TDT: Toplum Destekli Tarım ya da Toprak Destekli Toplum – Mete Hacaloğlu
Endüstriyel gıda üretim/pazarlama/satış sisteminin insanın kendisine, hemcinsine, ait olduğu eko sisteme ve evrene yabancılaştırma konusundaki başarısına şapka çıkarmamak elde mi ? Mahalle kültürü, küçük esnaf, bütüncül ticaret hakimken ülkenin şehirlerinin önemli bir bölümüne, sadece 10-15 yılda gelinen noktaya bakıverin: “Eskinin” her türlüsünü patavatsızca ve aşağılayarak yok eden bir AVM kurma ve yüceltme yarışı !
Tarımsal/hayvansal üretim ve gıda işleme ise altmışlardan kalma “kalkınmacı” zihniyetin ve “çağdaş dünyaya yetişme” hastalığımızın son perdesi AB mevzuatlarının güdümü altında tüm gelenekselliğini, bütüncüllüğünü, sürdürülebilirliğini kendi kendine yok ediyor. Toprakla uğraşan bostan yapmıyor nenesinin yaptığı gibi, çünkü artık monokültür yüksek teknolojili endüstriyel üretimden elde ettiği ürün geliri var. O gelirle bulgurunu da, salçasını da, sebzesini de bir AVM’ye ailesi ile gidip alabilir. Alışverişin hediyesi de “çağdaş, batılı, tüketim” toplumuna koskoca bir hoş geldiniz kapısının aralanması olacaktır kuşkusuz.
Organik Tarım ve -soft organik- İyi Tarım’a ne demeli ? Şehirli, entelektüel, bilinçli “tüketiciler” için sıkı bir oportünizm zemini gibi geliyor bana. Hele hele 50 milyar dolarlık küresel pazarı ile organik üretimin, konvansiyonel üretimden ne kadar –şeklen- ayrılabileceğini düşünebiliriz ki ? Yıllardır, organik sektör büyüdükçe, mevzuat yumuşuyor garip bir şekilde, 20 yıl önce konulmuş olan sosyal, etik, ekolojik prensipler birer vicdan temizleme girişgahından öteye geçemiyor ve de gittikçe kenara atılıyor yönetmeliklerde. Doksanların bio fach’ında, organik fuarlarında sabolu, kotlu neo-çiftçilerin, köylülerin sohbetlerini, uluslar arası dev gıda şirketlerinin organik departmanlarından lacivert takım elbiseli satış elemanları yerlerini çoktan almış bile.
Büyüme –her anlamda- işin cılkının çıkmasını, nesnenin tüm masumiyetine rağmen bir güç merkezi, rant merkezi olmasını da zaruri olarak ortaya koyuyor. Organik Gıda’da da bu oldu bence. Halbuki Schumaher ne güzel demiş 35 yıl önce yazdığı kitabında: Küçük güzeldir diye. Bu karamsar tablo karşısında kuşkusuz birçok insan kuramsal bir karşı duruş içerisine girebiliyor. Ancak kendi bireysel tercihlerini çok sınırlı bir şekilde bu karşı duruşun içine alarak ne yazık ki. Kimilerimiz de –kollektif ya da bireysel- formüllerle yaşamımızın temeli olan gıdayı yeniden kurgulamaya çalışıyor.
Romantizm, idealizmle birleşince Tire, Milas, Urla pazarlarında dolaşıp yaşlı teyzelerin topladıkları otları tüketmek, başka birinin pekmezini, peynirini almak, diğerinden –kökeni ile fazla ilgilenmeden- bez parçaları içindeki “yerel” tohumlardan almak son derece tatmin edici geliyor. Bu sosyal iletişimin kalitesine tek bir olumsuzlama yapmadan şu gerçekliği de görmemiz gerekiyor: Bu üretim-tüketim ilişkileri baş döndürücü bir hızda yok oluyor. Pazarlar kalsa da, satıcılar daha çok pazarcılar olacak, kalan üretici – satıcılar da birer endüstriyel gıda üretim sisteminin parçası olacaklar.
Bir örnek vermek istiyorum. Çay ve şeker. Bu toprakların vazgeçilmezi gibi değil mi ? Halbuki çayın bu topraklardaki mazisi 60 yılı, şekerin de 80 yılı anca geçiyor. Ankara’nın planlamacı ekonomistleri üretim ve tüketimi ne de güzel tasarlamışlar: her köşeye birer şeker fabrikası ve etrafında binlerce şeker pancarı üreticisi; Doğu Karadeniz’in her kasabasına birer çay fabrikası ve binlerce çay üreticisi bir tarafta. Diğer tarafta da milyonlarca çay ve şeker tüketicisi. Sonuç kendi planlamacı merkezi ekonomi anlayışı içinde başarılı bir üretim ve tüketim sistemi tasarımı.
İşte TDT (Toplum Destekli Tarım) de bizler için bu tür bir tasarım kanımca. Hem de elzem bir tasarım. Özet bir tanımı ile TDT, bir tarafta 20 – 30 veya daha çok tüketici hanesinin –genelde şehirli- bir araya gelmesi, diğer tarafta da bir veya daha çok üreticinin organize edilmesi ile oluşan aracısız bir doğrudan üretim-satış sistemi. Ürün dediğimiz küçük bir bahçeden çıkabilecek mevsimlik sebzelerden tutun da, tahıllar, bakliyatlar, işlenmiş geleneksel ürünler, her tür hayvansal ürünler, ekmek vs’ye kadar mutfağa girebilecek her türlü ürün bu sisteme dahil edilebilir. Önemli olan bir üretim üssü veya bölgesinin oluşması, aynı zamanda da bu üretimin sağlıklı bir şekilde planlanması, üyelere dağıtılması ve para akışının sağlanmasında yatıyor. Üretimin yerel tohumlar kullanılarak, ekolojik tarım prensipleriyle, kompost desteği ile yapıldığını belirtmeye gerek yok sanırım.
Yapının güçlü yanı sistemin insani boyutta sınırlandırılması. Diğer bir deyişle tüketenin üreteni tanıyor olmasında, istediği zaman üretim alanına gidebilmesinde, hatta tüketeceği ürünü kendisinin bile toplayabilmesinde yatıyor sistemin temeli. Bu birebir ilişki, insani bir güven ilişkisini doğuruyor. Bu güven ilişkisi de organik sertifikalandırmaya, organik satış organizasyon kurumlarına ve devletin üretim izinlerine/kısıtlamalarına olan ihtiyacı ortadan kaldırıyor. Ciddi bir maliyet düşüşü söz konusu burada. Fakat aynı zamanda da yukarıda bahsettiğim endüstriyel gıda sisteminin getirdiği yabancılaşmayı kökünden yok ediyor. Yapı insani boyutu aştığında bir hücre bölünmesi gibi kendisini ikiye bölerek gereksiz ara yapıların ortaya çıkmasını, dolayısı ile güç, kontrol ve maliyet unsurlarını bertaraf ediyor.
TDT aynı zamanda bölgesel bir organizasyon olduğundan şehirlerarası ulaşımın doğurduğu maliyet ve karbon salınımını da azaltıyor. Hazırlanan üretim deseninin bir mutfak ihtiyacını haftalık karşılama temelinden dolayı çok çeşitlilik arz etmesi, üretimin de ister istemez mono kültürden uzak bir yapı sergilemesini doğuruyor. Hayvancılıkla entegrasyon sağlanabilirse ürün deseninde, yine ister istemez hayvansal gübre tedariğinin sağlanması mümkün olabilir. Aynı şekilde gerek sebzelerin sevkiyata hazırlanmasında ortaya çıkan organik atıklardan, gerekse de salça, turşu, pekmez gibi geleneksel ürünlerin üretim atıklarından ciddi miktarda kompost üretimi söz konusudur. Bu gübre ve kompost zinciri aslında şu anda organik tarımda kimsenin uğraşmadığı ürün zincirlerinin tekrar kurulmasına ve de toprağın zenginleştirilmesine de yaramaktadır.
TDT aynı zamanda vergi ve kayıt dışı bir yerel üretim ve tüketim sistemidir. Merkezi hükümetin aldığı vergi, tekrar topluma hizmet olarak aktarılmak üzere toplanır diye bilinir, ancak bu ülkede bunun bu yönde yapıldığına inanmıyorum. TDT ise bu hizmet aktarımını iki yönlü olarak kendi paydaşları arasında zaten yapıyor. Üye tüketiciler kırsaldaki üreticileri, yerel tohumları, toprağı, geleneksel üretimi ve üretenleri destekliyor. Fakat diğer yöndeki –üreticiden tüketiciye – destek salt temiz, güvenilir, sağlıklı, ucuz ürünlerin tedariğinden oluşmuyor. Aynı zamanda özünden kopmuş, toprakla, gıdası ile teması kaybolmuş bir tüketici kitlesini özgürleştiriyor desek yeridir sanırım.
Bu toplumu değiştirici gücü olan yapıların çoğalması dileğiyle.
The Need For Transıtion To The Simpler Way
THE NEED FOR TRANSITION TO THE SIMPLER WAY
(Two page summary; 5.10.2010.)
The basic cause of the many alarming global problems we face is the pursuit of affluent “living standards” and economic growth…the determination to produce and consume more and more, without limit, even in the richest countries. There is no possibility that the per capita levels of resource consumption in rich countries can be kept up for long. Only a few of the world’s people have these “living standards” and the rest can never rise anything like them.
- Resources such as food, land, forests, fisheries soils, minerals and energy (especially petroleum) are being depleted because the people in rich countries are consuming grossly unsustainable amounts, and the rest are trying to live as the few in rich countries live…and all are determined to consume more and increase GDP all the time and without limit.
- The environment is being destroyed because far too much is being taken from nature and too many wastes are being dumped back into nature. The environment problem cannot be solved unless rich world per capita levels of production and consumption are greatly reduced, possibly by a factor of 10. For instance the Australian “footprint”, the amount of productive land per capita used, is 8 ha, but by 2050 the amount available in the world per capita will only be about .8 ha.
- The Third World problem of perhaps 4 billion people living in deprivation and poverty (and 3 billion on an income of less than $2 per day) is basically due to the fact that the global economy gears most of the Third World’s resources and productive capacity to enriching our rich world corporations and stacking our supermarkets. We could not have our high “living standards” if we were not taking far more than our fair share of the world’s resources.
- Most problems of armed conflict and of oppression are due to the determination of some to take the resources of others. If we all go on fiercely intent on living in, or aspiring to, ways it is impossible for all to rise to, then there must inevitably be more and more armed conflict. We in rich countries could not have our high “living standards” if we were not getting far more than our fair share. We do this partly through the way the grossly unjust global economy works. It allows the rich to outbid the poor for scarce things, and will only permit development of what is most profitable to corporations, i.e., of ventures that serve our supermarkets. But in addition the rich countries support oppressive regimes and engage in military actions in order to keep Third World countries to the policies that suit us.
- Social cohesion and the quality of life in even the richest societies are being damaged, because the supreme goals are raising business turnover, incomes and the GDP, not meeting needs, building community and improving the quality of life.
These problems are inevitable consequences of a society that is driven by acquisitiveness, competition, the profit motive, market forces and growth. It is not just that this society is grossly unsustainable and unjust – the point is that such a society cannot be made sustainable or just. It is not possible to reform such a society so that it does not generate the above problems, while it continues to be about the fierce drive to get as rich as possible and to allow development to be determined by what will be most profitable to corporations and banks.
Most people however believe that technical advance, such as the development of more efficient cars and of renewable energy sources, will indeed enable us to plunge on down the affluence and growth path for ever while it solves the environment and other problems. But the magnitude of the overshoot, the unsustainability, is far too great for this to be possible. If by 2050 all the world’s people had risen to the “living standards” we in rich countries will have then given 3% p.a. growth, then world economic output would be 30 times as great as it is now…and right now it is at a grossly unsustainable level. Technical advance cannot make such a situation remotely sustainable…and with 3% growth the task would be twice as great every 23 years thereafter.
The second fundamental fault in consumer-capitalist society is that it is based on a massively unjust global economy. Most of the world’s resources and markets are taken by the few in rich countries, basically because it is a market system. Markets allow the rich to tae most of what is produced, and to ensure that the development” that takes place in the Third World is development that will enrich corporations and rich world shoppers. There cannot be peace or justice in the world until the rich countries stop hogging most of its wealth and begin to live on their fair share. Again this is not possible unless they accept moving down to much lower levels of consumption.
The solution.
The can be no solution to these alarming problems unless there is transition to ways in which there are,
– Simpler lifestyles, much less production and consumption, much less
concern with luxury, affluence, possessions and wealth, and much more
concern with non-material sources of life satisfaction.
– Mostly small, highly self-sufficient local economies, largely independent of the global economy, putting local resources to meeting local needs. When petroleum becomes scarce there will be no choice about this.
– More cooperative and participatory ways, enabling people in small communities to take control of their own development, to include and provide for all. In the coming era of scarcity communities that cooperate to meet needs will have much better chances. We must develop commons and working bees, and there must be town assemblies, local committees and referenda making the important decisions about local development and administration.
– A new economy, one that is not driven by profit or market forces, and one that has no growth at all, that produces much less than the present one, and focuses on needs and rights. It might have many private firms and markets, but there must be (participatory, democratic, open and local) social control over what is developed, what is produced, and how it is distributed. Most economic activity will be local, using local resources, controlled by ordinary citizens, and geared to maximising the quality of life of all in the region.
– Some very different values, especially cooperative not competitive, more collectivist and less individualistic, and concerned with frugality and self-sufficiency not acquisitiveness and consuming.
The alternative or Simpler Way is about ensuring a very high quality of life for all without anywhere near as much work, worry, production, consumption, exporting, investment, environmental damage etc. as our present society involves. It is about liberation from the consumer rat race, and the insecurity, inequality, conflict and cultural squalor that goes with it. Consider having to work for money maybe only two days a week for money, and therefore having a lot of time for arts and crafts and personal growth, living in a rich and supportive community, and in a diverse and productive leisure-rich landscape, having socially worthwhile and enjoyable work with no fear of unemployment…and knowing you are not contributing to global problems.
Many people now accept this view of our situation and the solution, and are working for transition to the alternative way. There are now Global Eco-village and Transition Towns Movements trying to move towards new settlements of the required kind. The fate of the planet depends on whether these movements can provide many impressive examples of sustainable, just and pleasant settlements showing people in consumer society that there is a better way.
What should one do? Form a group in your town or suburb to start developing elements of the new way, such as small cooperative gardens and workshops, community working bees, edible landscapes, festivals…and helping to organise wasted local resources such as unemployed, retired and excluded people into producing to meet some of their own needs….with the vision of gradually expanding until we have transformed the entire suburb. But these efforts must go beyond merely creating community gardens etc.; they must be informed by the vision of vast and radical system change, such as getting rid of an economy driven by profit, market forces and growth. As conditions in consumer society deteriorate, led by the coming petroleum crisis, people will see the wisdom of coming across to The Simple Way we are pioneering.
http://ssis.arts.unsw.edu.au/tsw/TSW2p.html
THE TRANSITION PROCESS.
How can we get to a sustainable and just society?
20.10.10
(This is a summary of Chapters 12 and 13 in
The Transition To A Sustainable and Just World, Envirobook, 2010.)
Only when we are clear about the nature of our global predicament and the radical system changes that are needed, and about the form a sustainable society must take, are we in a position to think about the best way to work for the transition.
The global situation.
Consumer-capitalist society is grossly unsustainable and unjust. We are far beyond levels of production and consumption that can be kept up or spread to all. In addition consumer-capitalist society provides a few with high “living standards” by delivering to them far more than their fair share of world resources. Technical advance cannot solve the problems; they cannot be fixed in or by consumer-capitalist society. There must be dramatic reductions in levels of economic output, and therefore there must be radical and extreme system change. (For the detail see Part 1 of http://ssis.arts.unsw.edu.au/tsw/02c-TSW-14p.html)
The Solution.
There must be transition to The Simpler Way, involving simpler lifestyles, high levels of local economic self-sufficiency, highly cooperative and participatory arrangements, an almost totally new economic system (one that is not driven by market forces or profit, and one that has no growth), and fundamental value change. Many realise a sustainable and just society must be mostly made up of small local economies in which people participate collectively to run their economies to meet needs using local resources, and in which the goal is a high quality of life and not monetary wealth. This is a largely Anarchist vision and the coming conditions of scarcity will give us no choice about this. Big, centralised authoritarian systems will not work. (For more detail see Part 2 of the account at the above site.)
Implications for transition.
Following are some important implications of the foregoing analyses for the transition process.
– The conditions we are entering, the era of scarcity, rule out most previous thinking about the good society and social transition. The good society cannot be affluent, highly industrialised, centralised or globalised, and we cannot get to it by violent revolution led by a vanguard party. Governments cannot make the transition for us, if only because there will be too few resources for governments to run the many local systems needed. The new local societies can only be made to work by the willing effort of local people who understand why The Simpler Way is necessary and who want to live that way and who find it rewarding. Only they know the local conditions and social situation and only they can develop the arrangements, networks, trust, cooperative climate etc. that suit them. The producing, maintaining and administering will have to be carried out by them and things can’t work unless people are eager to cooperate, discuss, turn up to working bees, and be conscientious, and unless they have the required vision. A central government could not provide or impose these conditions even if it had the resources. It must be developed, learned by us as we grope our way towards taking control of self-sufficient local economies.
Working for transition therefore has to focus mostly on helping ordinary people to understand the need for The Simpler Way and to move towards its willing acceptance, and towards enthusiastic participation in the long process of learning how best to organise in their own area. The best way for us to do this work is to start building new ways where we live (below.).
Thus our strategy differs from the classic Left/Marxist one which focuses on building a political movement that will take over the state and then reorganise things from the centre, perhaps with a heavy hand (although Marx thought that in time the need for a central authoritarian state would fade away.) That made more sense when the goal seemed to be to shift energy-intensive, centralised and industrialised systems from capitalist control to ”socialist” control.
– There is therefore no value in working to take state power, either within the parliamentary system, or by force and revolution. Even if the Prime Minister and cabinet suddenly came to hold all the right ideas and values, they could not make the required changes – in fact they would be instantly tossed out of office if they tried. The changes can only come from the bottom, via slow development of the ideas, understandings, and values of ordinary people, and these cannot occur except through a lengthy process of learning the new ways from eperience in the places where people live.
– Working for Green parties to get Green candidates elected is not the best use of scarce energy. They can’t get the necessary radical changes through parliaments, given the dominant ideology. The task is to change that ideology, and that is not best done by working in the electoral political arena. Green parties and movements are now almost entirely merely reformist; they do not challenge market forces of affluence and they are not calling for radical structural changes away from affluent consumer-capitalist society.
– We do not have to get rid of consumer-capitalist society before we can begin to build the new society. Fighting directly against the system is not going to contribute much to fundamental change at this point in time. (It is at times necessary to fight against immediate threats.) The consumer-capitalist system has never been stronger than it is today. The way we think we can beat it in the long run is to ignore it to death, i.e., to turn away from it as much as is possible and to start building its replacement and persuading people to come across. The Anarchists provide the most important ideas, especially that of working to “Prefigure” the good society here and now, and focusing on development of the required vision in more and more people.
– The main target, the main problem group, the basic block to progress, is not the corporations or the capitalist class. They have their power because people in general grant it to them. The problem group, the key to transition, is people in general. If they came to see how extremely unacceptable consumer-capitalist society is, and to see that The Simpler Way is the path to liberation then the present system would be quickly abandoned. The battle is therefore one of ideology or awareness. We have to help people to see that radical change is necessary and attractive, so that they enthusiastically set about building new local economies on mostly collective principles. The Left has always understood the importance of ideology and consciousness but has failed to focus on the task of developing the necessary awareness and values in people in general. They have tended to assume that the necessary consciousness can be developed after power has been taken from the capitalist class. Again vanguard parties using force cannot get us to The Simpler Way; we will only achieve it if ordinary people build new systems in the places where they live, and they will not do that unless large numbers have come to hold a radical consciousness.
– The readiness to question consumer society has declined over the last thirty years. Affluence has generated increasing preoccupation with the trivia of TV, sport, celebrities and mindless self-indulgent hedonism. Above all there is a refusal to listen to any challenge to growth and affluence, a failure to even think about the fact that the quest for these is leading to catastrophic breakdown. Governments, media and the general public give no attention to these issues, despite the accumulation of an overwhelming case over the past fifty years.
– There is no possibility of significant structural change in the near future. We are nowhere near the necessary level of public awareness of the need for it. There will be no significant change while the supermarket shelves remain well stocked. Nothing much will change until serious scarcity jolts them. The underlyingproblems are becoming more acute and this will make people more likely to realise that consumer-capitalist society will not provide for them and that there must be a better way. If/when a petroleum shortage occurs it will concentrate minds wonderfully. But when it comes the window of opportunity could be brief and risky. If things deteriorate too far there could easily be too much chaos for sense to prevail and for us to organise cooperative local alternative systems.
– Therefore the top priorities for anyone concerned about the fate of the planet must be
a) to contribute to the development of radical global consciousness, that is, to help as many people as possible to understand that capitalist-consumer society will not provide for all, cannot be fixed and has to be largely abandoned, that there is a far better way, and
b) to contribute to the building of elements of The Simpler Way, here and now. In the last 20 years many people around the world have begun to build, live in and experiment with new settlements which enable simpler ways. When things begin to shake loose we need to be ready, to have built enough impressive examples of The Simpler Way, so that people can see there is a better alternative, and can quickly move into it.
The main reason why we should do this building is not to have more of the new institutions – it is to be in the best possible position to influence the thinking of people. By working with them on local projects we will be in the best position to help them to see that we must eventually go far beyond more community gardens etc. and embrace radical system change.
– The most promising development to work within is the rapidly growing Transition Towns Movement. If we make it to a sustainable and just world it can only be through a movement of this general kind. But again much has to be done to get the movement to go beyond its presently reformist aims. The things being done now within the Transition Towns movement will not solve the big global problems. They are only reforms within consumer-capitalist society and are no threat to it. The movement is not about replacing consumer-capitalist society; it is about surviving within it. For instance it does not have the goal of getting rid of a growth economy. Global problems cannot be solved unless this is eventually achieved.
This is the general fault in the green movement, the failure to grasp the distinction between system reform and system replacement. Many good alternative, local, green practices are being developed now, such as farmers’ markets, local agriculture, recycling co-ops. However these are almost entirely reformist; that is they do not come from any vision that recognises the need to scrap and replace the core structures of growth and affluence society. They do not include the most crucial purposes, such as to get to a zero-growth economy, to much simpler lifestyles, and to taking control of local economies away from market forces. Unless things like this are done the many (desirable) green initiatives occurring will not and cannot achieve significant social change
The reformist nature of these movements is understandable and inevitable, and are a very welcome beginning. As people become concerned to develop more sustainable ways of course they will start by supporting things like Permaculture and local agriculture. This is very healthy, but it is far from sufficient. It is inevitable that at first people will think about reforms, rather than see that fundamental structures of the system have to be scrapped. Over time quite different goals must be added, to do with replacing things like the growth economy.
It is also a serious mistake to assume, as many do, that the things happening now within movements like Transitions Towns will in time lead to the big radical structural changes called for above. Just building more community gardens etc. cannot lead to the establishment of a zero- growth economy. That goal can’t be achieved unless it becomes clearly and widely understood as necessary and unless a lot of work over time goes into designing and developing a zero-growth economy. If all you do is build more community gardens all you will end up with will be a consumer-capitalist society with more community gardens in it.
– So beware the mistakes that could waste your valuable time and energy! Each of us should think very carefully about what we can do that will make the biggest contribution. Again there are many (desirable and noble) “light green” actions that make no contribution whatsoever to the transition. For instance working to save the whale, increase recycling, stop wood chipping…are good causes… but they do nothing to move us towards a sustainable society, because that requires transition from consumer-capitalist society, and more recycling and forest-saving does not contribute to that. The best use of our scarce energies is to work within these light green campaigns and movements to try to spread the more radical global vision to ore people.
– Change will be rapid when it comes. The problems in consumer-capitalist society are intensifying. If we do achieve transition it will be via rapidly increasing discontent with the failure of the present society to provide.
– The breakdown of consumer-capitalist society will force us towards small, local economies whether we like it or not, to cooperate and to shift from high consumption. Local farms, jobs etc. will (have to) emerge as petroleum dwindles and transport and travel become too costly.
– It could be a very peaceful revolution…if we can get enough people to see the sense of moving to The Simpler Way. The rich and the corporations will have no power if enough of us decide to ignore them and to build our own local systems. The corporations and banks will probably soon be grappling with the breakdown of their systems and will not have the resources to block the initiatives people will be taking up in thousands of towns and suburbs. They can’t run armies and secret police forces very well without lots of oil.
– At this point in time our chances of a successful transition would seem to be very poor. Very few people have any idea that it is required, hardly anyone wants to even think about the need for transition to The Simpler Way, because it contradicts the most cherished values in modern Western Culture…and time is running out. Despite the efforts of a few over 50 years to draw attention to these issues the mainstream still refuses to think about them.
– Not only is working together to build elements of the Simpler Way the
best effective purpose for people concerned about the planet to put their energy into, it provides the best possibility of maintaining morale and enthusiasm. This strategy enables us here and now to practise and enjoy elements of the post-revolutionary society.
An Outline of a Practical Strategy.
Following are the steps we can start to take immediately, within our suburbs and especially in dying country towns, to start building the new local economies. ( It might take many years to get all these things going.)
Form a Community Development Collective.
A group must come together and form itself into a Community Development Collective (hereafter referred to as CDC.) Ideally the CDC will eventually develop into a mechanism for the participatory self-government of the town or suburb, but at first it might involve only a handful of individuals seeking to do a few humble things.
Set up a community garden and workshop.
The CDC’s initial goal is to identify and organise some of the locality’s unused productive resources of skill, energy, experience and good will so that a few people can start to produce for themselves some of the basic goods and services they need. The most promising first step is to establish a community garden and workshop, especially to involve low income receivers in the production of food and other items for their own use.
The CDC should then look for other areas in which further cooperative production to meet local needs could be organised. A promising early possibility would be bread baking. Once or twice a week a cooperative working bee might produce most of the bread etc. the group needs, again perhaps selling some to outsiders for cash. Another early possibility would be the repair of furniture, bicycles and appliances. The workshop could become a shop where surpluses are for sale. Scavenging from the locality, especially on council waste collection days, will provide furniture, appliances, bicycle parts and toys to be repaired and materials for use in the workshop. Other possible areas of activity would be cooperative house repair and maintenance, nursery production, herbs, poultry, honey, preserving and bottling fruits and vegetables, toy making, making slippers, sandals, hats, bags and baskets, car repair and the “gleaning” of local surplus fruit from private back yards.
Later the CDC would explore somewhat more complicated fields in which it could organise productive activity, such as planting fast growing trees for fuel wood, aquaculture based on tanks, simple house building and repairing, insulating houses, recycling and planting “edible landscapes” on public land.
These activities would also provide important intangible benefits, such as the experience of community and worthwhile activity. The involvement of local people who are not on low incomes would be important, especially gardeners, handymen and retired people. Ideally the garden and workshop would become a lively community centre with information, recycling, meeting and leisure functions. Specific times in the week should be set when all would try to gather at the site for the working bees, followed by a meal, discussions, entertainment and social activities.
Cooperatives would tally work time contributions and pay for these from later produce or income. This in effect creates our own money, enabling economic activity among the poorest people who have little or no money. This is the first step to an economy in which all participants can contribute time to many different productive ventures, earning the right to acquire the many different products our cooperatives and firms are producing, even though they might have no normal job or money. Some of the most viable CDC activities could in time become small firms run by a family or cooperative.
The huge significance of what we have done at this point could easily be overlooked. We have established a radically new economy, one geared to need not profit, one that is cooperative and caring, independent of market forces, and under our own local participatory social control. We now have the power to set up the enterprises we need, provide jobs and livelihoods, decide what will be invested in and developed, identify and fix local problems such as unemployment, and lend or give wealth and capital, for instance to organise working bees to build a shed for the new beekeeper. Our enterprises might be nowhere near as “efficient” or dollar-cheap as those the corporations can provide, but this is not important; what matters is that we can provide for ourselves, securely.
The significance of this step is immense. We have ceased to make reforms within the old society, we have started to establish a new economy to replace the old one.
Connect with the normal/old economy — stimulating the town’s internal economy.
The next step must be to enable people in this new sector to trade with the normal/old firms that exist within the locality. Right from the start we can sell small amounts of our produce to people in the town, (which also gives us a great opportunity to explain the project.) But more importantly the CDC must find out what things the new sector as a whole can start providing to some of the old sector firms in the town. For instance in the case of restaurants the answer is vegetables from the CDC’s cooperative garden.
We would not set up firms that compete with the existing small firms in the town. There is no net benefit in us setting up a bakery that wins all the scarce bread sales opportunities and therefore just puts people in the existing bakery out of work. We would compete against the supermarket where we could, because our goal is to replace its imports. Our focus must be on creating sales and jobs in a new economy involving those people previously excluded from economic activity. However this will not be possible unless the CDC finds items it can sell to the old firms or to people in the town.
It is in the interests of the old firms to join us enthusiastically, because this will enable them to increase their sales and their real incomes. They will be able to start selling to that large group of people previously not involved in much economic activity (e.g., because they were unemployed.)
Organise town working bees.
The development of the garden and workshop would have taken place through cooperative working bees. Before long the CDC should organise voluntary neighbourhood or town working bees, perhaps occasional at first but eventually occurring at set times aimed at developing the locality in ways that will make it more sustainable, e.g., planting fruit and nut trees in local parks, or building simple premises for new little firms. These activities can have powerful awareness raising effects within the town.
Organise committees
These research, monitor, organise, e.g., how to grow various things well, raise poultry and fish, graft fruit trees, run good little firms, buy in bulk, deal with water, wastes, liase with council, organise our financial affairs, provide for our self-education (e.g., on global affairs), monitor the quality of life, cohesion, and problems.
Start developing commons
…throughout the neighbourhood, such as sheds, tools, clay pits, patches for herbs, bamboo, fruit trees and timber. The working bees get the jobs done.
Organise market day
This would be organised mainly to sell CDC produce and products, and so that many people who do not operate firms or work full time for wages can gain income by selling items they produce in small volume through home gardens, craft activity or family produce.
Later start working on replacing imports to the town or suburb.
The proportion of the town or suburb’s consumption that is met by imported goods is typically very high. When goods are produced somewhere else and imported this means that the jobs that were involved in their production are not located in the town, and it means that money is flowing out of the town. The CDC should explore what items the town is most likely to be able to start producing to replace imports. Food is an obvious item. Other possibilities are fire wood, and house insulation as a replacement for imported energy, timber from woodlots, earth for building, and entertainment (concerts, plays, picnics, talks, festivals.)
Work on reducing the need for money in the first place.
The CDC must constantly focus attention on the importance of living simply, making things ourselves, home gardening, repairing, sharing and re-using. The fewer goods people consume the less that the town will have to import or provide. The more simple their demands are the more likely that these can be met from local resources. The more we do without or make for ourselves the less money we need to earn in order to buy things. Every dollar we can cut from our expenditure the less the town needs to produce for export.
The CDC should develop craft groups to increase home production. It could organise classes, skill sharing and display days for gardening, pottery, basket making, woodwork, cooking, sewing, preserving, sandal making, weaving, leatherwork, blacksmithing, etc. It would list skilled people willing to give advice or run classes. It would also list sources of materials, especially those free from the commons such as bamboo clumps, reed beds and clay pits. The CDC could develop recipes for nutritious but cheap meals mainly using plants (and weeds) that grow well locally. It would run field days and visits, and bring in experts, to increase our knowledge and skills.
Leisure, entertainment, celebrations, festivals and culture.
One of the committees within the CDC should focus on the possibilities for providing local entertainment, especially including regular concerts, dances, visiting artists, drama groups, craft and produce shows, art galleries, picnic days, celebrations, rituals and festivals. We would organise our own news services, such as occasional bulleltins gleaning material from global sources on sustainability and quality of life themes. Eventually the main news media will be local radio stations.
Form a town bank (or credit union) and business incubator
This creates the power to set up the kinds of firms the town needs. For example we can lend capital, and organise working bee labour to develop premises for the boot repairer, whether or not it is profitable. We would debate and vote on the bank’s rules and elect our own board. The business incubator helps new firms to get going. Both institutions assist old firms in the town that are failing (as oil scarcity hits transport and imported goods) to shift to production of needed items. Thus we would eventually take control over the town’s economic development, eliminating unemployment and creating the firms we need, and ensuring that everyone has a secure livelihood and a valued contribution.
Develop collective spirit.
Emphasise cooperation, sharing, helping, solidarity, feeling of mutual support and security. Synergism multiplies good effects and brings out the best in all. (Competitive individualism brings out the worst.) This is no threat to individual freedoms – we just need to make the good of all the top priority.
The research and educational functions of the CDC.
The CDC must constantly study the local situation, working out what needs we have, what resources we have, and how to organise better ways. The most important functions for the CDC are to do with the education of people within the wider locality. After all the main point of the exercise is to bring people to understand the need for and the rewards offered by the new ways. All our activities such as working bees and market days provide opportunities for increasing awareness within the surrounding region.
Above all the goal must be to help people understand a) that there has to be vast and radical system change; a society based on affluence, growth, competition and market forces cannot solve our problems, and b) the Simpler Way defuses the problems while liberating us for a much higher quality of life. We in the CDC must clearly understand that the point of the project is not just securing comfortable “downshifted” lifestyles for ourselves within a society that remains a part of consumer capitalist society.
In other words it is important that the main goal of the CDC is changing the consciousness of the locality, so that we can move from implementing reforms within consumer society to replacing it with radically different institutions and ways.
Transition Conclusions.
If we do make it to a sustainable and just world order then the transition will have been begun by tiny groups of people who at some point in time have taken on this task of working out how they could start to move their towns and suburbs towards being highly self-sufficient and cooperative local economies. Governments cannot do it. Only the people of the town can learn their way to the procedures that work for them. Those ways cannot work unless all are energetic, conscientious citizens keen to live The Simpler Way.
The approach outlined is positive and immediate. It is not about destroying before we can start to build. It enables living in and enjoying the new ways, to some extent, here and now, long before the old system has been transcended. There is nothing to stop us starting this work immediately. Above all, given our global situation, what other action strategy makes as much sense? Is any other more likely to get us to The Simpler Way?
Permakültürle Kenti Dönüştürmek – Emet Değirmenci
“…topraktan bir şey almadan önce yerine ne koyacağını düşün!”
Maori sözü
Kentler kültürel, ekonomik ve sosyal birikimin yoğunlaştığı yerler olduğundan nüfusun da çok olduğu yaşam alanlarıdır. Yiyecek en temel gereksinmelerin başında geldiğine göre kentte bulunduğum sürece düşünmüşümdür; bu kadar yapılanmış çevrede bunca insan nasıl yiyecek bulabilir –hiç değilse bir kısmını nerede üretebilir diye… Aynı zamanda kentler tüketim odaklı endüstriyalist bir yaşam tarzının dayatıldığı mekanlar olduğundan ekolojik ve toplumsal krizin yoğunlaştığı yerler haline gelmiştir. Ancak kentte yaşayanlara ‘kırsala dönüp ekolojik bir yaşam kurarsan kurtulursun’ diyemeyeceğimize göre bulunduğumuz yerlerde çözüm üretmek durumundayız.
Öncelikle bir kent uzmanı olmadığımı belirteyim. Ancak yaşamımın büyük bir kısmını dünyanın en güzel, bazı yönlerden ise en sorunlu sayılabilecek kentlerinde geçirdim ve geçirmekteyim. Bu durumun aynı zamanda beni zenginleştirdiğini düşünüyorum. O halde benim kente bir borcum var, çözümün bir parçası olmalıyım. Ekolojik konulara uzun yıllardır kafa yoran biri olarak son beş yıldır permakültür odaklı edindiğim profesyonel deneyimler, bana kentte hem iyi bir gözlemci olmam gerektiğini hem de yukarıda Maori deyişinde belirtildiği gibi hep almayı değil, almadan önce yerine ne koyacağımı düşünmek gerektiğini daha iyi öğretti. Bu yazıda permakültürle yaşadığımız yeri nasıl ‘bizim’ kılabileceğimize bakmaya çalışacağım. Evimizin önünü temiz tuttuğumuz gibi, bizim olanı da kirletip yok etmeyiz hatta sahip çıkarız değil mi?
Ekolojik yaşam tasarımı diye tanımlanan permakültür organik yiyecek yetiştirmekten ötedir. Kentte yaşamımızı planlarken bir düşünelim; merkezileştirilmiş su ve elektrik şebekesi ya da ulaşım sistemi herhangi bir nedenle sekteye uğrasa yaşamımız ne kadar kendine yeterli olacaktır? Suyumuz ve yiyeceğimiz nerden geliyor ve bize ulaşana değin ne kadar ekolojik ayak izi ya da karbon ayak izi oluşturuyor? Komşularımızla ne kadar karşılıklı dayanışma ve yardımlaşma içindeyiz? Permakültürle tüm bunlara hem bireysel hem de toplumsal anlamda çözümler ararız. Karbon ayak izimizi azaltmak (hatta mümkünse yok edecek şekilde) yerelliğe dayanan tasarımlar yapmaya çalışırız. Üreteceğimiz tasarımlar biyolojik ve ekolojik bilgeliğe dayanıp zorluklara (herhangi bir afet anı dahil) dayanıklı olmalıdır. Bu nedenle çözümlerimiz yerel kültüre, iklime, coğrafyaya, sosyal yapıya ve daha bir dizi öğeye bağlıdır.
kentte permakültür olursa nasıl olur?
Permakültür küçük ölçekli alanlarda bolluk yaratmayı amaçladığına göre kentteki yaşam alanları buna iyi bir örnek teşkil eder. Bu yöntemle yarım dönümlük bir bahçeden dört kişilik bir ailenin yiyecek gereksiniminin yarıdan çoğu karşılanabilir. Bu kadar alanınız yok ve hatta apartman dairesinde yaşıyorsak yine de bir şeyler yapabiliriz. Örneğin, apartman ya da site yönetimini yağmur suyu hasadı yapmaya ikna edebilir, mutfak ve banyodan gelen gri suyu yeniden kullanıma sokabiliriz.
Bunların yanı sıra balkon bahçeciliği ve dikine bahçecilik gibi yapılabilecek yaratıcı uygulamalar bulabiliriz. Öngörülere göre su sorunumuzun gittikçe artacağını dikkate alınırsa önerilerime su tasarrufu odaklı devam edeceğim. Ankara’da bir arkadaşıma balkonunda şifalı otlar ve yenebilir çiçeklerden kilim desenli bir bahçe oluşturmayı önermiştim. Böylece hem balkonundaki alan genişleyecek hem de şifalı otlar mutfağında yanıbaşında olacaktı. İşte size Zon (Mıntıka) 0’da yani yaşadığımız evin içinde Zon 1 yaratmak. Burada tasarımlarımızda kullanılacak alanımızı kullanım sıklığına göre bölgelere ayırdığımızı anımsatmalıyım. Üstelik bu modelde yukardan azıcık su konmasıyla -eğer doğa dostu temizlik ürünü kullanıyorsanız hatta küllü suyu kendiniz yapıyorsanız- bulaşık suyunuzla tüm bahçeyi sulayabilecek ve salatanıza koyacağınız maydanoz, nane, kekik vb baharatlı otların kokusuyla salatanızı yiyeceksiniz. Buna ek olarak belki apartmanınızın tepesine kolektif bir çatı bahçesi yapabilir, hatta bir köşesini haftada bir paylaşacağınız potlaçlara ayırabilirsiniz. İstanbul’un göbeğinde yaşadığım yıllarda böylesi bir alan oluşturduğumuzu ve çocuklarımızın bile ortamdan ne kadar zevk aldığını hala anımsıyorum. Yalnız çatı çok güneş aldığından bitkilerinizi kanopi bahçesi olarak yerleştirmeniz önemli olabilir.
Bir de solucan kompostunun apartman dairelerinde dahi hiç kokusu olmadan yapılabileceğini yine kendi deneyimimden biliyorum. Solucan kompostu mutfağınızdan çıkan birçok biyolojik atığı toprağa dönüştürecektir. Bunun altından alacağınız suyla ve toprağıyla yapacağınız kompost çayı bitkilerin yaprakları ve dalları üzerine serpilirse, hem hastalıkları önler hem de büyümelerini hızlandırabilir. Evinizde direk güneş almayan bir yere koymanız yeterlidir. Ben bir sene boyunca yaşadığım dairede yer olmadığı için banyomda uyguladım ve gayet iyi çalıştı. Üstelik banyonun nemi de en sıcak yaz aylarında dahi kompostumuza serinlik sağlamış oluyor. Solucan şerbetinin balkon bitkileri için kullanımı çok pratiktir ve oldukça çekici bir rengi vardır. Avustralya’da çalıştığım organik yiyecek kooperatifinde şişeleyip satıyorduk ve yanlışlıkla meyve suyu sanılıp içilmesin diye şişenin üzerine uyarıcı etiket yapıştırıyorduk. Üç ayda bir solucan kompostunun en altında biriken toprağı ve solucanları ayırıp apartmanın bahçesindeki bitkilere koyduğunuzda onlar da bayram edecektir.
kolektif projeler toplum bahçeleri ve kent çiftlikleri
İstanbul’un eski bostanlarında ne kadar kolektif bir çaba vardı bilmiyorum ama çocukluğumda İstanbul Bostancı’daki bostanları biraz anımsıyorum. En azından gidip oradan soğan, marul, domates alırken yiyeceğimizin bir kısmının nereden geldiğini ve hangi koşullarda kimin yetiştirdiğini biliyorduk. Tarihsel olarak daha da öteye gidersek, bir zamanlar İstanbul tarihi yarımada çevresinin kentin yiyecek ambarı olduğunu biliyoruz. Günümüzde büyük bostanlara yer kalmadığına göre küçük ölçekli de olsa kolektif kent bahçeleri yaratabiliriz. Eğer kolektif bir ruhla yapılırsa kent toplum bahçeleri dediğimiz bu alanlar aynı zamanda sosyal olarak da topluma çok şeyler kazandırıyor.
Altı yıl önce Yeni Zelanda’nın başkenti Wellington’da bir kilise bahçesinin bir dönüm kadar alanını
atıklardan temizleyerek yenebilir bitkilerden oluşan bir peyzaj yarattık. Böylece hem atıl ve atık deposu haline getirilmiş bir toprak parçasını yeniden diriltmek hem de eğimli bir arazide nasıl tarım yapılacağı konusunda bilgi ve becerilerimizi geliştirmiş olduk. Daha öncesinde, kent belediyesinden talep ettiğimiz kentin göbeğinde bir başka alan daha vardı ki; oranın bize tahsis edilmesi neredeyse üç yıl uğraştırdı. Proje detaylarının kent belediyesi tarafından kabul görmesi ve yerel gruplara kendimizi anlatmamız çok çetrefilli bürokrasiyle uğraşmayı gerektirdi. Yaklaşık dört dönümlük bu alandaki toprak DDT’den orta düzeyde etkilenmişti. Toprağını iyileştirme (remediation) yöntemlerini de böylelikle beceri dağarcığımıza ekleme fırsatı elde ettik. Kendi insiyatifim olan “Innermost Gardens” adını verdiğimiz her iki proje de aynı zamanda çok kültürlülüğe hizmet ediyor. Şu anda çeşitli permakültür eğitimlerinden, okul çalışmalarında toprakla ilgili beceriler kazandırmaya kadar çok sayıda etkinlik için eğitim merkezi haline gelmiş durumdadır.
Türkiye’de ekolojik pazarların yanı sıra Toplum Destekli Tarım’a adım atılması sevindirici. Yakın çevrenizdeki bir grup insanla ortaklaşarak; örneğin İstanbul’da Şile, Çatalca, Silivri’deki çiftçilerin kendi arazilerinde yetiştirilmiş ürünleri tercih ediyor olmak o çiftçilerin doğrudan desteklenmesi anlamına geliyor. Böylelikle üretici ve tüketici arasında doğrudan kurulan organik bağlar mevsim dönüşümlerini toprakla ilintili birçok paylaşıma açık olacaktır.
Bunun yanında kent bahçelerinden daha büyük ölçekte bir mahalleliye yetecek çokyıllık bitki ve ağaçlardan (aralarında tekyıllıklar da olabilir) bir yiyecek ormanı yaratmak da mümkündür. Avustralya’dan İskandinavya’ya kadar artık pek çok şehirde kolektif yiyecek ormanları oluşturuluyor. Şimdi yaşadığım ABD’nin Seattle kentinde dar gelirlilerin yararlanabileceği ve emek koydukları 10 dönümlük bir alanı kapsayan büyük bir toplumsal yiyecek ormanı projesi oluşturmaya çalışıyoruz. Şunu tekrarlamalıyım ki; bu tür projelerde gelişmiş ve demokratik denilen ülkelerde dahi bir dizi engele karşılaşabiliyor. Dolayısıyla sabırlı ve kararlı olmalısınız!
okullarda kolektif yiyecek peyzajları
Anadolu kültürünün bitkilerle tedavi birikimi bir hayli köklüdür. Bu zenginliği henüz kaybetmemişken gelecek nesillere taşımamız iyi olmaz mı? Örneğin, bahçesi olan okullarda bir bölüm yenebilir peyzaja dönüştürülebilir. Olmayanlara ise pencerede perde şeklinde atık (plastik tetrapak vb.) kutulardan bir pencere bahçesi oluşturabiliriz. Ve bunu çocuklarla ya da gençlerle yapacağınız bir proje haline getirebilirsek onlar da bu işten çok zevk alacaklardır. Genelde hidroponik denilen yalnızca suyla yapılan bu tür bir tarımı aslında az bir toprak kullanarak bitkilerimizi arada solucan suyuyla besleyerek de yapabiliriz. Örneğin, koşarken düşen bir çocuk aloverayı alıp dizine sürüp kendini tedavi edebilir. Bu durumda okulda kimyasallardan oluşan bir ecza dolabı yerine çoğunluğu bitkilerle tedaviyi esas alan doğayla bütünleşme kültürü geliştirebiliriz.
Bir diğer örnek de anaokulu çocuklarının dahi çok zevk aldığı tohum topları yapma etkinliği var. Örneğin, gelincik papatya vb. vahşi yerlerde yetişebilecek yabani meyve tohumları dahil toplayarak yapılan tohum toplarını ilkbahar ve sonbahar da okulun ya da mahalledeki yolun bir kenarına bırakıp gelişmesi öğrencilerle izlenebilir.
Bugün gelişmiş ülkelerin çoğunda çocuklara ve gençlere sağlıklı yiyecek programları sunuluyor. Daha duyarlı okul yönetimleri bunu -okula kompost tuvalet yapmak gibi- permakültür uygulamalarına kadar götürebiliyor. Öyle ki, okul kantinlerinde öğrencilerin kendi yetiştirdiği sebze ve meyvelerden öğrenciler kendileri yiyecek hazırlayıp sunmaktalar. Hatta çocuklar, projelerine fon sağlamak için kafa yormaya ve pratik olarak bir şeyler yapmaya teşvik ediliyor. Oğlum ortaokuldayken yenebilir bitkiler bahçesini (bütçesi dahil) arkadaşlarıyla kolektif bir şekilde oluşturdu. Böylece hâkim eğitim sistemi birazcık da olsa sıkıcı olmaktan uzaklaşıp gerçek yaşamın bir parçası haline geliyor.
gözlem, deneyim ve paylaşım
Permakültür tasarımında alanla ilgili fiziksel olduğu kadar sosyal anlamda da dört mevsimlik (hatta olabiliyorsa daha fazla) bir gözlem yapılması önemlidir. Örneğin, Seattle’da kiralık evimin sahibi benim bir permakültür uzmanı olduğumu duyunca sevinmişti. İlk sorduğu bahçesindeki kara böğürtlenle nasıl başa çıkabileceği oldu. Bahçenin her yerini sarmış olan kalın köklü dikenli böğürtlenle başa çıkmak yağışı bol olan bir yerde kolay değildir. Buna çare olarak önce keçi sonra da domuz kiralamamız gerektiğinden söz edince ev sahibim güldü… Oysa gerçekten bunu iş edinen keçi ve domuzlar vardı. Hatta çevre düzenleme uzmanları, “eyvah ekonomik krizin olduğu bu yıllarda işimizi keçilere ve domuzlara kaptırdık” diye serzenişte bulunuyorlardı ve bu tür haberler basına da yansıyordu. Ev sahibim Lorena gelip gittikçe bakıyor ve kayda değer bir değişiklik görmeyince bir gün bahçemi ne zaman yapacağımı sordu. Ben de, “acelem yok bakıyorum; biz permakültürcüler önce uzun süre bakar düşünürüz” dedim. Nasıl bir tasarım yapmalıydım ki var olan alanı maksimum düzeyde verimli olarak kullanmalıydım. Üstelik kiracı olarak da giderken toprağa, kendime ve dostlarıma geride bir şeyler bırakmalıydım. Buna kiracılar için permakültür diyoruz.
Ev sahibim benden neredeyse umudunu kesmiş olacaktı ki sık sık sormaktan vazgeçti. Ancak ilkbahara doğru gelip gördüğünde “şimdi ne demek istediğini anladım” dedi. 10 çeşit böğürtlen, sonbaharda topladığım yapraklar ve alışveriş yaptığım marketten getirdiğim atık kutuları kendi yaptığım kompostla birleştirince bahçeyi ilkbahar için ekime hazır hale getirmiştim. Çevresi renkli şişelerden oluşan yılan biçimli şifalı otlar sarmalı ise küçücük ön bahçemde gelip geçenlerin ilgisini çekmeye başlamıştı. Benim için de verandada kitabımı okumak ve çayımı yudumlamak daha zevkli hale gelmişti.
su kullanımı
Su gereksinimi yağmur hasadı dışında mahalle bazında kurulacak sarnıçlarından karşılanabilir. Meksika’nın Oaxaca Etno Botanik bahçesini geçen sene (2010) ziyaret ettiğimde bu bahçenin suyu yaz aylarında bahçenin altında bulunan ve bir dönüm kadar alanı kaplayan devasa bir sarnıçtan karşılanıyordu. Bu sarnıç tamamen yağmur suyu hasadıyla dolduruluyor. Elbette bitkilerin çoğunun o iklime dayanıklı olanlardan seçildiğini eklemeliyim.
Son yıllarda gri su dediğimiz banyo ve mutfaktan çıkan suyun yeniden kullanıma sokulması yaygınlaşmaktadır. Akiferin gittikçe kuruduğu ve tatlı suyunun yüzde bire kadar düştüğü dikkate alınırsa bizim de bunu vakit geçirmeden dikkate almamız iyi olabilir. Endüstriyel etkinlikler ve yanlış arazi kullanımı Türkiye’nin de iklim değişiminden hayli payını aldığını, hatta Avrupa’da Karbondioksit emisyonları en fazla ülkelerden biri halinde olduğunu gösteriyor. Bu durumda her damla suyun korunması ve yeraltında yeniden döngüye geçirilmesi gerekmektedir. Ayrıca kullandığımız atık suyun belki de kilometrelerce ötedeki tesislerde temizlendikten sonra (eğer varsa) denize verilmesinin gideri yine bizim cebimizden çıkıyor. Oysa kompost tuvaletler oluşturulması, gri suyunsa bahçede kullanılması doğrudan bir çözüm oluşturabilir. Bazı verilere göre yağmur, kar vb. suların akiferde birikmesiyle dünya su stokunun sadece %1-5 arası bir kapasite yaratılabildiği söyleniyor. Bunu artırmanın önlemlerini bugünden almazsak su çatışmalarının arttığı bir gelecek bizi bekliyor olacaktır. Bunun yanında suyun özelleştirilmesinin ve akan dereler önünde barajlar yapmanın da en büyük tehlike olduğunu eklemeliyim.
kurulacak yeni kentler köy düzeyinde olmalı
Bu kadar sosyalleşmeyi seven bir toplum olarak sokakları ve kamusal alanları geri istemeliyiz. Kavşak noktalarını, bankları, açık hava toplanma yerlerini ve toplumsal imece evlerini yeniden yaratmalıyız. ABD’nin Oregon eyaletinde Portland kent halkı toplumsal ve ekolojik dönüştürme projeleri konusunda yalnızca ABD ye değil dünyaya örnek oluyor. “Kenti Onarma” (City Repair) adı altında gerçekleşen projeler her yıl 10 günlük bir festivalde uygulamaya dönüştürülüyor.
Bu etkinliklerde permakültür uygulamalarından eko köy tasarımlarına ve evsizler ve toplum dışına itilen diğer insanların projelerine yer veriliyor. Kavşaklar sanatsal bir şekilde yayalar için onarılıyor. Geri dönüşümlü doğal malzemelerden oturma yerleri, heykeller yapılıyor ve motifler yapılıyor. Bu toplumsal projeler imece şeklinde kolektif bir şekilde gerçekleştiği için ne belediyeye fazla yük oluyor ne de büyük paralar gerektiriyor. Böylece kente yaşayan bir kimlik kazandırıyor. Kentte bisiklet neredeyse temel ulaşım aracı haline getirilme durumundadır. Böylelikle orada yaşayanlar kendi emek verdiği köşe için ‘bizim’ diyor gerekirse ona zarar veren kişiyi uyarıyor. Aynı zamanda ‘kent arabalar için değil insanlar içindir’ mesajı veriliyor.
Bu sene 10. su yapılacak olan Portland City Repair projesinin öncüsü Mark Lakeman bir kent tasarımcısıdır. Lakeman’ı çeşitli konferans ve toplantılarda birçok kez izledim. Kentlerin tarihsel gelişimine bakarak, “Biz hepimiz aslında köylüyüz. Kenti köy haline dönüştürmek lazım” der. Yapılan etkinliklerin adına da ‘Village Building Convergence’ bir başka deyişle ‘Köy Yaratma Birlikteliği’ deniliyor. Kenti büyük ve atıl olmaktan ancak onu küçük birimlere bir başka deyişle köylere bölerek gereksinmelerimizin çoğunu yerel olanaklarla karşılayabilir, karbon ayak izimizi azaltabilir yabancılaşmanın büyük ölçüde önüne geçebiliriz.
Yukarıda söz ettiğimiz permakültür zonlarında (mıntıkalarında) kenti tasarlarken ya da revize ederken yaşam alanlarını daha fonksiyonel hale getirebilir böylelikle de karbon ayak izimizi daha da aza indirirken zamandan da tasarruf etmiş oluruz. Lakeman bu hareketi başlattıklarında yaptıklarının büyük bir kısmının yasal olmadığını ekliyor. Diyor ki, “ama yerel yönetime daha iyi uygulamalar için yardımcı olduk”. Görüyoruz ki yurttaş olarak verilenle yetinmemek daha iyisi için permakültürün bir diğer ilkesi gibi çözümü problemin içinde aramak, marjinal olanın yaratıcılığından yararlanmak daha güzel sonuçlar verebiliyor.
—
Bu yazı ilk olarak Mart 2011 tarihinde Arredamento Mimarlık Dergisinde yayınlandı.
KAYNAKLAR
-Pencere bahçeleri http://www.windowfarms.org/
-YZ deki InnermostGardens http://www.innermostgardens.org.nz/
– Meksika’nın Oaxaca kentindeki EtnoBotanik bahçesinin yeraltı su sarnıcı- http://gardenerinmexico.blogspot.com/2007/08/oaxaca-ethno-botanical-gardens.html
– Dünyada kullanılabilir ve su çatışmaları hkd- http://www.worldwater.org
-Seattle daki Permakültür Yiyecek Ormanı projesi- http://jeffersonparkfoodforest.weebly.com/
-ABD Portland Kenti Onarma Projesi- City Repair http://vbc.cityrepair.org
Toplumsal Permakültür Küresel İklim Değişim Yaralarını Sarar Mı? Emet Değirmenci
…bu gezegende permakültürcüler diğer gruplardan daha önemli işler yapıyor.
-David Suzuki
Yukarıdaki deyimi Kanadalı biyolojist David Suzuki ekolojik krizin yoğunlaştığı ve küresel iklim krizinin net olarak yaşandığı 20. yüzyılın sonlarında söyledi. Permakültürün doğayla uyumlu insan yerleşimleri tasarımı olduğunu biliyordu. Permakültürle insanın kendini doğanın efendisi değil, bir parçası olarak görmesinin mümkün olduğunun da farkındaydı.
Bazı gelecek tahmincileri ‘permakültür küresel iklim değişimine çözüm üretebilir’ diyor. Permakültürün babalarından David Holmgreen de bunlardan biridir. Holmgreen permakültürün, küresel iklim değişimine ilişkin öngörülerde yenilenebilir enerjilerin yanı sıra enerji yoğun olmayan sistem tasarımlarına dayanarak umut veren bir gelecek vadettiğini vurguluyor. Bu yazıyla bu durumun nasıl mümkün olabileceğini göstermeye çalışacağım. Öncelikle permakültürün ne olduğuna, sonra nasıl işlediğine ve gelecek öngörülerinde permakültürün yerine dikkat çekip, sonuç bölümünde de permakültürün küresel iklim krizine nasıl merhem olabileceğine (yerine göre kendi gözlem ve deneyimlerimden örnek vererek) dikkat çekeceğim.
Permakültür nedir ve nasıl doğdu?
Permakültür insan yerleşimiyle ilgili barınak ve enerji kullanımından toplumu yeniden kurmaya kadar bütünlükçü ekolojik tasarım yöntemidir. Permakültürün babası Avustralyalı Bill Mollison’un Bir Tasarımcının El Kitabı (1) nda değindigi şu nokta önemlidir:
… Bir permakültür sisteminde yapılacak iş en aza indirgenir. Atıklar kaynak haline getirilir. Sonuç olarak üretimde zenginlik ve aynı zamanda doğanın yeniden restore edilmesi sağlanır.
Permakültür kıtlık senaryolarına karşı bolluk, bir başka deyişle kendine yeterlilik yaratmayı amaçlar. Böylelikle kapitalizme ve endüstriyelizme karşı duruşu söz konusudur. Avustralya’da 7 yıl yaşamış biri olarak permakültürün neden dünyanın yeraltı suyu anlamında en kurak kıtasında doğduğunu anlayabiliyorum. Orada yaşadığım sürece uranyum madenciliğinden, asırlık ormanların yok edilmesine kadar bir dizi ekolojik etkinliğe katkı verdim. Bugün Avustralya’nın özellikle Mebourne, Sydney ve Brisbane gibi büyük kentlerinde mahalle bazında permablitz yani permakültür halk hareketi gelişiyorsa, bu aynı zamanda küresel iklim değişimi sonucu ülkenin karşılaştığı kuraklık ve susuzluk nedeniyledir. Kuraklık diğer ülkelerde yok mu diyeceksiniz. Ama Avustralya’nın yeraltı yapısı olarak dünyanın en kuru kıtası olduğunu unutmayalım.
Avustralya bugün permakültürü yasalarına geçirererek ülke politikasında permakültüre doğrudan yer vermeye çalışıyor. Permakültür üniversitelerin bazılarında yüksek lisans ve doktora eğitimi durumdadır. Umarım bir gün bu çabalar Avustralya ekolojisine olduğu kadar ekonomi ve politiğine de damgasını vuracak duruma gelir.
Avustralya’nın toprakları (Türkiye dahil dünyanın birçok yerinde olduğu gibi) hassasiyet bekliyor. Çok değil, 12 yıl önce o ülkeye göç ettiğim dönemde oğlumun bebekken Victorıa eyaleti ile New Sout Wales arasındaki büyük Murray Nehri kıyısında çektiğim fotografının yeri bugün adeta hayalet bir tablo oluşturuyor. Hayvancılık ve tarımda kullanılan kimyasallar o koca nehri kurutmuş durumdadır. O yanlış uygulamalar sonucu ülkenin bir kısmının hem toprağı tuzlandı, hem de bazı nehir ve dereleri kurudu. Bunun yanında dünyanın sekizinci harikası olarak bilinen Queensland kıyısındaki Great Barrier Reef mercanlarının renk ve canlılığı kaybolmuş, adeta bir kül tabakasıyla kaplanmış durumda. Hatta toprağı tuzlanan iç bölgelerde bazı evlerin duvarları yıkılıyor. Bunun yanında Avustralya’nın ekonomisinin madenciliğe dayandığını da anımsamak gerekir. Madencilik en fazla yeraltı suyu kullanan endüstridir.
Permakültürün kökü yerli/eski kültürlerde
Mollison permakültürün kökünün eski kültürlere ve yerli (aborijin) kültürüne dayandığını vurgular. Hatta permakültür sembolü; aborijinlerin bir düş zamanı (dream time) öyküsündeki yılanın çevrelediği doğayı ve onun yer ve gökle bağlantısını yansıtır. Mollison’un Japon doğal tarım felsefecisi ve çiftçisi Masanobu Fukuoka’dan da esinlendiği dikkat çeker. Fukuoka 96 yıllık yaşamının yaklaşık son 45/50 yılını endüstriyel tarımın yıkıcılığına karşı doğal tarım yöntemlerini geliştirip dünyayla paylaşmaya adadı. Fukuoka’nın deneyimlerini Ekin Sapı Devrimi kitabında toplayıp dünyada ilk kez yayınlanmasını sağlayan Amerikalı Larry Korn’la son yıllarda ortak çalışma fırsatım oldu. Kendisinden Fukuoka’yla ilgili öyküleri her seferinde başka bir tad alarak dinledim. Korn Fukuoka’nın öğrencisi olarak Japonya’nın güneyindeki ile çifliğinde geçirdiği zamanı ve Fukuoka ile ilgili kitaplara yansımayan izlenimlerini şöyle anlatır:
‘Sensei uzun saçlarım ve sakalıma rağmen beni sıcak karşıladı. Daha önce hiçbir yerde görmediğim (taneleri iri iri olan) pirinç tarlasına şaşkınlıkla yaklaştığımı görünce şöyle dedi: ‘Bu pirinç böyle muhteşem büyüdü. Çünkü bu tarla 25 yıldır hiç sürülmedi’ ” (2).
Doğaldır ki endüstriyel tarımın göz kamaştırdığı dönemde Fukuoka’nın yıllarca doğal tarım bilgi ve deneyimlerini derlediği kitabı uzun süre yayıncı bulamamış. Kimyasallar olamdan, toprağı belleyip sürmeden ona canlılık verilebileceğine kimse inanmamış. Oysa doğal tarım yöntemi bugün permakültür literatürüne girmiş durumdadır. Toprağa her yıl organik madde ilave ederek ona daha fazla can katılabileceği deneyimlerle kanıtlanmıştır.
Korn ayrıca Fukuoka’yı ilk kez Amerikaya davet ettiğinde Los Angeles’daki parklarda ve yol kenarlarında gördüğü her yeni bitkiyi nasıl heyecanla incelediğini paylaşır. Gezisi sonunda ABD’de en çok neyi ilginç bulduğunu sorar. Fukuoka’nın şu bu bitkileri demesini bekler. Fukuoka ise, “Los Angeles’taki insanların yağmuru nasıl uygunsuz buldukları” diye yanıt verir. “İnsanın bu denli doğadan kopmuş olmasına üzüldüm” der Fukuoka… Bu noktada Avustralya’daki aborijin arkadaşlarımın açık havadaki bir toplantı sırasında yağmur başlamışsa hiç istiflerini bozmadan konuya konsantre oldukları aklıma geliyor. Her bir damlanın kendilerini kutsadıklarını düşünürlerdi. Elbette sel felaketi altında yağmur altında kalmayı kastetmiyorum.
Permakültür Mollison tarafından 1970 lerde ‘kalıcı tarım’ (permanent agriculture) olarak geliştirildi. Daha sonraki yıllarda köktenci bir hareket olarak dünyaya yayılmaya devam etti ve ediyor. Örneğin, Afrikalıların bugün okullarda uyguladığı su kullanımını en aza indirgeyen Anahtar Deliği şeklinde bahçeler (Key Hole Gardens), Azteklerin ‘sihirli tenceresi’, Fransız ve Almanların kompost yığınından elde ettikleri enerjiyle sıcak su, Anadolu’nun saman evi ya da Hindistan’ın biyodinamik yöntemlerine ilişkin bilgi ve deneyim birikimi yüzyıllar öncesine dayanıyor. Ve bunlar şimdi permakültürde kullandığımız ekolojik teknik ve yöntemlerden bazılarını oluşturur.
Permakültür etik ve ilkeleri
Mollison’un permakültürü etik temellere dayanır. Endüstriyelist bir dünyada etik gittikçe unutulmuş ve hatta tozlu rafları boylamış durumdayken böylesi bir yaklaşım yararlıdır. Kapitalist toplum doğada kaynak olarak görmediği herşeyi yok eder. Çünkü doğası gereği sürekli büyüme üzerine kurulmuştur. Oysa her canlının doğup büyümeye ulaştıktan sonra durduğu bir nokta vardır. Küresel iklim krizini de tüketime dayalı bu doğrusal büyüme yarattı.
Permakültürün üç temel etik ilkesi ise Yeryüzünü Koru, İnsanları Koru ve üçüncüsü de Ürettiğinin Fazlasını Paylaş’tır. Buna dördüncü bir etik ilke ekleyenler vardır ki; o da nüfusa ve tüketime sınır getirmeye dairdir. Bence sorun tüketime yönelik politikalarla insanın kendini doğanın bir parçası olarak görmekten uzaklaştırılmış olmasındadır. Kendini doğanın bir parçası olarak gören insan zaten kendi türünü de sınırsızca büyütmeyecektir. Yoksa bu ne Çin’de olduğu gibi hükümet politikasıyla, ne de başka bir zorlamayla olur. Tek çocuk politikasıyla erkek egemen toplumda kız çocuklarının kürtaj çöplüklerini boylaması, ya da diri diri gömülmesi insanlığın utancı değil midir? Bunun yanında ekolojistler arasında dahi üçüncü dünya nüfusunu yeryüzünde bir ‘ur’ olarak görenler vardır.
Bir başka örnek de Güney Doğu Asya’dan: Küresel iklim değişimi nedeniyle zamanla ülkenin %70′inin sular altında kalacağı öngörülen Bangaldeş’te son yıllarda kadınları kısırlaştırma politikası izlenmesi söz konusudur. Bu durum; yerlilerin sayıca artmasını istemeyen beyaz adamın kontrol politikasını anımsatıyor. İklim politikası olarak karbon ticaretini yürürlüğe koymak isteyen kapitalist mantık Bangaldeş’in ya da Pasifik’teki adaların sular altında kalmaya başlamasının asıl sorumlusu değil midir?
Yerli dilinde Aotearo denilen Yeni Zelanda’da İnnermost Gardens adlı sığınmacı ve yeni göçmenler için bir permakültür projesi geliştirdiğim(iz) dönemde oranın yerlilerinden öğrendiğim bir şey oldu: Doğadan bir şey almadan önce yerine ne koyacağını düşün! Demek istediğimi bu tümce çok güzel özetliyor. Permakültürle insanlara doğanın bir parçası olduğunu anımsatmaya ve doğanın her acısının bizim de acımız olduğunu anlatmaya çalışmalıyız. Asıl sorun doğaya yabancılaşmış ve onu kullanıp atılacak ya da atık depolanacak bir nesne olarak gören hiyerarşik toplumsal sistemlerdedir! Dolayısıyla permakültürü insanın doğayla bozulmuş ilişkisini ve onun etkisini gidermeye yönelik olarak düşündüğümden yerine göre ‘ekolojik restorasyon’ demeyi tercih ediyorum.
Permakültürle ekolojik tasarımlarımızda, enerji ve su kullanımından arazi kullanımına kadar her elementin birden fazla işleviolması ve her elementin ise birbiriyle entegrasyonu en önemli noktalardandır. Bir sistemin çıktısı diğer bir sistemin girdisi olmalıdır ki, atık üretilmesin.
Sınır etkisi (edge effect) dediğimizde de kullanılacak alanı azamiye çıkarılırken farklı tür ve ekosistemi çeşitlenmesini de amaçlarız. Bu durum komşuyla olan maddi iletişimi de doğrudan ilgilendirir. Örneğin, bahçemizi çit ya da duvarla soğuk bir şekilde ayırmak yerine ortaklaşmayı artıran çok yıllı yenebilir bitkilerden oluşan böğürtlen, asma, vb. dikine büyüyebilen bitkilerden bir alan yaratabiliriz. Böylece hem bütünlüğü oluşan geniş yeşil alanımız olur, hem de komşumuzla ortak paylaşımımızı artırabiliriz. Anadolu’nun bazı yerlerinde iki tarla arasını ‘an’ olarak isimlendirirler. Oralarda en ilginç otlar biter. Bu da kanıtlıyor ki sınırlarda yaratıcılık vardır. Bir başka örnek insan yerleşimlerinden verelim. Örneğin, gerek İstanbul, İzmir gibi tarihsel olarak etniklerin yaşadığı mahalleler olsun, gerekse Batı ülkelerinde, hakim kültürün dışındaki etnik toplulukların alanlarında hem farklı tatlar hem de farklı renkler ve hatta mimari biçimleri göze çarpar.
Dünyanın başka yerlerinde olduğu gibi ABD’nin Oregon ve Washington eyaletlerinde post-karbon kentleri yaratma yolunda bir dizi önlem alınıyor. Bunlardan biri herkesin kompost yapması ya da bahçe ve mutfağından çıkan organik atıkları belediyenin topladığı günlerde hazır etmesidir. Bunun yanında kaldırım ve kavşaklara yenebilir bitkilerden bahçeler oluşturmak ve bahçede yetiştirilen sebze ve meyvelerin fazlasını satmak ya da değiştirmek ve hatta kentte 2 keçi, 4 tavuk ve arı kovanı bulundurmak yasallaşmıştır. Bu yolla hem yiyecek güvenliği sağlanırken hem de karbon ayak izinin yerelliğe odaklanılarak azaltılması amaçlanmaktadır.
Mıntıka ve Sektör (Dilim) analizi
Tasarımlarımızda göz önüne alacağımız başka önemli bir nokta ise zon (mıntıka) ve sektör (dilim) analizidir. Zonları işlevsel kriterlere göre tasarlayabilmemize rağmen sektörleri ekolojik olarak bir arada uyum içinde yaşayacak şekilde düzenleme yaparız. Çünkü sektörler arazi ya da proje ile gelen özelliklerdir. Bizim insiyatif alanımız dışındadır. Onları değiştiremeyiz ancak gözleyip veri toplayarak tasarımımızı ona göre yapabiliriz. Örneğin, bir hastane tasarlarken pasif ve aktif enerji kullanımına dikkat etmek için ğüneşin mevsimlere göre proje alanını nasıl selamladığı, hakim rüzgarların nereden estiği, eğer kaçınılmazsa yakınında olan fabrika bacasından gelebilecek kirliliğe karşı nasıl önlem alabileceğimizi dikkate almalıyız.
Zonlara gelince; arazimizin büyüklüğünü mümkünse beş bölgeye ayılarak en sık kullandığımız alandan en seyrek kullanacağımız alana kadar ve her bölgeye gereksinime göre işlev, hatta birkaç işlev yükleyebiliriz. Böylelikle şifalı otlar bahçesi (örneğin) hastane mutfağının en yakınında (Zon 1’de) yer alırken, yaban hayatına yer ayırdığımız vahşi yaşam koridoru ise hastanenin en uzağındaki (Zon 5’de) yer almalıdır. Böylece hastalar o kimsenin rahatsız etmeyeceği yerde meditasyon yapabilsinler. Ara yerdeki 3. Zonda tavukların ya da kazların meyva ağaçları altında gezinmeleri hatta keçilerin ziyaretçi çocuklarıyla iletişim kudrukları bir alan olabilir. Böylece tavuklar/kazlar serbestçe gezindikleri yerleri doğal olarak gübrelerken topraktaki salyangoz vb. ‘zararlıları’ yem olarak kullanacaktır. Doğayla bütünleşmiş yaşam emek yoğun olmakla birlikte eğer başından itibaren akılcı bir sistem tasarlarsak sonraki yapılacak işi aza indirgemiş oluruz.
Gelecek öngörülerinde permakültür
Endüstriyel yaşamda herşeyin en üst noktaya geldiği dikkate alınırsa enerji yoğun olmayan yaşam kurmamamız gerektiği kaçınılmazdır. Enerji kullanımı açısından önümüzdeki yüzyıl ve ötesi için baktığımızda dört senaryo göze çarpar (5). Bunlardan birincisi yukarıda bahsettiğimiz kapitalizmin devasa enerji kaynakları yaratarak sürekli büyümeye devam etmesidir. Bu durumda öteki gezegenlerde yeni istila alanları aramamız gerekiryor. İkinci senaryo ise teknolojik stabiliteye dayanıyor. Eğer nüfus artışını durdurursak kaynak tüketimi de kendiliğinden azalacaktır. Bu senaryoya göre kimin ne kadar tükettiği dikkate alınmamış oluyor. Sanki bir Amerikalı ile Bangladeşli ya da bir Anadolu köylüsü ile Sabancı’nın yarattığı karbon ayak izi eşitmiş gibi…Üçüncü senaryo ise enerji kullanımını azaltmaya ve toplumu endüstri öncesi yaşam koşullarına çekmeye yöneliktir. Aynı zamanda gerek ekonomik gerekse ekolojik krizlerle nüfusun bir kısmının kendiliğinden zaten yok olacağı varsayılır. Küçük ekoköy dizilerinden oluşan binlerce nüfuslu bir topluluk eger tepeden inme yönetiliyorsa ve kendileri yönetime katılamıyorsa onlar adına başkaları karar verirken demokrasi ne kadar işleyecektir? Dördüncü senaryo ise çöküştür. Bir başka deyişle gelinen noktada uyğarlığın zaten çökmeye başladığıdır… Bu durumda vahşi yaşama dönmekten başka çare yoktur.
Permakültür ise bize yalnızca çöküşle var oluş arasında ümit vadetmekle kalmaz. Aynı zamanda yaratıcı yöntemlerle toplumu yeniden şekillendirmeyi ve evrimine yardımcı olmayı amaçlar. Bunu yaparken de merkezi olmayan insani boyutta yeşil teknonolojiler önerir. Kısacası teknik stabilite ile yeşil teknolojiler arasında yaratıcılığın kullanıldığı bir alanı temsil eder. Sürdürülebilir yaşam tasarımları için eğer kendi kendini yöneten ve besleyen sosyal ve maddi sistemler kurarsak bunu sağlamak mümkündür.
Toplumsal permakültürle küresel iklim değişiminin yaralarını nasıl sarabiliriz?
Bugün geldiğimiz noktada yaşamın her alanında ekolojik restorasyon gereklidir. Öyleyse öncelikle insanın doğayla bozulmuş ilişkisini onarmaya odaklanmalıyız. Bir Toplumsal Ekolojist olarak toplumsal odaklı bir permakültürü benimsiyorum. Seller yükselirken bir adaya ya da dağ başına çekilip kuracağımız ‘permakültür cenneti’nde huzur bulmamız mümkün olmadığına göre…
Permakültürün kökü eskiye dayanmakla birlikte insanlığın bugüne kadarki pratik bilgi ve deneyim birikimi de önemlidir. Permakültürde uygun teknolojiler olarak tanımladığımız merkezileşmiş olmayan teknolojilerle kendimize yeten ve komşu köy ve kasaba ya da kentle dayanışan yaşamlar oluşturabiliriz. Bu noktada kuracağımız sistemin boyutu önemli olmakla birlikte nasıl yönetildiği daha da önem taşımaktadır. Örneğin, yenilenebilir enerji olarak yöreye uygunsa rüzgar tribününe evet. Ama eğer bir kasabanın tüm enerjisi tek bir rüzgar enerjisi firması tarafından kontrol altına alınmışsa bu da merkezileşme demektir. Ayrıca tasarımımıza göre bir sistemin çökmesi durumunda öteki sistem devreye girmelidir ki; bu şekilde sistemimiz dirençli olsun. Bu da permakültürün tek bir kaynağa bağlı kalmaksızın çeşitlilikten direnç doğar ilkesidir.
Araştırmalara göre endüstriyel hayvancılık ve tarımın iklim değişimindeki payı en az beşte birdir. Türkiye’nin de gittikçe artan erozyon ve kuraklıkla yüzyüze olduğu hesaba katılırsa hem var olan uygulamaları değiştirmeyi hem de her damla suyun koruması ve yeniden kullanıma geçirilmesi gerekir. Bu uygulamalar yağmur suyu hasadından, suyun yeraltında ve yer üstünde tutulması ve gri su dediğimiz mutfak ve banyo sularının yeniden kullanılmasını içerir. Buna ek olarak; kent yaşamında su kullanım oranının tuvaletlerde %26 civarında olduğu dikkate alınırsa, bir apartman dairesinde dahi kullanabileceğimiz ve hiç kokusu olmayan kompost tuvaletleri düşünmeye başlamanın zamanıdır sanıyorum.
Bugün küresel iklim krizinin toplumsal, sosyal ve ekonomik boyutlara kadar yaşamımızın her alanını etkilediği açıktır. Oysa kapitalist sistem doğadaki her şeye kaynak olarak baktığı sürece artan kuraklıkta ne dereleri ne de yerin altını rahat bırakacaktır. Türkiye’de derereler ve nehirler üzerine kurulacak iki bini geçen küçük hidro elektrik santral (HES ler) ve yüzlerce maden ruhsatı gelecegimizin su kriziyle karşı karşıya olduğunu gösteriyor. Elbette bunlara karşı duruşu sürdürmeliyiz. Permakültür uygulamalarıyla da bireysel olarak sürdürülebilir bir yaşam tasarlamanın ötesinde toplumsal değişimi amaçlarsak gerçek anlamda farklılık yaratmaya katkıda bulunabiliriz. Yoksa kapitalizm de yeşil teknolojiler kendini yeşillendirme çabasında…
Permakültür projelerinde ölçek önemli değildir. Bir dönümlük arazimizi planlayabileceğimiz gibi onlarca dönümlük ekoçiftlik veya ekoköy tasarlayabiliriz. 21. Yüzyılın başında Çin hükümeti permakültürcülere geleceğin eko kentlerini planlatmaya başladı. Günümüzün bir başka örneği de Afrika’dan: Zimbabve dahil bir dizi Afrika ülkesi kent ve kırdaki tarımı Afrikayı Planla (PlanAfrica ) kuruluşu altında permakültürcülere yaptırıyor ve bu ülke politikası haline gelmiş durumda. Türkiye’de belediyeler düzeyinde hareket edip çok geçmeden permakültür ve doğal tarım uygulamalarıyla kendine yeterliliğine adım atılmasını sağlamaya çalışmalıyız.
