Yığın olarak kitle – Baudrillard üzerine

Kitleler, kitle olarak düşünüldüğünde, toplumu ve dolayısıyla toplumsal olanı göz ardı etmek imkansızdır. Bu yüzden de kitle ile birlikte ele alması gereken diğer bir unsur da “toplumsal” dır. Bu yazıda kısaca, kitlenin toplumsal olanı simülasyona uğrattığı fikri üzerinde durulacaktır.
Günümüz toplumları varlıklarını devam ettirebilmek için sembolleri tekrar tekrar üretirlerken kitleleri de yeniden üretmeye çalışmaktadır. Bir bakıma kitleleri güdümlemeye uğraşmaktadırlar. Aslında bunu yapmaya çalışırken de günümüz modern toplumları kendi sistemi içinde yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kalmaktadır. Çünkü iktidar, kitleyi güdümleyebilmek için kitle iletişim araçlarıyla birlikte anlamları sürekli ve düzensiz olarak üretmektedir. Daha doğrusu kitle iletişim araçları, anlamdan yoksun mesajlar üretmektedirler.
Tüketim toplumu kitlenin güdümlenebilmesine ihtiyaç duyuyor. Düz mantıkla düşünecek olursak kitle aktif bir duruma geçmezse tüketimin gerçekleşmeyeceğinden korkuyor.
Kitleyi güdümlemekte kullanılan en etkili silah, kitle iletişim araçlarıdır. Kitle iletişim araçları, kitlelere sonsuz sayıda ve renkli şölenler halinde anlam pompalar. Bu bombardıman karşısında kitlelerin tepki vermesi beklenir. Yani önceden sistem tarafından tepkisizleştirilmeye çalışılan kitle, artık yine sistem tarafından tepki vermeye zorlanmaktadır. Çünkü daha önce de bahsettiğimiz gibi, sistem kendi kazdığı kuyuya kendisi düşmüş ve varoluşunu tehlikeye sokmuştur. Eğer kitle, kitle iletişim araçlarının pompaladığı bu haberleri, sembolleri, mesajları anlamlandırmazsa, tüketim gerçekleşmeyecek ve böylece sistemin sonu gelecektir. Bu yüzden kitlenin tepkisini ortaya çıkartmak ve ölçmek için günümüzde kitle iletişim araçlarını kitlelere testler yöneltmektedirler. Dergilerde, televizyon programlarında ve gazetelerde yayınlanan kişilik testleri gibi testler bu çabaya hizmet etmektedir.
Baudrillard’a göre tüm kitleyi güdümleme çabaları yersizdir. Kitle, kendisine yönlendirilen bu sembolleri, kendi içinde eritip yok etmektedir. Bollukları yüzünden anlamdan yoksun kalmış olan tüm semboller, Baudrillard’ın deyimiyle kitlelerin üzerinden kayıp gitmektedir. Yani kitle, kendisine doğrultulan anlamlara karşı tepkisiz kalmaktadır.
Kitlelerin haber bombardımanı karşısında tepkisiz kalmaları, iletişim araçlarına ve onların ilettikleri anlama karşı ortaya çıkan bir direniş biçimidir. Baudrillard’a göre bu, göründüğü gibi pasif bir direniş niteliği taşımamaktadır. Kitle, sistemin mantığına uyarak gönderilen anlamlara karşı kayıtsız kalıp onları değişime maruz bırakmadan geri püskürtmektedir. İletişim araçları, kitleler sessiz kaldıkları için sonsuz sayıda anlam aktarımında bulunmakta ve kitleler de maruz kaldıkları anlam bombardımanına karşı tepkisiz kalmaya devam etmektedirler. Bir bakıma sistemin çok sayıda ve sürekli olarak anlam pompalamasının nedeni, kitleleri içinde oldukları sessizlik içinden çıkarmaya çalışmaktır. Ancak sonsuz sayıdaki anlam üretimi yüzünden, sembollere yüklenen anlamlar anlamsız duruma gelmektedir ve bu yüzden de kitleler bu anlamsızlık yüklü anlamları sisteme karşı geri püskürtmektedir. Yani hedef şaşmıştır.
Baudrillard, kitlenin bu sessiz kalışını sisteme karşı bir direniş mekanizması olarak nitelendirmektedir. Üstelik kitle bu direnişte pasif değildir. Ona göre kitlenin sessiz kalışı sayesinde, anlamı emerek “nötrolize” etmesi nedeniyle kitle güdümlenemez. Kitleyi güdümlenebilir bir olgu olarak ele almak, kitleyi oluşturan bireylerin bireyselliğini yadsımak demektir. Kitlenin güdümlenebilirliği, Baudrillard’a göre kitleyi değersizleştirici ve alçaltıcı bir durumdur. Halbuki bahsi geçen kitle, pasifliğiyle sisteme karşı aktif rol oynamaktadır.
