar oluşturulur. Bunlar daha sonra gergi telleriyle ya da diğer yöntemlerle sıkıştırılıp çatının yükü gelmeden önce sağlamlaştırılır. Bu sistem daha ekonomiktir. Ancak pencere açıklıkları çok geniş olmamalıdır ve ikiden fazla kat tavsiye edilmez.
Karkas sistemi
Karkas sistemde ise saman balyaları taşıyıcı olarak değil sadece duvar malzemesi olarak kullanılır. Önce taşıyıcılar, yani ahşap, taş, tuğla gibi malzemelerle karkas yapılır; daha sonra saman balyasıyla duvarlar doldurulur. Burada dikkat edilecek hususlar detaylardır. Pencerelerde, kapılarda ve birleşim yerlerinde delik olmaması gerekir. Malzeme ve işçiliğin artmasından dolayı daha pahalıdır ancak yüksek binalar yapılabilir ve geniş açıklıklar geçilebilir.
Uygulanmış güzel bir örnek
Yukarıdaki ev ile daha fazla detaya simondale.net adresinden ulaşabilirsiniz. Ayrıca NaturalHomes adlı sitenin hazırladığı harita ile dünyada uygulanmış diğer örneklere göz atabilirsiniz.
İnceleyeceğim bir sonraki yapı malzemesi, saman balyasıyla birlikte harika bir uyuma sahip olan kerpiç olacak…
Göğü Delen Adam – Erich Scheurmann
Papalagi denince beyazlar ya da yabancılar anlaşılır. Ama sözcüğü sözcüğüne çevrilirse göğü delen anlamına gelir.
Samoa‘ya ilk misyoner bir yelkenliyle gelmişti. Yerliler bu beyaz yelkenliyi ufukta bir delik olarak gördüler, beyaz adamın içinden çıkıp kendilerine geldiği bir delik. O, göğü delip geçmişti.
Yüzyılımızın başlarında yayımlanan Göğü Delen Adam bugün artık bir yeşil klasiği olarak okunurken, başlığının kaynaklandığı şiirsel metafor, bir de düz anlam içermeye başlıyor; çünkü Papalagi sonunda göğü gerçekten delmeyi başardı, ‘ozon deliğinin’ içinden ne tür bir yelkenlinin çıkageleceğiniyse zaman gösterecek. (arka kapak)
Kültürümüzün aşağılayıcı gözlerle baktığı, gelişmemiş, sayı saymayı, okumayı bilmeyen, vahşi yaratıklar olarak düşündüğü bu insanların gözünden uygarlığımız eleştiriliyor. Ayrıca, iki farklı bakış açısından, algılayış biçiminden hangisinin bizi yokoluşa sürüklediğini ayırt edebilmemizi sağlıyor. Bakış açınızı genişletmeniz açısından okunması-okutulması gereken kitaplardan….
*Göğü delen adam’ın giriş kısmını bu sayfadan okuyabilirsiniz.
Kitabı tamamlayan, aynı yazar tarafından yazılmış bir kitap daha var: Göğü delen adam samoayı anlatıyor. Göğü Delen Adam’da Avustralyalı yerli şef Tuiavii’nin gözünden sanayi uygarlığı eleştiriliyordu. Sanayi uygarlığının doğayı katlettiği, insanları geleceksiz bıraktığı anlatılıyor; bu uygarlığın ürünü olan insanların gündelik hayatlarındaki açmazlara dikkat çekiliyordu. Bu kitapta ise şef Tuiavii’nin ülkesi Samoa ve Samoalının hayatı anlatılıyor. Samoalı, ahlaki ve toplumsal özelliklerin doğal olarak saptandığı anlamlı bir yaşamın içine doğar. Var oluşundan sevinç duymak için gereken özgürlüğe ve rahatlığa sahiptir. Samoalı mala, mülke çok az önem verir. Her şey herkesindir anlayışıyla hareket eder. İhtirastan yoksundur. Vermeyi ve almayı sever. Paylaşma sevincini gerçekten yaşar. Şenlik ve dans her zaman çalışmaktan önce gelir ve kimse gerekenden daha çok çalışmaya istekli değildir. Avrupalının ona yeni ihtiyaçlar edindirme çabası pek başarılı olmamıştır, ama utanmayı Avrupalıdan öğrenmiştir…Samoalı yaşar gibi yapmaz, yaşar… (arka kapak)
Öz-Yönetimli Hareketlerden Öz-Yönetimli Şehire Doğru – Tom Wetzel
Radikal işyeri aktivistleri 20. yüzyılın başlarında; vasıfsız işçilerin öz-yönetimine dayanan sendikaları ya da işyeri örgütlenmelerini oluştururken ve üretimin kontrolü adına patronlara meydan okurken, “eskinin kabuğunda yeni toplumu inşa ettiklerini” söylediler. İşyeri örgütlenmesi ya da sendika mücadelesinin vasıfsız işçilerin öz-yönetimine dayanmasını, işçilerin piyasa ekonomisine dayanmayan, kapitalizm sonrası bir toplumda üretim yapabileceklerine dair bir alamet olduğunu tasavvur ettiler.
Buradaki varsayım şudur: Hayatınız ve sizi etkileyen kararlar üzerinde söz sahibi olabilme, yani öz-yönetim, kapitalizm sonrası dünya görüşümüzün temelini oluşturmalıdır.
Ancak öz-yönetim, yalnızca kendi işimiz üzerinde, yani üretim alanında değil aynı zamanda tüketim alanında da söz sahibi olmak demektir. Nasıl bir yerleşim merkezinde yaşamak istiyoruz? Yaşadığımız çevrede hangi hizmetlerin olmasını istiyoruz? Şehrin yerleşim planının nasıl olmasını istiyoruz? Nelerin üretilmesini istiyoruz? Bizim ekonomi vizyonumuz, insanların, onları etkileyen tüketim kararları üzerinde söz sahibi olabilmelerini sağlayacak bir araca ihtiyaç duymaktadır.
Bu fikir, işçi konseylerini ve mahalle tüketim konseylerini öz-yönetimin yapı taşları olarak gören Katılımcı Ekonomi görüşüne de aksetmiştir. Katılımcı Ekonomi, şehirlerin ulaşım ve diğer altyapı hizmetlerinin yatırımlarının planlanmasının yanı sıra; konaklama, çocuk bakımı, sağlık hizmetleri gibi sosyal ihtiyaçların karşılanmasında da yatay bir bölgesel öz-yönetim fikrini savunuyor.
Katılımcı planlama, insanların kendi yerel konseylerinden başlayarak, üretilmesini istedikleri şeyler için öneri üretmeleri anlamına gelir. Bireyler olarak, kişisel ve aynı zamanda toplu tüketim kalemlerine yönelik olarak, ne tüketmek istediğimizi ve hangi işte çalışmak istediğimizi belirleriz. Bu öneriler, daha geniş bölgeleri etkilediği durumlarda, daha geniş coğrafyaları kapsayan örgütlenmelere yayılır. İşçiler ve tüketiciler arasında yaşanan müzakere sürecinin sonunda bu öneriler, toplumsal üretime yönelik bir gündem oluşturmak üzere elden geçirilirler.
Arazi kullanım kararları da bu müzakere sürecinin bir parçasını oluşturur; ev ve işyerleri arasındaki ilişkiler gibi konular, üretim grupları ile mahalle konseyleri arasında müzakere edilir. Sözgelimi, insanlar işyerleri ile evlerin birbirine yakın mesafede olduğu kapitalizm öncesi zanaat şehrine geri dönmeyi mi tercih ediyorlar? Eğer durum böyle ise, o zaman bu kararlarının yerleşik çevre yatırımları hakkındaki kararlarına da yansımasını bekleriz.
Katılımcı ekonomi, kapitalist şehri oluşturan bazı temel güçleri saf dışı etmeyi de kapsar. İşyeri kararları sadece, CEO*’ya göre en iyi nedir sorusunun cevabı değildir. Kapitalist şehirde nüfusun sınıf ve ırk farklılıklarına göre sınıflandırılması, gelir ve güç düzeyindeki eşitsizlikler üzerine kuruludur; ödülllendirmenin gayret veya fedakarlık temeline dayandığı bir ekonomik düzende bu eşitsizlikler var olmayacaktır ve şirketvari hiyerarşi anlayışı bir kural olmaktan çıkacaktır.
Katılımcı ekonominin bakış açısına göre öz-yönetimin temel ilkesi, her insanın kendisini etkileyen kararlar üzerinde, bu kararlardan etkilendiği ölçüde söz sahibi olmasıdır. Bu, hava kirliliği gibi, insanlara söz hakkı tanımadan diktatörce dayatılan olumsuz dış etkilerin artık bu sistemde var olamayacağı anlamına gelir. Ulaşımda özel araç kullanımı tercihindeki aşırı artış gibi çevre üzerinde ciddi olumsuz etkiler doğuran kirletici kullanımlar, öz-yönetime dayalı katılımcı ekonomide ciddi bir şekilde ele alınmak zorundadır.
Katılımcı ekonomiyi; üretim alanında öz-yönetime dayalı işçi sendikacılığının yeniden dirilmesinden, öz-yönetime dayalı kiracı örgütlenmelerine ve her tür kitle örgütlenmesine kadar, öz-yönetime dayalı kitlesel toplumsal hareketler açısından gerçek bir alternatif olarak görebiliriz.
Konaklama; boş binalara yerleşerek kendilerine barınak sağlamaya çalışan insanlardan, kiracı sendikaları kurup grev yapan kiracılara kadar herkes için önemli bir tüketim alanı olmasının yanında, bir çok ihtilafın da kaynağıdır. Kapitalizmde arazi ve evin meta olarak algılanması ve yerleşik çevre yatırımlarının döngüsü, işçi sınıfının yaşadığı çevrede çürüme ve bozulma periyotlarına sebep olmaktadır; profesyoneller ile iş adamları yüksek gelirlerini işçi sınıfına arazi ya da evin değerinden daha fazlasını teklif etmek için kullandığında ise yeni yatırımlar yapılmakta ve konut değişiklikleri yaşanmaktadır.
Peter Marcuse şöyle yazmıştır: “Üst sınıfın satın alması ile önceden değersiz olan yerlerin değer kazanması** sürecinin tersi çürüme ve terk ediş değil konutlaşmanın demokratikleştirilmesidir.” Genellikle yükselen kiralara ve taşınmalara ya da bozulma ve çürümelere cevaben oluşan kamu arazisi vakıfları, konutlaşmanın demokratikleştirilmesi için ABD’de son yirmi yıl içinde ortaya çıkan ilginç bir taktiktir.