Yazının başlangıcında söz ettiğimiz David Suzuki’nin deyimi doğrudur. Permakültürcüler söz üretmekten ziyade iş üretmeye başka bir deyişle mümkün olanı göstermeye çalışırlar. Permakültür köktenci bir yaşam değişimi önerdiği için evrimci olduğu kadar devrimcidir. Hiçbir şey kendi başına var olmadığı gibi permakültür de ne eczacıdan alınıp sürülecek mucizevi bir merhem ne de spiritüel pratiklerle bir an kendimizi rahatlatacağımız ama sonra tekrar gerçekle yüzyüze geldiğimizde bunalıma gireceğimiz bir yöntemdir. Herkesin permakültürü kendine deyip en azından benimki tüm sistemi sorgulamaya yöneliktir. Elbette bu da birçok başka şeyden öğrenmeyi gerektiriyor. En önemlisi de neredeyse 15 yıllık permakültür tanışıklığı ve uygulamalarım bana permakültürün köklerinin Anadolu’daki bilge köylü yaşamında, Afrika’daki kadının anahtar deliği bahçesinde, Hindistan’daki çiftçinin biyodinamik tarımında ve Maorilerin toplumsal seramonilerinde olduğunu gösteriyor. O bilgelikleri bugünün gerçekliğiyle sentezleyebilirsek karbondioksit emisyonlarımızı 350ppm‘in dahi gerisine çekme kültürü geliştirebileceğimize inanıyorum.
—
[Yazı Üç Ekoloji Dergisi için yazıldı]
Kaynaklar:
1. Bill Mollison, Permaculture : A Designer’s Manual /Bir Tasarımcının El Kitabı.
2. Larry Korn, Fukuoka’nın kitabı ‘One Straw Revolution’ın (Ekin Sapı Devrimi, Kaos Yayınları) editörü .
Web sayfası: http://www.larrykorn.net
3. http://cityrepair.org/ Ekolojik mimar Mark Lakeman kurucularından.
4. Michael Doliner, Oil and War. http://www.swans.com/library/art13/mdolin21.html.
5.Gelecek Senaryoları- http://www.futurescenarios.org/content/view/16/31/
Demokrasinin Ötesinde: Doğrudan Demokrasi ve Anarşizm – Mutlu Dulkadir
Güncel demokrasi tartışmaları, ağırlıklı olarak demokrasi “sonrası” bir duruma dair açılımlar sunma yarışındaki modernizm karşıtı ya da sonrası yaklaşımları içeriyor. Burada ise, demokrasi düşüncesinin, hatta doğrudan demokrasinin “ötesi”ne taşan bir tartışma dile getirilecek. Bu tartışmanın ana ekseni anarşizmdir.
Anarşistler çok geniş bir görüş yelpazesine sahip olmalarının yanı sıra, kimi zaman mantıksal akıl yürütmeyi de sekteye uğratır şekilde, sistematik çözümlemelere karşı çıkan bir düşünce tarzını benimserler.[1] Ancak bu çeşitlilik içerisinde, “anarşizm”den anlaşılması gereken ne Orhan Gencebay’ın biçimsel nihilizmi, ne de çArşı grubunun çember A’sında ifadesini bulan futbol fanatizmidir. Anarşizm, “modern” biçimiyle muhtemelen Laçiner’in betimlediği gibi “Aydınlanma’nın asi çocuğu” olarak doğmuştur.[2] Ancak, Stirner’ın “bireyci”liğinden Bakunin’in “bizci”liğine, Proudhon’un “karşılıkçı”lığından Kropotkin’in “özgeci”liğine çeşitlenen tarihselliği içerisinde farklı çağrışımları da barındırır.
Anarşizm ve Temsili Demokrasi
Bütün bu farklı yolların ortaklaştığı noktada, anarşizmin bireysel tercihe öncelik tanıyan özgürlükçülüğü yatar. Anarşizmin hedefi, bütünüyle gönüllü örgütlenmelerden oluşan, devletsiz bir toplumdur.[3] Böylesi bir toplum, ancak zora dayalı bir güç, bir otorite olmaksızın örgütlenebilir.[4] Bu anlamda anarşistler, başta bireysel iradenin temsilciler aracılığıyla ifadesine dayanan temsil teorisi olmak üzere, demokrasinin birçok biçimini de reddederler. Temsilcilerin belirlenmesi, bireysel inisiyatifin denetlenmesi olanaksız bir üst organa devredilmesi anlamına gelir; bu da fiilen özgürlüğün yadsınmasıdır.[5] Rousseau’nun halka ait genel iradenin devredilmezliğinden söz ettiği, “Ne olursa olsun, bir ulus kendine temsilciler seçer seçmez, özgürlüğünü de, varlığını da yitirmiş olur.”[6] cümlesindeki gibi, anarşistler için de bireysel irade aynı şekilde devredilmezdir.
Anarşistlerin temsili demokrasiye yönelik çekincelerinin geçmişi, Bakunin’in 1870 tarihli Temsili Hükümet ve Evrensel Oy Hakkı makalesine kadar uzanır. Bakunin, bir ikiyüzlülük ve ebedi yanılsama sistemi olarak nitelendirdiği temsili yönetimi reddederken, evrensel oy hakkının siyasal ve ekonomik eşitliğe ulaşmak için kullanılmasının olanaksızlığını vurgular; çünkü bu hak, burjuvazinin diktatörlüğünü destekleyen bir araç olarak kalmaya mahkûmdur.[7]
Bakunin’den bu yana anarşistler temsili demokrasiye mesafeli yaklaşırlar. Seçimlere katılan “anarşist” bir partiye rastlamanın olanaksızlığı bir yana,[8] tarihsel anlamda anarşistler seçimlerde çoğu kez boykot çağrısı yapmışlardır.[9] Seçimler, sınırlı bir özgürlük alanı sunmakla birlikte, sembolik bir değere sahiptir. Bu yolla elde edilen kazanımlar, egemen sınıfların verdiği küçük tavizlerle, reformlarla sınırlıdır. Reformlara karşı olmamakla birlikte, anarşistler daha radikal dönüşümlerden yanadırlar.[10]
Modernizm Karşıtı Anarşist Nüveler
Ancak, anarşizmi bu “modern” bağlamıyla ele alma alışkanlığı, anarşizmin kendi içerisinde modernizm karşıtı nüveleri de barındırdığını görmemizi engellememelidir. Modernist söylemin özünü oluşturan “doğruluk temsilinin tekliği” savına yönelik itiraz(lar)a, Malatesta’nın yazılarında rastlamak mümkündür: “Ben bilimin yanılmazlığına inanmıyorum, ne her şeyi açıklayabilme gücüne ne de insan davranışını kontrol altına alma misyonuna inanıyorum…”[11] Feyerabend’den onlarca yıl önce dile getirilen bu görüşler, bilim felsefesi alanının ötesinde, politik düzlem üzerinden, post-modern eleştirinin görelilik söylemiyle örtüşerek de ifadesini bulur:
“Ben, önemli olan şeyin bizim planlarımızın, projelerimizin, ütopyalarımızın zaferi olmadığını düşünüyorum; zaten bunlar yaşam tarafından doğrulanmaya gereksinim duyuyorlar ve yaşam tarafından değişikliğe uğratılabilirler, geliştirilip zamanın ve mekânın gerçek ahlaki ve maddi koşullarına göre uyarlanabilirler.”[12]
Modernizm karşıtı eleştirilerin temelini oluşturan bir diğer nokta da, politik öznenin değiştiği vurgusudur. Buna göre, modernist eleştiriler, özneye yönelik genelleştirici bir tutum içerisindedirler;[13] burada, örneğin Marx’a göre “özne”, kapitalizm karşıtı mücadelelerin evrenselliğini temsil eden “proletarya”dır.[14]
Çoğu zaman, politik öznenin, Marksistler gibi anarşistler tarafından da “proletarya” ile eşdeğer olarak kurgulandığı ve bu iki grup arasındaki temel tartışmanın proletaryanın kurtuluşuna dair yöntemsel farklılıkla sınırlı kaldığı zannedilir. Oysa pek çok anarşistin sınıf ve devrimci özne algısı, Marksistlerin aksine, üretim ilişkilerinin biçimlendirdiği belirli bir “özne”yle sınırlandırılmış değildir. Yine, Malatesta’nın ifadesiyle: “Bizim istediğimiz anarşist devrim yalnızca tek bir sınıfın çıkarı ve özgürlüğe kavuşması içindir. Bu sınıf ekonomik, politik ve moral bakımdan tutsak edilmiş tüm insanların sınıfıdır.”[15] Buradaki, “ekonomik, politik ve moral bakımdan tutsak edilmiş”lik, Laclau ve Mouffe tarafından sonradan eşdeğerlilik zincirleri olarak betimlenecek olan, geçtiğimiz kırk yıl içerisinde gelişen yeni sosyal hareketlerin öznelerini çağrıştırmaktadır. Teklik vurgusu ise, muhalefetin bütünlüğüne yöneliktir, tek-biçimliliğe değil; çünkü zaten içerisinde öncüsüz bir çokluğu, ezilenler sınıfını barındırmaktadır.
Modernizm karşıtlığı tartışmaları, esasen post-modern dönemin güncel sorunlarına odaklanmaktadır. Bu dönem, aynı zamanda, “demokrasi sonrası” bir olgu olarak, özne(ler)in değişen konumuna da işaret eder. Kendi sosyo-politik konumlarıyla özdeşleşen bu özneler, devletten sürekli olarak demokratik haklar talep eden “alacaklı bireyler”e dönüşmüşlerdir. İnsel, şu anki dönemin de, modernitede olduğu gibi, kendilerini devamlı yeniden var eden “demokrasi özneleri”nin oluşturduğu bitmeyen bir demokrasi sürecine tekabül ettiğini belirtmektedir.[16] Buna göre, mevcut siyasal-hukuksal düzeni içselleştiren ve radikal taleplerle başkaldırma potansiyelini yitiren özneler, sorunlarını uzlaşma yoluyla çözme arayışındadırlar.
Öte yandan Baudrillard da, post-modern dönemde sınıfı ve sınıf çatışmasını öne çıkaran kuramların anlamlarını yitirdiği iddiasındadır.[17] Bu anlamda, “modern” bir teori olarak anarşizmin, “postmodern zamanlar”da geçerliliği kalmayan geleneksel kuramlar arasında olduğu ileri sürülebilir. Ancak, 1936 İspanya deneyiminden bugüne kalan anarşist mirasın, gerek günümüzdeki küresel kapitalizm karşıtı hareketlerin örgütlenmesindeki payı, gerekse Zapatist hareketin temsili demokrasi eleştirileriyle örtüşen yanı bu yargıyı tam olarak doğrulamamaktadır.
“Güç” ve “İktidar” Sorunu
Popüler tarihte İspanya İç Savaşı olarak bilinen, 1930lu yılların ikinci yarısında İspanyası’nda olan bitenler, muhtemelen anarşizm adına dünya üzerinde yaşanmış en kapsamlı toplumsal pratiği oluşturur. Büyük ölçüde anarşist sendika CNT tarafından örgütlenen işçiler ve köylüler, başta Katalonya ve Aragon bölgeleri olmak üzere, İspanya genelinde pek çok kent ve kasabada oldukça başarılı doğrudan demokrasi ve özyönetim örnekleri sergilediler. Hesaplamalara göre, 1936 yılında, sanayi bölgesi Katalonya ve kırsal yerleşmelerin ağırlıkta olduğu Aragon’da, ekonominin üçte biri çalışanların denetimi altındaydı. 1936 yazı ve sonbaharında İspanya’nın dört bir yanına yayılan kolektifleştirme dalgası, BBC-Granada’nın hazırladığı bir belgeselde[18], 1917-21 Rusyası’nın çok daha ötesinde, “Batı Avrupa tarihindeki en geniş işçi özyönetim deneyimi” olarak betimlenir.[19] İşçi ve köylülerin özyönetim deneyimleriyle sınırlı kalmayan bu demokrasi pratiği, iç savaşın başlarında Franko birliklerine karşı savaşan anarşist milisler arasında da yaygındır. Orwell’in aktardığına göre, “Generalden ere kadar herkes aynı parayı alıyor, aynı yemeği yiyor, aynı elbiseleri giyiyordu… Teorik olarak bir milis birliği, en azından, hiyerarşi değil, demokrasi”dir.[20]
İspanya deneyimi, anarşistler açısından önemli bir sorunu da gündeme getirmiştir. Bookchin’in vurguladığı gibi, İspanya’da anarşistler, “güç” sorunuyla başa çıkma konusunda yetersiz kalmışlardır. Başlangıçta, ellerindeki gücü göz ardı etme yolunu seçmişler, ancak zaman içinde CNT temsilcileri Cumhuriyetçi hükümete bakan vererek katılmaya razı olmuşlardır.[21] Bu, muhtemelen, anarşistlerin bir hükümet içerisinde temsil edildikleri tarihteki ilk ve tek örnektir.
Buradaki “güç” tartışmasının özünde, anarşizmin kendisini karşıtlığı üzerinden var ettiği, Türkçe’ye otorite veya iktidar olarak çevrilen “authority” kavramıyla, zaman zaman iktidar olarak çevrilmekle birlikte tam karşılığı güç olan, “power” kavramı arasındaki farklılık yatmaktadır. Anarşistler otorite karşıtıdırlar, ancak potansiyel bir araç olarak gücün kullanımını reddetmeleri yaşamsal gerçeklikle bağdaşmaz. Anarşistler, gücün, herhangi bir “iktidar” kurumsallaşması yaratmayacak şekilde, toplumun kendisi tarafından kullanılmasına olanak tanıyan alternatifler geliştirme yanlısıdırlar. Bundan sonraki tartışma, bu alternatiflerin ne olabileceği üzerinde yoğunlaşmalıdır.
Bookchin, iktidara katılımı isteksizce kabul etmek durumunda kalan CNT’nin, gücün kullanımı konusunda zafiyet içerisinde olduğu düşüncesindedir. Ölümünden önceki son birkaç on yılda kesin şeklini verdiği özgürlükçü belediyecilik projesini de bu kapsamda geliştirmiştir. Devletçi belediye yapılarını ortadan kaldırarak, özgürlükçü bir yönetim biçimi oluşturmayı, konfederalizmi hedefleyen Bookchin, demokratik katılımı yerel seçimlere girmek dâhil bir dizi öneri çerçevesinde geliştiren bir sistem önerir.[22] Görüşlerinin anarşist gelenekten ayrıldığı iddiasında olsa da, Bakunin’in Temsili Hükümet ve Evrensel Oy Hakkı başlıklı makalesinde geçen, “belediye seçimleri her zaman, halkın gerçek iradesini ve tavrını en iyi yansıtan seçimlerdir”[23] önermesinden haberdar olmadığını düşünmek akla yatkın değildir. Bu bağlamda, esasen Bookchin de anarşist gelenek içerisinde ele alınabilir.
“İktidar” ve “güç” sorununa ilişkin farklı bir çözüm önerisi, Zapatistler’in 1994 isyanı sonrasında Meksika’nın güneydoğusundaki Chiapas eyaletinde geliştirdikleri özyönetim deneyimiyle somut bir içerik kazanmıştır. Kökenleri anarşist geleneğe dayanmamakla birlikte, Zapatist hareketin, anarşizmin “temsili demokrasi” ve “iktidar”a yönelik eleştirileriyle örtüşen kaygılar taşıdığı görülmektedir. Geleneksel Marksist ve sol hareketlerin aksine Zapatistler, iktidarı ele geçirmeyi değil, “itaat ederek komuta etme” adını verdikleri stratejileri doğrultusunda, demokrasiyi derinleştirmeyi hedeflemektedirler. Buradaki “demokrasi” vurgusunu, temsili demokrasi içerisine sıkıştırılmış bir kavramsallaştırma bağlamında düşünmek yanıltıcı olacaktır. Markos’un “Kendilerini parlamenter solcu diye adlandıranlar dâhil, bütün politikacılar sınıfını defedeceğiz.”[24] derken vurguladığı gibi, politikacılar Zapatist terminolojide ayrı bir sınıf olarak görülür.
Zapatistler, denetimleri altında bulundurdukları Chiapas eyaletinin üçte birini kapsayan sık ormanlarla kaplı dağlık bölgede, otonom belediyeler, “iyi yönetim” konseyleri ve köy meclislerinden oluşan bir özyönetim modeli inşa ettiler. Bu model, yeni bir tür yöneticiler/politikacılar sınıfının ortaya çıkmasını olabildiğince engellemek amacıyla geliştirilen, delegelerin geri-çağrılabilirliği ve görevlendirmelerin kısa-süreliliği gibi önlemlerle desteklenmektedir.[25] Kuşkusuz, buna benzer demokratik yöntemler Zapatistler’in kendi “buluş”u değil, çeşitli sivil toplum örgütleri, sendikalar, taban inisiyatifleri vb. tarafından uzun zamandır kullanılagelen yöntemlerdir. Bunların yanı sıra, köy meclisleri gibi çeşitli demokratik mekanizmaların yerli kültüründen beslendiği iddiasında olan Zapatistler, bu kültüre içkin kimi geleneklere de sahip çıkmaktadırlar.
Zapatistler’i diğerlerinden ayıran yöntemlerin başında, ayrıntıları ilerleyen paragraflarda açıklanacak olan, “istişare” (consulta) olarak adlandırdıkları, önemli kararların alınmasında “yerli tabanı”na danışma pratiği gelir. Ancak, burada bir “taban”dan söz ederken, aynı zamanda daha üstte konumlanmış başka bir kurumsal yapıdan da bahsedildiğini akıldan çıkarmamamız gerekir. Bu yapılanma, EZLN adıyla bilinen, Zapatist Ulusal Kurtuluş Ordusu’dur. EZLN, örgütün izleyeceği yola ilişkin belirleyici kararların alınmasında “istişare” yöntemine başvurmayı tercih etmektedir.
EZLN’ye bağlı bütün yerli topluluklarının katıldığı “istişare” süreci, on iki yaşın üzerindeki herkesin tartışma ve oy verme hakkına sahip olduğu demokratik meclisler aracılığıyla gerçekleştirilir. Tüm katılımcılar, oylamaya öncesinde, konunun enine boyuna tartışıldığına ikna olmalıdırlar. İlgili mecliste yapılan oylamanın sonuçları, tartışmalara ve oylamaya katılanların sayılarıyla birlikte, üzerinde tartışılan temel noktalar ve görüşleri içeren bir raporda biraraya getirilir. Yerli topluluklarından gelen raporların toplamı da, Zapatist “istişare”nin sonucunu ortaya koyar. Politik gerilimler ve hükümet güçlerinin saldırıları gibi gerekçelerle zaman zaman geçici sürelerle askıya alınsa da, EZLN, “taban”a danışma yönteminden olağanüstü durumlarda bile vazgeçmemiştir.[26]
“İstişare”ye götürülecek meseleler çoğunlukla EZLN yönetimi tarafından belirlenmekle birlikte, sonuçta, ortaya kimi zaman yönetimin eğiliminin aksi yönde kararlar çıkabildiği görülmektedir. Bunlardan belki de en önemlisi, yönetimin tercihine rağmen alınan 1994 isyanı kararıdır.[27] Öte yandan, Zapatistler, politikacılar sınıfına sert eleştiriler getirseler de, EZLN yönetiminin “taban”la arasında belirli bir mesafe olduğu açıktır. “İtaat ederek komuta etme” yaklaşımı, Zapatist bölgelerde yaşayan yerel halka, Meksika temsili demokrasinin önerdiğine kıyasla katılım bağlamında çok ileri bir demokrasi, bir tür “istişari demokrasi” olanağı sunmaktadır. Ancak madalyonun görünmeyen yüzü, EZLN’nin esasen tipik bir hiyerarşik ordu örgütlenmesi olduğu gerçeğini gözlerden uzak tutmaktadır.
Bu anlamda, Zapatistler, “güç” sorununa somut bir çözüm önerisi getirirken, başka bir sorunu, örgüt-içi işleyiş meselesini çözümsüz bırakmışlardır. Birkaç paragraf önce değinildiği gibi, tarihte demokratik yöntemlerle işleyen milis örgütlenmelerine de rastlanmaktadır. EZLN’nin kendi içindeki demokrasi-dışı, hiyerarşik emir-komuta zincirinin aksine, anarşistler, kendi gerilla örgütlenmelerinde demokrasi uygulamalarına yer vermişlerdir. Zapatistler’in yetersiz kaldığı bu noktada, anarşistlerin tercihi çok daha demokratik açılımlar sunmaktadır.
Küresel Kapitalizm Karşıtı Hareketin Tercihi
Anarşizm, İspanya “yenilgisi”nden tam altmış yıl sonra, ilk kez 1999’da küresel ölçekte bir hareket olarak siyasal gündemi belirleme şansına yeniden sahip olabildi. Kuşkusuz 1968 sonrasında gelişen yeni sosyal hareketler, Marksizm’in ekonomik indirgemeciliğini yıkarken, anarşist geleneğin özgürlükçü doğasını yeniden anımsatıyordu. Ancak aynı dönemde, Marksizm, henüz bir örgütlenme tarzı olarak küresel ölçekte belirleyiciliğini sürdürüyor, sosyalist “devlet”ler de varlıklarını koruyordu. Marksist diktatörlüklerin yıkılışıyla birlikte, 1990lı yıllarda otoriter olmayan kapitalizm-dışı alternatifler tartışılırken, Marksizm içerisindeki görece zayıf Troçkist, otonomist, özgürlükçü gelenekler ön plana çıkmaya başladı. Bütün bu gelişmeler, ister istemez anti-kapitalist anti-otoriter radikal devrimci bir gelenek olan anarşizme yönelik ilginin de artmasına neden oldu.
18 Haziran 1999 günü, Köln kenti, G7+Rusya zirvesine ev sahipliği yaparken, başta Londra olmak üzere dünyanın dört bir yanında da protesto gösterileri düzenleniyordu. İngiltere başkentini tam anlamıyla “kilitleyen” bu protestolar, sonraki yıllarda Seattle, Prag, Cenova gibi pek çok başka yerde gerçekleştirilen benzeri kitlesel gösterilerin de önünü açtı. Süreyyya Evren’in bir yıl öncesinden “Üçüncü Anarşist Canlanma” olarak öngördüğü[28] bu hareketlenme, küresel ölçekte yaygınlaşırken, öncekilerden farklı bir örgütlenme tarzını da beraberinde getirdi. Graeber, bu yeni harekete, sağdan ve soldan yöneltilen “ideolojiden yoksun”luk eleştirisinin geçersizliğini ispatlarken, doğrudan demokrasiye atıfta bulunmaktadır.
Bu hareketin başlıca özelliklerinden birisi, öncekilerden farklı biçimde siyasal partiler gibi yukarıdan aşağıya örgütlenmeler yerine, merkezsiz, hiyerarşisiz, taban örgütlenmelerinden oluşmasıdır. Bu bağlamda, burada artık anarşist örgütlenme tarzının belirleyiciliğinden söz edilebilir. Öte yandan, “ilgi” (“affinity”) grupları olarak anılan küçük örgütlenmelerin, gerek kendi iç-işleyişi, gerekse birbirileriyle ilişkileniş biçimleri de eski gelenekten ayrılmaktadır. Oylamaya dayalı klasik demokrasi anlayışı yerine, artık, bir şekilde fikir birliğine ulaşmayı amaçlayan uzlaşma yaklaşımı esas alınmaktadır.[29] Böylece demokrasi tartışmalarında sıklıkla karşımıza çıkan azınlık-çoğunluk ikilemi de büyük ölçüde aşılmış olur. Bu noktada “imdadımıza yetişen” yine Malatesta’dır. Çoğunluk ile azınlık arasındaki kaçınılmaz anlaşmazlık ve olası gerilimler üzerinde odaklanan Malatesta, demokrasiyi çoğunluğun yönetimi olarak nitelendirerek, “çoğunluğun yönetimi”nin azınlığın haklarına saygı göstereceğinin garantisi olmadığını vurgular.[30] Bu anlamda, en ideal karar alma biçimi, çoğunluğun iradesi değil, uzlaşmadır:
“Anarşistler, yaşamın ortaklaşa yaşandığı yerlerde, azınlığın sık sık çoğunluğun fikrini kabul etmek durumunda kaldığını kesinlikle bilir ve kabul ederler… Fakat, bu tür bir uyarlanma, karşılıklılık ve gönüllülük temelinde olmalıdır ve gereklilik bilincinden ve inatçı bir ısrarcılık yüzünden toplumsal işleyişin felce uğramasından sakınmaya yönelik bir iyi niyetten kaynaklanmalıdır. Böyle bir uyarlanma, bir ilke ve meşru bir norm olarak dayatılamaz. Bu, genel olarak gündelik yaşamda tam olarak gerçekleştirilmesi belki güç olan bir idealdir; fakat, anarşinin, her insan topluluğunda çoğunluk ile azınlık arasındaki fikir birliğinin kendiliğinden ve özgürce, şeylerin kendi doğal düzeninden kaynaklanmayan her tür dayatmadan bağışık biçimde gerçekleşmesi yaklaşımıyla çok daha uyum içindedir.”[31]
Bu noktada, karar alma yöntemine ilişkin tartışmada, oyçokluğu ile uzlaşma önerileri karşı karşıya gelmektedir. Geleneksel demokratik yöntemler, bu süreçte oyçokluğunu önerirken, Malatesta, azınlığın çoğunluğun kararlarına saygı göstermesini kısmen kabullenmekle birlikte, en ideal yöntemin uzlaşma olduğunda ısrarlıdır. Küresel kapitalizm karşıtı hareketin tercihi de bu yönde olmuştur.
“Doğru”dan Demokrasi: Kura Demokrasisinden Seçim Demokrasisine[32]
Kuşkusuz, doğrudan demokrasiden söz eden bir yazıda Atina’yı anmamak olmaz. Kadınların, kölelerin ve yabancıların demokratik haklardan yoksunluğu bir yana, Atina demokrasisi sıklıkla köle emeğine dayandığı eleştirilerine maruz kalmıştır. Ancak bazı kaynaklarda, demokratik haklara sahip Atina (erkek) yurttaşlarının çoğunluğunu, köle sahiplerinin değil cüzi ücretle çalışan erkeklerin oluşturduğu vurgulanmaktadır.[33] Burada, bu kısır tartışmaya odaklanmak yerine, Atina demokrasi pratiğinin günümüz “demokrasi” uygulamalarında gözlerden kaçan bir başka yönüne dikkat çekmek istiyorum.
Bilindiği gibi, çağdaş siyasal parti örgütlenmelerinin geçmişi topu topu iki yüzyıl kadar öncesinin İngilteresi’ne dayanmaktadır.[34] Seçim demokrasisine dayalı güncel temsili demokrasi pratiği, esasen kapitalizmin içsel dinamikleriyle uyumlu bir tür “demokratik rekabet” arayışından öte bir şey değildir. Bu “demokratik” rekabet, hemen herkesin farkında olduğu gibi, maddi gücün yanı sıra, ağzı daha iyi laf yapabilen ve kalemi daha iyi olanların, diğerlerini ikna yeteneğine ve çoğunlukla da aldatma becerisine dayanır. Buradaki “temsilci” çoğu zaman kendisini seçen grubun bir tür “sözcü”sü olduğu iddiasındadır; üstelik aynı sınıfsal, sosyal, ekonomik, cinsel, dinsel, etnik vb. statüden gelmesi de gerekmez.[35]
Atina demokrasisi ise, bugünkü “demokrasi” algımızın benimsemekte zorlanacağı şekilde, belirli bir örneklem (Atina özelinde bir mahalle, “deme”) içerisinden kurayla belirlenenlerin temsiline dayanmaktadır.[36] Burada bir tür “temsilci”lik varsa bile, ait olmadığı bir topluluk adına “sözcü”lük yapan günümüz “vekil”lerinin aksine, “sonradan kazanılmış” bir unvan değil, ilgili topluluğun gerçek üyelerinin temsili söz konusudur. Kimin nasıl seçileceği basit bir olasılık meselesidir ve kuranın kendisinin güvenilirliği dışında demokratik anlamda fazlaca endişeye mahal kalmamaktadır. Maddi olanaklara sahip olmayanların yanı sıra, hitabet yeteneğinden yoksun olanlar da, diğerleri kadar yönetimde yer alma şansı bulabilmektedirler. Kura yöntemini tamamlayan ikincil bir unsur olarak “rotasyon”un da işin içine girmesiyle, yurttaşlar arasında şansların eşitliği önemli ölçüde sağlanmış olur. Yönetim görevlerinin üstlenilmesini istatistiksel bir olasılığa indirgeyen bu yöntemin, “iktidar”ın kurumsallaşmasını kısmen engelleyebileceği de ileri sürülebilir. Bununla birlikte, sınıfsal farklılıkların varlığını koruduğu bir toplumda gücü ele geçirmeye yönelik mücadelelerin olmayacağını düşünmek safdillik olur.
Kura yöntemi, seçim demokrasisine dayanan temsili demokrasinin yaygınlaşmasıyla birlikte, antikitenin nostaljisi içerisinde kaybolup giden bir “mizansen” olarak tarihteki yerini aldı. Öte yandan, “kura demokrasisi”nin sol ve muhalif hareketlerin kendi toplumsal örgütlenme pratiklerinde hemen hiç gündeme getirilmemiş olması, olsa olsa, bu hareketlerin kapitalizmle kurdukları göbek bağının “doğru”dan demokrasiyle olandan çok daha sağlam olmasıyla açıklanabilir.
Sonuç
Seçim yöntemine dayalı temsili demokrasi sistemi, alternatif karar alma yöntemlerinin olanaklılığını görmemizi engelleyen, demokrasi tahayyülümüzü sınırlandıran bir perde gibidir. Bu perde, Chiapas yerlilerinin meclis geleneği ve antik Atina’nın kura demokrasisi gibi keşfedilmeyi bekleyen çeşitli yöntemlerin üzerini örtebilir, ancak bunlardan birisinin, günün birinde, İspanyol işgalinden 500 yıl sonra gerçekleşen Zapatist isyanla yeniden gündeme gelmesini engelleyemez.
Günümüzdeki alternatif demokrasi arayışları, tarihten beslenen tekil örnekler dışında, küresel kapitalizm karşıtı anarşist praksisinin karar alma yöntemine ilişkin tercihinden de beslenmektedir. Anarşist yöntem, yatay örgütlenme pratiğinin yaygınlaşmasındaki katkısının yanında, çoğunluğun ebedi galibiyetiyle özdeşleşen oyçokluğu yöntemi yerine uzlaşmayı koyarak, muhalif hareketlerin karar alma süreçlerinde köklü bir dönüşüm yaratmıştır. Bilinen anlamıyla “demokrasi”nin ötesine taşan bu pratik, “başka bir demokrasi”nin olanaklılığını da kanıtlamaktadır.
Bütün bu tartışmalardan ortaya çıkan önemli sonuçlardan bir diğeri de, doğrudan demokrasinin öncelikle yerel düzeyde işlevsel olabileceğidir. Antik Atina’dan, Chiapas ve Katalonya’ya, burada değinilen demokrasi pratiklerinin tamamı bu ölçektedir. Öte yandan, gerek Bakunin, gerekse Bookchin ve hatta “toplumsal sözleşme” kuramını Cenevre kenti ölçeğinde öngördüğü söylenen Rousseau’nun, görece küçük toplumlardaki demokrasi sorunlarına odaklandıkları gözden kaçırılmamalıdır. Kuşkusuz, bir sonraki aşamada karşılaşılacak olan soru(n), yerel toplulukların diğerleriyle ilişkilenme biçimi üzerinde duracaktır. Bu soruya, federalizm ekseni dışında aykırı bir yanıt arayışında olanların, Kaos Yayınları’nın Türkçeleştirdiği, p.m. imzasıyla yayımlanan Bolo’bolo kitabına bakmalarını öneririm.
Not: Burada tartışılan konuya ilişkin daha kapsamlı bilgi ve değerlendirmeler için, Ocak 2008’de, Algıyayın tarafından, Doğrudan Demokrasi: Zapatist Özyönetim Deneyimi adıyla kitaplaştırılan yüksek lisans tezime göz atılabilir.
[1] Robert A. Dahl, Demokrasi ve Eleştirileri, (Çev. Levent Köker), Türk Siyasi İlimler Derneği – Türk Demokrasi Vakfı, Ankara, 1993, s. 44.
[2] Hans Magnus Enzensberger, Anarşinin Kısa Yazı, (Çev. Mehmet Aşçı), Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1993, s. 14.
[3] R. Dahl, 1993, s. 43.
[4] (Der.) Vernon Richards, Malatesta, (Çev. Zühal Kiraz), Kaos Yayınları, İstanbul, 1999, s. 10.
[5] “Temsil-i Reddiye’den Redd-i Temsiliye’ye”, Kara Dergisi, Sayı: 1, s. 12-13, Ekim 1996, s. 12.
[6] J. J. Rousseau, Toplum Sözleşmesi, (Çev. Vedat Günyol), Çan Yayınları, İstanbul, 1974, s. 130.
[7] (Der.) Sam Dolgoff, Bakunin, (Çev. Cemal Atila), Kaos Yayınları, İstanbul, 1998, s. 229-233.
[8] Bunun istisnalarından birisi, Almanya’da sistem karşıtı propaganda amacıyla temsili demokrasiyi kullanan Anarşist Pogo Partisi’dir.
[9] H. M. Enzensberger, 1993, s. 107.
[10] V. Richards, 1999, s. 65.
[11] a.g.e., s. 27.
[13] Hakan Kubalı, Liberal Demokrasinin Eleştirisi, Radikal Demokrasi, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 1997, s. 148.
[14] Saul Newman, “Radikal Siyasetin Geleceği Üzerine”, (Çev. Kürşad Kızıltuğ), Siyahi, Sayı: 3, Mart-Nisan 2005, s. 122.
[15] Enrico Malatesta. Apolitika, Nisan 1995, Sayı: 3.
[16] Ahmet İnsel, “Post-Demokrasi, İyi Yönetişim ve Caudillo”, Birikim, Sayı: 223, Kasım 2007, s. 29-31.
[17] Gencay Şaylan, Postmodernizm, İmge Kitabevi, Ankara, 2002, s. 242.
[18] The Spanist Civil War (Part Five, “Inside the Revolution”) adlı belgeselden aktaran Murray Bookchin, To Remember Spain, AK Press, Edinburgh, 1994, s. 68.
[19] a.g.e., s. 43.
[20] George Orwell, Katalonya’ya Selam, (Çev. Jülide Ergüder), Alan Yayıncılık, İstanbul, 1985, s. 40.
[21] 4 Kasım 1936’da, Cumhuriyetçi hükümete dört “anarşist” bakan girmiştir. http://www.spunk.org/texts/places/spain/sp001780/chap1.html
[22] Murray Bookchin, “Komünalist Karar Anı”, (Çev. Sezgin Ata), Toplumsal Ekoloji Dergisi, Sayı: 1, Bahar 2002, s. 31-46.
[23] S. Dolgoff, 1998, s. 234-235.
[25] Andrew Flood, “The Zapatistas, anarchism and ‘Direct democracy’”, Anarcho-Syndicalist Review, Issue: 27, Winter 1999.
[26] “Yerli tabanı”nın katıldığı yerel ölçekli “istişare”ler dışında EZLN, zaman zaman ulusal ve uluslararası “istişare”lere de başvurmaktadır. Ancak bunlar, yerli topluluklarının doğrudan katılımıyla Chiapas yerelinde gerçekleştirilenlerden farklı olarak, konuların detaylı biçimde tartışılmasından çok, Zapatist “sempatizan”ların bir dizi seçenek arasından seçim yaptığı referandum benzeri oylamalardan oluşmaktadır.
[27] Markos tarafından dile getirilen bu olayın, gerçekten yönetimin yönlendirmesi ve tercihi dışında gelişip gelişmediğini tam anlamıyla bilmek mümkün değildir. Kuşkucu bir yaklaşım, bu açıklamanın isyanın sorumluluğunu “halkın kararı”na yüklemeye çalışan yönetimin bir çarpıtması olduğunu akla getirebilir.
[28] Süreyyya Evren, “Üçüncü Anarşist Canlanma”, Varlık, Sayı: 1092, Eylül 1998, s.12-16.
[29] David Graeber, “The New Anarchists”, New Left Review, Issue: 13, January-February 2002, p. 61-73.
[30] Wayne Price, “Aşırı Demokrasi Olarak Anarşi”, (Çev. Anarşist Bakış), The Utopian, Sayı: 1, Ağustos 2000, http://uk.geocities.com/anarsistbakis/makaleler/price-asiridemokrasianarsi.html
[32] “Doğrudan demokrasi” kavramını antik Yunan’a özgü, polis demokrasisi ile eşanlamlı olarak kullanan Sartori’ye (Giovanni Sartori, Democratic Theory, Frederick A. Praeger Publishers, New York, 1965, s. 252-255.) atfen, buradaki “doğru” vurgusu, demokrasinin özüne yönelik bir göndermedir.
[33] Anthony Arblaster, Demokrasi, (Çev. Nilüfer Yılmaz), Doruk Yayımcılık, Ankara, 1999, s. 41. Bu savı destekleyen bir başka kanıt olarak, (erkek) yurttaşların büyük bölümü çalışmak zorunda olduğundan Meclis (Ekklesia) oturumlarına katılımın sınırlı kalması nedeniyle, bir süre katılımı teşvik amaçlı ödemelerin yapılmış olması gösterilebilir.
[34] Jean-Marie Cotteret, Claude Emeri, Seçim Sistemleri, (Çev. Ahmet Kotil), İletişim Yayınları, İstanbul, 1991, s. 72-73.
[35] A. H. Birch, Representation, Pall Mall Press Limited, London, 1971, s. 13-19.
[36] Alaeddin Şenel, Siyasal Düşünceler Tarihi, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara, 2004, s. 119. Yapılanmaları kendi tarihsellikleri içerisinde farklılaşmalar gösterse de, antik Atina’nın bugünkü yürütme (Boule) ve yargı organlarına benzer işlevler yüklenmiş kurumlarının üyeleri bütünüyle kura yöntemiyle belirleniyordu. Meclis (Ekklesia) ise zaten tüm (erkek) yurttaşlara açıktı ve ordu komutanlarının seçimleri dışında genel olarak kura yöntemi benimsenmişti. Çeşitli kaynaklarda, başkomutanlık görevine seçilen kişinin, zaman içerisinde, günümüzdeki başbakanlık görevine benzer bir rol üstlenmeye başladığı belirtilmektedir.
Anarşist Ekonomi: İspanya’da Liberter Kolektiflerin Ekonomisi (1936-39) Abraham GUILLEN
ANARŞİST EKONOMİ: KRİZ İÇİNDEKİ DÜNYA İÇİN BİR ALTERNATİF
İSPANYA 1936-1939: LİBERTER KOLEKTİFLERİN EKONOMİSİ
Abraham GUİLLEN (1975)
Çevirenin Notu: Çevirenin metine yaptığı eklemeler, açıklamalar vb, […] ile gösterilmiştir.
GİRİŞ
İspanya’nın dünya anarşist hareketi açısından özel bir tarihsel önemi vardır. 1936-9 İspanyol İç Savaşı ve Devrimi hakkındaki yayınların sayısı ve kapsamı giderek artıyor. Bu tamamen anlaşılabilir bir şeydir, çünkü tarihin bu dönemi bu yüzyılın en etkileyici olan, ve devrimler tarihindeki en hayati dönemini temsil eder. Anarşistlerin bu konu üzerinde kapsamlı bir şekilde yazmaları da eş derecede anlaşılabilir bir şeydir, çünkü anarşistler ve sendikalistlerin İspanya’sı ve 1936, anti-otoriter ve anti-devletçi ideolojinin etkisi ve yönlendirici ışığı altında tarihte gerçekleştirilen en tutarlı ve en geniş kapsamlı değişikliği temsil etmektedir. İspanya, büyük ölçüde, sendikalist sendikaların devrimci eylemleri sayesinde anarşist ideallerin uygulamaya koyulabileceği asli esin kaynağı ve kanıtı haline gelmişti. İşçilerin dayanışma, karşılıklı yardımlaşma ve özgürlüğe dayanan yeni bir yaşamı yaratmaya giriştikleri, devrimci bir toplumun iki, üç yılı[ndan oluşan] İspanyol devrimi, “toprak köylülere, fabrikalar işçilere” talebinde bulunan 1917 Rus devriminin anarşist-esinli sloganlarını, İtalya’da 1920’nin Fabrika Komiteleri hareketini veya 1921 Kronştad gibi öteki anarşist çabaları gölgede bırakmıştır.
Yine de, İspanya ve 1936, geniş yelpazede bir tartışmaya ve yayına yol açmış olmasına rağmen, sendikalist sendika Ulusal Emek Konfederasyonu’nun [National Confederation of Labour] (CNT) ilhamıyla hareket eden, şehir ve kırlardaki devrimci işçi sınıfı tarafından kurulan yüzlerce kolektifin içinde yer aldığı devrimin ekonomisi hakkında pek az şey yazılmıştır.
İspanya’daki anarşistler, eskinin küllerinden yükselmekte olan toplumun ekonomik yönetiminin gelecekteki örgütlenmesi hakkında canlı ve karmaşık tartışmalar yapıyorlardı. Nihayetinde, ve özellikle de 1900’dan itibaren İspanya’da sendikalist düşüncelerin [kazandığı] kuvvet nedeniyle, Bakunin’in ekonomik örgütlenmeye dair orijinal düşüncelerine büyük bir benzerlik gösteren özgür belediyecilik kavramı benimsendi ve anarşist konferanslarda onaylandı.
Anarşist ekonomist Abraham Guillen’in 1988’de Economia Libertaria (Fundacion de Estudios Libertarios, Bilbao) adıyla basılmış olan kitabının Üç ve Beşinci bölümlerinden yazılan bu broşürde, yazar, İspanya’nın yarısını faşist denetimine bırakan Haziran ayaklanmasının öncesinde bu fikirlerin benimsenmesini ve 1936 CNT Kongresinde onaylanmasını inceliyor. Bu fikirleri genel olarak inceleyerek ve 1936’da yaratılan bazı anarşist kolektiflere bakarak, üç yıl boyunca binlerce insanın yaşam tarzını meydana getiren bu deneyimlerin başarısını değerlendiriyor, ve günden güne gerçekleştirilen gelişmelerden sonuçlar çıkarıyor.
Guillen, sayıları yaklaşık 500’ü bulan İspanya’nın Kuzey Batısı’ndaki Aragon’daki kolektiflerin, daha önceki kapitalist yapılardan daha rasyonel, eşitlikçi ve demokratik bir şekilde örgütlenmiş olan yeni bir ekonomik ve toplumsal düzeni örgütleyebildiklerini ortaya koyuyor. Kolektifler, 19 Temmuz 1936 faşist ayaklanmasının başarısızlığının hemen ardından yaratılmıştı, ve başarıları Franco’nun milliyetçi kuvvetlerinin istila etmeyi başaramadıkları “özgür” İspanya’ya hızla yayılmıştı.
Bunların kuruluşları ve örgütlenmeleri, görünüşte her ne kadar kendiliğinden olsa da, büyük ölçüde İspanyol anarşistlerinin ideolojik ve pratik düzeylerde yıllarca süren hazırlıklarının bir ürünüydü. Bu, anarşist hareketteki azmin ve bu fikirlerin açıklığının bir takdiri olması kadar, ayaklanma zamanlarında sendikaların dışında yer alan işçiler tarafından, daha eşitlikçi bir toplum beklentisiyle sıklıkla benimsenen anarşist ülkülerin bir kere daha onaylanması olarak da kabul edilebilirler. Anarşist ideolojinin 1936 devriminin yönlendirici ışığı olması gerçeği, en yaygın ve en etkilisi değilse bile, şimdiye kadar görülen devrimlerin en etkili ve yaygın olanlardan birisinin yaratılmasını sağladı. Kazanımların çabukluğu ve etkilenilen değişim, yalnızca tartışma ve eyleme boğulacak olan, her şeyi kapsayan, her şeye egemen olan bir siyasi partinin olmadığı durumlarda, devrimci olan ve o kadar da devrimci olmayan işçilerin toplumun devrimci dönüşümünü gerçekleştirebileceğini bir kere daha ispatlamıştır. Devrimci toprak emekçileri ve endüstriyel proletarya, milliyetçi ayaklanmanın bastırılmasının ne anlama geldiğini biliyordu, ve tarlalar ile fabrikaları ele geçirmek için hiçbir emri beklemedi.
Bu faaliyet ve devrimci durumun bu [şekilde] kavranışı, zamanın devrim için olgunlaşmadığını iddia ederek, kolektifleri prestij ve kaynaklardan yoksun bırakmak için elinden geleni yapan İspanyol Komünist Partisi’nin rolüyle tamamen zıtlık gösteriyordu. Katı Marksistler işçilerin hazır olmadıklarından, ve ilk önce “sosyalizm”e doğru giden tüm mekanik basamaklardan geçilmesi gerektiğinden şikayet ediyorlardı. Bu kelimeler, işçiler, devrimci bir parti gereksinimini bertaraf ederek, kendi kaderlerini ellerine alırken söylenmekteydi.
Guillen, partinin ve devletin çıkarlarını temsil ettiğini iddia ettiği [kesimlerin çıkarlarının] önüne geçiren devlet sosyalizminin ve Marksizmin sınırlamalarını göstermektedir. Ancak bu broşür İspanyol devrimindeki sendikalistlerin faaliyetlerinin tamamen övücü bir muhasebesini sunmamaktadır. Guillen kendisini anarşist kolektiflerin olumlu yanını anlatmakla sınırlamaz. Bölümün sonuna doğru, siyasi iktidar sorunuyla, devrimci bir durumda içine düşülen problemlerin değerlendirilmesinde anarşistlerin yetersizliğinin sebep olduğu bazı hataları tartışır.
Sendikalistlerin devlet gücünün tahrip edilmesinin ve atomizasyonunun [parçalarına ayrılmasının] gerekliliğini daima anladıklarını kabul ederken, devletin ve onun siyasi bedeninin yerini alacak çok az alternatif yapı yaratmış olduğu için CNT’nin sorunu tam olarak anlayamamış olduğuna dikkat çeker. CNT’nin fiili olarak ekonomik ve toplumsal düzeylerde gücü elinde bulundurmakla beraber, siyasi iktidar sorununu ihmal etmesi, devlet aygıtını ele geçiren ve onu devrimci işçi sınıfı tarafından yaratılmış olan özgür kolektif yapıya karşı kullanan karşı-devrimci unsurlara açık kapı bırakması olgusundan bahseder.
Bu taktiksel kusuru tedavi etmek için, parçalarına bölünmüş bir “öz-iktidar”ın [self-empower] veya kuvvetlenme [empowerment] yapısının yaratılmasını tavsiye eder. “Auto-poder” terimi, çevirmenin Guillen’in orijinal teriminin arkasındaki düşünceleri en iyi yansıttığını düşündüğü şekilde, metin boyunca “toplumsal iktidar” [power, güç] olarak tercüme edilmiştir. Bu “iktidar” açıkça kilisenin, devletin veya partinin iktidarından farklıdır. Anarşistler ve sendikalistler iktidarın tahrip edilmesini arzularken, aynı zamanda güçsüz olmayı arzulamazlar; diğer bir deyişle, onlar iktidarın parçalarına bölünmesini, onun paylaşılmasını, böylece de hiç kimsenin bir başkası üzerinde hakimiyetinin olmamasını, ancak herkesin özgürlüğünü ve diğerlerinin özgürlüklerini koruyabilmesini isterler. Bu onların nihai amacıdır ve bu kısa broşür bu amaca adanmıştır.
Çevirmen bu broşürün üretilmesine dahil olan birçok kişiye teşekkür borçludur: metin üzerinde yorumda bulunan Doğrudan Eylem Hareketi’nin [Direct Action Movement, DAM] birçok üyesine, özellikle de Manchester ve Norwich DAM-IWA’sine. Bu broşürde, La Presa Yayınlarının, yeni oluşturulan Endüstriyel Eğitim Birliği’nin başarılı olması, ve Entenasyonal İşçi Birliği’nin [International Workers’ Association, IWA] hedeflerinin gerçekleştirilmesi umudunu taşıyoruz.
Richard Cleminson & Ron Marsden
Temmuz 1992
Not: Bu metin 1988’de yazıldığı ve o zaman SSCB hala varolduğu için, SSCB’ye şimdiki zamanda yapılmış göndermeler bulunmaktadır. İngilizce çevirisi bunu aynen yansıtmaktadır.
TARIMDA, ENDÜSTRİDE VE KAMU HİZMETLERİNDE KENDİNDEN YÖNETİM
İspanyol anarşizmi ortaya çıkmasından itibaren, yalnızca ücret taleplerini, çalışma hakkını, koşullarda iyileştirmeleri değil, aynı zamanda Liberter Komünizmin gerçekleştirilmesini içeren bir ilk program benimsemişti. Anarşistler, 19 Temmuz 1936’ın öncesinde, tümü de büyük anarko-sendikalist yandaş [kitlesine] sahip olan, İspanya’daki Casas Viejas, Alto Llobregat ve Gijon gibi yerlerde anarşist Toplumsal Devrimi ilan etmişlerdi. Tüm bu köy ve kentlerde tapu kayıtları yakıldı, para ortadan kaldırıldı ve Liberter Komünizm bir gerçeklik haline getirildi.
İspanya’da, 1936-9 devrimi sırasında, meclislerin doğrudan demokrasiyi güvence altına aldığı, sahip oldukları kendinden yönetim komitelerince idare edilen liberter kolektifler, kendi üretim ve artıklarının kontrolüne sahiptiler. Her sektör için komiteler belirleniyor ve delegeler atanıyordu; bunlar tam bir özgürlük içinde devletten bağımsız hareket ediyorlardı. Hiç kimse liberter bir kolektifte kalmaya zorlanmıyordu. SSCB’de, Stalin rejimi altında, köylüler kolhozlarını terk edemez ve yeni serflermişçesine ona bağlıyken, [İspanya’da] her birey istediği zaman ayrılabiliyordu. Ancak İspanya’nın liberter kolektiflerinin en önemli yanı onların ütopist olmamaları, aksine oldukça gerçek olmalarıydı, çünkü hiçbir otoriter yapı olmaksızın üretim artışını ve altyapının geliştirilmesini başarmışlardı. Bu, çoğunda emek gücünün yüzde kırka varan bir kısmının, yani en genç kesiminin Cephe’ye –bilhassa Aragon’da– hareketlendirilmesine rağmen başarılmıştı.
CNT’NİN DEVRİMCİ AMAÇLARI
Liberter kolektifler, fabrika komiteleri, kendinden yönetim, baskıcı ve sömürücü bir devlet olmaksızın toplumun kendinden örgütlenmesi kavramları, tüm bunlar CNT tarafından hesaplanmıştı. Bu konular, Mayıs 1936 Zaragosa Kongresi’ndeki acil programda ele alınmıştı.
İspanyol anarko-sendikalistleri açısından, sendika, sosyal demokrat veya Hıristiyan demokrat sendikalar gibi kurumsallaşmış bir varlık değildi; toplumsal devrimi ortaya çıkaracak ve liberter komünizmi kuracak isyancı [insurrectionary, ayaklanmacı] bir araç olarak görülüyordu. 1936 Kongresine göre, devrimin zaferinin ardından yeni toplumun örgütlenmesi konusunda alınacak ilk tedbirler [şöyleydi]:
“Devrimin şiddetli aşaması sona erer ermez, özel mülkiyet, devlet, otorite ilkesi ve böylece de insanları sömürülenler ve sömürenler olarak, ezenler ve ezilenler olarak bölen sınıflar ortadan kaldırılacaktır.”
“Refah toplumsallaştırılır toplumsallaştırılmaz, özgür üretici örgütleri üretim ile tüketimin doğrudan yönetimini üstleneceklerdir.”
“Her yerellikte liberter komünler kurulur kurulmaz, yeni toplumsal mekanizma etkili olmaya başlayacaktır. Her sektördeki ve meslekteki üreticiler, sendikaları ve işyerleri ile birlikte, bunun örgütlenmesi gereken biçimi özgürce belirleyeceklerdir.”
“Liberter komün kurulur kurulmaz, gıda, giyim, temel malzemeler, araçlar, vb. gibi burjuvaziye ait olan tüm her şey kamusallaştırılacaktır. Bu maddeler, bunları kolektifin faydasına doğrudan yönetebilecek olan Üreticilere devredilmelidir.”
Bu, Bakuninci ikili sosyalist federasyon idealine denk düşer. Bir parçası devletin yerini alacak kendinden yönetim gövdesi, diğeri ise endüstri veya hizmete göre örgütlenmiş kolektif olacaktır. Yukarıdan aşağıya doğru örgütlenen bu ikisinin federal birlikteliği, Toplumsal (veya Ulusal) Ekonomi Konseyi’ni oluşturacaktır. Bu, sınıf-temelli burjuvaziyi veya demokratik devleti yıkacaktır.
Zaragosa Kongresi, federalist liberter sosyalizmin örgütlenmesi üzerine şunları söylüyordu:
“Eğer İspanya toplumsal dönüşümün gerçekleşeceği yegane ülkeyse, ve eğer bu ekonominin en iyi olası gelişimi için avantajlı olarak değerlendirilirse, endüstriyel üreticilerin birlikleri ile tarımsal üreticilerin birlikleri ulusal olarak federe hale getirilecektir. Aynı şekilde, uygun olan yerlerde, liberter komünlerin gerekliliklerini karşılamak amacıyla, aynı ilkeler etrafında hizmetler de federe hale getirilecektir.”
“Bizler, en özgür insanın –bu olayda, en özgür komünün– diğerlerine en az ihtiyacı olan kişi olduğunu belirten biyolojik ilkeyle uyumlu olarak, yeni toplumun zaman içerisinde, özerklik için [gerekli olan] her komünün bütün tarımsal ve endüstriyel gereksinimlerini karşılayabileceğine inanıyoruz.”
“Bizler, devrimimizin tamamen eşitlikçi bir temelde örgütlenmesi gerektiğine inanıyoruz. Devrim tek başına karşılıklı yardımlaşma veya dayanışmayla kazanılamaz. Her insana gereksinimi olanı vermek zorundayız, tek sınır yeni yaratılan ekonominin dayattığı [sınır]dır.”
İspanyol liberter kolektifleri, burjuvazinin ve burjuva toplumunun göze batan eşitsizlikleri olmaksızın, kıtlıkta bile herkes arasında ekonomik eşitliği sağlayarak, bol olanı kolektivist toprak-işçileri arasında bedelsizce dağıttı; ancak kıt olanı da karneye [rationing card] bağladı.
Liberter bir toplumda ürün değişimi konusundaki ilkelere gelince, CNT değişim mekanizmasının nasıl işleyeceğini şöyle açıklıyordu:
“Halihazırda belirtmiş olduğumuz üzere, örgütümüz bireyin grup ve komün içerisindeki özgürlüğünü güvence altına alan bir örgüttür. Keza federasyonun da konfederasyon içerisindeki özgürlüğünü güvence altına alır.”
“Biz bireyden başlayarak kolektife doğru ilerliyoruz, böylece de bireyin dokunulamaz olan özgürlük hakkını güvence altına aldık.”
“Bir komünün sakinleri, üretim, tüketim, eğitim, hijyen gibi onları etkileyen ve ahlaki/ekonomik gelişimi için gerekli olan her şeyle ilgili dahili sorunları tartışacaktır. Eğer bir sorun bir ilin veya bir eyaletin tamamını etkiliyorsa, çözümü federasyon sağlamalıdır; federasyonun düzenleyeceği toplantı ve meclislerde tüm komünler temsil edilmelidir. Delegeler, komünlerin daha önce benimsemiş olduğu kararları yansıtacaktır.”
Bu yolla, doğrudan demokrasi geleneksel, dolaylı, parlamenter, burjuva veya bürokratik demokrasinin yerini alacaktır; ve siyasi alanda kendi toplumsal gücünü uygulayabilen ve ekonomik alanda kendinden yönetimi gerçekleştiren insanlar kaderlerini kendi ellerine alacaklardır. Böylece, bürokratik merkeziyetçiliğin ve devletin yönetici sınıflarının, ekonomik totaliterlik yoluyla insanların özgürlüğünü ve doğrudan katılımını boğdukları Marksist-Leninist Sovyetler Birliğinde gerçekleşmemiş olan bir şey, yani federalizm ile sosyalizm birleştirilecektir. Orada, yüce diktatör haricinde hiç kimse özgür değildi; diğer herkes tamamen devletin kulu idi.
İşçi sınıfı, tarımı, endüstriyi ve hizmetleri kontrol edene değin asla kurtulmuş olmayacaktır. Eğer devlet her şeye sahip olur ve ücretli emeğin ürünlerini kontrol ederse, devletin işçilerden kar yaptığı yerde sömürücü bir sistem ortaya çıkar. Bu devletçe [sağlanan] merkeziyetçi üretim ilkesine karşı, İspanyol anarko-sendikalistleri Zaragosa Kongresinde şunu belirtiyorlardı:
“Komünler arasında ürünlerin değişimi için gerekli olan şeylerin belirlenmesi amacıyla Komün Konseyleri, komünlerin bölgesel federasyonları ve Konfederal Üretim-Tüketim Konseyi ile işbirliği içinde çalışacaktır.”
“Komünler ile Üretim ve İstatistik Konseyi arasında oluşturulan işbirliği sayesinde, sorun basitleştirilecek ve çözülecektir.”
“Bizzat komünün kendisinde, atölye ve fabrika konseyleri tarafından üyelere üretim kartları dağıtılacak, böylece tüm üyelerin ihtiyaçlarının karşılanması sağlanacaktır. Üretim kartı şu iki ilkeye göre düzenlenecektir: 1) devredilebilir olmayacaktır; 2) yapılan işin değerinin kart üzerine kaydedilen gün sayısıyla belirlendiğinin, ve geçerlilik süresinin on iki ayı geçmeyeceğinin benimsendiği bir prosedür uygulanacaktır.”
“Komün Konseyi, aktif olmayan nüfusa üretim kartları sağlayacaktır.”
Böylece, bütünleştirilmiş bir üretimin kendinden yönetimi ve dağıtımı sistemi yaratılmıştı. Burada, malları ve hizmetleri devlet değil, işçiler kontrol etmektedir.
İSTİHDAM YAPISI
Toprak işçilerinin çalışması, liberter komünlerin oluşturulmasının öncesinde, temel bir yolla cinsiyet ve aileye göre bölünmüştü. Aileler üretimlerinin büyük bir kısmını kendileri tükettikleri için, azgelişmiş veya geçimlilik türü bir tarım sürmekteydi. Bireylerin küçük mülkleri toplumsal mülk haline getirildiğinde, çalışma çok daha rasyonel bir temelde bölüştürüldü. Sosyalist liberter devrim, İspanyol kırsalının eskimiş yapılarının değiştirilmesini sağlayan teknolojik, ekonomik ve toplumsal bir devrimdi. Aktif nüfusun % 52’sini barındıran ekonominin bu sektörüne mekanizasyon henüz girmemişti. İşin büyük bir kısmı katırlar ve basit aletlerle yürütüldüğü için, hektar başına işçi üretkenliği düşüktü; bir traktörün veya modern tarımsal uygulamaların görülmesi oldukça nadirdi.
Bireysel refah ortak mülk haline getirildiği için, sosyo-ekonomik ve yasal yapılarda bunun sonucunda gerçekleşen değişiklikler her aile içindeki ve kırsal toplumun tümündeki toplumsal işbölümünü değiştirdi. Liberter kolektifler, yürütmekte oldukları büyük devrimin doğasını tam olarak idrak edememişti; bu nedenle de liberter komünizmin yaratılmasının, koltuk entelektüeli sosyalistlerin veya bürokratik komünist liderlerin aşırı kuramsallaştırmalarının değil, bir eylem meselesi olduğunu dünyaya gösterememişti.
Örneğin, Jativa’da özel mülkün işçi sınıfı tarafından doğrudan yönetilen ve devlet idarecileri tarafından dayatılmayan toplumsal mülke dönüştürülmesi, 1936’da 17.000 sakine sahip kentin tüm üretim dalları ile sosyal ve kamusal hizmetlerini bütünleştirecek şekilde, işbölümünde devrimci bir değişiklik yarattı. Yaklaşık olarak 3.000 kadarı CNT üyesiydi. Bu, iyi eğitimli aktif bir azınlığın çoğunluğa devrimci ekonomik, toplumsal ve siyasi değişiklikler yapma konusunda esinlendirici olabileceğini göstermektedir.
Jatica liberter kolektifi 16 Ocak 1937’de kurulduğunda, toprak işçileri tarafından belirlenen ve kabul edilen kurallar entelektüellerin düşündüğü herhangi bir sosyalizmden daha sosyalistti. Örneğin, anlaşmanın 10. Maddesi çalışmayı ve farklı ürünleri şu birimlerde örgütlemekteydi:
“istatistik, gübreler, tohumlar ve yeni ürünler, buharlı dezenfeksiyon ve ürün hastalıkları, kooperatif ambarları, çiftlik hayvanları, kümes hayvanları ve arılar, alet ve makineler, konserve yapımı ve reçeller, ücretler, otlak arazileri, ürün nakli ve satışı, üretimin örgütlenmesi ve dağıtımın teknik yönetimi ve emek örgütlenmesi.”
Tüm bunlar, işçilerin doğrudan katıldığı, işin başkalarına havale edilmeksizin her saat ve her gün kendilerince yapıldığı özel birimler ve komisyonlar aracılığıyla yürütülüyordu. Böylece pratik ve çok yönlü bir kendinden yönetim gerçekleştiriliyordu.
Jativa kolektifi, 11. Maddeye göre, bağımsız mecliste bir Başkan, Sekreter ve Veznedar seçiyordu. Ayrıca, her birim veya komisyon için bir sözcü seçiliyordu. Tüm bu görevler seçiliyorlardı, ve üyelerin isteği üzerine geri çağırılabilir nitelikteydi. Ayrıca, komisyon üyeleri bürokratlar haline gelmediler; komisyonların işleriyle meşgul oldukları zamanın dışında diğer üyelerin yaptığı işleri onlar da yapmak zorundaydılar.
Tarımsal ve çiftlik hayvanı üretimine göre olan işbölümünü yanı sıra, katılımlarının bölgedeki emeğin örgütlenmesinin daha bütüncül olacağının düşünüldüğü pek çok zanaatkar da Jativa kolektifinin içerisinde yer alıyordu. Kendinden yönetim yalnızca fabrika düzeyinde değil, bütün bir kentte başarılmıştı, böyle bir şey SSCB’de veya Doğu’nun geri kalanında var olmadığı için eşi olmayan bir şeydi.
Jativa kolektifinin büyük bir özelliği ise, yerel burjuvazinin önemli bir üyesi olan zeytin yağı fabrikası sahibinin hiçbir zorlama olmaksızın, tamamen gönüllü bir şekilde, ailesiyle birlikte kolektifin üyesi olması ve tüm zenginliğini kolektife vermiş olmasıydı. Eski sistemde yine oldukça ayrıcalıklı olan oğullarından birisi de karısınınki ile birlikte tüm parasını vermişti. Son olarak, kolektifin burjuva kökenli olan Sekreteri de yine tüm parasını ve mülkünü kolektife vermişti. Bu, genel çıkarlarla uyumlu olan bir toplumsal ahlakı kucaklaması, ve doğrudan demokrasinin, kendinden yönetimin, özgürlüğün ve insan onurunun tam olarak yaşanabilmesini sağlaması nedenleriyle, liberter komünizmin ilerici bir sistem olduğunu göstermektedir.
Jativa kolektifi modeli, hükümetin devrimci olmaktan ziyade burjuva olduğu, ve anarşistlerin [hükümete] katılmayı reddettikleri Aragon, Valencia, Murcia, Castille ve hatta Bask Ülkesi genelinde az ya da çok yaygın bir şekilde bulunmaktaydı.
Asturya, Katalonya ve Bask Ülkesinin bazı kesimlerinde, endüstriyel alanlarda, işçilerin kendinden yönetimi UGT (sosyalist sendika) ve CNT Komitelerinin birliği biçiminde gerçekleşmişti.
Şimdi de örneklerle kolektifleştirmenin tam olarak nasıl gerçekleştirildiğini inceleyelim. 1936’da 2.600 insandan oluşan küçük bir kent olan Graus, 16 Ekim 1936’dan itibaren dikkate değer bir liberter sosyalizm deneyimine tanıklık etti. Burada, toplumsallaştırma yalnızca toprağı değil, aynı zamanda ticareti, ulaşımı, matbaacılığı, ayakkabı imalatını, fırınları, eczaneleri, çilingirleri ve demircileri, tekerlekçileri, doğramacı ve marangozları da etkilediği için, Jativa’dan daha bütüncüldü.
Graus kolektifi, tarımsal ve zanaatkar üretiminin ve keza hizmetler sektörünün % 90’ını kendinden yönetim altına almıştı. Kendinden Yönetim Komisyonu sekiz üyeye sahipti. Altı tanesi şu sektörlerden sorumluydu: kültür ve sağlık (tiyatrolar, okullar, spor dalları, ilaçlar ve doktorlar); çalışma ve muhasebe (personel, ücretler, kafeler, hanlar, hesaplar ve tedarikler); ticaret, kömür, gübreler, ambarlar; tarım (ürünler, sulama, çiftlikler, büyükbaş hayvanlar); endüstri (fabrikalar, atölyeler, elektrik, su, inşaat); ulaşım ve iletişim (kamyonlar, at arabaları, arabalar, posta, garajlar).
Burada, yerel hükümetin, daha doğrusu kendinden yönetimin eylemdeki muhteşem bir örneğini görmekteyiz. Graus’da, insanlar tarımsal, endüstriyel ve zanaatkar endüstrisi üretimiyle, ve kolektifleştirilmiş hizmetlerle yaşamlarını sürdürüyorlardı. Graus, belli bir ölçüde, kendinden hükümetin asalak baskıcı devletin yerini aldığı, Bakunin’in anladığı türden bir komündü.
Emeğin tarımsal, endüstriyel ve hizmetler sektörleri arasındaki bu toplumsal dağılımı, şu şekilde kendinden yönetime denk düşmekteydi: her işyeri, meclisi aracılığıyla, Endüstri Sekreterliğine katılmak üzere bir temsilci atıyordu. Bu nedenle, her endüstrinin hesapları Kolektifin kayıtlarında yer almaktaydı. Şu sektörler bulunmaktaydı: içme suyu, petrol, bıçkı fabrikaları, çikolata üretimi, sosisler, alkollü içkiler, elektrik, demir dökümhaneleri, hanlar ve kafeler, matbaacılık, lamba imalatı, inşaat malzemeleri, dikiş makineleri, çorap imalatı, alçıtaşı çıkarımı, fırınlar, terziler, iskemle yapıcıları, dokumacılar, bisiklet atölyeleri, deri ürünleri, ve diğer sektörler.
Buradaki en önemli nokta, süreci betimlemekten ziyade (ki bu başka yerlerde ayrıntılı bir şekilde yapılmıştır), yapısı az ya da çok bütün bir anarşist Aragon’a uygulanmış olan Graus’daki liberter sosyalist deneyimin değerlendirmesini yapmaktır. İlk bakışta ütopik görülebilecek olan bu dikkate değer deneyimi değerlendirirken, objektif ekonomi anlamında, (kapitalizmde tümünün birbirinden ayrı olduğu) birincil, ikincil ve üçüncül sektörleri birleştiren [bu deneyimin] sosyalizme yönelik en gerçekçi girişimi temsil ettiğini görebiliriz. Bu sayede, her sektör diğerlerine karşılıklı bir şekilde bağımlı olduğu için, burada rasyonel bir emek uzmanlaşmasına sahip bütünleşmiş bir ekonomi yaratılmıştı. Malların, ürünlerin ve hizmetlerin gerçek çalışma-değer ilişkilerine göre değiştirildiği, kendinden yönetimli bir sistem kurulmuştu.
İlk defa, tam istihdam sağlayan bir ekonomi yaratılmıştı. Bu, teknokratik veya burjuva finansal hokkabazlıkları ile değil, somut bir kendinden yönetim ve üretim ile değişim araçlarının toplumsallaştırılması yoluyla başarılmıştı. Emek Graus kolektifinin tüm sektörlerinde özgürce dolaştığı için, istihdam liberter kolektivizm tarafından güvence altına alınmıştı.
Başka bir düzeydeyse, birincil ürünlerin (çiftlik hayvancılığı, balıkçılık, madencilik, tarım, ormanlar) üretiminin bu ürünlerin işlenmesi, nakliyesi ve dağıtımıyla bütünleştirilmiş olması, hem ulusal hem de uluslararası kapitalizme meydan okunabileceği anlamına geliyordu. Bunun sebebi, bankacılık, ticaret ve endüstriyel sektörlere bölünmüş olan kapitalizmin yapamayacağı şekilde üretimin giderek azalan maliyetlerle gerçekleştirilmesiydi. Ekonomik alanda, azalan maliyetler ve artan tüketimle beraber, Graus kolektifinde tam istihdam mümkün olmuştu. Bu nedenle, liberter sosyalizm kapitalizmin döngüsel ekonomik krizlerinden, veya bürokratik sosyalizmdeki aşırı-üretim krizlerinden muzdarip değildi. Bu, üretim ve hizmetler federasyonları sayesinde tümü genel Ekonomik Konseyle bütünleşmiş olan çeşitli ekonomik sektörler arasında uyumlu bir gelişmenin mümkün olmasını sağlıyordu.
1936’da İspanya’nın aktif nüfusunun % 50’den fazlası tarımda istihdam ediliyordu. Eğer o dönemde tarımın yaygın bir mekanizasyonu gerçekleştirilmiş olsaydı, kırsal nüfus nasıl istihdam edilecekti? Eğer her tarım işçisi, kendi ailesi için ve gerekli mal ve hizmetlerle değiştirmek üzere az bir miktarda ulusal pazara [yönelik] gıda maddeleri üretmek yerine mekanizasyon sonucunda yüzlerce insan için üretim yaparsa, görünürde zor olan bu sorun aşağıdaki nedenlerden ötürü anarşist bir ekonomide çözülebilecektir:
– tarımsal üretimde daha az tarımsal işçi olacaktır, ancak daha fazla üretilecektir. Bu işsizlik yaratmayacaktır, çünkü bir sektöre dahil olamayanların tümü bir diğerine geçeceklerdir.
– tarımsal işlerde, endüstri ve hizmetlerde üretkenlik ne kadar yüksek olursa, o kadar daha az çalışma saati gerekecektir, böylece tam istihdam korunabilecektir.
Liberter sosyalizmde, iş herkes için bir hak ve görev olacağı için, daima herkes için birtakım işler olacaktır. Çalışarak doğayı iyileştirebilir ve özen gösterebiliriz; ve bazı kapitalistler bazılarına göre göreceli avantajlar elde ettikleri müddetçe nehirleri, denizleri, toprağı ve havayı kirletmekle ilgilenmeyen kapitalizmde olduğu gibi ona zarar vermeyebiliriz. Aslında, insanları kapitalistlerin zincirlerinden, batılı burjuvazinin ve doğulu bürokrasilerin sömürüsü ve tahakkümünden ancak liberter sosyalizm kurtarabilir.
AKTİF KATILIM VE ÜYELİK
İspanya’nın Aragon ve Katalonya gibi liberter hareket taraftarlarının çoğunluk oluşturduğu yerlerinde, kullanılan ana yöntemler endüstri ve hizmetlerin kolektifleştirilmesiydi. Kapitalizmin yerini liberter sosyalizm almıştı.
Ancak, işçilerin, kapitalizmin yerini liberter sosyalizmin almasıyla, aşağıdan gerçekleştirdikleri her şeye yukarıdan devletçe karşı çıkılıyordu. Devlet, anarşistlerce oluşturulan kendinden yönetimli toplumlarda temel malların ithal edilmesini engellemek üzere, bankacılık ve kredi ile nakit akışı sistemlerini tecrit ederek liberter sosyalizmi bloke etmeye ve ona karşı çıkmaya çalıştı. Onların temel hatası, küçük burjuvazinin, Sovyetler Birliği yanlısı sosyalistlerin ve Stalinist komünistlerin iyice kuvvetlendikleri eski sömürücü ve baskıcı devletin yerine geçecek, devlet gücüne karşı çıkacak bir ulusal toplumsal güç yapısını yaratmamaları olmuştur. Liberter sosyalizm ulusal ölçekteki yeni bir ekonomik, toplumsal, siyasi, yargısal, kültürel ve iletişimsel bir sistem değildi. Bunun sonucunda, birçok liberter kolektif, Temmuz 1937’de komünist komutan Enrique Lister’in askerlerinin Aragon’a girmesiyle onlar tarafından yıkıldı.
Garcia Oliver’in dediği gibi eğer liberter sosyalizm “tam olarak yerine getirilmezse”, burjuva devletinin onun üzerinde, kapitalizmin üstyapısına ek olarak varolmasına müsade ederse, zafer asla kalıcı olmayacak, daima geçici olacaktır. Devlet, burjuva veya bürokratik karşı-devrimi geçerli kılmayı dilediğinde eski rejime her an geri dönülebilir. Mayıs 1937’de “devrim içinde devrim” patlak verdiğinde, Sovyetler Birliği yanlısı sosyalistlerin ve komünistlerin, burjuva cumhuriyetçilerinin ve Basklı demokratik Hıristiyanların yaptığı şey de tam buydu.
Temmuz 1936’da Aragon’da kendinden yönetimi yaratmış olan liberter sosyalizm, devlet gücünün İspanya’nın geri kalanında kendisini yeniden kurmasına müsade ederek yolun yarısına kadar gidemezdi. Ayrıca, eğer Halk Anti-Faşist Cephesinde karşıtlıklar yaratmamak amacıyla bu kendinden yönetimi oluşturma hareketi derhal gerçekleştirilemese bile, Endülüs’de olduğu gibi CNT’nin büyük bir taraftar kitlesine sahip olduğu yerlerde temel bir isyancı gerilla kuvveti yaratarak adım adım gerçekleştirilebilirdi. Eğer, birisi Francocu kuvvetlerin önünde, diğeri ise Ulusalcı Bölgede Francocu kuvvetlerin arkasında olmak üzere iki gerilla cephesi yaratılmış olsaydı, savaş ve toplumsal devrim eşanlı olarak kazanılabilirdi. Liberter işçilerin, gerici devletin, liberal burjuvazinin ve reformist sosyalizm ve bürokratik komünizm ideolojilerinin yerini almak üzere kontrolü ele geçirmelerini ancak bu devrimci stratejik plan mümkün kılardı.
Her halükarda, her yere hakim olmayan İspanyol anarko-sendikalistleri, kitlesel desteğe sahip oldukları bölgeleri devrimcileştirdiler, ve patronlardan ve profesyonel siyasetçilerden kurtulmuş işçilerin toplumun devrimci dönüşümünü yürütebileceğini tüm dünyaya gösterdiler. Her şeyin değişir gibi gözüktüğü bir devrim; ancak burjuvazinin yerini komünist bürokrasinin ve burjuva devletinin yerini ise bürokratik komünist devletin almasıyla aslında her şeyin aynı kaldığı, komünist bürokratların veya reformist sosyalistlerin devrimi değil.
Kısıtlılıklarına rağmen, İspanyol anarko-sendikalistleri, devletin dayatmasıyla değil, işçilerin doğrudan yönetimi sayesinde üretim ve değişim araçlarının toplumsallaştırıldığı liberter kolektifler oluşturdular. Ekonomik artık da yine kendinden yönetiliyordu. Yine, ve bir kere daha SSCB’nin aksine, kolektiflerin işçileri, üretkenlik düşüşü ve inisiyatif eksikliği olmaksızın eş şekilde ödüllendiriliyordu. Burjuvazi ve bürokrasi, büyük ücret farklılıkları olmazsa, üretimi artırmaya yönelik inisiyatifin ve ilginin kaybedileceğine inanıyordu. Kolektivistler arasındaki dayanışmanın kendinden yönetimin tatmin edici bir şekilde işlemesini sağladığı İspanyol liberter kolektiflerinde, bu fikrin yanlış olduğu gösterildi.
Bu sistemde, emeğin tüm ürünlerinden onları yaratanlar faydalanır. Ancak İspanyol kolektivistleri irrasyonel tüketiciler değillerdi. Ekonomik ve teknolojik gelişime eski rejimdekinden daha fazla sermaye yatırdılar; ve sermayenin işlevini basitçe yeniden dayatmadılar, işçi başına daha büyük bir üretkenlik elde ettiler. Bu, ilerlemeyi başarmanın, yani insanların bugün daha iyi yaşamalarının ve gelecekte bugünkünden daha iyi yaşabilmelerinin yegane yoluydu.
KOLEKTİF BİR TEMELDE EŞİT BÖLÜŞÜM
Marksist-Leninizm, sosyalist ideolojisi ve neo-kapitalist ekonomisiyle, devletçi üretim araçlarıyla, üretimin sosyalist bölüşümünü değil, onun millileştirilmesini vurgulamıştır. Bu nedenle, eğer sosyalizm üretim araçlarının “toplumsallaştırılması” veya millileştirilmesi ile sınırlıysa, artık ve eşitsiz kapitalizmi sürdürürse, bu yalnızca başka bir kapitalizm biçimi olacaktır. Ordu generalleri, akademisyenler, bürokratlar ve “Nomenklatura”nın az sayıdaki üyesi, tarımdaki veya endüstrideki niteliksiz bir işçiden çok daha fazla tükettikler için, Sovyet sosyalizmi gözden düşmüştür. Sonuç olarak, hiçbir eşitlikçi ekonomik etik olmaksızın, üretim noktalarında görünürde sosyalist bir düzen olsa dahi, toplumsal refahın sosyalist bölüşümü olamaz.
Bazıları eğer ekonomik eşitlik olursa, yani herkese aynı ücret verilirse, bunun daha fazla üretmeye yönelik kişisel ilgiyi azaltacağını iddia eder. Yine daha fazla ekonomik eşitlik oldukça, sermayenin toplumsal birikiminin de düşeceği ifade edilmiştir. Tüm bunlar Batı burjuvazisinin veya Doğu bürokrasisinin ekonomik ideolojisinin parçalarıdırlar. İnsanlar arasında daha fazla eşitlik oldukça, tek başına bu olgu bile ayrıcalıklı sınıflar tarafından tüketilmeyenin tasarruf edileceği ve biriktirileceği [anlamına gelir]. Bu, tüketimin eşit olduğu ve yatırımın tarımsal altyapıyı iyileştirdiği, ekilebilir alanı genişlettiği, kamusal hizmetler yarattığı, eğitimi iyileştirdiği ve ekonominin diğer sektörlerini geliştirdiği İspanyol liberter kolektiflerinde gösterilmişti.
Aragon’da, ütopyacı değil gerçek bir liberter sosyalizm biçimi gerçekleştirilmişti. Refahın bölüşümü modeli aynı değildi, ancak genelde kuponlar olarak ödenen aile ücretine dayanmaktaydı, ve alım gücü yeni ekonomiyle uyumluydu. Yerel para istikrarlı olmakla beraber, ülkenin her yerinde yasal [para] değildi, ve bu nedenle de liberter kolektifler yerel alanın dışına yaptıkları yolculuklarda ulusal parayı kullanıyorlardı. Bu, eğer başka bir yere yolculuk etmek veya başka bir yerde yaşamak isterse, kişinin ekonomik veya fiziki özgürlüğünü kısıtlamamak amacıyla yapılmıştı.
“Tedarik kartları”na gelince, Alcorisa kolektifi, pratikte kredi kartının eşdeğeri olan ve puanlama sistemine göre tüketici maddeleri [alımını] düzenleyen aile tüketim kartları oluşturmuştu. Eğer et 100 puan değerindeyse ve tüketici et istemiyorsa, bu durumda ona eş değerdeki başka bir ürün veriliyordu. Bu yolla değişim ve değer yasası liberter ekonomiye uyum sağladı. Tüketici, piyasadaki ürünler söz konusu olduğunda epey bir özgürlüğe sahipti. Ve eğer yerel ürünler tüketiciyi tatmin edemezse, kolektif konseyi veya ilgili birimi aracılığıyla, eşit değişim temelinde gerekli mal ve hizmetleri elde ediyordu. Böylece, Aragon Kolektifleri Bölgesel Federasyonu tarafından ekonomik bir federalizm sistemi uygulanıyordu.
Eğer İspanyol devrimi zafer kazanmış olsaydı, kolektiflerin liberter sosyalist modeli, toplumsal sermayenin birikiminde, üretken yatırımlarda, kaynakların rasyonel kullanımında ve bölgesel, ulusal ve uluslararası ticarette, yetmiş yıllık Marksist-Leninizm’in ardından hala AB ve ABD’den devasa tahıl ithalatı olmaksızın nüfusunu beslemeyen Sovyet sisteminden çok daha üstün olduğunu gösterecekti.
Liberter kolektiflerin büyük bir toplumsal sermaye biriktirmiş olmaları olgusunun sebebi, olumlu ekonomik yönetim, ve ailelerin ihtiyaçlarını karşılayan ve üretimin, bölüşümün, değişimin ve tüketimin idaresi görevini yerel kolektife veya bölgesel federasyona bırakan kupon veya temin kartlarının kullanılmış olmasıdır. Eğer hiç kimse başkalarını sömürmek amacıyla sermaye biriktirmiyorsa, kolektifin tüm ekonomik artığı rasyonel ve eşit bir şekilde kötü yıllar için rezervler yaratılmasına yönlendirilecektir; veya yatırım için daha fazla sermaye yaratılması ve geliştirilmiş makinelerle daha iyi üretim teknikleri yaratılması için kullanılacaktır. Böylece üretim, çalışmak için harcanması gereken zaman miktarı azaldıkça artacaktır. Bu sayede tam istihdam sağlanacak ve el işi oldukça yüksek düzeydeki nitelikli, teknik, bilimsel bir işe dönüştürülecektir.
Ancak, bu yüksek düzeydeki ekonomik, kültürel, bilimsel ve teknik ilerlemeyi gerçekleştirmek için, liberter ruhun devam etmesi ve ortada rasyonel bir ekonomi etiği ve tutumlu bir tüketim olmalıdır. Burjuva “tüketim toplumu”nca üretilen israf gezegene zararlıdır ve eko-sistemi altüst etmektedir.
Üretim ve teknolojinin liberter bir ekonomi yaratacak kadar geliştiği açıktır, ancak Doğu ve Batının gerici devletlerince elimiz kolumuz bağlı durumdayız. Ancak, Batının profesyonel siyasi partileri ve Doğunun tek parti devletleri olmaksızın özgürlük ve eşitliği, fikirlerin çoğulculuğunu güvence altına alan liberter sosyalizm, insanlığın kendisini kendi ihtiyaçları doğrultusunda örgütlemesine izin verebilir. Liberter komünizm, insan koşullarına değil, zamanına uymayan (bir kimsenin bir başkası tarafından sömürüsüne, bir ulusun başka bir ulusa hakim olmasına, kapitalizm, hegemonya ve emperyalizme dayanan) sosyo-ekonomik sisteme içkin savaş, tiranlık, açlık, ihmalkarlık ve diğer şeytanlıklardan bizi kurtarabilir.
HİZMETLERDE VE ENDÜSTRİDE KENDİNDEN YÖNETİM
Kent büyüdükçe, onu ekonomiye entegre etmekte zorlaşır. Kırsal kesimde olduğu üzere herkesin aynı birime ait olmaması gibi basit bir sebepten ötürü, ticaret ve para daha büyük bir role sahiptir. Kent, kapitalizmin gelişimiyle ilgili olan bir burjuva yaratımıdır; ticaret, para, maaşlar ve karların burjuva ekonomik faaliyetini desteklediği bir yerdir. Ancak, İspanyol anarşistleri Barselona gibi büyük şehirlerdeki endüstri ve hizmet sektörlerinin çoğunu kendinden yönetimle idare edebildiler, ancak parayı ortadan kaldırmak ve yerine kuponlar veya karneler koymak Aragon’da olduğu kadar kolay olmadı.
Kentlerde veya birkaç bin kişinin yaşadığı yerlerde ve illerde, tarım, endüstri ve hizmetler, uzmanlaşmış birimlere sahip çok çeşitli bir ünite içerisinde bütünleştirilmişti –bunlar, seçilmiş ve geri çağırılabilir delegeler aracılığıyla, yerel ve il bazında kendinden hükümet örgütlenmelerinin parçalarını oluşturuyorlardı.
Örneğin, Villajoyosa kenti, eski devletin ve Roma belediyeciliğinin yerini alacak, kendinden hükümet yoluyla yeni tipte bir doğrudan demokrasi ortaya çıkararak, il düzeyinde kendinden yönetimi başarmıştı. Villajoyosa kentinde, yalnızca toprağın kolektifleştirilmesiyle kalınmamış, liberter kolektif 400 kişinin çalıştığı tekstil fabrikasına ve 4.000 kişinin geçimini sağladığı balıkçılık endüstrisine de yayılmıştı.
Calonda’da, toprağın kolektifleştirilmesinin yanı sıra, taş ustaları, doğramacılar, demirciler, kadın terziler, terziler, berberler ve diğerleri de kolektife dahil olmuştu. Doğal ve en önemli pazarları Calonda ve civarındaki alan olduğu için ve bunların tümü kolektifleştirilmiş olduğu için, yukarıdaki gruplar gönüllü olarak kolektifteki tarımsal işçilere katıldılar. Toplumsal iktidar biçimindeki kendinden hükümetin bu organı devrim tarafından yaratılmıştı, ve devleti yıkamayan işçi veya denizci Sovyetlerinden çok daha somuttu. Bu sonrakiler, liberter kolektiflerin pratiği olan doğrudan demokrasiyi ifa etmek yerine, bürokratik komünist partinin dolaylı demokrasisini kabul etmişlerdi.
Liberter kendinden hükümetin en büyük başarılarından birisi, endüstri ve hizmetlerin kolektifleştirilmiş olduğu, Alcoy gibi 45.000 sakine sahip bir kentin doğrudan kendinden yönetimiydi. Alcoy’un 1936’daki çalışan nüfusu, 17.000’i CNT üyesi olmak üzere 20.000 kişiydi. Onlar etkilenilen ekonomik, toplumsal ve siyasi değişimler içerisindeki aktif devrimcilerdi; SSCB’de olduğu üzere, Marksistlerin hükümetin her şeyi ve herkesi eli altında tutmasını arzuladıkları gibi her şeyi hükümetin yapmasını beklemediler.
Alcoy’da, 19 Temmuz 1936 öncesinde Yerel Federasyon’da 16 CNT sendikası bulunuyordu. Kurumsallaşmış olmayan ancak aktif ve devrimci olan bu sendika gücü, reformist sendikaların yaptığı gibi yalnızca yüksek ücretler için mücadele etmekle değil, bunun aksine liberter komünizmin yaratılmasıyla da ilgilendi. Bu eşsiz bir sendika kuvvetiydi: Marksist sendikacılık, sendikacılığı –gerçekte sadece reformizmi destekleyen– devrim-lafazanı siyasetçilerin bir aracı olarak kullanan küçük burjuva sosyalist parti veya bürokratik komünist partideki bir dişli haline gelmişti.
Alcoy’daki sendikalar, CNT’nin ana kuvvet olduğu İspanya genelindeki her yerellikte olduğu gibi, hükümetin fabrikaları millileştirmesini beklemeksizin onları kendi başlarına toplumsallaştırdılar –devlet mülkü olarak değil, toplumsal mülk olarak. Bu toplumsallaştırmanın bir örneği olarak, Alcoy sendikaları zaman geçirmeksizin şu endüstrilerin kendinden yönetilmesine yöneldiler: matbaacılık; kağıt ve karton; mimarlar ve arazi denetçileri dahil inşaat; tiyatrolar ve sinemalar dahil eğlence; otobüsler, arabalar ve kamyonlar dahil ulaşım; kimya endüstrisi, sabunlar, laboratuarlar, parfümler; deri, süet ve ayakkabılar; tüccar ve pazarlamacılar; endüstri teknisyenleri; ilk ve orta öğretim öğretmenleri; sanatçılar; yazarlar; elbise yapımı; Alcoy’da hayati öneme sahip tekstil sektörünün tamamı; ağaç işleri ve mobilya; serbest meslekler; ve tarım ile bahçecilik. Alcoy bu nedenle, profesyonel siyasetçiler, bürokratlar veya burjuvazinin olmadığı, doğrudan üreticilerince kendinden idare edilen, kendinden yönetime sahip bir kent modeliydi.
Üretim araçlarının ve hizmetlerin toplumsallaştırılması sayesinde, emeğin toplumsal uzmanlaşması yasası, önceki üretim sisteminin asla yapamadığı bir dengeyi başarmıştı; çünkü eğer bir sektörde veya bir firmada çok fazla işçi bulunuyorsa, bunlar başka bir sektöre aktarılacak ve tam istihdam korunabilecekti. Liberter sosyalizm, bu sayede, üretken işçiler ile devlet aygıtının içerisine sağlam bir şekilde yerleşmiş tekno-bürokratlar arasında büyük farklılıkların olduğu kapitalizmden veya idari sosyalizmden çok daha objektif ve bilimseldi.
Kapitalizm, –üretim araçlarının özel ellerde tutulmasından kaynaklanan tüm çelişkileriyle– endüstri, tarım ve hizmetlerdeki liberter kolektivizmden çok daha geridedir. Liberter komünizm, çok fazla matematiksel ve teknik kuramsallaştırma olmaksızın, işsizliğe, dönemsel ekonomik krizlere, işçilerle kapitalistler arasındaki çatışmanın sonucu olan grevlere, zulme ve ihmale çözüm bulmuştu. Liberter komünizm eğitim sağlamış, böylece de göç etme ihtiyacını ortadan kaldırmıştı. Siyasi, ekonomik, toplumsal, teknik ve finansal alanlardaki işleri işçilerin kendileri yönettiler. İspanyol devriminin 33 ayı içerisinde CNT’nin en büyük başarı buydu. Bu, eski rejimi ve devleti savunan komünistler ve sosyalistlerce yapılan bir devrim değildi, kolektiflerin ve kendinden yönetimin kırsal kesimde ve şehirlerde devletin yerini aldığı, anarşistlerce yapılan bir devrimdi.
Alcoy ekonomisinin doğrudan kendinden yönetimi, kendinden hükümetin mükemmel bir örneği sunmuştu. Tekstil endüstrisinin üç branşı, ofis personeli ve ambar çalışanlarının yaptığı gibi, İşçi Komitesi için bir delege seçiyordu. Sendika komitesi tarafından bir Denetim Komitesi belirleniyordu. Yine, imalat, yönetim, alım ve satım ve sigorta mesleklerindeki beş teknisyenden oluşan bir Teknik Komisyon oluşturulmuştu. Ardından, kendinden hükümet birimi üç alt-birime bölünmüştü: genel imalat süreçleri, teknik örgütlenme ve makine bakımı, üretim denetimi ve istatistikler. Tüm bunlar, kendinden hükümetin federatif bir biçimi olarak, diğer küçük firmaları ve tarım sektörü dahil olmak üzere, çeşitli tekstil alanlarındaki 103 firmayı kapsayan 20.000’den fazla işçi için iş sağlıyorlardı. Bu, sermayeyi tekelleştiren ve çalışmayı köleliğe indirgeyen bencil kapitalizmin çelişkilerini gidermekteydi. Liberter sosyalizm, Alcoy’da ve İspanya’nın diğer kesimlerinde, işçileri ücretli kölelikten kurtardı ve onları kolektivistlere dönüştürdü, böylece de, Marksist-Leninizm’de devlet yöneticilerinin hizmetinde olmaya devam eden, komünist bürokrasi ve devlet kapitalistleri için kar üreten proletaryayı ortadan kaldırdı.
Ancak, Alcoy’daki harikulade kendinden yönetim deneyiminin bir kusuru vardı. Yukarıdaki finansal ve siyasi iktidar liberter toplumsal iktidar değildi; bu nedenden ötürü de sonunda, işçilerin üstünde yer alan devlet onları eski ücretli köleliğe döndürmeyi denedi. Bu nedenle, toplumsal bir devrim gelecekte yerel veya bölgesel bir düzeyde kalmamalı, ve ulusal düzeye ulaşmalıdır. İspanyol devrimi sırasında CNT’nin en büyük hatalarından birisi, aşağıdaki toprağı, hizmetleri ve firmaları kolektifleştirmesi, ancak yukarıdaki bankaları, kredi sistemlerini, dış ticareti, altın ve parayı liberter kolektivizmin düşmanlarının ellerinde bırakmasıydı. 1871 Paris Komününün hatası yinelendi: toplumsal devrim, zamanı gelince kolektifleri ezip geçecek olan yukarıdaki bankalar, para, dış ticaret ve baskıcı devlet gibi karşı-devrimin birçok yönüne dokunmaksızın, sadece aşağıda yapılmamalıdır. Devlet, komünistlerin ellerinde gün geçtikçe kuvvetlenmektedir. Liberter toplumsal devrim bir ikilemden muzdariptir: ya hem aşağıda hem de yukarıda ivedilikle ve toptan yürütülecektir; veya devletin gücüne, onun burjuva ve bürokratik destekleyicilerine karşı yenilecektir.
Aşağıdan yukarıya doğru, liberter toplumsal iktidar sömürücü ve baskıcı devletin yerini almalı, onu tahrip etmelidir. Devletin toplum üzerindeki geleneksel iktidarını yıkmak için, işyerlerindeki kendinden yönetime ve milis öz-savunmasına dayanan alternatif bir liberter toplumsal iktidar yaratılmalıdır.
Eğer endüstri, tarım ve hizmetler kendinden yönetilir ve kendi özel branşlarında federe hale getirilirlerse, bir genel ekonomik konsey biçimlendirmek üzere birleşeceklerdir. Ekonomik konsey, federe hale gelmiş kendinden hükümet organları ve milis yapısı, amacı insanları değil işleri yönetmek olan bir çeşit federe kendinden hükümet yaratmak üzere toplumsal gücün üç ayağını oluşturacaktır.
İspanyol liberter hareketi aşağıdan liberter sosyalizmin altyapısını yaratma görevine epey önem vermiştir, ancak yukarıdaki toplumsal iktidarın anarşist üstyapısı ihmal edilmiştir. CNT’nin, devrimci sendikaları aracılığıyla, aşağıdaki kolektifler, demiryolları, telefonlar, gaz ve elektrikteki, vb. harika kendinden yönetim biçimleri yarattığı doğrudur, ancak onlar üstün bir yabancılaştırıcı güç olarak devletin yukarıdaki varlığını hafife aldılar ve bu varken liberter devrim tehlike içindeydi. Bu, komünist tümenlerin, Franco ile savaşmak amacıyla değil, liberter kolektifleri yıkmak için Aragon’a girdiği 1937’nin Mayıs günlerinde oldukça açıktı.
Özel veya devlet kapitalizminin herkes için çalışma hakkını; yaşam standartlarında ve üretkenlikte artışı; yöresel veya devresel krizlerden özgür bir ekonomiyi; çalışma saatlerinde azalmayı; emeğin ürünlerini israf etmeksizin rasyonel ve tutumlu bir tüketimi; ekonomik, ekolojik ve toplumsal dengeyi; ve bir haklar rejimini ve herkes için özgürlük sağlamayacağını açığa kavuşturmanın zamanıdır.
Liberter fikirlerin bürokratik veya burjuva ideolojilerine üstün olduğu gösterilmelidir. Herkes kendinin yöneticisi olmalıdır, ancak herkes kolektif üretim sürecine katılmalıdır. “İktidar”, tiran devlete veya bir sınıfa veya baskıcı, sömürücü seçkinlere değil, herkese ait olmalıdır. Kendinden yönetim tüm ekonomik faaliyetlerde yeni bir üretim yöntemi olarak oluşturulmalıdır; ve siyaset, herkesin sorumlu bir şekilde her şeye karar verdiği liberter ilkelere dayandırılmalıdır. Hitler veya Stalin gibi liderler yanılmaz kişiler değildir; herkes özgür olmalıdır. Özet olarak, liberter sosyalizm gerçek bir alternatif toplumsal iktidar sunmaktadır, çünkü o dışardan, burjuvazi veya bürokrasiden, özel veya devlet kapitalistlerinden değil, insanlardan kaynaklanmaktadır.
EK 1
Eşitliğin özgürlüğe karşıt olduğunu söylemek doğru değildir. Eşitlik olmadan özgürlük olamayacağı için, kendinden yönetimli bir toplum her ikisini birden yerine getirmelidir. Bazı insanlar emirler verir, diğerleri itaat eder, bazıları daha iyi, bazıları daha kötü yaşar. Özel ve devlet kapitalizminde gerçekleşen tüm bunlar, eğer tüm insanlar siyasi, ahlaki ve bilimsel eğitim açısından aynı fırsatlardan yararlanabilirlerse, ortadan kaldırılabilir –hemen ve mutlak olarak olmasa bile yakın bir gelecekte. Bu nedenle, kendinden yönetim, işçilerin patronlar ve devlet tarafından yabancılaştırılmasının üstesinden gelerek, sadece işçileri değil tüm insanları özgürleştirecektir.
İŞBİRLİĞİ VE KENDİNDEN YÖNETİM
Liberter ekonomi, bütün devletin ulusal ve uluslararası tekellerine alternatif olarak, ekonomik alanda kendinden yönetimi ve işbirliğini öne çıkarır. Bir yandan büyük şehirsel sanayilerde dinamik bir kendinden yönetim; öte yandan ise farklı alanların ekonomilerini bütünleştirmek ve çeşitlendirmek amacıyla kırsal kesimde kolektif agro-endüstriyel kompleksler yaratılması tasarlamaktadır. Kırsal göçü azaltmak ve tam istihdamı sağlamak için doğal ve beşeri kaynaklar uyumlandırılmalıdır. Her iki durumda da, liberter ekonomi tam istihdamın güvence altına alındığı, toplumsal ve katılımcı olan bir ekonomiyi yaratma kapasitesine sahiptir. Bu, Keynes’in öne süreceği üzere parasal veya finansal mekanizmalarla değil, sermaye, teknoloji ve çalışmayı bütünüyle bütünleştirecek farklı tipteki firmalar –merkezinde toplumsal çıkarın bulunduğu türden bir firma tarafından– tarafından sağlanacaktır.
Batı ve Doğu modellerine karşısında, liberter ekonomi, ekonomiyi şu yollarla insancıllaştıracak ve demokratikleştirecektir:
– tüm işçiler, kooperatif kendinden yönetimli firma içerisinde eşit haklara ve yükümlülüklere sahiptir.
– tüm işçiler, bağımsız olan meclisler yoluyla, kendinden yönetim konseylerine seçilebilir ve geri çağırılabilir.
– tüm işçiler, yapılan işin nicelik ve niteliğine uygun olarak, kolektifleştirilmiş ve kendinden yönetilen işyerleri tarafından üretilen ekonomik artıktan faydalanır.
– kendinden yönetim veya kooperatif konseylerindeki tüm görevler, bürokratikleşmenin gelişmesini engellemek üzere yeniden seçimle kısa zaman içerisinde yenilenmelidir.
Özünde, liberter ekonominin neye benzemesi gerektiği böyle bir şeydir. Bunun, devlet ve özel kapitalizm rejimleri kadar ve hatta onlardan da fazla üretken kapasite yaratma yetisine sahip olduğu gösterilmiştir. Ekonomik olarak geriyken, toplumsal olarak ilerlemiş olmanın pek bir anlamı olmayacaktır.
EK 2: KENDİNDEN YÖNETİMİN ON ÖZELLİĞİ
1. Kendinden yönetim: Gücü başkalarına devretme.
2. Uyum: Bütünü ve parçaları federalist sosyalizmde bütünleştir.
3. Federasyon: Sosyalizm kaotik olmayacaktır, bölgesel ve ulusal düzeyde bütün ile parçalar arasındaki birlik sayesinde ahenkli olacaktır.
4. Doğrudan Eylem: İnsanların doğrudan demokrasi yoluyla aktif özneler olacağı anti-kapitalist ve anti-bürokratik [bir kendinden yönetim].
5. Koordineli bir öz-savunma: Özgürlük ve kendinden yönetimli sosyalizm, totaliter bürokrasi ve emperyalist burjuvaziye karşı savunulmalıdır.
6. Kırsal kesimde işbirliği ve şehirde kendinden yönetim: Tarım, agro-endüstriyel kompleks modelini [uygulayacak] kendinden yönetimli şirkete dayanabilir. Şehirde, endüstriler ve hizmetler kendinden yönetimli olmalıdır; yönetsel konseyler, hiçbir yönetici sınıf ve aracılar olmaksızın, doğrudan üreticiler tarafından oluşturulmalıdır.
7. Üretim: Birlik haline gelmiş [sendikalaşmış] çalışma, burjuvazi veya bürokrasi olmaksızın özgürce birleşmiş bir çalışmaya dönüştürülmelidir.
8. Tüm iktidar meclise: Hiç kimse insanlar adına karar verememeli, veya profesyonel siyasetçiler aracılığıyla [insanların] işlevlerini gasp edememelidir. Güçlerin devredilmesi kalıcı olmamalı, ancak meclis tarafından seçilen ve geri çağırılabilir olan delegelere verilmelidir.
9. Siyasetin devredilmesine hayır: Hiçbir parti, öncü, seçkin, direktör, yönetici olmamalıdır. Sovyet bürokrasisi, kitleleri pasif kişilere ve iktidar seçkinlerinin uysal bir aracına dönüştürerek, kitlelerin kendiliğindenliğini öldürmüş, onların yaratıcı kapasitesini ve devrimci faaliyetini yok etmiştir.
10. Refahın rasyonelleştirilmesi değil, toplumsallaştırma: Şu aşağıdakiler en önemli rolleri üstlenmelidir: sendikalar, kooperatifler, yerel kendinden yönetimli dernekler, halk örgütlenmeleri, her türden birlikler, yerel, bölgesel, il, ulusal, kıtasal ve dünya federal kendinden hükümeti…
Çeviri: Anarşist Bakış
İngilizce Orijinali: “Anarchist Economics: An Alternative for a World in Crisis”, Abraham Guillen.
Link esterno: http://www.dam-iwa.org.uk/pamphlets/1992/anarchist-econ…s.htm
Ekolojik Düşüncede Kaotik Eğilimler-Ütopik Düşünce Gerçek mi Oluyor? Ahmet Mutlu
GİRİŞ
Ütopya, bir şeyi hayata geçirmeyi önceleyen ideallerin sistematik kurgusu olarakdüşünülebildiğ i gibi gerçekliğe hiçbir zaman ulaşamayacak ve ancak imgelerden ibaretdüşünceler bütünü olarak da düşünülebilir. Ekolojik düşünce, kendi toplum projesiyleütopyanın ilk anlamına sahip olduğunu ileri sürerken, bu düşünceyi eleştirenler, ona henüzsomut bir niteliğinin/söyleminin olmaması nedeniyle, ütopyanın ikinci anlamınıyüklemektedi rler.Ekolojik düşüncenin somutlaşabilmesi, onun doğadan ziyade topluma yönelik tasarımıyla ilgilidir. Çünkü, zaten biyoloji bilimi ekolojik düşüncenin doğa tasarımına bilimsel desteksağlamaktadır. Oysa, toplumsal tasarımla ilgili bilimsel bir dayanak olmadığından dolayıdırki, “pratiğin” egemen olduğu günümüzde ekolojik düşünceye şüpheyle yaklaşılmaktadır.Asl ında, ekolojik düşünce taraftarlarının bilimsel dayanak gibi bir kaygıları olmamakla birlikte, bu durumun ekolojik düşünceye katkı sağlayacağı açıktır. Hatta, artık ideolojikgörüş niteliği kazanan ekolojik düşüncenin böyle bir dayanağa ihtiyacı olduğu söylenebilir.Bu çalışmanın konusu, kaos kuramı ile ekolojik düşünce arasındaki ilişkidir. Bu ilişkiyiirdelemek üzere, “yönetim düşüncesi” gibi spesifik bir konu seçilmiştir. Çalışmada öncekaos kuramının sonra da ekolojik düşüncenin yönetim yaklaşımı irdelenecektir.
Ekolojikdüşüncenin yönetim anlayışım yansıtan iyi bir örnek olduğu düşüncesiyle “Toplumsal Ekoloji” akımı seçilmiştir. Kaos kuramının, olay ve olgular konusunda klasik bilime göredaha gerçekçi yaklaşımlar taşıdığından hareketle, Toplumsal Ekoloji ve kaosun yönetim yaklaşımındaki koşutluklar, aslında ekolojik düşünce ile geçek dünya imgesi arasındakikoşutlukla r biçiminde okunabilecektir. Bu da ekolojik düşüncenin gerçek dünyadan uzakolmadığım, bizzat dünya gerçeklerine dayandığını gösterme çabalarına katkı sağlayabilecektir.
I. YÖNETİM DÜŞÜNCESİ ve KAOS
Yönetim düşüncesinin doğuşunda ve gelişiminde bilim anlayışının etkili olduğubilinmektedir. 10-15 yıldan beri yönetim paradigmasının değişme sürecine girdiği, enazından mekanik yönetim anlayışının ciddi olarak eleştirildiği söylenebilir. 20. yüzyılınbaşlarında ortaya çıkan kuantum, izafiyet gibi bilimsel kuramlarla mekanik paradigmasorgulanmay a başlamış ve bu durum, yönetim düşüncesini de etkilemiştir. Son olarak kaoskuramıyla doruk noktasına ulaşan bu süreçte, değişen yönetim yaklaşımının temel nitelikleride açık biçimde ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu süreci anlamak için kaos öncesi ve sonrasıyönetim anlayışlarına bakmak gerekir.
1. Mekanik Yönetim Anlayış
Yönetim düşüncesi, sosyal bilimlerin pek çok konusu gibi evrimsel bir tarihe sahipdisiplinlerden birisidir. Yönetim düşüncesi, tarihsel olarak döneminin bilim paradigmasıtarafında n belirlenmiştir. Mekanik yönetim anlayışı da bilimsel bilginin ve mekanik ilkelerinesas olduğu klasik bilim anlayışı tarafından belirlenmiştir.
1.1. Klasik Bilim Anlayışı
Ortaçağın organik dünya görüşü, 17. yüzyılda aydınlanmayla topyekün bir değişimeuğramıştır. Daha önce akla ve manca dayalı bilgi üretimi, aydınlanmayla birlikte saltbilimsel bilgiye dayalı hale gelmiştir. Ortaçağ boyunca “doğa olaylarını açıklamak” amacıtaşıyan bilgi, aydınlanmayla “doğayı dönüştürmek ve ona egemen olmak” amacını taşımayabaşlamıştır [1]. Böylece yeni paradigmayla bilginin kaynağı, amacı ve işlevi değiştirmiştir.
Klasik bilim anlayışının temel özelliklerini birkaç noktada toplamak mümkündür. Bunlar;1) Doğanın kesin yasalara uyan bir yapısı vardır. 2) Gezegenler ile gülle gibi sıradannesnelerin hareketlerindeki yasalar aynıdır ve bu nedenle zekamız, doğal olayların içhakikatlerini kavrayabilir. 3) Hakikatin özünde matematiksel yasalar vardır ve hesaplama,akim ideal modelini oluşturur [2]. 4) Değişim vardır ve doğrusaldır. 5) Sadecegözleyebildiği miz, etki edemediğimiz nesnel (dışsal) bir gerçeklik vardır. 6) Bu gerçeklik,zamandan bağımsız bir evrenselliğe sahiptir [3]. Bu özelliklere göre evrende bütün olupbitenler, tıpkı bir saatin/makinenin işleyişi gibi belli yasalara bağlı bir düzenlilik içinde vebir nedensellik bağıyla belirlenmektedir. Klasik bilimin metodolojisi ise gözlem/deney vesebep-sonuca dayalı veriler elde etme (determinizm) üzerine kuruludur. Bu amaçla, hemmatematiksel yöntemleri, hem de doğa yasalarını basite indirgeyen (indirgemecilik) vedüzenliliği içeren tümevarım yöntemi kullanılır [4].
“Mekanik evren paradigması” olarak da adlandırılan yeni paradigmanın iki temel işlevivardır. Bunlardan ilki, doğanın işleyiş bilgisini öğrenmektir. İkincisi ise elde edilen bubilgileri uygulamaya aktararak (teknik), doğa üzerinde egemenlik kurmaktır. Yeniparadigma, doğa ve topluma yönelik geçmiş yüzyılların bakış açılarında köklü değişiklikleryaratmı ştır. Özellikle, toplumsal alanla ilgili yeni görüşlerin radikal nitelikli olduğusöylenebilir.
1.2. Mekanik Yönetim Anlayışı ve Etkileri
Kökeni aydınlanma olan modernlik, ortaçağ organik dünya görüşünün tersine, toplumsalyaşamın bütün alanlarında farklılaşmalar öngörür. Modernleşmeyle, eski toplumlardavarolan bütünleşmiş ve kaynaşmış yapının kırıldığı, sınıflı bir toplumun oluştuğu, devletinegemen olduğu ve bireyin kaybolduğu bir yapı ortaya çıkmıştır. Bu çerçevede modernité,yeni bir toplum, devlet, örgütlenme ve ekonomi anlayışları getirmiştir [5].
Modern toplumda geleneklere ve inanca dayalı yaşamın yerini “akla dayalı” yaşambiçimi almıştır. Bilginin kaynağı olan akıl, teknolojik ilerlemenin yönünü belirlerken, aynızamanda insanların ve nesnelerin yönetimini elinde bulunduran araç olmuştur [6]. Araçsalakıl ve evrenin mekanik tasarım, zamanla ideolojik bir nitelik kazanmış ve araçlar, “amaç”haline gelmiştir. Bu durumun doğal sonucu olarak, amaçlar makinelere indirgenmiş ve insanbu makinenin kontrolüne girmiştir. Böylece, diğer canlılardan farklı olarak insan, doğanıntahakkümünden çıkmak isterken, daha büyük bir tahakküm (teknoloji, hiyerarşi, devlet,ekonomi vs.) altına girmiştir. Modernleşme sürecinde ortaya çıkan tahakküm biçimleri,bürokratik , teknokratık ve merkezi bir toplum yaratmıştır. Bu süreçte bireycilik ön planaçıkmış, insanlar, yaşama ve çevresine karşı araçsal bir tutum takınmaya başlamışlardır.Organ ik dünya görüşünün tersine, yaşam alanları kategorikleştirilmiş tir. Örneğin, yaşam ileiş, farklı alanlar olarak ayrılarak, bireylerin üretim sürecindeki belirleyicilikleri ortadankaldırılmıştı r.Bireysel ve toplumsal alanda görülen değişmeler, politik alanda ve yönetim düşüncesindede söz konusu olmuştur. Aydınlanma düşünürleri, fizik ve matematikteki bulguları, yaşamındiğer alanlarına olduğu gibi siyasal iktisadi düşünceye ve yönetim düşüncesine deyansıtmışlardır. Bu bağlamda, toplum bilimleri çözümlemelerinde sıklıkla fizik biliminebaşvurulmuşt ur[7].Aydınlanma sonrası toplum ve yönetim düşüncesi, bugünkü toplum ve yönetim düşüncesiüzerinde hala etkilidir. Bu bağlamda, halihazırdaki toplumsal ve yönetsel sorunlar,aydınlanma dönemi düşüncesiyle ilişkilendirilmekted ir. Diğer deyişle, modern toplummodelinde akim bir araç olmaktan çıkıp, “amaç” haline gelmesiyle ortaya çıkan sorunlar,bugünkü toplum yapısını da yakından ilgilendirmektedir. Toraine’nin sorduğu gibi [8]:
“…Zayıflıkları ndan kurtulmuş toplum kendi gücünün, kendi uygulayımlarının veözellikle kendi siyasal, ekonomik ve askeri güç çarklarının kölesine dönüşmedi mi?Taylorcu yöntemlere bağlı işçiler, işleyimsel ussallaştırmada usun utkusunun onlarıuygulayım kılığına bürünmüş bir toplumsal gücün ağırlığı altına soktuğunugörebiliyor lar mıydı? Kamu yönetimleri ve özel yönetimler özel yaşamı denetleyip onaistediği gibi biçim verirken, üstelik aynı anda bu biçimi kendi çıkarlarını işletmegörevlerinin üstünde tutarken, bürokrasi bütünüyle ussal-yasal yetki olaraktanımlanabilir miydi?…
Günümüzde siyasal yaşamın toplumsal temellerinin zayıflamasına bağlı olarak, bireylerinsiyasal sürece katılmada isteksiz oldukları ve dolayısıyla politik alanda bir bunalımyaşandığı dile getirilmektedir [9]. Bu durum, modernitenin halen etkili olan ekonomik vepolitik niteliklerinin sonucu olarak değerlendirilebilir. Halihazırda “ideolojik” bir zemini olduğu kabul edilen ve ekonomik temelli olanküreselleşme, yönetim olgusunun da içinde yer aldığı politik düşünceyi biçimlendirmektedir. Gerek uluslar arasında, gerekse ulusal ölçekte görülen “yarışmacı gelişme” anlayışı,küreselleşm enin ideolojik söylemi durumundadır. Yarışmacı söylem, küresel, ulusal vetoplumsal düzeyde, sistemin koşullarına en iyi uyum sağlayanın yaşayacağını ve kazanmanınancak “yarışarak” olabileceğini söyleyen bir içeriğe sahiptir. Bu söylem, “Sosyal Darwinci”niteliğe sahiptir [10] ve bu niteliğiyle dayanışmadan çok, rekabeti/çatışmayı vurgular.Öte yandan, egemen sistemde [11] “politika” kavramı da indirgemeci ve hiyerarşik birnitelikle algılanmaktadır. Gerçekten de bugün politika, salt “devlet yönetimi”ne indirgenmişdurumdadı r [12]. “Politika” anlayışındaki indirgemecilik, toplum ve yurttaş kavramlarınayansımış tır. Toplumun katılımcı boyutu unutulmuş ve “yurttaş” kavramı giderek “seçmen”kavramı ile bir tutulmaya başlanmıştır [13]. Yanı sıra yurttaş imgesi, “toplumsal bir kişi”değil, bir “vergi mükellefi” haline gelmiştir. Böylece, “iyi bir yurttaş”, yasalara uyar;vergilerini öder; kendi inisiyatifi dışında seçilmiş adaylara oy verir. “Seçmen” ve “vergimükellefi” yurttaş anlayışı, egemen sistemin bireye, “tek tıpçi” ve “doğrusal” bakışını ortayakoyar. Yurttaş, “vergi numarası” ve “yurttaşlık numarası” ile belirlenir ve bunlar, bireyinkendi kişiliğinden bağımsız geçerliğe sahiptir. Bu niteliğiyle yurttaş, devlet idaresinimeşrulaştır an indirgemiş ve hiyerarşik bir araç durumundadır.
İndırgemecilığe ve hiyerarşiye dayalı yurttaş anlayışını egemen sistemin “eşitlik”anlayış ında da görmek mümkündür. Egemen söylem, yuvarlak bir ifadeyle “herkes eşittir”demekle, bireysel zeka, yetenek, yaş, sağlık, fiziksel sakatlık vb. farklılıkları göz ardı eder[14]. Böylece, farklılıklara dayalı eşitsizlikleri kabul eden bir eşitlik öngörüsü yerme,doğrusal/tek tipçı bir eşitlik anlayışı ortaya çıkar.Toplum ve yurttaş anlayışındaki değişimler göz önüne alındığında, birkaç on yıldır demokratik süreçlere ve seçimlere katılımın azalması, basit bir “bıkkınlık” olarak okunamaz.Bookchin’in vurguladığı üzere, yukarıdaki türden bir yurttaşlık yaklaşımı, önemli psikolojikve politik sonuçlar doğurur. Bu sonuçlardan birisi, toplumdaki rolleri vergi mükellefliğiylesınır lı bireylerin, kendi kişiliklerine ve doğal çevrelerine ilişkin oluşturdukları pasif nitelikliimgedir. Öte yandan, gittikçe güçsüzleştirilen yurttaş, kolaylıkla tevekkül sahibi, çekingenbirisi haline gelebilmektedir. Toplumsal gücün büyük ölçüde ortadan kalkması kişinininsanlığını azaltır, bireyselliğini yok eder. Bu tür insanların gözünde toplum, çok sayıdaproblemi barındıran bir yapıdan öte anlam taşımaz. Toplumsal alan, savaşın, ekonomikdengesizliği n ve özel yaşama girebilen politik ve ideolojik ayrılıkların potansiyel bir kaynağı olarak görülür [15]. “Toplumsal yaşamın, yerel otonomiye ve katılımcı bir yurttaşlığa izinvermeyecek kadar karmaşık” olduğunun söylenmesi/dayatılması, yukarıdaki sürecipekiştirir. Dolayısıyla, böyle bir bakış açısının doğal sonucu, bireyin kendine ve topluma yabancılaşmasıdır.
2. Kaos Kuramı ve Yönetimi
Doğa bilimlerindeki araştırmalardan büyük ölçüde etkilenen kaos kuramını, yönetim gibisosyal bilimler konularına uygulamanın görece olarak zor olduğu ifade edilmektedir [16].Ancak, bazı niteliksel özellikleriyle kaos, yönetim bilimine katkı sağlayabilir. Bu çerçevede,başlangıç şartlarına hassas bağımlılık, zamanın geri dönüşsüzlüğü ve çatallanma süreci,anarşik örgütlenme gibi özellikler önemlidir.
2.1. Kaos Kuramı
Bilimdeki yeni gelişmeler, klasik bilimin temellerini oluşturan ve bugün de geçerli olanönermeleri tartışmaya açmaktadır. “Görelilik” ve “kuantum” kuramlarıyla başlayan bu süreç,1990’lı yıllardan bu yana kaos kuramıyla sürmekte ve egemen bilimsel anlayışın “gerçekdünya imgeleri”nin topyekün sorgulanmasına yol açmaktadır.Kaos kuramı, dünyayı öngörülebilir bir mekanizma olarak değil, açık ve esnek bir sistemolarak görür. Söz konusu kuram, fiziksel dünyanın işleyişiyle ilgili olarak, zorunlu kesinlikderecesindek i başlangıç koşullarına hiç bir zaman erişme yeteneğimizin olmadığını öne sürer[17]. Öngörülemezlık metaforu olarak, yüzlerce kilometre uzunlukta ve dağınık bir yapıyasahip olan “bulut” kullanılır [18].Kaos kavramının farklı tanımları yapılabilmektedir. Jim Yorke’a göre kaos, “başlangıçdurumu na hassas bağlılığı bulunan bir zamansal evrimdir” [19]. Ruelle’e göre ise kaos,”büyük sonuçları olabilen küçük nedenlerdir” [20]. Yapılan tanımların özünde”düzensizliğin içindeki düzen” anlayışı vardır. Kaotik sistemin özellikleri şöyle sıralanabilir:
1) Bir yapının, gerçekte ne zaman kaos durumuna geçeceğini öngörmek ilke olarakolanaksızdır ve bu kaotik sistemlerin tipik bir özelliğidir.
2) Bu tür yapılar, başlangıç koşullarına sımsıkı bağlılık gösteren, doğrusal olmayan ve geri bildirimli süreçlerdir.
3)Ortaya çıkan yeni yapı, sürecin başlangıç koşullarından etkilenir ve bu koşullarbelirlenemez .
4) Dolayısıyla, gerçek bir sistemde var olan, ancak gözlenemeyen ve klasikbilimde, “kusur” ya da “rasgelelik” adı verilerek dikkate alınmayan kavramların, kaosta özelbir yeri vardır [21].
Dolayısıyla, kaos kuramı klasik bilimden farklı önermelere sahiptir.Kaotik yapıların işleyişi, genellikle ilginç dallanmalardan oluşan şekillerle sembolize edilir. İçinde dallanmaların ortaya çıktığı her sistem, bir yandan hem determinist(belirley ici), hem de rastlantısal (indeterminist) elemanlar içermek zorundadır. Bir sistem, iki dallanma noktası arasında determinist belirleyici yasalara boyun eğerken, dallanma noktalarının yakınlarında kaotik davranarak, izleyeceği yeni yolu belirlemektedir [22].Kaosun önemli özelliklerinden olan “kendine özgü”lük, sistemin hangi yoldan gideceğinin,sistemin geçmişine ve çeşitli dışsal koşullara bağlı olmasını ve bu yüzden “öngörülemez”olu şunu ifade eder [23]. Tüm bu nitelikleriyle kaos kuramı, doğayı açıklamak için genellemelere, yuvarlamalara başvurmadan, en küçük olayların bile önemli olabileceğini belirtir.
2.2. Kaotik Yönetim Yaklaşımı
Halihazırda belirli bir düzenin, kurulu bir yapının, belirlenmiş koşulların ya dadüzenliliğe sahip süreçlerin bozulduğu ve buna karşılık, önlem alınmasında ya da çözümüretilmesinde güçlükler olduğu durumlarda “kaos”tan söz edilir. Buradan hareketle, kaoslailgili bilgi, “epistemik kabulleniş içinde bir olumsuzluğa denk gelmektedir” [24]. Aslındayaşayan sistemlerin genel özelliğini oluşturan kaosun olumsuz algılanışı, “denge, düzen vedurağanlık” öngörülerine dayalı mekanik paradigmanın, yaşamı kavrayış biçimimizüzerindeki belirleyiciliğinin bir sonucudur.Kaotik yaklaşım, toplumsal belirlenimciliğe karşıt öngörüler içerir. Yaşayan bir sistemolan toplumsal yapı, devingen olduğundan, sürekli değişmeye uğramaktadır. Bu devingenlik,gözleneb ilir nitelikli olabileceği gibi dikkati çekmeyecek kadar küçük nitelikli de olabilir.Niteliği nasıl olursa olsun, toplumdaki devingenlik, mutlaka etkili sonuçlar doğurur. Kaotikyaklaşım, ne kadar iyi düzenlenirse düzenlensin ya da denetlensin, her hangi bir toplumsalolayın büyük etkileri olabileceğim ileri sürer. Toplumsal yapıyla ilişkili istikrar/dengedurumunda ortaya çıkacak küçük bir değişme/olay, büyük ölçekli toplumsal sonuçlardoğurabilir. Çeşitli araçlarla (yasalar, kurallar, cezalar, vs.) toplumu düzenlemeye çalışmak,toplumun özünde/kimliğinde yıpranmalara yol açacaktır.
Kaotik yaklaşıma göre düzen,toplumsal sistemin parçaları olan birey ve grupların özgürlük sınırlarını belirler. Toplumsalyaşamda düzen adına konulan kurallar, değişik davranışların, düşüncelerin ve eylemlerinönüne geçer [25] ki, son tahlilde bu durum, potansiyelinin farkında olan toplumlarda”kısıtlan ma” duygusuna yol açar. Toplumun dinamikleriyle uyuşmayan düzenlemeler,toplumu n “kendiliğindenli ğe dayalı gelişimi/evrimi” üzerinde baskı oluşturacağı için iflasedeceklerdir [26]. Bu bakımdan kaosta, özellikle “toplum mühendisliği” gibi yaklaşımlaraşiddetle karşı çıkılır.Kaotik yaklaşıma göre toplumsal yapı, farklılaşmaya ve çeşitliliğe dayalı bir bütündür.Farklılıkla r ve çeşitlilikler, bireyler için geçerli olduğu gibi toplumsal gruplar için degeçerlidir. Toplum, bireylerin ve gruplar arasındaki farklılıkların gerçekleşmesine dayalıuyumu/birlikte evrim ve işbirliğini [27] ifade eder. Bu çerçevede, toplumsal yapıdakifarklılık ya da çeşitlilikler yok sayılamaz. Farklılıklara verilen önem, “özgürlük” ve de”yaratıcılık” ile kaos arasındaki sıkı ilişkiden kaynaklanmaktadır. Öte yandan, toplumsalyapıda bireyler, gruplar ya da topluluklar arasındaki ilişkiler ağı, dayanışma ve karşılıklıbağımlılık , rekabetten daha önemlidir.
Kaotik yaklaşıma göre toplumsal yapı, hem yapısal hem de anarşik süreçlerden oluşur.Yapısal süreçlerde kararlar, düzenli biçimde belirlenir. Anarşik süreçlerde ise kararlar “çöptenekesinden ” çıkar [28]. Bu çerçevede, toplumda tam anlamıyla bir “düzen sağlanması”değil, toplumsal yapıdaki karmaşık ilişkilerin varlığım kabul ederek ve onlara fırsattanıyarak, uyumlu bir bütüne ulaşmak söz konusudur. Diğer deyişle, kaotik yönetimmantığında toplum, “karmaşık dinamiklere sahip uyumlu bir bütün”dür.
Kaosta toplumsal sistem, karşıt güçlerin bir “oyun alam”dır. Planlama, yapılandırma vekontrol gibi bazı güçler, sistemi denge ve düzene iterken, yenilik/icat, yeni girişimler vedeneme gibi güçler de dengesizliğe ve düzensizliğe iter. Toplumdaki aktörlere verilecekyeterli özgürlük, toplumsal gelişme sürecinde yem şeyleri denemeyi [29] ya da yeni haklarıgündeme getirmeyi sağlayacaktır. Bu bağlamda, toplumun yönetilmesinde nihai olarak biristikrar/denge hedeflenmekle birlikte, bunu sağlamanın yolu, toplumun iç dinamiklerininözgürc e kendini gerçekleştirmesine olanak sağlamaktan geçer. Dolayısıyla, Nonaka’nm dabelirttiği gibi örgütlerin/toplumsal yapının sürekli olarak gelişebilmesi için altbirimlerinin/birey ve grupların özgür bırakılması gerekir. Bu, birimler arası yaratıcıçatışmayı doğuracaktır [30]. Karşıtlıkların yaratıcı etkinliğe dönüşebilmesi, “deneme”ninteşvi k edilmesiyle olur. Nitekim, örgüt kaotik hale geçtiğinde yaşamsal önem taşıyan “kendikendini düzenleyen örgüt (self organizasyon)” [31] kavramının özü de deneme yapmayadayanırÖzgürl ük ilkesinden hareketle, toplumsal düzene aykırı içsel ve dışsal eylemler/aktörler,toplumsal gelişme için tehdit olarak değil, bir olanak olarak değerlendirilir. Weick veMarch’m da vurguladığı gibi örgütün/toplumsal yapının misyonuyla ilgili olmayan eylemler,değişen şartlara ve karmaşıklığa alternatif çözümler üretme aracı olabilirler [32]. Briggs vePeat, kaosa göre örgütteki/toplumsal yapıda farklı bakış açılarının “paha biçilemez” değerlerolduğunu vurgularlar [33]. Bu çerçevede kaotik yaklaşımın, örgütlerde/toplumsal yapıda”reddetme”yi doğal bir davranış olarak öngördüğü ileri sürülebilir.Kaotik yaklaşım, toplumsal yapının karmaşık ilişkiler sisteminden oluştuğunu kabuletmekle birlikte, bu yapının bütünlüğünü de göz ardı etmez. Toplumsal bütünlüğüngerçekleşt irilmesi, istikrarın/dengenin sağlanmasını gerektirir. Diğer deyişle, toplumsalyapının işleyişinde içsel farklılıklara ve dışsal etkilere karşılık, belirli bir düzen ve dengeseviyesi oluşturma eğilimi de olmalıdır. İşte kaotik nitelikli bir yönetimin özelliği de buradaortaya çıkar: “Toplumsal sistemi, karmaşıklık ve denge arasındaki kararlı noktadatutabilmek”. Yönetsel otorite, “kaos eşiği (edge of chaos)” denilen bu nazik noktayısağlayabilmek adına, yukarıdaki hassasiyetlere dayalı yönetsel erk kullanır. Farklılık veçeşitliliğe olan eğilimin doğal sonucu olarak, mekanik ve organizelik/düzenlilik yerineorganize olmamayı öngördüğü söylenebilir. Biçimsel organizasyonun olmaması, yöneticininkontrolü gönüllü olarak bırakması ve sorumluluğu diğerlerine devretmesini gerektirir [34].Merkezi kontrolün yokluğuna rağmen toplumun geleceğe yönelik işleyişi, uyuma ve sürekliolarak yeniden organize olmaya dayalı otonom alt sistemlerin çalışmalarıyla olacaktır.Kaotik yönetim yaklaşıma göre bir toplumum yönetsel yapısı, merkeziyetçilikten uzak vehıyerarşık olmayan, kendi kendim düzenleyen sistemler biçiminde olmalıdır. Kaotik biryönetsel yapı kurmak için şunlar önerilmektedir [35]:
1) Bilgi ve haber paylaşımısağlanması, kolektif bilgiye güvenilmesi.
2) Yenilik ve yaratıcılığın sağlanması.
3) Takımçalışması olması.
4) Çeşitliliğe izm verilmesi.
doğaldır ki bu ilkeler, önceden belli, kontroletabı ve yasa şeklinde değil, uyum sağlama biçiminde gerçekleşmelidir. Öte yandan, Koç dakendi kendini düzenleyen sistemler ıçm şu iki temel unsurun zorunluluğunu vurgulamaktadır[36]:
1) Biçimsel ya da biçimsel olmayan ilişkilerin varlığı.
2) Kimliği, yani kendi kendimtanımlama. Dil ve kimlik olmazsa, toplumsal sistem ölür.
Açıktır ki, kaotik yaklaşımda otorite ve hiyerarşik ilişkilerden çok, toplumsal aktörlerarası bağlantı, etkileşim ve uyum önemlidir. Toplumsal aktörlerin uyumunu sağlamak iseonlara verilecek özgürlük, deneme inisiyatifi ve kendini gerçekleştirme olanaklarıylamümkünd ür. Bireylerin ve grupların bu nitelikleri, doğal olarak onların politika yapma vekarar almada etkin olmaları sonucunu doğuracaktır. Öte yandan, politika ve politik yönetimkademeleri (yöneticilik), merkezi ve hiyerarşik olmayan, halkın genel eğilimlerine duyarlı veesnek nitelikler taşımak durumundadır. Bu nitelikleriyle kaotik yaklaşım, egemen yönetimyaklaşımı karşısında soyut bir düşünce olarak görülebilir. Ancak, tarihte kaotik yaklaşımakoşut bazı uygulamaların olması [37], onun somut bir yönetim düşüncesi olabileceğini gösterir.
II. EKOLOJİK DÜŞÜNCEDE YÖNETİM ANLAYIŞI VE TOPLUMSAL EKOLOJİ
1. Ekolojik Düşünce ve Yönetim Anlayışı
1970’li yıllardan bu yana ekoloji, genellikle “biyolojik” nitelikli değil, “normatifnitelik li bir kavram olarak anlaşılmaktadır. Bu bağlamda ekoloji, tıpkı sosyalizm ya damuhafazakarlık gibi “siyasal” bir kategoridir.Ekoloji, insan toplumlarına ilişkin gözlem ve öngörülerden yola çıkan geleneksel siyasalkategorilerde n farklı olarak, doğa bilimlerinden yola çıkar [38]. Siyasal niteliğiyle ekoloji,yaygın olarak “ekolojik düşünce” olarak ifade edilmektedir. Ekolojik düşünceye göreekolojik sorunlar, kesinlikle salt doğayla ilgili bir sorun olmayıp, insanlığın doğaylailişkisindeki sorunlardır [39]. Dolayısıyla, ekolojik sorunlar, aslında egemen sistemdekikurumsal sorunlardan oluşmaktadır.Ekoloji k düşüncenin, doğa ve toplum öngörülerinde “bütünselci” yaklaşımı nedeniylemodern bilime, akılcılığa ve aydınlanmaya karşı bir duruşu vardır. Simonnet’nin de vurguladığı gibi bilimsel ve teknolojik öğretinin, bireylerin seçenekleri ve yaşama şekliüzerindeki etkileri irdelenerek, çağdaş toplumun gelişmesini belirleyen bilimsel ve teknikgerekircilik (determinizm) köklü biçimde sorgulanır [40]. Böyle bir yaklaşımın sonucuolarak küreselleşme, yoksullaşma, atomlaşma, anonimleşme, kapitalistleşme, banliyöleşme,bürokra tikleşme, sanallaşma, homojenleşme, standartlaşma, antidemokratikleşme, apolitikleşme ve gayriinsanileşme ciddi biçimde eleştirilir [41].Ekolojik düşünce, toplumun doğasıyla ilgili ilişkileri, kurumsal temsil ilişkilerinevarıncay a kadar düşüncenin odağına yerleştirmeyi öngörür [42]. Bu çerçevede, toplumdakifarklı iktidar odakları ince, küçük parçalara ayrılmalıdır. “Ekosistemler” olarak köy, mahalleve kasaba, yaşamın temel işlevlerinin var olabildiği toplumsal yapılanmanın ana unsurları olmalıdır.
Ölçek küçüklüğü, yerel demokrasinin uygulanmasına, çeşitliliğe dayalı canlı birtoplumsal ilişkinin kurulmasına yöneliktir [43]. Bu tür yapılar, ortak eylem ve amaçlangerçekleştirm enin yanı sıra yeni özgürlükçü ilişkiler kurmak, birbirlerini eğitmek,sorunlarını paylaşmak, cinsiyetçi ve hiyerarşik olmayan eylem ve bağlar geliştirmek içinoldukça uygundur. Böyle bir örgütlenme, yerelliği esas alan ekolojik bir bütünlüğe dayanır.Egemen toplumsal örgütlenme biçiminden radikal olarak ayrılan ekolojik toplumsalörgütlenme biçimi, ekolojik düşüncedeki yönetim düşüncesinin dinamiğidir. Bireylerin,hayatın her alanında karar süreçlerine özgürce katıldığı ve maddi hayatın tüm araçlarınınkomünal mülkiyetle işletildiği, üretildiği ve ihtiyaca göre paylaşıldığı “özyönetim”[44]esastır.
Özgürlükçü ve eşitlikçi bir ideal olarak özyönetim, ekolojik toplumsal örgütlenmeiçin bütünsel bir uygulama öngörür. Çünkü, toplum, birimlerin toplamı olarak değil, birbütün olarak görüldüğünden, salt birimlerdeki özyönetimle yetinmek yerine, bütünü kuşatanbir özyönetim düşüncesi savunulur. Ekolojik düşüncedeki özyönetim, doğadaki kaotik işleyişe koşutluğuyla dikkati çeker[45]. Özyönetim, Toplumsal Ekoloji’nin yönetimtasarımında merkezi önem taşır.
2. Toplumsal Ekoloji ve Yönetim Tasarımı
2.1. Toplumsal Ekoloji
Ekolojik düşünce içindeki akımlardan birisi olan Toplumsal Ekoloji, radikal görüşleresahip Murray Bookchin tarafından geliştirilmiştir. Kropotkin’in “anarko-komünizm”düşüncesini n etkili olduğu Toplumsal Ekoloji’nin amacı, ekolojik krizin toplumsalkaynakların a ilişkin tutarlı bir görüş geliştirmek ve toplumu akılcı bir çizgide yenidenyapılandıraca k “eko-anarşıst” bir proje sunmaktır [46].
Toplumsal Ekoloji’nin temel hareket noktası, toplumla doğayı karşı karşıya getirensorunların toplum ile doğa arasında ortaya çıkmadığı, toplumsal gelişmenin içinden çıktığıdüşüncesidir. Daha açık ifadeyle, toplumla doğa arasındaki karşıtlık ve bölünme, toplumsalalandaki bölünmelerden, insanların kendi aralarındaki çatışmalardan ve tahakkümilişkilerind en [47] kaynaklanmaktadır [48].
Toplum-doğa karşıtlığının ve toplumdakiçatışmalar ın temel kaynağı, “akıl dışı”, “anti ekolojik” toplum yapısıdır ve hiyerarşi, sınıfçıve rekabetçi kapitalizm böyle bir toplum yapısının temel dinamikleridir. Dolayısıyla,Toplumsa l Ekoloji’nin çözüm önerisi, toplumu “yeniden kurma”ya dayanır [49]. Ekolojiktoplum, bütüncü bir nitelik taşır. Çünkü, insanın insan üzerindeki tahakkümü, ekolojik,politik, ekonomik, bürokratik, sosyal adaletsizlik ve diğer toplumsal problemlerin kaynağıolduğundan, bu sorunların birbirinden bağımsız, kısmi çözümleri olamaz.
2.2. Toplumsal Ekoloji’nin Yönetim Tasarımı
Kaosun önemi, mekanik yönetim anlayışına karşıt olmakla ilgiliyken, ToplumsalEkoloji’nin önemi de egemen siyasal sisteme karşıtlıktan kaynaklanır. Buna göre kaosun veToplumsal Ekoloji’nin ilgi alanları farklı görünse [50] de aslında standartlaşma, otorite,mekanikleşme gibi hem yönetim hem de siyaset anlayışında geçerli olgulara bakışları koşuttur.
Toplumsal Ekoloji’nin yönetim tasarımı, ekolojik topluma göre biçimlenmiştir. Ekolojiktoplum, genel hatlarıyla egemen toplumsal yapının ters yüz edilmesine dayanır. Buna göredevrimci bir kuram ve uygulama öneren ekolojik toplum projesi üç temel öncüle dayanır. 1)Otoritenin devredildiği kurumları tanımayan bir politik topluluk olarak, kelimenin fizikselanlamında “hücre-doku toplunf’un yeniden kurulması [51], 2) Tahakkümün, sadeceekonomik sömürü olarak değil, tüm biçimleriyle ortadan kaldırılması, 3) Hiyerarşinin,sadece toplumsal sınıflar olarak değil, tüm biçimleriyle ortadan kaldırılması [52]. Buöncüllerden hareketle, ekolojik toplum projesi, hem sosyalizmin, hem de kapitalizmintoplum yapısına karşı alternatif bir toplum biçimi önerir.
Ekolojik toplum projesi, doğal, toplumsal ve psikolojik nitelikler taşır ve tüm karşılıklıbağımlılık ları hiyerarşik olmayan bir tarzda yorumlar [53]. Çünkü ekolojik düşünce,farklılaşmay ı, iç gelişmeyi, çeşitlilik içinde birliği ve nihayet bütünlüğü [54] vurgulayandiyalektik bir doğaya sahiptir. “Kendiliğindenli k” [55], toplumsal yaşamın önemli birunsurudur.
Ekolojik toplum ilkelerinin yaşama geçirilmesi, “doğrudan eylem”le olanaklı görünür.Doğrudan eylem ilkesi, ekolojik yönetim biçimi hakkında önemli bir mesajlar taşır.Doğrudan eylem, “yönetim” ve “etkinlik”in demokratikleştirilme sini öngörürken, aynızamanda her bireyin “öz”ünün/benliğinin -kendine özgü, yaratıcı ve yetkin bir varlık olarak-gelıştirilmesini de öngörür. Bu, hem kapitalist dünyanın bürokratik toplumunda, hem desosyalist dünyanın totaliter toplumundaki öncülere/lidere bağımlı olma düşüncesinin reddi anlamma gelmektedir. Toplumsal Ekoloji’ye göre özgür bir toplum, benliği yadsımaz,tersine, “sadece ‘seçkin’ uzmanlar ve … dahilerin değil, herkesin toplumu yönetmeyeteneğinde olduğu inancıyla onu destekler, özgürleştirir ve gerçekleştirir”. Bu bağlamdadoğrudan eylem, yasama gücünü kendi eline alan kent demektir. Her bireyin içinde saklıgüçleri uyandırarak, yeni bir “öz güven” ve “öz yeterlilik” duygusu geliştirmesi ve böylecetoplumun kontrolünü -iktidarı, “temsilciler” olmaksızın doğrudan sahiplenmek- üstlenmesidemektir [56]. Böylece, “özgürlükçü bir toplum” ve “komün” [57] örgütlenmesi gerçekleştirilebilec ektir.
Toplumsal Ekoloji’de söz konusu ilkelerle ilişkili biçimde, özgürlüğün “pratik” olarakyeniden tanımı yapılır [58]. Buna göre “benliğin özerkliği ve kendini gerçekleştirme hakkı;aşkın, duygunun canlanması ve bedenin kısıtsız dışavurumu; duygunun olduğu gibi ifadesi;insanlar arası ilişkilerin yabancılaşmadan uzaklaşması; komünlerin ve cemaatlerin oluşumu;herkesin yaşam araçlarına özgürce ulaşması; plastik metalar dünyasının ve kariyerlerin reddi;karşılıklı yardım pratiği; becerilerin ve karşı teknolojilerin kazanılması; yaşam ve doğanındengesine yönelik yeni bir saygı; çalışma etiğinin yerine anlamlı çalışma ve haz alma” [59]gibi unsurlar, pratik anlamda özgürlüğün tanımı içindedir.
Özgürlüğün yeniden tanımı, bir bakıma halihazırdaki özgürlük yaklaşımının eksikliğineişaret eder. Bugün çeşitli düzeylerde varolan özgürlük biçimleri, aslında sadece”demokratik” biçimlerdir ve özgürlük düşüncesini içermeyebilmektedir. Örneğin, “işyeridemokrasi si” üretici etkinliğe özgürlükçü değil, sadece katılımcı bir nitelik katmaktadır [60].Kolaylıkla hiyerarşi ya da sömürüyü besleyebilecek demokratik uygulamalarınolumsuz luklardan kurtulabilmesi, aynı zamanda özgürlükçü olmasından geçer ki, özgürlüğünyeniden tanımlanması da bu bakımdan önemlidir.
Toplumsal Ekoloji’nin yönetim tasarımında yerleşimler, coğrafi olarak, politik kararlarınhalk meclisinde doğrudan demokrasi yoluyla oluşturulmasına olanak verecek biçimde”insani ölçek”te olacaktır. Diğer yandan da bir yerleşim, kendi komşusu olan yerleşimlerin,bölgel erin, daha büyük coğrafi alanların ve nihayet tüm insanlığın yaşadığı coğrafyanın”bütünley ici bir parçası” olacaktır [61]. Söz konusu düşüncenin kurumları “özgürlükçübelediyec ilik (libertarian municipality)” ve “konfederalizm”d ir. Bu kurumlar, “özgürlükçükurum lar” olarak tarif edilir ve bu terim, “metaforik” değil, kelime anlamıyla” alınır [62].
“Özgürlükçü belediyecilik” projesi, yaşamın maddi araçları üzerinde halk denetimiolmasını öngören yeni bir politika öne sürmesi anlamında “özgürlükçü”dür. Özellikle halkmeclisleri aracılığıyla, kamu meseleleri üzerinde yurttaş denetimi olmasının öngören yeni birpolitika öne sürmesi anlamında ise “belediyeci”dir. Bir yandan içine kapalı ve yayılmacıhale gelebilecek “kendine yeterli” toplulukların dar ufukluluğundan kaçınmak, diğer taraftanda bu toplulukların işleyişlerini akılcı ve ekolojik biçimde koordine etmek için bölgesel birtemelde belediyelerin ve ekonomilerinin karşılıklı bağımlılığı [63] anlamında da”konfederalisf’t ir [64]
Özgürlükçü yerel yönetimciliğin amacı, yok olmuş olan kamusal alanı canlandırıp, yenibir politik alana dönüştürmek ve pasif seçmenlerin ötesinde aktif yurttaşlar [65]oluşturmaktır [66]. Aktif yurttaşlar tarafından oluşturulan mahalle ve kasaba meclistoplantılarıyl a, bunlara dayanan iktidarı kurumsallaştırarak, radikal anlamda politikanınköklerine geri dönüleceği ve doğrudan demokrasinin yeniden dirileceği öngörülmektedir.Öte yandan bu proje, tabana dayalı bir doğrudan demokrasi talebini içerir [67]. Bu proje,”liderlik” kurumunun varlığını kabul eder ve gönüllülüğe, deneyime, bilgiye ve isteğe bağlıkendine özgü bir liderlik kurumu [68] öngörür.
Bir yerleşimdeki politik kararların bu yerleşimdeki tüm yurttaşların katılımı ile yüz yüzealındığı (doğrudan demokrasi) “halk meclisleri”, özgürlükçü belediyecilik düşüncesinin temelini oluşturur. Halk meclisleri, yurttaşların kendi hayatlarına ve yaşadıklarıyerleşime/topluma doğrudan müdahale ettikleri gerçek politik alan olarak nitelenir [69].
Halk meclisleri, ihtiyaca, hoşnutsuzluğa vb. dayalı olarak idarecileri geri çağırabilir veonların çalışmalarına son verebilirler. İdarecilerin etkisi, sadece meclisin verdiği kararlarıuygulanması yla ilgili olup, bunlar tümüyle meclis iradesine bağımlıdırlar. Bu temel ayrım,demokratik süreç içinde halk meclislerinin yapısal değil, işlevsel varlığıyla ilgili birmeseledir. Meclislerin, ilke olarak herhangi bir demografik ve kentsel koşulda -mahalle yada kasaba düzeyinde- işleyebileceği öngörülür [70].
Toplumsal Ekoloji’nin, halk meclislerinde kararlar alınırken, bütün topluluğun”konsensüs “e varması gibi hayalci bir hedefi yoktur. Bir meclis içinde ya da meclislerarasında, bir azınlığın, çoğunluk tarafından alman kararı düşürme hakkı yoktur. Ancak, bututumun “ortak akılcı kararlar”a dönüşmediği durumlarda, “gizli bir tiranlık” doğuracağı dagözden uzak tutulmaz [71]. Bu sorun, özyönetimli, yüz yüze meclislerin altında yetkinbireylerin yetişmesiyle ilgili olan etik, hatta eğitimsel bir sorun olarak görülür. Bu nedenledirki, gerçek anlamda yurttaşlık, politika ve seçim gibi olgular, etik ve eğitimsel gelişmeninparçaları olarak kabul edilir.
Halk meclislerinde “politik kararların alınması” ile bu “politik kararların uygulanması”arasında önemli nitelik farkı bulunmaktadır. Bir yeri ilgilendiren politik karar alımsürecinde, o yerde yaşayan herkes yer alır. Ancak, halk meclisinde bir konuda kararalındıktan sonra bu kararın eşgüdümü ve icrası, bu konuda uzman olan kişilere bırakılır.Halk meclisleri, bu kararlar sonucu ortaya çıkan projelerin ve bunları gerçekleştirenlerind enetimini yapar [72]
Özgürlükçü belediyecilik, tek bir topluluğun yerel yönetimde denetimi sağlayıp, onumahalle meclisleri temelinde yeniden yapılandırdığı yalıtılmış bir durumu değil, bir”hareket”! konu edinir. Bu yaklaşım, toplulukları birbiri ardına değiştirip, yerel yönetimlerarasında konfedere ilişkiler sistemi oturtacak, kendi adına çalışan bölgesel iktidaroluşturacak bir hareketin varlığım varsaymaktadır [73].
Özgürlükçü belediyeler, “konfederal” bir ağla bir birine bağlanır. Konfederalizm, güçbirliğine dayalı bir toplumsal/politik öngörü taşır. Konfedere sistemin işleyişi de mahallemeclislerinde ki gibi toplulukların hepsinin söz sahibi olabileceği biçimde tasarlanır. Bumeclisler, mahallelerde ve kasabalardaki halk meclislerinden gelecek olan delegelertarafından oluşturulan, yasal güçleri bulunmayan, ancak büyük etik güce sahip kurumlardır.Meclisle r, her belediyenin, kasaba ve şehirlerin farklılıklara uyum sağlayan, görevleri kesinolarak belli, her an geri çağrılabilir ve rotasyona tabii olan vekillerden oluşur. Konfederemeclislerde alman kararların, mahalle, kasaba ve şehirlerdeki halk meclislerinin çoğunluğutarafından onaylanması gerekir. Seçilmiş olan vekiller, hiçbir şekilde ve koşulda kendibaşlarına “politika oluşturma” yetkisine sahip değildir. Onlar, mahalle meclislerinin alacağıpolitik kararları “icra etmekle” yetkilidirler [74] ve bu konuda halk meclislerine karşısorumludurlar. Bu bağlamda konfederasyon meclisleri, yerleşimleri birbirine bağlayan bir”idari meclisler ağı” işlevi görür [75]. Bu tür bir yapı, yerel yönetimlerin bölgeselörgütlenmesi ve bölgesel konfederasyonların daha büyük ölçekte örgütlenmesi biçiminde degeliştirilebilir.
Halk meclislerinden konfederal meclislere uzanan yukarıdaki sistemde dikkati çeken enönemli nokta, otoritenin yukarıdan aşağıya değil, aşağıdan yukarıya doğru kullanılmasıdır.Taba nda yer alan halk meclislerinin gücü en fazla iken, yukarıda yer alan konfederasyonmeclisl erinde politik güç azalır ve bu, daha üst kategorilere gidildikçe daha da azalır.
Toplumsal Ekoloji’de yönetim tasarımı bir bütün olarak değerlendirilir. Bu bağlamdakonfedere sistem, bilinçli bir şekilde oluşturulmuş birbirlerine bağımlı bir yerleşimler bütününden oluşur. Doğrudan demokrasi ile sıkı denetim altında olan idare ve eşgüdüm,konfedere sistem içinde kaynaştırılmıştır. Bu sistem, bağımsızlık ve bağımlılıkkavramları nın diyalektik biçimde gelişerek, çok daha zengin bir biçim olan “karşılıklı bağımlılık”a dönüşümünü içerir.
Bu bağlamda, “sıvı halde olan ve sürekli olarak gelişentoplumsal bir metabolizmadır”. Toplumda farklılıkların ve farklılıkları ortaya çıkarmapotansiyelini n çokluğu, ekolojik toplumun kimliğini pekiştirir ve bu kimlik, sözü geçen”metabolizma” içinde korunur.Toplumun içinde ve toplumla doğal dünya arasında görülen katılımcı nitelikteki bir evrimsürecini öngören konfedere sistem, netice itibariyle gelecekteki bir toplumun “türü”nü ve”nasıl olması gerektiğini” dayatan bir sistem değildir [76].
Bu sistem, “geleceğin görünüşteekolojik bir yorumunu yapmak” olarak değerlendirilmektedi r. Toplumsal Ekoloji’debiçimsel bir “tüzük” ya da “yönetmelikler”l e açık şekilde tasarlanmış bir organizasyonbiçimi, otoriterciliği besleyeceği gerekçesiyle reddedilir. Otoritercilikten kurtuluşun, en iyişekilde sadece gücün açık, kısa ve detaylandırılmış dağıtımı ile garanti edilebileceğine inanılır.
SONUÇ
Ekolojik düşünce, ekolojik sorunların salt bir doğa sorunu olmadığını, aynı zamandainsan ve toplumlar arası ilişkiyle ilgili bir sorun olduğunu öne sürer. Dolayısıyla, sorunungiderilmesi için öncelikle insan ve toplum anlayışında değişiklikler yapmak gerekir. Öteyandan, kaos kuramı da ekolojik düşünceye koşut biçimde mekanik anlayışın indirgemeci,doğrusal ve tek tipliliğe dayalı bir toplum/birey anlayışı olduğuna dikkati çekmektedir,açıktır.
Yeni bir bilim paradigması olarak kaos, toplumu, doğrusal olmayan ilişkilerden oluşandinamik sistemler olarak görürken, bireyler arasında işbirliği, karşılıklı etkileşiminbirbirler ini ve toplumu etkilediğini varsaymaktadır. Bu bağlamda, bireyler arası farklılıklarve çeşitlilikler dikkate alınmakta ve bireylerin her süreçte kendilerini gerçekleştirmelerine olanak tanınmaktadır. Yönetim sürecinde bireylerin kendilerini ifade edebilmeleri, kararalımlarına etkin olarak katılmaları ve alınmış kararları etkileyebilmelerini önermek,günümüzün yönetsel krizi düşünüldüğünde, belki de kaosun en önemli tarafını oluşturmaktadır.
Ekolojik düşüncenin önemli bir akımı olan Toplumsal Ekoloji’nin, kaotik yönetimanlayışıyla pek çok konuda koşut olduğu görülmektedir. Toplumsal Ekoloji de tıpkı kaoskuramı gibi klasik bilim eleştirisinden hareketle, egemen sistemin aksaklıklarına dikkatiçekmektedir. Toplumu canlı bir sistem olarak görme ve toplumdaki farklılık ve çeşitliliğiyaratıcıl ık ve zenginlik için fırsat olarak görme, toplumsal yaşamın doğrusal/tek yönlü değil,doğrusal olmayan/çok yönlü bir şekilde işlediğini vurgulama, çatışmadan çok işbirliği vedayanışmayı vurgulama, toplumun, kendi iç dinamikleriyle ve dış dinamiklerle ilişkinin birürünü olduğuna işaret etme, bireylerin kendini gerçekleştirmesi, ayrıntılı yasa ve kurallarınreddi, karar alımı ile bu kararları uygulama süreçlerinin/aktörlerinin farklı olması, politikanınmerkezine bireyi koyma, karar verme süreçlerine doğrudan katılma ve etkin denetleme,liderliğin otorite ve hiyerarşiden ziyade “rehberlik” özelliğini vurgulama, merkeziyetçiliğinve hiyerarşinin reddi, kendiliğinden örgütlenme, özyönetim ve gücün tabandan tavana doğruyayılışı vd. gibi nitelikler, kaosun ve Toplumsal Ekoloji’nin önemli ortak noktalarını oluşturmaktadır.
Kaos ve Toplumsal Ekoloji’de benzer toplumsal ve yönetsel görüşlerin olması, genelolarak ekolojik düşünceye bilimsel bir dayanak sağlanması olarak yorumlanabilir. Bir diğerdeyişle, şayet kaos kuramının egemen bilim paradigmasını sarstığı kabul ediliyorsa, onun toplum ve yönetim öngörüsü de kabul ediliyor demektir. Bu durumda, kaosun yaklaşımıylakoşut olan ekolojik düşüncenin görüşleri de bilimsel bir dayanağa kavuşmuştur. Ekolojikdüşüncenin bilimsel bir dayanağa kavuşması, ona karşı yöneltilen en büyük eleştirilerdenbirisi olan “uygulanamaz düşünceler bütünü” nitelemesini geçersiz hale getirmektedir.
KAYNAKÇA
[I] Görmez, K.(2003), Çevre Sorunları ve Türkiye, Üçüncü Baskı, Ankara, Gazi Kitabevi, 29
[2] Forti, A., (1995), “Modern Bilimin Doğuşu Ve Düşünce Özgürlüğü”, Bilim Ve İktidar Der. F. Mayor; A.Forti, Çev.M.Küçük, Tübitak Yayınları,Ankara, 25,65
[3] Koç, U.,(2006), “Komplekslilik Yaklaşımı ve Bilgi Yönetimi”, [Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN…] (14.03).
[4] Mutlu, A.(2004), “Ekolojik Sorunlar ve Karmaşık Bir Çözüm Olarak Kaos”, Doğa ve Çevre, Ed. C.Gündüz; S. Mutun; T. Şenol, Biyologlar Derneği, İzmir, 541.
[5] Görmez, a.g.e., 32
[6] Touraine, A.(1994), Modernliğin Eleştirisi, Çev.H.Tufan, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 23.
[7] Bir aydınlanma düşünürü olan Hobbes, (doğa) bilimdeki başarının siyasal teori alanında datekrarlanabileceği ne inanan düşünürlerden biridir. O, geometri ve metafiziği siyasal düşünceye örnekalarak, doğadan farklı nitelikte olan toplumun, insan tarafından yaratıldığı ve yine insan tarafındandeğiştiril ebileceği görüşündeydi. Hobbes’un toplumu, kargaşa (doğa halij’dan geometrik düzene geçişiifade eder. Bkz. Sunar, ¡.(1986), Düşün ve Toplum, Birey ve Toplum Yayınları, Ankara, 61-67. John Lockeise doğal barışın bozulduğunu ve sivil yaşama geçildiğini söyler. İnsan, “doğal hakları”nı kendinde saklıtutarak sivil topluma geçmektedir. Toplumsal yasalar, kurallar, devlet ve yönetici güç, birikimin korunmasıiçin bir araçtır (Sunar, 1986: 79-81). Dolayısıyla yönetimin nihai amacı, devletin gücünü artırmaktır. Bkz.Tezcan, L.(1998), “Modern Devlet ve Yönetim Teknolojisi”, Birikim, Mart, 50.
[8] Toraine, A.,(2002), Demokrasi Nedir?, Üçüncü Baskı, Çev. O. Kunal, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 9
[9] Touraine, a.g.e., 83.
[10] Sökmen, P.,(2002), “Dünya Sistemine Eklemlenme Çağında Yeni Gelişme Anlayışları, Yeni YönetimBiçimleri”, Yerel Yönetimler Sempozyumu Bildirileri, Ankara, TODAİE Yayını, 601
[II] Egemen sistem’Me anlatılmak istenen, özellikle sosyal, ekonomik ve politik olmak üzere, mekanizmin vekapitalizmin, yaşamın bütün alanlarını etkileyen kuralları ile değerleridir
[12] Devlet yönetimi, devletin kurumlarının ve bu kurumların himayesinde yaşayan insanların “profesyonel”ola rak yönetme işiyle uğraşan -seçilmiş ya da atanmış- kişiler tarafından yönetilmesidir. Bkz. İdem, Ş.,(2002), “Toplumsal Ekoloji Nedir? Ne Değildir?”, Toplumsal Ekoloji, Bahar, 15. Devlet yönetiminde halk,”edilgen bir kitle” durumundadır. Halbuki politika, “yönetim sisteminin pratik sorunlarının çözümününyanı sıra kişinin … topluma karşı ahlaki zorunlulukla gerçekleştirdiği kent/ülke etkinliklerine adanması”nıiçeren bir yaklaşım olarak, daha zengin bir içeriğe sahiptir. Bkz. Bookchin, M., (2002), “Komünalist KararAnı”, Toplumsal Ekoloji, Bahar, 43. Nitekim politikada her insan, kendi hayatında ve toplum yaşamındasöz sahibi/potansiyeli olan aktif bir yurttaştır. Devlet yönetimi, merkeziyetçi, otoriter, oligarşik ya damonarşik, hiyerarşik, seçkinci gücü bir elde toplayan ve temsili öğelerle beslenir. Buna karşılık politika,demokratik, özgürlükçü, hiyerarşik olmayan, gücü dağıtan bir duyarlılığı içerir. Bkz. İdem, a.g.m. 15.Politika ve devlet yönetiminin farklı şeyler olduğu hakkında daha fazla bilgi için bkz. Bookchin,M.,(1999a), Kentsiz Kentleşme, Çev. B.Özyalçm, İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 307
[13] Bookchin, M.,(1999b), Toplumu Yeniden Kurmak, İstanbul, Metis Yayınları, 288
[14] Bookchin, M.,(1994a), Özgürlüğün Ekolojisi, Çev.A.Türkerjstanbul , Ayrıntı Yayınları, 68.
[15] Bookchin, M.,(1999b), 38.
[16] Bkz. Thietart, R.A.; B. Forgues, ( 1995), “Chaos Theory and Organization”, Organization Science, Vol.6,No.l, January-February, 19-31 ve Ruelle, D.,(1999), Rastlantı Ve Kaos, Çev. D.Yurtören, 13.Baskı,Ankara, TübitakYayınları, 21.