Kamu arazisi vakıfları, bir coğrafi alandaki üyeleri kaydeden ve sakinleri tarafından kontrol edilen emlakların kar gütmeyen geliştiricisi olarak davranan arazi kooperatifleridir. Demokratik bir üyelik örgütlenmesi olarak kamu arazisi vakıfları, bir mahalledeki insanlara, oradaki arazi ile ne yapıldığını ve mahallede hangi hizmetlerin sağlandığını kontrol etmeleri ve de çalışan bir insanın karşılayabileceği fiyatlarda yeterli konut sağlamaları için yetki verebilir.
Temel prensip şudur; kamu arazisi vakıfları bir topluluktaki araziyi, topluluk içinde ve spekülatif piyasadan uzak tutar. Konutlar orada yaşayacak kişilere genellikle sınırlı eşitlik prensibiyle satılır. Konutlaşmanın uzun dönemdeki mali değeri bir arazi kontratı ile sağlanır. Taşınan mahalle sakinleri apartmanlarını ya da dairelerini, fiyatların düşük kalmasını sağlamak için sınırlandırılmış fiyata, kamu arazisi vakfına satmak zorundadır. Sonuç olarak kamu arazisi vakfı yaklaşımı, hem arazi hem de binaların metalaştırılmasının önüne geçmekte başarılı olmuştur.
Öz-yönetim iki boyutta gerçekleşir: Sakinleri içinde yaşadıkları yapılar üzerinde kontrol hakkına sahiptir, ama topluluk da emlak fiyatlarını ve arazi kullanımını kontrol etme yetkisine sahiptir.
ABD’de işçi sendikaları ve diğer gruplar çeşitli zamanlarda işçi sınıfına makul fiyatlarda konut sağlamak üzere sınırlı eşitliğe dayalı emlak kooperatifleri kurdular. Kamu arazisi vakfı modeli 60’larda ABD’de sınırlı eşitliğe dayalı emlak kooperatiflerini yok etme eğiliminde olan sorunların üstesinden gelmek üzere geliştirilmişti.
Sorun şu ki, herhangi bir emlak kooperatifi hissedarının satış sırasında olası en yüksek fiyatı almak konusunda kişisel bir menfaati vardır. Bu nedenle kooperatif hissedarları er ya da geç eşitlik üzerindeki sınırları yok etmenin yollarını bulurlar. Konut bundan böyle, herhangi bir gayrimenkul haline gelir.
Bunun gerçekleşmesinin nedeni, düşük emlak fiyatlarının korunması konusunda riske giren geniş işçi sınıfı topluluğunun, satıcı ve alıcı arasındaki piyasa işlemine taraf olmamasıdır. Aslında bu, bir olumsuz dışsallık örneğidir.
Kamu arazisi vakıflarının bu soruna yönelik çözümü, dışarıdan etkilenebilecek insanları, bu karar sürecinde söyleyebilecekleri bir şeyleri olması için örgütlemektir. Kamu arazisi vakıflarının üyelik için farklı sınıflandırmaları vardır; sınırlı eşitlik hakkıyla konut sahibi olanlar ve topluluk içinde mal sahibi olmayan diğerleri. Her kesim, konseye ya da yönetim kuruluna aynı sayıda temsilci seçer ve genel kurullarda önemli konular üzerine parçalı oylar alınabilir. Bu yolla, eşitlik sınırlarının aşılmasından kötü şekillerde etkilenebilecek insanların temsiliyetinin garanti altına alınmasının ve konutlaşmanın sınırsız metalara dönüşmesinin engellenmesi sağlanır.
ABD’de sınırlı eşitliğe dayalı kooperatiflerin karşılaştığı ikinci bir sorun var. Toplumsal piramidin tepesindeki ekonomik yönetim uzmanlığının yoğunluğu ve ABD toplumundaki devasa eşitsizlikler düşünüldüğünde, herkesin binaları etkili bir şekilde idare etme konusuyla ilgili bilgiye ulaşma imkanı yoktur. Eğer düşük gelirli insanlar bağımsız bir kooperatifte dağınık olarak dururlarsa, vicdanının sesini dinlemeyen bina müteahhitleri ya da mal yönetim şirketleri tarafından istismar edilebilirler. Eğitilmemiş amatörlerin yönetimi, profesyonellerin kat mülkiyeti dernekleri için bile sorun yaratabilir.
İster tüzel kişilerce, ister kâr gütmeyen toplum geliştirme şirketlerince işletilsin, geleneksel toplumsal konutlaşma bu sorunun üstesinden uzmanlık ve karar verme aşamasını şirketvari bir hiyerarşi içinde yoğunlaştırarak gelmeye çalışır. Sorun şu ki, kiracıya yönelik tavır bir babanın oğluna tavrını andırır ve konut sakinlerinin, yaşadıkları yerler ve etraflarını kuşatan yerleşik çevre üzerinde hiçbir kontrol hakları yoktur.
Bunların tam tersine kamu arazisi vakıfları bu soruna, sakinlerin eğitilmesini ve kendi yapılarının verimli bir şekilde yönetilmesi için gerekli becerinin gelişmesini sağlayarak çözüm getirir. Kamu arazisi vakfı, sorunlarla karşılaşılması durumunda danışmanlık ve destek sağlamak için hazırdır. Piyasanın “Sen tek başınasın!” yaklaşımı bilginin ve riskin paylaşıldığı, daha işbirlikçi bir yaklaşımla değiştirilir.
Böylece kamu arazisi vakıfları bizi çevreleyen kapitalist ekonominin yıkıcı etkilerine karşı emlak kooperatiflerini koruyan bir tampon görevi görür.
Kamu arazisi vakfı modelinin genişletilebileceği sayısız yollar tasavvur edebiliriz. Binaların içinde yaşayacak olan insanlar o yapıların tasarlanması aşamasına aktif olarak dahil olabilmelidirler ki yeni binalar onların kişisel ihtiyaç ve zevklerini karşılayacak şekilde tasarlanmış olsun.
Kamu arazisi vakıfları, malları spekülatörlerden ve mülklerinin idaresini üstlenmeyen mülk sahiplerinden uzaklaştırmak için kamusal istimlak hakkını korumaya çalışmalıdır. Örneğin, Dudley Sokağı Komşuları adındaki Bostonlu bir kamu arazisi vakfı, politik mücadele aracılığıyla, sınırlı bir kamusal istimlak hakkı elde etmiştir.
Yasalara aykırı yapılaşmanın ve gecekondulaşmanın yoğun olduğu şehirlerde kamu arazisi vakıfları, arazi ve yapıların gerçek birer gayrimenkul veya meta haline gelmesini engellemek suretiyle, konut sakinlerinin kendi konutları üzerinde kontrol hakkına sahip olmalarının meşrulaştırılması ve düzenlenmesinde kullanılabilirler.
Kiracı sendikalarında örgütlenen kiracılar, mülk sahiplerine ortak olmak ve kontrolü ele geçirmek için, binayı kolektivize eden kamu arazisi vakıfları ile beraber çalışabilirler.
Toplu konut projelerinin özelleştirme tehdidi altında olduğu durumlarda kiracılar araziyi spekülatif piyasadan uzak tutmak ve binaları üzerinde kontrol sahibi olmak için kamu arazisi vakfı yaklaşımını kullanabilmelidirler.
Bu son örnekler kamu arazisi vakıflarının yerleşik çevre adına süregelen sınıf mücadelesi için bir manevra olarak kullanılabilmesinin yollarını tasvir eder.
ABD’deki bazı kamu arazisi vakıfları, sağlık klinikleri ve çocuk bakım merkezleri için alanlar sağladı. Bu tarz alanlar kolektif işler için de yaratılabilir.
Öz-yönetim ilkesi topluluklar için geliştirilen hizmetlere uygulanabilir, böylece anlık kazançlar öz-yönetime dayalı bir topluluğun uzun vadeli vizyonu ile de tutarlılık gösterir. Şehre yayılmış bir kamu arazisi vakıfları ağı, şehre yayılmış işçi birliği bakkaliyeleri ya da işçi kooperatifi çocuk bakım merkezleri ağı için boş alanlar sağlayabilir.
Kamu arazisi vakfı örneği, bir mahallede ne tür hizmetler ya da ne tür ekonomik gelişim ya da ne tür konutlaşma istediğimize karar verecek katılımcı, demokratik bir camia olan Katılımcı Ekonomide Mahalle Konseyi için öngörülen türde bir rolü embriyonik bir yolla oynamaya başlayabilecek örgütlenmeler geliştirebileceğimizi anımsatır.
Şu an ABD’de herhangi bir türdeki toplumsal konutlaşma için ayrılan fon yok denecek kadar az. Bunun değişmesi için gereken umut toplumsal değişimin yörüngesine dayanıyor ve aynı zamanda ABD’deki güçlerin dengesine bağlı.
Mücadelenin işyeri örgütlenmeleri, yani sendikalar, ekonomi içindeki boyutları ve pozisyonları nedeniyle değişim için ciddi bir potansiyel güç olmaya devam edecek.
Ben bir halk ittifakını gözümde, sadece konutlaşma olarak değil sağlık, ulaşım, çocuk bakımı, okullar ve diğer konularda şehirlilerin günlük
yaşamlarını etkileyen dertlerin çeşitliliği etrafında bir araya gelen sendikaların, kiracı gruplarının ve diğer kitle örgütlerinin ittifakı olarak canlandırırım.
Eğer örgütlenmeler basitçe, profesyonel bir kadro ya da sayıları aza indirilmiş kendini adamış eylemcilerden oluşan bir çekirdek tarafından işletilmeyecekse sıradan bir işçinin harekete dahil edilmesini kolaylaştıracak yollar bulmaya çalışmalıyız. İnsanlar amaçlarının karşılanması için iki işte çalışıyor ya da haftada 60 saat çalışmak zorunda kalıyorlarsa örgütlenmelere dahil olmak için gereken zamanı bulmaları zor olacaktır. Bu durum, insanlar için daha fazla boş zaman elde etme çabasının, örneğin iş günlerini ücrette kısıntıya gidilmeden azaltma talebinin önemini gözler önüne seriyor. Eğer aileler toplumsal örgütlenmelere dahil olmak için zaman bulmak durumunda ise, kaliteli, karşılanabilir çocuk bakımı da çok önemlidir.
Değişim için örgütlediğimiz yol, yolun sonundaki kazancımızın şekillenmesinde belirleyicidir. Eğer iç işleyişinde basitçe şirketvari bir hiyerarşiyi uygulayan örgütler geliştirirsek; bu, katılımcı öz-yönetim amacı ile nasıl tutarlı olabilir? O tür bir örgütlenme yanlış mesaj yollar, yanlış düşünce alışkanlıkları geliştirir.