[17] Trigg, R.,(1996), Akılcılık Ve Bilim, Çev. K. Yerci, İstanbul, Sarmal Yayınevi, 230
[18] Mori, H.;Y. Kuramoto,(1993), Dissipative Structure And Chaos, Springer-Verlag Berlin Heildelberg, 129
[19] Ruelle, a.g.e., 65.
[20] Barreau ve Diğ.,(1991), Rastlantı, Çev. Ü. Erdoğdu, İstanbul, Pencere Yayınlan, 133.
[21] Nakamura, K.,(1993), Quantum Chaos, Cambridge, Cambridge University Press, 20.
[22] Cramer, F.,(1998), Kaos Ve Düzen, Çev. V. Atayman, İstanbul, Alan Yayıncılık, 186.
[23] Capra, F., Yaşamın Örgüsü, Çev. B. Kuryel, İstanbul, Yapı Merkezi, B.Y.Y., 183-184.
[24] Kuryel, B.,(2003), “Kaos, Epistemoloji ve Matematik”, Ağaçkakan, Nisan, 41.
[25] Kaotik yaklaşımın bu öngörüsü, farklılıkların toplumda yol açması muhtemel olan”başıbozukluk/kargaşa”dan farklı bir niteliğe sahiptir. Kaosa göre toplumsal devingenlik, bu farklılıklarsayesind e oluşmaktadır. Diğer deyişle, toplum denen “istikrarlı sistem”, içinde pek çok farklılığı barındıranbir yapıdır. Toplum içinde bireylerin ve toplulukların farklı davranışları olmakla birlikte, bu davranışlarınbütünü “istikrarlı bir toplumsal yapı” biçiminde görülür. Bkz. Latif, H.,(2005), Fraktalist Yönetim,İstanbul, Bizim Avrupa Yayınları, 68.Tıpkı, kuşların bağımsız kanat çırpışlarına rağmen, uçarken sağladıkları eşgüdümlü ve düzenli yapı gibi…
[26] Kaosun işbirliği öngörüsüyile Kropotkin’in evrim anlayışı arasında önemli bir koşutluk olduğuvurgulanmalıdı r. Kropotkin’in “birlikte evrim” adını verdiği ve doğadaki evrimin, canlılar arasındakimücadelede n çok, farklı canlı türleri arasındaki karşılıklı uyum ve işbirliğiyle gerçekleştiğini öne sürdüğügörüşü, Darwin’in rekabete ve hiyerarşiye dayalı evrim görüşüne karşıttır. Darwin’in evrim görüşü, aynızamanda egemen sistemin “rekabef’e dayalı toplum yapısının da kuramsal temelini oluşturmaktadır.
[27] Thietart; Forgues, a.g.e., 22.
[28] Thietart; Forgues, a.g.e., 22.
[29] Thietart; Forgues, a.g.e., 22.
[30] Kendi kendini düzenleyen örgüt (self organizasyon), kendi içinde bir şeyler yaratma anlamına gelmektedir.Örgütün, dışarıdan değil, kendi içinden üreyen veya çıkan ve sıklıkla iç dinamiğe dayalı olarak davranmave faaliyet göstermesidir. Bkz. Tüz, M.V.,(2001), Kaos Ortamında Self Organizasyon Davranışı,İstanbul, Alfa Basım Yayım Dağıtım Ltd. Şti., 58. Self organizasyon, kaos kuramında kullanılan esaskavramlardan birisidir. Bkz. Cramer, a.g.e., 277-286
31] Thietart; Forgues, a.g.e., 22.
[32] Thietart; Forgues, a.g.e., 22.
[33] Briggs, J.;F. D. Peat,(2001), Kaos, Çev.S. Soner, İzmir,Ege Meta Yayınları, 241.
[34] Tüz, a.g.e., 93.
[35] Tüz, a.g.e., 82):
[36] Koç, U., a.g.m.
[37] Kaotik yaklaşımın öngörüleri, geçmişte uygulanmış bazı deneyimlerle ilişkilendirilmekted ir. Buuygulamaların temel belirleyici özelliği, katılım, işbirliği ve uyuma dayalı olmasıdır. Bu bağlamda örnekolarak “özyönetim” sistemi gösterilmektedir. Bkz. Latif, H., a.g.e., 66-67. Tüz, özyönetim sistemini, kendikendini düzenleyen organizasyonların temel kavramlarından birisi olarak görmektedir. O, kaotik bağlamdaözyönetimin bazı özelliklerine dikkat çekmektedir. Örneğin, özyönetimde otorite mutlak değildir. Gerçekteözyönetim, takımın/toplumun kendini yönetmesidir. Bütün işler ve karar verme otoritesi sadece işi yapankişi tarafından değil, bir çok kişi tarafından görülür ve bunun için karşılıklı yardımlaşmaya gereksinimduyulur. Bkz. Tüz, ag.e., 87, 89.
[38] Bramwell, A.,(1989), Ecology in the 20th Century:: A Histoıy, New Haven and London, Yale UniversityPres, 4, 39.
[39] Bahro, R.,(1997), “Ekolojik Bunalım: ‘Bilince Geri Çekilmek ya da Ölüm!'”, Birikim, S: 97, Mayıs,26.
[40] Simonnet, S.,( 1990), Dominique, Çevrecilik, Çev. M. Selami, İstanbul, İletişim Yayınları, 10.
[41] Kayır, G.Ö.,(2003), Doğaya Dönüş, İstanbul, Bağlam Yayınları, 80.
[42] Bahro, R., a.g.e., 27.
[43] Simonnet, D., a.g.e., 80.
[44] Ekolojik düşüncedeki özyönetim kavramı, göreceli olarak 1970’ I i yıllardaki özyönetim yaklaşımlarındanfark lıdır. Otonom gücün kuram ve uygulaması olarak algılanan özyönetim, Michel Bosquet’nin ifadesiyle,”herkesin diğerleriyle kurduğu ilişkilerin tümü üzerinde hak sahibi olmasıdır”. Bkz. Simonnet,D.,a.g.e., 77
[45] Özyönetim düşüncesinin, doğadaki kaotik işleyişe uygun ilkeleri şöyle sıralanabilir: 1) Özyönetim, hükümsüren çeşitli güçler alttnda bütünsel bir birleşmeye ve güçle idare edilen bir birliğe yönelen çelişkili toplumyapısından doğar. Özyönetim, böyle bir toplumda tek etkin itiraz biçimi olarak, yeniden ve yeniden”özgürlük”ü gündeme getirir. 2) Özyönetim, toplumdaki bu çelişkilerden doğar ama onları çözmeye veaşmayı hedefler. 3) Özyönetim, söz konusu çelişkiler bütününü çözdüğü oranda yeni bir bütünlükoluşturur. 4) Bu bağlamda özyönetim, iki farklı boyutuyla düşünülmelidir. Bkz. Lefebvre, H.,(2004), “BirÖz-yönetim Sosyolojisinin Öğeleri”, Conatus, S:l, Şubat-Mayıs, 183-184.
[46] Bookchin, M.,(1994a), 26.
[47] Toplumsal Ekoloji’ye göre, insanın doğa üzerindeki tahakkümünün kaynağı, insanın insan üzerindekitahakkümüd ür. İnsanın insan üzerindeki tahakkümünün yok edilmesi, doğa üzerindeki tahakkümü de yokedecektir. Dolayısıyla, doğa ile toplum iki farklı kategori olarak görülmeyip, tersine, bir bütün olarakalgılanır.
[48] Bookchin, M.,(1994a), 44.
[49] Mellor, M.,(1993), Sınırları Yıkmak, Çev, O. Akınhay, İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 128.
[50] Her ne kadar yönetim ve siyaset, iki farklı olgu olarak dile getirilse bile bunların kolay kolay birbirlerindenayrıla mayacağı üzerine çeşitli görüşler vardır. Bkz. Ergun, T.,(1997), “Postmodernizm ve KamuYönetimi”, Amme İdaresi Dergisi, 30/4 Aralık, 3.
[51] Toplumsal Ekoloji’ye göre insanoğlu henüz hiyerarşi ve tahakkümün ortaya çıkmadığı avcı-toplayıcıdönemlerde yukarıda değinilen “hücre-doku toplum” formunda yaşamaktaydı.
[52] Bookchin, M.,( 1996), Ekolojik Bir Topluma Doğru, Çev. A. Yılmaz, İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 227.
[53] Bookchin, M., (1996), 262.
[54] Toplumsal Ekoloji’de “bütünlük” kavramının, faşizm ve diğer totaliter ideolojilerde esas olan türdeşleşme,standart laşma ve insanların baskıcı biçimde uyumlaştırılmasıyla yakından ilgili olduğuna dikkat çekilir. Bunedenle ihtiyatla yaklaşılan “bütünlük” kavramı, yukarıdaki çağrışımların tersine, kendisine çok zengin birbiçim çeşitliliği veren ve böylelikle klasik bilimde “rasgele” olarak nitelenen eşsiz özelliklere sahip renkrenk yapılardan, eklemlenmelerden ve dolayımlardan ibaret görülür.
[55] Toplumsal Ekoloji’de “kendiliğindenli k”, egemen düzenin yerleştirdiği öznel baskı araçlarını parçalayanözbilincin ve kendini yabancılaşmadan kurtarmanın bütünleyici parçası olarak değerlendirilir. Bu bağlamdakavram, dış yaptırımdan ve kısıtlamadan uzak davranış, duygu ve düşünceyi ifade eder. Kendiliğindenlik,örg ütlenmeyi ve yapılaşmayı engellemez. Tersine, hiyerarşik olmayan örgütlenme biçimleri, gerçektenorganik, kendi kendini yaratan ve iradeye dayalı biçimler üretir. Bkz. Bookchin, M., (1996), 244, 250. Builkeye göre kitlelerin “öncüler”e ya da “liderler”e ihtiyacı olduğu düşüncesi, “yaratılmış bir mit”tir vetarihte bu mitin tersini gösteren durumlar vardır.
[56] Bookchin, M.,(1994b), “Yoketme Gücü Yaratma Gücü”,Birikim, Ocak-Şubat, 55.
[57] Toplumsal Ekoloji’de komün tipi örgütlenme bazı özelliklere ve işlevlere sahiptir. Komün yaşamındaçalışma, mülkiyet ve aile ilişkileri, kan bağının ötesinde başat bir yapı oluşturur. Özel mülkiyet genelliklekaldırılmı ş ya da koşullu olarak korunmuştur. Mekanlar, kendi başına ekonomik, siyasal ve manevi birbirim oluşturan grubun ortak malıdır. Herkes, olanakları ölçüsünde grup içinde çalışır. Grup kararlarınınalınması nda temel ölçü, üyelerin görüşleridir. Bireyin kişiliği, grubun varlığını sürdürebilmesinde temeletkendir. Sorumluluk sahibi bireysellik ve ortaklaşmacılık, birbirinin koşulu olan iki temel unsurdur. Grupiçinde hiyerarşi yoktur ve yönetim yetkisi, -tahakküm içermemek üzere- bilinçli olarak kabul edilir.Bireylerin yaptıkları işlerin türü, toplumsal statüyü ya da geleneksel sınıflandırmaları belirleyen bir ölçüdeğildir. Her grup, grup üyelerinin benliğini ve bireyselliğini güçlendirmeyi amaçlar. Hayat pratiğinieşitlemeye çalışmak, bütün üyeler için benzer davranış normları dayatmak, grubun gücünü, dinamiğinidoğuran gücü yok etmek anlamına gelir. Bkz. Degen, H.J.,(Der.),(1999), Anarşizmin Bugünü, İstanbul,Ayrıntı Yayınları, 88-89.
[58] Toplumsal Ekoloji’de özgürlük tanımında Fourier’nin görüşleri etkili olmuştur. Fourier’nin özgürlükyaklaşımı karmaşıklık olgusuna dayanmaktadır. Ona göre basit olan yanlış ve kötüdür. Buna karşılık,karmaşıklık , çeşitlilik, karşıtlık, çokluk doğru ve iyidir. Karmaşıklık, toplum yapısı için olduğu kadar,ruhun ihtiyaçları için de geçerlidir. Frank Manuel’e göre “Fourier’nin psikolojisi, çoğunlukta vekarmaşıklıkta kurtuluş ve mutluluk olduğu öncülü üzerine temelleniyordu”. Fourier’nin aradığı şey,çeşitlilik aracılığıyla istikrar ve istikrar sayesinde seçme ve karar verme özgürlüğüdür. Kısaca, çoklukaracılığıyla özgürlüğü gerçekleştirmektir. Bkz. Bookchin, M., (1994a), 472.
[59] Bookchin, M., (1996),
—AHMET MUTLU (G.Ü. Çorum İİBF Kamu Yönetimi Bölümü)—
http://www.iku.edu.tr/TR/iku_gunce/GunceC3S2veS3FenMuh/Gunce/GunceC4S2Temmuz06FenMuh/245.pdf
Komün Yazıları – METİN YEĞİN
Zapatistalarla birlikteydik. Lacandon ormanlarının kıyısında bir komündü. Her gün önümüzden Meksika ordusu geçiyordu. Yüz civarında oluyorlardı. Yüz civarı jemse kamyonet, tank, jip ve bazen onlara eşlik eden bir avcı uçağı. Kafamıza pike yaptığında üstümüze gelen namlu ucunu görüyorduk. Önümüzde ki kağıda bir avcı uçağı, çift namlulu mitralyöz yazıyorduk. İşimiz ve gücümüz buydu. Uluslar arası gözlemci olarak oradaydık. Resmi filan değildik. Meksika ordusuna göre dış mihraktık. Zapatista komünün ortasında bir yabancılar komünümüz vardı. Sayılarımız değişiyordu. Bazen iki kişi kalıyorduk bazen on filan oluyorduk. Basklı, Katalan, İtalyan, Kanada’lı ve Japon yaşayıp gidiyorduk. Aramızda sınırlar filan yoktu.
Kara fasulye, mısır ekmeği yiyorduk. Kahve içiyorduk. Sabah, öğlen ve akşam ve bütün aylar böyleydi. Komün bütün Zapatista komünleri gibi ambargo altındaydı. Ancak komüne birisi geldiğinde yanında Meksika ordusundan kurtarabildiği kadar bir şey taşıyordu. Bir kilo portakal, üç domates ya da bir avuç şeker. Değişiklik oluyordu. Pek umurumuzda olmasa da seviniyorduk. Bir gün, son bir şeker kalmıştı. Parlak küçük kağıda sarılmış bildiğimiz bir bonbon şekeri. Basklı bir kız arkadaş bunu kime veriyim diye espri yapıyordu. Son şekerdi. Değerliydi. Gülüyorduk. Sonra oradan geçen küçük bir maya kızına verdi. Sonra biz o gün geçen silahların toplam sayılarını toplamaya devam ettik.
Biraz sonra küçük kızın anne ve babasıyla birlikte Zapatista komününün koordinatörü geldi. Şekeri siz mi verdiniz diye bize sordu. Birbirimize bakıp evet dedik. Bunu nasıl yaparsınız dediler. Bizim çocuğumuza nasıl şeker verirsiniz. Biz çocuklarımızın dilenci olmasını istemiyoruz.
STK lar sardı etrafımızı. Sivil Toplum Kuruluşları. Uzun adını yazmak bile gerekmiyor artık. Yazmıştım ‘Kafa Tamircileri’ onlar. Bir Macar şairin şiiri vardı. Bir adamın öyküsünü anlatıyordu. Giyotinden kopan kafaları diken bir adamdı kafa tamircisi. Burjuvazinin en fazla kendine benzeyen aletidir giyotin. Hızlı, çabuk bir biçimde kafayı gövdeden ayırır ve ardındaki sepete yuvarlar. Kafa tamircisinin işi buydu. Sepetten çıkardığı kafayı cesede dikiyor, cesedi yakışıklı kılıyordu. Bütün STK’lar böyledir. Kafanın kopmasına aldırmazlar, kafayı yerine dikmeye çalışırlar. Burjuvazi istekli ya da isteksiz besler STK’ları sepetler kafa dolup taşmasın diye.
Şimdi yollar buralarda ya STK’ya ya da Komüne çıkıyor. Ya STK yolundan kafaları dikeceksiniz ya da sadece kendi gücünüz ile komünleri inşa edeceksiniz. Ya bonbon şekerinin üç yalamalık tadı ağzınızı saracak ya da küçük maya kızını şekerden mahrum onuru ile yaşayacaksınız. Nasıl mı? Çok iyi biliyorsunuz siz aslında. Halay çeker gibi. Omuzlarınızdan tutacaksınız birbirinizin kimse düşmesin diye. Beraber öne atılacak bacaklar ya da herkesi sağa sola hep birlikte taşıyacak müzik. Halay başı bile dans etmeden duramayacak ve tembel tembel ben halayım başıyam diye oturamayacak hatta fazladan bir de mendil sallayacak.
Sub Kumandan Marcos; ‘Biz iktidarı değil dans edecek bir yer istiyoruz’ diyordu. Emma Goldman dans edilmeyen bir devrim devrim değil diyordu.
Komünler kurmalı köylerde, sokaklarda, okullarda. Halaylar çekerek gibi. Halay çekerek. Bırakın STK lar bonbon şekerlerini yalasınlar sonra da avuçlarını yalayacaklar.
http://www.emekdunyasi.net/ed/ed/10317-komun
Komün 2
Viranşehir’deyim.70 evsiz aile ile birlikte kerpiç evler inşa ediyoruz. Anlatmaya başlıyorum. Yoksulların ev ihtiyacı var mı? Var. Burada evler en az 50-70 milyar arası, yeni parayla bin oluyor miktarlar. Yoksulların bu evleri alma şansı var mı? Yok. Orta sınıf bile satın alsa, gelecek yirmi yılını bankalara tahsis ediyor. Yaşamında koca bir ipotek. -Yüce rabbim ömrümü uzun kıl, ipotek borcumu ödemeliyim.- O zaman ne yapacağız? Ev sadece ihtiyaç mı? Hayır hak. Ne yapmalı? TOKİ benzeri, F tipi cezaevlerini çoğalttığımız da bunu çözecek miyiz? Hayır yalan. Tek çözülen sorun müteahhit bütçesinden başka bir şey olmaz. Bütün o konutları da orta sınıf üstü ya da ipotekli yaşam karşılığında orta sınıf alır. -Şili de nehir kıyısına çadırlar kurmuşlardı. 15 yıl, 17 yıl her ay ödedikten sonra taksitlerini ödeyemedikleri için dışarı atılmışlardı. Evden atıldıktan sonra iş de bulamıyorlardı. Evsizliklerine değil ödedikleri taksitlere yanıyorlardı.-
Kerpiç evler yapacağız, radikal tekellere ihtiyaç duymadan. Eh insanın başını sokacağı bir yer olacak! Hayır, kerpiç evlerimiz bütün Viranşehir evlerinden daha sağlıklı olacak. Daha güzel olacak. Yoksullar güzel evlere layık. Çünkü kerpiç evler en sağlıklı ve bölge iklimine en uygun evlerdir. Kerpiç ortamın nemini dengeler, çoksa alır azsa verir. Rahat soluk alınır, rahat uyunur. Havanın kirliliğini alır, en az enerji tüketir, kışın sıcak yazın serindir… Avrupa birliğinden para mı aldınız? Hayır. Peki nereden aldınız? Hiçbir yerden. Para kirletir. STK değiliz ki biz, maya kızı onuru inşacılarıyız. Deliyiz. Eh ben de ev istiyorum o zaman? Ee bana ne. Biz kimseye ev dağıtmıyoruz ki. Herkes birlikte yapacak. Peki kaç metrekare? Bilmem birlikte karar vereceğiz. 5 kişilik bir aile ile 15 kişilik bir aile bir olabilir mi? Hep birlikte mi karar verilecek? Evet. Sadece siz değil aile babaları, evin erkekleri, iktidar mümessilleri, kadınlar dahil olacak nasıl bir mahalle istediklerine, onlar karar verecek ve hatta çocuklar katılacak, 6 yaşından büyük, her çocuk konuşacak kendi toplantılarında. İki kale direği mi isterler yoksa kızlar atlama ipleri mi? Ya da tam tersi mi? Bilmem ki çok geride kaldı çocukluğum ve sınırsızlığım. Milli eğitim mağdurları beyinlerimiz, televizyon malulleri.
Parasız nasıl inşa edeceğiz? Toprakla, samanla ve birlikte türkü söyleyerek. Kapı, pencere, dam? Belediye mi verecek? Hayır sen bulacaksın. Katılanlar bulacak. Biz hilali ahmar cemiyeti değiliz. Yani hem karara katılacaksın hem de sorumluluğa. -Mahalle meclisleriyle kimlerin katılacağına dair toplandığımızda bir usta marangoz söz aldı. 1.5 milyara bir hızar alalım. Bütün kapı, pencereleri yaparız. 30 liraya gelir tanesi. Artık bir marangoz atölyemiz de olacak- Sadece kerpiç evler mi? Hayır. Ekotarım yapacak mahalle. 10 metrekarelik bir bahçede, 4 kişilik bir aile, bütün yaz kış için yeterli sebzesini üretebilecek. Hadi siz çok yeşillik yiyorsunuz 15 metrekare olsun. İlaç için bitki üreteceğiz ve yaşamak için yeni bir demokrasi.
‘Bir arsamız olur, sonra kent kenarında değerlenir, satarız. Bir iki kat çıkar, kiralarız. Kazandığımız parayla bir araba alır ya da en azından bir cep telefonu, sağa sola gösterir, hava basarız. Boyumuz büyür.’ Diyorsanız yanılıyorsunuz. Çünkü burası kooperatifin olacak. Oturursanız, Allah uzun ömür versin, mesela 100 yıl ya da daha fazla oturabileceksiniz ya da ölürseniz çocuklarınız yaşayabilir ama başka yere gidecekseniz satamayacaksınız, kooperatife kalacak. Kooperatif kimin eve ihtiyacı varsa ona verecek…
Komün inşa edeceğiz geçen hafta dediğim gibi; ‘Halay çeker gibi. Omuzlarınızdan tutacaksınız birbirinizin, kimse düşmesin diye. Beraber öne atılacak bacaklar ya da herkesi sağa sola ve hep birlikte taşıyacak müzik. Halay başı bile dans etmeden duramayacak ve tembel tembel ben halayın başıyam diye oturamayacak hatta fazladan bir de mendil sallayacak.’
Kerpiç evler inşa edeceğiz birlikte ve yeni, gerçek bir demokrasi…
http://www.emekdunyasi.net/ed/ed/10412-komun-2
Komün 3
Komün radikal katılımcı demokrasidir. Sınır yıkıcıdır. 3 yılda, 5 yılda bir oy atılan karikatür demokrasiye güler geçer. 3 yıl, 5 yıl oy kullanma seronomisi evlenme yıldönümleri gibidir. Neşeli ve hüzünlüdür. Bir yandan demokrasiye dâhil olmanın neşesini yaşarsın, diğer yandan aynı neşeyi neden her zaman yaşamadığını düşünüp sarf ettiğinin hüznüne dalarsın. Katilin cinayet yerine geri dönüşü gibidir. Kandırıkçıdır. İngiltere de bir pubda görmüştüm. Cambirdge’de bir mahalle pubıydı. Tuvalet duvarlarına yazı yazma geleneği dünyanın her yerinde olduğu gibi tabiî ki orada da vardı. Ama onlar pisuvarların yanına bir kara tahta koymuşlardı, altına bir tebeşir. Yazı yazacaksan, oraya yazacaktın. Tam bir batı demokrasi örneğiydi.
Demokratik özerklik, özgür komünler yani radikal katılımcı demokrasinin hangi sınırlar içinde uygulanmasının önerildiği üzerine tartışılıp duruyor. Bölge de, Konya’da Cihanbeyli’de, Bağcılar’da, İzmir’in yukarı mahallelerinde, nerede Kürt varsa orada, çanak antenli evlerde… Hayatımızın müfredat program yapıcıları ellerinde cetveller, pergeller ve bilhassa kumpaslarla uygulama alanları, kısmi, mevzi ve topyekûn yasaklamalarıyla, yere batası duyarlılıklarıyla kırmızı kırmızı çizgiler atıyorlar ucuz amerikan bezi hayatlarımıza. Söz, yetki, karar yani demokrasi, sadece ve sadece smokinli, fraklı parlamenterler ya da cüppeli hâkim, savcı ya da hocaların ve üst üste dikilmiş rütbeleriyle hayatları hiyerarşi toplamı askerlerin mi? Bunların hepsinin itinalı dikicisi terziler neden sadece 3 yıl ya da 5 yıl da bir, bu koca komediye dâhil olabiliyor? (Bu komediyi bozmuştu Fatsa’nın terzi Fikrisi hatırladınız mı?)
6 doktor, 3 hemşire, 1 laborant, 2 hasta bakıcı yani 12 sağlık emekçisi ve muhtemel 9 hasta, yani insan, yani bir zaman, dalak ya da karaciğeri çökecek, yükselen kolesterolleri ile her an kalp krizi geçirecek bizden birileri, 11 Ocak 2011’de, saat 14.47’de bütün devlet hastanelerini denetlese. -Tabiî ki sayıları ve tarihi sallıyorum.- ‘Biz sağlık emekçileri, muhtemel hastalar soruyoruz; Burada kaç yatakta, kaç hasta var? Neden şu para ödeniyor? Hangi ilaç firmaları sizi fazla ilaç yazdığınız için kongre tatillerine gönderiyor? Aynı sedyeyi bir ucundan itekleyen taşeron sağlık emekçisi neden daha az maaş alıyor?’ dese. Karikatür demokrasi sınırlarını caart diye yırtmaz mı kenar mahalle, bizim mahalle ağzıyla? 1968’de ABD’deki Kara Panterler’den beri, ilk defa bu kadar geniş bir şekilde, sağlık sistemini, tıbbın hegemonyasını da dahil ederek sorgulasak…
Çocuklarınızın, torunlarınızın içme suyunu, otomobil ve çimento fabrikalarının öldürücü kan dolaşımına satan büyük barajlara, krediler sağlayan bankalarda halaylar çeksek? Yine Salı günü 14.47’de şu bankanın bütün şubelerinde, kasalarının ve müşteri temsilciliklerinin önünde? Tarihi suya batıran, toprakları susuz bırakan büyük baraj kredilerine çomak soksak? ‘Banka soymak mı? Banka kurmanın yanında hiç bir şey diyen’ Brecht’in ruhu şad olsa. Hasankeyf’e kredi veren bankaların keyfini kaçırsak, Hopa’daki HES’i projelerinin üstüne yumurta kırsak? Susmasak sıra bize gelmese.
Bırakın onlar sınırlar çizmeye kalksın. Ölçsünler, biçsinler her ölçülen satılabilir mantığıyla. Düşüncelerinin mahdut sınırları içinde makul dolaşsınlar. Biz hayata, halaya katılalım.
Hayatımızı çevreleyen mayın tarlalarını sökmeli demokratik özerklik, komün yani radikal katılımcı demokrasi. Söz, yetki, karar halka. İktidar çöpe..
http://www.emekdunyasi.net/ed/ed/10522-komun-3
Komün 4
Arjantin’de işgal fabrikalarını dolaşıyordum. Fabrikalar iflas ediyordu. İşçiler fabrikalar iflas edince bir başka yere işe giremiyorlardı, çünkü zaten işsizlik çığ gibiydi. İflas eden fabrikalarda işçiler tazminatlarını, birikmiş maaşlarını alamıyorlardı. Fabrikaları işgal ediyorlardı. Makineleri haczetmeye gelen bankalara, icra memurlarına, icra memurlarını koruyan polislere ve makul olun, makul olun diyenlere karşı direniyorlardı. Bu ülkeyi biz yönetmiyorduk. Parlak diplomalı, makul ekonomistler vardı. Bu fabrikayı da biz yönetmiyorduk; kibirli, büyük arabalı ve bizim makul olmamızı söyleyen patronlar vardı. Bu yüzden ne bu ülkenin batmasından ne de fabrikanın batmasından biz sorumlu değiliz. Siz bu makineleri haczettiğiniz de benim eşimin, çocuğumun ekmeğini alıyorsunuz. Bunu size vermem diyordu. Barikatlar kuruyor, fabrikaları işgal ediyordu. Hep birlikte fabrikayı yönetiyorlardı. Makul değillerdi. Bu fabrikalardan birinde bir işçi kızla konuşuyordum. 25-26 yaşlarındaydı. Patronsuz çalışmak mümkün mü diyordum. Garip bakıyordu. Ben 10 yıldır işgal fabrikalarında çalışıyorum. Hiç başka yerde çalışmadım. Bu soruyu anlamıyorum. Bence patronla çalışmak mümkün değil. Patron ne yapıyor ki?
Uruguay’da bir işgal tekstil fabrikası geziyordum. 100 kişi çalışıyordu 99’u kadındı. Seni bir yere götüreceğiz dediler. Fabrikanın sonunda patronun eski ofisine götürdüler. İçinde küçük küçük yataklar ve oyuncaklar doluydu. Kendi çocukları için kreş yapmışlardı. Zaten patronu kovduk ve burası ilk defa işe yaradı diyorlardı.
Galler’de işgal madenini geziyordum. Bütün madenler kapatıldığında Tower madeni sadece direnmekle kalmadı, madeni işgal etti işçiler. Bağımsızlıklarını ilan ettiler. Kızıl bayrak diktiler madenin tepesine. 10 yıldan fazladır madeni işçiler yönetiyor. Yılda 2 milyon sterlin, ne yazık ki vergi veriyorlar. Çevredeki bütün yerleşim yerlerinde işsizlik, uyuşturucu hakimken Tower’da hayat devam ediyor. Galler’deki bütün belediyelerde iki dil yazılır kapıda. İngilizce ve Galce. Fakat sadece işgal madeninin olduğu kasabada işsizlik yoktur ve gençlerin hayatları uyuşturucudan ibaret değil.
Brezilya’da işgal fabrikası Flasco’da geçen hafta bir fotoğraf sergisi açıldı. Şehmus Çakırtaş’ın Kürt fotoğrafları sergisi. Belki de Brezilya’da bir ilkti. İşgal fabrikaları sadece mamul maddeler değil yeni bir kültür üretir. Başka bir demokrasi inşa ederler. İşçiler, işçilerin eşleri ve hatta çocukları hep birlikte karar verirler, ne üreteceklerine ve nasıl yaşamlarını devam ettireceklerine. Bu yüzden işgal fabrikası Flasco’da bütün baskılara rağmen, günde sadece 6 saat çalışılmasına rağmen h‰l‰ diğer fabrikaların 2 katı kazanır işçiler.
Demokratik Özerkliği sadece muhtariyet-özerklik ile sınırlamak, tanımlamak hadımlaştırmaktır. Özgür Komün yani radikal katılımcı bir demokrasi iyi, çok güzel ama gerçekçi olun diyenlere gülüyorum. Okulların makul olun öğretisinin kurbanları onlar. Siz gerçekçi değilsiniz! Sizin önerileriniz hiç uygulanabilir değil. Kaldırın kafanızı şöyle bir etrafa bakın! Bu lanet olası, her dakikada üç kişinin açlıktan öldüğü dünya mı bizi içine tıkıştırmak istediğiniz? Bu kadar mı basit, ekolojik, demokratik, kadın cinsiyetçi bir toplumsal yapı önerisi?
Bir yanda ‘kamu idari reformu’ ile özelleştirilen kamusal hizmet, özel bölgeler yani Kürde özel, daha da düşük asgari ücret, mutlu mesut sermaye öte yanda kooperatifler, kolektifler, özgür komünler, yani radikal katılımcı bir demokrasi…
Komün 5
Size garip geliyor değil mi? Parasız ve eşit eğitim getiren bir yasanın bir kesim tarafından bile olsa protesto edilmesi. Aslında üniversitelere çok uygun bir karşı çıkış bu. Üniversiteler ilk kurulduğundan beri papaz okullarının yerini almıştır. İlk üniversitelerin binaları da bunu bize yansıtır. Ünlü Cambridge, Oxford üniversite binaları, görkemli kiliselerden hiçbir farkı yoktur. Diploma törenleri, kep giyme seremonileri papaz törenleriyle aynıdır. Ne zamanki 1968 de şenlikli öğrenci eylemlilikleri Sorbonne’u işgal etti, ormana taşıdı, o güzel günlerde özgürlüğüne kavuşmuştur üniversiteler ya da dünyanın herhangi bir yanında şenlikli işgallerde. Üniversitelerin özgürleşmesi, üniversite duvarlarının yıkılmasıyla ancak olur. Bilgi ve iktidarı, öğrenim cüppeleri ve yakılası kürsüler, her şey bir yana, sadece ve sadece bize makul olmayı öğrettikleri için bile cehennem ateşinde yanmayı hak ederler. Doğru, üniversiteler ‘bilim’ yuvasıdır yani iktidardır. Düzen ve intizamı, sıraları, çan eğrisi olan veya olmayan notları, okuma yazma kurdeleleri, azarlanmış ve ödüllendirilmiş biz, bugünün demokrasisinin makul insanları, diplomalarıyla mutlu, mesut ve belki bahtiyar dolaşıyoruz. ‘Bilim’in bize bahşettiği ayrıcalıkları kaptırmamak için sokaklardalar, şimdi Venezüella’nın zengin üniversite öğrencileri.
Yasaya göre öğrenciler, üniversite yönetimlerini seçmede eşit oy hakkına sahip olacaklar, profesörleri değerlendirecekler ve üniversitenin yönetim sürecine katılacaklar, üniversite idari kayıtlarına ulaşma hakkına da sahip olacaklar. Daha da önemlisi karşılıksız ulaşım, yemek, barınma, sağlık ve burs hakları olacak. Ayrıca yasa, bir üst konseyin dışında her kampuste öğrenciler, öğretim üyeleri ve işçilerin eşit oylarıyla seçilmiş kampus konseyleri tarafından idare edilecek. Yani sadece cüppelerin gücü aşkına yürümeyecek her şey ya da şu anda olduğu gibi bir prof’un oyu çok işçinin oyuna eşit olmayacak. (Ülkemde öğretim üyeleri bile kendi rektörlerini seçemiyor ya…Kifayetsiz cüppe gücü.)
Venezüella da Bolivarcı yönetim, oligarşinin makul insan üreticileri üniversitelerinin kapısından biraz daha demokrasi sokmak istiyor. Bunu tek nedeni devrim olmasa da yani kendi muhalefetinin ana kaynağını yok etmeye çalışsa da yine de üniversite duvarlarına koca koca delikler açılıyor.* Üniversite koridorlarına halkın çocukları sızacak ve biraz daha demokrasi ve özgürlük.
Özgür komün aynı zamanda eğitimin demokratikleşmesi, özgürleşmesi demektir. Demokratik özerklik, özgür komünler sadece sınırları değil üniversite duvarlarını yıkmalı. Özgür komünler yani radikal katılımcı demokrasi; bıkmadan usanmadan bir kere daha tekrar edeceğim gibi egemenlerin 3 yılda 5 yılda bir oy atılan karikatür demokrasileri gibi değildir. İletişimde demokrasi, kültür de demokrasi, sağlıkta demokrasi ve eğitim de demokrasidir.
Özgür komünlerle, özgür üniversitelere…
*Muhalefet bir üst kurul oluşmasının otonomiyi ortadan kaldıracağı iddiasıyla karşı çıkıyor ve Bolivya da ki son yasa gibi geri aldırmaya çalışıyor. Doğrusu yasa, böyle bir olasılığı da içinde taşımıyor da denilemez.
http://www.emekdunyasi.net/ed/guncel/10704-komun-5
Komün 6
Brezilya’da bir favelada – gecekondu- mahallesinde konuşuyorduk. -Hemen hemen tamamı ilan panolarından yapılmış bir evdi. Farklı yerlerinden ve tabiî ki aldırmaksızın kesilip çakıldığından üstlerindeki reklam yazıları, yeni bir gerçek yaratıyordu. Ortası pencere olarak kesilmiş, evin en büyük parçası sanırım bir araba reklamıydı. Pencerenin hemen üst köşesinde lüks bir arabanın sağ arka tarafı duruyordu. Tam bagaj kapağının başladığı yer pencere için kesilmişti ya da panonun orası parçalandığı için pencere yapılmıştı. Otoban kenarından söküldüğünden belki de bir araba parçalamıştı. Pencerenin üstü bir deterjan reklamıydı. Beyazında beyazı var tipi bir reklam sloganı ters olarak pencere üstü görevini üstlenmişti.- ‘Ya polis diye sordum. Onlar zaten polisle anlaşmalı. Onlara payını vermeden bu sokaktan bile geçemezler.’ 30lu yaşlarında bir kadındı belki de 20 ama sefalette yaş önemli değildi. Çocuğunu kaçırmışlardı. Burada çocuklar böbrekleri için kaçırılıyordu. -Yaşasın modern tıp- Sokak çocuklarının polis tarafından sürek avına çıkılarak öldürüldüğü günlerdi. Polis sokakları suçtan temizliyordu.
Meksika’da polis, içinde polis müdürlerinin de olduğu polislere, uyuşturucu ticaretine karıştıkları için baskın yaptı. Çatışma çıktı. Polisler polisleri öldürdü. Daha sonra bu baskının nedeninin, iki uyuşturucu çetesinin arasındaki savaşın bir parçası olduğu söylendi. Yani bir uyuşturucu kartelinin polisleri ile diğer uyuşturucu kartelinin polisleri çatıştı -tekerleme gibi oldu ne kadar polis dedim- Emniyet, suç, polis, güvenlik, önlem, asayiş, kar ve ticaret, güvenlik şirketleri, -bir de geçenlerde NTV muhabiri, panzerlere ‘toplumsal müdahale araçları’ diyordu. Mideme kramplar girdi. Eski toplum polisi kadar komik bir isimdi- kendi güvenliğimiz ve kendi iyiliğimiz…
Venezüella’da en büyük caddelerinden birinde polis çevirdi. Aramaya başladı. Cebimdeki paraları elime aldım. Korumaya aldım. Aradılar. Çantaya baktılar. Birden aklıma geldi. Çantanın bir kenarına Küba’daki çalışma izni için bir yüz dolar koymuştum. Baktım yoktu. Yüz dolar nerede dedim. Yok ne parası dediler. Bakanların kartları vardı yanımda. Onları gösterdim. O zaman onları aramalıyım dedim. Bir daha çantayı aramaya başladılar. Aaa buradaymış dediler. Dikkat et çok soyguncu var sokaklarda dediler. Doğru dedim…
Polisin olduğu yerde suç vardır. Öz savunmayı polis olarak tanımlamak, Özgür komünü, Ekolojik, Demokratik bir toplum önerisini yok saymaktır. Polisi yerel yönetimlere bağlamak, belediye başkanlarına şerif rozeti takmaktan başka ne ki? Hiç mi kovboy filmlerindeki kötü şerifleri seyretmediniz? En iyi şerif de herkesi kurtardıktan sonra esas kızı alır gider. Öz savunma özgür komünlerde, diğer her şeyde olduğu gibi halktan yabancılaşmamış bir gücü yani doğrudan halkın kendisini ifade eder. Yani silahlı bir güç olarak tanımlanamaz ve silah ile sınırlanamaz. Kültürel yıkıma, yozlaşmaya, asimilasyona ve sömürüye karşı mücadele öz savunmadır ve ekmek çalan çocuktan değil, o çocuğu, aç bırakan tekelci mülkiyetten, çocuğu korur.
Ya bir devlet öykünmesi ya da özgür komünler…
http://emekdunyasi.net/ed/guncel/10818-komun-6
Komün 7
Arjantin’de Buanes Aires’in geniş caddelerinden birinde gidiyorduk. Araba bir kırmızı ışıkta durduğunda önümüze en az 7-8 kişi atlıyordu. İkisi börek, üçü kola satıyordu. Bir kişi havaya lobut atıyor, ikisi elindeyken bir üçüncüsünü havada oluyordu. Bir başkası alev yutuyordu. Ağzından alevler fışkırıyordu. Diğerleri gelecek ışıktaki sıralarını bekliyordu. Bir diğer ışıkta durduğumuzda bu sefer üç kişi börek satıyor ve yine yanında kola ve lobut atanlar ve ateş yutanlar ve bin bir türlü şey satışları… Yanımda Miguel vardı. Üniversitede profesördü. “Arjantin hükümeti işsizliğe karşı çare buldu. Trafik lambalarını artıracaklarmış” dedi.
Neoliberalizm tam olarak budur. Hiçbir gerçek şey üretmez. Üretim bütün olarak ulus ötesi tekellerin en başından sonuna kadar elinde bulundurduğu bir sürece dönüşür. Mesela süt fabrikasını alır ve genellikle de fabrikayı kapar. Çünkü fabrikayı satın almasının nedeni fabrikanın değerli arsası ve daha da önemlisi onun pazar payıdır. Fabrikayı satın almadan sütü 1 liraya satıyorsa, o fabrikayı satın alıp kapattıktan sonra artık 2 liraya satabilir, Çünkü ondan başka, süt işleyen bir fabrika kalmamıştır. Ayrıca eskiden sütü köylüden daha pahalıya alırken, artık daha da ucuza alacaktır. Ondan başka süt alıcısı kalmamıştır ki! Siz sütü doğrudan da satamazsınız. Birden, sağlığımızı çok düşünmeye başlarlar. Bakterilerden korurlar bizi. Sadece birkaç dakika kaynatarak, çözebileceğimiz bir şeyi buhar kazanlarına mahkum ederler. Uzmanlar beyaz önlüklerinin altında, sadece iyi mahalle okullarında, eğer kırılmadıysa birkaç kez görebildiğimiz deney testi tüpleri ellerinde açıklamalar yapar. Vururlar sokak sütçülerinin tepesine. Sanki hepimiz onların sattığı sütlerle büyümemişiz gibi çocuklarımızı mis süte mahkum eder, mis gibi sütten ederiz. O koca buhar kazanları birkaç mikrobun yanında yararlı bakterileri ve küçük köylüleri de buhar eder.
Fabrikalar ve marketlerden sonra ilk aşamasına uzatır ellerini ulus ötesi tekel. Size kendi hayvanlarını ve tohumlarını vererek hizmet(!) eder. Topraklarınızı almasına ihtiyacı yoktur. Siz kendi toprağınızda maraba durumuna düşersiniz. Zaten küçük topraklar ona yaramaz. Onlar, yakın arkadaşları toprak ağaları ile başlarlar işe. Binlerce dönüm mısır, binlerce dönüm soya kocaman makineler ile ekilir, sürülür ve satılır. Fabrika mandıralarda hayvan yetiştirilmez, et imal edilir ve tabii ki yanında deli dana, kuş gribi ve kanserleriyle birlikte ama kimin umurunda. Yeter ki k‰r etsin onlar ve hisse senetleri tavan yapsın borsalarında. Bu arada milyonlarca küçük köylü, küçük hayvan yetiştiricisi, kent varoşlarına sürüklensin, kentleşsin!
Diyarbakır’da işgal ekonomisi var. Toprakları parselleyen, yağmalayan F tipi apartman daireleri inşaatlarından başka yapılan bir şey yok. Belediye çalışanları, memurlar, askerler ve polislerin maaşları besliyor kenarda köşede kalmış küçük esnafı. Tam bir dönüm noktasında Diyarbakır; ya ulus ötesi tekellere, Cargill, Monsanto’ya tamamen terk edilecek topraklar ya da bir dahaki hafta daha da ayrıntılı anlatacağım özgür komünlerde, kooperatiflerde kolektif halk ekonomisi…
Ya hep beraber, birlikte üreteceğiz ya da trafik lambalarında alev yutacağız…
http://emekdunyasi.net/ed/guncel/11001-komun-7
Komün 8
‘Özgür komünlerde, kooperatiflerde, kolektif halk ekonomisi inşa etmek’ dediğimizde, herkes, şöyle yerinden bir oynuyor. Sözü alıyor. Özgür komünlerin, kooperatiflerin, kolektif çalışmanın ne kadar iyi bir şey olduğunu saymaya başlıyor. Konuşurken ne zaman, ‘ama’ ya da ‘fakat’ diyecek, onu bekliyorum. Olabildiğince yüceltiyor. Yüceltmek kötü, çünkü imkansızlaştırılmaya çalışılıyor. Sonra esas noktaya geliyor ‘ama’ diyor ya da ‘fakat’; bizim ülkemiz, bizim topraklar, bizim insanlarımız, ‘gelenekleri’ diye devam ediyor ve ardından ‘kapitalizmden’ bahsediyor. Hem gelenekten, hem onu yıkan kapitalizmden aynı çizgide bahsetmesi paradoksal ama buna aldırmıyorum ben, kafayı hep ne zaman ‘ama-fakat’ dedi ona takmışım. (Yani madem güçlü gelenekler var kapitalizm onu nasıl yozlaştırdı? ya da madem kapitalizm varken geleneklerden bahsediyorsun kapitalizm gelenekleri ortadan kaldıramamış demek ki.) ‘Böyle bir şey yapmak için halkın bilinçlenmesi gerekir’ diye devam ediyor. Bu meşhur ‘Her şeyin başı eğitim’ beyaz Türk-Kürt-Başöğretmen söyleminin solcucası.
Sonra konuşmanın 3. aşaması başlıyor; Keşke olsa, keşke! Bir araya gelebilsek ama apartmanda yönetim toplantısında bile kavga çıkıyor ve kimseyle iş yapılamaz. Konuşmanın bu etabında kendinize acımanız, yıkılmanız ve yanlış bir zamanda dünyaya geldiğiniz için ah çekip kendinizi uyuşturucu maddeye bağlamanız yani televizyon seyretmeniz gerekiyor. Televizyonu açıp salakça kendimizi ona bırakmamız, onun da bize nasıl yaşamamız ya da yaşamamız gerektiğini anlatan dizilerinde, küçük Osmanlara ağlayıp, attığımız gollerle sevinmemiz, onlarla aşık olup, onlarla öldürmemiz, reklam aralarında bize sokuşturulan ürünlerden almamız, tüketmemiz gerekiyor.
‘Ama-fakat’ konuşmacıları, bununla da yetinmezler. Siz damarlarınıza televizyonu zerk etmeden, biz idealistlere, romantiklere dersimizi tam vermeleri gerekir. Yıkılan kooperatif örnekleri vermeye başlarlar. Bununla ilgili mesela Diyarbakır’da iki köy kooperatifi örneği var. Yaklaşık iki yıldır sürekli bunları veriyorlar. Aslında STK’ler yani ‘Kafa Tamircileri’ tarafından kurulan bu iki örnek, biyoloji derslerindeki bezelye misali yuvarlanıp yuvarlanıp önünüze sürülür. Sonra konuşma biter. ‘Ama’ bana konuşuluyorsa bir de nezaket içinde ‘Hocam pek Latin Amerika’ya benzemez bizim topraklar’ diye eklenir.
Merilyn Linch, Lehman Brothers, AİG, Royal Bank Scotlands, Loyds Bank isimlerini biliyor musunuz? ABD, İngiltere, İskoçya bankaları, finans ve sigorta şirketleri. Hepsi battı. General Motors şirketini biliyor musunuz? Hadi adını bilmiyorsanız Buick, Cadilac, Opel marka arabalarına belki binmişinizdir ya da filmlerde cakalı artistlerin kızları attıkları araba olarak görmüşsünüzdür. Geçen yıl battı. Yunanistan ve İrlanda bilirsiniz iki AB devleti. Battılar. Daha kaç ülke, kaç ulus ötesi tekel, kaç bin büyük şirket, kaç milyon mahalle bakkalı topu attı. Bunların hiçbiri kooperatif değildi. Hepsi kapitalisttiler. O zaman bana neden kapitalizmi uygulamayalım bak batıyor demiyorsunuz? İşin kötüsü bu batınca bir de üstümüze çöküyor karabasan. O zaman neden h‰l‰ aynı uçurumun üstünden peş peşe aşağıya atlıyoruz?
‘Özgür komünlerde, kooperatiflerde, kolektif halk ekonomisi inşa etmek’ devlet-kamu merkezli bir ekonomi değil, toplumsal bir ekonomi(!) inşa etmektir. Yani aslında ‘Kar’, ‘Verim’ ve ‘Ekonomi’nin inkarıdır… Bıkmadıysanız başka bir komün yazısında devam etmek üzere. Hadi şimdi televizyonlarımızın başına, damarlarımıza yayılsın evrensel uyuşturucumuz…
http://emekdunyasi.net/ed/guncel/11041-komun–8–
Komün 9
‘Özgür komünlerde, kooperatifler de, kolektif halk ekonomisi inşa etmek’ devlet-kamu merkezli bir ekonomi değil, toplumsal bir ekonomi(!) inşa etmektir. Yani aslında ‘Kar’,’Verim’ ve ‘Ekonomi’nin inkarıdır. Diye bitirmiştim geçen hafta. Kaldığım yerden devam ediyorum. Buradan sayılar üzerinde vücut bulmuş, dünya borsaları ve ne almalı, ne satmalı üzerinden bir ekonomi tarifi yapmıyorum. Bırakalım ‘tarif’ büyük ekonomi uzmanları ve Fransız mutfağı aşçılarına kalsın. Daha basit bir ilke üzerinden hareket edeceğiz; İşgal et, Diren ve Üret.
Diyarbakır ne üretiyor? Diye sormuştum. Gözümü aykırı (!) belediyelerin boş ve anlamsız parklarına taktım. Hele bir tanesi var. Diyarbakır da kaldığım arkadaşın evinin önünde, şehrin ortasında 61 dönüm. Çok güzel bir toprak. Bir park yapılmış. Çoktan kırılmış yapılan birkaç salıncak ve iki kaydırak. Çimler de ne güzel kurumuş. Şöyle kullanılıyor. Karşı caddeye geçmek için bazen kestirme olarak, toplam 9 kişinin sağlıklı yaşam koşu alanı ki bu dokuz kişinin 7 si en fazla 2 gün koştuktan sonra yeter artık diye bırakıyor ve yazın olmadım orada ama belki güzel mangal da yapılıyordur kelleşmiş çimlerinde. Bunun dışında bali çekiliyor kuytuluklarında, tenekelerde ateş yakılıyor ve ısınmak için etrafında toplanılabiliyor ve birbirlerini bıçaklamak isteyen çeteler için iyi bir çatışma alanı.
Şimdi ne yapabiliriz? İki yol var. Birincisi burayı ihaleye çıkartırız. İki kafeye kiralarız. Onlar da üst üste plastik bir taş sırası yerleştirip, küçük elektrik motoruyla üstünden akan dünyanın en aptal şelalesini yaparlar. Bir işeme şırıltısı içinde bize huzur içinde yanına çökeriz. Hemen altında dizimize kadar seviyesi olan havuzu olur.Yıllık 750 bin dolar kira verir cafe belediyeye. F tipi cezaevleri apartman dairelerinde bunalanlardan toplamaya çalışır sahibi. Genellikle de yarı mafya gruplar çıkar bu komik şelale arkasından. Ya da koyarız oraya 12 zabıta, dolaşıp dururlar ortalarda. Çimlere bastırmazlar ve başka yerlere sürerler bali içicilerini. Bizde ekolojik belediyeciliği anlatırken,yaptığımız park sayısını peş peşe sayar dururuz.
Bir diğer yolu işgal ederiz orayı. 10 metre kare de 4 kişilik bir aileye yetecek, bütün yıl yetecek organik sebze yetiştirmeyi anlatırız. Yani 3500-4000 aileye dağıtırız parkı. 10 metre kare, 10 metre kare. 8 kişilik aileye 20, 12 kişilik aileye 30 metrekare veririz. Hatta geriye daha toprağımızda kalır. Her 10 metrekare de sebze ormanı adını verdiğimiz perma kültür ile sebze yetiştirmeyi anlatırız. Yaparız. Bir metre genişliğinde çok küçük havuzları olur ortalarında, kışın sulamadan nemiyle sebzeyi yaşatan. Yani 16.000 kişiyi doyururuz. İsteyene park kenarında ürettiği organik sebzeyi satması için küçük bir semt yaparız. Urbanos Agri Culturos- yani kent tarımı ile – havalı olsun diye yabancı adını da yazıyorum.- 4000 aileden oluşan kent tarımı kooperatifi kurarız. Eh çok istenirse sebze ormanları içinde 2 de cafe olur. Belki bahçelerde yetiştirdiğimiz ada çayını satarlar orada. Bu sadece bir parkta. Düşünsenize kaç park var işgal edeceğimiz ve aileleri doyuracak.
Halk ekonomisi aşağıdan doğru inşa ettiğimiz toplumsal bir ekonomidir. Açlığı doğrudan giderir. Sadece bir Ispanak yetiştirme süresi içinde etkiler ve gelecek güzel günler kelime salatası içinde değil, bugün, hemen, şimdi.
İşgal et, Diren ve Üret.
http://www.emekdunyasi.net/ed/guncel/11144-komun-9
Komün 10
Cezaevinden bana mektup atan arkadaşlar “Bazen nerede olduğun yazsan iyi olur. Ona göre okuyoruz sanki biz de oradaymış gibi” diyor. Madrid havaalanından yazıyorum bu yazıyı. Yerde oturuyorum. Bilgisayarın bataryası bozuk bir türlü alamadım yenisini. Bu yüzden sürekli fişe takmak gerekiyor. Tuvaletin kenarında bir priz buldum. Yerleştim kenarına. Bakmayın bugünkü yazının başlığının ‘Komün 10’ olduğuna, seyahat yazacağım size bugün. Artık havaalanları çok güvenli, hangi eşyanızı bıraksanız bomba zannedip çalmıyorlar. Eh biraz geç kalırsanız çantanızı bıraktığınız yere imha edilmiş bulabilirsiniz. Küçük bir fünye ile havaya uçuruyorlar. Bu bana çok saçma geliyor ama çantayı çalmayacaklarına emin olup bırakabilmek hoşuma gidiyor. Hayatım da en ucuz da hemen 11 Eylül’den sonra uçmuştum. İki, üç uçakla İkiz Kulelere girdikten sonra kimse korkup uçaklara binmiyordu. Sadece 420 dolara Küba’ya gidiş geliş bileti alabilmiştim Uçaklar çok rahat oluyordu. Yatarak gidiyorduk. Fazla sandviçleri alıp bir gün sonra yemek için çantamıza koyabiliyorduk. Hangisini içersiniz diye sorduklarından biraz düşündüğümüz de hepsini önümüze koyuyorlardı.
3-4 saat kadar sonra Brezilya’ya uçuyorum. Ucuz bilet olduğu için 4 saat kadar bekleme yapmak gerekiyor. Aynı zamanda sabah oraya vardığım için bir gün de otel yerine uçakta uyumuş oluyorum. Gerçi neredeyse hiç otelde uyumam. Brezilya’da işgal fabrikaları ve ülkenin her yerinde MST- Topraksızlar hareketinin işgal toprakları var. Her zaman bir yerim var onların yanında. İşgal fabrikasının arka bahçesini evsizler işgal edip ev yaparken ben dağıtmıştım bir kısmını. Hatta eve yazılanlardan biri sen de yazıl evin olur demişti. Yok dedim. Evim yok. Şimdi dünyanın her yerinde evim var. MST-Topraksızlar hareketine ağzınla kuş tutsan katılamazsın. Mutlaka toprak işgal etmen gerekir. Eh bir kaçta toprak işgaline katılmışlığım var. Birlikte kocaman çitleri kırdık. Çok güzeldi. -Hay salamrar Hay salamrar- diye bir İspanyolca şarkı vardır. Yazılışı nasıldı unuttum. İspanya iç savaşında direniş şarkılarından, çitleri parçalamaktan bahseder. Cezaevindeki arkadaşlara göndermek isterdim ya da dinleyebildikleri radyolar da çaldırmak lazım.
John Fowles’ın bir kitabı vardı. ‘Yaratık’tı galiba adı. Çok sürükleyici bir roman. Bir Yunan atasözünden bahsediyordu. ‘Dostlarımız için her zaman masamızda bir fazla kahve fincanı vardır’ diye. Ne güzel ki dünyanın her tarafında bizi bekleyen, kahve fincanları var. Cortazar’ın yazdığı bir şey vardı yine kahveye ilişkin. ‘Bir ev de kahve yoksa yoksulluk vardır’ diye. Biz de çaya denk düşüyor.
Bomboş havaalanı. Ne kadar kötü bir şey uçak yolcuğu. Bir posta kolisi gibi savruluyorsun. Ahmet Hamdi Tanpınar yazıyordu: ‘Seyahat etmek han da kalmaktır. Kervana katılmaktır. Tanımadığın insanla yolcuğu paylaşmaktır.’ Birinci sınıf bir tren de yolculuk ettikten sonra artık seyahat bitmiş diyordu. Kimseyle paylaşamadığın seyahat mi olur.
Brezilya da PT- Brezilya İşçi Partisi’nin kuruluş yıldönümüne katılacağım. Belki Dilma ile ve pek muhtemel Lula ile görüşeceğim. Hakikat komisyonlarını sorma niyetim var. Onlara ve diğer parlamenterlere ve selamlarını götüreceğim bu toprakların.
Eskiden göçerler, kendilerine göçer diyen şehirlilere ‘yatuk’ diyorlarmış. Bende yatuk olmamak için dolaşıyorum. Farklı bir aidiyetsizlik duygusu ile.
Darısı bütün duvarların ardındakilere. Biraz dışarı taşıyabildimse ne güzel…
http://emekdunyasi.net/ed/guncel/11290-komun-10
Komün 11
Brezilya’dayım. Porto Alegre’de. Mahalle toplantıları yapılıyor. Dünya kupası yapılacak burada, 2014 yılında herkes kupaya hazırlanıyor. Dünya kupası demek yoksulların evlerinin yıkılıp dışarı atılması demek. Güney Afrika’da olduğu gibi ya da Avrupa şampiyonası öncesi Atina’da. Koca temaşa futbol yoksulları auta atıyor. Sadece yoksullar değil, oldukları yerde 30-40 yıldır oturan orta sınıf da yerlerinden sürülüp kent dışına süpürülüyor. Garip bir topluluk var. Yavaş yavaş çıkılan katlarla orta sınıfa dâhil olanlarla evlerin sırtına yapışmış kâğıt toplayıcıları bir arada. Bir gün önce gezdim bunları. Ne güzel! Dünya kupası bir araya getirmiş herkesi. Futbolun, sporun dil, din ırk gözetmeksizin herkesi birleştirmesi ne güzel! Ağlamak istiyorum.
İşin garibi konuştuğum hiç kimse dünya kupasına karşı değil. Sanki onların değil benim evim yıkılacak. Allahtan evim yok da yıkılma tehlikesi de yok. Yoksa gerçekten bu konuşmalardan sonra döner eve bi bakıp gelir karşısında kendimi çimdiklerim. İnsanın malı mülkü olmaması güzel, çimdik yemiyorsunuz. -Bir toprak satın alırsan, toprak sahibi olursun. Fakat ona çit çek, kontrol et, sınırından biri girerse adamı vur, adam seni vursun. Bir sürü iş. Sen toprak sahibi olursan toprak da senin sahibin olur.- Herkes ben dünya kupasını çok seviyorum diyor. Okumuştum. ‘Brezilya’da en gelişkin spor basketboldur. Futbol mu? Futbol spor değil dindir’ diyordu yazar. Herkes dinine sahip çıkıyor.
Herkes evini yıktırmayacağını söyledi. İlk konuşan bir kağıt toplayıcısıydı. Bir gün önce uğramıştık evine. Kalın mukavvalardan ya da iki kat yapılarak kalınlaştırılmış mukavvalardan meydana gelmişti. Kesinlikle evimi bırakmayacağım diyordu. Kapısının hemen önünden coşkuyla akan bir kanalizasyon nehri vardı. Şimdi burada durun. İşte bu sefaletten kurtaracaklar. Bu kadar saf mısınız gerçekten? Hiç mi müteahhit görmediniz? Zevk için mi burada oturduklarını zannediyorsunuz? Hepsini yıkıp yerlerine yürüyen merdivenlerle tırmanılan alışveriş merkezleri, güzellik salonları, ve mutlaka uluslararası hamburgerci dükkanları açacaklar. Bunlara harcanan paranın 100’de biri ile zaten bu mahalleler düzelir. Fakat biz dünya kupasını çok seviyoruz.
Kalktım söz aldım. Biz de dünya kupasına katılalım dedim. Yoksullar da dünya kupasına katılsın. Bir proje yapalım. Otel, alışveriş merkezleri ve benzerleri yerine evler inşa edilsin bu projeyle. Sonra gelip kalsınlar dünya kupası sırasında. Futbolcular, hakemler, her şeyi bilen futbol yorumcuları filan, federasyon başkanları ve muhtemel olacak başkanlar, spor kulübü yöneticileri. Sonra evler yoksulların olsun. Neden mi? Zaten onların paralarıyla yapılmıyor mu statlar? İlk defa sonra yeniden işe yarayan bir tesis olsun dünyada. -Hakkını yemiyim eski Sovyetler Birliği’nde, Abhazya’da yapılan bu tesisler kullanılıyordu. Atış talimleri yapıyordu Abhaz savaşçılar.-
Komün demek her şeye katılmak demektir. Kentin öte ucunda oturan bir kişi bile kentin diğer ucunda bir alışveriş merkezi inşa edilip edilmemesi kararına katılmalıdır. Her şey bir yana bunun inşası ile senin kullanabileceğin su oranı azalacak, denizin ve havan daha çok kirlenecek. Bu yüzden bütün kent topraklarının kamulaştırılması önerisi önemlidir. Kentin kenarında bin bir güçlükle hayata tutunan bir aile, gün gelip biraz para kazanabilme şansına sahip olması, planı öğrenerek binlerce metrekare yer kapayan birisinden çok mu daha haksız? Yaşamını sürdürebilmek için gecekondu inşa etmek için bir avuç toprak işgal eden mi suçlu yoksa TOKİ’den bedava binlerce binlerce dönüm yer kapatan müteahhit mi?
http://emekdunyasi.net/ed/guncel/11342-komun-11
Komün 12
Sayın Demokratik Toplum Kongresi üyeleri; Demokratik Özerklik, Özgür Komünler yani Radikal katılımcı demokrasi inşası sürecinde sizi kurumsal anlamda muhatap olarak algıladığım için bu açık dilekçeyi size yazıyorum.
Demokratik Özerklik ve Özgür Komünlerin inşasının ana alanlarından biri olan bütün bölgede özellikle son iki yıldır toprakları, hızla GDO’lu üretim kaplamaktadır. GDO’lu üretim tahripkar, yok edici ve öldürücüdür;
1- Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar-GDO’lu gıda insanları öldürür; milyonlarca yıllık bir evrimle doğada oluşmuş bitkiye; laboratuarlarda farklı bitki ve hatta hamam böceği, domuz genleri yerleştirerek yeni bir organizma imal edilmektedir. Bu şekilde imal edilmiş Mısır, Soya ya da Domates tüketildiğinde saydıklarım ve saymadığım birçok şey de yenmiş olmaktadır. Rafta durma sürecini uzatma, görüntüsünü koruma ve sadece kendi markasından ilaç kullanmasını sağlamak için yaratılan bu imalat, insanların sağlığına yıkıcı zarar verir.
2- GDO’lu ürünler öncelikle çocuklara yöneliktir; GDO’cu bilim adamlarının (adam ile iktidar kelimesi iç içe olduğundan özellikle adam kelimesi tercih edilmiştir.) ‘Henüz sağlığa zararlı etkisi tespit edilmemiştir’ mahcup savunmaları içinde bile bu doğuracak zarar inkar edilememektedir. Doğanın evrimini yok sayan piyasanın bu Frankenstein imalatı özelikle kola ve çikolata da kullanılan tatlandırıcılar çocukların sağlıklarını tehdit etmektedir.
3- GDO’lu ürünler küçük çiftçiyi topraklarından sürer, yok eder; Büyük topraklarda devasa makineler ile gerçekleştirilen GDO’lu üretim karşısında küçük çiftçinin rekabet edebilme şansı hiç yoktur. Köy boşaltmaların, ekonomik baskının altında hala yaşamını sürdürmeye çalışan küçük çiftçi ve köylü GDO’lu işgal karşısında tamamen yok olur, kentin varoşlarına süpürülür.
4- GDO’lu üretim, tohumları yani yaşamı yok eder; Buğdayın ve bugün insanlığın kullandığı gıdanın ana yurdu Mezopotamya’da hızla devam eden bu işgal, bütün tohum çeşitliliğini yok etmektedir. Tek tip, standart ve markalı imalat tohumların karşısında bu çeşitlilik sadece belki Kürtçe resimli bilgi ansiklopedilerinde okunabilir şeyler haline gelecektir. Dünya tarımının ana yurdu Mezopotamya ulus ötesi tekeller, Cargill ve Monsanto’nın saksısı haline dönüşecektir.
Yukarıda sıraladığım ve dilekçe de yer vermediğim onlarca nedenden dolayı Demokratik Özerklik, Özgür Komünler ve Radikal katılımcı demokrasinin şu anki kurumsal muhatabı DTK, bütün komün etki alanlarında ve özellikle de bölgede GDO’lu tarımsal üretimini, satışını ve bütün faaliyeti durdurma kararı almalıdır.
Komün alanları ve üyelerine bu üretimi durdurmaları için 2 yıllık bir süre tanımalı, GDO’lu üretimden vazgeçen üreticilere ekolojik alternatiflerin eğitimi sunulmalı ve perma kültür, doğal tarım gibi yöntemleri ile yetiştirilmiş ürünlere pazar desteği verilmelidir.
Ekolojik demokrasiyi ilke olarak benimsemiş belediyeler kendi yasaları gereği ‘Halka zararlı gıdaları ulaşmasını’ önleme yetkisine sahiptir. Bunun ötesinde bu onların temel görevidir. Bu yetki ve görev hatırlatılarak, Demokratik Özerk alanlarda, Özgür Komünlerde ve özellikle bölgede GDO’lu ürünlerin kentlere girişi yasaklanmalı, engellenmeli, halkın ve özellikle de çocukların sağlığı korunmalıdır.
DTK bu kararları ile ekolojik demokrasi, özgür komün inşasında, ulus ötesi tekellere karşı tavrını, küçük çiftçilerin, kooperatiflerin, halk ekonomisinin yanında olduğunu ve yapısının etkisinin açıkça ortaya koyma şansını bulacaktır. Sayın Demokratik Toplum Kongresi üyeleri, ekolojik demokrasi ve özgür komünler ilkeleri içersinde bu dilekçeyi gündeme almamanız karşısında, MST-Brezilya Topraksız işçi hareketinin kadınlarının, 8 Mart dünya kadınlar gününde, GDO- üretim yapan tarlalara girerek ürünleri imha ettiği, şenlikli eylemleri, örnek alarak benzerlerini gerçekleştireceğimi beyan eder, bu fırsatla Topraksız kadınların cinsiyet özgürlükçü toplumsal yapıya yakışır bu eylemini selamlarım. Yaşasın özgür komünler… Eşitlik, Özgürlük, Adalet.
Metin Yeğin – Yurttaş
Komün 13
Birçok uçakta 13 numaralı koltuk yoktur. Uğursuz sayılır. Sanki uçak kendi tarifeli hattında ilerlerken 13. koltuk sahibi süzülerek düşecek ya da daha da kötüsü belki de uçakların tek çekici tarafı, yemek ve içecek servisinden yararlanamayacaktır. 13. Komün yazısına ulaştık. Umarım dünyanın bütün müteahhitlerine uğursuz gelir.
Özgür komünler kendi eğitimini inşa edecek. Bunu sakın anadilde eğitim olarak sınırlamayın. Eğitimin duvarlarını kırmalı. Mecburen bir 5 yıl ve belki 8 yıl okudunuz ve belki de kafalarımızı hizaya sokan koca çarkın içindesiniz hala. Sıralar, kara tahta ya da camdan olanları, notlar, vizeler, finaller, çan eğrisi hesapları, kürsüler ve ah O diplomalar…
Özgür Demokratik okulların temsilcisi anlatıyordu. Duvara koca bir elips yansıtmıştı. Bu elipsi dünyadaki bütün bilgiler olarak kabul edin. İçindeki kare kadar da okullarda anlatılan bilgiler diyordu. Elipsin içindeki kareyi arıyordunuz. Göremiyordunuz. Aaa pardon diyordu İvan, göremediniz değil mi? Bir büyüteç yerleştiriyordu elipsin ortasında bir yere. Küçücük bir kare görebiliyordunuz büyütecin kocaman yapan camlarının altında. İşte bu da, okullarda öğretilen bilgidir. Dünyanın bütün bilgisinin milyonda biri kadar bir kısmını öğrendiniz diye toplumsal hiyerarşide yerinizi alırsınız. Diplomalarınızın kenarına işlenmiş isimlere göre çarka dahil olup, yuvarlanıp gideriz.
Durun ve düşünün. 5 yıl ya da 8 yıl eğitimden ya da ne yazık buna daha uzun yıllar maruz kalmanızdan geriye ne kaldı? Okullar bize sadece susmayı öğretir. Uslu durmayı ve daha da korkuncu makul olmayı öğretir. Okulda güzel olan sadece teneffüs zamanlarıdır ve kantinde takılmak. Okulla her şeyi bilen bir öğretmenle başlayan bu hayat, hiyerarşi yani boyun eğme silsilesi, şef, müdür, bakan, başbakan, omuzdan rütbeliler ve bankonatlarla sürer gider. -Türkiye’de bir devlet üniversitesinde öğretim üyesi iken dersi Pink Floyd’un The Wall şarkısının klibi ile başlatıyordum. Klibin sonunda öğrenciler okulu yakıyorlardı. Sonra ne yazık ki derse devam ediyorduk.-
Ekoloji enstitüsü kuruyoruz. Özgürleştirici bir eğitim denemesi. Eğitim süreci 75 gün ve bir ömür. 10. günden itibaren teori sokağa çıkacak. Parkları işgal edip kent tarımı yapacağız. Kerpiçten halk evleri inşa edeceğiz. Bisiklet yolları yapıp otomobillerden biraz olsun sıyıracağız yakamızı,ve güneşten, rüzgardan nasıl büyük paralara ihtiyacımız olmadan elektrik elde etmenin yollarını bulacağız. Teori ve pratik kol kola yürüyecek. Tüm öğretim üyeleri öğrenecek ve öğretecek. Kravat takmamak zorunlu olacak. MST- Topraksızlar hareketinden iki arkadaş gelecek. Öğretmek ve öğrenmek için. Michael Lövy gelecek bir hafta, belki James Petras amca, Jose Bove ya da Kore çiftçi sendikasından bir hoca. Ortak özellikleri her şeyi biliyoruz demeyenlerden olmaları. Buradan giderken de yanlarında, burayı taşıyacaklar.
Türkiye’den ve dünyanın her yerinden öğrenciler gelecek. Öğrenmek ve öğretmek için. Siz geleceksiniz dünyayı değiştirmek isteyenler. İlk 10 günden sonra ekoloji enstitüsü binasını restore etmekle başlayacağız ve umarım hiçbir zaman yakılası hiyerarşi imalatçısı okullara dönüşmeyecek. Bitirince mi ne oluyor? Tabii ki diploma vermeyeceğiz. Dünyayı değiştirmek için buna ihtiyacımız yok ve kravat takmak yasak…
Komün 14
Bir oyun oynayalım. Kapatın kapılarınızı. Cezaevinde arkadaşlar şanslı zaten onlarınkini kapatanlar var. 20 litre su koyun karşınıza. 7 gün orada kalacaksınız. Bütün suyunuz o. İsterseniz birinci günde bir hafif banyo yapın şöyle 3-4 litre suyu dökünün. Geriye 17- 16 litre su kalır. Bunun bir litre kadarını için. Bir litresiyle çorba yapın. Ve diğer ihtiyaçlarınız için de bir litre diyelim. İlk günde en iyi olasılıkla geriye 14 litre suyunuz kalır. İkinci gün banyodan vazgeçin ama 3 litre daha harcarsınız. Üçüncü gün biraz daha az içip, yüzünüzü yıkamazsanız olur diye düşünüp 2.5 litreye indirelim su harcamasını. Galiba 8.5 litre kaldı ve 4 gün. Çorba olmasa da olur. 2 litreye indirelim günlük harcamayı, yetiriyoruz işte. Hatta yarım litre de cabası. Her gün suyu seyretmeye başlayın. İlk gün harcadığınız 3-4 litre için kendinize sinirlenin. –Bir film sahnesi vardı. Afrika’da susuzluk içinde kırılan insanların, çok küçük kısmını başka bir ülkeye getiriyorlardı. Duşta yıkıyorlardı. Siyah çocuk başından aşağıya süzülen suyu tutmaya çalışıyordu. Yerdeki duşun, su giderine atlıyordu. Dönerek akan suyu durdurmaya çalışıyordu. Su avuçlarından kayıyordu- 7 gün bitince biraz kirli çıkarsınız dışarı. Mutlusunuz. Kazandınız. Haa unuttum oyunun devamını söylemeyi. Sizin yerinize çocuğunuz girecek şimdi oraya. Ne kadar su bıraktınızsa geriye, onu kullanacak.
Viranşehir’de sadece kuyulardan çıkartılıyor su. Geçen yıllarda 250 metreden çıkartılabiliyordu. Şimdi artık en az 500 metreye inilmesi gerekiyor. Bakmayın siz tarlaların bu bahar günlerinde yeşil olduğuna, çölden önceki son kavşakta Viranşehir. Suruçta ise bu derinlikte de su kalmadı daha da derinlerde. GAP’ın yanı başında olması hiç önemli değil. Zaten oradan su verdikleri yok. Fakat gidip seyredebilirsiniz baraj gölünü.
Bu susuzluk iyi para getirecek bazılarına. Nehirleri sattılar, şimdi de yer altı sularının satılması için hazırlıklar başladı. Yer altında ki su havzaları özelleştirilecek. Kuyunuzun başına bir saat takacaklar, ne kadar çekerseniz o kadar para ödeyeceksiniz. Gene biz kaçak kullanırız diyorsanız yanılıyorsunuz. Su polisleri göz açtırmayacak. İşin garibi bide bunu su sarfiyatını engellemek adına yapacaklar. Sanki çocuklarınızın, torunlarınızın suyunu, otomobil fabrikalarına, çimento fabrikalarına pompalayan onlar değilmiş gibi. Sonra da sayıları çıkartacaklar karşımıza. Bu yıl ne kadar büyüdük diye. Koca aç canavar kapitalizm susadıkça çocuklarınız susuz kalacak. Koca bir Kerbelaya dönüyor dünya.
Hemen, bugün, şimdi su meclisleri kurmalıyız. İçinde belediyelerin, ne yazık ki uzmanların, 70 yaşında kadınların ve mutlaka çocuklarında olduğu su meclisleri. Uzun uzun toplantılar yapmak için değil bugünden suyunu nasıl kullanacağına karar vermek için. Demokratik özerklik, Özgür komünler yani radikal katılımcı demokrasi bundan başka nedir ki? Suyun demokratikleşmesini gerçekleştirmeliyiz. Her havza da ne kadar su var? Ne kadarını toprak ağaları GDO’lu mısırlara, soyaya harcıyor? Bu kadar su harcadığında çocuklar ne zaman kerbelanın içine düşecek? Büyük barajları nasıl yok etmeli? Suruç’a nasıl su bulmalı? Lice de suyu nasıl dağıtmalı?
İzmir Dikili belediyesi 10 metreküpe kadar su kullanımını bedava yaptı. Yargılandı. Beraat etti. Şimdi 13 metreküpe kadar su bedava. Bu su kullanımını toplamda azalttı. Çünkü kimse bu miktarı aşmak istemiyordu. Kaçak kullanım da kalktı. Çünkü zaten su bedavaydı. DTK’ ya bir dilekçe daha yazmalıyım. Birincisini kaile almadı ama. Daha kısa yazmalı.
Dilekçe no 0002… Sayın DTK, Demokratik özerklik, özgür komünlerin kurumsal muhatabı olarak sizi algıladığımı bir kez daha hatırlatarak, özellikle bütün bölgede 10 metreküpe kadar suyun kullanımının bedava ilan edilmesini, su meclislerinin kurulmasını, hiçbir şeye dahil olamadığımız bu dünyada bari suyumuz hakkında karar vermemizi acil bir şekilde talep ediyorum. Bırakın milletvekili aday adayları etrafınızda dolaşıp dursun. Suyumuza sahip çıkın…
Metin Yeğin. Yurttaş. Başbelası.
Sadizmin babası Marki de Sade söylüyordu. ‘Hepimiz toplanmışız, giyotinin tepeden inecek olan bıçağını seyrediyoruz.’ Japonya da nükleer santral patladı. Radyoaktif yayılıyor. En son ne zaman nükleer santral karşıtı eyleme katıldım… Daha önce ironi yapıyordum. ‘Dünyanın bu yok oluşu karşısında mazoşist zevk alıyorum. Biz ölürken, haklıydık, haklıydık bak gördünüz mü diye söylenerek öleceğiz.’ Diye. Soluğum tutuldu.
Bunu yapamıyorum. Deniz suyunu soğutmak için reaktöre veriyorlar o çok bilmiş nükleer santral uzmanları. Radyoaktifi denize yaymaktan fazla bir şeye yaramıyor. Biraz önce haberlerde açıkladılar reaktör de soğutma çalışması yapanlar da ayrıldı. Uzmanlar ve hükümet yetkilerinin geriye tek işi kaldı. Yalan söylemek. Zararlarını ört bas etmeye çalışmak. Saklamak. Kaldırın kafanızı biraz yukarı bakın giyotinin bıçağı düşüyor.
Komün 15
Ekolojik demokrasi derken bu ölümden bahsediyoruz. Bu yüzden Komün yazıları sadece sizin nostaljinize, kenarları işlemeli melonkolinize uygun olsun diye değil ki. İşte tam bu. Bu ölümden bahsediyorum size. Bu yüzden nükleer santral mütahitlerine, hidrolik santral mütahitlerine, bütün herşey mütahitlerine, karlarına ve sayılarına, kalkınma ajanslarına, kalkınmanın kendine, yani sadece kapitalizme değil bütün endüstiriyal sisteme karşı bir öneri olarak olarak, yani ölüm ve kalım olarak görüyorum özgür komünleri. Bugünden sonra en büyük düşmanım yazdıkların çok güzel ama şu anda uygulanabilir değil diyenler olacak. Parmak uçlarıma elektrot bağlayan işkencecim kadar nefret edeceğim onlardan. Aptal burjuva terbiyem müsaade etmeyeceği için, belki yüzüne karşı bir şey diyemeyeceğim. Rüyamda tekmeler savuracağım çok bilmiş kelimelerine. Hazır cevaplar hazırlayacağım, sevgililerinin yanında komik düşürmek için. Ne biliyim elimden ne geliyorsa yapacağım. Beddua da ederim belki tutar. Santral patlar, benden zanneder…
Su, rüzgar, enerji, gıda ve yaşamın bütününü, bugünden elimize almadığımızda geriye hiçbir şey kalmayacak. Nükleer bir katliamla başlayan Japon mucizesi nükleer bir katliamla çöküyor. Hiç birşeyin uzaktan kumanda ile yönetilemeyeceğini gösteriyor, havada hızla yayılan görünmez ölüm. Hadi bakıyım çare bulsun tıbbın kurum kurum kurumlanan uzmanları bilim adamları. Japonlar da yapamıyor abi yani.
Biz masum değiliz. Hiçbir nükleer karşıtı eyleme katılmayanlar, katılıpta bağırıp çağırdıktan sonra dağılıp gidenler, amaan ne yapalım dünyayı biz mi kurtaracağız diyenler, büyük konuşmalar yapanlar, onları alkışlayanlar, hisse senedi sahipleri, banka memurları ve bilim aşkıyla yanan öğretmenler, yazı yazmaktan başka bir şey yapamayan ben, hepimiz cehennemin dibine.
Kucağınızda çocuğunuz radyoaktiften kaçmaya çalışıyorsunuz. Sarı sarı oluyor yüzleriniz. Çocuğunuzun göz akı daha sarı. Ne oluyor baba diye soruyor. Yok bir şey kızım santral patladı. Niye bıraktık her şeyimizi? Gitmemiz gerekiyor kızım. Neden? Ölüceğiz de ondan kızım. Ölmek ne demek Baba. Bilmem umarım cennet filandır. Cennet ne demek Baba? Limitsiz kredi kartı gibi bir şey kızım. Kredi kartı ne demek baba? Tutsaklığımız kızım. Niye onu seviyoruz Baba… Sonra konuşuruz kızım. Sonra ne demek Baba….
Komün 16
Neden bekliyoruz? Neyi bekliyoruz? Bütün ülkede, özellikle bölgede köylerin neredeyse yüzde 80’inde hepatit B, ishal ve benim bilmediğim birçok hastalık yaygınken, her şey bir yana çocuklar ölürken ne bekliyoruz?
Demokratik Özerklik, özgür komünler dediğimizde yani radikal katılımcı bir demokraside öncelikle sağlığı örgütlemeliyiz. Egemen sağlık sisteminin, tıp hegemonyasının dışında başka bir sağlık örgütlemeli. Tam teşekküllü hastanelerden, uzman ve çok uzmanlardan, arkalarında dünyayı hasta kılan ulus ötesi ilaç tekellerinin sınırsız kar hırsları, yalanları, besleme araştırma raporları, bütün insanlığı müşteri algılayan bembeyaz hasta soyucu, hijyenik açıklamaları hatta sabah şekerleri programlarındaki sağlık köşeleri de hepsi çöp kutusunda yani kapitalizmde kalsın. Biz başka bir sağlık inşa etmeliyiz. (Son sağlık mitinginde ne kadar çok promosyon dağıtıyordu ilaç şirketleri bu kadar doktoru başka yerde bulamayız diye. Onların daha çok ilaç yazmaları, kendi ilaçlarını yazmaları için, yani karaciğer, dalak ve böbreklerimizi dağıtıyorlardı mitinglerde.)
Özgür komünlerde toplumsal sağlık örgütlemek ise tamamen başka bir şey. İçinde sağlık emekçilerinin yani halkın doktorlarının, sağlıkçılarının ve bilhassa da herkesin olacağı komiteler örgütlemeliyiz. Sağlık sadece doktorlara ve uzmanlara bırakılamayacak kadar ciddi bir şeydir. Bu yüzden mutlaka insanlar kendi bedenleri, sağlıkları hakkında karara katılmalıdırlar. Yoksa mesela yaygın hepatit B promosyonlu ya da promosyonsuz ilaçlarla tedavi edilemez. Tıbbı sorgulayan, denetleyen ve esas olarak da toplumsal sağlığın ancak düzgün çevre koşullarıyla gerçekleşebileceğini bilen bir sağlık örgütlenmesi inşa etmeliyiz.
Kocaman, üstünde bir sürü hortum geçen, bir sürü de elektronik göstergeler, dit dit falan gibi sesler çıkaran makineler daha çok ancak hastane dizilerinde hayat kurtarır. Yoksulların hayatlarını kurtaran temiz su, temiz çevre, sağlıklı ev -ki mesela şu anda kolektif olarak inşa ettiğimiz kerpiç evler, sağlıklı gıda toplumsal sağılığın temel unsurlarıdır. Biz ilaç tekelleri gibi insanları ilaç müşterisi olarak görmediğimizden onlar gibi herkesi sürekli hasta ve ilaç bağımlısı kılmaya çalışmıyoruz. Çocukları hasta etmeden kurtarmak zorundayız. Çıplak ayaklı doktorlar, yani koca koca fakülteler, üniversiteler, diplomalar yerine hijyen bilgisi, ilk yardım ve temel sağlık eğitimi almış binlerce kadın, erkek, çocuk ancak toplumsal sağlığı komünlerde inşa edilebilir.
Ben dilekçe yazmaya devam edeyim.
Dilekçe sayı 0003, Sayın DTK-Sağlık Komisyonu; özgür komünlerde ve özellikle bölgelerde yaygın olan hastalıklara karşı ne gibi önlemler almayı düşünüyorsunuz? Sağlık komiteleri, çıplak ayaklı doktorlar ile toplumsal sağlığın örgütlenmesi ya da bol cihazlı piyasalaştırılmış devlet hastanelerinden, özel hastanelerden mütevellit sağlık sisteminden mi umut beklemeliyiz. Neden bekliyoruz?
Metin Yeğin. Yurttaş. Dilekçeperver…
Eco-localist dreams and realities
A central theme of green politics has always been the importance of the local, captured in the familiar slogan ‘think globally, act locally’. Advocates of relocalisation see “the local production of food, energy and goods and the local development of currency, governance, and culture” as the way to “strengthen local communities, improve environmental conditions and social equity.” With its focus on coping with peak oil and climate change, the Transition Towns project has a similar objective.
Greg Albo (2007) describes how these ‘eco-localist’ ideas emphasise
a host of approaches that … rest on some mix of community and cooperative economics, semi-autarchic trade, local currency systems and direct democracy in enterprises and local government. … In this vision, ecological balance is restored within decentralized communities by the need to find local solutions. (p.344)
From this perspective, the green critique of modern society is fundamentally about the abuse of scale and
the existing resource-intensive, pollution-extensive system of industrialization … The industrial drive for scale without limits – whether in terms of capital equipment, consumption, trade or corporate and political governance – is seen as an assault on the limits of nature. (p.345)
Having characterised this eco-localist worldview – which seems fairly representative of the outlook of many greens – Albo considers what he calls the limits to eco-localism. His criticisms come under a number of headings but I’ll just pick up on a couple.
The attachment to the ‘magic’ of the market. The critique of the abuse of scale carries no inherent criticism of market systems. Thus, many greens and environmental NGOs find it perfectly consistent to embrace market environmentalism alongside their eco-localism, and advocate for the reduction of greenhouse gas emissions, and the conservation of water resources and the protection other environmental ‘services’ through the imposition of market prices. And indeed, being decentralised operations by their very nature, markets could be seen as the epitome of ‘thinking globally, acting locally’ as
prices are transmitted across space to equilibrate all markets, information flowing from local markets to aggregate markets and back again. … With all commodities marketized and all costs of production including externalities factored in, market prices would compel individuals and firms to adjust ecologically irresponsible behaviour and regulate scarcity. (p.342)
This idea of ‘natural capitalism’ suggests that the environment in all its aspects is a commodity that, ultimately, should be “priced, traded and taxed to yield its greatest value (i.e. its preservation)” (p.343). It has to be said that many greens seem only dimly aware of these implications of their attachment to ‘natural capitalism.’
Furthermore, in the context of eco-localism each locality and its associated local market “is necessarily subordinate to the logic of capitalism as a whole and can do nothing to alter the anti-ecological drive towards increased accumulation of value and money” (p.346). Global capital would find it easy to play one locality off against another.
So, while eco-localism is undoubtedly a strong response to corporate globalisation, the tragedies of 30 years of neoliberalism, climate change, peak oil and perhaps even the excesses of consumer capitalism, it does not seem willing or able to make the leap to anti-capitalism.
Albo’s next point maybe explains why.
The lack of strategic vision. Albo asks, how will the transition to the localist economy be achieved? He is not thinking of the creation of a single community in isolation, but an entire society formed from many localities adhering to the principles outlined above. This, presumably, is what eco-localists are aiming for. If so, how will the obstacles of actually existing global capitalism and state power be surmounted by such a society? How does eco-localism propose to suppress powerful local (class and bureaucratic) interests? How will the localist economy balance social needs, ecological costs and the preferred local scale of production? Can prices alone internalise all these relations?
Albo correctly points out that all these and many other questions remain unanswered. And he makes his own view plain:
Attempting to reduce the scale of production and ecological processes along community development and bioregional lines …, and to reduce the scale of democracy in support of mutualism …, as eco-localism does, is to completely misrepresent capitalist power structures and the necessary challenges of democratization. (p.352)
In other words, ecologically sustainable localities cannot exist in a bubble outside of politics and beyond the influence of those who wield power; effective institutions and an effective politics at the national level are needed to open up the necessary context within which eco-localism can grow. Currently, the social ecologists, bioregionalists and transition town activists do not even begin to consider how to handle the crushing power of capital operating at national and global scales.
Maybe we can just cross our fingers and put our trust in an eco-localist revolution-from-below building the road as it travels, but really that is just an intellectual cop-out. When it comes to ‘thinking globally, acting locally,’ we actually need some thinking to go with the acting. Greg Albo’s reality check indicates some of the key areas where the deep strategic thinking is needed.
Nevertheless, despite the fact that eco-localism (and much else about the dreamed-of ‘green society’) remains massively under-theorised, that in itself is not fatal to eco-localism. Reorganising the scale at which our economic and social activity occurs is critical to creating and successfully maintaining a ‘green society’, as Albo indicates with this splendid quote from philosopher Henri Lefebvre’s The Production of Space:
[a] revolution that does not produce a new space has not realized its full potential; indeed, it has failed in that it has not changed life itself, but has merely changed ideological superstructures, institutions or political apparatuses. (p.354)
Sources
Greg Albo (2007) The limits of eco-localism: scale, strategy, socialism. In: Leo Panitch & Colin Leys, Coming to terms with nature: Socialist Register 2007 (pp. 337-363). London: Merlin Press.
*Note: Founded in 1964 by luminaries of the British New Left, including Ralph Miliband and EP Thompson, the Socialist Register is an annual collection of essays around themes such as American imperialism (The empire reloaded, 2005) and the chronic degeneration of political discourse (Telling the truth, 2006). The 2007 edition takes on “what may well be the most important issue facing socialists in our life-time,” namely the ecological crisis. Coming to terms with nature presents 17 contributions to ecosocialism, covering theoretical issues (eg, “The ecological question: Can capitalism prevail?” by Daniel Buck) and regional investigations (eg, “China: hyper-development and environmental crisis” by Dale Wen and Minqi Li). The Socialist Register website has open access to a number of articles from recent editions, including 2009, and a full archive of older editions.
http://ecosocialismcanada.blogspot.com/2010/08/eco-localist-dreams-and-realities.html
http://wellsharp.wordpress.com/2009/08/07/eco-localist-dreams-and-realities/
Yaşasın referandum(!), salyangozlar, Zapatistalar, Özgür Komün ve özgür olan her şey – Metin Yegin
Biz bu temaşa devam ederken gerçek referandumları örgütlemeliyiz. Hemen ’12 Eylül kötü referandumunun’ ardından şehir şehir, mahalle mahalle ve hatta sokak sokak referandumlar yapmalı. Hem de onların referandumu gibi ortaya karışık bir paket üstüne ‘evet’ ya da ‘hayır’ diyen değil, gerçek bir demokrasinin, yani insan soluklarından olan bir demokrasinin referandumu. ‘Barışı nasıl inşa etmeli?’ diye sormalıyız. ‘TEKEL işçileri ne olmalı?’, ‘Okul duvarlarını yıkmalı mı?’, ‘Mahallenin neresine sağlık ocağı açmalı?’, ‘Süt kaça alınmalı ve ekmek kaç lira olmalı?’, ‘Bedava otobüs nerelerden kalkmalı?’ Ve ‘Ne sorular sormalıyız?’ diye sormalıyız. 12 yaşından büyük herkesin katıldığı bir referandum. Madem 12 yaşındakiler cezaevine atılabiliyorlar tabii ki referanduma da katılmalı. Yaşasın referandum!
Zapatistalar Mayaların salyangozlarından yararlandı. Salyangoz-Caracoles, Maya efsanelerinde hayatı ifade eder. Kalbe, bilgiye ve akla açılan yolu anlatır. Aman dikkat burada kalp çok önemli. Onsuz bir bilgi ve akıl hiçbir şey. Salyangoz horizantaldir. Birbirini kesmez. Hiyerarşik olmayanı, yan yana olanları, anlatır. Zapatista örgütlenmesinin ve Zapatistaların iyi yönetimlerinin, belediyelerinin simgesidir. (Caracolesy las Juntas de Buen Gobierno (JBG)) ‘İyi belediyeler’ egemenlerin yasalarıyla ve yerel yönetim seçimleriyle değil, 2003 yılında halkın uzun tartışmalarıyla kuruldu. Bu yüzden yöneticiler(!) para almaz ve her an geri çağırılabilirler. Temel ilke, herkesin kararlara katılması ve sorumluluğu üstlenmesidir. Üretim de, eğitim de, sağlık da salyangoz örgütlenmesiyle gerçekleşir. Bugün 27 Otonom İsyankar Zapatista Komünü, 5 ayrı Salyangoz’da örgütlenmiş durumda. Yaşasın Salyangozlar! Yaşasın ‘İyi belediyeler!’
Bir de bizim ‘iyi belediyemiz’ vardı. Halk hangi partiden olursa olsun komitelere katılıp, kendi kararlarını alıyorlardı. Terzi Fikri’nin Fatsası. Ona da bir Yaşasın!
Yaşasın Özgür Komün! Özerklik der demez hemen ardına ‘Özgür Komün’ü eklemeli. Dünya Bankası’nın ‘desantirilizasyon’ tuzağının içine, yani özerklik adıyla kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi tuzağına düşmemek için. Böyle bir demokrasi istemeli. Diyarbakır ve Batman’ın özerkliğinden ve Edirne, Artvin ve Çankaya’nın özerkliğinden, yani özgür komünlerden bahsetmeli. Ve Yozgat’ın da ve bütün sokakların ve hatta çıkmaz sokakların.
Madem demokrasi diyorlar, gösterelim neymiş gerçek demokrasi. Gene uçuyor muyum? Hayır sizsiniz gerçekçi olmayan. Size her hafta bu köşede, dünyanın her yerinden karikatür demokrasi hikayeleri anlatıyorum. Hadi beni geçin, siz içinde yaşıyorsunuz koca yalanların. Ben çok gerçekçiyim. Eğer onların referandumları, seçimleri, hile ve desiseleri içinde oynarsak, kurtulamayacağız kokmuş karanlıklarından.
Yaşasın Özgür Komünler ve özgür olan her şey…
Metin YEĞİN
The Richness of Giving – Elizabeth Barrette
Imagine a world where wealth is measured not by how much you have, but by how much you give to others. Imagine people in a huge house full of stuff being considered “poor” because they never pass any of it along to someone else. Imagine going out on a summer day and seeing sign after sign posted, not for a Rummage Sale, but for a Giveaway. There would be the same tables heaped with clothes, knickknacks, and books—but no price tags.
Sound impossible? It’s not. It’s actually a very old idea, and it has appeared in cultures around the world. The modern consumer culture is fairly new, and it isn’t perfect. So let’s consider some alternatives that would work in a community context.
Benefits of Generosity
Many traditional cultures around the world have an economy based not on buying and selling, but on giving. The constant exchange of gifts fosters an intricate network of social connections. You give and receive gifts among your relatives, friends, neighbors, and coworkers. This encourages people to get to know each other’s likes and dislikes. It also limits the gap between those who have the most and those who have the least, in terms of material goods. This translates well into modern intentional communities.
On a personal level, giving teaches you to let go of things you no longer need, instead of clinging to them. Practice in giving away material goods makes it easier to release old habits or ideas that have become more trouble than they’re worth. The Buddhist principle of dana paramita encompasses nonattachment and generosity; it is part of the path to enlightenment and the relief of suffering.[1] Consumerist society pressures everyone to want things. If you can avoid wanting things, or turn off the “wanting” without acquiring things, then you can enjoy more contentment and suffer less yearning.
Also, helping others makes us feel good. It’s fun to watch someone open a present and see their face light up. When bad things happen—such as a flood or a house fire—generosity can relieve some of the stress both for the victim and the bystanders. You can’t undo the damage, but you can donate clothes, furniture, food, or other necessities to replace what was lost. Then you don’t have to stand around feeling totally helpless, and the victims can begin to recover.
Finally, gift giving creates a sense of abundance. When we give things away, that reminds us that we have more than we really need. This cultivates gratitude and appreciation for the things we choose to keep. Wiccan tradition advises, “All that you do returns to you three times over.” Likewise, Inuit people have a saying, “The gift must move.” It’s like water: stagnant water yields no power, but flowing water can turn a millwheel. When we move the energy of generosity, and the gifts themselves, they gain momentum and bring greater abundance into our lives.
How Cultures Give
Different cultures have different customs and names relating to their traditional expressions of generosity. You can find examples in history and in fiction. Some survive today, but it’s a challenge to go against the consumer culture.
The Inuit, and other peoples along the northwest coast of the United States and Canada, have a custom they call “potlatch.” A potlatch is a big community party centered around a host who gives away huge quantities of food, blankets, beads, and other practical and luxurious items. The event also includes speeches by the host and guest(s) of honor, dancing and singing, a sumptuous feast, and games. Potlatches can express mourning or celebration of major life events.
The concept of a gift-driven economy is so incomprehensible to European-derived society that the government of British Columbia actually banned the practice of potlatch from 1887 to 1951.[2] They mistakenly believed that it caused poverty, when in fact, it served to distribute wealth more evenly among the community.
Lakota culture has the “giveaway” ceremony: “We hold onto our otuhan, our give-aways, because they help us to remain Indian. All the big events in our lives—birth and death, joy and sadness—can be occasions for a give-away.”[3] In times of sorrow, the give-away allows grieving people to externalize their pain. There is a Lakota saying for this: “Give until it hurts.” A person would give away most or all of their worldly goods, and exercise their grief for four days. After that, their friends and relatives would come give them gifts, and the grieving person would start to feel better, having released the feeling instead of bottling it up.
Furthermore: “A wopila—a thanksgiving for something good that happened to a person—is also a time for giving away things.”[4] Such a ceremony might be held when a young girl becomes a woman, or a couple gets married, or a baby is born. The host gives away presents to express appreciation for the good fortune in his or her life, and to share that fortune with friends and family.
Give-away customs also appear in fiction: “Hobbits give presents to other people on their own birthdays. Not very expensive ones, as a rule, and not so lavishly as on this occasion; but it was not a bad system. Actually in Hobbiton and Bywater every day in the year was somebody’s birthday, so that every hobbit in those parts had a fair chance of at least one present at least once a week. But they never got tired of them.”[5]
Nor were the presents necessarily new, as revealed by one of Tolkien’s linguistic notes: “for anything that Hobbits had no immediate use for, but were unwilling to throw away, they called a mathom. Their dwellings were apt to become rather crowded with mathoms, and many of the presents that passed from hand to hand were of that sort.”[6] Fans of Middle Earth have been known to hold “Hobbit birthday parties” at which the host gives away presents.
Occasions for Giving
The modern consumerist culture marks special occasions by having guests give presents to the celebrant. Conversely, a gift-exchange culture marks special occasions by having the celebrant give presents to the guests. Thus, any occasion when mainstream society would give gifts to someone is a suitable occasion for someone to host a give-away instead. Of course, there are many other reasons for a give-away, too. Here are some to get you started.
A girl approaching womanhood, or a boy approaching manhood, would give away toys, clothes, and other outgrown items associated with childhood. Similarly, a teenager headed for college—an adult experience—would give away items associated with adolescence.
A married couple whose last infant has reached kindergarten might give away all the baby things: crib, changing table, infant clothes, bottles, etc. to new parents.
A retired couple might sell their house to buy a recreational vehicle and spend their golden years traveling—and hold a give-away to disperse most of the things in their house; everything that wouldn’t fit in the RV.
Someone who just moved into a new home could hold a give-away to thank all the friends who helped them move, or as a way to meet their new neighbors.
Someone might host a “Hobbit birthday party” and give presents to all their friends and relatives, then compare that with an ordinary present-receiving birthday party to see which was more fun.
A person joining or leaving an intentional community might hold a give-away to mark the transition.
The intentional community culture is less acquisitive than the mainstream, but more diverse than traditional tribal cultures. We’re more likely to make presents, to pass along used items, or to give services, rather than always buying something new as a gift. We’re less likely to equate cash or goods with success, happiness, and abundance. But we’re also scattered in bunches across the world, and many communities consist of unrelated people from divergent backgrounds. That’s different from what used to be the norm throughout most of human history. Things that work for mainstream folks, or that worked for our ancestors, may not always work for us now.
We often reject consumerist principles without necessarily knowing what to use as a replacement. Nor can we simply adopt customs wholesale without considering their context and implications. What we can do is study the alternatives, making an informed choice about the values we choose to express and the cultural life we want to live. Then we can adapt—or invent—customs to fit our objectives.
* * *
References
1. “Dharma Talk: Six Principles of Enlightened Living: The Six Paramitas and the Three Trainings,” a presentation delivered February 20, 1995, at the regular Monday night Dzogchen sitting group in Cambridge, MA. http://www.dzogchen.org/teachings/talks/dtalk-95feb20.html
2. René R. Gadacz, “Potlatch,” The Canadian Encyclopedia, 2006. http://www.thecanadianencyclopedia.com/index.cfm?PgNm=TCE&Params=A1ARTA0006431
3. John (Fire) Lame Deer and Richard Erdoes, Lame Deer, Seeker of Visions, Washington Square Press, New York, NY, 1972, p. 37.
4. Lame Deer and Erdoes, Lame Deer, Seeker of Visions, p. 37.
5. J.R.R. Tolkien, The Fellowship of the Ring, Ballantine Books, New York, NY, 1965, pp. 50-51.
6. Tolkien, The Fellowship of the Ring, p. 26.
Copyright © Fellowship for Intentional Community (FIC) and Communities: Life in Cooperative Culture · communities.ic.org · Reprint only with permission.
The FIC publishes Communities magazine, the Communities Directory, the Intentional Communities Website (www.ic.org), and supports all forms of cooperative living. Please consider a donation to support our efforts.
Elizabeth Barrette writes nonfiction, fiction, and poetry in the fields of alternative spirituality, speculative fiction, and gender studies. She supports the growth of community in diverse forms and is active in local organizations. Her favorite activities include gardening for wildlife and public speaking at Pagan events and science fiction conventions. Visit her blog at gaiatribe.geekuniversalis.com. | |
What is Communalism? The Democratic Dimension of Anarchism – Murray Bookchin
Seldom have socially important words become more confused and divested of their historic meaning than they are at present. Two centuries ago, it is often forgotten, “democracy” was deprecated by monarchists and republicans alike as “mob rule.” Today, democracy is hailed as “representative democracy,” an oxymoron that refers to little more than a republican oligarchy of the chosen few who ostensibly speak for the powerless many.
“Communism,” for its part, once referred to a cooperative society that would be based morally on mutual respect and on an economy in which each contributed to the social labor fund according to his or her ability and received the means of life according to his or her needs. Today, “communism” is associated with the Stalinist gulag and wholly rejected as totalitarian. Its cousin, “socialism” — which once denoted a politically free society based on various forms of collectivism and equitable material returns for labor — is currently interchangeable with a somewhat humanistic bourgeois liberalism.
During the 1980s and 1990s, as the entire social and political spectrum has shifted ideologically to the right, “anarchism” itself has not been immune to redefinition. In the Anglo-American sphere, anarchism is being divested of its social ideal by an emphasis on personal autonomy, an emphasis that is draining it of its historic vitality. A Stirnerite individualism — marked by an advocacy of lifestyle changes, the cultivation of behavioral idiosyncrasies and even an embrace of outright mysticism — has become increasingly prominent. This personalistic “lifestyle anarchism” is steadily eroding the socialistic core of anarchist concepts of freedom.
Let me stress that in the British and American social tradition, autonomy and freedom are not equivalent terms. By insisting on the need to eliminate personal domination, autonomy focuses on the individual as the formative component and locus of society. By contrast, freedom, despite its looser usages, denotes the absence of domination in society, of which the individual is part. This contrast becomes very important when individualist anarchists equate collectivism as such with the tyranny of the community over its members.
Today, if an anarchist theorist like L. Susan Brown can assert that “a group is a collection of individuals, no more and no less,” rooting anarchism in the abstract individual, we have reason to be concerned. Not that this view is entirely new to anarchism; various anarchist historians have described it as implicit in the libertarian outlook. Thus the individual appears ab novo, endowed with natural rights and bereft of roots in society or historical development.[1]
But whence does this “autonomous” individual derive? What is the basis for its “natural rights,” beyond a priori premises and hazy intuitions? What role does historical development play in its formation? What social premises give birth to it, sustain it, indeed nourish it? How can a “collection of individuals” institutionalize itself such as to give rise to something more than an autonomy that consists merely in refusing to impair the “liberties” of others — or “negative liberty,” as Isaiah Berlin called it in contradistinction to “positive liberty,” which is substantive freedom, in our case constructed along socialistic lines?
In the history of ideas, “autonomy,” referring to strictly personal “self-rule,” found its ancient apogee in the imperial Roman cult of libertas. During the rule of the Julian-Claudian Caesars, the Roman citizen enjoyed a great deal of autonomy to indulge his own desires — and lusts — without reproval from any authority, provided that he did not interfere with the business and the needs of the state. In the more theoretically developed liberal tradition of John Locke and John Stuart Mill, autonomy acquired a more expansive sense that was opposed ideologically to excessive state authority. During the nineteenth century, if there was any single subject that gained the interest of classical liberals, it was political economy, which they often conceived not only as the study of goods and services, but also as a system of morality. Indeed, liberal thought generally reduced the social to the economic. Excessive state authority was opposed in favor of a presumed economic autonomy. Ironically, liberals often invoked the word freedom, in the sense of “autonomy,” as they do to the present day.[2]
Despite their assertions of autonomy and distrust of state authority, however, these classical liberal thinkers did not in the last instance hold to the notion that the individual is completely free from lawful guidance. Indeed, their interpretation of autonomy actually presupposed quite definite arrangements beyond the individual — notably, the laws of the marketplace. Individual autonomy to the contrary, these laws constitute a social organizing system in which all “collections of individuals” are held under the sway of the famous “invisible hand” of competition. Paradoxically, the laws of the marketplace override the exercise of “free will” by the same sovereign individuals who otherwise constitute the “collection of individuals.”
No rationally formed society can exist without institutions, and if a society as a “collection of individuals, no more and no less,” were ever to emerge, it would simply dissolve. Such a dissolution, to be sure, would never happen in reality. The liberals, nonetheless, can cling to the notion of a “free market” and “free competition” guided by the “inexorable laws” of political economy.
Alternatively, freedom, a word that shares etymological roots with the German Freiheit (for which there is no equivalent in Romance languages), takes its point of departure not from the individual but from the community or, more broadly, from society. In the last century and early in the present one, as the great socialist theorists further sophisticated ideas of freedom, the individual and his or her development were consciously intertwined with social evolution — specifically, the institutions that distinguish society from mere animal aggregations.
What made their focus uniquely ethical was the fact that as social revolutionaries they asked the key question — What constitutes a rational society? — a question that abolishes the centrality of economics in a free society. Where liberal thought generally reduced the social to the economic, various socialisms (apart from Marxism), among which Kropotkin denoted anarchism the “left wing,” dissolved the economic into the social.[3]
In the eighteenth and nineteenth centuries, as Enlightenment thought and its derivatives brought the idea of the mutability of institutions to the foreground of social thought, the individual, too, came to be seen as mutable. To the socialistic thinkers of the period, a “collection” was a totally alien way of denoting society; they properly considered individual freedom to be congruent with social freedom, and very significantly, they defined freedom as such as an evolving, as well as a unifying, concept.
In short, both society and the individual were historicized in the best sense of this term: as an ever-developing, self-generative and creative process in which each existed within and through the other. Hopefully, this historicization would be accompanied by ever-expanding new rights and duties. The slogan of the First International, in fact, was the demand, “No rights without duties, no duties without rights” — a demand that later appeared on the mastheads of anarchosyndicalist periodicals in Spain and elsewhere well into the present century.
Thus, for classical socialist thinkers, to conceive of the individual without society was as meaningless as to conceive of society without individuals. They sought to realize both in rational institutional frameworks that fostered the greatest degree of free expression in every aspect of social life.
II
Individualism, as conceived by classical liberalism, rested on a fiction to begin with. Its very presupposition of a social “lawfulness” maintained by marketplace competition was far removed from its myth of the totally sovereign, “autonomous” individual. With even fewer presuppositions to support itself, the woefully undertheorized work of Max Stirner shared a similar disjunction: the ideological disjunction between the ego and society.
The pivotal issue that reveals this disjunction — indeed, this contradiction — is the question of democracy. By democracy, of course, I do not mean “representative government” in any form, but rather face-to-face democracy. With regard to its origins in classical Athens, democracy as I use it is the idea of the direct management of the polis by its citizenry in popular assemblies — which is not to downplay the fact that Athenian democracy was scarred by patriarchy, slavery, class rule and the restriction of citizenship to males of putative Athenian birth. What I am referring to is an evolving tradition of institutional structures, not a social “model.”[4] Democracy generically defined, then, is the direct management of society in face-to-face assemblies — in which policy is formulated by the resident citizenry and administration is executed by mandated and delegated councils.
Libertarians commonly consider democracy, even in this sense, as a form of “rule” — since in making decisions, a majority view prevails and thus “rules” over a minority. As such, democracy is said to be inconsistent with a truly libertarian ideal. Even so knowledgeable a historian of anarchism as Peter Marshall observes that, for anarchists, “the majority has no more right to dictate to the minority, even a minority of one, than the minority to the majority.”[5] Scores of libertarians have echoed this idea time and again.
What is striking about assertions like Marshall’s is their highly pejorative language. Majorities, it would seem, neither “decide” nor “debate”: rather, they “rule,” “dictate,” “command,” “coerce” and the like. In a free society that not only permitted but fostered the fullest degree of dissent, whose podiums at assemblies and whose media were open to the fullest expression of all views, whose institutions were truly forums for discussion — one may reasonably ask whether such a society would actually “dictate” to anyone when it had to arrive at a decision that concerned the public welfare.
How, then, would society make dynamic collective decisions about public affairs, aside from mere individual contracts? The only collective alternative to majority voting as a means of decision-making that is commonly presented is the practice of consensus. Indeed, consensus has even been mystified by avowed “anarcho-primitivists,” who consider Ice Age and contemporary “primitive” or “primal” peoples to constitute the apogee of human social and psychic attainment. I do not deny that consensus may be an appropriate form of decision-making in small groups of people who are thoroughly familiar with one another. But to examine consensus in practical terms, my own experience has shown me that when larger groups try to make decisions by consensus, it usually obliges them to arrive at the lowest common intellectual denominator in their decision-making: the least controversial or even the most mediocre decision that a sizable assembly of people can attain is adopted — precisely because everyone must agree with it or else withdraw from voting on that issue. More disturbingly, I have found that it permits an insidious authoritarianism and gross manipulations — even when used in the name of autonomy or freedom.
To take a very striking case in point: the largest consensus-based movement (involving thousands of participants) in recent memory in the United States was the Clamshell Alliance, which was formed to oppose the Seabrook nuclear reactor in the mid-1970s in New Hampshire. In her recent study of the movement, Barbara Epstein has called the Clamshell the “first effort in American history to base a mass movement on nonviolent direct action” other than the 1960s civil rights movement. As a result of its apparent organizational success, many other regional alliances against nuclear reactors were formed throughout the United States.
I can personally attest to the fact that within the Clamshell Alliance, consensus was fostered by often cynical Quakers and by members of a dubiously “anarchic” commune that was located in Montague, Massachusetts. This small, tightly knit faction, unified by its own hidden agendas, was able to manipulate many Clamshell members into subordinating their goodwill and idealism to those opportunistic agendas. The de facto leaders of the Clamshell overrode the rights and ideals of the innumerable individuals who entered it and undermined their morale and will.
In order for that clique to create full consensus on a decision, minority dissenters were often subtly urged or psychologically coerced to decline to vote on a troubling issue, inasmuch as their dissent would essentially amount to a one-person veto. This practice, called “standing aside” in American consensus processes, all too often involved intimidation of the dissenters, to the point that they completely withdrew from the decision-making process, rather than make an honorable and continuing expression of their dissent by voting, even as a minority, in accordance with their views. Having withdrawn, they ceased to be political beings — so that a “decision” could be made. More than one “decision” in the Clamshell Alliance was made by pressuring dissenters into silence, and through a chain of such intimidations, “consensus” was ultimately achieved only after dissenting members nullified themselves as participants in the process.
On a more theoretical level, consensus silenced that most vital aspect of all dialogue, dissensus. The ongoing dissent, the passionate dialogue that still persists even after a minority accedes temporarily to a majority decision, was replaced in the Clamshell by dull monologues — and the uncontroverted and deadening tone of consensus. In majority decision-making, the defeated minority can resolve to overturn a decision on which they have been defeated — they are free to openly and persistently articulate reasoned and potentially persuasive disagreements. Consensus, for its part, honors no minorities, but mutes them in favor of the metaphysical “one” of the “consensus” group.
The creative role of dissent, valuable as an ongoing democratic phenomenon, tends to fade away in the gray uniformity required by consensus. Any libertarian body of ideas that seeks to dissolve hierarchy, classes, domination and exploitation by allowing even Marshall’s “minority of one” to block decision-making by the majority of a community, indeed, of regional and nationwide confederations, would essentially mutate into a Rousseauean “general will” with a nightmare world of intellectual and psychic conformity. In more gripping times, it could easily “force people to be free,” as Rousseau put it — and as the Jacobins practiced it in 1793-94.
The de facto leaders of the Clamshell were able to get away with their behavior precisely because the Clamshell was not sufficiently organized and democratically structured, such that it could countervail the manipulation of a well-organized few. The de facto leaders were subject to few structures of accountability for their actions. The ease with which they cannily used consensus decision-making for their own ends has been only partly told,[6] but consensus practices finally shipwrecked this large and exciting organization with its Rousseauean “republic of virtue.” It was also ruined, I may add, by an organizational laxity that permitted mere passersby to participate in decision-making, thereby destructuring the organization to the point of invertebracy. It was for good reason that I and many young anarchists from Vermont who had actively participated in the Alliance for some few years came to view consensus as anathema.
If consensus could be achieved without compulsion of dissenters, a process that is feasible in small groups, who could possibly oppose it as a decision-making process? But to reduce a libertarian ideal to the unconditional right of a minority — let alone a “minority of one” — to abort a decision by a “collection of individuals” is to stifle the dialectic of ideas that thrives on opposition, confrontation and, yes, decisions with which everyone need not agree and should not agree, lest society become an ideological cemetery. Which is not to deny dissenters every opportunity to reverse majority decisions by unimpaired discussion and advocacy.
III
I have dwelled on consensus at some length because it constitutes the usual individualistic alternative to democracy, so commonly counterposed as “no rule” — or a free-floating form of personal autonomy — against majority “rule.” Inasmuch as libertarian ideas in the United States and Britain are increasingly drifting toward affirmations of personal autonomy, the chasm between individualism and antistatist collectivism is becoming unbridgeable, in my view. A personalistic anarchism has taken deep root among young people today. Moreover, they increasingly use the word “anarchy” to express not only a personalistic stance but also an antirational, mystical, antitechnological and anticivilizational body of views that makes it impossible for anarchists who anchor their ideas in socialism to apply the word “anarchist” to themselves without a qualifying adjective. Howard Ehrlich, one of our ablest and most concerned American comrades, uses the phrase “social anarchism” as the title of his magazine, apparently to distinguish his views from an anarchism that is ideologically anchored in liberalism and possibly worse.
I would like to suggest that far more than a qualifying adjective is needed if we are to elaborate our notion of freedom more expansively. It would be unfortunate indeed if libertarians today had to literally explain that they believe in a society, not a mere collection of individuals! A century ago, this belief was presupposed; today, so much has been stripped away from the collectivistic flesh of classical anarchism that it is on the verge of becoming a personal life-stage for adolescents and a fad for their middle-aged mentors, a route to “self-realization” and the seemingly “radical” equivalent of encounter groups.
Today, there must be a place on the political spectrum where a body of anti-authoritarian thought that advances humanity’s bitter struggle to arrive at the realization of its authentic social life — the famous “Commune of communes” — can be clearly articulated institutionally as well as ideologically. There must be a means by which socially concerned anti-authoritarians can develop a program and a practice for attempting to change the world, not merely their psyches. There must be an arena of struggle that can mobilize people, help them to educate themselves and develop an anti-authoritarian politics, to use this word in its classical meaning, indeed that pits a new public sphere against the state and capitalism.
In short, we must recover not only the socialist dimension of anarchism but its political dimension: democracy. Bereft of its democratic dimension and its communal or municipal public sphere, anarchism may indeed denote little more than a “collection of individuals, no more and no less.” Even anarcho-communism, although it is by far the most preferable of adjectival modifications of the libertarian ideal, nonetheless retains a structural vagueness that tells us nothing about the institutions necessary to expedite a communistic distribution of goods. It spells out a broad goal, a desideratum — one, alas, terribly tarnished by the association of “communism” with Bolshevism and the state — but its public sphere and forms of institutional association remain unclear at best and susceptible to a totalitarian onus at worst.
I wish to propose that the democratic and potentially practicable dimension of the libertarian goal be expressed as Communalism, a term that, unlike political terms that once stood unequivocally for radical social change, has not been historically sullied by abuse. Even ordinary dictionary definitions of Communalism, I submit, capture to a great degree the vision of a “Commune of communes” that is being lost by current Anglo-American trends that celebrate anarchy variously as “chaos,” as a mystical “oneness” with “nature,” as self-fulfillment or as “ecstasy,” but above all as personalistic.[7]
Communalism is defined as “a theory or system of government [sic!] in which virtually autonomous [sic!] local communities are loosely in a federation.”[8] No English dictionary is very sophisticated politically. This use of the terms “government” and “autonomous” does not commit us to an acceptance of the state and parochialism, let alone individualism. Further, federation is often synonymous with confederation, the term I regard as more consistent with the libertarian tradition. What is remarkable about this (as yet) unsullied term is its extraordinary proximity to libertarian municipalism, the political dimension of social ecology that I have advanced at length elsewhere.
In Communalism, libertarians have an available word that they can enrich as much by experience as by theory. Most significantly, the word can express not only what we are against, but also what we are for, namely the democratic dimension of libertarian thought and a libertarian form of society. It is a word that is meant for a practice that can tear down the ghetto walls that are increasingly imprisoning anarchism in cultural exotica and psychological introversion. It stands in explicit opposition to the suffocating individualism that sits so comfortably side-by-side with bourgeois self-centeredness and a moral relativism that renders any social action irrelevant, indeed, institutionally meaningless.
Anarchism is on the retreat today. If we fail to elaborate the democratic dimension of anarchism, we will miss the opportunity not only to form a vital movement, but to prepare people for a revolutionary social praxis in the future. Alas, we are witnessing the appalling desiccation of a great tradition, such that neo-Situationists, nihilists, primitivists, antirationalists, anticivilizationists and avowed “chaotics” are closeting themselves in their egos, reducing anything resembling public political activity to juvenile antics.
None of which is to deny the importance of a libertarian culture, one that is aesthetic, playful and broadly imaginative. The anarchists of the last century and part of the present one justifiably took pride in the fact that many innovative artists, particularly painters and novelists, aligned themselves with anarchic views of reality and morality. But behavior that verges on a mystification of criminality, asociality, intellectual incoherence, anti-intellectualism and disorder for its own sake is simply lumpen. It feeds on the dregs of capitalism itself. However much such behavior invokes the “rights” of the ego as it dissolves the political into the personal or inflates the personal into a transcendental category, it is a priori in the sense that has no origins outside the mind to even potentially support it. As Bakunin and Kropotkin argued repeatedly, individuality has never existed apart from society and the individual’s own evolution has been coextensive with social evolution. To speak of “The Individual” apart from its social roots and social involvements is as meaningless as to speak of a society that contains no people or institutions.
Merely to exist, institutions must have form, as I argued some thirty years ago in my essay “The Forms of Freedom,” lest freedom itself — individual as well as social — lose its definability. Institutions must be rendered functional, not abstracted into Kantian categories that float in a rarefied academic air. They must have the tangibility of structure, however offensive a term like structure may be to individualist libertarians: concretely, they must have the means, policies and experimental praxis to arrive at decisions. Unless everyone is to be so psychologically homogeneous and society’s interests so uniform in character that dissent is simply meaningless, there must be room for conflicting proposals, discussion, rational explication and majority decisions — in short, democracy.
Like it or not, such a democracy, if it is libertarian, will be Communalist and institutionalized in such a way that it is face-to-face, direct and grassroots, a democracy that advances our ideas beyond negative liberty to positive liberty. A Communalist democracy would oblige us to develop a public sphere — and in the Athenian meaning of the term, a politics — that grows in tension and ultimately in a decisive conflict with the state. Confederal, antihierarchical and collectivist, based on the municipal management of the means of life rather than their control by vested interests (such as workers’ control, private control and, more dangerously, state control), it may justly be regarded as the processual actualization of the libertarian ideal as a daily praxis.[9]
The fact that a Communalist politics entails participation in municipal elections — based, to be sure, on an unyielding program that demands the formation of popular assemblies and their confederation — does not mean that entry into existing village, town and city councils involves participation in state organs, any more than establishing an anarchosyndicalist union in a privately owned factory involves participation in capitalist forms of production. One need only turn to the French Revolution of 1789-94 to see how seemingly state institutions, like the municipal “districts” established under the monarchy in 1789 to expedite elections to the Estates General, were transformed four years later into largely revolutionary bodies, or “sections,” that nearly gave rise to the “Commune of communes.” Their movement for a sectional democracy was defeated during the insurrection of June 2, 1793 — not at the hands of the monarchy, but by the treachery of the Jacobins.
Capitalism will not generously provide us the popular democratic institutions we need. Its control over society today is ubiquitous, not only in what little remains of the public sphere but in the minds of many self-styled radicals. A revolutionary people must either assert their control over institutions that are basic to their public lives — which Bakunin correctly perceived to be their municipal councils — or else they will have no choice but to withdraw into their private lives, as is already happening on an epidemic scale today.[10] It would be ironic indeed if an individualist anarchism and its various mutations, from the academic and transcendentally moral to the chaotic and the lumpen, in the course of rejecting democracy even for “a minority of one,” were to further raise the walls of dogma that are steadily growing around the libertarian ideal, and if, wittingly or not, anarchism were to turn into another narcissistic cult that snugly fits into an alienated, commodified, introverted and egocentric society.
— September 18, 1994
[1] L. Susan Brown, The Politics of Individualism (Montreal: Black Rose Books, 1993), p. 12. I do not question the sincerity of Brown’s libertarian views; she regards herself as an anarcho-communist, as do I. But she makes no direct attempt to reconcile her individualistic views with communism in any form. Both Bakunin and Kropotkin would have strongly disagreed with her formulation of what constitutes “a group,” while Margaret Thatcher, clearly for reasons of her own, might be rather pleased with it, since it is so akin to the former British prime minister’s notorious statement that there is no such thing as society — there are only individuals. Certainly Brown is not a Thatcherite, nor Thatcher an anarchist, but however different they may be in other respects, both have ideological filiations with classical liberalism that make their shared affirmations of the “autonomy” of the individual possible. I cannot ignore the fact, however, that neither Bakunin’s, Kropotkin’s nor my own views are treated with any depth in Brown’s book (pp. 156-62), and her account of them is filled with serious inaccuracies.
[2] Liberals were not always in accord with each other nor did they hold notably coherent doctrines. Mill, a free-thinking humanitarian and utilitarian, in fact exhibited a measure of sympathy for socialism. I am not singling out here any particular liberal theorist, be he Mill, Adam Smith or Friedrich Hayek. Each had or has his or her individual eccentricity or personal line of thought. I am speaking of traditional liberalism as a whole, whose general features involve a belief in the “laws” of the marketplace and “free” competition. Marx was by no means free of this influence: he, too, unrelentingly tried to discover “laws” of society, as did many socialists during the last century, including utopians like Charles Fourier.
[3] See Kropotkin’s “Anarchism,” the famous Encyclopaedia Britannica article that became one of his most widely read works. Republished in Roger N. Baldwin, ed., Kropotkin’s Revolutionary Pamphlets: A Collection of Writings by Peter Kropotkin (New York: Vanguard Press, 1927; reprinted by Dover, 1970).
[4] I have never regarded the classical Athenian democracy as a “model” or an “ideal” to be restored in a rational society. I have long cited Athens with admiration for one reason: the polis around Periclean times provides us with striking evidence that certain structures can exist — policy-making by an assembly, rotation and limitation of public offices and defense by a nonprofessional armed citizenry. The Mediterranean world of the fifth century B.C.E. was largely based on monarchical authority and repressive custom. That all Mediterranean societies of that time required or employed patriarchy, slavery and the State (usually in an absolutist form) makes the Athenian experience all the more remarkable for what it uniquely introduced into social life, including an unprecedented degree of free expression. It would be naive to suppose that Athens could have risen above the most basic attributes of ancient society in its day, which, from a distance of 2,400 years we now have the privilege of judging as ugly and inhuman. Regrettably, no small number of people today are willing to judge the past by the present.
[5] Peter Marshall, Demanding the Impossible: A History of Anarchism (London: HarperCollins, 1992), p. 22.
[6] Barbara Epstein, Political Protest and Cultural Revolution: Non-Violent Direct Action in the 1970s and 1980s (Berkeley: University of California Press, 1991), especially pp. 59, 78, 89, 94-95, 167-68, 177. Although I disagree with some of the facts and conclusions in Epstein’s book — based on my personal as well as general knowledge of the Clamshell Alliance — she vividly portrays the failure of consensus in this movement.
[7] The association of “chaos,” “nomadism” and “cultural terrorism” with “ontological anarchy” (as though the bourgeoisie had not turned such antics into an “ecstasy industry” in the United States) is fully explicated in Hakim Bey’s (aka Peter Lamborn Wilson) T.A.Z.: The Temporary Autonomous Zone (New York: Autonomedia, 1985). The Yuppie Whole Earth Review celebrates this pamphlet as the most influential and widely read “manifesto” of America’s countercultural youth, noting with approval that it is happily free of conventional anarchist attacks upon capitalism. This kind of detritus from the 1960s is echoed in one form or another by most American anarchist newssheets that pander to youth who have not yet “had their fun before it is time to grow up” (a comment I heard years later from Parisian student activists of ’68) and become real estate agents and accountants.
For an “ecstatic experience,” visitors to New York’s Lower East Side (near St. Mark’s Place) can dine, I am told, at Anarchy Café. This establishment offers fine dining from an expensive menu, a reproduction of the famous mural The Fourth Estate on the wall, perhaps to aid in digestion, and a maître d’ to greet Yuppie customers. I cannot attest to whether the writings of Guy Debord, Raoul Vaneigem, Fredy Perlman and Hakim Bey are on sale there or whether copies of Anarchy: A Journal of Desire Armed, The Fifth Estate and Demolition Derby are available for perusal, but happily there are enough exotic bookstores nearby at which to buy them.
[8] Quoted from The American Heritage Dictionary of the English Language (Boston: Houghton Mifflin Co., 1978).
[9] I should emphasize that I am not counterposing a communalist democracy to such enterprises as cooperatives, people’s clinics, communes, and the like. But there should be no illusion that such enterprises are more than exercises in popular control and ways of bringing people together in a highly atomized society. No food cooperative can replace giant retail food markets under capitalism and no clinic can replace hospital complexes, any more than a craft shop can replace factories or plants. I should observe that the Spanish anarchists, almost from their inception, took full note of the limits of the cooperativist movement in the 1880s, when such movements were in fact more feasible than they are today, and they significantly separated themselves from cooperativism programmatically.
[10] For Bakunin, the people “have a healthy, practical common sense when it comes to communal affairs. They are fairly well informed and know how to select from their midst the most capable officials. This is why municipal elections always best reflect the real attitude and will of the people.” Bakunin on Anarchy, Sam Dolgoff, ed. (New York: Alfred A. Knopf, 1972; republished by Black Rose Books: Montreal), p. 223. I have omitted the queasy interpolations that Dolgoff inserted to “modify” Bakunin’s meaning. It may be well to note that anarchism in the last century was more plastic and flexible than it is today.
http://www.inclusivedemocracy.org/dn/vol3/bookchin_communalism.htm
http://dwardmac.pitzer.edu/anarchist_archives/bookchin/cmmnl2.mcw.html
To Learn Sustainability Is To Learn Community: An Example from South Portugal – Leila Dregger
![]() Tamera pilgrimage through Portugal.
|
![]() ![]() (Click a photo to enlarge)
|
Walk 20 miles away from the ocean, and South Portugal becomes dry and dusty in summer and devoid of people in any season. What had been a lush landscape for centuries, with oak forests, white stucco villages, and vegetable gardens and pastures, was destroyed in the 1940s to create industrial cereal production for Spain during the civil war. Now the landscape seems slowly to be turning into a desert. Villages are dying. Food is imported. Only very few farmers continue their hard work under difficult economic and ecological conditions.
One of them is Claudio, a farmer in the Alto Alentejo. His 4000 hectare (10,000 acre) site, inherited from his father, includes beautiful nature reserves and extended cork oak and olive groves. Employing 20 workers, he started with the vision of reestablishing the original extensive cultivation of cork, pork, and Biodynamic vegetables. And he is doing just that. But to maintain the farm under tight economic conditions, he has developed intensive mass animal farming with thousands of pigs and turkeys. “If I didn’t farm this way, I would have to fire my workers, and I feel responsible for them. What could I do?” His wife left him two years ago, taking their two daughters with her. Maybe this was not the only reason, but she could not stand the mass slaughters and the tension her husband is living under. Living alone in his big farm house, Claudio is urgently looking for an alternative and a new start in his life.
Fernando grew up in a little village in the Baixo Alentejo. Like all his classmates, he left for Lisbon to study and become an engineer. Before he finished the studies, his father died and Fernando had to return home. Now he runs the apiary with 2000 bee hives. He produces organic honey but has to sell it for a low price to the industry, as the market for organic products is still too small. Thus his income is limited, and after 12 hours of daily work he feels very tired. He is 38 years old, smart, good looking, and speaks several languages. However, living rurally with his mother makes it difficult for him to find friends and a mate: the average age in the village is 52.
Fernando’s and Claudio’s stories illustrate the situation in many similar places. Sustainability is a complex issue: it involves politics, economics, and ecology, and it definitely involves cultural, social, and human conditions. If living in the countryside does not become more interesting for young people, we can never hope to have nature and land maintained and cared for.
The peace community of Tamera did not come to the Alentejo originally to help this situation. In fact, it came because innovative and enthusiastic local authorities and the abundance of sun were good conditions for its aim of building a global peace model based on solar technology. However, 160 people living, working, and studying together make a difference—internationally by peace training, education, and nonviolent actions, and regionally by teaching ecological skills and creating a regional network for food and water sustainability.
The Tamera community decided that it would stop buying food from supermarkets by the end of 2010, and by then would also produce all its own electricity using solar energy. Why is this so important for a peace project? Because industrial production of food is a sort of war. Electricity comes from the plug, fuel from the petrol station, coffee from the supermarket, water from the tap, and steak from the butcher. Those who look a bit deeper than this will see the cruelty of today’s industrial globalisation at the origin of our everyday consumer goods. Behind nearly every product you will find suffering, ignorance, and violence. Even those who are aware of it, and don´t want to support it, find it difficult to become independent from these connections.
The need to find another strategy is not only a matter of ethics. An incident which happened two years ago in Portugal makes this clear. At a time of high oil prices, the drivers went on strike, and the fuel was no longer distributed. After one day, there was no petrol in many gas stations. After two days, the first supermarkets had empty shelves. After three days, two drivers who wanted to prevent strike-breakers from working were driven over. That quickly can the supply system collapse; and that thin is the layer of social peace.
An obvious solution for the insanity of globalisation is regionalisation: to reestablish the regional supply which global trade destroyed, and to do it with socially and ecologically friendly means. Every region of the world should be able to meet its basic needs for food, water, and energy. The special goods desired from further away could be bought or bartered from other countries.
The task of Tamera—building a model for a peace culture—includes showing that regional food and energy autonomy is possible without lowering quality of life. In order to do so, one team at Tamera is working on the permaculture water landscape, where a part of the food needed is grown. The community also produces olive oil, honey, and herbs. Another team develops a regional network for sustainability. Its aims are to share knowledge about ecological skills, share the supply and production of basic food, water, and energy needs, and cultivate social contacts.
Tamera started to meet local farmers and traders, and so we met Claudio. Very quickly, we agreed on a win-win-situation: starting in 2010, he will produce olive oil, rice, cereals, oat flakes, and vegetables especially for the needs of Tamera. Additionally he will give Tamera all the things he cannot sell and would have to destroy. This arrangement gives Claudio the possibility of producing independent of the market. Therefore he is not forced to throw away fruits that are too small or don’t have the normal shape. He will even earn much more than the market price, and Tamera will get valuable organic food at a reasonable cost.
Now, in the spring of 2010, we stand in the stable which last year held 3000 turkeys. Their shouts still seem to fill the air. But the stable is empty, and soon it will be a place to store cereals. Having seen the new economic possibilities in his cooperation with Tamera, Claudio has taken the risk to eliminate, step by step, his industrial livestock farming. Even more hopeful, on a visit to Tamera he saw the possibilities of permaculture. Now, two ecologists from Tamera will advise him on how to build a water landscape on a part of his land. Thus Claudio will join the movement to reforest the land and bring back the water. “My vision is to save this beautiful land and make a part of it a retreat and educational place for city people to learn natural cycles.”
Agreements like this could become the basis for cooperatively meeting basic needs in the future, with communities telling farmers what they need, and farmers growing it for them.
Not all the foods we commonly consume are produced in Portugal. For example, neither sugar cane nor sugar beets are cultivated in this country anymore. But there is something much better and healthier than sugar to provide sweetness: honey.
Twelve bee hives at Tamera are not enough for our needs, and so we got to know Fernando. Buying organic honey from Fernando is cheaper than buying honey in the supermarket, and still, by selling to Tamera, he earns nearly double what he would by producing for industry. Tamera coworkers also help to move the bee hives. As Silke from the ecology team says, “This is synergy: We help Fernando, but the bees in our permaculture landscape help us. They are the most important insects for pollinating our fruit trees.“
Four times a year, Tamera invites interested people for an open Saturday. Those are days to get to know some of our sustainable tools and methods. For most of our neighbours, permaculture, compost toilets, solar energy systems, and strawbale buildings are still very exotic. School classes and University students come to observe in practice the ecological systems they have studied. Local farmers, politicians, teachers, and journalists enjoy this day; they see the presence of water in every season, lunch cooked by solar energy, and an abundance of food growing without fertilizers. Representatives of the beautiful neighbouring village Amoreiras come to see a plant-based system for water purification to decide if they want to build it in their village too. At the same time, the visitors also experience something which has been lost in the villages: a vital social life of different age groups. This is what can bring life back to the villages.
Bringing back sustainability and saving the rural areas means reestablishing the regional circuits that have been cut down in the times of industrialisation. In order to bring back life to the countryside, the connections and synergies have to be reinvigorated on a new and modern level, such as between producers and consumers, between water and trees, between bees and trees, between young and old people. And even between men and women, as the example of Fernando shows: on one of the open Saturdays at Tamera, he met Ilona, an Italian woman. Now she is preparing to move to his farm. “Although I love him very much, I could not imagine following Fernando onto his remote farm without having a place like Tamera nearby. We can always go there and meet friends, get inspiration, have cultural life.”
In the end, even an international community like Tamera has to face the fact that one day—maybe after peak oil, after the next financial crisis, or after climate change—it will not be global contacts that will help us to survive. Instead, it will be the surrounding region and the neighbourhood, with stable and trustful networks. Now is the time to develop them.
Copyright © Fellowship for Intentional Community (FIC) and Communities: Life in Cooperative Culture · communities.ic.org · Reprint only with permission.
The FIC publishes Communities magazine, the Communities Directory, the Intentional Communities Website (www.ic.org), and supports all forms of cooperative living. Please consider a donation to support our efforts.
Leila Dregger, 50, freelance journalist from Germany, former publisher of a women’s magazine and book writer, joined Tamera in 2003. She works in Tamera’s political network office especially to build a bridge to the Portuguese people. Her aim is to establish a school for peace journalism in Tamera. For more about Tamera, its visitor programs, and Summer University (July 25-August 5, 2010), see http://www.tamera.org. | |
http://communities.ic.org/articles/1372/To_Learn_Sustainability_Is_To_Learn_Community
Bases for Communalist Programs – Eirik Eiglad
Theory does not hold a high status in current radical movements. (1) “Don’t theorize!” seem to be the watchword of many self-designated radicals today, instead emphasizing activism and protest. Not only does much of what currently passes for the Left have a strong anti-theoretical thrust, but some new social movements even promote irrationalism as a virtue. Consequently they are embedded in a quagmire of pragmatism, lifestyle orientations, and apolitical attitudes. Alternatives to this intellectual degeneration are direly needed. Social ecology and its communalism stand out in this respect with a coherent political philosophy and a revolutionary approach. (2)
The Emergence of Social Ecological Communalism
Social ecology emerged in response to the decline of a traditional radicalism that had been based exclusively on the struggle between wage labor and capital. After the Second World War, radically new developments in capitalism diminished the numerical size of the proletariat. At the same time the success of social-democratic parties in several parts of the Western world relieved some of the most immediate economic and social problems created by the market economy, leading to a close collaboration between trade unions and governments in making capitalism more palatable. In the following years, despite the claims of Marxists, it became clear that the workers’ movement did not constitute the hegemonic force for social change.
In the early 1960s a new radicalism developed around new issues that burst onto the social agenda. Women’s oppression and ecological devastation, racism and the Vietnam war led to strong new social movements, along with a variety of citizens’ initiatives – none of which could be encompassed by movements based on factory-oriented issues. These radical tendencies greatly influenced popular attitudes. But regrettably, their movements had strong limitations and did not actualize their potentialities to become truly liberatory social forces.
In fact, they remained fragmented and were often appropriated, in an eclectic manner, by the existing culture. This resulted in an upsurge of “identity politics” and the decline of coherent radical approaches that call for fundamentally altered social relationships. Several struggles were melded with existential and even personal issues, dismissing the need for more in-depth theoretical inquiry, and their organizations became strictly issue-oriented and of an ad hoc nature. This development within the “new social movements,” as they were to be called, was coupled with developments within the universities: after the failure of the Left to implement a liberatory and cooperative society, hundreds of disillusioned radicals swarmed into the universities and, in the name of anti-totalitarianism, started an academic crusade against the objectivity of the revolutionary project. (3)
Disgusted by the dogmatism and authoritarianism of the established workers’ parties, which had led to Stalinist totalitarianism in the East and social conservatism in the West, these academics did not stop by criticizing vulgar Marxism and authoritarian forms of organization. In the name of postmodernism, ethical relativism, and “social deconstructionism,” they pursued their opposition to totalitarianism in a paranoid manner. Progress was dismissed as an illusion, education was depicted as authoritarian, ideology was considered dogmatic, and reason itself was dismissed – features that define any meaningful social theory. As they withdrew from the public sphere and into universities, they disdained even the very values that had inspired revolutionaries for more than a century and a half. Instead of redefining the revolutionary project, these former radicals essentially abandoned it wholesale, at most engaging in ad hoc criticisms of certain features of the existing society.
But the basic relationships that make up this society still have to be fundamentally altered. Not only does the social problem of exploitation still exist, but other forms of alienation and oppression demand our attention as well, like growing centralization, social homogenization, and the commodification of ever-greater spheres of cultural life. Furthermore, ecological imperatives make it necessary for us to reconsider society’s role in the biosphere. The roots of these evils are basically located in social structures of domination and particularly in the economic system of capitalism. The dynamic of the market economy and its competitive imperatives will continually reap profits at the expense of human beings and the biosphere. A revolutionary social approach is obviously needed to do away with capitalism and hierarchies once and for all. Such an endeavor must transcend traditional forms of socialism and anarchism, and certainly everything that passes for “leftism” or “radicalism” today. Nonetheless we must retain the best features of the traditional Left, like its commitment to reason, its constructive utopianism, its class analysis, and its participation in public life and social struggles – while broadening them. We cannot allow our politics to be arbitrary; rather, we must ground it both ideologically and historically in radical social theory and the revolutionary tradition.
Social ecology, responding to this challenge, has come up with a coherent political philosophy. Initially launched in 1964 by the radical American thinker Murray Bookchin, this approach united the liberatory ideas of social anarchism with ecological issues and still managed to retain the best of the Marxist tradition, especially its critique of capitalism. (4) Its project for revolutionary social change took the form of libertarian municipalism. The creation of an ecological society requires a large-scale decentralization of social life to a human scale and a transition to ecological forms of production. According to this social ecological analysis, capitalism and the state are essentially the main causes of the present social and ecological crisis and must be eliminated, along with all forms of hierarchy and domination. Radical activists have to create new liberatory social relations and institutions. The fundamental solution to our social and ecological problems is to empower the people and to create a libertarian socialist society.
Social ecology led to the development of a communalist ideology – maintaining this fundamental analysis – that gives us a vision of a rational ecological society, as well as a tangible framework for radical social and political practice. The politics of communalism – libertarian municipalism – defines an attempt to strengthen and restructure the municipalities at the expense of the centralized state. It aims at creating and empowering popular assemblies in the municipalities and making them forums where all citizens collectively can participate in shaping their own future. These popular assemblies will decide upon all important community issues, like education, defense, health care, production, and distribution. The democratic municipalities will unite and form confederations, a form of interregional organization, in which individual members of a confederal council are mandated and recallable by their respective popular assemblies.
Communalists make a clear distinction between the democratic assemblies, which make all policy decisions, and councils and committees, which undertake administrative and coordinative functions. These municipal confederations must challenge, confront, and ultimately replace the state and centralized power as such. Communalism will furthermore replace capitalism with a municipalized economy, guided by principles of sharing and solidarity. Democratized municipalities will be carefully tailored to their natural surroundings, by means of ecological technologies and knowledge, trying to create an ecological balance between land and city.
Although libertarian municipalism has been consciously articulated through social ecology circles the last thirty years, it nonetheless has deep roots in social struggles. Historically, communalist politics is anchored in the age-old struggle between the independence of the cities and the imperialistic ambitions of the state. On the one hand, citizens in the past fought to preserve and expand civic virtues and municipal freedoms, and on the other, nobles, kings and emperors made every effort to suppress local autonomy and confederation. (5) This tension has exploded from time to time in bloody civil wars and revolutionary upheavals, most notably in the Great French Revolution of 1789-94 and in the Paris Commune of 1871, wherein citizens of Paris demanded the replacement of the French state by a confederation of municipalities. (6)
Communalism as a Dialectical Approach
While postmodernism and its philosophical and ethical relativism have focused their attention on the ideological legitimation of the status quo, social ecologists launched a feasible alternative for a revival of a radical Left with a view toward fundamentally altering this society. (7) Nevertheless, communalism is more than the political theory and practice of libertarian municipalism. One has to explore communalism as a coherent political philosophy to be able to fully understand its revolutionary social approach. It contains not only a libertarian politics and a nonhierarchical social analysis but also a philosophy that give communalism its developmental and ethical thrust – namely, dialectical naturalism.
Dialectical naturalism is a way of understanding society and the natural world by explaining them as developmental phenomena. (8) In this respect nature is its own evolution, just as society is its own history. Biological or cultural phenomena cannot be properly explained merely in terms of their fixity, their form, or their factual existence; they must be cumulatively connected to their past and their future. A naturalist dialectics must explore their potentialities and their internal logic, in order to educe what they should become if reason is to prevail. The ethical “should be,” which can be objectively grounded, must always be a guideline for challenging and correcting the existing state of affairs, and to guide us beyond the reformism, pragmatism, and subjectivism promoted by radicals today. Such a dialectical understanding, with its tremendous ethical implications, is indispensable to an explanation of the political dimension of communalism.
First of all, dialectical naturalism anchors the struggle for a rational society in humanity’s long and painstaking development towards more expansive forms of social consociation and human subjectivity. More specifically, it places this struggle in the context of society’s potentialities for cooperation, freedom, and self-consciousness. Since history has not been a unilinear expansion of freedom and self-consciousness, humanity should seek to consciously develop cooperative and libertarian institutions that further its own development. (9) Thus, a libertarian socialist society is not a personal choice or an “imaginary” (as advanced by certain recent social ecologists) but is to be regarded, after thorough studies of the emergence of human culture and its social institutions, as social organization in its most rational form. Communalists consider the present society as irrational and seek out what is rational in human history in an attempt to improve the human condition, and to remake our relationship between society and the natural world. Such a dialectical analysis negates the apparent “reality” of global state capitalism, as well as the pragmatic “realism” of reformist politicians, lobbyists, and activists, for the actualization of humanity’s potentialities for social freedom and rationality. (10)
Second, a dialectical approach is necessary to understand the latent tension between the state and the municipality. This historical conflict is in its essence antagonistic, and a revival of community life and municipal democracy can be actualized only with the destruction of the state. In contrast to the municipality, which potentially and in its full actualization is a vibrant direct democracy, the state, a centralized and professionalized apparatus with a social monopoly of violence, is by virtue of its internal logic never democratic but totalitarian, as the last century has shown. From time to time this latent tension between the municipality and the state bursts out in ravaging social conflicts, but mostly the conflict is a silent one, in which municipal freedoms steadily lose ground to professional statist elites. There can be no compromise with the state in creating a libertarian and ecological society, because all power that municipalities achieve will be at the expense of state power, and vice versa. This recognition is one of the main features of libertarian municipalism and defines its proper historical role.
Finally, communalists bring this dialectical approach into the sphere of activism. Communalism declares that confederations of democratic municipalities make up the institutional framework of a rational and ecological society. The revival of the public sphere would provide a vast scope for radical activists. Communalists, to be sure, must develop clear programs for how they can gradually make this vision come true. The social revolution we yearn for involves a long and uneven process. Carefully elaborated programs are therefore essential and constitute a dialectical moment of our activist work. Ultimately calling for a total remaking of society along libertarian and egalitarian lines, our programmatic demands help us to act as revolutionaries in a period of reaction. In fact, communalist programs are the link between our ideals and the reality in which we live. These programs make it possible for us to retain our utopian aspirations while we engage in practical politics and activism.
This capitalist society obliges communalists to take the most committed stance against it, yet everyone has to acknowledge that revolutionary change involves a process of maturation. A social revolution will not be the result of someone snapping two fingers or throwing a brick, especially today, when we are not likely to mobilize great masses of people under the banners of municipal democracy and social revolution. (11) The Great French Revolution was itself the result of a long social maturation by the citizens of Paris and became possible only after nearly a century of Enlightenment social thought and philosophy.
This is not to say that we are obliged to wait until the population spontaneously rises, or confine ourselves to merely spreading ideas. Communalism advances a politics that aims at mobilizing, educating, and empowering the people through the establishment of popular assemblies and the introduction of a radical social agenda. (12) In this respect, the social revolution will be the “final conflict” that defeats capitalism and the state once and for all. Insofar as social processes are not predetermined, the creation of a rational society must be the most conscious endeavor on the part of radical activists: “The world of facts is not rational but has to be brought to reason.” (13) Radicals have to bring a rational society to its actualization by rational insight and purposeful will, for which a dialectical approach and organized human agency are indispensable.
Communalist Programs
Karl Marx clearly understood this responsibility when he stated that we should seek not only to understand the world but also to change it. (14) Communalist organizations must develop programs and thereby bring their philosophical approach from the realm of social analysis and theory to the realm of political activism. Programmatic demands can present radical municipalist ideas in a clear and concise manner. More specifically, those demands must range from our ideal of a future society to our most immediate concerns. In revolutionary theory this escalation has been properly designated as maximum demands and minimum demands, as well as the necessary transitional demands. The idea of maximum and minimum programs was first consciously developed by the Socialist International and still has considerable validity today. A programmatic practice helped the growth and influence of many socialist parties and radical organizations, but alas, their limited understanding of the state led not to a socialist society but to their own eventual degeneration and cooptation.
Communalists must draw from this programmatic approach to create the most adequate revolutionary practice suited to our time. It is obvious that communalists should engage in everyday social struggles and participate in everyday political life. In this respect communalism adds a new dimension to traditional anarchism and socialism, because it recovers political life as an authentic sphere of revolutionary activity. Engagement and participation need not take the form of liberal reformism if we visualize our long-term aims by radicalizing all our demands at every phase along the way. Communalist demands must place immediate struggles within the context of more profound social questions and make the need for a revolutionary change more urgent in the consciousness of the people. There are material, cultural and psychological needs which have to be met before a revolution will be successful, and communalists respond to this with their programs and activities.
The dialectics of communalist programs lies in their developmental intention, in the radical escalation of demands. During the Great French Revolution of 1789-94 there was a tide of new revolutionary institutions, many of which – ironically – were created by the monarchy and the national assembly but were mutated by the people to meet their growing needs and democratic aspirations. The Parisian sections, for example, were constructed out of the district electoral assemblies that were established by the monarchy to choose deputies to the Estates-General. With the establishment and empowerment of the sectional assemblies, the opening of these sections to the most impoverished segments of society, and the election of a large number of committees that undertook various responsibilities, this revolution reached sweeping proportions and even threatened the Jacobin state itself.
Unfortunately the revolutionaries failed to secure their sectional democracy and the revolution itself, largely due to their lack of organization and their failure to develop a coherent theory to guide their practice. Revolutionaries today cannot afford to let events blindly overtake the course of social revolution but must learn about the accomplishments, defeats, and shortcomings of past revolutions from careful historical studies. Communalism unites libertarian aims with libertarian means, and radical activists should work to introduce and gradually develop revolutionary institutions, as well as foster a new Enlightenment. Preparation and organization are crucial for the revolutionary project and the transition to a libertarian and ecological society. Radicals should use programmatic formulations and presentations as an indispensable key to this transition.
Nonetheless, I must emphasize that communalist programs are not intended to provide a blueprint for social reorganization. The utopian dimension of the revolutionary project is necessary to preserve the vision of a rational future. Above all, we have an ethical commitment to render the world rational, and no program or plan can ever be a substitute for this dialectical understanding. Rather, it complements it with practical action and democratic forms of organization.
Potentialities and the Need for Programmatic Change
A liberatory political movement must educe potentialities in communities and cultures, and these moments must be captured in its programs. These programs have to be flexible and adapted to local situations, addressing the pressing needs of the time by offering radical solutions to immediate problems. But although the minimum demands must be applied locally and regionally, certain maximum demands are required if the program is to remain communalist, such as the abolition of all forms of hierarchy and domination, the establishment of municipal confederations, and the implementation of a new system of moral economics. In short, communalists will fight for these demands with the intention of finally destroying the limits that capitalism and the state impose upon us and of actualizing a rational society.
The content of these programs can be educed from the liberatory potentialities latent in local traditions, institutional structures, social struggles, cultural traits, and especially human history itself. (15) To facilitate their actualization, communalists must give these programs a coherent and articulated form. Almost daily, issues come up that call for public attention, such as the closing of a school, the pollution of a river, racist attacks on immigrants, or the building of a shopping mall. When such issues arise, communalists should voice their opinion everywhere and relate particular issues with more general ones.
Consider, for example, a social problem such as the current attack on public services. In many parts of the industrial world, neoliberal capitalism is ravaging the welfare gains that once helped capitalism survive past crises. In Norway today, public services are gradually being destroyed in the name of privatization and rationalization, as if people, community life, and culture were expendable products to be abandoned or even sold in the marketplace. Many people clearly understand this, but they find it difficult to act against this process or even voice their opinions on the matter. Popular resistance to this policy is usually limited to working within the capitalist framework. In this respect, communalists have a great deal to offer with their ideas on municipalization, confederalism, and the establishment of popular assemblies. One may take nearly any kind of social or ecological problem, restate it in terms of a communalist program, and thereby seek to direct popular attention to the cause of a problem and not merely its effects.
In contrast to postmodernism and post-structuralism, communalism advances a coherent set of ideas that are socially relevant and applicable to our times. Its fundamental aim is to eliminate this bourgeois social order that impoverishes society and destroys the natural world. Once a true social force, the Left has now lost ground to an array of individualistic “imaginaries,” mysticism, various spiritualisms, and particularistic identities, or through personal rebellion. Capitalism and the state seem to be thoroughly entrenched and self-confident, and it will require a serious response – ultimately a determined, organized, and truly political movement – to shake their foundations. These institutions will not disappear of themselves, or because of changes in personal behavior or benevolent communitarian enterprises – an empowered people must overthrow them. This is not a game, an academic exercise or a theatrical act, and radical activists cannot do without the theoretical, political, and lived practice involved in social change – all united in a body of coherent political ideas.
Communalist programs can be formulated and presented differently, but they ultimately rest on the stamina and long-range commitment of the organizations that present these demands. Revolutionary communalists must build strong organizations that will energetically voice their demands and seek to expand social consciousness, as well as participate in restructuring municipalities. All countries and regions have their own specific traditions for popular government, while they share universal potentialities for citizenship and social revolution. Much depends on whether revolutionaries are able to take advantage of these possibilities, with education and empowerment, in order to bring humanity into a new historical stage of development.
Notes
1. This essay was originally published in Left Green Perspectives # 40 (February 1999). It has been slightly revised for publication here. (It was written a year before the resurgence of worldwide radical protests against “globalization,” marked by the large demonstrations in Seattle, November 1999, but has by no means lost its relevance.)
2. For a general overview of social ecology and communalist politics, the reader should study at least Murray Bookchin’s Remaking Society: Pathways to a Green Future (Montreal: Black Rose Books, 1989), and Janet Biehl’s The Politics of Social Ecology: Libertarian Municipalism (Montreal: Black Rose Books, 1997).
3. This academic current became widespread in France after the failure of the May-June events in Paris 1968.
4. Murray Bookchin’s “Ecology and Revolutionary Thought” was first written in 1964 and was republished in Post-Scarcity Anarchism (Montreal: Black Rose Books, 1986). The first time libertarian municipalism was advanced was in an editorial by the Anarchos Group, “Spring Offensives and Summer Vacations,” Anarchos, no. 4 (June 1972), also written by Murray Bookchin.
5. For a thorough study of the historical and theoretical foundations of libertarian municipalism, see Murray Bookchin, From Urbanization to Cities: Toward a New Politics of Citizenship (London: Cassell, 1995).
6. Marxists and anarchists alike have cherished this political legacy, but it is only with libertarian municipalism that this “assemblyist” and “communard” tendency has received a careful theoretical, historical, and programmatic consideration.
7. Several radical theorists have tried to ground the struggle for a democratic politics on “social imaginaries” (Castoriadis) or a “democratic relativism” (Fotopoulos), but their categories tend to dissolve into the subjectivist arbitrariness of postmodernism, and they fail to explain why we should choose certain “imaginaries” or political approaches over others.
8. For a further elucidation of dialectical naturalism, see Murray Bookchin, The Philosophy of Social Ecology: Essays on Dialectical Naturalism (Montreal: Black Rose Books, rev. ed. 1995), as well as Janet Biehl, “Dialectics in the Ethics of Social Ecology,” in Finding Our Way: Rethinking Ecofeminist Politics (Montreal: Black Rose Books, 1991). Bookchin’s Re-enchanting Humanity: A Defence of the Human Spirit Against Antihumanism, Misantropy, Mysticism, and Primitivism (London: Cassell, 1995) gives these philosophical ideas a historical embedding.
9. For a discussion of the difference between our human potentialities for creating a libertarian society and our capacities for building totalitarian regimes, see “History, Civilization and Progress” in Bookchin, Philosophy of Social Ecology, pp. 159–161.
10. The distinction that Hegel made in Science of Logic between “reality” (Realitaet) and “actuality” (Wirklichkeit) is fundamental to what we regard as the “real.”
11. The recent protests in Seattle, Prague and Genoa has certainly been massive mobilizations, but their contents have been vague, and – instead of producing a mature form of political creativity – are limited to mere acts of protesting. The struggle for a rational society must be a process of popular enlightenment and radical organization.
12. The popular assemblies will themselves be the most appropriate institutions to introduce and fight for our programmatic demands. (They will certainly be arenas for class struggle, as the demand for an end to exploitation is a crucial component of a communalist agenda.)
13. Herbert Marcuse, Reason and Revolution: Hegel and the Rise of Social Theory (Boston: Beacon Press, 1941), p. 156, emphasis in original.
14. “The philosophers have only interpreted the world, in various ways; the point, however, is to change it.” Karl Marx, Theses on Feuerbach, in The Marx-Engels Reader, ed. Robert C. Tucker (New York and London: W.W. Norton & Co., 1972), p. 145.
15. See Dan Chodorkoff, “Social Ecology and Community Development,” in Society and Nature, vol. 1, no. 1 (1992); and Janet Biehl’s “The Revolutionary Potential of the Municipality,” speech delivered at the Libertarian Municipalism Conference in Plainfield, Vermont, 1999 (Unpublished manuscript); and particularly Murray Bookchin’s “The New Municipal Agenda,” pp. 201–245, in From Urbanization to Cities.
From the previous website ISSUE # 6 MARCH 2005
bolo’bolo – Against The Planetary Work Machine (p.m.)