Eğer amacımız öz-yönetimi temel alan bir toplumsa, şimdiden öz-yönetimli örgütler ve hareketler, sıradan işçilerce öz-yönetimle işletilen sendikalar gibi katılım ve demokratik kontrol temelli örgütler geliştirmek üzere çalışmalıyız. Bu örgütlerin doğrudan kontrolünün deneyimi aracılığıyla insanlar becerilerini ve özgüvenlerini geliştirebilir ve karşı oldukları sistem hakkında daha çok bilgi edinebilirler.
Biz öz-yönetimli şehri değişim mücadelesi yolunda inşa ettik.
* CEO (Chief Executive Officer): Bir şirket ya da organizasyonun en yetkili müdürü, Genel Müdür. (ç.n.)
** gentrification (ç.n.)
Türkçesi: Asuman Algın
Cansu Şipar
http://www.anarkotopya.com/yazi/oz-yonetimli-hareketlerden-oz-yonetimli-sehire-dogru—tom-wetzel
Kır ve Kent Hareketleri İçin Ekonomik Bir Model Tartışması (Kentsiz Hareketi)
İçinden geçtiğimiz çağda sermayenin acımasız saldırganlığına karşı dünyanın pek çok yerinde çoban ateşleri yanıyor. Ancak sermaye sistemi herhangi bir tavize, uzlaşmaya yanaşmak istemiyor. Peru’da yağmur ormanlarında maden işletmesine olanak sağlayan yasa Peru Meclisi gündemine gelebiliyor. Sokaklarda yüzlerce insan yaralanıyor, öldürülüyor. Ama Peru Hükümeti yasayı gündeminden düşürmek istemiyor. Meksika’da 2005 yılında genetiği değiştirilmiş organizmaların üretiminin önünü açan yasa çıkarılıyor. Aynı yönde bir girişim Amerika’nın Irak’ı işgali ardından 81 numaralı kararname ile Irak’ta yürürlüğe sokuluyor. Irak çiftçisinin tohumluk ayırma hakkı yasaklanıyor. Şimdi bu yasa Türkiye’de de yürürlüğe girmek için gün sayıyor.
Kırlardan her gün binlerce insan kovulmaya devam ediyor. Kentlerin toplumsal ve ekonomik yeniden yapılanması süreci ile birlikte kırlardan kentlere gelen büyük kitleler kent merkezlerinden de kovuluyor. Kentlerde iş olanakları azalır, gelir seviyesi düşerken, sermayenin kar elde edebilmesi için gecekondu mahalleleri yıkılıyor. Yaşayanlar ağır borçların altına girmek zorunda bırakılıyor. Sağlık, eğitim, kültür gibi ihtiyaçların karşılanması için kullanılması gereken kentsel alanlar rant için, yani satmak ve kar elde etmek için alışveriş merkezleri ya da lüks konutlara dönüştürülüyor. Kentlerde kentsel dönüşüm, yenileme gibi isimlerle yapılan uygulamalar, sadece şehir merkezleriyle sınırlı kalmıyor; kırsal alanlara da uzanıyor. Kriz derinleştikçe, önce köyünden kovulanlar, daha sonrasında kent merkezinden de dışlanarak kentten tamamen ayrılmak ve köylerine dönmek zorunda kalıyorlar. Bıraktıklarından daha yoksul ve zor koşullara…
Bu süreç, kır ve kentte sınıfsal çelişkileri ve ekolojik krizi derinleştiriyor. Büyümeye ve tüketime endeksli kapitalist kentlerdeki yaşam biçimi iklim değişikliğini tetikliyor. Toplumu denetim altında tutmak için askeri harcamalar giderek artıyor. Bu harcamalar daha fazla su, toprak, havanın yok oluşuna neden oluyor. Yoksulluk, açlık ve su sorunları, geri döndürülmesi güç sosyo ekonomik sorunlar yaratıyor. Toplumun kendi kendini yönetmesinin olanaklarını ortadan kaldırıyor.
Toplumların giderek içine kapanmasına, sistemden kaynaklanan çelişkilerin, yerelin dışını göremeyen bir perspektifle perdelenerek etnisite vurgularının giderek ön plana çıkmasına neden oluyor. Bu gelişmelerle beraber sermayenin yarattığı ekolojik kriz, daha açık bir ifadeyle emek ve doğa sömürüsü karşısında ortaya çıkan toplumsal mücadeleler bir dolu siyasal, ekonomik sorunla uğraşmak zorunda kalıyor. Sermayenin bu yıkıcılığını aşacak siyasal bir devrim perspektifi ise hoş bir hayal olarak köşeye itiliyor. Oysaki önümüzde fazla bir alternatif yok, sermayenin barbarlığı karşısında doğa ve emeği özgürleştirecek bir toplumsal yaşama ihtiyacımız var. Ancak bu yolun inşası aşamasına yönelik politik birlikteliklerin nasıl olgunlaştırılması gerektiği sorunu da önümüzde durmaktadır.
Toplumsal Yıkıcılığa Karşı Dayanışma
Sermayenin yarattığı toplumsal yıkıcılık, insanların birbirlerine güven duygularını yıpratmakta, ortak hareket etme reflekslerini, birlikte iş yapma becerilerini tarumar etmektedir. Bu yıkıcılığın en önemli etkilerini de kentsel dönüşüm alanlarında yürüttüğümüz çalışmalarda gözlemlemek mümkün.
Bu alanlarda mücadelenin muhatapları tarafından sorunun, yönetimlerle pazarlık sorununa ya da hukuksal sorunlara indirgenmesi mücadelenin belli noktalarda sonuçsuz kalmasına ve kentsel dönüşüme karşı mücadele kazanılsa da kaybedilse de örgütlülüklerin ileri düzeye taşınamamasına neden olmaktadır. Sonuç olarak ekonomik kriz koşullarında yoksulluğun da artmasıyla birlikte dayanışma bağları giderek çözülmekte, bireysel kurtuluş umutları yeniden ve daha ağır bir etkiyle mahallelere geri dönmektedir.
Bu çözülme sadece kentsel mücadele alanlarında değil kırda da benzer gelişmelere yol açmaktadır. Baraj, madencilik gibi kamulaştırma gerektiren büyük yatırımlar ile turizm bölgesi haline getirilen ormanlık alanlarda, termik, hidroelektrik, nükleer santral yapımı karşısında mücadele etmeye çalışan yapıları en fazla uğraştıran konu, bu yatırımların bölge halkına iş olanağı getireceği, ekonomik açıdan bölge halkının kalkınacağına yönelik şirketlerin ve hükümetlerin propagandasıdır. Bu propagandaların aynı zamanda hükümetin şiddet tekelini kullanması ile de birleşmesi sonucunda, kent ve kırı savunmaya yönelik politik duruşlar ideolojik bir motivasyon ötesinde hareket sahası bulmakta güçlük çekmektedirler. Bu nedenle mücadele sadece bu şirketlere ve hükümete karşı yürütülmemektedir. Aynı zamanda mücadele cephesinin arkasında duran kişi ve örgütlerin kolektif hareket etme kabiliyetlerini ivedilikle arttırmaya yönelik bir çabayı da zorunlu kılmaktadır.
Bu doğrultuda kır ve kent hareketlerinin tek bir soruna odaklı mücadele edemeyecekleri açıkça ortadadır. Gerek kentsel gerek kırsal alanlarda yaşanan sorunların ortaklaştırılması, doğrudan ilişki ağları kurmakla mümkün olabilir. Bugüne kadar yürütülen çalışmalar daha çok, belli bir sorun alanı çevresinde faaliyet gösteren örgütsel yapıların birbiriyle dayanışmasına odaklanmıştır. Bu dayanışma ağlarının, gerek sorun alanlarının birbirleriyle üst ölçek siyaset çerçevesinde ilintilendirilmesi, gerekse mekansal anlamda bağlarının kurulması gerekmektedir.
Aynı zamanda tüm mücadele alanlarında ortaya çıkan tek tek örgütsel yapıların güçlenmesine katkıda bulunmak, bireysel ölçekte yaşanan sorunların aslında mevcut toplumsal yaşamdan kaynaklanan sorunlar olduğunun, birlikte mücadele edilmesi halinde yeni toplumsal ilkelerle üstesinden gelinebileceğinin yeniden hatırlatılması, ama daha çok bir model çerçevesinde bunun kanıtlanması ile mümkün görünmektedir.
Bu doğrultuda kır ve kent hareketleri politik mücadelelerini sermaye karşıtı bir tutumla dernek, platform, birlik gibi örgütlenmelerle yaratmaya devam ederken, bu hareketleri ekonomik olarak da güçlendirecek yapılanmalara, bu hareketlerin sosyal dayanışmalarını güçlendirecek, kendi kendilerini yönetmelerine yönelik bütçelerinin oluşmasını sağlayacak ekonomik birlikteliklere de ihtiyaç vardır. Bu ekonomik birliktelikler, kar elde etmeye yönelik değil, kendi üretimlerinin bir kısmını sosyal, kültürel, ekonomik gelişmelerine ayıracak bir biçimde kurgulanabilirse kır ve kentlerdeki mücadelelerin birlikte dayanışma ağları ve ortak hareket zeminlerine kavuşmasına yol açabilir.
Bugün içinden geçtiğimiz kriz koşullarında insanları en temel yaşam gereçlerine, gıdaya, suya, barınmaya, sağlığa doğrudan ulaştırabilecek birliktelikler geliştirmek için yirmi birinci yüzyılda kooperatifçiliği bir kez daha düşünmek gerekmektedir. Ama bu noktada bir kez daha vurgulamak gerekir ki ekonomik birliktelikler, ancak güçlü siyasal, toplumsal dayanışma ağlarına katkı sunabildiği, bu hareketleri mücadele içinde birbirine yaklaştırıp kırın ve kentin sorunlarını ortaklaştırabildiği ölçüde başarı şansına sahip olacaktır.
Ekonomik-Sosyal Bir Dayanışma İçin Kooperatifler
12 Eylül sonrasında sendikaların ekonomik bir çıkar birlikteliğine dönüştüğü, sosyal ve siyasal aidiyetlerin zayıfladığı, memleketçiliğin ve cemaat ilişkilerinin temel sosyalleşme modelleri olarak ön plana çıktığı bir siyasal düzeyde bulunuyoruz. Bu koşullarda kent yoksulları giderek temel geçim araçlarından uzaklaşırken, kır emekçileri de tarımın yeniden kapitalistleştirilmesi sürecinde, pazarın acımasız rekabet koşullarında ürünlerini değerlendirememekte, geçim sıkıntısı çekmekte, kendi ekonomilerini döndürmek için büyük sermayenin rekabet, büyüme, sanayileşme politikalarına kurban gitmektedir. Bütün bu süreç kır ve kentte yoğun bir emek ve doğa sömürüsüyle perçinlendiğinde, yaşama ve dayanışma olanakları giderek daralmaktadır.