(from the 'Introduction' to bolo'bolo) The following text of bolo'bolo is taken from Midnight Notes #7 (June 1984). Contact: Midnight Notes, P.O. Box 204. Jamaica Plain, MA 02130 U.S.A.. bolo'bolo by ibu If you dream alone, it's just a dream. If you dream together, it's reality. --Brazilian folk song (Ibu, a Midnight Noter, originally wrote bolo'bolo in German. It will soon appear in its full version in a pamphlet in English. It has three parts: an 'introduction' discussing the shape of the Planetary Work Machine and how to kill the machine; bolo'bolo proper, a discussion of ibu's ideas and desires toward a possible arrangement of societies in the world; and notes on bolo'bolo which discuss many things from utopias to psychologies, from technical issues of food production to social relations. We print only here an edited version of the 'introduction'. We urge our readers to order the pamphlet, advertised on the previous page. [ad for Semiotext(e) FOREIGN AGENTS SERIES. Contact: Autonomedia, Box 568, Brooklyn, NY 11211 U.S.A.] Why do we print this piece, aside from the fact that we enjoy it and want to spread it around? First, it presents in clear and direct form a picture of the aspects of the Planetary Work Machine (capital) which is, in many regards, a concentrated version of the work machine discussed in our "Work/Energy Crisis and Apocalypse." [Midnight Notes #3] Thus pared down, it might be more accessible and thus useful as a tool of struggle. Second, ibu presents a provocative critique of traditional left political action. Third, a part we do not print, bolo'bolo can help us think more clearly about just what it is we are struggling for; our printing the intro might encourage more people to get the pamphlet. Perhaps, as ibu observed, producing a piece such as bolo'bolo is itself a product of our defeat as in defeat we take time to reflect, speculate, etc. that we cannot take when we are on the offensive. Still, we ought to make what best we can of our defeat, to help us make our next cycle of struggles are effective. Fourth, we have sharply attacked the left in this and previous issues. We have offered many of our own 'realpolitik' observations as to how we might proceed instead of down the path and over the cliff with the left. Perhaps lurking over our shoulders is our 'second reality' and we must consider both what the second reality can be and how to make the move from the reality we don't want into the one we do want. --Midnight Notes) A Big Hangover Life on this planet isn't as agreeable as it could be. Something obviously has gone wrong on our space-ship called Earth. But what? Maybe a fundamental mistake was made when nature (or somebody else) came up with the idea of "human". Why should an animal walk on two feet and start thinking? It seems we haven't got much choice: we've got to cope with this error of nature, with ourselves. Mistakes are made in order to learn from them. In prehistoric times our deal seems not to have been so bad. During the Old Stone Age (50,000 years ago) we were few, food (plants and game) was plentiful and survival required only a little working time and moderate efforts. To collect roots, nuts, fruits or berries (don't forget mushrooms) and to kill (or with even less effort, to trap) some rabbits, kangaroos, fish, birds, or deer, we spent about two or three hours per day. In our camps we shared meat and vegetables and enjoyed the rest of the time sleeping, dreaming, bathing, dancing, making love or chatting. Some of us took to painting on cave walls, carving bones or sticks, inventing new traps or songs. We roamed across the country in gangs of 25, with as little baggage and property as possible. We preferred the mildest climates, like Africa, and there was no "civilization" to push us into deserts, tundras or mountains. The Old Stone Age must have been a good deal--if we can trust the recent anthropological findings--for we stuck to it for several tens of thousands of years, especially if compared to the 200 years of actual industrial nightmare. Then somebody must have started playing around with seeds and plants and invented agriculture. It must have seemed a good idea, for we didn't have to walk far to get enough food. But life became more complicated and toilsome. We had to stay in the same place for at least several months to store the seeds for the next crop and to plan and organize work on the fields. Fields and harvest also had to be defended from our nomadic gatherer hunter cousins who kept thinking that everything belonged to everybody. Conflicts between farmers, hunters and cattle breeders arose. We had to explain to others that we "worked" to accumulate our provisions--and they didn't even have a word for "work". With planning, with-holding of food, defence, fences, organization and the necessity of self-discipline we opened the door to specialized social organisms like priesthood, chiefs, armies. We created fertility-religions with rituals to stay convinced of our lifestyle. The temptation to return to the free life of gatherers/hunters must have always been a threat. Whether it was the patriarchate or matriarchate: we were on the road to statehood. With the rise of ancient civilizations in Mesopotamia, India, China, and Egypt, the equilibrium between humans and natural resources was definitely ruined. The future breakdown of our spaceship was programmed. Centralized organisms developed their own dynamics and we became the victims of our creations. Instead of two hours per day we worked ten hours and more on the fields and constructions of the Pharaohs and Caesars, we died in their wars and were deported as slaves where they needed us. Those who tried to return to their former freedom were tortured, mutilated, killed. When they started industrialization, it wasn't any better. To crush the peasant rebellions and the growing independence of craftsmen in the towns, they introduced the factory system. Instead of foremen and whips, they used machines. They dictated our rhythm of work, punished us automatically with accidents, kept us under control in huge halls. Once again progress meant working more and under more murderous conditions. The whole society and the whole planet was turned into one big Work-Machine. And this Work-Machine was at the same time a War-Machine for all those within and without who dared oppose it. War became as industrial as work. Indeed, peace and work have never been compatible: You cannot allow yourself to be destroyed by work and prevent the same machine from killing others, you cannot refuse your own freedom and not attack the freedom of others. War became as absolute as work. The early Work-Machine produced strong illusions of a "better future". After all, if the present was so miserable, the future could only be better. Even the working class organizations were convinced that industrialization would lay the basis for a society of more freedom, more free time, more pleasures. Utopians, socialists and communists believed in development and in industry, in "progress". Marx thought that with its help, humans would be able to hunt, make poetry and enjoy life again. Lenin, Stalin, Mao, Castro and others demanded more sacrifices to build a new society. But socialism only turned out to be another trick of the Work-Machine to extend its power in areas where it was lacking. The machine doesn't care if it is managed by transnational companies or state bureaucracies. Its goal is the same everywhere: steal our time to produce steel. The industrial War-and-Work Machine has definitely ruined our space-ship and its future: the furniture (jungles, woods, lakes, seas) is torn to shreds; our playmates have been exterminated or are sick (whales, birds, tigers, eagles); the air stinks and is out of balance (CO2 , acid rain); the pantries are being emptied (fossil fuels, metals) and self-destruction is programmed (nuclear holocaust). We can't even feed all the passengers of this wrecked vessel. We've been made so nervous and irritable that we're ready for any kind of nationalist, racial or religious war. For many of us, the nuclear holocaust is no longer a threat, but seems to be a welcome deliverance from fear, boredom, oppression and drudgery. 5000 years of civilization and 200 years of accelerated industrial progress have left us with a terrible hangover. "Economy" has become a goal in itself and we're about to be swallowed by it. The hotel terrorizes its guests: But we are guests and hosts at the same time. The Planetary Work Machine The monster that we have let grow and that keeps our planet in its grip is the Planetary Work Machine. If we want to transform our spaceship into an agreeable place again, we've got to dismantle this Machine, to repair the damage it has done and to come to some basic agreements on a new start. So our first questions must be: How does the Planetary Work-Machine manage to control us? How is it organized? What are its mechanisms and how can they be destroyed? It is a Planetary Machine: it eats in Africa, digests in Asia and shits in Europe. It is planned and regulated by international companies; the banking system; the circuit of fuels, raw materials and other goods. There are a lot of illusions about nations, states, blocs, First, Second, Third or Fourth World- these are only minor subdivisions, parts of the same machinery. Of course there are distinct wheels and transmissions that exert pressure, tensions and frictions on each other. The Machine is built on the basis of its inner contradictions: workers/capital, private capital/state capital (capitalism/socialism), development/underdevelopment, misery/waste, war/peace, women/men, etc. The machine is not a homogenous structure, it uses its internal contradictions to expand its control and refine its instruments. Unlike fascist or theocratic systems or like Orwell's 1984, the Work-Machine permits a "sane" level of resistance, unrest, provocation and rebellion. It digests unions, radical parties, protest movements, demonstrations and democratic changes of regimes. If democracy doesn't function, it uses dictatorship. If it's legitimation is in crisis, it has camps, prisons and torture in reserve. All these modalities are not essential for understanding the functioning of the machine. The principle that governs all activities of the Machine is economy. But what is economy? Unpersonal, indirect exchange of crystallized life-time. We spend our time producing some part which is assembled with other parts by somebody we don't know to make a device that, in turn, is bought by somebody else we don't know for an unknown goal. The circuit os these scraps of life is regulated according to the working time that has been invested in its raw materials, its production and in us. The means of measurement is money. Those who produce and exchange have no control over their common product and so we have situations where rebellious workers are shot by exactly those guns they helped produce. Every commodity is a weapon against us, every supermarket an arsenal, every factory a battleground. This is the dynamic of the Work-Machine: split society into isolated individuals, `blackmail' us each separately with the wage or violence; use our working time according to its plans. Economy means expansion of control by the Machine over its parts more and more dependent on the Machine. We are all parts of the Planetary Work Machine--we are the Machine. We represent it against each other. Whether we are developed or not, waged or not, working alone or as employees- we serve its purpose. Where there is no industry, we "produce" workers to export to industrial zones. Africa has produced slaves for America, Turkey produces workers for Germany, Pakistan for Kuwait, Ghana for Nigeria, Morocco for France, Mexico for the U.S. Untouched areas can be used as scenery for the international tourist business: Indians on reservations, Polynesians, Balinese, Aborigines. Those who try to get out of the Machine fulfill the function of picturesque "outsiders" (bums, hippies, yogis). As long as there is the Machine, we're all inside of it. It has destroyed or mutilated almost all traditional societies or driven them into a demoralizing defensive position. If you try to retreat to a "deserted" valley in order to live quietly on some subsistence farming, you'll be found by a tax collector, a draft-agent or by the police. With its tentacles the Machine can reach virtually every place on this planet within hours. Not even in the most remote part of the Gobi desert can you be sure to take an unobserved shit. The Three Essential Elements Examining the Machine more closely, we can distinguish three essential functions, three components of the international workforce and three "deals" the Machine offers to different fractions of ourselves. The functions (A,B,C) can be characterized as follows: A) Information: planning, design, guidance, management, science, communication, politics, production of ideas, ideologies, religions, art, etc.: the collective brain and nerve-system of the Machine. B) Production: industrial and agricultural production of goods, execution of plans, fragmented work, circulation of energy. C) Reproduction: production and maintenance of A-, B-, and C-workers, making children, education, housework, services, entertainment, sex, recreation, medical care, etc. All these functions are essential to the Machine. If one of them fails, it will sooner or later be paralyzed. Around these functions the Machine has created three types of workers, although overlap occurs; e.g., reproduction requires more than one type of worker. The three types of worker are divided by their wage-level, 'privileges', education, social status, etc., as follows: A) Technical-Intellectual Workers, mostly located in advanced (western) industrial countries; highly "qualified", mostly white, male and well-paid; e.g., computer engineers. B) Industrial Workers and employees, located in not yet "de-industrialized" areas, in "threshold countries", socialist countries; average or miserably paid, male or female, of varying "qualifications"; auto-workers, electronic assembly-workers (female). C) Fluctuant Workers, oscillating between small agriculture and seasonal jobs, service workers, housewives, unemployed, criminals, hustlers; largely women and people of color without regular income in metropolitan slums or in the Third World, often at the edge of starvation. All these types of workers are present in all parts of the world, just in different proportions. Nevertheless it is possible to distinguish three zones with a typically high proportion of the respective type of workers: A-workers: advanced industrial (Western) countries: U.S., Europe, Japan. B-workers: socialist countries or industrializing countries: USSR, Eastern Europe, Taiwan, Singapore. C-workers: Third World, agricultural or "underdeveloped" areas of Africa, Asia and South America and in slums everywhere. The "Third Worlds" are present everywhere. In New York there are neighborhoods that can be considered parts of the Third World. In Brazil there are industrial zones, in socialist countries there are strong A-elements. But there is a difference between the United States and Bolivia, between Sweden and Laos, etc. The Machine's power to control is based on its ability to play the different types of workers against each other. High wages and 'privileges' are not conceded because the Machine particularly likes certain kinds of workers more than others. Social stratification is used for the purpose of maintenance of the whole system. The three kinds of workers are afraid of each other. They are kept divided by prejudices, racism, jealousy, political and religious ideologies and economic interests. The A- and B- workers among us are afraid of losing their standard of living, their cars, houses and jobs. At the same time they complain about stress and envy "idle" C-workers. C-workers in turn dream about consumer goods, stable jobs and an "easy" life. All these divisions are exploited by the machine in various ways. The Machine no longer even needs an extra ruling class to maintain its power. Private capitalists, bourgeois, aristocrats and chiefs are mere left-overs without any decisive influence on the material execution of power, The machine can do without capitalists and owners, as the example of the socialist states and state enterprises in the West demonstrates. They're not the problem. The real oppressive organs of the Machine are other workers: police, soldiers, officials, managers. We're always confronted with the metamorphoses of our own kind. The Planetary Work-Machine is a social mechanism in which people are pitted one against the other to guarantee its functioning. So we must ask ourselves: Why do we put up with the Machine? Why do we accept a kind of life we obviously don't like? What are the advantages that make us forget our discontents? The contradictions that make the Machine work are the same internal contradictions faced by every worker: they're our contradictions. Of course the Machine "knows" that we don't like this life and that it is not enough just to repress our wishes. If it were simply based on repression, productivity would be low and the costs of supervision would be too high. That's why the chattel- slave system was abolished. In reality, one half of us accepts the Machine's deal and the other half revolts against it. The Machine does have something to offer. We give it a part of our life-time, but not all. In return, it gives us a certain amount of goods, but not as much as we want and not exactly what we want. Every type of worker has its own deal and every worker has its extra-deal again, depending on its job and specific situation. As everybody thinks s/he is better off than somebody else (there's always somebody who is worse off), s/he sticks to his/her own deal and distrusts all changes. So the inner inertia of the Machine protects it against reforms and revolutions. Only when a deal becomes too unequal does dissatisfaction and readiness to change the situation arise. The actual crisis, which is visible mainly on the economic level, is caused by the fact that all deals the system has to offer have become unacceptable. A-, B-, and C-workers have protested recently, each in its own way, against the respective deals. Not only the poor but also the rich are dissatisfied. The Machine is about to lose its perspective. The mechanism of internal division and mutual repulsion is about to collapse. Repulsion is turning against the Machine itself. (The remainder if this section, "Three Deals in Crisis", discusses in detail the particular deals made by each type of worker. We have omitted it from this printing due to lack of space. The deals discussed are titled "The A-Deal: Disappointed at consumer society"; "The B-Deal: Frustrated by socialism"; "The C-deal: The development of misery". This entire section is in the pamphlet from Autonomedia. --Midnight Notes) The End of Realpolitik Misery in the Third World, frustration in the socialist countries, deception in the West; the main dynamic of the Machine is actually reciprocal discontent and the logic of the lesser evil. What can we do? Reformist politicians propose to change the Machine, to make it more humane and agreeable by using its own mechanisms. Political realism tells us to proceed by little steps. Thus the microelectronic 'revolution' is supposed to give us the means for reform. Misery shall be transformed into mobilization, frustration into activism and disappointment shall be the basis of change of consciousness. Some of the reformist proposals sound quite good: 20-hour-work-week, equal distribution of work, guaranteed minimal income (e.g. negative income tax), elimination of unemployment, use of free time for mutual and decentralized self-administration in enterprises and neighborhoods, creation of an "autonomous" sector with low- productivity-small-enterprises, investments in middle and soft technologies (also for the Third World), reduction of private traffic, conservation of energy (no nukes, insulation, coal), investments in solar energy and public transportation, less animal proteins (more self-sufficiency in the Third World), recycling of raw materials (aluminum), disarmament, etc.. These proposals are reasonable and even realizable and certainly not extravagant. They form more or less the official or secret program of the alternativist socialist-green- pacifist movements in Western Europe and the United States (and in other countries). Should it be realized, the Work-Machine would look much more bearable. But even these "radical" programs only imply a new adjustment of the Machine, not its destruction. As long as the Machine (the hard, heteronomous sector) exists, self-management and "autonomy" can only serve as a kind of recreational area for the repair of exhausted workers. And who can prevent us from being ruined in 20 hours as much as we've been in 40? As long as the monster isn't pushed into space, it'll continue devouring us. Additionally the political system is designed to block such proposals or to transform reforms into a new impulse for the development of the Machine. The best illustration of this fact is the politics of the reformist parties. As soon as the Left gets the power (e.g. in France, Greece, Spain, Bolivia, etc..) it gets entangled in the jungle of "realities" and economic necessities and it has no choice other than to enforce exactly those austerity-programs it attacked when the Right was in charge. Instead of Giscard it's Mitterand who sends the police against striking workers. Socialists have always been good police- ministers. The "recovery of the economy" (i.e. of the Work-Machine) is the basis of all national politics, and reforms have to prove that they encourage investments, create jobs, increase productivity, etc.. The more "new movements" enter Realpolitik (as the Greens in Germany), the more they get into the logic of a "healthy economy", or they disappear from the political game. Besides destroyed illusions, increased resignation and general apathy, reformist politics don't achieve anything. The Work-Machine is planetary and all its parts are interconnected; any national reformist policy will simply increase international competition, play the workers of different countries against each other and make more perfect control over us. It is exactly this experience that has led more and more voters to support neo- conservative politicians like Reagan, Thatcher or Kohl. The most cynical representatives of the logic of the economy are preferred to leftist thinkers. The self-confidence of the Machine has become shaky. Nobody dares fully believe any longer in its future, but everybody clings to it. The fear of experiment is greater than the belief in demagogical promises. Why reform a system that's going to collapse anyway? Why not try to enjoy the few positive aspects of respective personal or national deals with the Machine? Thus why not put in charge positive, confident, conservative politicians? They don't even promise to solve such problems as unemployment, hunger, pollution, the nuclear arms race. Or if they do, they make clear that those are not their priorities. They're not elected to solve problems, but to represent confidence and continuity. For the "recovery", only a little calm, stability and positive rhetoric is needed: the security to cash in on profits made by present investments. Under these conditions the recovery will be much more terrible than the crisis. We don't have to believe in Reagan or Kohl, just keep smiling together with them and forget about our doubts. The Work-Machine supports doubts badly in this situation, and with neo-conservative regimes we're at least left alone until the end of the next recovery or catastrophe. Besides agitation, bad mood and remorses, the Left hasn't anything better to offer. Realpolitik has become unrealistic, because reality is at a turning point. All or Nothing The Planetary Work-Machine is omnipresent and it cannot be stopped by politics. So, will the Machine be our destiny until we die at 65 or 71? Will that have been our life? Have we imagined it like this? Is ironical resignation the only way out, as it helps us to hide our deception during the few years we still have to live? Maybe everything's okay and we're just a little bit too dramatic. Let's not fool ourselves: even if we mobilize all our spirit of sacrifice and all our courage, we can't achieve anything. The Machine is perfectly equipped against political Kamikazes, as the fate of the RAF, the Red Brigades, the [text damaged -Ed.], [the] Tupamaros and others have shown. It can coexist with armed resistance and transform it into a motor of its perfection. Our attitude isn't a moral problem, not for us and even less for the Machine. Whether we kill ourselves, manage to get an extra-deal, find an opening or a refuge, win in the lottery, throw Molotov-cocktails, join a left-wing party, scratch ourselves behind the ear or run amok, we're finished. In this reality there's nothing else to get. Opportunism doesn't pay off. Career is a bad risk as it causes ulcers, psychoses, marriages, obligations. Bailing out means self- exploitation, ghetto, meetings. Cleverness is fatiguing. Stupidity is annoying. It would be logical to ask ourselves questions like these: "How would I like to live?" "In What kind of society or nonsociety would I feel comfortable?" "What are my wishes and desires, independent from their realizability?" And all this not in a remote future (reformists always talk about the next 20 years) but in our lifetime. while we're still in good health, let's say within five years... Dreams, ideal visions, utopias, yearnings, alternatives; aren't those just new illusions to seduce us once again into participating in progress? Don't we know them from the neolithic, the 17th century and today from science-fiction and fantasy-literature? Do we succumb again to the charm of history? Isn't future the only thought of the Machine? Is there only the choice of joining the Machine's dreams or refusing any activity? There are kinds of desires that are censured scientifically, morally, politically when they arise. The ruling reality tries to stamp them out. These are the dreams of the second reality. Reformists tell us that it's shortsighted and egoistic to follow our own wishes. We should fight for the future of our children. We should renounce (car, vacations, heating and our needs and desires) and work hard, so that they'll have a better life. This is a curious logic. Isn't it exactly the renunciation and sacrifice of our parent-generation, their hard work in the 50s and 60s, that has caused the mess that we are in today? We're those children, for whom they have suffered and worked. For us, our parents bore two wars, a crisis, and built the nuclear bomb. They were not egoistic, they obeyed. Anything built on sacrifice and renunciation just demands more sacrifices and more renunciation. Because our parents haven't respected their egoism, they cannot respect ours... It is not the Third or Fourth World that is the most underdeveloped, it's our egoism of wishes. Other political moralists could object that we're not allowed to dream of utopias while millions die of starvation, others are tortured in camps, deported and massacred, or deprived of the most basic human rights. While the spoiled children of the consumer society compile their list of wishes, others don't even know how to write or have time to wish. Yet, some of us die of heroin and others commit suicide or are mentally ill: whose misery is more serious? Can we measure misery? And even if there wasn't any misery: are our desires unreal, because others are worse off or because we think we could be worse off? Precisely when we act only to prevent the worst or because "others" are worse off, we make it possible and let it happen. In this way we're always forced to react on the initiatives of the Machine. There's always an outrageous scandal, an incredible impertinence, a provocation that cannot be left unanswered. And thus our 70 years go by-- and those of the others who are "worse" off. The Machine can keep us busy, because it wants to prevent us from becoming aware of our immoral dreams. When we act for ourselves, the Machine gets into trouble. As long as we only (re-)act on the basis of "moral differences" we'll be powerless dented wheels, exploding molecules in the engine of development. And as we're weak, the Machine has more power to exploit the weaker ones. Moralism is a weapon of the Machine, realism is another. The Machine has formed reality and it has trained us to perceive reality in the Machine's way. Since Descartes and newton it has digitalized our thoughts and reality; it has laid yes/no-patterns over the world and our spirit. We believe in reality because we're used to it. As long as we accept the digital culture to pulverize our dreams, sentiments and ideas. Dreams and utopias are sterilized in novels, films and commercialized music. But reality is in crisis, every day there are more cracks and the yes/no- alternative turns more and more into simply an apocalyptic threat. The Machine's ultimate reality is its self-destruction. Our reality, the second reality of old and new dreams, cannot be caught in the yes/no-net. It refuses apocalypse and status quo at the same time. Apocalypse or Evangel, end of the world or utopia, all or nothing: there aren't any other realist possibilities. In this reality, we choose one or the other lightheartedly. But in between attitudes like "hope", "confidence" or "patience" are just ridiculous and pure self-deceit. There's no hope. We have to choose now. Nothingness has become a realistic possibility, more absolute than nihilists have dared to dream. In this regard the Machine's achievement must be acknowledged. Finally we've got nothingness! We can kill all of us together! We don't have to survive! Nothingness is about to become a realistic way of life with its own philosophy (Cioran, Schopenhauer, Buddhism, Glucksmann), its fashion (black, uncomfortable), music, housing style, painting, etc.. Apocalyptists, nihilists, pessimists and misanthropists have good arguments for their attitude. After all, if we transform into values "life", "nature" or "mankind", there are only totalitarian risks, biocracy or ecofascism. When we sacrifice freedom to survival, new ideologies of renunciation arise and contaminate all dreams and desires. The pessimists are the real free, happy and generous. The world will never be supportable again without the possibility of self-destruction, as the life of the individual is a burden without the possible exit of suicide. Nothingness is here to stay. On the other hand "all" is also quite appealing. It is much less probable than nothingness, badly defined and poorly thought out. It is ridiculous, megalomanic and self-conceited. Maybe it's only around to make nothingness more attractive. bolo'bolo bolo'bolo is part of (my) second reality. It's strictly subjective, because the reality of dreams can never be objective. Is bolo'bolo all or nothing? It's both and none of them. It's a trip into second reality like Yapfaz, Kwendolm, Takmas and Ul-So. Down there there's a lot of room for many dreams. bolo'bolo is one of those unrealistic, amoral, egoistic maneuvers of diversion from the struggle against the worst. bolo'bolo is also a modest proposal for the new arrangements in the spaceship after the Machine's disappearance. Though it started as a mere collection of wishes, a lot of considerations of their realization accumulated around it. bolo'bolo can be realized worldwide within five years, if we start now. It guarantees a soft landing in the second reality. None of us will starve, freeze or die earlier than we would today in the transition period. There's very little risk. Of course general conceptions of a post-industrial civilization are not lacking in these days. Be it the eruption of the Age of Aquarius, the change of paradigms, ecotopia, new networks, rhizomes, decentralized structures, soft society, new poverty, small circuits, third waves, prosumer societies: the ecological or alternativist literature grows rapidly. Allegedly soft conspiracies are going on and the new society is already being born in communes, sects, citizens' initiatives, alternative enterprises and block associations. In all these publications and experiments there are a lot of good and useful ideas, ready to be stolen and incorporated into bolo'bolo. But many of these futures or futuribles (as the French say) are not very appetizing: they stink of renunciation, moralism, new efforts, toilsome rethinking, modesty and self- limitation. Of course there are limits. But why should there be limits of pleasure and adventure? Why are most alternativists only talking about new responsibilities and almost never about new possibilities? One of the slogans of the alternativists is: Think globally, act locally. Why not think and act globally and locally? There are a lot of conceptions and ideas, but what's lacking is a practical global (and logical) proposal, a kind of common language. There has to be an agreement on some basic elements, if we don't want to stumble into the Machine's next trap. In this regard, modesty and (academic) prudence is a virtue that threatens to disarm us. Why be modest in the face of impending catastrophe? bolo'bolo might not be the best and most detailed and certainly not a definitive proposal for a new arrangement of our spaceship. But it is not so bad and can be acceptable to many people. I'm for trying it as a first attempt and seeing later what happens. Substruction In case we like bolo'bolo, the next question will be: How can it be realized? Isn't it just another real-political proposal? In fact, bolo'bolo cannot be realized with politics, there's another road, a range or roads, to be followed. If we deal with the Machine, the first problem is obviously a negative one: how can we paralyze and eliminate the Machine's control (i.e., the Machine itself) in such a way that bolo'bolo can unfold without being destroyed in its beginnings? We can call this aspect of our strategy disassembly or subversion. The Planetary Work Machine has got to be dismantled-- carefully, because we don't want to perish with it. Let's not forget, that we're part of the Machine, this it is us. We want to destroy the Machine but not ourselves. We only want to destroy our function for the Machine. Subversion means to change the relationship among us (the three types of workers) and towards the Machine (which in turn faces each type of worker as a total system). It is subversion and not attack, because we're all inside the Machine and have to block it from there. It will never confront us as an external enemy. There will never be a front-line, nor headquarters, nor uniforms. Subversion alone will always be a failure, because with its help we might paralyze a certain sector of the Machine, destroy one of its functions, but it will be able to reconquer it and occupy it again. Every space obtained by subversion has to be filled by us with something "new", something "constructive". We cannot hope to eliminate first the Machine and then--in an "empty" space--to establish bolo'bolo: we'd always come too late. Provisional elements of bolo'bolo, seedlings of its structures, must occupy all free interstices, abandoned areas, conquered bases and prefigure the new relationships. Construction has to be combined with subversion into one process: substruction. Construction should never be a pretext to renounce subversion. Subversion alone only creates straw fires, historical dates and heroes, but it doesn't leave concrete results. Construction and subversion are both forms of tacit or open collaboration with the Machine. Dysco Dealing first with subversion, we have to state that every type of worker, every functionary of the Machine and every part of the world has its own specific potential of subversion. There are different ways of doing damage to the Machine and not everybody has the same possibilities. A planetary menu of subversion could be described as follows: A- Dysinformation: sabotage (of hardware or programs), theft of machine-time (for games or private purposes), defective design or planning, indiscretions (e.g. Ellsberg and the Watergate scandal), desertions (scientists, officials), refusal of selection (teachers), mismanagement, treason, ideological deviation, false information (to superiors); effects can be immediate or long run (seconds, years). B- Dysproduction: opting out, low quality, sabotage, strikes, sick-leaves, shop-floor assemblies, demonstrations in the factories, mobility, occupations (e.g., the struggles of the Polish workers); effects--medium term (weeks, months). C- Dysruption: riots, street blockades, violent acts, flight, divorce, domestic rows, looting, guerilla warfare, squatting, arson (e.g., Sao Paulo, Miami, Soweto, El Salvador); effects--short term (hours, days). Of course all these acts also have long-term effects; here we are only talking about their direct impact as forms of activity. Any of these types of subversion can damage the Machine, can even paralyze it temporarily. However, each of them can be neutralized by lack or misapplication of the two others, because their impact is different depending on time and space. Dysinformation remains inefficient if it's not applied to the production or physical circulation of goods or services. In that case it becomes purely an intellectual game and destroys itself. Strikes alone can always be crushed because nobody prevents the police from intervening by dysruptive actions. Dysruption is quickly finished, because the Machine controls supply from its production-sector. The Machine knows that there will always be subversion against it, that the deal between it and the different types of workers will always have to be bargained for and fought out again. It only tries to stagger the attacks of the three sectors so that we cannot support and expand our struggles to multiply each other and become a kind of counter-machine. Workers who have just won a strike (dysproduction) are angry at unemployed demonstrators who prevent them with a street blockade from getting to their factory on time. A firm goes bankrupt and the workers complain about engineers and managers. But it was a substructive engineer who willingly produced a bad design and a manager who wanted to sabotage the firm. The workers lose their jobs, take part in unemployment demonstrations, there are riots...police (workers) do their job. The Machine transforms the isolated attacks of different sectors into idle motion. For the machine, nothing is more instructive than attacks and nothing more dangerous than long periods of calm, because in this case it does not know what is going on inside the organisms of its own body. The Machine cannot exist without a certain level of sickness and dysfunction. Partial struggles are the means of control and a kind of fever thermometer that provides it with imagination and dynamism. If necessary, it can even provoke struggles to test its instruments of control. Dysinformation, dysproduction and dysruption would have to be joined on a mass level in order to produce a critical situation for the Machine. Such a deadly conjuncture can only come into being by the overcoming of the separation of the three functions and worker-types, and the separation can only be overcome by and through struggles in the various sectors. There should emerge a kind of communication with which the Machine is not designed to deal: dyscommunication. The name of the final game against the Machine is thus ABC-Dysco. Where can such ABC-dysco-knots develop? Hardly where the workers meet in their Machine functions, i.e. at the workplace, in the supermarket or in the household. A factory is organized division and the unions only mirror this division, but don't overcome it. On the job the different interests are particularly accentuated: wage, position, hierarchy and privileges all build up walls. In the factories and offices workers are isolated from each other, the noise level is too high, the tasks absorbing. ABC-dysco is not likely to happen in the economic core of the Machine. But there are domains of life--for the Machine mostly marginal domains--that are more propitious for dysco. The machine hasn't digitalized and rationalized everything: religion, mystic experience, language, native place, nature, sexuality, all kinds of spleens, crazy ideas, fancies. Life as a whole slips away from the Machine's patterns. Of course the machine is aware of its insufficiency in these fields and tries to functionalize them economically. Religion becomes sect-business, nature can be exploited by tourism and sport, the love for one's country degenerates into an ideological pretext for weapons industries, sexuality is commercialized by the sex-business, etc. There's no need that couldn't be turned into a commodity, but as a commodity it gets reduced and mutilated. Certain needs, however, are particularly inappropriate for mass-production, above all those of authentic, personal experience. The conversion succeeds only partially, and more and more people are becoming aware of "the rest". The success of the environmental movements, of the peace movement, of ethnic or regionalist movements, or certain forms of "new religiousness" (progressive or pacifist churches), or homosexual subcultures, is probably due to this insufficiency. Whether identities are newly discovered or created that lie beyond the logic of economy, there have been ABC-knots. As 'war objectors', intellectuals, employees, women and men have met. Homosexuals gather regardless of their jobs. Indians, Basques or Armenians struggle together--"a kind of new nationalism" (or regionalism) overcomes job and educational barriers. The Black Madonna of Czestochowa might have contributed to unite Polish workers, intellectuals and farmers. It is no accident that in recent times such types of movements have reached high levels of strength. Their substructive power is based on the multiplication of ABC-encounters that have been possible in their framework. One of the first reactions of the Machine has always been to play off against each other the elements of these encounters and to establish the old mechanism of mutual repulsion. The above-mentioned movements have only produced superficial and short-lived ABC-dysco. In most cases the different types just touched each other on a few occasions and slipped back once again into their everyday division. Those of us involved created more mythologies than realities. In order to exist longer and to exert a substantial influence, we should also be able to fulfill everyday tasks outside the Machine: we should also comprise the constructive side of substruction. We should attempt the organization of mutual help, moneyless exchange, of services, of concrete cultural functions in neighborhoods. In this context we should create anticipations of bolos, of barter-agreements, of independent food-supply, etc. Ideologies (or religions) are not strong enough to overcome barriers such as income, education and position. As ABC-types, we have to compromise ourselves in every day life. Certain levels of self- sufficiency, of independence from state and economy, must be reached to stabilize such dysco-knots. We cannot work 40 hours per week and still have the time and energy for neighborhood initiatives. ABC-knots can't just be cultural decorations, they should be able to replace at least a little fraction of money- income to get some free time. What these ABC-dysco-knots can look like practically can only be discovered through practice. Perhaps they will be neighborhood centers, food-conspiracies, farmer/craftsman exchanges, energy coops, communal baths, car-pools, etc. All kinds of meeting points that can bring together all three types of workers on the basis of common interests are possible ABC-dyscos. (Midnight Notes reminds the reader of ibu's warning that subversion must not be avoided in the guise of construction: the two must be united as substruction.) The totality of such ABC-Knots will disintegrate the machine, produce new conjunctures of subversion, keep in motion all kinds of movements in an invisible manner. Diversity, invisibility, flexibility, lack of names, flags and labels, refusal of pride of honor, avoidance of political behavior and representative temptations can protect such knots from the eyes and hands of the Machine. Information, experiences and practical instruments can be shared in this way. ABC-dysco-knots can be laboratories for new, puzzling and surprising forms of action as they can use all three functions and the respective dysfunctions of the Machine. Even the brain of The Machine doesn't have access to this wealth of information, because it must keep divided the thinking about itself (principle of competencies and divided responsibility). ABC-dysco-knots are not a party, not even a kind of movement, coalition, or umbrella- organization. They're just themselves, the cumulation of their single effects. They might meet in punctual mass-movements, test their strength and the reaction of the Machine, and then disappear again in every-day-life. They combine their forces where they meet each other in practical tasks. They're not an anti- Machine movement, they are the content and material basis of the destruction of the Machine. Due to their conscious non-organizedness, ABC-knots are always able to create surprises. Surprise is vital, as we're in a fundamental disadvantage in [the] face of the Machine: we can be 'blackmailed' by the constant threats of death or suicide pronounced by the Planetary Machine. It cannot be denied that guerilla- warfare as a means of subversion can be necessary in certain circumstances (where the Machine already is killing). The more ABC-knots, network and tissues there are, the more the Machine's instinct of death is awakened. But it's already part of our defeat is we have to face the Machine with heroism and rediness for sacrifice. Somehow we have to accept the Machine's `blackmailing'. Whenever the Machine starts killing, we should retreat. We shouldn't frighten it. It must die in a moment when it doesn't expect it. This sounds defeatist, but it is one of the lessons we can learn from Chile, from Grenada, from Poland: when the struggle can be put on the police or military level, we're about to lose. Or if we win, it's exactly our police or military aspect that will have won and not ourselves: we'll get a "revolutionary" military dictatorship. When the Machine takes to mere killing, we have obviously made a mistake. We should never forget, that we are also those that shoot. We're never in front of the enemy, we are the enemy. This fact has nothing to do with non-violence- ideologies: you can be very violent and still not kill each other. Damage (to the Machine) and violence are not necessarily linked. It wouldn't serve us either to put flowers into the soldiers' button-holes or be nice to the police. They cannot be cheated by symbolism, by arguments and ideologies-- they're like us. But maybe the policeman has neighbors, the general is gay, the soldier has heard that his sister is active in some ABC-dysco-knot. When there are enough dyscos, there are as many security-leaks and risks fir the Machine. We've got to be careful, practical and discreet. When the Machine kills, there aren't yet enough ABC-dysco-knots. Too many parts of its organism are still in good health and it can hope to save itself by a violent operation. The Machine won't die of a heart attack, but it can die of ABC-cancer, becoming aware of it when it's too late for any operation or radiation, These are the rules of the game. Those who don't respect them, must quit the game (and will be heroes). Substruction as a (general) strategy is a form of practical meditation. It can be the following Yantra, that combines substruction (movement aspect) and bolo (the future basic community): [see included .GIF--Ed] Trico The Work-Machine has Planetary character, so a successful bolo'bolo-strategy must also be planetary from the beginning. Purely local, regional or even national dysco-knots will never be sufficient to paralyse the World-Machine as a whole. West, East and South must start simultaneously to subvert their respective functions inside the Machine and to create new constructive anticipations. What is true for the three types of workers on a micro-level is also true for the three parts of the world on a macro-level. There must be planetary dysco-knots. There must be tricommunication between dysco knots. The Planetary Trick is trico. Trico is dysco between ABC-knots in each of the three major parts of the world: western industrial countries, socialist countries and underdeveloped countries. A trico-knot is the encounter of three local ABC-knots on an international level. Anticipations of bolos will get in contact in this trico-knot manner. Of course these contacts must be established outside of governments, of international or development-aid organizations. The contacts must function directly between neighborhoods, between everyday initiatives of all kinds. There must be a trico between St. Marks Place (New York), Gdansk North-East 7, Mutum-Biyu (Nigeria); or: Zurich-Stauffacher, Novosibirsk/Block A 23, Vuma (Fidji), etc.. Such trico knots could first originate on the basis of accidental personal acquaintances (on tourist trips, etc.). Then they could be multiplied by the activity of already existing tricos, etc.. The practical use of a trico-knot (and there must be one) can be very trivial in the beginning: exchange of necessary goods (medicine, records, spices, clothes, equipment) that should be moneyless or at least very cheap. It is obvious that since the exchange of goods presently isn't equal between the three parts of the world, the Third World-partner will need a lot of basic products to make up for the exploitation by the world market, and also need a lot of material for the construction of a basic infrastructure (fountains, telephones, generators). Nevertheless this doesn't mean that trico is just a type of aid for development. The partners will be aware of creating a common project, the contact will be person to person, the aid will be adapted to the real needs and will be based on personal relationships. Even under these difficult conditions exchange won't be one-sided. A-dysco-knots will give material goods (as they have plenty of them), but they'll get much are cultural and spiritual "goods" in exchange: for example, they can learn a lot from life- styles in traditional villages about nature, mythology, human relations, etc.. As we've said, every deal, even the most miserable one, has some advantages: instead of frightening ourselves with the disadvantages of the other deals, we'll exchange those elements that are still valuable and strong. The trico-knots permit the participating ABC-dysco knots to unmask the mutual illusions of their deals and to stop the division-game of the World-Machine. Western dyscos will learn about socialist everyday life and will get rid of both socialist propaganda and red-baiting anti-communism. The Eastern partners will have to give up their illusion on the Golden West and at the same time they'll become immune to the official indoctrination in their own countries. Third- World-dyscos destroy development-ideologies and socialist demagoguery and will be less vulnerable to `blackmailing' by misery. All this won't be an educational process, but a natural consequence of tricommunication. A Western dysco-knot might help the Eastern partner get a Japanese stereo-set for free--needs are needs--even those created by the Machine's advertising strategies. In the process of expansion of tricos, of closer exchange and of the growing of bolo'bolo-structures, authentic wishes, whatever they might be, will become predominating. Perhaps dances and fairy tales from Africa will be more interesting than disco, Russian songs more attractive than cassette-recorders. Planetary substruction from the beginning is a precondition for the success of the strategy that could lead to something like bolo'bolo. If bolo'bolo remains just a spleen of a single country or a region, it's lost, it'll be another impulse for development. On the basis of tricommunication those planetary relationships come into being that will disintegrate the Nation-States and the political blocks. Like the dysco-knots, the trico-knots form a network of substruction that will paralyze the World Machine. Out of tricos there will grow barter-agreements (fenos), general hospitality (sila) new culturally defined regions (sumi) and a planetary meeting point (asa'dala). The trico- network will also have to block the war-machines of the single countries from inside and thus be the real peace-movement, precisely because they're not primarily interested in "peace" but because they've got a common, positive project. (Here we break off. Generally the rest is the description by this ibu of bolo'bolo. Sorry...you'll have to get the pamphlet to find out what it says. In our previous issue, by the way, we said that we would explain the various symbols we overlaid on some of the pages. The symbols are from bolo'bolo and are explained in the forthcoming pamphlet. --Midnight Notes) A bolo is an autonomous community corresponding to the anthropological unit of a tribe (a few hundred individuals). The name is an example of a fictional auxiliary language (or rather, a basic vocabulary) intended for use in a bolo-based global community, called asa'pili. asa'pili terms: • ibu "individual, person" • bolo "community, village, tribe" • sila "hospitality, tolerance, mutual aid" • taku "personal property, secret" • kana "household, hunting party, family, gang" • nima "way of life, tradition, culture" • kodu "agriculture, nature, sustenance" • yalu "food, cuisine" • sibi "craft, art, industry" • pali "energy, fuel" • sufu "water, water supply, well, baths" • guno "house, building, dwelling" • belo "medicine, health" • nugo "death, suicide pill" • pili "communication, science, magic, language, media" • kene "communal work, communal initiative" • tega "district, town" • dala "committee, council, assembly" • dudi "foreigner, spy, observer" • fudo "city, trading area, bioregion" • sumi "region, linguistic area, island" • asa "earth, world" • buni "gift, present" • mafa "depot, warehouse" • feno "treaty, agreement, trade relation" • sadi "market, stock market, fair" • fasi "travel, transport, traffic, nomadism" • yaka "disagreement, war, violence"
The pseudonym P.M. (the most common initials in the Swiss telephone directory, mostly spelled in lowercase, p.m.) is used by an otherwise anonymous Swiss author (born 1946), best known for his 1983 anarchist / anti-capitalist social utopia bolo’bolo, publishing with the paranoia city verlag of Zürich.
http://www.evolutionzone.com/kulturezone/bey/bolo.bolo.txt
http://www.scribd.com/doc/21064658/From-the-Introduction-to-Bolo-Bolo-by-Ibu
Toplumsal-Ekolojik Bir Toplumda Ekonomi PETER STAUDENMAIER
Çevirenin Notu: Çevirenin metine yaptığı eklemeler, açıklamalar vb, […] ile gösterilmiştir.
Daha iyi bir dünya için mücadelemizde, toplumsal ekolojistler, ne tür bir dünya için mücadele ettiğimiz hakkında diğer radikal düşünce akımlarıyla eleştirel bir diyaloğa sıklıkla girmişlerdir. Bu tür diyaloglar, özgürleşmiş bir gelecekte insanların birbirleriyle ve doğal dünyayla maddi ilişkilerini nasıl örgütleyecekleri sorusunu sıklıkla gündeme getirir. Ekolojik bir toplumda ekonomi neye benzeyecektir? Özgür topluluklar geçimlerini nasıl düzenleyeceklerdir? Bu gibi soruların incelenmesi, önemli diyalektik felsefi becerilerin kullanılmasını gerektirir: spekülatif düşünme kapasitesi. Kapitalizmin ve devletin ötesinde bir gelecek tasarlamak demek, çevremizdeki geçmiş dünyayı düşünmek ve kendimizi farklı bir dünya içerisine, çok farklı bir şekilde örgütlenmiş bir dünya içerisine, bugün çarpıtılmış bir biçimde çevremizde gördüğümüz toplumsal ve ekolojik potansiyellerin bazılarını geliştirmiş bir dünya içerisine yerleştirmek demektir. Bu, dünyayı yalnızca olduğu gibi değil, olması gerektiği gibi görmeye çalışmak demektir.
Toplumsal ekolojistler yıllardır belediyeleşmiş bir ekonomi ve ahlaki bir ekonomiye yönelik somut öneriler getirdiler. Bu öneriler, Bookchin’in “insanlığın doğayla ekolojik meditasyonu olarak üretken sürecin tekrar ele geçirilmesi” dediği şeye yönelmektedirler. Pratiğe yönelik bütün bu önerilerde ortak olan şey, piyasalar veya sınıflar veya bürokrasi olmaksızın, karmaşık ekonomilerin –eşitlikçi ve katılımcı çizgilerde– nasıl farklı bir şekilde işletilebileceğinin altında yatan kavrayıştır. Toplumsal ekolojistler, özgür bir toplumun ekonomik mekanizmalarının, ister üretim, ister bölüşüm, isterse yeniden üretim amacıyla olsun, dört temel özelliğe sahip olması gerektiğini söyler: bunlar bilinçli, saydam, değiştirilebilir ve bütünleşmiş olmalıdırlar.
Bilinçli: Bizler, ekonomik yapıların kendi amaçlarını gerçekleştirmek için bizi zorlamasına değil; ekonomik mekanizmaların, bizim kolektif olarak onlara yüklediğimiz amaçları yerine getirmek üzere tasarlanarak seçilmesini ve tasarlanarak yapılandırılmasını istiyoruz. Saydam: Bizler, toplumun her üyesinin, toplumun ekonomik mekanizmalarının nasıl işlediğini kavrayabilmesini istiyoruz. Değiştirilebilir: Birler, ekonomik yapılarımızı, ekolojik ve toplumsal gereksinimlere göre değiştirebilmek istiyoruz. ve son olarak, ekonomik mekanizmaların, komünal kendinden yönetimin tüm diğer yönleriyle kapsamlı bir şekilde bütünleştirilmesini istiyoruz.
Bu değerler uygulamada neye benzeyecek? Bu spekülatif önermeler topluluğu gerçekte nasıl uygulanacak? Aşağıda, toplumsal-ekolojik bir toplumda ekonominin yeniden inşa edici vizyonu kısaca resmedilmeye çalışılacaktır.
TOPLUMSAL EKOLOJİSTLERİN TASAVVUR ETTİKLERİ DÜNYA Bizim tasavvur ettiğimiz dünya, bir macera ve olanak dünyası; bugünkü bakış açısıyla bırakın betimlenmesini bir yana hayal edilmesi bile zor olan, radikal bir şekilde yeni olan bir ilişkiler ile potansiyel toplumsal ve bireysel yaşam biçimleri dünyasıdır. Toplumsal-ekolojik bir gelecekte olacakların şeylerin çoğu, ister çevresel düzeyde, isterse kişisel veya komünal düzeylerde olsun, kendiliğinden ve yaratıcı olacaktır –ve bunlar bizim ne planlayabileceğimiz, ne önerebileceğimiz ve ne de tahmin edileceğimiz şeylerdirler. Yine de, potansiyellerin bu tür bir kendiliğinden ve yaratıcı ortaya çıkışı [unfolding], eğer sadece hayallerden öteye geçeceklerse, hem kurumsal bir çerçeve hem de etik bir vizyon gerektirecektir. Bu nedenle, dikkatimizi, özgür doğayı ve özgür bir toplumu daha olası kılacak toplumsal yapılara çevirmeliyiz.
Toplumsal ekolojistler, özgürlük, işbirliği ve ekolojik-toplumsal çeşitlilik etrafında yapılandırılmış bir toplum için çalışırlar. Daha iyi bir dünya vizyonumuz, tarih boyunca tabandan kaynaklanan özgürlükçü [emancipatory] hareketlerce ortaya çıkartılan pratiksel deneyimlerinin ve ütopyacı umutların zenginliğine dayanır. Bizim özgür topluluklar görüşümüzün merkezinde doğrudan demokrasi vardır. Doğrudan demokrasi, insanların, parçası oldukları topluluğun faydası doğrultusunda kendi yaşamlarını bilinçli ve kolektif bir şekilde idare etmeleri demektir. Toplumsal ekolojistler, karar-alıcı güçlerin uzmanlara, profesyonellere, temsilcilere veya bürokratlara devredilmesi yerine, tüm insanların kendi komünal işlerinin kendinden yönetimine [özyönetimine] doğrudan katılımını öngörür.
Kurumsallaşmış tahakküm ve hiyerarşi biçimlerine karşı olduğumuz için, toplumsal ekolojistler devleti reddederler. Toplumdan ayrı duran ve kendi başına kararlar alan ayrı bir vücut önermek yerine, bizler, temel karar-alıcı mekanizma olarak ve doğrudan demokrasinin asli uygulama sahnesi olarak, bir topluluk meclisleri ağı tasavvur ediyoruz. Bu meclisler, önlerindeki meseleleri tartışmak ve karara bağlamak üzere düzenli aralıklarla toplanan yerel bir alanın (şehirlerde mahalleler düzeyinde, ve kırsal alanlarda kasaba düzeyinde) tüm sakinlerini kapsayacaktır: siyasi olduğu kadar ekonomik kararlar, aslında bir bütün olarak topluluğun yaşamını etkileyen tüm toplumsal kararlar.
Halk meclisi [popular assembly], katılmak isteyen herkesi kapsar; ve, tüm topluluk üyelerinin birbirleriyle eşit bir temelde ilişkiye geçeceği ve toplumsal yaşamı aktif bir şekilde şekillendireceği bir demokratik forum sağlar. Bu türden karşılıklı etkileşimlerin devam etmesi, paylaşılan bir sorumluluk ve karşılıklı bağımlılık hissi yaratırken, tartışmaları ve anlaşmazlıkları rasyonel ve zorlayıcı olmayan bir yolla çözüme kavuşturacak bir kamusal alan sunar. İnsanların farklı çıkarlarının, özlemlerinin ve kanaatlarının olduğunu kabul ederek, mahalle meclisi ve buna eşlik eden yurttaş etosu [civic ethos], özel ve genel gayelerin barıştırılması için fırsat yaratır. Doğrudan demokrasi, bu bakış açısına göre, bir kimsenin komşularının mutluluğuna [wellbeing] bağlığı gerektirir.
Komünal mutluluk, yerel toplulukların, içerisinde varoldukları doğal bağlama aktif saygı gösterdiklerini ve onun değerinin farkında olduklarını ima eder. Hiçbir toplumsal düzen, çeşitli yerleşimlerimize evsahipliği yapan ekosistemlerin ve habitatların tıkır tıkır işleyeceğini garanti edemez, ancak, toplumsal ekolojistler, özgür birlik ve karşılıklı yardımlaşma etrafında kurulan toplulukların, otoriter iktidar sistemleri çevresinde kurulan sistemlere göre, çevresel çeşitliliği ve sürdürülebilirliği geliştirmeye çok daha uygun olduğuna inanırlar. Tahakküm ve hiyerarşinin üstesinden gelen toplumlarda, ekolojik gelişim ve insani gelişim birbirini tamamlayabilir ve birbirini güçlendirebilir.
Bu potansiyelleri içerisinde barındıran etik bakış açısı, uygulamaya yönelik yöntemler kadar önemlidir. Toplumsal ekolojistler, bu değerleri toplumsal ilişkiler ve kamusal kurumların bizzat dokusuna işleyerek, özgürlüğü ve dayanışmayı geliştirecek toplumsal biçimlerin yaratılmasını istiyorlar. Böylece, bizim yüz-yüze meclislerin herkese açık olması vurgumuz, diğer liberter ve işbirlikçi toplumsal biçimlerin oluşturulmasını engellenmek değil, aksine cesaretlendirmek anlamına gelir. Engin bir çeşitliliğe sahip kendiliğinden olan birlikler, yaşayış düzenlemeleri, işyerleri, aile yapıları vb., bunların tümünün bizim özgür dünya görüşümüzde önemli yerleri vardır. Dışarda bırakılan yegane biçimler, sömürü ve tahakküme dayananlardır.
Bu nedenle, toplumsal ekolojinin doğrudan demokrasi modeli, bundan esinlenenlerin gereksinimlerine, arzularına ve deneyimlerine bağlı olarak farklı yollardan gerçekleştirilebilir. Bu ekonomik süreçler için özellikle doğrudur, ve burada ana hatlarıyla anlatılan ekonomik senaryo, toplumsal-ekolojik bir toplumun ekonomik yönlerinin olası yorumlarından yalnızca birisidir. Ortak olan temel perspektif, varoluşumuzun maddi koşullarının daha geniş bir etik ve kurumsal çerçeveyle yeniden bütünleştirildiği ahlaki bir ekonomi [perspektifidir]. Ahlaki ekonomi, tüm topluluğun yurttaş yaşantısının üretim ve tüketimle ilgili kısmına ilişkin kararlar alınması demektir.
UYGULAMADA KOMÜNAL KENDİNDEN YÖNETİM Bu senaryoda, belli başlı ekonomik kararlarda son söz sahibi yerel meclisler olurken, işçi konseyleri üretimin günlük yönetiminde hayati bir rol oynarlar. Halk meclislerinde tartışılan, müzakere edilen ve karara bağlanan ekonomik politikaların şekillenmesine belirli bir topluluğun tüm üyeleri katılır. Toplumsal ekoloji, belli bir işletmedeki işçilerin çalıştıkları belediyede yaşamalarını sağlayacak şekilde üretimin kapsamlı bir fiziki merkezsizleşmesini öngörür. Bizler, keza, işlerin, görevlerin ve sorumlulukların sürekli bir gönüllü rotasyonunu, ve “çalışma”nın anlamının radikal bir yeniden tanımlanmasını öngörüyoruz. Emeğin, fiziksel ve entelektüel yetenekleri biraraya getiren toplumsal bir faaliyete bilinçli dönüştürülmesi yoluyla, üretken süreci ekolojik bağlama oturtulmuş kişisel ve komünal ihtiyaçların yerine getirilmesi olarak tasavvur ediyoruz. Patronların, kârların, ücretlerin ve değişim değerinin reddedilmesiyle birlikte, bizler kapitalizmin insanoğullarını üretim ve tüketimin birer aracına indirgemesinin de üstesinden gelmeyi amaçlıyoruz. Toplumsal ekolojinin meclis modeli, insanların ekonomik meselelere sadece birer işçi veya birer tüketici olarak değil, kapsayıcı toplumsal ve ekolojik mutluluk hedefine bağlı topluluk üyeleri olarak yaklaşmasını cesaretlendirir.
Komünal üretimin genel hatları meclis düzeyinde belirlenirken, bunlar pratikte yine eşitlikçi, katılımcı ve demokratik temellerde işleyen daha küçük kolektif yapılarda gerçekleştirilir. Kooperatif hanehalkları ve kolektif işyerleri bu sürecin ayrılmaz bir parçasıdır. Bölgesel etkileri olan kararlar, yerel meclislerin oluşturduğu konfederasyon tarafından sonuçlandırılır, böylece bu karardan etkilenen herkes [kararın] alınmasına katılabilir. Belirli işler için uzmanlaşmış komiteler görevlendirilebilir, ancak kamuyu ilgilendiren önemli meseleler her bir halk meclisinin takdir yetkisine tabidir. Doğrudan demokrasi, rakip görüş ve argümanların oluşumlarını ve birbirleriyle çekişmesini cesaretlendirir; böylece, herhangi bir karara ilişkin, her biri onları uygulamaya geçirecek insanlarca şekillendirilmiş çok sayıda farklı görüş olacaktır. Meclis üyeleri bu çeşitli önerileri ele alır ve her birinin faziletlerini ve etkilerini tartışır; bunlar gerekli olduğu şekilde tartışılır, gözden geçirilir ve düzeltilir. Açık bir görüş birliği oluşmadığı zaman, hangi görüşün en fazla desteğe sahip olduğunu belirlemek için bir oylama veya bir dizi oylama yapılabilir.
Toplumsal ekolojinin ahlaki ekonomi vizyonu, ortak emeğin ürünlerinin serbestçe herkesin kullanımına açık olacağı liberter komünizmi merkeze alır. Bizim perspektifimizi diğer birçok anti-kapitalist programdan ayırt eden “herkesten kabiliyeti ölçüsünde ve herkese ihtiyacına göre” ilkesi, ortak refaha yönelik ilginin bireysel tercihleri şekillendirdiği yurttaş etiğiyle ayrıntılandırılır. Piyasaların, özel mülkiyetin, sınıfsal bölünmelerin, meta üretiminin, emeğin sömürüsünün ve sermaye birikiminin yokluğunda, liberter komünizm, toplumsal refahın bölüşüm mekanizması, ve toplumsal ekolojinin önerdiği saydam ve insani ölçekli siyasi yapıların ekonomik karşılığı [counterpart, tamamlayıcısı] haline gelebilir.
Böylesi bir düzenlemede, daha küçük komiteler ve çalışma grupları ile genel meclis [full assembly] arasındaki etkileşim, bu ihtiyatlı sürecin demokratik ve katılımcı mizacının sürdürülmesi açısından hayati derecede önemli bir hale gelir. Meclise sunulmak üzere tutarlı öneriler hazırlanması, hem uzmanlaşmış bir çalışmayı ve titiz bir bilgi toplanmasını, hem de analiz ve yorumu gerektirecektir. Bu faaliyetler herhangi bir karara ilişkin nihai sonucu incelikle etkileyebileceği için bunları yerine getirme sorumluluğu, meclis üyeleri arasından rastgele seçilecek geçici komisyonlara emanet edilecek, rotasyona tabi bir görev olmalıdır.
KONFEDERAL EKONOMİK DEMOKRASİ Meclis önüne gelen çeşitli önerileri ele alıp, tartışıp, ince bir ayardan [fine-tuned] geçirdikten ve yerel ekonomiye ilişkin genel bir taslak üzerinde anlaşmaya vardıktan sonra, topluluk üyeleri bu taslağı işyerlerinde, konutlarında ve başka yerlerde uygularken aynı zamanda da onu geliştirmeye ve gerçekleştirmeye devam eder. Eğer tek bir işletme, kurum veya hane düzeyinde çözülemeyecek engeller veya anlaşmazlıklar ortaya çıkarsa, bunlar tartışılmak ve çözüme kavuşturulmak üzere büyük meclise geri getirilebilirler. Üzerinde daha önce anlaşmaya varılmış bir politikanın bazı yönleri herhangi bir nedenle yerine getirilemezse, bu derhal topluluk üyelerince fark edilecektir; onlar da ardından politikayı buna göre değiştirebilecek ve uyarlayabilecektir. Ekonomik yaşamın büyük bir kısmı, iş arkadaşları [co-workers], ev arkadaşları, [birlik] üyeleri [asociates] ve komşularla doğrududan işbirliği içerisinde daha küçük kolektiflerde yerine getirilirken, kamusal ekonomik yönelimin kapsamlı meseleleri tüm topluluğun [dahil olduğu] meclis tarafından halledilecektir. Gerekli olduğunda, şehirle ilgili olan veya bölgesel meseleler, nihai kararlar her yerel meclisin elinde kalmak koşuluyla konfederal düzeyde ele alınacaktır.
Meclislerin egemenliğine yapılan bu vurgunun sebebi iki yönlüdür. Birincisi, yerel meclis, doğrudan katılımcı demokrasinin uygulanması, ve güç farklılıkları ile yeni hiyerarşi biçimlerinin yeniden ortaya çıkmasının engellenmesi için en erişilebilir olan forumdur. Meclis, topluluğun eşit haklara sahip tüm üyelerini kapsadığı ve temsiliyetle değil de doğrudan katılımla işlediği için, kolektif kendinden yönetimi toplumsal yaşamın tüm alanlarına yaymak için en iyi fırsatı sunar. İkincisi, yerel meclis, insanların, birlikte yaşadıkları, eğlendikleri ve çalıştıkları insanlarla yüz-yüze tartışma yoluyla, kapsamlı ve uyumlu bir şekilde ekonomik ve siyasi işlere ilişkin kararlar almasına imkan sağlar. Halk meclisi, kamusal meselelerde, ekonomik, toplumsal ve ekolojik kaygılar arasındaki sayısız karşılıklı bağlantıyı fark eden, bütünlükçü [holistic] bir yaklaşımı cesaretlendirir.
Bu vizyonun büyük bir kısmı ancak teknolojik altyapının radikal bir elden geçirilip düzeltilmesiyle beraber uygulanabilir olacaktır –toplumsal ekolojistlerin çevresel ve demokratik zeminlerde destekleri bir şey. Bizler, üretimin çoğunun, uzmanlaşmış işlevlerin toplumsallaştırılmasıyla, akıl ve kol emeğinin bütünleştirilmesiyle yerel olarak gerçekleşeceğini öngörüyoruz. Hala, tamamen merkezsizleştirilemeyecek ve merkezsizleştirilmemesi gerekecek bazı önemli sosyal iyiler olacaktır; örneğin bir belediyenin ev sahipliği yapmasına rağmen geniş bir bölgeye hizmet verecek ileri araştırma enstitüleri. Bu nedenle, dar görüşlülüğü [parochialism, içine kapalı cemaat sistemi] ve tecrit olmayı dengeleyen konfederasyon toplumsal ekolojinin siyasi vizyonunda asli bir rol oynar.
Bu senaryo, birincil olarak, kendi toplumsal ve ekolojik koşullarına uyan ekonomik politikalar üretecek yerel topluluklar üzerine odaklanırken, toplumsal ekolojistler yerel kendi kendine yeterlilik ve ekonomik bağımsızlık [autarchy] nosyonlarını –kendi içlerinde değerli olan şeyler olarak– reddederler; bizler, bunları toplumsal katılıma ve ekolojik nüanslı demokratik karar alımına katkıları olabilecekse ve katkıları varsa arzulanabilir şeyler olarak görüyoruz. Bizler, her bir bileşen meclisden [seçilmiş] geri çağrılabilir ve görevleri belli delegelerinden meydana gelen konfederal organlar yoluyla birbirleriyle sürekli diyalog içerisinde olan bir meclisler konfederasyonunu öngörüyoruz. Bu yapılar, doğrudan demokratik olan yerel toplulukları ikame etmek üzere değil, onların doğal birer sonucu olarak kurulurlar. Özellik de ekonomik ilişkiler sıklıkla uzak toplulukların işbirliğini gerektireceği için, konfederasyon kaynakların, yeteneklerin ve bilginin paylaşılmasına yönelik karşılıklı olarak uygun olacak bir çerçeve sunar.
Halk meclislerinin konfederal ağı, tüm insanlara, bilinçli bir şekilde yaşamlarını birlikte yönlendirmenin ve toplumsal özgürlük projesinin bir parçası olarak ortak hedefler takip etmenin pratik bir yolunu sunar. Dayanışma ve otonomiyi biraraya getirerek, doğrudan eylemin en yüksek biçimi olarak, siyaseti, komünal kendinden yönetim sanatını yeniden yaratabiliriz. Böyle bir dünyada, bugün bildiğimiz anlamda bir ekonomi olmayacaktır. Çalışma yaratıcı bir faaliyet haline geldiği zaman; üretim insani ve ekolojik potansiyellerin uyumlandırılması olduğu zaman; ekonomi, kolektif özbelirlenim ve henüz hayal edilmemiş toplumsal, doğal, ve etik imkanların bilinçli bir şekilde ortaya çıkarılması olduğu zaman; işte o zaman, kurtulmuş bir topluma ulaşmış olacağız, ve burada kabataslak bahsedilen fikirler yaşanan gerçeklikler ve doğrudan [yaşanılan] deneyimler olarak somut biçimler alacaklar.
Çeviri: Anarşist Bakış
İngilizce Orijinali: “Economics in a Social-Ecological Society”, Peter Staudenmaier, Harbinger (a journal of social ecology), Cilt 3, No. 1, Bahar 2003, s. 12-15.
Toplumsal Ekoloji perspektifini savunan Harbinger dergisinin 2003 tarihli sayısında yayımlanmıştır.
http://www.anarkismo.net/article/9787
http://geocities.ws/anarsistbakis/makaleler/staudenmaier-toplumsalekolojiekonomi.html#ked
BİR YUFKA GİBİ AÇILIYOR YERYÜZÜ : KÜRESELLEŞME – Rahmi G. Öğdül
Gerçeklik tüm karmaşıklığıyla sunuyor kendisini bize. Dünya ya da evren bir oturuşta sindirilmeyecek kadar çok büyük ve çok karmaşık gözüküyor gözümüze. Bu karmaşıklığı düzenli, anlamlı hale getirmek için soyutlama yetimizi kullanıyoruz, karmaşık olandan anlamlı olacak öğeleri çekip çıkarma işlemini.
Zihinsel yetilerimiz sayesinde karmaşık gerçekliği anlamlı küçük parçalara ayırıyoruz. Aldoux Huxley’in The Genius and The Goddes romanında tartıştığı gibi “işlenmemiş haliyle varoluş her zaman, birbirini izleyen başbelası bir şeydir” ve bu yüzden gerçeklik asla anlam yaratmıyor; gerçekliği işlerken kullandığımız kurmaca eylemi ile dünya anlamlı hale geliyor. Romanın kahramanlarından biri “kurmacanın birliği var, biçemi var” diyerek gerçekliğin biçemsizliğinden, düzensizliğinden yakınıyor.
Dünyanın karmaşasını anlamlı hale getirme uğraşı yeni bir şey değil, insanlığın tarihi kadar eski belki de. Dünyayı anlamlandırma işi büyük ölçüde toplumsal, sınıfsal, ırksal, cinsel ve diğer konumlara bağlı olarak değişiyor. Her toplumsal küme kendine göre anlamlandırmaya çalışıyor dünyayı. Günümüzde de bu anlamlandırma, dünyaya dair kurmacalar sunma işi tüm hızıyla devam ediyor. Gerçeğin yorumları olarak kurmacaların yarattığı karmaşayla da baş etmek zorunda kalıyoruz.
Sermayenin kurmaca gerçekliği ve kentin kıvrımları
Şimdilerde neoliberal dünya düzenini hayata geçirmek isteyen sermaye, başat kurmaca olarak küreselleşmeye ikna etmeye çalışıyor bizi. Sermaye kendi soyutlamalarıyla anlamlandırdığı dünya imgesini hayata geçirirken, yeryüzünü bir kez daha kendi imgesinde yaratmaya kalkışıyor. Başka olası anlamlandırma seçeneklerinin önünü kesmek için tüm iletişim kanallarını, askeri gücünü kullanarak, insanların düşünme yetisini dumura uğratarak yapıyor bunu. Tek gerçeklik, tek seçenek olarak kendi kurmaca gerçekliğini anlatıyor durmadan.
Sermaye doğası gereği, katı olan, durağan olan, kalıplaşmış olan şeylerden hoşlanmıyor, paranın sıvılaştırıcı etkisiyle katı olan her şeyi akışkanlaştırıyor; yersizyurtsuzlaştırılmış coğrafyalara, mekanlara, bedenlere durmadan yeni kimlikler kazandırılıyor. Bir zamanların dışlanmış mekanları bu akışın içinde yer almak için yeniden düzenleniyor. Sermayenin mekanlara, coğrafyalara, bedenlere yüklediği işlevler durmadan biçim değiştiriyor. Sermaye bir kez daha yeryüzünü fethetmeye koyuluyor.
Eski dünyadan bir alıntı yapalım: Milattan sonra ikinci yüzyılda Yunan kentlerini dolaşmaya çıkan Pausanias, tüm gezginlere bir kentin nasıl gezileceğine dair bir öneride bulunuyordu. Aslında onun önerisi daha sonra modern ve postmodern dönemlerde turistlerin izleyeceği yolu, turistin tüketici bakışını tanımlamıştır bir bakıma.
Kente yaklaşırken gezgin kutsal alanlarla mezarları ziyaret ettikten sonra kenti çeviren duvarlarla karşılaşacaktır. Bu savunma duvarlarının yapısını anlamak için burada biraz oyalanmasını ister gezginden. Ana kapılardan birinden içeri girdikten sonra yol onu kentin kalbine, agoraya götürür. Kentin merkezinde görülmeye değer şeyler vardır: Tapınaklar, stoalar, heykeller, anıtlar, tiyatrolar vb. Kentin tepesinde bulunan akropol de gözden kaçırılmamalıdır. Pausanias gezginin sıradan yurttaşların sıradan evlerinin bulunduğu daracık arka sokaklar ve kirli ara yollar labirentine girmesini istemez. Burada ilgimizi çekecek, görülmeye değer şeylerin olmadığını söyler bize.
Artık böyle bir şey mümkün değil; yoksulların, sıradan insanların yaşadığı ara sokaklar da küreselleşmenin gezginci, göçebe, fetihçi gücünden kaçamıyor. Sermayenin kartal bakışı kent merkezindeki kirli arka sokaklar labirentini, kıyıda kalmış coğrafyaları düzleştirmeye, nezihleştirmeye, görülmeye değer, paranın gücüne boyun eğen yerler haline getirmeye çalışıyor. Kentin kıvrımları, kat yerleri bir yufka gibi açılıyor.
Küreselleşme imparatorluğu ve Skoptzler
NAFTA gibi ticaret yasalarıyla paranın önündeki engelleri kaldıran sermaye bir zamanların duvarlarını paranın her halinin sızabileceği yarı-geçirgen zarlar haline getirdi. Yarı-geçirgen, çünkü ülke sınırları, tıpkı bir biyolojik hücre zarı gibi istediğini geçiren istemediğini geçirmeyen zarlar olarak işlev görüyor.
Kanada eski Tarım Bakam Eugene Whelan’ın dediği gibi “bu anlaşmaların ticaretle alakası yok. Bu anlaşmalar, bu heriflerin nerede olursa olsun istedikleri şekilde, iş (business) yapma hakkıyla alakalı”. Neoliberaller yeryüzünü, raflarını istedikleri gibi düzenleyecekleri bir hipermarket biçiminde yeniden düzenliyor.
1 Ocak 1994 önemli bir tarih. Önemli, çünkü iki olay da bu tarihte gerçekleşti: Hem küreselleşmenin resmen ilan edildiği NAFTA anlaşması, hem de küreselleşmeye karşı direniş başlatan Zapatistaların Meksika’da San Cristobal las Casas’ı işgal etmeleri aynı güne denk geliyor. Zapatistalar bu anlaşmanın Meksikalı yerli halk ve köylüler için bir ölüm hükmü olduğunu açıkladılar.
Zapatistaların erken bir tarihte teşhis ettikleri gibi küreselleşme insanları ekonomik, politik ve hukuksal açıdan erksizleştirme sürecidir aynı zamanda. Mülksüzler, paranın akışkan gücüne yapışamayan, sınır zarlarından geçemeyen insanlar bir atık olarak her türlü projenin dışına yerleştirilip bir anlamda hadım ediliyor.
Aklıma Skoptzy’ler geliyor burada. 19. yüzyılın başlarında Rusya’da yaygın bir fanatik Hıristiyan tarikatı olan Skoptzy’ler bir öte dünya cennetine ulaşmak için kendi bedenlerini hadım ediyorlardı. Kimi üst düzey Skoptzy’ler tüm Rusya’yı bir hadım imparatorluğuna dönüştürecek projelerini Çar I. Alexander’a bile sunmuşlardı. Fabrika sahibi olan Skoptzy’ler ise aynı şeyi kendi çalışanlarına yapmaya çalıştılar.
Küreselleşmenin imparatorluğu, tüm insanlığı ekonomik ve politik açıdan erksizleştirirken Skoptzlerin projesini kaldığı yerden devralıyor.
Evcilleştirilen muhalefet
Zapatistaların direnişi başlattıkları tarihten bugüne, mülksüzleri erksizleştirme projesinin büyük bir direnişle karşılaştığına tanıklık ediyoruz. İktidarın her yoğunlaştığı noktada çok farklı topluluklar, gruplar bir araya gelip iktidar yoğunlaşmalarının karşısına dikiliyorlar. İktidar kendini merkezsiz bir yapılanma üzerine kurarken, direniş de merkezsiz bir boyut kazanıyor.
Peter Kropotkin ne demişti? “Uygarlık tarihimiz boyunca, iki gelenek, iki zıt eğilim birbirleriyle karşı karşıya gelmiştir: Roma geleneği ile halkçı gelenek, Emperyal gelenek ile Federalist gelenek, otoriter gelenek ile özgürlükçü gelenek.”
Bu çatışma biçim değiştirse de günümüzde de devam ediyor. Kentlerden, topraklarından sürülmeye çalışılan mülksüzler kendi direniş geleneklerini kuruyor, ağsal bir yapılanmayla birbirine bağlanıyorlar. Tek bir dünya kurmacasına karşı, doğrudan eylem, kitle seferberliği, katılımcı demokrasi yoluyla başka dünyaların da mümkün olacağını savunuyorlar.
Ekonomik sömürüye olduğu kadar cinsel ve ırksal baskıya karşı muhalefeti, ezilen halkların kendi geleceklerini belirlemesini, emperyalizme ve savaşa karşı direnişi, sosyal-ekonomik kaynakların ortak kullanımını, sosyal ekolojiyi, enternasyonalizmi, özgürlük kültürünün oluşmasını ve küresel özgürleşme hareketlerinin inşasını destekliyorlar. Halkçı, federalist, özgürlükçü gelenek direnişini dokuyor.
Yine de bu direnişin hemen yanı başında bir tehlike bekliyor bizi. Daha önceleri de gördüğümüz gibi sistem muhalif öğeleri evcilleştirip bünyesine katmasıyla da tanınıyor. Bir arkadaşın üstünde, İngilizce “Nike’ı boykot etmeye katılın, boykot tüm ülkede yayılıyor” ibaresi yazan bir tişört gördüğümde kendisini, bu şirketin yeryüzündeki sömürü ağına karşı duyarlılık gösterdiği için kutladım. Şaşırdı önce. Çünkü tişörtünde ne yazdığı umurunda değildi. Sonra şaşırma sırası bendeydi, tişörtü Nike mağazasından almıştı, yakasının arkasına baktım, doğruydu.
Dedim ya bu yeni bir şey değil. Bir zamanların iflah olmaz punk akımın bile ana akımın modası haline geldiğini görmüştük, hanım hanımcık teyzelerin punk saçlarına çoktan alıştık.
Sistemin evcilleştiremeyeceği muhalefet tarzlarını bulmamız gerekiyor galiba.
ÜÇ EKOLOJİ – Sayı 1
Kurumlar Yelpazesi – Okulsuz Toplum (Ivan Illich)
Aşağıdaki linki tıklayarak veya sağ tıklayıp farklı kaydet ile indirebilirsiniz.
Kurumlar Yelpazesi – Okulsuz Toplum (İvan İllich)
shift + ctrl + artı ile “görünümü döndür” yapabilirsiniz.
görünüm – görünümü döndür
view – rotate view
Ivan Illich ‘modern toplumu’ sorguluyordu. Türkçe’de de yayımlanan ‘Şenlikli Toplum’ Illich’in düşüncelerini en genel olarak bir araya getirdiği kitabıdır. Illich bu kitabıyla birlikte özellikle ‘Okulsuz Toplum’, ‘Enerji ve Eşitlik’ ve ‘Medical Nemesis’ de eğitim, enerji tüketimi (özellikle hız ve motorlu taşıtlar) ve tıp kurumunu ‘radikal tekel’, ve ‘karşı üretkenlik’ kavramları çerçevesinde eleştirir. ‘Towards the History of Needs’ de kıtlık ekonomisini, daha doğrusu endüstriyel tüketim toplumunun hiçbir zaman herkes için karşılanabilir olamayacak ihtiyaçlar belirleyerek yarattığı kıtlık durumunu çözümler. Gender, erkek ve kadının modern toplum tarafından ortadan kaldırılan ‘birbirini tamamlaması’ üzerine bir kitaptır. Daha yeni kitaplarında (In the Vineyard of the Text vb.) anlamlar ve yazı üzerine eğilmiştir.
Illich’in endüstriyel toplumu kendi çizdiği ve en solunda canlı (posta sistemleri, bisiklet vb.), en sağında manipülatif ve endüstriyel (otoyollar, okullar, hastane vb.) kurumlar olan bir yelpaze ile eşleştirir. Modern toplum daha fazla kurumsallaşma ve uzmanlaşma üreterek insanları kendi kararlarını verme ve kendi yaşamları üzerinde söz sahibi olma hakkından yoksun bırakmaktadır. Ancak Illich’in belki de en özgün üretimi ‘karşı üretkenlik’ (counter-productivity) kavramıdır. Karşı üretkenlik başlangıçta yararlı olan bir uygulamanın olumsuz bir şekle dönmesi anlamında kullanılır. ‘Bir eşiğe ulaştığında kurumsallaşma karşı-üretkendir’ diye yazar. Örneğin yolculuk ile ilgili olarak kritik bir hızı aştıktan sonra hiç kimse bir başkasını yitirmeye zorlamadıkça zaman kazanamaz. Motorlu taşıtlar ulaşılabilir kıldıkları uzaklıkları toplumun çoğunluğu için aynı zamanda ulaşılamaz hale getirmişlerdir.
Sonuçta Illich manipulatif değil, canlı ve şenlikli kurumların yaratılmasını ve insanların insanlarla ve çevreleriyle otonom, yaratıcı ve özerk bir ilişki kurmaları gerektiğini savunur. (Ümit Şahin)
—
Toplumdaki bütün kurumlar iki grup içinde toplanabilir:
Bunlardan biri “kullanımcı” kurumdur. Bu tür kurumlar daha az belirgin göze az çarpan niteliktedir. Illich bunları arzulanan gelecek için model olarak seçiyor ve “canlı” kurum adı veriyor. Kurumlar yelpazesinin soluna yerleştiriyor. Böylelikle her iki uç arasında kalan kurumların varlığı görülebilir ve tarihsel kurumların toplumsal etkinlikleri desteklemekten üretimi düzenlemeye geçişle nasıl renk değiştirdikleri anlaşılabilir.
En etkili çağdaş kurumlar, yelpazesinin sağında yer almaktadırlar. Yelpazenin diğer ucunda kendiliğinden kullanıma açık oluşlarıyla hemen fark edilen “canlı” kurumlar var. Telefon bağlantıları, posta yolları, metro hatları, toplu pazar yerleri, kanalizasyon sistemi, içme suyu, parklar, kaldırımlar insanın bunu kullanılmasının kendi yararına olup olmadığına kurum tarafından inandırılmak zorunda kalmadan kullanıldığı kurumlardır. Otoyol sistemi uzun yollar için geliştirilmiş bir örgün ağ sistemidir. Bu niteliği ile sistemin, yelpazesinin sol kanadında yer alması gerekir gibi duruyor. Aslında tüm genel amaçlı yollar gerçekten kamu yararınadırlar, otoyolların ise özel kullanımı söz konusudur, bu nedenle maliyetlerin büyük kısmı kamunun sırtına yüklenir. Otoyol gibi okul da, ilk bakışta tüm kullanacak kişilere açıkmış izlenimini verir. İşin aslında okulun hizmet verdikleri, kayıtlarını sürekli yenileyenlerdir.
Illich, öğretmenlerin eğitim biçimlerini de eleştirerek, öğrencilerin öğrenmelerine destek olmak yerine öğrenmeyi daha da güçleştirdiklerini, öğrenciler üzerinde gereksiz bir otorite kurduğunu söylemektedir. Toplumun ise bu yolla köleleştirildiğini, siyasi iradenin yönlendirmesiyle yaşayan, ruhsuz bir toplum oluşturulduğu söylemektedir.
Kitabın girişinde “Okulu bir devlet kurumu olmaktan neden çıkarmalıyız?” sorusuyla kafalarda soru işaretleri uyandırıyor. İlerleyen bölümlerde savlarını açıklayarak varolan sistemin iyileştirilmesi için çözüm önerilerinde de bulunuyor.
Okul, gençleri, düş güçlerinin ve bireyin de içerildiği her şeyin ölçülebilir olduğu bir dünyanın bağımlısı haline getirir.
Okul, öğrencinin gücünün her şeye yetmeyeceği duygusuyla büyümesini, öğretmene aşağılayıcı bir bağlılık duyması gereğiyle birleştiriyor.
Illich öğrencilere bir şey öğretebilmek için, zaman ve istek sağlamak üzere zorlama ya da ödüllendirmede bulunan öğretmenleri beslemek yerine kendi kendini güdüleyen öğrenimi desteklemeliyiz.
Tüm eğitsel programları öğretmen denen huni aracılığı ile öğrencinin kafasına sokmak yerine, kişiye dünya ile yeni ilişkiler kurma olanağı sağlayabiliriz. Okul ile öğrenimi ayırt eden genel özellikleri ele alıp bir çok kişiye yanıt verebilecek dört ana eğitim kurumunu belirledi.