Tam bu noktadan hareketle, kentlerde ve kırda bu yıkıcılık karşısında dirençli durmaya çalışan toplumsal hareketlerin birbirlerinin sorunlarından haberdar olması, kırsaldaki üreticinin ürününü aracısız alıcısına ulaştırmasının sağlanması, geleneksel tarımda ısrar ederek geçimini sağlayan bu yapıların, şirketlerin emeği artıklaştırma, doğayı atık haline getirme süreçlerine direnebilmesi için, ekonomik açıdan şirketler karşısında güçlü bir konum elde etmeleri gerekmektedir. Bu en nihayetinde siyasal iktidarın aldığı pozisyon ve verili kapitalist üretim tarzından bağımsız düşünülerek geliştirilecek bir süreç değildir. Kır ve kent emekçilerinin tasfiyesi eninde sonunda bir siyasal iktidar ve kapitalist modelin sonucudur. Ancak bu siyasal yönelimin önünde bir mücadele hattı çekmek açısından da kooperatifler yoluyla kır ve kent emekçisinin birlikteliğini sağlamanın yollarını aramamız gerekmektedir.
Bir dayanışma modeli olarak kooperatifler, kırdaki ve kentteki mücadele eden hareket alanlarında yoğunlaşmalıdır. Kentsel dönüşüm alanlarında yaşanan sorunlarla, madencilik, enerji, su, gıda ekseninde kırda yaşanan sömürüyü bu hareketlerin bir arada düşünmesinin önünün açılması gerekmektedir. Bu doğrultuda özellikle kırsalda yıkım politikalarına maruz kalan kır emekçilerinin tarımsal ürünlerini, kentli yoksullara ulaştıracak iki kanatlı kooperatiflere ihtiyaç vardır. Bu kooperatifler hem kırda hem de kentte etkinleştirilmelidir. Diğer yandan kentlerde kurulacak kooperatifler de hem kent yoksullarının gıda ihtiyacının, güvenli, sağlıklı, ucuz teminine yönelik olmalı hem de kooperatif ortaklarının bu ürünlerin satışından elde ettikleri geliri kendi yaşam alanlarında verecekleri mücadelede harcamalarına yönelik bütçe elde etmelerine yol açabilir. Bu kooperatiflerin elde edecekleri gelirlerin bir takım üretim araçları teminine yönelmesi halinde de yaşam alanlarında ortak kullanıma yönelik faaliyetler için temel ekonomik ihtiyaçlar karşılanabilir. Kooperatiflerin istihdam yaratıcı bir boyutunun olacağı da ihmal edilmemelidir. Bu biçimde bir yandan, kır emekçilerinin ürünleri aracısız değerlendirilirken diğer yandan da kentlerde ekonomik-sosyal dayanışma için olanaklar yaratmak mümkün hale gelebilir.
Bu tarz dayanışma biçimlerinin siyasal mücadele yerine ikame edilmemesi açısından kır ve kent alanlarında mücadele eden sendika, dernek, meslek örgütü, siyasal yapıları hareketlendirecek bir biçimde işlevlendirilmesine ihtiyaç vardır. Bu model tek tek kooperatifler yerine kooperatifler ve siyasal yapıların bir arada bulunduğu bir yapıyı gerektirmektedir.
Bu kapsamda kooperatifleri yeniden deneyimlemek, kooperatifleşmeyi fetişleştirmeden, siyasal bir mücadele bütününün bileşeni olarak görmekle mümkün hale gelebilecektir. Bu doğrultuda kooperatif deneyimlerinin geliştirilmesinde kurulacakları alanların sosyal ve sınıfsal dinamiklerinin doğru okunması ve ilişkilerinin kalıcı bir tarzda inşa edilmesi gerekmektedir.
Kooperatiflerin İnşası İçin Toplumsal Mücadelenin Sürekliliği
Bu çerçevede kooperatifleşmenin, tüm yasal sınırlılıkları bir yana, belki de yaşanabilecek en önemli sorunu, kır ve kent mücadelesinin temel ekseni haline gelmesi tehlikesi olabilir. Bunun önüne geçilebilmesi için bir yandan kır ve kent mücadelelerinin birlikteliğini sosyal ve siyasal düzeyde geliştirmeye yönelik çalışmalara devam etmek diğer yandan da bu sürekliliği sağlayacak güçlü örgütsel ağlar için kafa yormak gerekmektedir. Kır ve kentteki sendika, birlik gibi oluşumları da kır ve kent mücadelesinin bileşeni haline getirmek için çabalamak gerekmektedir.
SONUÇ:
emek ve doğa sömürüsünün keskinleştirildiği bu koşullarda, doğayı ve emeği birlikte geliştirecek üretim tarzlarına ihtiyacımız vardır. Bu ihtiyaç aynı zamanda kendi geçim araçlarımızı üretme, geleceğimiz üzerinde söz sahibi olma, en temelde de kendi kendimizi yönetme olanaklarını yaratma gerekliliği ile birlikte düşünülmelidir.
Kentsel mücadelenin parçalı ve sınıfsal açıdan katmanlaşmış yapısı ile kırsalın yeniden kapitalistleştirilmesi sürecine karşı duracak bir kooperatifleşme, siyasal açıdan çoğulcu ve dayanışmayı esas alan birlikteliklerin de önünü açabilecektir.
KENTSİZ HAREKETİ
Anarko Primitivizm (Çev:Erkan Şimşek)
Anarko-primitivizm uygarlığın kaynakları ve ilerlemesine karşı anarşist bir eleştiridir. Anarko primitivizme göre avcı-toplayıcılıktan tarımsal yaşama geçiş, toplumsal tabakalaşmaya, baskıya ve yabancılaşmaya neden olmuştur. Anarko primitivistler endüstri karşıtlığıyla, işbölümü ya da uzmanlığı kaldırma ve büyük çaptaki teknolojik örgütleri terk etme yoluyla ‘’ uygarlık dışı ‘’ bir yaşam yoluna dönmeyi savunurlar. Primitivizmin (ilkelliğin) anarşist olmayan diğer biçimleri vardır ve bütün anarko-primitivistler, çağdaş uygarlık sorunlarının kaynağını aynı olgu olarak göstermezler.
Bir çok geleneksel anarşist, uygarlığının eleştirisini reddettiği halde diğerleri anarko-primitivistlerin anarşizmle ilgileri olduğunu yalanlar, ancak Wolfi Landstreicher gibi olanları eleştiriyi uygun bulduklar halde kendilerini anarko primitivist olarak kabul etmezler. Anarko primitivistler ekseriye tekrardan yabanıl “rewilding” olarak evcilleşmemiş (feral) olana odaklanan bir uygulama sayesinde ayırt edilirler.
KAVRAMLAR:
Anarko-primitivistler tarıma geçmezden önceki insanların toplumsal, politik ve ekonomik eşitlik oluşturan küçük göçebe (nomadic) oymaklar halinde yaşadıklarını tartışırlar. Kademe (hierarchy) oluşturmaksızın bu oymaklar bazen anarsizm biçimi bir örgenlik olarak görülür. John Moore, anarko-primitivistlerin ‘’ bireyleri,toplumsal ilişkileri ve doğal dünyayla olan karşılıklı ilişkileri yapılandıran iktidarın tüm çoğulcu biçimlerini açığa çıkarmak, meydan okumak ve ondan uzakta kalmak üzere” araştırdıklarından söz eder.
Primitivistler, tarımın doğuşunu takiben insan kitlelerinin gelişiminin, iş bölümü ve kademeleşmeden doğan soyut iktidar ilişkileri ve teknolojik ilerlemelere bundan böyle minnettar kaldığını kabul ederler. Primitivistler bahçıvanlık anarşist toplumda hangi ölçüde yer alırsa alsın bundan hoşlanmazlar, bununla birlikte bazıları perma kültürün bir rolü olabileceğini kabul eder, ancak diğerleri sıkı bir avcı- toplayıcı oluşumdan yanadır.
Primitivizm kültürel antropoloji ve arkeoloji üzerine ağırlık olarak çekilir. Son yarım yüzyıl içinde toplumların bir zamanlar barbar özellikler gösterdiği akademisyenler tarafından daha geniş bir şekilde tekrardan değerlendirilirdi, bazıları şimdi ilk insanın karşılıklı olarak barış ve refah içinde yaşadığını savunmaktadır.
Erken tarım uzmanı Frank Hole ve Mesoamerican uygarlığı uzmanı Kent Flannery ‘’ yeryüzünde hiçbir grubun oyunlara ,karşılıklı ilişkilere ve dinlenmeye ( relaxing) öncelik tanıyan avcı ve toplayıcılardan daha çok boş zamanları olmadığını’’ söylüyordu.
Karl polanyi ve Marshall Sahlins gibi düşünürler ilkel toplulukları ‘’şeyleri’’ mal oluşlarından daha çok faydalı ve güzel oluşları ile hediye ekonomiler olarak karakterize ediyorlardı; şeyler değişim değerlerinden daha çok ihtiyaç temeline dayandırılarak değişime sokuluyordu; toplumsal görev bölüşümü en geniş planda üyelerinin girişimleriyle gerçekleşen işi dikkate almaksızın bir ücret karşılığı fikrini ya da bireysel karı kale almadan, gerçekte “iş” nosyonu olmadan gerçekleşiyordu . Diğer bilgin ve düşünürlerden, örneğin Shepard, antropolog Clavde Lev-i Strauss’tan etkilenerek yazdığı “Evrimsel İlke” de bir türün doğal çevreden hareket ettirildiğinde davranışlarının hastalıklı (pathological) hale geldiğini kabaca dile getirmişti. Shepard, insan türlerinin doğal gelişiminde (ontogeny) yiyecek arama yöntemiyle var oluşu için geçirdiği milyonlarca yıllık evrimin, tarımın neden olduğu yerleşik yaşam tarzı yüzünden karmaşaya döndüğünü uzun bir yazıyla dile getirmiştir.
UYGARLIK:
Anarko – primitivistler uygarlığı, mantıksal, kurumsal olarak ve evcilleşmenin kontrol ve egemen olmanın fiziksel apareyi olarak görürler. Onlar öncelikle başlangıçlar üzerine odaklanırlar. Uygarlık baskının kökeninin altında yatan sorun olarak görülür ve bu nedenle parçalanmalı ya da yok edilmelidir.
Anarko – primitivistler, uygarlığın doğuşunu, yaşam ağıyla derinden bağ kuran bir varoluştan psikolojik olarak ayrı düşen ve yaşamdan geriye kalanların derinden kontrol edildiği 10.000 yıldan fazla süren bir değişiklik olarak tanımlarlar. Onlar uygarlıktan önce gelen şeyleri, boş kalan bolca zamanı, cinsler arası ve toplumsal eşitliği, doğal dünyaya onu yok etmenin dışında yaklaşarak, örgütlü şiddetin yokluğunu, araç ya da bilimsel kurumların olmamasını, güçlü sağlığı ve dinç olmayı tartışırlar. Anarko – primitivistler uygarlığının kitleleri savaşa sürüklediğini kadına boyun eğdirdiğini, nüfusu arttırdığını, özel mülkiyet kavramını getirdiğini, güvenlikte kademeleşmeyi, aynı zamanda hastalıkların yayılımını hızlandırdığını açıkça değerlendirirler. Ayrıca uygarlığın, iç güdüsel özgürlüklerden insanları vazgeçirerek işe başladığını ve ona dayandığını ve bu konuda hiçbir yenileşme yapılamayacağını ileri sürerler.
YAŞAMIN EVCİLLEŞMESİ:
Evcilleştirme, primitivistlere göre, uygarlığın çıkarımlarına ve yaşamın, mantığın sıkı kurallarıyla kontrol edilmesine yarar. Evcilleştirme, özünde evreni kendi içinde kalanları sindirme girişimi olarak tüm dünyayı tek devasa kuralları olan, geleceğin önceden bilinmesine dayalı uygarlık düzeni olarak tanımlayan bir eğilimdir.
Evcilleştirme düzeneğinin : ıslah etme, (taming) çiftleştirme, genetiğini değiştirme , okula gönderme, kafese koyma, korkutma, zoraki elde etme (extort), vaadde bulunma , daraltma, (contract) yönetme, köle yapma, teröre başvurma, öldürme vs. olduğu söylenir. Evcilleştirme yaşamın tehlikelerini belirsizliklerini gidermek isteyen ilk insan gruplarının başlattıkları hastalıklı (patolojik) bir iktidar yönetimi olarak (bkz. Borne out of fear ’’) tam güvenli ve örgütlü bir iktidar-yöntemidir . Primitivistler ( ekseriya-anarko- primitistler) işte bu güce karşı kendilerini donatmışlardır.
Primitivistler onu aynı zamanda (daha özgün bir şekilde) önceleri yaşamış nomadic (göçebe) insan topluluklarının tarım ve hayvancılık yoluyla yerleşmeleri ya da yerleşik hale gelmeleriyle gelişen bir süreç olarak tanımlarlar. Onların iddialarına göre bu çeşit evcilleştirmede evcilleştirilen toprak, bitki ve hayvanlar arası ilişkide buyurgan bir talep vardır, sonuçta insanlıkla totalitler bir ilişki ihtiyacı içindedir. Halbuki onlar yabanıl durumlarda tüm yaşamın kaynaklarıyla bir paylaşma, bir tamamlama içinde olduğunu söylerler, evcilleşme bu dengeyi yok etmektedir. Evcilleşmiş kırlar (pastoral alanlar / tarım alanları, daha sonraki seviyelerde bahçecilik (horticulture) ve bahçıvanlık) önceden var olan açık, paylaşılan kaynakları sona erdirme ihtiyacı içindedir. Halbuki daha önce “bu herkesindi, ”şimdi ise benimdir”. Anarko-primitivistler bu mülkiyet kavramının sonradan yükselen toplumsal tabakalaşma ve iktidarın temelini oluşturduğunu tartışırlar.
Bu kaçınılmaz olarak çevrede toprağın sürülmesi ve istismarına, aynı zamanda insanların neden oldukları tekelleşme ve monopsony’ye (bir çok satıcıya karşın tek alıcı, örn; sağlık hizmetleri (e.ş)) ve insanların yarattığı fazla mesayi değer bazına dayanan toplumsal ilişkilere neden olmuştur oysa biz şimdi yiyecekten toprağa, yaratılıştan düşüncelere değin algılanabilen fiziksel nitelikte kullanabilir her şeyin birilerinin özel mülkiyeti olduğunu biliyoruz.
Bu aynı zamanda böyle bir geçiş yapma girişiminde bulunmamış ya da şu ana değin yıkma, köleleştirme ve grupları sindirme gibi şeylere girişmemiş erken dönem farklı insan gruplarını yok etmeyi köleleştirmeyi ve asimile etmeyi içinde taşımaktadır.
Primitiyistlere göre evcilleştirme ekolojiyi özgür durumdan totaliter konuma değiştirmekle kalmaz bizzat evcilleştirenlerin kendileri kadar evcilleşmiş türleri de köleleştirir. Primitivizme göre evcilleştirmede son dönemin başlarına yaklaşmaktayız, çünkü şu an genetik mühendisliğiyle doğrudan deneyimler yapılıyor ve psikolojik antropolojik ve sosyolojik alanlarda dramatik ve korkutucu bir ilerleme söz konusu. Bu bizi temel ithal eşyalardan ne azı ne de fazlası olan özel eşya ve metalar hale getirinceye değin kendimizi niceleştirme ve eşyalaştırmamıza yol açacaktır.
ATAERKİL YAPININ KÖKENLERİ VE DİNAMİKLERİ
Anarko-primitivistlerin yakaladığı bir şey var ilk başlangıçtan uygarlığa geçişte evcilleşme doğrultusunda yapılan ilk ürün ataerkillik’tir: erkek egemenliğin biçimlenişi ve onu güçlendiren kurumlarda gelişme. Anarko-prmitivistler erkek ve kadın arasında kandırmaca cins ayrılığı yaratıldığını ve ayrımın “öteki” nin üretildiği bir nesneleşme, kontrol, egemenlik, yararcılık ve tüccarlıkla gerçekleştirdiğini söylerler ve bunu da tarım için bitkilerin ve hayvancılık için hayvanların evcilleştirilmesine paralel olarak genel dinamiklerde ve özgün planda yeniden üretimin kontrol edilmesi olarak görürler. Primitivistler tıpkı toplumsal tabakalaşmanın diğer egemenlik biçimlerinde olduğu gibi kadınlara atanan rollerin hiyerarşi yararına, oldukça sıkı(rigid) ve önceden kestirilebilir bir düzenekte kurulduğunu ileri sürerler. Onlara göre kadınlar tarlada yetişen ekinden ya da kırda otlayan koyundan farkı olmayan bir özel mülk gibi görülür. Primitivistler sahipliğin ve mutlak kontrolün arsa olsun, ekinler olsun,, hayvanlar , köleler çocuklar ya da kadınlar olsun uygarlığın kurulu deviniminin bir parçası olduğunu tartışırlar. Bir primitivist için ataerkillik (patriachy), kadınlar üzerine egemenlik kurmak ve doğayı zorla ele geçirerek bizi toptan yok oluşa doğru sürüklemektir. Onlar daha da ileri giderek bunun gücü sınırladığını, yabanıllık,özgürlük ve yaşam üzerinde kontrol ve egemenlik sağladığını kanıtlarlar. Onlar ataerkil koşulların tüm karşılıklı eylemlerimize, cinselliğimize, birbirimizle ve doğayla olan ilişkimize damgasını koyduğunu dile getirirler, ayrıca olası deneyim spektrumunu şiddetle kısıtladığını ileri sürerler.
İŞ VE UZMANLIK AYRIMI:
Anarko primitivistler iş bölümü ve uzmanlığı, köklü ve uzlaşmaz sorun olarak uygarlığın içinde katı toplumsal ilişkiler olarak görme eğilimindedir. Onlar, kendimize bakma ve kendi ihtiyaçlarımızı gidermede uygarlığın her daim ayırma ve güçsüz bırakma tekniğiyle bu yeteneklerimizin önünü kestiğini düşünürler. Uzmanlığın burada bastırılmış toplumsal ilişki ve etkileri kaçınılmaz olarak eşitsizliğe yönlendirildiği görülmektedir.
BİLİMİN REDDİ:
Primitivistler dünyayı değiştirmeyi öngören bir anlayış yöntemi olan çağdaş bilimi reddederler. Bilimin primitivistler tarafından tarafsız olduğu düşünülemez. O,uygarlığı haklı kılacak ve güçlendirecek güdü ve ön kabullerle (assumptions) donatılmıştır.
Çağdaş bilimsel düşünce, primitivistlere göre dünyayı gözlemlemeye ve anlamaya dayalı ayrılmış nesneleri bir araya getirme girişimidir. Bu konuyu tamamlamak için primitivistler gözlemlenen şeyden gözlemlenenin bir parçası olduğu tanımlanmamış olan gözlemleyenin bizzat kendisine doğru hareket eden bilgiye tek yoldan kanal olmayı sağlaması için bilim adamlarının duygusal (emotionally) ve fiziksel olarak kendilerini bir mesafede tutmaları gerektiğine inanırlar..
Primitivistler, mekanik dünya görüşünün bu zamanın egemen diniyle aynı görüşleri paylaştığını gösterirler. Bilim sadece sayısal olanla ilgili şeyleri araştırdığı halde primitivistler onun bireysel değerler ya da duygular (emotions) açısından kabul görmediğini ima ederler. Halbuki primitivistler bilimin sade yeniden üretilebilir (reproductible), öngörülebilir (Predictale) ve tüm gözlemciler için ayni olan şeyin gerçek ve önemli olduğunu iddia etmesine karşın primitivistler gerçeğin bizzat yeniden üretilebilir ve öngörülebilir olmadığına ya da tüm gözlemciler için ayni olmadığına inanmaktadır.
Bilim, primitivistler tarafından gerçeği sadece kısmen göz önüne alan ve böylece de varsayılanı indirgemenin suçlusu olarak görülür. Ölçümlenebilirliğin, nesnelleştirilebilirliğin (objectifiability), sayılandırılabilirliğin, (quantifiability), öngörülebilirliğin (predictability), kontrol edilebilirliğin (contollability) ve tek düzeliğin (uniformity) bilimin araç ve gereçleri olduğu söylenir. ‘Bu’, der primitivistler, her şeyin her şeyle ve diğerleriyle nesnelleşmesi, sayısallaşması, kontrol edilmesi ve tekdüzeleşmesi şeklindeki dünya görüşüne yol açar. Primitivistler ayni zamanda bilimi,sapkın (anomalous) deneyimlerin, sapkın düşüncelerin ve sapkın insanların kusurlu makine parçaları gibi yok edilmesi ya da işlevini yitirdiği için fırlatıp atılması gereken düşünceleri geliştirdiklerini görürler.