Eğitsel kaynaklar genellikle eğitimcinin müfredata yönelik amacına uygun olarak tanımlanır. Illich tam tersini yapmayı öneriyor, öğrenciye kendi amaçlarını belirleyip bunlara ulaşmasına yardım edecek her türlü kaynağa erişebilmesini sağlayacak dört değişik yaklaşımı tanımayı öneriyor:
1.Eğitsel amaçlara yönelik kaynak hizmetleri: Öğrenim açısından nesneler temel kaynaklardır. Bu açıdan çevrenin niteliği ve insanın çevresiyle ilişkisi kendiliğinden ne kadar öğrenebileceğini belirler. Temel öğrenim ya bilindik nesnelerin özle kullanımını ya da eğitsel amaçlarla yapılmış özel nesnelerin kolay ve güvenilir kullanımını gerektirir. İlkine örnek verecek olursak bir garajda bir makineyi söküp takmak ve işletmek konusundaki özel hakkı gösterebiliriz. İkinci için bir abaküsü, bir bilgisayarı, bir botanik bahçesini ya da üretimden alınarak tümüyle öğrencilere sunulmuş bir makineyi kullanma konusundaki genel hakkı örnek olarak verebiliriz.
2.Beceri değişimi: Bu, birtakım becerileri öğrenmek isteyen kişilerin başvurması için bunları öğretebilecek kişileri adresleriyle birlikte listeler halinde düzenleyip değişime açmak olanağı sağlayacaktır.
3.Eşleme: Bu bir kişinin öğrenmek istediği konuda aynı konuyu araştıracak bir eş bulmak üzere başvuracağı bir iletişim ağıdır.
4.Serbest eğiticilere yönelik kaynak hizmetleri: Belli konularda gönüllü eğitim verebilecek profesyonelleri, ek iş yapanları ve bağımsız girişimcileri tanıtım ve çalışma koşullarıyla gösteren bir kılavuzla bu sağlanabilir.
Eko-ideolojilere rehber
Aşağıdaki linki tıklayarak veya sağ tıklayıp farklı kaydet ile indirebilirsiniz.
Ekolojik problemlere klasik çevre korumacılık yaklaşımıyla çözüm bulunamayacağı kabul edilebilir bir gerçek haline gelmiş, sorunların geçici çözümlerle giderilemeyeceği, sorunların kökenlerine inilmesi gerektiği anlayışı giderek daha çok taraftar bulmaya başlamıştır. Aydınlanma düşüncesine yapılan eleştirilerle birlikte, insanın toplumu ve kendisini daha çok sorgulaması, ekolojik sorunlara karşı radikal ekoloji düşüncesi ve hareketlerinin gelişimine yol açmıştır. Bu hareket ve düşüncelerin hepsinin temelinde ekolojik sorunlara çözüm bulmak amacı yatar.
Radikal ekoloji düşüncesini reformist çevreci anlayıştan tamamen farklı düşünmek gerekmektedir. Modern çevrecilik anlayışı, misyonunu bir tür toplumu aydınlatma, resmi çevre politikalarım kendi anlayışı doğrultusunda etkileme olarak sınırlamakta, çevrebilim alanında bazı çalışmalar yürütmekle yetinmekte, ve devletçi bir politika sergilemektedirler. Radikal ekolojistler ise, asıl sorunu “sanayileşme ve kalkınmanın” sorgulanmasında görerek, ilerlemeci ve kalkınmacı, insanın diğer canlılar ile doğa üzerindeki tahakkümünü esas alan bir dünyaya bakış tarzını, bu tarzın “her şey insan içindir” felsefesini eleştirmektedirler (Dinçer, 1996,s.l01).
Radikal ekoloji düşüncelerini henüz belirli bir kategoriye koyarak açıklamak zor görünmektedir. Çünkü henüz yeni gelişen ve gelişmekte olan hareketlerdir. Radikal ekoloji düşüncelerinin hepsi de ekolojik sorunlara kendi perspektifi açısından çözüm bulma gayreti içerisinde bulunmaktadır. Bu düşüncelerin çoğu doğanın sahip olduğu değerleri ortaya çıkarma çabasındadırlar. Radikal ekolojistler, ekolojik bunalımların kökeninde insan merkezli inanç ve davranışların yer aldığını ve Öncelikle bu inanç ve davranışlarda bir dönüşümün ortaya konulması gerektiğine vurgu yapmaktadırlar. Yaşadığımız gezegen üzerinde yaşamımızı sürdürebilmemiz için zihniyetteki dönüşümle birlikte, kentleşme anlayışımızı, kentler ile kentlerin kurulu oldukları alanların ekolojik yapısı arasındaki ilişkiyi göz önünde bulundurmamız gerekmektedir. Ayrıca kullanılan teknolojileri ve bu teknolojilerin ürettikleri malları, doğaya ilişkin görüşlerimizi ve değer yargılarımızı tümden gözden geçirmemiz gerekmektedir.
Şenlikli Yeniden Kuruluş (Şenlikli Toplum – Ivan Illich)
Aşağıdaki linki tıklayarak veya sağ tıklayıp farklı kaydet ile indirebilirsiniz.
Şenlikli Yeniden Kuruluş (Şenlikli Toplum – Ivan Illich)
shift + ctrl + artı ile “görünümü döndür” yapabilirsiniz.
En radikal anti-endustriyalist yazarlardan biri olan Illich, daha çok kurumlara ve kurumlaşmaya yönelttiği eleştirileriyle tanınıyor. Eğitim, sağlık, politika gibi kurumların insan yaratıcılığını öldürerek kendine bağımlı kıldığını savunuyor. İlerleme ve verimlilik adına korkunç bir üretim/tüketim çılgınlığının yaşandığını, oysa sanayileşme ve büyüme kavramlarının vazgeçilmeyecek kavramlar olmadığına işaret ediyor.Şenlikli Toplum’da ise seri üretim teknolojilerinin, insanları bürokrasinin ve makinelerin aksesuarları haline nasıl getirdiğini göstererek modern sanayi toplumlarını sorguluyor. Ve kişiler arasında özerk, yaratıcı ilişkiler kurulabilmesinde araçların rolüne değiniyor. İnsanların çalışırken zevk almaları, sevinç duymaları için araçlara hükmetmeleri gerektiğini belirterek, araçların insanlara hükmetmeye başladıkları noktada büyümeye karşı çıkıyor.Daha fazla üretim ve daha fazla tüketim ilkesine dayanan çağdaş sanayi toplumunun başımıza açtığı ve nasıl bir sona varacağı açıkça kestirilmeyen sorunudur bu
Çöpe atma! Benim ona ihtiyacım var – Ayşegül Aydın
Altı yıl önce Arizona’da başlayan ve kullanılmış eşyaların karşılıksız değişimine olanak veren http://freecycle.org/ , Türkiye’de şimdilik yedi kentteki üyelerine faaliyet gösteriyor.
İçinde bulunduğumuz “tüketim çağı”nda, bir eşyanın çöpe gitmesi için eskimesi gerekmiyor. O eşyanın yeni bir modelinin piyasaya sürülmesi ya da en basitinden, modasının geçmesi yeterli olabiliyor. Peki artık kullanılamaz olarak nitelediğimiz bir nesneye, bir başkası ihtiyaç duyuyorsa? Ya da tam tersi: Bizim ihtiyacımızı bir başkasının “çöpü” karşılıyorsa? Bu iki sorunun da cevabı bir internet sitesinde buluşuyor: http://freecycle.org/
Freecycle, 2003’te Arizona’nın Tuscon eyaletinde yaşayan Deron Beal tarafından kurulmuş. Kâr amacı gütmeyen bir geri dönüşüm şirketinde çalışan Beal, insanların kullanılabilir malzemeleri sokağa atmasına dayanamıyor ve arkadaşları arasında bir değiş tokuş platformu oluşturuyor. Böylece kullanılmayan eşyalar arkadaş çevresi içinde ücretsiz el değiştiriyor. Beal’in 15- 20 kişiyle başlattığı hareket kısa zamanda güçleniyor ve 4 bini aşkın yerleşime yayılıyor. Bugün Arjantin’den Haiti’ye, Kenya’dan Nepal’e 6,5 milyon Freecycle üyesi, kullanmadığı eşyaları, karşılıksız değiş tokuş ediyor.
Hareketin Türkiye’ye gelmesi ise 2005’te gerçekleşiyor. Almanya’da yaşadığı dönemde siteden faydalanan Taner Ertuç 2005’te sitenin Türkiye’ye de gelmesini sağlıyor. İstanbul’dan başlayan “değiş tokuş” bugün Ankara, Bolu, Çanakkale, Diyarbakır, İstanbul, İzmir, Kartepe ve Sinop’u da kapsar hale geliyor. “Birinin çöpü diğerinin hazinesidir” anlayışıyla yayılmaya devam ediyor.
Siteden faydalanmak ise son derece kolay. Öncelikle açılış sayfasındaki kutuya e-posta adresinizi yazarak, gruba üye olmanız lazım. Üyelik işlemini gerçekleştirdikten sonra kullanmadığınız eşyalar için, kendi bölgenizde faaliyet gösteren “freecycle” grubuna e-posta atabiliyorsunuz. İhtiyaç sahibi de yine e-postayla size ulaşıyor. Aynı şekilde, aradığınız bir eşyayı da e-posta yoluyla gruba bildiriyorsunuz. “Az kullanılmış çekyat arıyorum” ya da “bir bebek arabasına ihtiyacım var” diyebiliyorsunuz örneğin. Kullanılmış eşyanın arzı ve talebi böylece buluşuyor. Ancak onların nasıl el değiştireceğini siz belirliyorsunuz.
Kullanıcılar için bazı kurallar söz konusu. Bunlardan en önemlisi, paylaşıma sunduğunuz eşya için asla para talep etmemek. Ayrıca gruba yollayacağınız ilk mesajın bir teklif olması, yani talep etmeden önce arz etmeniz gererekiyor. Sistemin her yaştan kullanıcıya hitap edebilmesi için “yetişkinlere özel” materyallerin, alkolün veya ilaçların değiş tokuşu yasak. Aynı şekilde uyuşturucu madde ve ateşli silah gibi yasal ya da etik sorunlara yol açabilecek şeyler de dolaşıma giremiyor. Aslında kullanıcılardan beklenen sadece iyi niyetli olmaları.
Site herkese açık. Hatta eğer sizin bölgenizde faaliyet göstermiyorsa, bunu moderatörlerle iletişime geçip kendiniz başlatabiliyorsunuz. Fakat her ihtiyaç sahibinin internete erişim olanağı bulunmaması da ayrı bir gerçek. Taner Ertunç bu noktada derneklere ve sivil toplum örgütlerine sesleniyor: “Bu yapıyı Doğu’daki okullara eşya, kitap göndermek için kullanalım. Bu tür işlerle uğraşan dernekler taleplerini bize bildirsin ve sitede yardımlar toplansın.”
Siz bunları okurken, Yeliz Hanım arkadaşı için freecycle.org’da bot arıyor. Can Bey’in ise bir yoğurt makinasına ihtiyacı var. Bulunmaz diye düşünmeyin. Fulya Hanım ikiz çocukları için playstation bulmanın sevincini paylaşırken, Sevgi Hanım da eski evindeki fırından, kuş kafesine kadar birçok eşyasının yeni sahiplerine ulaştığını müjdeliyor.
http://www.habervesaire.com/haber/1627/
http://freecycle.org/
MST, KOLLEKTİF ve KOOPERATİFLER – Bir Hareket Yaratmak (Marta Harnecker)
Son zamanlarda, artan sayıda tarım bilimci, teknisyen ve çiftçi alternatif teknolojiler arıyor çünkü Brezilya tarımının modernleşmesi sürecinde uygulanan ve çokuluslu sermayenin zapt edilemez gelişini ve kimyasal ürünlere dayalı sanayileşmiş teknolojik modelin girişini gerektiren ithâl edilmiş teknolojileri reddediyorlar: gübreler, haşere ilaçları, herbisitler; genetik ürünler: melez tohumlar, ve makinede işlenen ürünler: ekin biçiciler, güçlü traktörler, başka şeyler.
Bu yeni tekniklerin ve bunların kullanımlarının ortaya konduğu temel yollar –halen yürürlükte olan- diktatörlük ve devletçe desteklenen teknik yardım aracılığıyla uygulanan kırsal krediler sistemidir. Çiftçilere verilen teknik yardımın tarzı Kuzey-Amerikan sisteminden kopya edildi ve bu sistem altında çalışmaya başlayan ilk tarım bilimcilere Rockefeller Vakfı ve Ford Vakfı doğrudan, yoksul ülkelere yardım verdikleri bahanesi altında, ödeme yaptı. Bu teknolojilerin girişi birçok soruna yol açar: Birincisi, bunlar ülkenin gerçekliklerine uygun değildir. İklimin, toprağın özelliklerinin ve tarımsal mülkiyet örgütlenmesinin Brezilya’nınkinden tamamen farklı olduğu ABD’den ve Avrupa’dan gelirler.
İkincisi, tarımın izlemesi gereken tek yol olarak genelde kimyasal gübrelerin, haşere ilaçlarının, zehirlerin ve makinelerin kullanımını desteklemek ve köylülerimizin geleneksel uygulamalarını itibardan düşürmek için bir kampanya eşliğinde gelirler.
Üçüncüsü, araştırmayı hükümetin deneysel araştırma merkezlerinde sadece çokuluslu şirketler tarafından üretilen ürünler ve girdiler için bir teste indirgerler. Küçük çiftçilerin ihtiyaçlarını karşılamak için hiçbir araştırma yoktur. Geçmişte, Brezilya’nın tarımsal teknolojisi için araştırma buluşlarını çiftçilere sunan bir kamu kuruluşu olan Embrapa[1] tarafından gerçekleştiriliyordu. Bugün bu kuruluş iflas etti ve teknolojiler çok büyük şirketlerin kalkınma modellerini dayatmak üzere kontrol edilmektedir.[2]
Dördüncüsü, tarım için toksik kullanımına bağlıdırlar, bunlar ciddi şekilde çiftçilerin ve bu tarz tarımsal ürün tüketicilerinin sağlığını tehlikeye soktuklarından daha önce ülkelerinde yasaklanan girdilerdir. Bu yalnızca insanların ölümüne yol açmakla kalmadı, aynı zamanda doğaya, toprağın korunmasına ve bizzat iklime ciddi bir şekilde zarar verdi.
Bu durumdan ötürü, bu uzmanlar halihazırda toplumsal olarak kabul edilebilir, ekonomik olarak uygun, çevresel olarak sürdürülebilir ve kültürel olarak yeterli olacak alternatif teknolojiler hazırlıyor.
Bu teknolojiler, çiftçilerin geleneksel pratiklerinden ve bizim tarım bilimcilerin bilimsel bilgisinden gelir ve kalkınmanın yararı ve toplumun refahı içindirler ve birkaç tüzelkişiye para kazandırmak için değildir.[3] [4]
MST yerleşimlerinin alternatif teknolojiler kullanmasını ister, böylece genel olarak küçük çiftçiler için örnek olabilirler. Çeşitli bölgelerde bilgiyi mübadele etmek için yerel girişimler vardır.
Bazı Somut Ekolojik Eylemler
a) Tarımı Çeşitlendirme
MST beslenme için yeterli miktar ve kaliteyle ürün çeşitlerini garantilemeye çalışarak monokültüre son vermeye ve tarımı çeşitlendirmeye kararlıdır.
b) Toprağı koruma ve doğal ürünlerle gübreleme
Ürünleri birleştirmek, iklimimiz ve toprağımız için daha uygun olan diğerlerini kullanmaya başlamayı ve eski çeşitleri yeniden elde etmeyi ister. Ayrıca çevreye göre makinelerin akılcı bir kullanımını –gelişi güzel değil- elde ederek yerel güç kaynaklarını kullanmalıdır.
1) Ekolojik Tohumların Üretimi
Bazı MST yerleşimlerinde tohumlar, tarımsal girdiler ve tarım için ekolojik yardım altında yiyecek üretilir. Aynı zamanda geçmişte kullanılan ve her bölge için daha uygun olan, ancak melez tohum endüstrisi tarafından kızağa alınan çeşitleri yeniden elde ederler. Bu bakış açısından, São Miguel do Oeste, Santa Catarina yerleşimlerinin ve küçük çiftçilerin deneyimi önemlidir, dokuz ürün çeşidi yeniden elde edildi ve tohumlarda kendine yeterli olmaktalar. Yerleşimciler sebzeler için ekolojik ve organik tohumlar (zehirsiz ya da kimyasal gübresiz) üretiyor ve bu meyvelerin ve sebzelerin tamamen organik ve doğal üretimi için temeldir.
Bu tohumlar Yerleşik Çiftçilerin Bölgesel Kooperatifi/RS olarak adlandırılan MST kooperatiflerinden biri tarafından Bionatur ticaret ünvanı altında satılıyor. Ekoloji taraftarı bir başka eylem yerleşimler içerisinde fidelerin, yerli ağaçların, meyve ağaçlarının ve bazen, egzotik türlerin bile üretimi için fidanlıkların oluşturulmasıdır.
2) Salgınlarla Savaşmak İçin Doğal Ürünlerle Deneyimler
Genellikle bitkilere saldıran haşereler ve hastalıklarla savaşmak için doğal ürünleri de tecrübe ederler. Geleneksel toksik ürünler kullanmak yerine, calda bordalesa[5] olarak bilinen mantar öldürücü ilaç, biyolojik kontrol ve doğal böcek öldürücüleri gibi doğal uygulamaları kullanıyorlar. Yakın zamanlarda, MST toprakla ve yaşamla bağlılıklarını özetleyen ve yerleşimcilerin refahının yükselmesi ve iç örgütlenmenin birliği için bir kılavuz olan 10 âhlaki buyruğu[6] kabul etti.
Bir: Doğanın varlıklarını ve toprağı sevin ve koruyun.
İki: Doğa ve tarım hakkında devamlı olarak bilginizi geliştirin.
Üç: İnsanlar arasında açlığa son vermek için yiyecek üretin. Monokültürden ve tarımda toksik ürünlerin kullanımından sakının.
Dört: Var olan ağaçları koruyun ve yeni alanları yeniden ağaçlandırın.
Beş: Akarsu kaynaklarını, barajları ve gölleri koruyun; suyun özelleştirilmesine karşı mücadele edin.
Altı: Çiçekler, tedavi edici şifalı otlar, sebzeler, ağaçlar vb. ekerek yerleşimleri ve toplulukları güzelleştirin.
Yedi: Artık maddeyi uygun bir şekilde işleyin ve hava kirliliği ve çevreye yönelik saldırıya yol açan bütün uygulamalarla mücadele edin.
Sekiz: Dayanışma sergileyin ve herhangi bir kişi, cemaat ya da doğaya yönelik uygulanan bütün haksızlara, saldırganlıklara ve sömürüye karşı isyan edin.
Dokuz: Herkesin bir toprak parçası, ekmek, eğitim ve özgürlük sahibi olabilmesi için Latifundium’a karşı savaşın.
On: Zapt edilen toprağı asla satmayın, çünkü toprak gelecek kuşaklar için bir mirastır.
VI. Çeşitli İşbirliği Biçimleri
Daha önce gördüğümüz gibi, 1984’de kurulduğundan beri, MST tarımsal işbirliğinin en farklı biçimlerine, bilhassa hepsinin en mükemmel işbirliğine, çok önemli bir rol biçer: üretimde elbirliği Hareket tarafından “işi örgütlemenin en üstün yolu” olarak görülür. Uzun bir zaman “kırsal bölgede sosyalleşme ve yeni insanın oluşumu” için en umut veren alternatifin Tarım ve Sığır Yetiştirme Kooperatifleri (CPA) olduğuna inandılar. Ancak zorluklar kooperatif üretiminin ekonomik ve sosyal amaçlarına yansıdığında, kitleleri işbirliğine yöneltmenin en iyi yolunun hizmet kooperatiflerine öncelik vermek olduğunu anladılar. Kredi kooperatifleri sonradan doğdu.
Dokuz merkezi ve üretim, hizmetler ve pazarlama için 81 yerel ve kredi için üç kooperatif oluşturdular: Sarandi’de Crenol; São Miguel do Oeste’de Cooperados; ve Cantagalo’da CREDİTAR. 45 tane tarımsal-sanayi birimi daha vardır.
Şimdi bütün bu yıllar boyunca kooperatifteki farklı deneyimlerden öğrenilen dersleri değerlendireceğiz.
1. Üretimde İşbirliği
1) Koşullar
MST üretimde işbirliği uygulamasının zorlanamayacağını öğrendi; ilk önce yerleşimciler arasında işbirliğini kabul edilebilir ve arzulanan bir yargı haline getirecek kültürel ve maddi koşulları yaratmak gerekliydi.
Eğer bir yerleşimde bir toplantı sırasında bir kooperatif kurulması gerektiğini emretmeye kalkışırsanız, bu girişimin başarısız olacağına hiç şüphe yoktur. Nasıl çalışmak istediklerine ve oradan geliştirilecek duruma karar vermesi gereken yerleşimcilerdir. İşbirliğinin uygulaması çok esnek olmalıdır ve benimsenen biçimler hem nesnel hem de öznel koşulları hesaba katmalıdır.[7]
a) Nesnel koşullar
Nesnel koşullar arasında, ilk olarak, birleşmeye başlamak isteyen grupta ne kadar sermaye toplandığını ve kredi alma olasılıklarını; ikinci olarak, üretebilecekleri ürünün çeşidini; üçüncü olarak, çevrenin doğal koşullarını; dördüncü olarak, depo merkezleri arasındaki mesafeyi göz önünde bulundurmalısınız –örneğin, bu sütü tüketecekleri yerden uzakta bir yerleşimde bir süthane kurmazsınız.[8] Ancak bununla beraber bir başka çok önemli etmen vardır: Eğer bir köylü topluluğu halen hayvan sabanları kullanıyorsa, en mantıklı şey kullanmak istenilen teknolojinin aileyle birlikte işleyecek olmasıdır; bununla birlikte köylü eğer makineleştirilmiş çiftçilik için traktörler ve başka makineler kullanmaya karar vermişse, yaratıcı sürecin kendisi birleşme ihtiyacını gerektirmediğinden ötürü bu kolektif üretim için örnek teşkil etmeyecek olsa bile iş aletlerini kiralamak ya da satın almak için adeta temel bir mesele olacaktır. Bir topluluk, örneğin, domuzları tetkik etmek için bir tarımsal-sanayi oluşturmak istediğinde işler farklıdır; bu durumda kolektif çalışma teknik bir gereklilik olur: bir grup insan hayvan kesecektir; bir başkası derisini yüzecektir; bir başkası eti kesecektir; bir başkası sosisleri hazırlayacaktır; hatta bir başkası onları paketleyecektir vb.
b) Öznel Koşullar
Bütün öznel koşullar esnasında, önceki iş deneyimleri önemli bir rol oynar: daha önce farklı iş bölümü biçimlerinden geçmiş olan ücrete dayalı işçiler kolektif çalışma için bireysel temelde çalışmış olan küçük köylülerden daha iyi hazırlanırlar.
Ailelerin toprağın zaptı için mücadeleye katılmalarının yanı sıra politik bilinçlilikleri de önemlidir. Topraklarını mücadele yoluyla zapt edenlerin durumu toprağı bir danışman, bir politik parti, kiliseler vb. aracı yoluyla elde eden köylülerinkinden çok farklıdır.[9] [10]
2) Çeşitli Biçimler
Daha önce gördüğümüz gibi, üretimde işbirliği herkesin katılabilmesi için komşuların ortak faaliyetlerini programladıkları karşılıklı yardım[11] örneğinde olduğu gibi en basit ödemeden ya da yardım paralarının hiçbir rolünün olmadığı doğrudan mübadele hizmetleri ve tarımsal-endüstri üretimi için daha karmaşık kooperatif biçimlerine kadar çok farklı biçimler benimseyebilir.
a) Ortak Çalışma[12]
İlle de kolektif bir üretim süreci olmasa bile, bir yerleşimin işçilerinin birlikte gerçekleştirebilecekleri çeşitli faaliyetlere yakından bakalım.
1. Plantasyonları “karşılıklı yardım grupları” yardımıyla temizleyerek ortadan kaldırın.
2. Kolektif bir şekilde sahiplenilen öküzü ya da toprağı makinelerle işleyin ve ekin.
3. Şahsi arsalarda çalışmaları için makineleri, traktörleri ya da biçer döverleri herkesten satın alın.
4. Tohumları, gübreleri ve ekinleri korumak için kulübeler inşa edin.
5. Sadece bir sözleşmeyle banka borcu isteyin.
6. Ürünü en iyi fiyatlara satın.
7. En ucuz fiyatlara mal ve girdiler satın alın.
Bunlar temel yöntemlerdir. Birçok başka çeşitler vardır, bir çift öküz ya da ortak işte bir kamyon kullanmak gibi. Grup bu faaliyetlerle birlikte aynı zamanda üretken hizmetleri paylaşarak ortak çalışma yaptığında, sonuç olarak bir kolektif çalışma grubumuz olur.
Her bir yerleşim, her bir topluluk, her bir köylü yoldaşıyla birlikte değerlendirmeli ve kolektif bir tarzda rahatça ne yapılacağına karar vermelidir. Sonuçlar olumsuz olduktan sonra, uzun vadede, hiç kimse zorlanamaz.
3) Ortak Çalışmanın Avantajları
MST köylünün belli bir çalışma yöntemine katılması için baskıya razı edilmemesi gerektiğinde ısrar etse de, Hareket toprağın bu kolektif çalışma biçimlerini teşvik eder zira, bunun bireysel avantajlarının yanı sıra, “toplumu değiştirmeye başlamanın ve bir gün Brezilya tarımında sosyalizme varmanın tek yolu” olduğuna inanır.[13]
a) Ekonomik avantajlar
Ekonomik bakış açısından birçok avantaj vardır.[14] İlk olarak, kredilere ulaşmayı çabuklaştırır ve depo, ulaşım araçları vb. gibi yeni teknolojilerde daha önemli yatırımlar yapmalarına imkan tanır[15] zira bankacılık meselelerinin üstesinden gelmek için bunlar yeterlidir. Müdür 100 milyon borcu olan kişiye karşı 10 milyon borcu olandan farklı bir davranış sergiler.
İkincisi, iş daha etkili ve üretken olur: iş bölümüne olanak sağlayan daha geniş sayıda insanın toplanmasından dolayı tarımsal verimlilikte bir artış olur. Başlangıçtan beri MST kooperatiflerinin yaşamış olduğu bütün sıkıntılara rağmen, yerleştirildikleri bölgelerin hektar başına ortalamasından daha fazla üretiyor olmaları ilginçtir. “Klasik bir örnek vardır: Terk edilmiş ve tam olarak kullanılmamış latifundia bölgesi olan Bage, Rio Grande do Sul’de, yerleşimler belediye arazisinin %5’ini işgal eder ve bölgenin tarımsal üretiminin %50’sinden daha fazlasından sorumludurlar.”[16] Verimlilikteki bu artış farklı nedenlerden ötürüdür:
a) Birkaç aile birleştiğinde ve işlenmiş toprağı arttırdığında, daha yüksek bir teknolojik niteliğe sahip olan traktörler ve başka makineler gibi üretim araçları satın alabilir ve böylece daha fazla etkili olurlar: izole edilmiş bir çiftçi gerek toprağın kullanımını mazur göstermek için yeterince toprağa sahip olmadığından gerekse de hiçbir parası ve kendisini finanse edecek herhangi bir bankası olmadığı için bir traktör satın alamaz.
b) Toprak kolektif bir biçimde işlendiği için, en iyi mevsimde tohum ekebilirler.
c) Teknik yönden tohum ekimini ağır yağmurlar yüzünden toprağın parçalanmasının ve erozyonun önüne geçecek küçük oluklarda düzenleyerek, dağ alanlarını, en berbat alanları, kolektif otlaklar için olanları vb. dikkate alarak topraktan daha fazla faydalanırlar.
d) Ortak alan büyüdüğü için, piyasa için soya fasulyesi, fasulyeler, tahıl, pirinç gibi farklı mahsuller ekebilirler. Şahsi çalışma en büyük bölgede tek bir piyasa ürünü ekmek ve geri kalanı kendi kullanımları için ekme eğilimindedir.
e) Hizmet çeşitlerinin her bir kişinin kendi uzmanlığı ya da tercihine göre gruba katkı yapacağı daha iyi bir dağılımı olabilir. Şahsi arsalar örneğinde her bir çiftçi her şeyi yapmalıdır, dolayısıyla sonuçlar alt düzeydedir ve iş nitelik açısından daha düşüktür.
f) Tarım bilimcilerden teknik yardım alınmasını daha kolaylaştırır. Bu tarım bilimciler için 100 aileyi içeren 1000 hektarlık bir alandan sorumlu olmak her on hektarda 100 aileyi ziyaret etmekten daha kolaydır.
g) Kentteki ticari işlemlerde zaman tasarrufu sağlar, böylece köylü tarımsal iş için daha fazla zamana sahip olur.
Üçüncüsü, altyapılarını geliştirebilirler: elektrik, içme suyu, yollar ve hiç kimsenin tek başına yapamayacağı kulübeler inşa etmek gibi diğer gelişmelere imza atabilirler.
Dördüncüsü, daha uygun fiyatlara satın alabilir ve satabilirler. Eğer 100 çuval gübre satın alırsanız sadece 10 çuval aldığınızdan daha iyi bir fiyata alırsınız ve eğer 100 çuval buğday satarsanız 10 çuval sattığınızdan daha fazla kazanırsınız.
Beşincisi, sıkıntılı durumlara daha iyi şartlar altında karşı koyabilirler. Geçici bir salgın mahsullerine saldırdığında ya da kuraklıklar veya sel baskınları olduğunda zarar her bir çiftçiyi iflasın eşiğine getirir, fakat bu durumda sorunu herkesin arasında paylaşabilirler ve buna katlanması daha kolay olur. Ailede bir hastalık olduğunda, grup ekini işlemeye devam eder ve hiçbir kayıp olmaz.
Son olarak, çok önemli bir şey vardır: MST yerleşimleri kalkınma yaratarak, vergilerde bir artışla beraber ticareti arttırarak bölgenin ekonomisini harekete geçirme eğilimindedir.[17]
b) Sosyal Avantajlar
Ortak faaliyet sosyal bakış açısından da önemli avantajlar barındırır.
Birincisi, toplumun daha kolay örgütlenmesini sağlar.
İkincisi, sağlık, eğitim, yerleşimlerin güzelleştirilmesi, el işi vb. ile ilgili sorunların çözümüne yardımcı olur.
Üçüncüsü, eğer aileler beraber çalışmaya devam ederse, şahsi arsalar üzerindeki sosyal izolasyonu parçalarlar; insanlar bir topluluk içerisinde yaşamaya ve karşılıklı ilişkilerini geliştirmeye alışır.
Dördüncüsü, anaokullarının ve kolektif yemek salonlarının oluşturulmasıyla birlikte, kadınların kolektif çalışmaya katılması çok daha fazla kolaydır.
Beşincisi, toplulukta yaşayan çocuklar daha güvenilir bir çevrede yetiştirilir ve kolektif çalışmanın önemini pratikte öğrenmeye başlar.
Altıncısı, ailelerin eğlence ve kültürel faaliyetler geliştirmeye daha fazla zaman ayırması için kolaylıklar vardır.
Yedincisi, bir köylünün bir başkasından daha iyi yaptığı toplumsal farklılıklar yoktur. Bütün aileler eşit ilerleme kaydeder ve aynı güçlüklere birlikte karşı koyar.
Sekizincisi, grup içersinde yardım ve arkadaşlık bakımından bir tutum geliştirmek, bu suretle yavaş yavaş herkesin bireyciliğini ve dayanışma yokluğunu bertaraf etmek için koşullar yaratılır.
Dokuzuncusu, mahallerde her zaman meydana gelen kavgalar, işlerin genellikle şiddetle ve polisin varlığıyla son bulduğu bireysel arsalarda olduğu gibi değil, daha demokratik, sağlıklı bir tarzda çözülür.
c) Politik avantajlar
Politik bakış açısından, tarımsal işbirliğinin de kendine has önemli avantajları vardır: Birincisi, grup içerisinde politik tartışma için daha geniş bir müddet yaratır, toplumun nasıl işlediğini anlamayı mümkün kılar ve insanların toplumsal bilincinde bir yükseliş sağlar.
İkincisi, kadrolar oluşturabilir ve daha sonra onları örgütlenme için serbest bırakabilirler ve bu sonradan onların diğer yerleşimlere ve tarımsal çalışmayı etkilemeden toprak için başka mücadelelere yardım etmelerine imkan tanır. CONCRAB tarafından gerçekleştirilen bir çalışmada 154 aileden oluşan beş kooperatifte 18 militanı tam gün ve diğer dördünü yarım gün nasıl serbest bıraktıklarını görebilirsiniz.[18] [19] [20]
Üçüncüsü, toprağı savunmak konusunda hükümetlere, büyük toprak sahipleri ya da bankalara karşı daha güçlüdürler ve mücadelelerinde geniş bir tarımsal reform ve toplumda derin değişimler için daha fazla inançlıdırlar.
Dördüncüsü, köylüler sorunlarını kolektif bir şekilde değerlendirir ve karar alımları bu değerlendirmelerin sonucudur.
Beşincisi, bu bütün küçük köylüler için olduğu kadar toplumun diğer kesimleri için de bir örnek ve referans noktasıdır zira bu ekonomiyi, üretimi ve insanların yaşamını kapitalizminkinden farklı bir mantıkla düzenleyebilmenin mümkün olduğunu kanıtlar.
4) Üretim Kooperatiflerinin Değerlendirmesi
MST yerleşimlerinde üretimde işbirliği açısından başarılı deneyimler olduğunu yadsıyamayız, fakat bu kooperatiflerin çoğunluğunda örnek olmamıştır çünkü alternatif bir kooperatif tarzının yaratılmasında başarılı olmak kolay bir iş değildir, zira mevcut tek piyasaya – diğer şeylerin yanı sıra, altyapı ve girdiler artarken tarımsal ürünlerin fiyatlarının düşürülmesini belirleyen kapitalist piyasa- girmelidir. Fakat bu nesnel güçlüklere ilaveten, MST üretimde de hatalar yaptı. Şimdi bunlardan bazılarını inceleyelim.
a) Piyasa için Monokültür
Hareketin en önemli öz eleştirilerinden biri piyasaya monokültür sağlamak için çaba sarf etmesi oldu. Stédile bunun bir hata olduğuna inanıyor. Yerleşimler, piyasaya ya da fiyat dalgalanmalarına bu kadar fazla bağlı olmamak böylece üretim çeşitliliğini korumak için sadece piyasa için değil aynı zamanda kendi kullanımları için de üretmeliydi. Sadece soya fasulyesi ya da mısır ya da pamuk ya da yukka üretmek çok büyük bir risktir.[21]
Yerleşimler çok az ürünün üretimine bağlı olduğunda, köylüler piyasanın dalgalanmalarına karşı aşırı ölçüde savunmasız olur. Öte yandan, monokültür, özellikle Güney’de, insanları yıl boyunca belli zaman dilimleriyle işsiz bırakan bir dönem dayatır.[22]
b) Abartılmış makineleşme
Stédile göre, yerleşimlerde yapılan hatalardan biri üretim derecesine göre ayarlanmamış, abartılmış bir makineleşme uygulamasıdır. Eğer 30 hektar bir alanınız varsa, ancak 100 hektarınız varsa kâr getirecek bir traktör neden satın alırsınız?[23] Bu tarz üretim imkânlarıyla, traktöre yatırılan para onu satın almak için başlarına aldıkları borcu ödemek için hiçbir zaman yeniden bulunamayacaktır.
Alvaro de la Torre şöyle diyor: Bu büyük ölçüde, tarımsal-sanayi sürecini bir bütün olarak olmasa da, tarımsal-sanayi yapısını geliştirmeyi teşvik ettikleri 1994 ve 1996 arasında bize tahsis edilen kredi kolaylığından ötürüydü. Bir başka deyişle, üretimin ihtiyaçlarına ya da insanların kullanmak zorunda olduğu bu yeni teknolojinin öğretimine tekabül etmeyen oldukça modern teknik bir altyapıyla başladılar.[24]
Bugün, kooperatiflerin çoğunluğu borç içersindedir –daha kötüsü- insanlar devlete çok muhtaç hale gelmiştir. Geçmişte böyle bir şey doğru bulunmazdı çünkü insanlar kendi güçlerine daha fazla güvenirdi. Fernando Henrique Cardoso’nun ikinci dönemi sırasında MST’nin bütün taleplerini görmezden gelerek, onu zayıflatmak için mümkün olan her şeyi yapmaya karar verdiklerinden durum çok daha ciddidir.
Abartılmış makineleşmeye yönelik eleştirel tepkinin herhangi bir makineleşme biçimini reddetmek olmadığını, yine de, belirtmeliyiz. Hareket içerisinde hiç kimse bu tutumu benimsemez –tersine, belli bir derece makineleşme, her nerede mümkünse, köylüye işinde yardımcı olmak ve başka faaliyetler açısından işçilerin bir kısmını özgürleştirmek için gereklidir.[25]
Eğer traktörleri pirinç plantasyonlarında kullanacaklarsa, bahçede; ya da süt ineklerinde, veya yarım gün çalıştıklarından daha yüksek gelirler sağlamak için iş gücünü kullanan başka faaliyetlerde çalışmak için kendilerini daha iyi örgütlemelidirler. Hiç kimse traktörleri bırakacaklarını ve öküze geri döneceklerini söylemedi. Öküz sadece bölge bir traktör için uygun olmadığında kullanışlıdır.[26]
2. Ticaret Kooperatifleri
Hükümetin hiçbir zaman pazarlamayı dikkate alacak bir tarım politikası olmadığı için (ürünleri; üretimi nakletmek için ulaşım düzeni ve yolları gözden geçirmek) küçük çiftçinin iki çıkış yolu vardır: “Ya imalatını çok büyük tarımsal-sanayisi için ucuz ham madde olarak satar ya da onu hiçbir satın alma gücü olmayan bir nüfusa perakende satar.”[27] Bugün, tarım için ayrılan her reyal, tohumlar, gübreler ve diğer girdiler için 18 senttir; ve ürünleri gözden geçiren ve ticaret yapanlar için 70 senttir. Çiftçi sadece 12 sent temin eder.
1) COANOL DENEYİMİ
Duruma karşı koymak için 370 ailenin iştirâk ettiği Anonni Çiftliği yerleşiminin deneyiminden esinlenerek, Rio Grande do Sul’de bölgesel bir ticaret kooperatifi oluşturmaya karar verdik.
Sadece farklı yerleşimleri değil aynı zamanda bölgenin küçük çiftçilerini de birleştiren COANOL ortakların ürünlerini toplar, daha sonra bunları gözden geçirir (temizler, kurular ve onları seçer) ve kendi sanayilerine teslim eder. Dolayısıyla vicdansız komisyonculara katlanmak zorunda olan köylülerin kendisi değil, bu rolü üstlenen ve bunu çok daha uygun fiyatlarla daha profesyonel bir tarzda gerçekleştiren kooperatifti: Yüzde on beş ücret talep etmek yerine, klasik kooperatiflerin yaptığı gibi, onlar sadece hemen hemen nakil ve vergilerin ücreti olan yüzde sekiz ödenmesini ister.
Bunun yardımcı etkileri oldu. Diğer aracı kuruluşlar fiyatlarını indirmeye zorlandı. Ve şimdi kooperatif çok daha fazla ürün işlediği için, şirketlerle pazarlığa çok daha iyi hazırdır. Ticaret kooperatiflerinin karşılaştığı temel sorunlardan biri piyasa rekabetiydi, çünkü bu faaliyet içerisinde %17 olan Ticari Eşya Tedavül Vergisi’nden mesul olmamak için federal gelirden sorumlu bölge vekiline rüşvet vermek gibi rüşvetçilik ve birçok kirli dolap örneği bulunmaktadır. Veya ürünleri daha iyi bir fiyata satabilmek için ürünlerin kalitesini sınıflandıran memura rüşvet verdikten sonra memur onları gerçekte sahip olduklarından daha yüksek bir kaliteye sahiplermiş gibi sınıflandıracaktır.
MST kooperatifleri, komşularının bazılarının piyasaya kendilerininkinden aşağı kalitede ürünler getirdiğini, bununla beraber onlara daha iyi para ödendiğini görebiliyordu. Bunun açıklaması az önce anlattığımız bu rüşvetçilik sistemiydi. Aynı şey ürün satın almak zorunda olduklarında da olur.
2) Hizmet Kooperatifleri
Bölgesel ticaret kooperatifleri sonradan hizmet kooperatifleri oldu. Hem yerleşik aileler hem de belediye örgütü ya da bölgeden küçük çiftçiler üye olabilir. CPA’lar bile üye olabilir.[28] [29] Ortakların sayısında herhangi bir sınırlama yoktur, ki bu 30’dan daha fazla ortağa sahip olamayan üretim kooperatiflerinde mevzu bahis değildir.
Bu kooperatifler –söylediğimiz gibi 1995 ve 2000 arasında çok yaygın olan- ürün pazarlama sürecini, girdileri ve tüketici mallarını düzenler. Ayrıca teknik yardım ve eğitim verirler ve belediye ve mikro-bölgesel seviyelerde bir çeşit planlama yaparlar.[30] [31] Çoğu durumda tarımsal ve sığır yetiştirme ürünlerini de gözden geçirirler: kağıt hamuru makineleri, süt pastörizasyonu için mikro merkez, soğuk-depolama aletleri, pirinç hasatçıları, depolama aletleri ve başka şeyler yaparlar.
Gördüğümüz gibi, yerleşimler daha sonra yerel ya da mikro-bölgesel piyasalara katılmaya başlar. Bu kooperatifler yerleşimciler ve bölgenin birçok küçük çiftçisi için başvuru noktaları olur. Yerel ticaret, politik otoriteler ve yerel topluluklar bu deneyime büyük saygıyla bakmaya başlıyor. MST’nin bu artan prestiji kırsal işçilerin yanı sıra aynı zamanda kentteki diğer işçilerin örgütlenmesinde olumlu bir etkiye sahip olmasını mümkün kılar.[32]
Bu kooperatifler tarafından yerine getirilen hizmetler üyelerinin etkili bir şekilde çalışabilmesi ve bütün idari gereksinimleri yerine getirebilmesi için çok faydalı olmasına rağmen, bu görevleri üstlenecek eğitimli kadrolar aramak zorunda kaldılar ve bu kadrolar çoğunlukla MST kadroları oldu. İdari hizmetleri sürdürdüklerinde, evvelki politik sorumluluklarını terk etmek zorundadırlar ve bu Hareketin politik yönünü zayıflatır.
3. Kredi Kooperatifleri
1996’da, birçok üretim kooperatifi ve bölgesel hizmet kooperatifleri örgütledikten sonra, MST kredi kooperatiflerinin çoğalması üzerine bir tartışma başlattı. Yerleşimcilerin birikimlerini kullanmak ve daha önce bahsettiğimiz Tarım Reformu Kredi Programı (PROCERA) gibi, devlet kredilerini yerleşimcilere aktaracak bir birim olmak düşüncesi hakimdi.
O zamanlar Parana, Cantagalo’da oluşturulan Kredi Kooperatifi’ni (CREDİTAR) izlemeye karar verildi. Ve bir başka CRENHOR yaratmak için Rio Grande do Sul, Sarandi’de de tartışmalar başlattı.[33]
1) Sarandi’deki CRENHOR Örneği
Novo Sarandi’de olup bitenlere bakalım.[34] Daha önce söylediğimiz gibi, bir ticaret kooperatifi olan COANOL’e sahiptiler. Bu kooperatif kredileri küçük çiftçilere ve yerleşimcilere aktarmak düşüncesiyle, vekalet ettiği sermayeyi kullanarak, Banco do Brasil, Bndes[35] ve Rio Grande do Sul (Banrisul) Devlet Bankası gibi federal mali kurumlardan kredi bulmaya çalıştı. Bu bankalar parayı bir kredi kooperatifine vermek hususunda özen gösterir çünkü bankanın müşterilerine vermesi gereken bütün hizmetler kooperatif tarafından üstlenilir.
Bu kredi kooperatifinin üyeleri MST, Küçük Çiftçiler Hareketi (MPA) vb. gibi örgütlü gruplar ya da hareketler olmalıdır. Kooperatif projelerin ve sözleşmelerin kaleme alınmasını üstlenir ve bunların kaydından sorumludur. Çiftçinin artık kente gitmesi, bankada kuyrukta dikilmesi, finansmanı için vakit kaybetmesi gerekmez; kredi kooperatifi topluluğa gider ve bu tarz faaliyet için oraya bir şube koyar. Başka şeylerin yanı sıra, banka hizmetleri için yüzde on ve on bir arasında masraf yazarken, kooperatif çok düşük bir faiz, sadece yüzde yedi, ister. Öte yandan, güçlük çekenlere yardım etmek için özel bir kredi planı oluşturma olasılığını iyice düşünmüştür. Eğer banka %1,4 masraf yazarsa, kooperatif sadece yüzde bir masraf yazacaktır.
Bu kooperatif otuz dört üyeyle 1996’da başladı, ancak çok hızlı bir şekilde büyümeye başladı ve bugün dört bin altı yüzden daha fazla üyesi vardır. O yıl, Küçük Çiftçiler Hareketinin mücadelesi sayesinde, üyelerin sübvansiyonun yanı sıra özel bir kredi planı oluşturdular: Aile Tarımının Takviyesi için Ulusal Program (Pronaf), fakat hiçbir banka bunu vermeye istekli değildi. Novo Sarandi Kooperatifi bu görevi üstüne aldı. Bankalar Kooperatifin gösterdiği başarıyı fark ettiğinde, bütün dışarıda bırakılanları bir daha kazanmayı denedi.
Şimdi Kooperatif 21 belediyede vardır ve Merkez Bankası (Banco Central) tarafından yetkili kılınmadığı için daha fazla görev üstlenmemektedir. MST, hizmetlerini genişletmesi için diğer belediyelerden sürekli talep geldiğinden bu kooperatifin hareket alanını arttırması için bankanın yetkisini istedi, fakat banka bu görevi üstlenmesi için kooperatifi değil, diğer bankaları tercih etti. Bugün kooperatiften insanların topluluklarında Banco de Brasil ve diğer bankalardan personeli insanlarla konuşurken bulmak olağandır: bankalar kooperatifin çalışma tarzını benimsemek zorunda kaldı.
CRENHOR muazzam itimada sahiptir çünkü örgütlü gruplarla çalışır ve bundan dolayı, hiçbir hata oranı yoktur. Her zaman borç verdiği parayı tahsil eder. Eğer bir üye karşılık vermezse, sorumluluğu üstlenen kooperatiftir. Şahsi krediler vermez, ancak kişi grubun bir üyesiyse ve onların tam desteğine sahipse kredi verilir. Bu ayrı tutulanların dahil edilmesini daha kolaylaştırır, zira bir çiftçinin çok az kaynağı olsa bile, eğer kolektif desteğe sahipse borcu üstlenme ihtimaline göre kendisine bir kredi verilecektir –küçük bile olsa, bu her zaman değerli bir şeydir.[36] Bu bankaların kendini güvende hissetmesini sağlar, borç verdikleri bütün paranın geri geldiğini bilirler.
2) Kendi Kredi Sistemimiz Doğrultusunda mı Yol Almalıyız?
MST’nin kendine ait bir kredi sistemine sahip olması gerektiği kanısına varıldı. Elbette hareket her zaman Tazmin Odası, Banco do Brasil, Bndes ve Banrisul gibi başka mali kurumlarla anlaşmalar imzalamak zorunda kalacaktır; hizmetler, bununla beraber, oyunun kurallarını koyacak bir kooperatif içerisinde örgütlenecektir.
3) Engeller
Her zaman olduğu gibi varolan kapitalist sisteme karşı herhangi bir alternatif karşısında, egemen sınıflar pasif kalamaz ve krediler alanındaki bu halkçı adımı kabul edemezler. Son zamanlarda engeller çıkarmaya başladılar. Eğer geçmişte bir kooperatif toplumsal sermaye miktarının yirmi misli borca girebiliyorduysa, şimdi sadece sermayesinin beş misli kadar girebilir. Eğer geçmişte bin reyal ile (her elli reyal ile yirmi üye) bir kooperatif oluşturulabiliyorduysa, şimdi elli bin reyale ihtiyaç vardır. Bütün bunlara ilâveten kredi kooperatiflerinin kooperatif mülklerinin net miktarının sekiz misline sahip olması gereken bir kredi merkezine bağlanması gerektiği söyleniyor.
4) Borç ve Bürokratizm
Ancak işleri güçleştiren yalnızca bir düşman stratejisi değildir, aynı zamanda MST’nin kendi başlangıç projesinin büyümesinden kaynaklanan sorunlar vardır. Alvaro de la Torre’ye göre asıl fikir, büyüklüğü üye çiftçilerin tasarruf kapasitelerine göre olacak kredi kooperatifleri yaratmaktı. Aynı zamanda bu grupların devlet tarafından dağıtılan kredileri köylülere verebilecekleri düşünüldü. Sorun CRENHOR’un çok fazla büyümesiydi, aşağı yukarı yedi ya da sekiz şubesi vardı ve orta ölçekli bir kredi kurumu olduğundan daha önce bankalar tarafından gerçekleştirilen bütün bir muhasebe ve idari işlemler dizisini yerine getirmeliydi.
Üyelerin artık denetleyemediği çok büyük bir idari bölüm oluşturmak zorunda kaldı; yöneticinin kendisi bile çok sıkı bir kontrol uygulamadıkça güçlükler yaşadı. Örneğin, günlük faaliyetlerin bilançosunu yapmalıydı ve bu çok fazla zaman alıyordu. Üyelerin kontrolü bir temsilci aracılığıyla dolaylı bir şekilde yapılmaktaydı.
Ve CRENHOR’un faaliyetlerinde sadece üyelerin tasarrufları esas değildir, hükümet kredilerinin transfer edilmesinden de sorumludur. CRENHOR zamanında ödeyen müşteri ile ödemeyen müşteri arasında ayrım yapmaya son verir ve kredileri en çok ihtiyacı olanlara dağıtmamaya, zamanında ödeyenlere dağıtmaya eğilimlidir. Ve hepsi bu değildir: yeniden dağıtılan kredileri devletten önce karşılaması gerektiği için, borçluları adaletin ellerine vermeye zorlanmıştır. Aynı şey hizmet kooperatifi COANOL ile oldu. Fonları üyelerinin tasarruf kapasitesinin çok üstüne çıktı. De la Torre kooperatiflerin sermayesinin yalnızca üyeleri tarafından katkıda bulunulan payların toplamı olması gerektiğini düşünüyor –borçların ödemesini garanti altına alabileceği ve üyelerin kooperatiflere sahip olduğunu hissedebileceği tek yol budur. Ancak bu gerçekleşmez. Hem kredi kooperatiflerinin mirası hem de hizmet kooperatiflerininki büyük ölçüde kooperatif dışındaki kaynaklardan gelir ve bu sistemi çökertir: Kooperatifler giderek borçlanır, kooperatifleri terk eden üyeler borçlarını ödemez ve dayatılan teknolojik paket girdiler üzerine gerekli olduğundan daha fazla harcatır, böylece kârları düşer ve sorun büyür.
Kredi kooperatifi CREDİTAR’dan sorumlu Mário Schons, durumun çok daha çetin olduğunu itiraf eder zira –başka şeylerin yanı sıra- CREDİTAR, kredi kooperatifleri Merkez Bankası kurallarıyla idare edilir ve eğer banka aniden hesapları kontrol edecek olsaydı, bunu yapma hakkı olurdu. “Eğer kooperatif köylüleri desteklemeyi sürdürmek isterse, bu bir kez daha yerleşimciyi topraksız bir insan yapacaktır. Bu kapitalizmin sizi yapmaya sevk ettiği çelişkidir. Bu tarz bir soruna meydan vermemek için, kooperatifin kendisi önlemler alır: köylünün parasal durumunu değerlendirir ve köylü daha fazlasını istese bile, kendisine sadece bu kapasiteye tekabül eden miktarda para verir.” [37]
Sonunda, bu uzun yol süresince MST, mevcut yasaların geleneksel olanlardan farklı bir kooperatif oluşturmak konusunda herhangi bir çabaya girişmenin bir deli gömleğine eş değer olduğunu kanıtlayabildi. MST’nin mevcut Kooperatifler Kanununun değiştirilmesinde ve geleneksel olanlardan farklı işçi kooperatiflerinin örgütlenmesini teşvik etmek için bir yasa tasarlanmasında ısrar etmesinin nedeni budur.
NOTLAR:
[1] Empresa Brasileira de Pesquisas Agropecuárias
[2] J. P. Stédile, “Terra de todos,” Caros Amigos dergisinde röportaj, Haziran 2000, S. 32.
[3] MST, Construindo…, Yukarıda A.g.e, S. 200-201.
[4] Yukarıda A.g.e S.201
[5] Bakır sülfit ve su ile kireç karışımı.
[6] Sem Fronteira dergisinden alınmıştır, Aralık 2000, No. 285, S.21
[7] J. P. Stédile ve B. Mançano Fernandes, Brava…, op. cit., S. 117, Braz. Ed., S. 101.
[8] A.g.e.
[9] Brezilya’da belediye temsilcileri vereadores olarak adlandırılır.
[10] J. P. Stédile ve B. Mançano Fernandes, Brava…, Yukarıda A.g.e S. 118, Braz. Ed., S. 102.
[11] Brezilya Portekizcesinde: mutirão
[12] Construindo o caminho’dan alınmıştır, MST, São Paulo, 1986, S. 186-187.
[13] Yukarıda A.g.e S. 190.
[14] Yukarıda A.g.e S.191-192
[15] J. P. Stédile and Frei Sérgio, La lucha por la tierra… Yukarıda A.g.e, S. 50.
[16] Yukarıda A.g.e S.48 Bununla birlikte Stedile şunu açıkça görür “başlangıçta birçok insan iş bölümüne karşıydı çünkü iş bölümünü kapitalizmle karıştırıyorlardı.” O zamanlar bu iş bölümünün -üretici güçlerin gelişmesinin doğal bir sonucu olarak- sadece insanları sömürmek amacıyla değil fakat genel olarak yaşam şartlarını da geliştirmek için kullanılabileceğini anlamadılar. CONCRAB tarafından basılan bir broşür iş bölümü ilk incelendiğinde Taylor modeli tarafından üretilen yabancılaşmanın dikkate alınmadığını belirtir. Bakınız Conrab, A evolução da concepção de…, Yukarıda A.g.e S. 17.
[17] J. P. Stédile and Frei Sérgio, La lucha por la tierra…, Yukarıda A.g.e S. 48.
[18] Construindo…, Yukarıda A.g.e, S. 193-194.
[19] Yukarıda A.g.e, S. 192-193.
[20] Concrab, A evolução da concepção de…, Yukarıda A.g.e., S. 26.
[21] J. P. Stédile, röportaj Marta Harnecker, 22 Mayıs, 2001.
[22] Yukarıda A.g.e
[23] A.g.e
[24] Alvaro de la Torre, röportaj Marta Harnecker, Porto Alegre, 13 Mayıs 2001
[25] J. P. Stédile, röportaj Marta Harnecker, Yukarıda A.g.e.
[26] Yukarıda A.g.e
[27] Elena Ferreira, Otto Fifueiras’den alıntılandı, “Sabor de Campo,” Sem Terra dergisi, Yıl III, No. 10, Ocak-Şubat. 2000, S. 37. Yukarıda A.g.e, S. 37.
[28] Vilmar Martins Silva, Novo Sarandi Tarım Kooperatifi lideri, Rio Grande do Sul, röportaj Marta Harnecker, Eylül 1999.
[29] Concrab, 1997, S. 62-71, B. Mançano Fernandes’dan alıntılandı, A formação do MST…, Yukarıda A.g.e, S. 233.
[30] Vilmar Martins da Silva, röportaj Marta Harnecker tarafındandır, Yukarıda A.g.e.
[31] B. Mançano Fernandes, A formação do MST…, Yukarıda A.g.e, S. 233.
[32] Op. cit., Concrab, A evolução da concepção de…, Yukarıda A.g.e., s. 23.
[33] Concrab, Sistema…, Yukarıda A.g.e, S. 34.
[34] Waldemar de Oliveira, Kredi Kooperatifi Crenhor’un lideri, röportaj Marta Harnecker, Eylül 1999.
[35] Banco de Brasil yatırımları ve tarımsal üretimin işletme giderlerini finanse ederken BNDES sadece yatırımı finanse eder.
[36] Daha önceden belirtilen Waldemar de Oliveira’nın röportajda açıkladığı şey burada son bulur. Öte yandan, Norberto Martines’e göre, dağıtılan krediler uzun vadeli yatırımlar için değil, yıllık üretimle ilişkilidir –bunların kontrol edilmesi çok güç oldu.
[37] Mário Schons, röportaj Marta Harnecker, Santa Catarina, Mayıs 2001.
MST – Bir Hareket Yaratmak – BÖLÜM 5: İç Örgütlenme (Marta Harnecker)
Türkçe Çeviri : Akın Sarı
I. MST’nin Özellikleri
1. Topraksız Köylüler Hareketi
Topraksız Kır İşçileri Hareketi aile çalışmasına alışkın küçük çiftçilerin köylü hareketi olarak ortaya çıkan bir toplumsal harekettir.[1] MST 1984’de Birinci Ulusal Toplantı sırasında kurumsal olarak kurulduğunda, “köylü hareketi” yerine “kır işçileri hareketi” adını tercih etti; bu seçim teorik nedenlerden değil, sadece Brezilya köylülerinin kendilerini zikretmek için bu tabiri kullanmamasındandı, köylüler “topraksız” tabirini ekledikleri çiftçi ya da kır işçileri olarak bilinmeyi tercih eder, çünkü hareket küçük çiftçileri ya topraksız ya da kendi aileleriyle birlikte hayatta kalamadıkları düşük nitelikli topraklara sahip olanlar olarak sınıflandırır.
Topraksız Köylü Kategorileri
“Topraksız” kategorisi farklı çeşitlerde küçük çiftçileri içinde barındırır: ortakçılar ya da hissedarlar (mülk sahibi sadece toprak ve bazen tohum ve gübre bağışında bulunurken, ortakçılar aileleriyle birlikte, kendi aletleriyle ve hatta bazen kendi tohumlarıyla bir başkasının toprağında çalışırlar; ürün mülk sahibi ve ortakçılar arasında bölünür ve herkes yarısını aldığında, o zaman köylü mediero olarak adlandırılır); kiracılar (ürünün büyüklüğüne bağlı olmayan sabit bir fiyatla toprağı kiralarlar, kira nakit veya ayni ödenebilir); konakçılar (bir başkasının arsasına –çoğu zaman, devlete ait ya da sahibi bilinmeyen verimsiz toprak- yerleşirler ve mülkiyet hakkına sahip olmasalar bile toprağı sahipleri gibi işletirler[2]; kırsal günlük işçiler (maaş karşılığında emeklerini herhangi bir toprak sahibine satanlar; bunların arasında yılın belli zamanlarında ücret karşılığında çalışmaya zorlanan birçok kiracı, hissedar ve küçük mülk sahipleri bulabilirsiniz); küçük çiftlik sahipleri (üretimi ailelerini beslemek için yetersiz olan –beş hektara kadar, bölgeye bağlı olarak[3]– küçük arsa sahipleridir, bu nedenle daha fazla toprak edinmek isterler); ve son olarak, çoğunlukla kendi ailelerini oluşturduklarında köylü statülerini kaybeden ve topraksız kategorisine giren küçük çiftlik sahiplerinin evlâtları.
2. MST’nin İzlediği Amaçlar
1) Yalnızca Toprağı İşleyenlerin Toprağa Sahip Olması
MST Brezilya’da mücadele verdiği sürece, toprağa sadece onu işleyenler ve onun üzerinde yaşayanlar sahip olacaktır. MST, eğer birisi toprağa ilişkin spekülasyon yaparsa, başka insanları sömürmek için onu kullanırsa ve onu ekip biçmezse, onun toprağa sahip olmak için hiçbir hakkı olmadığını düşünür. MST çağdaş kapitalist toplumda tarım reformu gerçekleştirmenin imkânsız olduğunun bilincinde olduğu için, yeni bir toplum ve yeni bir ekonomik sistem inşa etmek için mücadele etmektedir.
3. Farklı Bir Köylü Hareketi
MST diğer klasik köylü hareketlerinden farklıdır. Birçok ayırt edici özelliği onu ayrı kılar:
1) MST Karar Alımına Bütün Aile Dahil Eder
MST hem mücadele içerisinde hem de karar alımında, bütün aileyi dahil eder; yaşlı insanlardan çocuklara kadar, yapılan her şeyde kadınların önemli bir rol oynadığı bir süreçtir –örneğin, sadece yetişkin erkeklerin katıldığı sendikaların aksine. Bu eşit ilişkiye dayalı katılım ailenin her üyesinde dikkate alındığı hissini uyandırır ve bu onun hem mücadele etme kararlılığını hem de bağlılığını güçlendirir.
Kadınlar tıpkı eşleri ve evlâtları gibi polise karşı çıkar. Onları toplumsal kaynaşmanın temel mekânlarında, okul ve ana okul gibi, çok aktif bir şekilde görebilirsiniz ve sık sık da üretime katılırlar. Yavaş yavaş, kadınlar daha önce sadece erkekler tarafından işgal edilmiş işleri üstlenmeye başlıyor. MST idari görevlerinde artan bir şekilde, verimli kesimleri ve üst kademede politik çalışmayı koordine eden, birçok kadın vardır.[4]
Fakat, genellikle köylü hareketleri ya da kent sendikalarında olanların aksine, Hareketin temel gövdesini oluşturan genç insanlardır; ve daha fazla genç insan saflarına geldikçe kendisini sürekli olarak yeniler. Genel olarak, militanlar 16 ve 30 yaşları arasındadır.
2) MST Çoğulcudur
Aynı zamanda, MST çoğulcu bir halk hareketidir, çünkü ırkı, dini ya da bağlı olduğu parti ne olursa olsun, Hareketin kurallarına riayet ettikleri sürece topraksız kır işçileriyle kaynaşır.
3) MST Sadece Köylülerden Meydana Gelmez
MST tarım reformu için mücadele etmek isteyen herkesi içine alır. Dolayısıyla hareket yalnızca topraksız köylülerden oluşmaz. Aynı zamanda şunları içinde barındırır: halihazırda toprağı bulunan, ancak toprağı üretmek için halen mücadele içerisinde olan yerleşik köylü, tarım bilimci, tarım teknisyeni, ekonomist, rahip, emekli avukat ve Brezilya’nın bütün topraksız köylülerin sorununu nihayetinde çözebilmesi için, radikal bir tarım reformuna yardımcı olacak, militanlık yapmaya istekli herkes.
Hareketin bel kemiği ve üyelerinin çoğunluğu kır işçisi olsa bile, köylü olmayan kadrolara sahip olmak –MST’nin “organik aydınları” olarak adlandırabileceğimiz- ve onların deneyiminden öğrenmek, köylülerin işbirlikçiliğe karşı mücadelelerinde harekete yardımcı oldu, böylece orta ve uzun vadede hareketin peşinden koştuğu amaçların vizyonunu genişletmek hususunda da yardımcı oldu. Hareket içerisinde bu organik aydınların niteliksel ağırlığının çok önemli olmasına rağmen, politik liderlerin büyük kısmı kır işçileridir.
4) MST Kitle Mücadelesini Destekler
MST örgütlenirken mücadeledeki deneyimleri, toplumsal zaferlerin ancak kitle mücadelesi sayesinde, halkın kitlesel katılımıyla kazanılabileceğinin anlaşılmasına yardımcı olmuştur.
João Pedro Stédile şunun üzerinde durur: “Eğer hiçbir seferberlik gücü olmayan sadece bürokratik bir örgütlenmeye sahip olmakla yetinirsek; ya da sadece kanunda kaydedilmiş oldukları için haklarımıza riayet edilmesini bekleyerek hükümete bağlanırsak, hiçbir şey elde edemeyiz. Hiçbir şey. Kanunda konulan haklar halk zaferleri için hiç mi hiç garanti değildir. Bu haklar sadece halk baskısı olduğunda dikkate alınır. […] İnsanlar ancak bir kitle mücadelesiyle savaşırlarsa zaferlerine ulaşırlar. Toplumdaki politik güçler korelasyonunu gerçekten değiştiren şey budur. Aksi takdirde, varolan sorunu çözecek olan statükonun kendisidir. Toplumsal bir sorun sadece toplumsal mücadeleyle çözümlenebilir, bu bir sınıfın bir başka sınıfa karşı mücadelesinin parçasıdır.”[5]
Ancak köylüler mücadele eder, hükümetin “ilahi” yardımını oturup beklemek ya da bir takım bürokratların yasa tasalarına inanmak yerine harekete geçmeye başlarlarsa latifundiayı boşa çıkarmak ve toprağı zapt etmek için gerekli olan güce sahip olacaktırlar.
Egemen sınıfların gücü ekonomik güçlerinde, kanun ve silahlı kuvvetlerin kullanımında yatar; halkın gücü birleşme, örgütlenme ve kendilerini seferber etme kapasitelerinde yatar. MST’nin her ne zaman gerekli olsa kitleleri seferber etmesinin nedeni budur.
Bu nedenle, MST’nin “eğer artan sayıda birçok insanı kapsayan seferberlik ve mücadelenin örgütü olarak bilinen bir toplumsal hareket olmaya son verirse asıl kimliğini kaybedeceğini” ileri sürebilirsiniz. Toprak mücadelesi doğrudan topraksız köylüler tarafından verilir, onların temsilcileri tarafından değil.[6]
5) Ulusal Seferberlikler
Tarihsel bağlamlarını, sorunlarının ardındaki nedenleri ve bir bütün olarak toplumun işleyiş tarzını dikkate almadan mücadelelerini yerel bir düzeyde örgütlemeye eğilimli olan diğer köylü hareketlerinin tersine, MST tarım reformu mücadelesinin ulusal bir kapsamı olması için ulusal seferberliğin temel olduğunu kabul eder –“burjuvazinin genel politikaları ve onun projeleriyle mücadelede” kendisini temsil edeceği tek yol budur.[7]
6) Köylülerin Bireyci Kültürüne Karşı Mücadele
Köylü hareketlerinin çoğunluğu toprak üzerinde şahsi mülkiyet için mücadele eden, köylülerin bireyci kültürüyle güçlü bir şekilde bağlantılı olan bu toplumsal sınıfın sadece acil çıkarlarını savunur ve bu elde edildiğinde, köylüler toprağı sadece kendi aileleriyle işlemek isterler. MST, bunun aksine, işbirliği ve dayanışmada amaçlanan derin değişimler aracılığıyla üyelerinin bu bireyci kültürün üstesinden gelmesinde ısrar eder.
7) Yalnızca Toplumsal Bir Hareket Değil, Aynı Zamanda Sosyo-Politik bir Hareket
Topraksız hareketi sadece sektörel çıkarlara sahip olan bir toplumsal hareketle sınırlı değildir; genel bir politik kapsamı vardır, bu bazılarının sosyo-politik hareket olarak tanımladığı şeydir. MST en başından beri korporatif aşamasında duramayacağını kavradı. Daha önceki deneyimler sayesinde, köylülere dayalı bir toplumsal hareket olmasına rağmen, eğer korporatif aşamasında durursa, tarım reformu için mücadelenin başarısızlığa yöneleceğini; ancak küresel toplumsal mücadeleye girerse ilerleyebileceğini öğrendi.
“Eğer bir aile sadece toprak için mücadele eder ve daha büyük bir örgütlenmeyle bağlarını kaybederse, toprak için mücadelenin hiçbir geleceği olmaz. Toprak için mücadeleyi tarım reformu mücadelesine […], korporatif mücadelesinin üst aşamasına dönüştürecek olan kesinlikle bu daha geniş örgütlenmedir.” Ve bu tam olarak “politik bileşenin” meydana geldiği yerdir.[8]
Bu politik bileşeni üstlenmesine ve ülkenin politik yaşamına bir hareket olarak katılmak zorunda olduğuna inanmasına rağmen, MST politik bir aracın varlığının peşinden koştuğu derin toplumsal dönüşüm için gerekli olduğunu kabul etmesine rağmen, hiçbir zaman “bir politik parti olma”[9] ihtimalinin beklentisi içersine girmemiştir.
4. MST İÇERİSİNDE SENDİKA KORPORATİFİ KISMI
Hareketin özellikleri –genellikle yalnızca sendika ya da korporatif çıkarları üzerinde yoğunlaşan- diğer köylü hareketlerininkinden farklı olmasına rağmen bu MST’nin mücadele içerisindeki taleplere yukarıdan baktığı ya da bu amaçlara ulaşmayı hedefleyen sendikaların önemini küçümsediği anlamına gelmez.
MST sadece bir köylü aileyi dahil etmek için en temel neden olan toprak mücadelesini örgütlemez; bu başarıldığında, gördüğümüz gibi, başka talepler için mücadele etmeye devam eder: üretim için krediler, yollar, kamu aydınlanması, okullar, tıbbi hizmetler, ürünleri için daha iyi fiyatlar. Bu “MST’nin birleşik bir korporatif kısmına sahip olduğunu”[10] gösterir, zira MST köylülerin özel talep ve çıkarları için de mücadele eder. Öte yandan, uzun süreli mücadele içerisinde üyeleri arasında karşılıklı güvenin kurulmasına gerçekten yardımcı olan şey hareketin daha ivedi ekonomik hedefleri başarmaktaki etkinliğidir.
1) MST ve Sendika Hareketi Arasındaki İlişki
Topraksız Kır İşçileri Hareketi ve sendika hareketi arasındaki ilişki, sonraki evrimi takip ederek, koşullara göre değişmiştir. MST hiçbir zaman sendika hareketine karşı olmadı, fakat sendika hareketinin tamamıyla tek başına sınırlı toprak parçası mücadelesini tarım reformu mücadelesine dönüştürmekteki temel sorunu çözemeyeceğini düşünür. Bu sendikaların toprak için savaşabileceği anlamına gelir, fakat bu mücadele korporatif aşamasında kalır, dolayısıyla köylüler bilinçlerini geliştiremez.
MST ayrıca sendika hareketinin korporatif mücadelesi için kendi tabanını örgütleme tarzı hakkında çok eleştireldir. Ancak Hareket bütün işçilerin birliği için var olduğu için, mücadelesini her zaman sendika hareketininkiyle koordine etmeye çalışmıştır. Bununla birlikte MST yavaş yavaş sendika yapısı içerisinde çalışmanın çok güç olduğunu idrak etti.
Frei Flávio şöyle diyor: “Hükümet sendikayı o kadar fazla kontrol etti ki bu deli gömleği içerisinde çok fazla bir şey yapamazdınız. Bu mücadele için kendi tabanımızı örgütlemek ve mücadele etmek için başka yollar keşfetmeye çalışmak zorunda kaldık, çünkü mevcut sendikalar kendi mücadelelerini doğurdu ve hükümet onları kendinden uzakta tutarak bu durumdan istifade etti: toplantı vaktini değiştirdi, dolayısıyla gün bitti ve hiçbir toplantı yapılmadı ve sendika liderleri elleri boş geri dönmek zorunda kaldı.”
“Sendika yapısının kendi tavanına ilk ve son defa vardığını gösteren şey çiftçileri gerçekten etkileyen kuraklığa karşı 1995-96 mücadelesiydi. Küçük Çiftçiler Hareketinin (MPA) kurulması, 1996’da, bu mücadeleden sonradır. Bu hareket, MST’ye öykündükten sonra, bir ya da birkaç hafta uzunluğundaki, uzun zamandır süre gelen mücadelelerle başlamıştır. Köylüler istediklerini alana kadar iki, dört ve hatta on günlüğüne seferber edildi. Bu seferberlik bir çiftçinin yavan işlerinden ötürü -başka şeylerin yanı sıra inekleri sağmak, hayvanları beslemek- bir günden daha fazla evinden ayrı kalamayacağı fikrine son verdi. Bu sorunu çözmek için hareket grup örgütlenmesini teşvik etti: On kişilik bir ailede, ikisi seferber edilecekti ve diğer sekizi evde yardım edecekti, dolayısıyla beş ya da altı gün uzakta olmak bu ikisi açısından hiç bir sorun olmayacaktı. Sendikalar bunun kadar basit bir şey hiçbir zaman düşünmedi.”[11]
MPA sendikalarda örgütlenmeye başladı. Birçok belediyede, bütün sendika üyeleri Hareketin içerisindedir; diğerlerinde, sendika harekete karşıdır, fakat her şeye rağmen herhangi bir ihtilaf yoktur. Sivil bir kurum olarak yaklaşık sekiz eyalette örgütlü, bazısında diğerlerinden daha iyi, yasal bir benliği bulunmaktadır. MPA günden güne kendisini destekleyen ve öğüt veren MST’ye sıkı bir şekilde bağlanmaktadır.
MST’nin PROCERA’yı –daha önce belirttiğimiz memnuniyet verici tarımsal kredi- mücadele yoluyla zapt ettiğinden haberdar olduğu için, MPA küçük çiftçilere sübvanse edilen bir kredi için MST yardımıyla çalışmaya başladı. En sonunda onu almalarına rağmen, hükümet her iki hareket arasında çelişkiler yaratmaya son vermedi: PROCERA’ya son verdi ve şu anda yerleşimciler küçük mülk sahiplerine geldiği gibi aynı fondan gelen borçlar için mücadele etmek zorundadır. Frei Flávio’nın söylediği gibi, “hükümet yiyeceği azalttı ve boğaz sayısını arttırdı.”[12] MPA ve MST bu ayrımcı stratejiyi parçalamak için birlikte üstesinden gelmeye çalışıyorlar.
2) Otonom Köylü Hareketi
MST kendi iç kurallarını izleyen ve kendi faaliyetlerini ilgilendirdiği kadarıyla otonom ve bağımsız bir köylü hareketidir, herhangi yabancı bir otoriteye boyun eğmez. Sendika hareketiyle iyi bir ilişki içerisinde olmasına rağmen, hiçbir şekilde onun önderliğine dayanmaz. Çok sayıda kilisenin ilerici kesimleriyle, özellikle Katolik Kilisesi Kırsal Toprak Komisyonuyla birlikte çalışır, ancak herhangi bir kilisenin hiçbir şekilde yasal yetkisi altına girmez. Ve son olarak, üyelerinin çoğunluğu ya İşçi Partisi’nin militanları ya da ona oy kullananlar olmasına rağmen, bu söz konusu politik partinin onun iç yaşamında herhangi bir nüfuzu olduğu anlamına gelmez.
João Pedro Stédile şunun üzerinde duruyor: “Biz kendi kafasını kullanan, kendi iki ayağı üzerinde yürüyen ve diğer bütün kurumlarla kardeşçe ilişkileri olan otonom bir toplumsal hareketi teşkil ederiz.[13] Ve bu bağımsızlık ancak mali bağımsızlık olduğunda elde edilebileceğinden, hareketten önce gelen görevlerden biri hareketin kendi kaynaklarını bulmaktır.[14]
II. HAREKETE YOL GÖSTEREN TEMEL İLKELER
1) Tabandaki Kır İşçilerinin Örgütlenmesi
Yalnızca güçlü ve özerk bir örgütün MST hedeflerini takip edebileceğine inandıkları için, Hareketin kurucuları topraksız kır işçilerinin temel örgütsel hücre olarak aile gruplarıyla birlikte tabanda örgütlenmesi üzerinde durdu.
2) İşçilerin Kendisi Harekete Önderlik Etmelidir
Diğer köylü hareketlerinin tarihsel deneyiminden MST, ilerlemenin ve tarım reformunu kabul ettirmenin ancak hareketin önderliği bizzat işçilere bağlı olursa mümkün olabileceğini öğrendi. Hareket açısından her yönden kendi liderlerini hazırlamak bunun için gereklidir.[15]
3) Kadınların Eşit Katılımı
MST köylü dünyasına iyice yerleşmiş maşizme karşı savaşır. Kadınlar eylem, yetki ve temsiliyetin her düzeyine katılmak için olanak ve teşvik almalıdır.[16] MPA her türlü toplumsal cinsiyet ayrımcılığının bütün hareketlerin faaliyetlerinden çıkartılması ve hareketin çalışan kadınların eşit hakları ve koşullarını engelleyen maşizme karşı bütün yönlerden savaşması gerektiğine inanır. Bunun için, yerleşimlerde ve kamplarda kendi özel sorunlarını tartışmak için kadınlar komisyonu örgütlenmelidir.
MST komisyonlarında ve başka toplulukların çeşitli aşamalarında kadınların aktif katılımı teşvik edilmelidir: belediyede, eyalette, ulusal düzeyde; sınıflarına bakmaksızın –topraksız kadın işçileri, küçük mülk sahibi kadınları, ücretli kadın işçileri vs. birleştirip- geri kalan kadın kır işçileriyle bir araya gelerek, düşüncelerinin sendika hareketi içerisinde anlatılması da teşvik edilmelidir.
Ulusal aşamada ilk önce bir Kadın Kolektifi olarak başlayan Toplumsal Cinsiyet Kolektifi bulunmaktadır. Birinci sorumlulukları topraksız kadınlar örgütü için özel politikalar düşünmek, önermek ve planlamak ve bunları Ulusal Önderliğe ve Koordinasyon Komitesine sunmaktı. Daha sonra kadınları ilgilendiren konuların sadece kadına özgü (feminen) bir mesele olmaması gerektiğini, MST’nin tamamının meselesi olması gerektiğini anladılar –bu nedenle hem kadın hem de erkeklerden meydana gelen Toplumsal Cinsiyet Kolektifini oluşturdular.
Kadınların dünyasına nüfuz eden maşist kültüre karşı mücadele başlatılmalıdır, zira kadınların büyük kısmı kendilerini sadece erkeklerin yardımcıları olarak görmektedir. Kadınlar kendi kolektif gruplarına ve bir bütün olarak topluma dönük yapacakları özel katkılara sahip olduklarını anlamaya başlamalılar.
MST ancak her iki cinsiyet için eşit şartlar var olursa, kadınlar ve erkekler arasında eşitliğin elde edileceğine inanır ve bu her iki cinsiyetin aldığı eğitimle doğrudan ilişkilidir. Bütün eğitim kurslarında, öğrencilerin yarısının kadınlar olması gerektiğine karar vermesinin nedeni budur. Ve gayet iyi bilindiği gibi, bu sorunu çözmek için bilgili bir kişi olmak yeterli değildir, bununla birlikte sorumluluklar gündelik hayatta da uygulanmalıdır; ayrıca MST kadınların aile gruplarının koordinasyonunda ve bölgesel koordinasyonlarda erkeklerle eşit bir temelde bulunması gerektiğini düşünür. Kapasitenin özel görevler için başlıca ölçüt olduğu yer sadece eyalette ve ulusal merkez bürodadır.[17] Bu aşamada kadınların önemli ağırlığının daha fazla anlamlı olmasının nedeni budur. Toplumsal Cinsiyet Kolektifi belgeleri ve yayınları kaleme almak ve Hareket içerisinde kadınların özel çalışmalarını desteklemek ve yol göstermek için danışma oturumlarını örgütlemekten sorumludur.
4) Kır İşçilerinin Sendikalara ve Politik Partilere Katılımını Özendirmek
Tarım reformunun ve toprak zaptının sadece Hareketin gücüne bağlı olmadığına inandığı için MST, kendi gücünü arttırmak için geri kalan kır sendikası işçileriyle bir araya gelmeyi özendirir. Mücadeleyi yönlendirecek ve etkili bir biçimde ifade edecek politik araçlar olmadan derin toplumsal değişimlerin hiçbir zaman olmayacağının bilincinde olduğu için MST, kır işçileri kitlesini sol politik partilere katılmaya teşvik eder.