TEKNOLOJİNİN SORUNLARI:
Primitivistler çağdaş teknolojiyi tümüyle suçlarlar. onlar onu iş bölümünün yaşandığı kaynakların ortaya çıkarıldığı ve bu projeleri kar amacıyla geliştiren sömürü düzenini içeren karmaşık bir dizge olarak görürler. Onlar çağdaş teknolojiyle yüzleşmede ve onun sonuçlarında her daim bir yabancılaşma bir dolayımlılık ve çarpık bir gerçeğin olduğunu tartışırlar. Çağdaş teknoloji de tıpkı bilimler gibi tarafsız bir değer olarak düşünülür. Teknolojiyi üreten ve kontrol eden değerler ve amaçlar kendi içinde yerleşiktir.
Çağdaş teknoloji primitivistlerce birçok bakımdan basit araçlardan uzakta ele alınır. Basit bir alet özgün bir konuda yakın çevrede geçici olarak kullanılan bir elemandır. Aletler, kullananı işe yabancılaştıran karmaşık bir sistem olarak görülmezler. Primitivistler bu ayrımın, otoritenin türlü biçimlerine yol açan sağlıksız ve dolayımlı (mediated) deneyimlere yol açan teknolojiye içkin (implicit) olduğunu ileri sürerler. Her daim çağdaş planda zaman-kazandıran bir teknoloji olduğu söylenen egemenlik, primitivistlerin ileri sürdükleri gibi orijinal teknolojiyi desteklemek, yakıt vermek, korumak ve onarmak için daha fazla teknolojik üretim gereksinimi yaratır. Primitivistlerin tartıştıkları bu olay, çok hızlı biçimde onu yaratan insanlardan bağımsız olarak ortaya çıkan karmaşık bir teknolojik dizgeye yol açar. Primitivistler bu dizgenin, doğal dünyayı yöntemli bir biçimde yok ederek, ayıklayarak yada düşük bir dereceye indirgeyerek sade makinelere uygun bir dünya yarattığına inanırlar.
ÜRETİM VE ENDÜSTRİYELLİK
“Endüstriyel yaşam tarzı endüstriyel bir ölüm tarzına yol açacaktır. Shiloh’dan Dachau’ya, Antietam’dan Stalingrad’a Hiroşima’dan Vietnam ve Afganistan ’a kadar endüstri ve teknolojinin büyük özgünlüğü, insan cesetlerinin kitlesel üretimidir”.
Edward Abbey
Primitivistlere göre çağdaş tekno kapitalist yapının esas tamamlayıcısı merkezi güç, doğa ve insan sömürüsü üzerine kurulu mekanize bir sistem olan endüstrileşmedir. Kırım (Jenosit), çevre yıkımı (ecocide) ve sömürgecilik olmasaydı endüstriyelcilik olamazdı derler. Hatta daha da ileri giderek bunu korumak için baskıya dayanan yönetim, arazi yağması, zorla çalıştırma, kültürel yıkım, sindirme (asimilasyon), ekolojik yıkım ve global ticaretin, iyi niyetle dahi olsa lüzumlu kabul edildiğini söylerler. Primitivistler, endüstrileşmenin yaşamı standartlaştırmasının onu nesneleştirdiğini ve mülkleştirdiğini , tüm yaşamı potansiyel bir kaynak olarak gördüğünü ileri sürerler. Onlar endüstrileşmenin eleştirisini, devletin anarşist eleştirisinin doğal bir uzantısı olarak görürler, çünkü onlar endüstrileşmeye geçmişten intikal eden bir otoriterlik olarak bakarlar.
Primitivistlerin endüstriyelcilikle tartıştıkları konular şöyledir: Endüstriyel toplumu korumak için birileri makineleri yapılandırmak beslemek ve yağlamak üzere (genellikle) yenilenmesi olanaksız olan kaynakları savunulamaz biçimde elde etmek için toprakları keşfetmek ve sömürgeleştirmek üzere eyleme geçmelidir. Bu sömürgecilik, ırkçılık, cinsel ayrımcılık (sexism) ve kültürel şovenizm tarafından akla uygun hale getirilir. Bu kaynakları elde etme sürecinde insanlar zorla yerlerinden edilir. Buna ilaveten insanlar, makine üreten fabrikalarda çalıştırılmak için mülksüzleştirmeli, köleleştirmeli ve kendilerine bağımlı hale getirmeli, aksi takdirde endüstriyel sistemi yok edecek, zehirleyecek ve değerini düşürecektir.
Primitivistler endüstriciliğin kitleleri merkezileştirmeksizin uzmanlaştırmaksızın var olamayacağını savunurlar. Üstelik bu varlığı ve globalizmi sürekli kılmak için endüstriciler bu kaynakların dünyanın her tarafına taşınmasını talep ederler ve bu globalizm onlara göre mahalli idareleri ve kendi kendine yeterliliği baskı altına alır. Sonuçta primitivistler endüstriciliğin arkasında mühendisçe bakış acıları olduğunu ve bu ayni dünya görüşünün köleliği, genosidi, ekosidi (çevre yıkımı) ve kadının baskı altına alınmasını onayladığını düşünürler.
SOLCULUĞUN ÖTESİNDE
Primitivistler kendilerini solun bir parçası olarak görmezler. (Bkz. Post-sol anarşi) Bilakis sosyalist ve liberal eğilimleri kokuşmuşluk olarak görürler. Primitivistler solun hedefleri konusunda dev bir yanlışın içinde olduğunun kanıtlandığını öne sürerler. Sol, primitivislere göre genel bir deyimdir ve tüm sosyalist eğilimleri kabaca tanımlar (sosyal demokratlar ve liberallerden komünistlere kadar) “kitleleri” daha “ilerici” bir gündem içinde yeniden toplumsallaştırmak ister, bunu yaparken de yanlış bir “birlik” (unity) yada politik patilerin yaratılması konusunda zorlayıcı (coercive) ve hileli (manipulative) yaklaşımlarda bulunur. Halbuki primitivistler yürütmedeki yöntem ve aşırılıkların değiştiğini düşünürler ve tümünde itici güç sanki aynıdır:
Ahlak(morolity) temeline dayanan kollektif ve monolitik dünya görüşü.
KİTLE TOPLMUNA KARŞI:
Bir çok anarşist ve devrimci zamanının önemli bir bölümünü, üretim şema ve mekanizmalarını geliştirmek, dağılımla, adaletle ve çok sayıda insan arasındaki iletişimle; başka bir değişle karmaşık bir toplumdaki işlevselliği geliştirme doğrultusunda harcar. Primitivistler toplumsal politik ve ekonomik kordinasyonlar ve karşılıklı yükümlülüklerde ya da yönetim mekanizmalarında yer alan ihtiyaca göre örgütlenmelerdeki global (ve hatta bölgesel) öngörüleri (premise) kabul etmezler. Pratik ve filozofik nedenlerle kitle toplumunu reddederler. Önce onlar doğrudan deneyimin merkezin dışında yer alan varlık mod unun tümüyle dışındaki durumun işlevselliği için gerekli olan egemenliği geçmişten intikal etmiş yönetimin temsil etme niteliğini reddederler. Onlar toplumu gütmek yada farklı bir toplumu örgütlemek istemezler. Tümüyle farklı bir gönderim tasarımında bulunmak isterler. Her bir grubun otonom olduğu ve kendi deyimleriyle nasıl yaşanacağına kendilerinin karar verdiği, aralarındaki tüm ilişkilerin zorlamaya dayanmadığı, çekim, özgürlük, ve açıklıkla yürütüldüğü bir dünya isterler.
Primitivistlere göre kitle toplumu sade otonomiyle ve bireyle değil tüm içinde yaşanan toplulukları oluşturan ekolojik ilişkiler ağıyla korkunç bir çarpışmaya girer. Onlar onu kolay görürler, katlanılabilir değil (global ekonomik sistemlerde ihtiyaç duyulan kaynak çıkarım nakliye ve iletişim kabilinden). Onun belirsiz biçimde devam etmesi olanaksızdır ya da desteklenebilir, insancıl bir kitle toplumu için alternatif planlar yaratmasına olanak yoktur.
ÖZGÜRLEŞME VE ÖRGÜTLENME:
Anarko primitivizmin yeşil- siyah bayrağı
Primitivistler, organize modellerin hep aynı olandan fazlaca üretmelerini kınarlar. Gerçi bazı primitivistler ara sıra bir iyi niyetin olduğunu kabul etseler de örgütsel model geçmişten gelen ataerkil olan ve güven verici olmayan anarşiyle zıtlaşan bir düşünce kurgusu olarak görülür. Primitivistler gerçek çekici ilişkilerin, gün be gün samimi ihtiyaçlara dayanan ilişkilerin bir diğeri tarafından derinden anlaşılmasından kaynaklandığına inanırlar, yoksa örgütlere, ideolojilere yada soyut fikirlere dayandığından değil. Onlar, örgütsel modellerin “kollectif” olanın lehine bireyin ihtiyaç ve arzusunun baskı altına aldığını düşürürler, öyle ki bu olay her iki şeyi, direnç ve görüşleri (visions) standart hale getirmeye çalışır. Partilerden platformlardan federasyonlara kadar primitivistler projelerde ölçü arttığında, bireylerin kendi yaşamlarına verdikleri anlamın ve saygının azaldığına dikkati çekerler.
Alışılmış örgütsel modellerden daha çok , primitivistler resmi olmayan (informal) benzeşim (affinity)-temeline dayanan örgütlenmeleri savunurlar,ve düşünce- üreten projelerde yabancılaşmanın minimalize olmasından yanadırlar ve bunu arzularımız ve eylemlerimiz arasında dengeyi bulma şeklinde değerlendirirler.
DEVRİM REFORMA KARŞI:
Anarşistler gibi primitivistler de temelde hükümete karşıdır, yani devletle (ya da herhangi bir hiyerarşik kurum ve kontrol mekanizmasıyla) her nevi iş birliği ya da aracılık – taktik bazı alışverişler bunun dışında olmak üzere- buna dahildir. Bu durum, tarihsel açıdan kendisine sanki devrimmiş gibi gönderme yapılan belirli bir süreklilik ya da stratejik bir yönelimi gerekli kılar. Primitivistler devrimle, temel açıdan bir toplumsal ve politik görünüm değişikliğini kast ederler. Anarsitlere göre bu, çatının temelden değişmesidir. Devrim “revolution” sözcüğü nereye yöneltilirse oraya tabidir, aynı zamanda devrimci doğrultudaki eylemleri de kapsamak üzere. Yine anarşistlere göre bu, soyut iktidarın tümüyle ayrışması amacını taşıyan bir eylemdir.
Diğer yandan reform, mevcut düzenin elemanlarıyla uyum sağlamayı ya da seçici planda onu korumayı amaçlayan eylem ya da stratejiyi empoze eder gibi görünür ve tipik bir biçimde bu sistemin yöntem veya apareylerinden yararlanır. Devrimin amaçları ve yöntemlerinde bu tartışılır, sistem bağlamında ise ne zorla kabul ettirilir ne de rolü benimsetilir. Anarşistlere göre devrim ve reform birbiriyle çatışan (incompatible) yöntem ve amaçlarla edilen dualardan (invoke) ibarettir ve belirli pragmatik kestirme (expedient) yaklaşımlardan ibaret olmalarına karşın sürekli bir biçimde varlığını sürdüremez.
Primitivistlere göre devrimci eylem, uygarlığın tüm kuruluşunu ya da paradigmasını sorgular,meydan okur ve sökmeye çalışır. Devrim, insanları o doğrultuda yapılandırdığımız veya hazırladığımız çok uzak ya da belirli mesafede yer alan tekil bir olay değildir, aksine bir yaşam yolu ya da bir yaklaşım pratiğidir.
SİMGESEL KÜLTÜRÜN ELEŞTİRİSİ
Bazı Anarkoprimitivistler simgesel kültür doğrultusunda artan değişiklikleri, doğrudan karşılıklı eylemlerden bizi ayıran anlamda yüksek bir sorunsal olarak görürler. Primitivistlerin simgesel kültürün bütün biçimlerini elimine ettiklerini düşünenler, çoğu kez buna yanıt verirken bunu “Yaa, işte, oflayıp puflamayı siz istemediniz mi?” gibi bir sonuça ulaştırırlar. Bununla birlikte eleştiriler, sorunları tipik bir biçimde geçmişten günümüze gelen bir haberleşme ve anlayış biçimi olarak kabul eder, öyle ki bu anlayış,birincil planda diğer duyusal ve aracısız anlama araçlarının simgesel düşüncesi pahasına (ve hatta dışındaki) şeylere bel bağlamaktır. Simgesel üzerindeki vurgu, doğrudan deneyimin, dil, sanat, sayı,zaman vs. gibi biçimlerdeki arada yer alan deneyim ortamlarından bir ayrılmadır.
Anarko primitivistler simgesel kültürün biçimsel ve biçimsel olmayan yollarla bizim tüm algılamalarımızı süzgeçten geçirdiğini ve bizim gerçekle doğrudan ve aracısız temasımızı kopardığını tartışırlar. Şeylere isim vererek onların ötesine geçerler ve temsil edilenin mercek altına alındığı dünyanın çarpıtılmış imajıyla dolayımlı ilişki kurmak için alanını genişletirler. İnsanların simgesel düşünceyle fiziksel bağlantılı (hard-wired) olup olmadıkları ya da onun (simgesel düşüncenin) kültürel bir değişim veya adaptasyon olarak geliştirildiği tartışılabilir, ancak anarko primitivistlere göre simgesel dışavurum ve anlayış yöntemi sınırlı ve aldatıcıdır ve buna aşırı bağımlılık nesnelleşmeye, yabancılaşmaya ve algısal tünel vizyonuna ulaştırır bizi. Birçok anarko-primitivist, söz gelimi dokunma ve kokuda olduğu gibi algılama ve dışa vurumda da eşsiz ve bireye özgün konuları deneyimleyen ve geliştiren ve bir diğerini etkileyen veya bilişimin hareketsiz olanı canlandıran ve/ya yeterince kullanılamayan yöntemleriyle temas kurmak için eskiye dönük çalışma ve pratiklere giriştiler.
ETKİLER:
Anarşistler karşılıklı yardım (mutual aid) ilkesine dayanan toplulukları destekleyen ve gerçek eşitlikçi (egalitarion) ilişkiler için gayret sarfeden ve tüm tutucu soyut güçlere meydan okuyan anti- otoritaryan girişimlere katkıda bulunurlar. Bununla birlikte Primitivistler, sade insan yaşamı üzerinde değil geleneksel anarşistlerin çözümlemelerinin de ötesine giden ve tüm yaşamda üstünlük kurmayı reddeden (non-domination) düşüncelerin alanını genişletirler. Primitivistler neye karşı çıktıklarını ve nasıl buralara geldiklerini anlamak, doğrultularını değiştimek ve bilgi almak için uygarlığın kökenlerine bakarken antropologlardan yardım alırlar. Anti-teknolojik endüstriyel eyleme yönelmeyi körüklemek için Luddite’lerden ilham alırlar. İsyancılar (insurrectionalists) sade ince eleştiriler için değil uygarlığın mevcut kurallarına karşı tanımlamalarda bulunmak ve kendiliğinden saldırı geliştirme amacıyla bir perspektif geliştirirler.
Primitivistler situasyonistlere, seyircilere ve mülkiyet toplumundaki yabancılaşmaya çok şey borçlu olduklarını ileri sürerler. Derin ekoloji (deep ecology) ekonomik kullanım değerinin insanların yer almadığı bağımsız dünyasıyla ve tüm yaşamın esenliğinin ve serpilip gelişmesinin geçmişten intikal eden farkındalıkla bağ kurmak olduğunu anlayan bir perspektifle primitivistleri bilgilendirmektedir . primitivistler derin ekolojistlerin yaşamın zenginliği ve ayrıcalığı konusunu değerlendirirken yaşayan insanların dünyanın yaşamayan bölümüne karışmalarının baskıcılık ve aşırılıklar taşıdığını görürler.
Biyorejyonalistler, kendi yaşamsal bölgelerinde (bioregion) yaşayarak toprakla, suyla iklim bitkileriyle hayvanlara ve kendi yaşamsal çevrelerinin genel modelleriyle yakın bağlar kuran bir perspektif geliştirirler. Primitivistler çeşitli yerli (indigenous) kültürlerden, toprağa bağlı (earth based) insanlardan ve şu an yaşayanlardan derin etki alırlar. Bununla birlikte primitivistler, yaşamla karşılıklı ilişkiler içinde kendilerini her daim sağlıklı kılan ve yenileyen dayanıklı (sustainable) teknikleri öğrenme ve birleştirme atılımı içindedirler. Onlar bunu, yerli halkı ve yerli kültürleri, yüzeysel olmadan ve genelleştirmeden ve onlara saygı duyarak ve onların kültürel kimlikleri ve karakteristikleriyle bütünleşmeden (without co-opting) anlamayı önemserler. Primitivistler aynı zamanda tüm insanlığın toprağa bağlı topluluklardan geldiğini, toprakla olan bağlılıklarından bir güçle uzaklaştırıldıklarını ve böylece karşı sömürgeci mücadelelerin içinde yer aldıklarını anlamanın önemini hissederler. Onlar aynı zamanda yabanıl (feral) olandan da esinlenirler. Evcilleşmeden kaçanlar vahşi olanla yeniden bütünleşecektir ve doğal olarak primitivistler yerzüyle uyum içindeki yabanıl varlıklarla onur duyarlar. anımsatmakta yarar var, birçok anarko primitivist benzer kaynaklardan etki alır, anarko primitivism bu düşünce ve eylemlerle bütünleşen ya da bağ kuran her birey için oldukça kişiseldir.
ÇEVREYE MÜDAHELE ETMEDEN VARLIKLARI DOĞAL KOŞULLARINA KAVUŞTURMA (REWİLDİNG) VE ONLARLA YENİDEN BAĞ KURMA (RECONNECTİON)
Bir çok primitivist anarşiste göre yeryüzünde tekrar yabanıllaşma ve yeniden bağ kurma bir yaşam projesidir.
Onlar bunun zihinsel algılama ya da ilkel yetilerle sınırlanmaması gerektiğini bunun yerine evcil olurken, kırılırken (fracture) kendimizden, bir diğerinden ve dünyadaki yerimizden olurken içine düştüğümüz sapkınlığı derinden anlamamız gerektiğini ileri sürerler. Yeniden yabanıllaşma yaşam alanımızda (bioregion) doğal olarak oluşan bitkiler hayvanlar ve eşyalarla kendimizi nasıl beslediğimizi, nasıl sığındığımızı ve nasıl saklandığımızı içeren uzun süreli, dayanıklı (sustainable) bir birlikte var oluşu geliştiren ve yeniden kazanılan yetileri içeren fiziksel tamamlayıcılara sahip olma gibi anlaşılır. Bir başka değişle fiziksel ifadelerin, apareylerin ve uygarlığın alt yapısını (infrastructure) içerdiği de söylenebilir.
Yeniden eski doğallığına kavuşturma, kendi kendimizi ve bir diğerini 10 000 yıllık döngüselde kavranmış olanla iyileştirmeyi, hiyerarşik ve baskıcı olmayan topluluklarla birlikte nasıl yaşanacağını ve bizim toplumsal modellerimizde evcilleşen düşünce kurgularını yapı bozumuna uğratmayı içeren duygusal tamamlayıcıları içerecek şekilde tanımlanmalıdır. Primitivistlere göre tekrar yabanıllaşma, yabancılaşma (alienation) ve meditasyon üzerinde öncelik taşıyan doğrudan deneyim ve tutkuyu, gerçeğin bütün bakış açılarını ve dinamiğini tekrardan düşünmeyi, yaşamı savunurken ve özgürleşen bir varlık için savaşırken sezgilerimize daha çok güvenmeyi ve iç güdülerimize daha çok bağlanmayı ve ataerkil kontrol ve evcilleşme yüzünden binlerce yıldır tümüyle yıkıma uğramış dengeyi yeniden sağlamayı içerir. Yeniden eski doğaya bir uygarlık dışı olma sürecidir.
BAĞLANTILAR:
Birleşik Amerika’da anarko-primitivizm önemli ölçüde John Zerzan,Kevin Tucker, Daniel Quinn,Derick Jensen ve John Gowdy gibi yazarlarca desteklenmektedir. Anarko- primitivist eylem, radikal çevrecilikle bağıntı içindedir, Theodor Kaczynski (“The Unabomber”)’nin düşünceleri sayesinde daha çok ilgi toplamıştır. Bunu onun ‘Luddite’ bomba kampanyası izlemiştir. Yakın zamanlarda anarko- primitivizm ‘Green Anarchi’,’Species Trailer’ ve zaman zaman ‘Anarchy, A Journal of Desire Armed’ ve hatta ‘CrimetInc’.. sayesinde coşkulu bir patlama yakalamıştır. Şu an ki anarko-primitivist eylem ‘Fifth Estate’ dergisinden kaynaklanmaktadır ve 1970 ve 1980’lerde Fredy Perlman,David Watson, Bob Brubaker ve John Zerzan gibi yazarlar aracılığıyla bir seri gelişim kazanmıştır. 1980’lerin sonlarında, Watson ve Zerzan’ın primitivizm biçimleri arasındaki derin farklılıklar bir yarılmaya neden olmuştur.
1990’larda ‘UK Magazine ‘Green Anarchist’, anarko- primitivizm yolunu benimsemişti, bununla birlikte anarko-primitivist olmayan bir çok ‘Green anarchist’ vardı..