5) Kent İşçileri ve Latin Amerika Köylüleriyle Koordine Olmak
Hareket bütün işçilerin ,bilhassa çok daha fazla sayıda olan kent işçileri, toprak ve tarım reformu mücadelesiyle ilgilendiklerini anlamaktadır. Bu nedenle, gerekli derin toplumsal değişimleri ortaya çıkarmak için zorunlu olan güçler korelasyonunu oluşturmak için, Merkezi İşçi Sendikası’nın (CUT)[18] da desteğini katarak, işçilerle farklı biçimlerde koordine olmalıdır.
Brezilyalı işçilerin katlandığı sorunların çoğunun ülkenin ekonomik durumu yüzünden değil de, kapitalist dünya sisteminin ve Birleşik Devletlerin Latin Amerika’ya karşı özel politikalarının sonucu olduğunu bilir. Dolayısıyla MST güçlü bir düşmanla daha iyi koşullarda karşılaşmak için kıtanın bütün ilerici güçleriyle birlikte, özellikle köylüler, koordine olmanın gerekli olduğuna inanır.
III. ÖRGÜTSEL İLKELER
MST en başından beri, çoğu daha önce kendi örgütlerinde birçok hatalar yaptığı için kendilerini yok etmiş diğer toplumsal hareketlerin yaptığı hatalardan sakınmak ve mücadelenin kendi güçlüklerine göğüs germek yönünde örgütün hazırlığını geliştirmek için bir dizi örgütsel ilke ve kuralı yerine getirmeye çabaladı. Bu hatalardan sadece birazını zikretmek gerekirse: kültleştirilmiş [personalized], karizmatik ve hatta dini önderlik; çok merkezileştirilmiş yapılar; kadrolar için herhangi bir eğitimin olmaması; zapt edilen alanların yetersiz örgütlenmesi.
1) Kolektif Önderlik
Ulusal önderlikten başlayarak, bütün MST aşamaları üniversiteli bir lidere sahiptir ve kolektif önderlik ekiplerinin bütün üyeleri “aynı haklara ve yetkiye” sahiptir; her şey çoğunluk oyuyla kararlaştırılır.[19]
João Pedro Stédile’e göre, bir köylü hareketinin yöneticisi veya genel sekreterinin sadece iki ihtimali vardır: “ya öldürülür ya da harekete ihanet eder […] Her yönetici, en reformist olanı bile, kişisel kibir yoluyla ya da sınıfına ihanet ettiği için kolayca kafalanabilir. Tarih […] daha önce sendika ve halk örgütleri tarafından girişilmiş olan, belediye başkanı ya da vekil olarak memuriyeti kabul etmiş lider örnekleriyle doludur. Bazısı bu işleri sınıf mücadelesini ilerletmek için yaptı, fakat diğerleri sadece kendi şahsi faydası için oradadır.”[20] Hareketin asıl önderliğinin kültleştirilmemesinin, daha doğrusu kolektif bir önderlikte ısrar etmenin önemi burada yatar.
2) Görevlerin Bölüşümü
MST görevleri ve işleri her ne örgütsel düzeyde olursa olsun bütün üyeler arasında dağıtmaya çalışır, böylece herkes belli bir role sahip olur ve kendini önemli hissedebilir. Bu suretle sık sık bireysel sapmalara yol açan yetkinin merkezileşmesinin önüne geçilerek herkesin katılımı arttırılır. Görevler her bireyin doğal tercihlerine göre verilir, böylece herkes en rahat hissedeceği şeyi yapabilir.
Hareket bir militana sorulması gereken ilk sorunun şu olduğunu öğrendi: “MST’de ne yapmak istersin? Burada bir takım farklı beceri ve kapasiteler bulunabilir. Bundan sonra örgüt büyür, çünkü üyeler MST’de kendilerini iyi hissederler; yaptıkları şeyle mutludurlar. Öğretmenlerden bir kooperatifi örgütleme ya da bir latifundiumu işgal etmesini istemenin neden olacağı özveriyi hayal edebiliyor musunuz? Hiç şüphesiz, kişisel özelliklerinden ötürü bu konuda iyi hissetmeyeceklerdir. Yapmaktan hoşlandıkları şey öğretmek ya da araştırma yapmaktır, dolayısıyla MST’ye katkılarını sunabilecekleri alan budur. Bu sadece örgüt içersinde gerçek bir görev dağılımını olduğunda mümkündür, çünkü görev dağılımı bir kişi ya da bir grup insanda merkezileştirildiğinde, bu çeşitlilik imkânsızdır, bu mücadeleye katkıda bulunmak isteyen herkese alanlar açmaz. Orada daha önce emekli olmuş insanlar vardır, bununla birlikte MST’de militanlık yapmak istedikleri için bizi bulmaya çalışırlar. Bu harikadır! Bu sadece insanların Hareket içerisinde yapıyor olacakları çalışmadan dolayı değil, fakat aynı zamanda bizim örgütümüze güvendiklerini gösterdiği için, ve her şeyden önemlisi, örgüte ilham veren ideallere inandıkları için harikadır.”[21]
3) Disiplin
MST iç disiplinin kolektif kararlara saygıdan daha fazla bir şey olmadığını düşünür. Bu disiplini gerek önemli gerekse küçük meselelerde, her zaman vaktinde bulunmak gibi, görebilirsiniz.[22]
“İnsanların bütün kademelerde alınan kararlara saygı duyması için eğer en azından biraz disiplin yoksa, bir örgüt inşa edemezsiniz. Bu ne militarizmdir ne de otoriterliktir; bu sadece demokrasinin kurallarından biridir.” Bütün grubun davranışını kontrol etmek için kurallar ya da düzenlemeler olmaksızın bir demokrasi olmaz. “Disiplin oyunun kurallarını kabullenmeyi içerir. Biz bunu futboldan ve dünyadaki en eski kurumlardan biri olan Katolik Kilisesi’nde öğrendik. […] Eğer birisi kendi özgür iradesiyle örgüte katılmışsa, kuralları tanımlamaya ve onlara saygı göstermeye, kolektif saygı, yardımcı olmalıdır. Aksi takdirse, örgüt büyümeyecektir.”[23]
Ve oyunun kurallarından biri de mümkün olan bütün düzeylerde geniş bir demokratik tartışma anlamına gelen demokratik merkeziyetçiliktir, fakat oy kullanmadan sonra, azınlık çoğunluğa uymalıdır.
Hareket, bununla birlikte, başa baş çoğunluğun azınlıkta kalanlara kendi arzunu dayatmasına engel olur. Eğer geniş yığınlar ikna olmamışsa, küçük bir çoğunluk tarafından benimsenen bir şeyi dayatmak faydasızdır; insanların gelişmesini ve söz konusu ölçme düzeninin doğru olduğuna ikna olmasını beklemek daha iyidir. Geleneksel olarak, Hareket sadece tabanda yaygınlık kazanmış düşünceleri uygulamaya koyar. Bu sol hareketleri ve partileri etkileyen korkunç iç bölünmelerin önüne geçer ve önemli hataları önler.
Dolayısıyla, “Hareket içerisinde kararlar alındığında, bunlar genellikle oy birliğiyle yapılmıştır. Bu iç düzenlemelerde yazılı değildir, fakat [yavaş yavaş] oy hemen hemen eşit bir şekilde bölündüğünde ısrar etmenin faydasız olduğu anlaşılmıştır. Karar olgunluk kazanmalıdır. Eğer fikir küçük bir oy farkıyla kazanılırsa, ya zamanlamanın doğru olmadığı açıklık kazanır ya da yinelenmiş güçle geri döner […] Geleneksel olarak, Hareket sadece yaygınlık kazanmış düşünceleri uygulamaya koyar, böylece çok büyük yanlışlar yapmaktan kaçınır.”[24] Bunun pratiğe geçirilmediği yerde, iç sorunlar olur ve tarım reformu mücadelesi zayıflar.
4) İnceleme
Hareket kendi faaliyetleriyle ilgili olan her şeyi iyice incelemeleri için üyelerini teşvik eder. “Bilmeyen insan, tıpkı görmeyen insan gibidir. Ve eğer bilmiyorsanız, yol gösteremezsiniz.”[25] Hareket eğer çalışmazsa çok fazla ileri gidemeyecektir. İnceleme gönüllülüğe karşı mücadelede yardımcı olur. Topa vurmak yeterli değildir. “Bir futbol oyuncusu çok çok iyi olabilir, fakat her gün, taktik idmanından sonra, penaltı vuruşlarını da çalışmalıdır, aksi takdirde gol atamayacaktır. Aynısı toplumsal mücadelede olur: çalışmak zorundasınızdır […].”[26]
5) Kadroları Eğitmek
Günümüzde, çok az toplumsal hareket ve politik parti kadroları eğitmenin önemli olduğunu düşünürken, MST bu faaliyete çok büyük değer verir ve kendisinin temel direklerinden biri olduğuna inanır, çünkü “kendi kadrolarını eğitmeyen toplumsal örgütlenmenin herhangi bir geleceği olmaz.” Örgütün dışında hiç kimse gerekli kadroları, gereken özel bilgiyle eğitmeyecektir: teknik, politik, örgüt için kadrolar ve her türlü faaliyetten profesyoneller.[27]
Mário Luis Lill konuyu şu şekilde ifade ediyor: “Kadrolar, gerek içinde yaşadıkları gerekse de rol aldıkları gerçekliği yorumlayabilmek için bilimsel bilgiyi edinmelidir –ve bu bilimsel bilgiden hareket ederek, gerçekliği dönüştürebilmelidirler. Dolayısıyla edindikleri bu bilgi insan yaşamının mümkün olduğunca çok yönünü kapsamalıdır.”[28] MST ulusal lideri Mario Lill şöyle devam ediyor: “Kadrolar hem ekonomi ve hem de insan ilişkileri ya da toplumsal politikalardan anlamalıdır. Geniş bir eğitim almalıdırlar; kültür, din hakkında bilgi sahibi olmalıdırlar. İnsanların zihinsel durumunu nasıl yorumlayacaklarını, onlarla çalışmayı, hepimizin istediği yeni toplumu inşa etmeyi bilmelidirler.”[29]
Okul eğitiminin temel amaçlarından biri “örgüt içerisinde ideolojik ve politik birliği garantilemek ve geliştirmektir.”[30] Öte yandan, bu geliştirici süreçler “halkın davasına sevgi, yoldaşlık, disiplin, dürüstlük, sorumluluk, eleştiri ve öz-eleştiri, kendini adama, dayanışma, alçak gönüllük ve davaya ve örgüte bağlılık gibi değerlere dayalı” militanların devrimci etik duruşuna yardımcı olmalıdır.[31]
Bu sadece seminerler ve kurslar sırasında değil, fakat aynı zamanda liderlerin günlük pratiklerinde, toplantılar ve mitingler, seferberlikler ve işgaller sırasında meydana gelir. Fakat Hareket kadrolarını nasıl geliştirir? Bu gelişimin muhtevası nereden kaynaklanır?
a) Brezilya’nın toprak mücadelesinden öğrenmek
MST “halk mücadeleleri tarihsel sürecinin” bir parçası olduğunu düşünür ve bu yüzden daha önceki aktivistlerden öğrenmesi gerektiğini yeterince idrak etmek için mütevazı olması gerekir. “Büyüklüklerini kendilerinden önce gelenlerden öğrendikleri için elde ettiler ve diğer savaşçılardan miras alınan geçmişle bağdaşıktılar.”[32]
Stédile şuna hayret eder: “bize beş yüz yıllık mücadelenin şehitleri tarafından miras bırakılan veraseti önemsememek nasıl kabul edilebilir? Yeni hiçbir şey icat etmedik. […] Bizden önce gelenler bazı hatalar ve bazı iyi işler yaptılar. Aynı hataları yapmamak ve yaptıkları iyi işleri tekrarlamak için bunlardan öğrenmeliyiz.”[33]
Bu nedenden ötürü, Hareket Brezilya köylü mücadelesinin tarihsel olarak yeniden ele alınması gerektiğini vurgular, çünkü bu köylü katılımının geçici niteliği ve sınırlılıkları hakkında kesin bir kanı sağlar. “Ne ateş ne de tekerlek icat ettik. Biz daha iyi bir dünya kurmak için halihazırda icat edileni kullanmak istiyoruz.”[34]
b) Geniş aynı zamanda dogmatik olmayan teorik şekillenme
MST kadrolarına, geniş ve dogmatik olmayan bir teorik şekillenme sağlar. Fakat bu “beslenmek için seçtiği kaynaklar […] hususunda her zaman çok dogmatik olan”[35] geleneksel solun gelişiminden bir başka farklılıktır.
“Kadro kapalı ya da sekter olmayan, çok geniş bir vizyona sahip olmalıdır; böylece Hareket bütün muhtemel kaynaklardan beslenir ve her olumlu düşünceyi kendisine katarak bütün ideolojik akımlardan öğrenir.”[36]
Hareketin liderlerinden birine göre, Özgürlük Teolojisi bu açık fikirliliğe büyük bir katkıda bulundu. Aslında, bu Teoloji “Hıristiyanlığı Marksizm ve Latin Amerikancılık ile karıştıran farklı düşünce akımlarının bir çeşit sembiyozudur[1].” MST’ye bütün gerçeklere açık olma ilhamını veren şey budur.
Stédile şunu vurguluyor: “[…] Özgürlük Teolojisi’nden beslenenler –CPT, Katolikler, Lutherciler- bize insanlara hitap eden bütün doktrinlere karşı açık fikirlilik göstermeyi öğretti. Bu dünya vizyonu bize yardım edebilecekleri bulmamız için gereken açık fikirlilik tutumunu sağladı.”[37]
Diğer yandan, tarım reformu mücadelesinin somut pratiği MST’ye “başka insanların deneyimlerinin taklit edilemeyeceğini öğretti, çünkü her mekân, her yerel gerçeklik biriken bilgiden gelişen yeni unsurlarla meydana gelir.”[38]
c) Daha eğil kadroların çoğunluğu tarafından kabul edilen oluşum
Hareketin, sol politik partilerde değil de Katolik Kilisesi’nin seminerlerinde, ilerici bir eğitim almış daha istekli kadrolarının bazılarını unutmamalıyız. Çoğu defa, bir köylü çocuğun ilkokulun ötesinde çalışabilmesi için tek yol rahiplikti.
d) İncil
İncil başlangıçta –ve birçok yerde halen vardır- “bir din olarak değil, ama değerler, kültür ve mistiğin düşünülme tarzı üzerinde etkisi olan bir doktrin olarak çok fazla etkiliydi.”[39]
e) Marksist klâsiklerin etkisi
MST en çeşitli düşünce akımlarına açık olmasına rağmen, toplumsal dönüşümden yana mücadelesi için “felsefi ve bilimsel rehber Marksizm”dir.[40] Marx, Engels, Lenin, Rosa Luxemburg, Mao Tse Tung okurlar ve MST bu yazarlardan işe yarar olanı alır ve işe yaramayanı atar. Hiçbir klasik düşünüre dogmatik bir şekilde yapışıp kalmamıştır.
f) Brezilyalı ve Latin Amerikalı klâsiklerin etkisi
Bununla birlikte MST’deki daha eğil kadrolar sadece Marksist klâsikleri değil, fakat aynı zamanda kendi ülkelerinin[41] ve Latin Amerika’nın[42] yanı sıra politik dünya liderlerinin[43] ve diğer çağdaş yazarların[44] klâsiklerini de incelemiştir.
g) Ulusal hadiseleri kullanmak
MST “militanlarının akademisyenlerle, uzmanlarla ve üst düzey profesörlerle buluşmasını sağlamak için[45] kendi ulusal meselelerini kullanır. Genellikle bunlar üniversite profesörleri, ünlü şahsiyetler ya da ulusal politikacılardır. Bu toplantılar sayesinde, militanlar MST ve ülkedeki politik evrenin önemli tartışmalarından haberdar olur.”
h) Politik ve toplumsal liderlerden ve onların sözlü hitaplarından öğrenmek
MST’nin kullandığı bir başka ilginç yöntem ülkedeki solun organize ettiği, (São Paulo Formu; Dünya Sosyal Formu; İP ve CUT kongreleri ve diğerleri) farklı ülkelerden birçok önemli politik lideri toplayan, uluslararası olaylarda kadrolarını yetiştirmesidir. MST onları temel kadrolarıyla konuşmak üzere davet eder. Sadece kendi kanılarını destekleyen ya da bunları etraflıca inceleyenleri dinleyen geleneksel sol tutumun aksine farklı ideolojik ve politik duruşlardan şahsiyetleri davet etmeleri önemli bir yönüdür.
i) İnsanların yetiştirilmesinde kullanılan yöntem
Gelişim insanların kendilerinin uygulamaya koyduklarından ortaya çıkar. Daha sonra bu pratikle ilişkili bir teorik değerlendirme olur– sürece dahil olan insanların vardığı sonuçlarla birlikte yön değiştirirler ve şu anda dönüştürülmüş olan aynı pratiği düzeltirler. Pratik-teori-pratik arasında sürekli bir sarkaç vardır.[46]
6) Tabanla İlişki
Bununla beraber MST’nin izlediği bir başka ilke vardır: taban ve lider arasında güçlü bir ilişki. “Lider ne kadar önemli olursa olsun, ne okumuş olursa olsun, ne kadar aktif ve kavgacı olursa olsun, eğer ayakları yere basmıyorsa, eğer toplumsal tabanla bağlarını geliştirmiyorsa, çok fazla ileri gidemeyecektir.”[47]
Epeyce zaman önce MST bir yerleşimde yaşayacak belli bir oranda lidere ihtiyaç duydu –Ulusal Önderlikten bile-, ancak sonradan bunun ille de liderin sosyal tabanla bağı bulunması anlamına gelmediğini anladı.
Vilson Santin bir yerleşimde yaşayan MST’nin ulusal liderlerinden biridir; bunun çok zenginleştirici bir deneyim olduğunu düşünür fakat bu aynı zamanda çok büyük bir güçlüğü temsil eder. Onun görüşüne göre, “çok büyük bir çaba sarf edilmeli ve tek düzeliğe düşülmemeli ve çevreden etkilenmenin önüne geçilmelidir.” Liderin “sorunları kişisel olarak hissetmesi, bu şeylerle göğüs germelidir, bundan dolayı önerilerinin gerçekten açık sözlü olması” işin olumlu kısmıdır.
MST ayrıca kendine ait dinleme ve danışma mekanizmalarını yaratmalıdır, halkın gücünden ve kararlılığından “beslenmelidir” –hatalardan kaçınmanın en iyi yolu budur. “Kitlelere yabancılaşmış bir lider sudan çıkmış bir balığa benzer.”[48]
7) Planlama
MST’nin bir başka özelliği sadece Latin Amerika’daki en disiplinli hareketlerden birisi olmasında değil, aynı zamanda en etkili çalışanlardan biri olmasında yatar. Bu her zaman hataları ve ayrılıkları düzeltmek ve gelecek faaliyetlerde bunların üstesinden gelebilmek için sonuçları zihinde tarttıktan sonra, ileriye dönük ve ayrıntılı faaliyetler planlayarak mümkündür.
8) Eleştiri ve Öz-eleştiri
Eleştiri ve öz-eleştiri önceki ilkeyle çok bağlantılıdır, çünkü bu gelecekteki hadiselerin hatalarını düzeltmeye çalışırken onların çalışmasını alçak gönüllü bir şekilde değerlendirmek için, Hareket ve onun farklı aşamaları, bireysel olarak üyeleri açısından çok önemlidir.
9) Profesyonellik
Son olarak, profesyonellik Hareketin hedeflerinden birini yerine getirmeyi mümkün olduğunca sevgi ve tam bağlılıkla profesyonel ve ciddi bir şekilde o faaliyetin gerçek “uzmanları” olarak yapmayı kabul eden herkes açısından önemlidir.
- IV. ÖRGÜTSEL YAPI
MST katı ve değiştirilemez örgütsel yapıdan sakınmak için çok dikkatli oldu, bu nedenle yapıyı Hareketin ihtiyaçlarına, zamanlamasına ve gelişimine göre adapte etti, değiştirdi ve dönüştürdü. Şimdi bugünkü mevcut yapısını tanımlayacağız ve gerektiğinde, özel bir örnek içerisinde dönüşümleri açıklayan bir not olacaktır.
- 1. AİLE GRUPLARI: TEMEL ÖRGÜTSEL HÜCRE
1) Aile Grupları
Daha önce kamplar üzerine olan bölümde incelediğimiz gibi, MST temel yapısı bütün kamplarda işleyen aile gruplarıdır. Sürekli bir mücadelede olduğumuzdan ve gelecek adımlar gün be gün tartışıldığından, bütün aileler ilişki grupları tarafından örgütlenmiştir ve hep birlikte alınacak kararları değerlendirirler. Hareket aile gruplarının çalışmalarına yerleşimlerde devam etmesini ister, ancak daha önce tartışılan nedenlerden ötürü, bu şu ana kadar sadece pek azında mümkün olmuştur. Bu aile grupları Hareketin toplumsal tabanıdır.
2) Çalışma ve Militan Komisyonları
Kendi bölümlerinde gördüğümüz gibi, hem kamplarda hem de yerleşimlerde farklı faaliyetler için komisyonlar bulunur: sağlık, müzakere, okul, güvenlik, çalışma vb. Söz konusu özel faaliyeti geliştirmekle alâkadar olan her aile grubundan bir ya da daha fazla temsilciden meydana gelirler. Genellikle, bunlar Harekete kendilerini adamaya diğerlerinden daha istekli olan insanlardır. Örneğin, eğer sağlık faaliyetleri günde bir saat gerektiriyorsa, bu insanlar görevi üzerlerine alırlar fakat zamanlarını sınırsız bir şekilde adarlar. MST’nin ülkenin diğer kısımlarında ihtiyaç duyduğu herhangi bir görev için de uygundurlar.[49] Bu insanlar Hareketin militanları olarak düşünülür.
Şu anda, bazı liderler bir aile grubunun her bir üyesi için en iyi şeyin özel bir sorumluluk almak, önce kendi gruplarına hesap vermek olduğunu düşünüyor, çünkü bunu ciddi bir şekilde üstlenmek zorunda kalacaklardır, bütün bunlar kendi öz-saygılarını arttıracak ve politik gelişimleri ve bilinçliliklerine katkıda bulunacaktır.[50]
Kampın ya da yerleşimin her bir komisyonundan bir temsilci o kesimin bölgesel, eyalet ve ulusal komisyon üyesi olur. Üyeleri beş ve on beş arasında olur ve bu özel faaliyetin sürekli bir komisyonu olarak çalışırlar.[51]
3) Militan Çekirdek Yaratma Çabası
1990’da, aile grupları örgütü henüz sağlamlaştırılmamışken, Hareket militan çekirdekler yaratmaya girişti –MST’ye en yakın insanları gruplara ayırmayı mümkün kılacak bir yapı- ancak deneme olumlu olmadı. Fikir kötü değildi, fakat anlaşılan zamanlama doğru değildi. Ve MST’nin toplumsal tabanı iyi bir şekilde sağlamlaştırılmadığı için, bu militanlar izole edildi ve tabanla bağlantıyı kaybetti. Vilson Santin’e göre, “o zamanlar, önemli olan bütün aileleri örgütleyecek bir önerinin, ve Hareketin taban örgütleriyle birlikte, her zaman kendilerine yakın, çalışan militanların olmasıydı.”[52]
Aslında, militanlar her MST grubunda bulunan komisyonlarla örgütlenen faaliyetlere zaten katılmıştı: Militanlar eğer Kitle Komisyonlarına bağlıysalar yeni işgaller hazırladı veya kampı örgütledi; eğer Eğitim Komisyonuna bağlıysalar, öğretim yöntemlerini analiz ederek dersler hazırladılar; eğer İletişim ve Propaganda Komisyonu’nda iseler basın bültenleri ve diğer resmi tebliğleri kaleme aldılar; ve diğer bütün komisyonlar böyle devam eder[53] ve aile grup toplantılarına ve militan çekirdeklerine zaman ayırmak çok zor oldu.
4) Militanların Tutarlı Olması için Yeni Yöntem
Şu anda, daha önce belirttiğimiz ve -kitle iletişim medyasındaki olumsuz kampanya dahil- Cardoso hükümeti tarafından benimsenen önlemlerin bir sonucu olarak MST’nin kendini içinde bulduğu kritik durumdan ötürü, Hareket bir kez daha militanlarının bu duruma daha iyi karşılık verebilmesi için onları örgütleme imkânının üzerine eğiliyor.
Bugün, MST’nin bir numaralı görevi toplumsal tabanının ideolojik eğitimini yükseltmektir, böylece harekete yönelik ekonomik ve ideolojik savaşa direnebileceklerdir. Topraksız köylüler her zaman sonuçları hemen belli olmayacak uzun bir mücadeleye hazır olmalıdır. Dolayısıyla aile gruplarıyla çalışmayı öğrenmesi gereken militanlarının dikkatini –geçmişte örnek olduğu gibi- sadece kamplarda veya yerleşimlerde ortaya çıkan pratik sorunlara yoğunlaştırmamalı, fakat aynı zamanda kitle iletişim medyasındaki bu kampanya tarafından yanıltılmalarının önüne geçmek için yeterli savlar kullanarak, ülkede ne olup bittiğini anlamaları için ihtiyaç duydukları bilgiyi bu köylü gruplarına verecek militanlarına nitelik kazandırmalıdır.
Militanlarla çalışmak için yeni bir yöntem uygulamaya koyuyorlar. Bu yöntem her eyaletten iki temsilciyle elli kişiden meydana gelen Ulusal Gelişme Komisyonu’nun yaratılmasını içerir; bu insanlar belgeleri hazırlamak, farklı konular vb. tartışmak için her iki ayda bir toplanırlar. Her eyaletin militan çekirdeklerinin gelişimini izlemek için yirmi ile otuz civarında koordinatörü vardır, böylece her gözlemci yerleşimin büyüklüğüne, mesafesine vb. bağlı olarak, yirmi ile elli militandan oluşan bir çekirdeği koordine edebilir. Bu çekirdek politik tartışma için her on beş günde bir gazeteleri, yerel sorunları ve gelecek eylemleri değerlendirmek ve tartışmak için toplanmalıdır. MST’nin halihazırda ülke çapında dört yüz yetmiş gözlemcisi vardır ve 2001 yılının sonuna gelmeden önce yirmi bin civarında militanı örgütlemeyi umuyor.[54]
Bu çekirdeğin koordinatörleri ayrıca kurslar, seminerler ve bunlarla ilişkili olaylar düzenledi.[55] Hareket için çalışmak isteyen fakat ya gerçekten nasıl yapacağını bilmeyen ya da gerekli vasıflara sahip olmayan MST’nin bu yeni üyeleri için Militan Yetiştirme Okul ya da Kursları oluşturuldu.[56]
- 2. TEMSİLCİ VE MÜZAKERECİ AŞAMALAR
1) Ulusal Düzey
a) Ulusal Kongre
Ulusal kongre temel MST aşamasıdır. Her beş yılda bir Hareketin örgütlendiği bütün eyaletlerden militanları bir araya getirir. Bu militanlar daha önceden, ulusal düzeyde belirlenen belli bir rakama göre yerleşmiş ya da kamp kurmuş ailelerin miktarını hesaba katan eyalet toplantısında seçilmiştir. Delegelerin toplam sayısı her defasında toplantı ya da Kongreye göre mümkün olduğunca çok delege toplamaya çalışarak tayin edilir. Genel olarak, MST kongrelerine beş binden daha fazla delege katılır. Sonuncusunda, 11.725 delege vardı. Bu kongreler –önceden farklı aşamalarda tartışılan- genel kuralları benimsemeli ve ortak hedefler için MST üyelerinin birliğini ve kardeşçe ilişkilerini hedeflemelidir.[57]
b) Ulusal Toplantılar
MST her iki yılda bir ulusal toplantılar yapar. Her eyaletten temsilciler (Ulusal Koordinasyonun üyeleri olan) Yerleşimcilerin Ulusal Komisyonu ile birlikte bu toplantılara katılır; ulusal ekipleri, gruplar ve komisyonlar, her eyaletin Sekreteryasından bir temsilci. Bu delegelerin sayısı her defasında değişir: bu sayı iki yüz ve bin beş yüz arasında gidip gelir. Fakat bu kadar çok insanı bu denli büyük bir ülkede hareket ettirmek çok güçtür, son zamanlarda bölgesel toplantılar olmasına ve yılda bir defa, sadece her eyaletten üç temsilciyle bir ulusal toplantı yapılmasına karar verildi.[58]
Bu toplantılar hareketin ihtiyaçları için belli zamanlamalara göre, acil mücadele platformlarını açıklar. Bu teklif ve öneriler eyalet toplantılarında önceden değerlendirilir. Ulusal politikalarla ilgili olan bu ulusal toplantıdan çıkan saptamalara, bütün MST aşamaları tarafından riayet edilmelidir.
c) Ulusal Koordinasyon
Bu hareketin en üst idare aşamasıdır. Ulusal kongre ve toplantılarda benimsenen kararların uygulamaya konmasından sorumludur. Hareketi etkileyen ve onun ilkelerinin uygulanmasını, ona kamusal olarak kefil olmayı ve finansmanından sorumlu olmayı garanti etmesi gereken ulusal karakterli bütün politik kararlar bu aşamada oluşur. Son olarak, Ulusal Koordinasyon hareketin yeni eyaletlerde ifade edilmesini desteklemelidir.[59] [60]
Bununla birlikte Ulusal Koordinasyon eyaletlerin yapması gereken her şeyi kararlaştırmaz. Bilâkis, her belediye ve her eyalet karar alımlarında otonomdur. “Bütün belediyeler, bölgesel ya da eyalet komisyonları –her nerede olursa olsun- tam otonomiye ve karar yetkisine sahiptir. Yapmaları gereken her şeye karar veren tabandaki yoldaşlardır.”[61] Bu yerel gruplar genel bir politika tarafından yönlendirilir, ancak bunu yürütme tarzları “tamamen ademi merkeziyetçidir.”[62] “programın ve politik kuralların uygulamaya konmasında beklenen yaratıcılık ve ademi merkeziyetçiliktir. Genel kurallardan biri, örneğin, herkesin zorunlu olarak aynı yöntemle olmasa da, işgal gerçekleştirmek zorunda olmasıdır –daha doğrusu, her ayrı yer işgalini ve bunun için doğru zamanlamayı örgütlemek için en uygun yolu bulmalıdır.”[63]
Temel hatlar doğru yolu izleyip izlemediklerini değerlendirdikleri ulusal ve eyalet düzeyinde tartışılır. Ve düşman güçlerin (büyük toprak sahipleri ve hükümet) tutumu da özel analizin odağındadır.
Ayrıca Hareketin bütün eyaletlerde yapabileceği, defterleri, toplulukları, toplantıları ya da bildirileri dikkatle gözden geçirmek gibi, daha küçük genel işleri incelerler. Bu aşama Eyalet Yürütme Organı ya da Hareketin Eyalet Toplantısı, Ulusal Önderliğin üyeleri ve muhtemelen 2002 yılına kadar Üretim, İşbirliği ve Çevre Sektörü olarak bilinecek olan yerleşimcilerden sorumlu aşama[64] tarafından seçilmiş her eyaletten iki üyenin katılmasıyla olur.
Bu sektörün gelecekte bir üyesi her eyaletten ve ayrıca her faaliyet bölümünden iki üye ile katılır. Ulusal Koordinasyon her üç ayda bir, ve istisnai olarak gerekli olduğunda, toplanmalıdır.[65] Kararlar halk oylarının sonucudur ve salt çoğunluk tarafından kabul edilir.[66]
d) Ulusal Önderlik
Ulusal Önderlik hareketin amaçlarının beklendiği gibi sürdürüleceğinin garanti edildiği, onun politik tavırlarının tartışıldığı ve kaleme alındığı yerdir. Ulusal önderlik hareketin tutarlılığı ve politik birliğinin yanı sıra “kendi varlığı açısından diğer gruplara bağımlı olmaktan, bilhassa mali durumu,”[67] sakınarak artan özerkliğini de güvence altına almalıdır. Aynı zamanda, Ulusal Koordinasyona önerilmek üzere taktik ve stratejiler planlamalı, Hareketin politik ve pratik ihtiyaçları üzerine eğilmeli ve çözümler önermelidir.[68]
Hareketin temel aşamasından sorumlu olmak “harekete hükmetmek anlamına gelmez, bu daha çok ülkede ne olup bittiği hakkında genel bir vizyon sahibi olmak ve bu tartışmalara ilişkin tabanı bilgilendirmektir. Dolayısıyla MST her zaman temel hedeflerini elde etmek için gerekli mücadeleleri örgütleyerek temel amaçlarıyla uyum içerisinde olacaktır.”[69]
Ulusal Önderlik ulusal toplantılar sırasında doğrudan ve gizli oylarla seçilen, farklı niteliklere sahip –yirmi bir civarında insan- birkaç üyeden meydana gelir. Her delege, bireysel olarak beyan edilmiş ve oylamaya dayanmayan, yirmi bir isim için oy kullanabilir. Oyların yüzde elli birden daha fazlasını alanlar seçilir; eğer birisi bu oranı almazsa, seçilmemiştir, bundan dolayı Önderliğin yirmi bir üyeden daha az olduğu zamanlar olur.
Adaylar en az yirmi beş imza ya da önceki ulusal önderlik tarafından desteklenir. Her eyalette, farklı aşamalar genel olarak bunun için daha deneyimli ve ehliyetli olduklarına inanılan söz konusu yoldaşların isimlerini önerir. Adaylar toplumsal cinsiyet ya da coğrafi kıstastan ötürü önerilmemesine rağmen, bir kere seçildiğinde eyalet ve faaliyet bölümü tarafından tevzi edilir.[70]
Kadınlar için kota tayin eden herhangi bir kural yoktur. Ağırlıkları veya önderlik içerisindeki varlıkları mücadele sırasındaki çalışmalarına bağlıdır. Şu andaki Ulusal Önderlik bütün MST aşamalarında, bölümlerinde ve faaliyetlerinde kadınların katılımını destekleyen daimi ilgi nedeniyle, yüzde kırkı kadın olan, yirmi iki üyeye sahiptir.[71] [72]
Ulusal Önderliği oluşturan militanların aşağıdaki özelliklere sahip olması gereklidir:
–Bir kitle hareketinin ne olduğu hakkında derinlemesine bir bilgi sahibi olmak;–ulusal durumu ve onların toplumunu nasıl analiz edeceğini bilmek; –ideolojik olarak kararlı olmak; –disiplinli olmak;–tarih, ekonomi, politika ve başka konularda teorik bilgilerini arttırabilmek; –kolektif pratiği geliştirebilmek;–nasıl planlama yapılacağını ve faaliyetleri koordine edeceğini bilmek;–karar alabilmek; –hem mücadeleleri hem de örgütü etkili bir biçimde ifade edebilmek.
Ulusal Önderliğin vazifeleri hiçbir militan tarafından gerçekleştirilememesine rağmen, militanların farklı önderlik aşamalarına dahil olmalarını arttırabilmeleri için MST Hareketin çalışan militanlarına nitelik kazandırmaya karar verdi.[73] Ulusal Önderlik her iki ayda bir toplanır ve Ulusal Koordinasyon için toplantılar hazırlamalıdır.[74]
2) Dönemlerin Özellikleri
a) İki yılda bir yenilenmesi gereken dönemler
İç normlar seçilenler için iki yıllık dönem tayin eder. Bu bir sorun olabilir çünkü her iki yılda bir seçim yapmak zorundadırlar, ancak yöntem oldukça pedagojik olmuştur.[75] Dönem bittiğinde, liderler detaylı bir değerlendirmeden geçer ve eğer sonuçlar olumluysa, göreve devam ederler. Bu yöntem sonucunda kalıcı olmaya dair herhangi bir his yoktur. Bir lider yeniden seçilebilir “iç değerlendirmeye dayanarak MST adayın yetki süreci boyunca faaliyetine, örgütün ihtiyacına ve adayın hazır bulunmasına önem verecektir.”[76]
Liderlerin yetki sürecinin yenilenmesi kadar sabit ya da önceden kurulmuş herhangi bir kural olmamasına rağmen, her seçimde üyelerin yüzde otuz civarında yenilenmesi yoluyla toplum için yeni liderlerin ve yeni müracaatların kaynaşmasını sağlayan ortak bir pratik oldu. Yetki süreci sırasında birisi istifa edebilir ya da ilgili aşamalar tarafından alınan bir karardan ötürü görevinden alınabilir.
3) Yerel Aşamalar
a) Eyalet toplantıları
Eyalet toplantıları MST tarafından gerçekleştirilen politik kuralları, faaliyetleri ve eylemleri değerlendirmek üzere yılda bir defa olur. Faaliyetler de orada planlanır ve eyalet ve ulusal koordinasyon üyeleri seçilir.
b) Eyalet koordinatörleri
Eyalet koordinatörleri eyalet toplantıları sırasında seçilen üyeler tarafından oluşturulur. MST’nin politik kurallarını, faaliyet kesimlerini ve eyaletin planladığı eylemleri uygulamaya koymaktan sorumludurlar.
c) Eyalet liderlikleri
Eyalet liderlikleri aynı düzeydeki koordinatörler tarafından düzenlenmiş, değişen sayılarda üyeye sahiptir. Bunlar her eyalette MST’yi temsil eden kişilerden ve faaliyet bölümlerinin gelişmesinden ve organik yönlerden sorumludurlar.
- 3. İDARİ AŞAMALAR
Üyeleri gerek ulusal gerekse de eyalet sekreteryası sorumlulukları için vasıflı seçilmemiş kadrolar olan Hareketin faaliyetteki aşamalarıdır.
- 4. FAALİYET AŞAMALARI
1) Bölümler ve Diğer Kolektif Gruplar
Daha önce açıkladığımız gibi, ilk kampların kurulmasıyla birlikte, hayatta kalmayı garantilemek ve toprak için mücadeleyi sürdürmek için çalışma komisyonları oluşturuldu. Bu komisyonlar sağlık, eğitim, güvenlik, çalışma, iletişim ve erzak komisyonlarını içeriyordu. Farklı faaliyet bölümlerinin kendi komisyonlarını oluşturması bu şekildedir.
Öte yandan, kampçılar toprağı alabildiğinde ve yerleşimci olduğunda, bütün yerleşimci topluluğunu etkileyen sorunları çözmek için örgütlenmelerini devam ettirmek zorundadır. Bu sorunlardan bazıları kamptakilerle aynıydı, çocukların eğitim ve sağlık sorunları gibi; diğer sorunlar yeni durumdan kaynaklanan güçlüklerin sonucuydu: verimli üretim gereksinimi, mallarını satmak, kredi almak vb. Bu nedenle, üretim ve maliye komisyonları gibi, yeni faaliyet bölümleri kendi komisyonlarını oluşturur.
MST büyümeye ve bununla beraber ülke çapında kampların ve yerleşimlerin sayısı artmaya devam ettikçe, her faaliyet bölümünün çalışmasını planlamayı geliştirmek gerekli oldu ve yerel, bölgesel, eyalet ve ulusal bölümlerinin doğmasının nedeni budur.
Şu anda Eğitim; Medya ve Propaganda; Maliye; Eğitim; Sağlık; Kitle Cephesi olarak da bilinen Kitle Hareketi; Üretim; Projeler; ve İnsan Hakları bölümleri vardır. Ayrıca Ulusal düzeyde Uluslararası İlişkiler Bölümü vardır ve “bu bölümün faaliyetlerini arttırmak ve çevre, transgenetik tohumlar gibi, herhangi bir özel bölüm tarafından ele alınmayan yönleri dahil etmenin bir yolu olarak”[77] CONCRAB Yerleşimler Bölümünün yerine geçirmek için Üretim, İşbirliği ve Çevre Bölümünü oluşturmak üzeredirler. Örgüt esnektir, her eyalet bunun gerekli olduğuna inandığında başka bölümler yaratabilir.
2) Kitle Cephesi: MST’nin Can Damarı
Yerini MST’ye bırakan ilk mücadelelerden beri, kitlelerle çalışma olmuştur, fakat bu çalışma 1984’de Kitle Cephesi içerisinde kurumsallaşana kadar, MST ulusal çapta bir hareket olduktan sonra, yoktu. O yıl, bu faaliyet için kadrolar hazırlama çalışması başladı.
Kitle Cephesi, daha önce söylediğimiz gibi, MST’nin sadece herhangi bir başka bölümü ya da faaliyeti değildir, cephe MST’nin “bütün harekete kan pompalayan” tam can damarıdır. Tabanda çalışan kadroları ve Hareketi bütün ülkeye yayan herkesi birleştirir.[78]
Bu cephe için birçok aktiviste gerek duyulduğu için, potansiyel olarak militan kampçılardan oluşan bir gruba ve çok düşük bir kültürel seviyeye sahip olan bir kamp keşfettiklerinde çoğunlukla olan, zaman kazanmak için kampın içerisinde bu grupla ilgili eğitim kurslarına ön ayak olunur.
3) CONCRAB ve Yerleşimler Bölümü
Ulusal Yerleşimler Komisyonu CONCRAB oldu ve sadece isimin değiştiği bir süreçte, Yerleşimler Bölümü oluşturuldu. Bugün, bunun adını Üretim, İşbirliği ve Çevre Bölümü olarak değiştirmeyi düşünüyorlar.
Ayrıca kadınların –onlardan daha önce bahsettik- ve topraksız köylülerin kültürel üretimi ve asıl sanatsal değerler bilincini kazanmak için çalışan kültür grupları vardır. Bunlar CD’ler yapar ve halk kültürünü desteklemek için eyaletlerin her tarafında faaliyette bulunurlar.
- V. MST’NİN KENDİNİ FİNANSE ETME BİÇİMİ
Bir toplumsal hareket olarak kendi otonomisine önem verdiği için MST’nin nasıl mümkün olduğu kadar kendi-finansmanını yaptığından daha önce bahsettik. Şimdi bu kaynakların köklerini tanımlayacağız.
- 1. Zorunlu Katkılardan Sağlanan Kaynaklar
Ulusal ve eyalet önderlikleri, tarım reformunun ülkenin her yanına ulaşabilmesi için daha önce toprak ve kredi alan bu ailelerin Hareket ile işbirliği yapmak zorunda olma ilkesine dayalı olan yerleşimlerde, MST’nin düzenlediği para toplamalar tarafından finanse edilir. Her yerleşik aile Harekete yıllık üretiminin yüzde birini bağışlamak zorundadır.
MST normlarına göre, bütün yerleşimler üretimlerinin yüzde dördüne kadar katkıda bulunmaya teşvik edilir, ancak her eyalette –ve bundan dolayı her yerleşimde- mevcut koşullara ve ekonomik duruma göre yardımın oranını kendileri karar verir. Diğer yerleşimler ve kooperatifler yiyecek, araçlar, veya militanları Hareket içerisinde başka görevler için serbest bırakarak yardımlarını sunar.
- 2. Başka Para Toplama Biçimleri
Bu vergilerin yanı sıra, kaynak toplamak için başka yollar vardır. Bunun için beklenen faaliyetler önemsiz olabilir, fakat eğer bunlar devamlı ve somut ise, sonuç alıcı olurlar; örneğin, karmaşık bir örgütlenmeye ihtiyaç duymayan küçük iş çevreleri, tarımsal ürünler ve el işleri ve sanatları satışı gibi mevcut doğal kaynakların geliştirilmesi ve toparlanması.
Kitlesel kampanyalar Hareketin toplumsal tabanı (ürünler ya da iş günleri vererek) ve kentli orta sınıf (bonolar, ürünler, sergiler, eğitsel ve kültürel malzemelerin satışı) arasında da düzenlenir. Fotoğrafçı Sebastião Salgado MST’yi desteklemek için çalışmasını bağışladığından, onun uluslararası fotoğraf kampanyası çok büyük bir etkiye sahip oldu. Neredeyse her yıl, birçok sanatçı dayanışmalarını göstermenin bir yolu olarak Harekete çalışmalarını bağışlar.
Bu politikaya hükümet dairelerinin (Tarım Bakanlıkları, üniversiteler, bankalar) kapısını çalarak, resmi yerel kaynakları araştırmak dahildir. MST bu kaynakların bir kısmını (hepsi eyalet kuruluşu olması gereken) eğitim, öğretim, teknik yardım, sağlık gibi diğer faaliyet bölümlerine yeniden taksim etmeye (rerout) çalışır, fakat eğer bunlar MST tarafından geliştirilirse, önemlerini arttırırlar. Yılın belli zamanlarında para toplamak için bütün militanlar bu kampanyaya dahil edilir.
İlle de dini bir karakteri olmayan yurtdışı destek gruplarının yanı sıra MST dostlarından oluşan birçok grubun aralıksız dayanışma gösterisi olur. Bu yabancı destek önemli faaliyetlerin gelişmesine katkıda bulunmuştur ve Hareket ve uluslararası dayanışma pratiği açısından çok önemli olmuştur.
MST, her ne zaman mümkünse, Latin Amerikalı ülkeler ve Afrikalı Portekizce konuşan ülkelerden köylü grupları gibi, başka ülkelerdeki topraksız gruplarla etkili bir dayanışma sergiler.
- 3. Maliyeyi Planlama
Hareket her aşamasındaki kaynakların toplanması için ekonomik ve mali planlar ve başka şeyleri kaleme alır ve uygulamaya koyar. Yerleşimler, eyalet komisyonları ve bölümler içerisindeki komisyonlardan aile gruplarına kadar, bunların hepsi kendi kendini finanse edebilmelidir.
1) Kaynakların Gittiği Yerler
MST’nin maliye politikası şeffaftır. Bütün kaynakların, yüzde otuzu ulusal faaliyetler içinken, yüzde yetmişi eyalet faaliyetlerine giden çeşitli vergiler yoluyla eyalette toplanır. Her ne kadar eyalet yöneticileri eyalette ve ulusal toplantılarda tanımlanan öncelikleri dikkate alsa da, ulusal önderlik bu kaynakların nereye gittiğini belirtmekle mesuldür.
Kaynaklar esas itibariyle hareketin örgütlenmesini, alt yapısını ve faaliyetlerini garantilemek için yönlendirilir: MST’nin verimli ve güçlü örgüt olarak kendisinden beklenen, hareket etmesine imkân tanıyacak olan sekreterya ve eğitim merkezleri içerisindeki koşullar, iletişim ve ulaşım araçları ve diğer yönlerdir.
Her eyalette mali durumun kullanımını denetlemek için MST, paranın yanlış tarzda kullanımını da düzeltmesi gereken kontrol konseyleri oluşturdu. Her üç ayda bir, mali ekipler toplanan paranın ayrıntılı bir raporunu ve yatırım biçimini vermelidir.
Bu hareketin ilkelerinden biri kitle mücadelesi, seferberlikler vb. bütün faaliyetlerin tabanın kendisi tarafından finanse edilmek zorunda olmasıdır, zira hareketin otonomisinin ve aralarında paylaşılan mesuliyetin garantisi orada yatar. Eğer bir hareket bir seferberliği ya da bir mücadeleyi örgütlemek için dışarıdan kaynaklara ihtiyaç duyarsa, bu bağımlılığa bağlanacaktır ve mücadele etme kapasiteleri yabancılaşacaktır. Bu nedenle MST insanların mücadelenin kendi kaynaklarına bağlı olduğunu anlaması yönünde çaba sarf eder. Ancak ondan sonra bu mücadeleler bu yoldaşları eğitecek ve politik gelişimlerine katkıda bulunacaktır.
2) Militanların Özgürleşmesi
Gördüğümüz gibi, MST yerleşimlerin Hareketin diğer örgütsel ve politik faaliyetleri için militanlarını serbest bırakmasını ister. Çoğu yerleşim Hareket için tüm gün çalışacak bir veya daha fazla kadroyu serbest bırakır ve bu militanların tarımsal işi geri kalan üyeler tarafından üstlenilir.
Her iki yılda bir çalışmalarının bir değerlendirmesi olur ve kadroların görevlerine devam edip etmeyecekleri veya üretime geri dönüp dönmeyeceklerine karar verilir.
NOTLAR:
[1] Farklı türden iki canlı varlığın dengeli ve sıkı bir işbirliği içinde yaşaması ve her birinin bu işbirliğinden yararlanması hali (ç.n)
[1] João Pedro Stédile, Bernardo Mançano Fernandes, Brava Gente…, Ediciones Barbarroja, Buenos Aires, Nisan 2000, S. 36; Brezilya Basımı Brava Gente…, Editora Perseu Abramo, São Paulo, 1999, S. 31.
[2] Brezilya’da bunlar posseiros olarak adlandırılır.
[3] “Yasa […] bir arazi parçasının büyüklüğü [modül bakımından] gıda ve bir ailenin gelişmesi için gerekli olandan daha küçük olduğunda, bu arazinin bir “minifundium” olarak addedileceğini söyledi.” J. P. Stédile, Latifúndio: o pecado agrário brasileiro, 1999, basılmamış belge.
[4] Ivonete Tonin, Rio Grande do Sul eyaleti koordinatörü, röportaj Marta Harnecker tarafından 16 Kasım 2001’de yapılmıştır.
[5] J. P. Stédile, Latifúndio: o pecado agrário brasileiro, 1999, basılmamış belge.
[6] Roseli Salete Caldart, Pedagogia do…, Yukarıda a.g.e, s. 87.
[7] MST, Reforma Agrária: por um Brasil sem latifúndio!, 2000, s. 26.
[8] J. P. Stédile, B. Mançano Fernandes, Brava Gente…, Yukarıda a.g.e, s. 40; Braz. Edit., s. 35.
[9] Yukarıda a.g.e, s. 42; Braz. Edit., S. 36.
[10] Yukarıda a.g.e, s. 40; Braz. Edit., S. 34
[11] Frei Flávio, röportaj Mayıs 2001’de, Porto Alegre, Marta Harnecker tarafından yapılmıştır.
[12] A.g.e.
[13] Reforma agrária: por um Brasil sem latifúndio, yukarıda a.g.e, S. 25.
[14] Bu konu daha ileride geliştirilecektir.
[15] Broşürlerinde bunu şu şekilde tanımlarlar: “Kendinizi liderleri eğitmeye ve işçilerden meydana gelen bir politik önderlik hazırlamaya adayın.”
[16] Normas gerais do MST, Eylül 1989, bu konu üzerine bakınız S.22-23
[17] Ivonete Tonin, Marta Harnecker’in röportajı, yukarıda a.g.e
[18] Hareketin İkinci Ulusal Toplantısı kararına göre, Ocak 1986, MST CUT’u destekledi. Bakınız: Normas gerais…, Eylül 1989, S.10
[19] Normas gerais…, yukarıda a.g.e, S19
[20] J. P. Stédile, B. Mançano Fernandes, Brava Gente…, yukarıda a.g.e., S. 47; Braz. Edit., S. 39-40.
[21] Yukarıda a.g.e, S. 49; Braz.Edit, S.41
[22] Normas gerais…, Yukarıda a.g.e, S.20
[23] J. P. Stédile, B. Mançano Fernandes, Brava Gente…, yukarıda a.g.e., S. 50-51 Braz. Edit., S. 41-42.
[24] Yukarıda a.g.e, S.99, Braz.Edit, S.85
[25] Normas gerais…, Yukarıda a.g.e, S.20
[26] J. P. Stédile, B. Mançano Fernandes, Brava Gente…, yukarıda a.g.e, S. 50; Braz. Edi., S. 41
[27] Yukarıda A.g.e S.50-51; Braz.Edit, S.42-43
[28] Mário Luis Lill, ITERRA’nın eski başkanı, röportaj Marta Harnecker, Brezilya, 2000
[29] A.g.e
[30] A.g.e
[31] MST, Documento básico do MST, Yukarıda A.g.e, S.45
[32] J. P. Stédile, B. Mançano Fernandes, Brava Gente…, yukarıda a.g.e, S. 69; Braz. Edi., S. 58
[33] Yukarıda A.g.e, S.68; Braz Edit, S.57
[34] Yukarıda A.g.e, S.69; Braz Edit, S.58
[35] A.g.e
[36] Mário Luis Lill, röportaj M. Harnecker, yukarıda A.g.e
[37] J. P. Stédile, B. Mançano Fernandes, Brava Gente…, yukarıda a.g.e, S. 70; Braz. Edi., S. 59
[38] Yukarıda A.g.e, S.69-70, Braz.Edit S. 58-59
[39] Yukarıda A.g.e, S.72, Braz.Edit S. 60
[40] Mário Luis Lill, röportaj M. Harnecker, yukarıda A.g.e
[41] Brezilyalı filozoflar arasında başı çeken Josué de Castro Manuel Correia, Celso Furtado, Florestan Fernandes, Darci Ribeiro, Paulo Freire, Luiz Carlos Prestes, Correa Andrade and Leonardo Boff ve diğerleri. (J. P. Stédile, B. Mançano Fernandes, Brava Gente…, yukarıda a.g.e, S. 72-73; Braz. Edi., S. 60-62)
[42] Che Guevara, José Martí, Julio César Sandino, Fidel Castro, Emiliano Zapata.
[43] Nelson Mandela, Mahatma Ghandi, Martin Luther King, Patrice Lumumba, Agostinho Neto, Samora Machel,
Amilcar Cabral.
[44] James Petras, Marta Harnecker (J. P. Stédile, B. Mançano Fernandes, Brava Gente…, yukarıda a.g.e, S. 72; Braz. Edi., S. 60)
[45] Yukarıda A.g.e, S.97, Braz.Edit S. 83
[46] MST, Documento básico do MST, Piracicaba, Şubat 1991, S.44. Bu pratik-teori-pratik fikri Halk Eğitimine temel olan diyalektik yöntemden başka bir şey değildir. Bu halkın somut gerçekliğinden ve bu gerçeği nasıl atlattıklarından başlamak anlamına gelir; bunun nedenlerini ve sonuçlarını küresel bir bakış açısından analiz eder ve daha sonra pratiğe geri döner, ancak bu defa farklı bir tarzda, bu gerçeği dönüştürmek için sonuç alıcı eylemlerle.
[47] J. P. Stédile, B. Mançano Fernandes, Brava Gente…, Yukarıda A.g.e, S. 51; Braz. Edit., S. 43.
[48] Normas gerais…, yukarıda A.g.e, S. 20.
[49] Christiane Campos, röportaj Marta Harnecker, Montreal, Şubat 2001
[50] Ivonete Tonin, röportaj…, yukarıda A.g.e
[51] J. P. Stédile, Marta Harnecker’e mektup, Montreal, 5 Nisan 2001
[52] Vilson Santin, röportaj Marta Harnecker, Montreal, Nisan 2001
[53] J. P. Stédile, Marta Harnecker’e mektup, Montreal, 5 Nisan 2001
[54] A.g.e
[55] A.g.e
[56] Christiane Campos, röportaj…, yukarıda A.g.e
[57] Normas gerais…, yukarıda A.g.e S.13-14
[58] Ivonete Tonin, röportaj…, yukarıda A.g.e
[59] Normas gerais…, yukarıda A.g.e S.14
[60] Yukarıda a.g.e S.15
[61] MST, Construindo…, Yukarıda A.g.e, S.57
[62] J. P. Stédile, B. Mançano Fernandes, Brava Gente…, Yukarıda A.g.e, S. 103; Braz. Edit., S. 89
[63] Yukarıda A.g.e S.103; Braz.Edit S.90
[64] Normas gerais…, yukarıda A.g.e S.15
[65] A.g.e
[66] A.g.e
[67] MST, Construindo…, Yukarıda A.g.e, S.60
[68] Normas gerais…, yukarıda A.g.e S.15-16
[69] MST, Construindo…, Yukarıda A.g.e, S.59-60
[70] J. P. Stédile, Bu bölüm için notlar, 28 Aralık 2001
[71] Normas gerais…, yukarıda A.g.e S.16
[72] J. P. Stédile, B. Mançano Fernandes, Brava Gente…, Yukarıda A.g.e, S. 106; Braz. Edit., S. 91-92
[73] MST, Construindo…, Yukarıda A.g.e, S.59
[74] Normas gerais…, yukarıda A.g.e S.16. Ayrıca bakınız MST, Construindo…, Yukarıda A.g.e, S.58
[75] J. P. Stédile, B. Mançano Fernandes, Brava Gente…, Yukarıda A.g.e, S. 105; Braz. Edit., S. 90-91
[76] Yukarıda A.g.e S.106; Braz.Edit S.91
[77] J. P. Stédile, Bu bölüm için notlar, 28 Aralık 2001
[78] Christiane Campos, röportaj…, yukarıda A.g.e
www.scribd.com/doc/9962198/Bolum-5
http://bizdnyannyerlileri.blogspot.com/2009/06/torakszlar-hareketi.html
Gift Economy against unsustainable “market economy”
Dave Pollard: The Virtuous Cycles of the Gift Economy. (2006.)
Our society puts a value on human activities only when they can be monetized – when a transaction involving an exchange of money occurs. We tend to equate our time with money: If the ‘market value’ of an hour of our time exceeds the cost of hiring someone else to mow our lawn or make a present for a loved one or look after our children or our home, we conclude that it makes sense to buy those services and to work longer hours to pay for them.
This false economy leads us to buy what we don’t need, which requires us to work harder to pay for those unnecessary goods and services, leaving us even less time to look after ourselves and our own needs and forcing us, in a vicious cycle (cycle 1 in red on the chart above) to ‘outsource’ even more of the things we might be doing for ourselves. All this phony economic activity is added to the GDP and employment data. Do-it-yourself and other ‘unpaid’ work, and things we make for ourselves, are not considered ‘economic’ activities and hence not included in the statistics that drive our society’s political and economic decisions. No surprise then that the government encourages us to buy what we don’t need and what we could provide for ourselves.
By contrast, the Gift Economy does not value monetized activity more highly than un-monetized activity. It suggests, on the contrary, that our time is invaluable and that therefore we should ‘spend’ it, as much as possible, doing things we love and things that are our personal responsibility, and only buy goods and services we cannot possibly provide for ourselves. In doing these things ourselves, we learn to do them better, more efficiently, more effectively and more economically, saving the cost of outsourcing them to a third party.
Thanks to this cost saving, we then need to work less, which gives us more time to do the things we love, creating a virtuous cycle (cycle 2 in green on the chart above) instead of a vicious one.
The economists don’t like us doing this, since this DIY work doesn’t involve the exchange of money or the employment of others to do our own work, and so is not included in GDP or employment data. This is why published trends in GDP and unemployment are meaningless, and why these data provide no useful measure of a society’s well-being.
The outcome of this virtuous cycle – more time – has another benefit as well: Some of that ‘extra’ time can be invested in Gift Economy activities that yield even greater, self-reinforcing and sustainable ‘goods’:
* Mentoring, parenting and coaching: enabling others to cope with major life challenges and problems
* Showing and teaching: enabling others to develop new capacities and skills
* Gifting, sharing and peer production: exchanging, and collaboratively designing and making stuff for mutual benefit
So under the Gift Economy, the joyful investment of this additional ‘leisure’ time spawns three more virtuous cycles (shown in blue on the chart above):
1. Mentoring, parenting and coaching others (cycle 3 on the chart) produces healthier, happier, more competent and more responsible citizens with fewer social problems and needs. This reduces the costs of health care, crime, wars etc. and also makes us better at doing things for ourselves, saving both our society and us as individuals money, so we need to work less to pay taxes and personal expenses.
2. Showing and teaching (cycle 4 on the chart) produces a more self-sufficient citizenry with more capacities and skills, who therefore need to work even less since they need buy fewer goods and services from others.
3. Gifting, sharing and peer production (cycle 5 on the chart) produces goods and services tailored for our individual needs and wants at no cost beyond that for materials that must be purchased from the ‘market’ economy. Open source, free libraries and file sharing, scientific exchange, cooperatives, social exchanges such as work bees and vacation home swaps, the Internet (and particularly blogs) and philanthropy are all examples of gifting, sharing and peer production Gift Economy activities. Umair Haque has outlined a peer production model that could take us even further, to the point ‘producers’ and ‘customers’ become indistinguishable, where they collectively invest time, ideas and energy in a trust relationship with others to co-produce goods and services precisely tailored to their mutual needs, which can then be gifted to others.
These cycles are, of course, subversive. They threaten to undermine and starve the ‘market’ economy by freeing us, the end-customers of that economy, from the need to pay money into it. They also threaten to undermine and render irrelevant political structures and institutions that exist to defend economic rights and powers, to wage wars and to mete out scarce economic resources – the Gift Economy voluntarily gives us these rights and powers, has no need of wars to defend them, and operates under a principle of generosity and abundance, not competitiveness and scarcity.
It is not surprising, therefore, that the brokers, agents, controllers of resources, marketers, politicians and other parasites who rely on the ‘market’ economy and its corporatist supporting political structures have already demonstrated a willingness to go to great lengths – alternately suing and bribing customers, ridiculing and slandering Gift Economy initiatives, and bribing and coercing lawmakers to disrupt the decentralization of power that the Gift Economy brings about and to protect ‘their’ property from being shared or given away generously.
The Gift Economy in fact represents a ‘re-naturalization’ of the economy. The ‘market’ economy is unsustainable and has shown itself to be morally bankrupt, unable to innovate, fragile and lacking in capacity to cope with rapid change. The shift to the Gift Economy has already begun, and is entirely consistent with the critical political and economic demands and needs of our time, and with way nature and ‘uncivilized’ creatures thrive in a world of abundance and a spirit of generosity (in the true ‘giving and sharing freely and trustfully’ sense of the word, not the narrow sense of charity).
All we need to do, starting within our own physical and virtual communities, is acknowledge that our time is precious and that making time to re-learn to do things for ourselves and become more self-sufficient just makes sense. Once we realize that, it will become clear to these communities that the Gift Economy offers us a better, easier, more equitable, resilient and joyful way to live, and to make a living. And, best of all, it just keeps on giving.
http://www.freeebay.net/site/index.php?option=com_content&task=view&id=593&Itemid=34
Toplum Destekli Tarım Modeli (Community Supported Agriculture – CSA)
CSA, genellikle şehirlere yakın kırsal alanlarda yaşayan çiftçiler ile şehirlerde yaşayan çiftçi olmayanların bir araya gelerek partner oldukları, üyelerle üreticilerin birlikte çalıştıkları ve lokal bazdaki organik ürünlerin üretim ve pazarlamasının desteklendiği sosyo-ekonomik içerikli bir organizasyondur. CSA’da çiftçiler taze sebze, meyve, yumrulu bitkiler, et ve ilgili diğer ürünleri direkt olarak, organik tarımı destekleyen şehirlerde yaşayan yerel topluluk üyeleri için üretirler. CSA da çiftçiler kaliteli üretmeye, tarımsal üretimde insan ve çevre sağlığını tehdit eden sentetik girdileri kullanmamaya ve arazinin gelecek nesillere verimli şekilde devredilmesine özen gösterirler. Bunun kontrolü ise, şehirde yaşayan topluluk üyelerinin çiftlikleri istedikleri anda ziyaret etmeleri ile mümkün olmaktadır. Topluluk üyeleri tükettikleri organik ürünlerin nereden geldiğini, nasıl yetiştirildiğini, ürünün yetiştirildiği arazileri, yetiştiren çiftçilerle olan bağlantıları sayesinde takip edebilmektedirler. CSA de çiftçiler ile topluluk üyeleri arasında direkt olarak sosyal ve ekonomik bağ vardır. Üyelerin en fazla haz aldıkları konular yöre tarımına katkıda bulunma ve sağlıklı gıda tüketebilmeleridir.
Uygulandığı ülkelerdeki tarihçesine bakıldığında CSA, genellikle kirletilmemiş, aşırı ve hor kullanılmamış iyi topraklara ve iyi iklim koşullarına sahip yörelerde, pazarlamaya nispeten az dayanıklı tarımsal ürünlerle başlanmış ve yaygınlaşmıştır. CSA modelinin uygulanmadığı yörelerde insanlar, gıda maddeleri ihtiyaçlarının %80’den fazlasını, binlerce km uzaklıktaki başka yörelerden ve en önemlisi nasıl yetiştirildiğini ve nakliyeye dayanıklılığı sağlamak amacıyla hangi işlemlerden geçirildiğini bilmedikleri ürünlerle karşılamaktadırlar. Şehirde yaşayanlar gıda maddeleri ihtiyaçlarını başka yörelerden karşılarken, küçük ölçekli yöre çiftçileri ise yeter geliri sağlayamama durumuyla karşı karşıyadırlar.
CSA, küçük ölçekli çiftçilerin geçimini sağlamadaki zor durumu ve yörede yaşayan çiftçi olmayanların gıda maddelerini ithal etmesi çelişkisinin yaşandığı, birkaç Avrupa ülkesinde 1970 lerin başlarında ortaya çıkmıştır. CSA çiftçilerin topluluk üyeleri tarafından desteklendiği, bölgesel veya yöresel pazarların oluştuğu, taze gıda maddelerinin sağlandığı ve topluluk üyeleri ile arazi sahipleri arasında sağlıklı çevre, arazinin korunması, sağlıklı gıda üretimi, tabiat sevgisi vs. ye duyarlılığın sağlandığı sistem olarak gelişmiştir.
CSA’nın Çalışma Sistemi
CSA’ların çalışma sistemi, yöredeki toplulukların ve çiftçilerin ihtiyaçları dikkate alınarak düzenlenmektedir. Bazı CSA’ların sadece bir üreticisi varken, bazılarının birden fazla üreticisi olabilmektedir. ABD deki CSA’lerin tamamı düşünüldüğünde, bazılarının üye sayısı 20 den az iken, 700 den fazla üyesi olanlar da vardır. Çoğu CSA’lar sebze üretmektedirler, bazıları ise bal, aromatik bitkiler, çiçek, unlu mamuller, çeşitli yumurtalar, kümes hayvanları, et, odun, hatta elişi, bayan eşyaları, işlenmiş mamuller üretmektedirler. Çoğu CSA’larda üreticiler ile topluluk üyeleri birlikte üretim, dağıtım, yönetim, ücret ve organizasyon maliyetini içerecek bir bütçe planı yaparlar. Bütçe planlaması sonucu, CSA kapsamında kaç üreticinin destekleneceği ve ürün fiyatları belirlenir.
Topluluk üyeleri ödemeyi peşin veya taksitli olarak yapabilmektedirler. Ürünün sunulduğu sezonun uzunluğuna, çeşit fazlalığı ve ürünün kalitesine bağlı olarak ödeme 150 $ ile 800 $ arasında değişebilmektedir (ABD ‘de asgari ücret 1.150 $). Bu ödeme, çiftçiler için tohum ve ekipman alımı şeklinde olabileceği gibi, çiftçilere ilkbaharda işlerin başladığı dönemde nakit olarak da yapılabilmektedir. Nakdi ödeme ile çiftçiler ilkbahardaki işlerini yürütmek amacıyla borçlanmak zorunda kalmamaktadırlar. CSA modelinin çiftçilere bahsedilen faydası yanında topluluk üyelerine de sosyal ve ekonomik faydaları vardır. Şöyle ki, CSA modelinde üyelerin organik ve taze sebze tüketimleri yanında tarım hakkında bilgisi olmayan çocuklarıyla çiftçilik şartlarını görmeleri mümkün olmaktadır.
Çiftlikler yetiştirme sezonu süresince taze ürün sunarlar ve hatta seraları varsa kış süresince de bu işi devam ettirirler. Çoğu CSA’lar haftada bir kez olmak üzere toplam 10-25 hafta her üyeye ortalama 5 ile 10 kg sebze dağıtırlar. Dolayısıyla bu sistemde haftada 5-10$ ile 2-5 kişilik bir ailenin sebze ihtiyacı karşılanmaktadır.
Bazı CSA üyesi çiftçiler kapı kapı dolaşarak üyelere ürünleri teslim ederken, bazılarının şehir merkezlerinde belirlenmiş ürün teslim yerleri vardır. Bazen üyeler, çiftliklere gidip ürünleri kendileri de toplayabilmektedirler. Hatta sadece lokal ürünlerin satıldığı marketler vardır. Ürünün tamamı hasat edildiğinde ise toplam hasıla üyelerin hisseleri oranında paylaşılmaktadır. Bazı CSA’larda ürünler kutu veya paketlere eşit miktarlarda çeşit farklılığı dikkate alınarak konulur ve dağıtılır. Bazılarında ise ürünler ambalajsız kutularda sunulmakta, böylece üyelerin ihtiyaçtan fazla almamaları, istedikleri ürünlerden fazla, istemediklerinden ise az almalarına olanak verilmektedir. CSA’da, sonbahar hasat zamanında üyelere sunulan ürün miktarları artmaktadır. Diğer taraftan üretimin az olduğu dönemlerde ise üyeler ve çiftçiler ürün kayıplarını ortaklaşa paylaşmaktadırlar.
CSA Modelinin Taraflara Sağladığı Faydaları Topluluk Üyelerine Sağladığı Faydalar
CSA modelinde çiftçi – arazi – topluluk üyeleri arasında ortak bir bağ oluşturulmaktadır. Üyelerin bu sistemden sağladıkları faydalar ve sisteme katılmaktan zevk alma sebepleri şunlardır :
Üyeler;
• Taze, lezzetli, besleyici, yöresel ve çoğu zaman organik gıda tüketebilmektedirler,
• Tükettikleri gıdalarının kaynaklarını ve onların nasıl yetiştirildiğini veya nasıl beslendiklerini yakinen bilmektedirler,
• Yöresel üretimi ve sürdürülebilir tarım sistemlerini uygulayanları destekledikleri için sosyal statüde prestij sağlayabilmektedirler,
• Geçmişte sahip oldukları tarım tecrübelerini, ancak böyle bir modelde, çiftliklerde uygulayarak tatmin olmaktadırlar,
• Yetiştiricilik ve hasat işlerine katılarak el tecrübesi kazanmakta ve hatta hangi ürünlerin yetiştirileceğine de karar verebilmektedirler,
• Çiftçiler ile sıkı sosyo-ekonomik bağ kurarak, beslenme, gıda hazırlama ve gıda koruma hakkında edindikleri bilgileri yayınlayarak ve seminerlerde tartışarak toplumun sağlıklı gıda temin etmesinde, önderlik yapmanın hazzını yaşayabilmek-tedirler,
• Yöresel ürünlerin tercih edilmesi için harcadıkları çabaların sonucunda oluşturulan yöresel gıda sisteminde gıda marketlerinin evlere yakın kurulması ve ülke ekonomisinin güçlenmesine katkılarından dolayı da toplumsal sorumluluk hazzı yaşarlar,
• Çitçilerle işbirliği içerisinde çalışarak topluluğun aktivitelerini ve yönetimini yürütecek grup liderlerini belirleyebilmektedirler ve bu yapı bölgesel toplulukların işbirliğini ve bağlantılarını güçlendirmektedir.
• Üreticilerin sürdürebilir tarımsal uygulamalarını destekleyerek, toprağın ve suyun sürdürülebilir kullanımını sağlayarak gelecek nesillere sağlıklı bir çevre garanti etmektedirler.
Üreticilere Sağladığı Faydalar
CSA modelinde çiftçiler için aşağıdaki faydalardan söz etmek mümkündür;
• Üretim planları geliştirilir, yani üreticiler neyi ve ne kadar üreteceklerini ve üretme zamanlarını bilirler,
• CSA’nin organizasyonu için topluluk üyeleri ile üreticilerin birlikte çalışması, kır-kent arasında bilgi ve kültür akışı sağlamaktadır,
• Topluluk üyelerinin zamanında ödeme yapmalarından dolayı, çiftçiler finansman temini ve pazarlama için az zaman harcarlar,
• Çiftçilerin karşılaştıkları üretim riski CSA modelinde müşteriler yani topluluk üyeleri tarafından paylaşılmaktadır. Şöyle ki verimin düşük olduğu sezonlarda, aile başına ödenen 30 $ kayıp fazla bir miktar oluşturmazken, 100 aile için düşü-nülüğünde 3.000 $ bir kayıp olmaktadır ki, bu 3.000 $’lık kayıp bir çiftçi ailesi için faaliyetin başarısını olumsuz yönde etkileyici düzeyde bir kayıptır.
• CSA bir tarım işletmesinin zenginleşmesi için uygun değilken, çiftçiler tarafından uygun fiyattan ürün satışı, idare eder bir hayat sürdürebilme, şehirdekilerle sosyal hayatı paylaşabilme, çevre koruma ve daha iyi eğitim olanakları sağlama gibi avantajları sebebiyle tercih edilmektedir.
CSA Modelinin Türkiye’de Uygulanabilirliği
Türkiye’de tarım işletmelerinin %65’inin 50 dekardan az araziye sahip olması, tarım kesiminde çalışanların büyük bir bölümünün yeterli gelir elde edemeden hayatlarını düşük seviyede sürdürmelerine neden olmaktadır. Diğer taraftan kentsel alanlarda gerek sanayi ve gerekse hizmet sektöründe yeterince istihdam oluşturulamaması, tarım arazileri üzerindeki nüfus baskısının devamına ve optimal işletme büyüklüğünün oluşturulamamasına neden olmaktadır. Tarım sektöründeki bu yapısal sorun devam ederken, aynı zamanda kırsal kesimde yaşayan ve tarımla uğraşan çiftçilerin yeterli gelir elde etme ve yaşamsal faaliyetlerini sürdürme mecburiyetleri devam etmektedir. Bu kapsamda, üreticilerin sahip oldukları kıt kaynaklardan ya-rarlanarak gelirlerini arttırmak için alternatif üretim modelleri uygulamaları önem arz etmektedir.
Kentsel alanlarda yaşayanların ise doğal, hijyenik ve lezzetli gıda arayışları da artan bir eğilim göstermektedir. Özellikle metropol şehirlerde gelir düzeyi yüksek tüketicilerin bu ürünlere yönelik taleplerinin daha yüksek olduğu bilinmektedir.
Türkiye’de 1980’li yıllara kadar nüfusun %50’sinden fazlası kırsal alanlarda yaşamaktaydı. Şehirlere göç eden doğaya ve çiftliğe hasret duyan ve belirli bir gelir düzeyine ulaşan bu tüketicilerin beklentilerinin karşılanmasında CSA benzeri bir modelin uygulanabilirlik ihtimali yüksektir. Gene Türkiye’de medya ve basın kuruluşlarında bitkisel ve hayvansal ürünlerde aşırı girdi ve hormon kullanımının gündeme gelmesi ve bunun insan sağlığına olumsuz etkilerinin bilinmesi gelir düzeyi yüksek tüketicilerin organik ürünlere taleplerini arttırmaktadır. Bu durum tüketicilerin gıdaların organik olarak yetiştirildiğinden emin oldukları bir modele üye olma oranını yükseltecektir. Ayrıca, kentsel alanlarda tarım alanlarının her geçen gün amaç dışı kullanımı, yeşil alanların ve canlıların yok edilmesi insanları çevreyi korumaya duyarlı kılmaktadır. Şehirlerdeki yoğun trafik ve gürültülü hayat insanları kırsal alanlarda kısa süreli de olsa dinlenmeye yönlendirerek CSA modelini motive eden başka bir faktör olmaktadır.
CSA modelinde üyelerin çiftçilere ayni ve nakdi ödeme yapmaları, pazar garantisi oluşturmaları ve alternatif gelir fırsatı gibi faydalar sağlaması nedeniyle, üreticiler tarafından da kolaylıkla benimsenebilecek bir üretim modelidir.
CSA modelinin Türkiye için paradan çok, topluluk ihtiyaçlarının garantili karşılanması, kırsal alanların, köy ve köylünün, toprağın ve çevrenin öneminin algılanması, dostluk, sağlıklı gıda üretilmesi, yöresel ekonomilerin güçlendirilmesi, çeşitliliği ve sürdürülebilir tarım metotlarının adaptasyonu, topluluk üyelerinin eğitimi ve çiftlik hayatının desteklenmesi gibi faydaları olacaktır.
CSA modeli çiftlikten masaya direkt pazarlamayı ve çiftçiye adil bir geliri sağlamaktadır. Aracılar olmadığı için bu modelde, çiftçiler alın terinin karşılığını alırken, tüketiciler ise organik gıda maddelerini aşırı fiyattan almak zorunda kalmamaktadırlar.
CSA sürdürülebilir tarım uygulamalarına daha fazla şans tanıyan bir sistemdir. Çünkü bu sistemde çoğu sebze üreten ve hayvancılık yapan CSA üreticileri organik üretim yöntemlerini kullanırlar. Çiftçiler CSA sisteminde işe düşük masrafla başlayabildikleri için rantabilite oranı yüksek olmaktadır. Bu modelde, sebze ye-tiştiriciliğindeki önemli işgücü ihtiyacı, gençlere mevsimlik iş olanağı sağlar. CSA modeli çocuklarıyla çiftlikte yaşamayı seven bay ve bayanlar için iyi bir alternatif gelir kaynağıdır. CSA modeli üyeler arasında işbirliğine, birlikte çalışmaya ve hasadı paylaşmaya imkan sağlar böylece üyeler ürün kayıplarını paylaşarak üreticinin riskini azaltırlar. Üyeler tüm hasılatı bölüşerek, ürün arz fazlalığını önlerler. Ürünün çiftlikte veya uygun yerlerde teslimine imkan tanımasıyla, nakliye, işleme, ve paketleme için kullanılan enerji azalır. CSA’ler çiftçi marketleri veya manavlardan farklı olarak, çiftçi ile müşteriler arasında tamamen farklı bir bağ oluşturur.
Türkiye’de kırsal kesim ile şehir hayatı arasındaki refah farkının azaltılması, organik tarımın teşviki, küçük üreticilerin ve sürdürülebilir tarımın desteklenmesi, yeni nesillerin köy ve köylü yaşamından, tarımdan habersiz büyümemesi ve daha bir çok konuda ki faydaları dikkate alınarak, ülkemizde CSA modelinin teşvik edilmesi gerekir. Bu model özellikle başta İstanbul Ankara, İzmir ve Bursa gibi büyük şehirler olmak üzere birçok şehirlerin yakınlarındaki üreticiler için gelir artırıcı alternatif bir yöntem olacaktır.
-
Archives
- August 2011 (1)
- June 2011 (9)
- May 2011 (23)
- April 2011 (3)
- March 2011 (27)
- February 2011 (24)
- January 2011 (39)
- December 2010 (12)
- October 2010 (10)
- September 2010 (10)
- August 2010 (21)
- July 2010 (12)
-
Categories
- anti-endustriyalizm
- anti-kapitalizm
- anti-otoriter / anarşizan
- antinükleer
- antropoloji, arkeoloji
- bu topraklar
- e-kitap
- eko-savunma
- ekokoy – permakultur
- ekoloji
- ekolojist akımlar
- ekotopya heterotopya utopyalar
- ezilenler
- gorsel
- iklim
- isyan
- kadın ve doğa / ekofeminizm
- kent yasami
- kir yasami
- komünler, kolektifler
- kooperatifler vb modeller
- ozyonetim
- savaş karşıtlığı
- sistem karsitligi
- somuru / tahakkum
- Su
- sınırlara hayır
- tarim gida GDO
- türcülük, doğa / hayvan özgürlüğü
- totoliterlik / otoriterlik
- tuketim karsitligi
- Uncategorized
- yerel yönetimler
- yerli – yerel halklar
- yeşil kapitalizm
-
RSS
Entries RSS
Comments RSS