Uygarlık karşıtı Anarşistler, İspanya,İsrail,Türkiye, İsveç, Finlandiya ve Hindistan’da ayni zamanda grup olarak örgütlüdür.
Anarko –Primitivizm, Neo-Tribalizm (Yeni Kabilecilik)’le hem ortaklık yapmış hem de ondaki radikal eğilimlerden etkilenmiştir.
ELEŞTİRİLER
Anarşizmin kendi bünyesinden gelen eleştiriler
primitivizme karşı kayda değer eleştiriler Noam Chomsky, Michael Albert, Brian Sheppard, Andrew Flood, Steward Home’dan gelmiştir ve özellikle Murray Bookchin’in Social Anarchism ya da Lifestyle Anarchism ( sosyal anarşizm ya da Anarşizm yaşam biçimi ) başlıklı polemik yapıtında görülebilir.
Nüfus
Hem eleştirmenler hem de anarko primitivizmin taraftarları, eğer herkes bir avcı-toplayıcı olarak yaşasaydı, dünyanın bugün 6,5 milyarın üstündeki nüfusun çok daha azını taşıyacağı konusunda genellikle hemfikirdir.
ikiyüzlülük
Medya Teknolojisinin Kullanımı
Primitivistlere karşı yapılan alışılmış bir eleştiri onların görüşlerini yaymak için yayın yolunu ve internet teknolojilerini kullanmış olmalarıdır. Bu argümanlarda onların çağdaş teknolojiyi kullanmaları içten olmamak ve ikiyüzlü olmak şeklinde ima edilmiştir.
Derrick Jensen, John Zerzan gibi primitivistler ve daha birçokları, kendi inançlarını yayarken internet ve medyatik araçlar kullanmış ve ikiyüzlü-hypocritical görünüşü bertaraf etmek için hiçbir şey yapmamışlardır. Onlar bugün bir biçimde her yerde bulunan etkin araçları kullanırken bu teknolojilerin artık hiç üretilmeyecekleri ve kullanılmayacağı bir toplumu umutla yaratabileceklerine inanmaktadırlar. Derrick Jensen bu eleştirileri yanıtlarken önce “ bizzat kendi durumlarındaki zayıflığı açığa çıkartmaktalar: onlar bizim mesajımızın özünü püskürtemezler, sadece habercilere saldırırlar “ ifadesini kullanmıştır.
Yaşam biçimi
Bazılarının ikiyüzlülük olarak düşündüğü alışılmış diğer bir eleştiri de çok az primitivist filozofun bizzat primitivist toplumlarda yaşamış olduğudur.
Jensen, primitivistlerin tümüyle primitivist bir yaşam biçimi sürdürmedikleri konusunda eleştirmenlerin doğru söylediğini açıklarken primitivistlerin bunu yapmamayı seçtiklerini söylemelerinin haksızlık olduğunu belirtmiştir. O, böyle bir yaşam biçiminin sürdürüldüğü bir sistemde hiçbir yasal seçim hakkı olmadığından, insanların nasıl yaşamaları konusunda gerçek bir seçim yapmazdan önce “ endüstriyel ekonominin parçalanması “ nın gerekli olduğuna inanmaktadır.
Örneğin primitif yaşam biçimini seçen Theodore Kaczynski şunları söylemektedir:
Gerçeği söylemek gerekirse ben aslında politik eğilimli biri değilim. Gerçekte benim daha çok ormanda yaşamam lazım. Eğer birileri orayı yol için kesmeseydi, ağaçları kesip helikopterlerle ve kar arabalarıyla vızıldamasaydılar ben orada yaşıyor olacaktım, geri kalanlar kendilerini düşünsün. Politik konularla haşır neşir oluyorum, çünkü söz gelimi oraya sürükleniyorum.
Öncelikle yaşam biçimini değiştirmeye odaklandığında Jensen,“onlardan dikkatlerimizi uzaklaştırırsak iktidardakilerin çıkarlarına hizmet etmiş oluruz, bunun yerine birinin “iktidarda olanlardan” daha çok kendini “sorun” olarak düşünmesi gerek şeklinde bir talebi bulunmaktadır.
Uygarlık ve şiddet
Anarko-primitivistlerin önerilerine karşı bir başka eleştirel saldırı da kademeleşme (hierarchy) ve kitlesel saldının uygarlığın sonucu olduğu tartışmasıdır, örneğin şempanzelerde gözlemlenen egemenlik (dominance) ve toprak mücadelesi.. Anarko-primitivizm içinde bazı düşünürler,örneğin Pierre Clastres, ilkel toplumlarda doğal dengeyi kurmak için anarşiyi benimserken belirli ölçüde şiddet kullanımının gerekli olduğunu antropolojik açıdan ileri sürmüştür.
Anarko-primitivistler, bazı antropolojik göndermelere dayanarak avcı-toplayıcı toplumların güçlü doğalarıyla savaştan,şiddetten ve hastalıklardan az etkilenebileceklerini savunurlar.
Pratik
Diğer bir soru,anarko-primitivistlerin pratikçi olduklarını kabul etmeye dayanmaktadır. John Zerzen, primitivist idealleri pratiğe geçirmenin inandırıcılık açısından oldukça zor olduğunu kabul eder. “Büyük bir meydan okuma, kocaman göz alıcı fikirleriniz var, ama gerçeklerle yüz yüze geldiğiniz zaman ne olacak, biz tahmin ediyoruz, ama bilmiyorum bu iş nasıl gidecek… O gerçekle yüz yüze gelmek için daha çok yolu(muz) var ama yüzleşmek zorundayız. Sorunlu şeylerle yola çıkıyorsun ve insanların diyalog kurabilecekleri alanı genişletiyorsun ve başka hiçbir yerde harekete geçirilmemiş sorunları yükseltiyorsun. Ancak bizim elimizde insanların ne yapmaları gerektiğine dair örnek tasarımlar (blue prints) bulunmamaktadır.
Diğer primitivist düşünürler bir felsefe olarak primitivizmin şu an ki bağlamda dahi sayısız pratik uygulamaları olabileceğini önermektedir. Bunlar Paleolitik (Yontma Taş Devrine ait) diyet,beslenme ve egzersiz, tüketimin azaltılması,sade yaşam, kendi işini kendin yap eğilimi, yöresel yeterlilikte artış, zamanı daha çok dışarıda geçirme, avlanma ve balık tutma, yöresel toprakla bağlantı, doğasal farkındalık ve primitif yabanıl yetileri geliştirme, aile ve yöresel topluluğu içeren bireysel ilişkilere yoğunlaşma ve yerli halkla dayanışmada etkinlik olabilir. Dünya görüşü olarak primitivizm, “homoseksüellerin hakları” ve çocuk düşürme’den çevrecilik, avcılık ve vejetaryanlığa kadar farklı eğilimlerle politikayla temas kuran çeşitli çağdaş toplumsal sorunları çözümleyen yerli insanlarla uzun süreli ilişkilerde güven verme eğilimindedir.
Kitle Toplumu
Brian Sheppard, anarko-primitivizmin hiçbir zaman bir anarşizm biçimi olmadığı üzerinde durmaktadır. Anarşizm Primitivizme Karşı’ da şunları yazar: “Son on yıl içinde yarı-dini mistik gruplar, (bilim, akılcılık ve “teknoloji” örtüsü altında rasgele bir araya getirilen teknolojinin reddi) olarak savundukları anarşizmle primitivizmi eşitlemeye başladılar. Gerçekte bu ikisinin bir diğeriyle hiçbir ilişkisi yotur.
Flood bu önermeyi onaylar ve “özgür bir kitle toplumu yaratmak” olarak tanımladığı anarşizmin temel amacıyla primitivizmin çatıştığını gösterir.
Primitivistler “kitle toplumunun” özgür olabileceğine inanmazlar. Onlar endüstri ve tarımın kaçınılmaz olarak kademeleşme ve yabancılaşmaya yol açacağına inanmaktadır. Onlar tekno-endüstriyel toplumların işleyiş mekanizması için gerekli iş bölümünün insanları fabrikalara güvenmeye zorladığını ve diğer uzmanların yaptığı işlerin ise, yiyeceklerini,giyeceklerini, barındıkları yerleri ve diğer ihtiyaçlarını üretmeye zorladığını ve bu bağımlılığın onları, ister beğensinler, ister beğenmesinler toplumun bir parçası olmaya ittiğini ileri sürmektedir.
Dilin eleştirisi
Çünkü simgesel kültür eleştirilerini bizzat dile kadar genişleten bazı primitivistler var. George Town Üniversitesi profesörü Mark Lance bu özgün primitivizm kuramını “Tam anlamıyla delice bir şey, özgün bir bağlantı kurma amacıyla bir şey yaratmak istiyorsun ve bunun için kullandığın kabı yok etmen gerekiyor.”
not: 19. yüzyıl başlangıcında makineleşme hareketine karşı çıkan işçi gruplarına verilen isim. Ludditeler emek yerine makine ikamesini propaganda kampanyaları açarak, gösteriler düzenleyerek ve şiddete başvurarak önlemeye çalışmışlardır. Terim adını bu eylemlere öncülük eden Ned Ludtan almaktadır. (All in one dictionary)
Wikipedia,the free encyclopedia’da yer alan orijinal metinden çeviren, Erkan ŞİMŞEK
http://www.ekolojistler.org/anarko-primitivizm-cev.-erkan-simsek.html
-
Archives
- August 2011 (1)
- June 2011 (9)
- May 2011 (23)
- April 2011 (3)
- March 2011 (27)
- February 2011 (24)
- January 2011 (39)
- December 2010 (12)
- October 2010 (10)
- September 2010 (10)
- August 2010 (21)
- July 2010 (12)
-
Categories
- anti-endustriyalizm
- anti-kapitalizm
- anti-otoriter / anarşizan
- antinükleer
- antropoloji, arkeoloji
- bu topraklar
- e-kitap
- eko-savunma
- ekokoy – permakultur
- ekoloji
- ekolojist akımlar
- ekotopya heterotopya utopyalar
- ezilenler
- gorsel
- iklim
- isyan
- kadın ve doğa / ekofeminizm
- kent yasami
- kir yasami
- komünler, kolektifler
- kooperatifler vb modeller
- ozyonetim
- savaş karşıtlığı
- sistem karsitligi
- somuru / tahakkum
- Su
- sınırlara hayır
- tarim gida GDO
- türcülük, doğa / hayvan özgürlüğü
- totoliterlik / otoriterlik
- tuketim karsitligi
- Uncategorized
- yerel yönetimler
- yerli – yerel halklar
- yeşil kapitalizm
-
RSS
Entries RSS
Comments RSS