Ancak Baudrillard’da eksik görülen şu vardır ki, kitle sisteme karşı bu direnişi kendi bilinciyle özümseyip gerçekleştirmemektedir. Bu noktada, ortada bilinçli olarak gerçekleştirilen bir eylem olmadığı için, kitleye artı bir değer atfedilmiş olunmamaktadır. Biraz daha sert bir dille konuşacak olursak, bu bilinçsizce gerçekleştirilen eylemin sonucu her ne kadar sistemin kendi çarkının içinde boşa dönmesini sağlamak olsa da, bilinçsizliği kitleye alçaltıcı bir değer atfetmektedir diye düşünmekteyim. Kitlenin bu yöntemle sisteme karşı bir direniş içinde olması, yine sistemin sayesinde mümkün olmaktadır. Sistemin kitleyi güdümleme konusundaki başarısızlığı yüzünden kitle aktif bir pasiflik içindedir. Baudrillard aynı zamanda gösteri isteyen kitleye, sistemin anlam aşılamaya çalıştığını savunmaktadır. Bu noktada da Baudrillardcı bir mantıkla düşünecek olursak, kitlenin istediği olmaktadır. Çünkü semboller ve anlamlar, çoklukları nedeniyle simülasyona uğrayarak bilinen anlamdaki anlamdan yoksun hale geldikleri için şölene dönüşmektedirler.
Görüldüğü gibi, Baudrillard’in bahsettiği simülasyonun yapısındaki kısır döngü, iletişimde ve dolayısıyla da toplumsalda da kendini göstermektedir. İlk bakışta, kitlelerin tepkisiz kalması kitle iletişim araçlarının daha çok haber aktarımını olanaklı kılabileceği düşüncesiyle iletişim araçlarının aleyhineymiş gibi gözükse de döngüsellik göz önünde bulundurulduğunda, bu durum kitle iletişim araçlarının sonunun geldiğinin göstergesidir. ( Gelişmenin sonuna gelmiş Modern Batı toplumlarının yok olacağı tahayyülü gibi.) Çünkü kitle, mesajlara karşı tepkisiz kalarak mesajları özümsemiyor. Tepkisizliği ile mesajların yok olmasına neden oluyor.* Kısacası sistem, anlam bombardımanı karşısında kitleyi “sessiz yığınlar”a dönüştürürken, sessiz yığın haline gelen kitle de sistemin gönderdiği anlamların yok olmasına neden oluyor. Bence, karşılıklı olarak simülasyona maruz kalmanın kanıtıdır. Bu da bizi, bir yandan kitlenin sistem tarafından güdümlendiği, aynı zamanda da sistemin de kitle tarafından güdümlendiği fikrine götürecektir.
McLuhan’ın deyimiyle “Mesaj, iletişim aracının kendisidir.” Mesajı yok edenin de iletişim aracının kendisi olduğu için, aslında iletişim aracı kendi kendinin yok olmasına zemin hazırlamaktadır. Tıpkı sanayileşme döneminde aşırı üretimin ve proteleryanın sömürülmesinin, bu durumun meydana gelmesinde esas belirleyici olan burjuvazinin sonunun gelmesi tehlikesine zemin hazırlaması gibi. Her iki durum da sistemin kendi kendisini tehlikeye düşürdüğünün kanıtıdır.
Reklam da haber gibi toplumsalın yok olmasına neden olmaktadır. Toplumsal artı değerin üretilmesine katkı sağlayan reklam, reklamlaştırılan “nesneyi” tüketmenin toplumsallaşmaya neden olacağından söz edip durmaktadır. Yani reklamlaştırılan nesneyi tüketmek, toplumsal hiyerarşide belirleyici olabilmektedir. Bu da üretilmiş ve değer atfedilmiş ideallerin, sembollerin tüketilmesine tekabül etmektedir.
Günümüzde her şey reklamlaştırılabildiği için her yerde ve her alanda toplumsallaşma sürekli olarak zikredilmektedir. Ancak bu durum toplumsalın da simülasyona uğramasına, eski anlamının eriyip yok olmasına neden olmuştur. Artık “Duvar afişlerinde hayalete dönmüş bir toplumsallık vardır.”[1]
Reklam da artık iletişim aracı olmaktan çıkmış ve simülasyona uğrayarak yok olmuştur. Günümüzde o, ticari bir mala dönüşmüş ve kendini pazarlayan bir duruma gelmiştir. Düzenlenmiş göstergelerden oluşan bir dizi şerit halini almıştır. Yani o da toplumsallık tarafından, toplumsallığın içinde eritilmiştir. Muhteşem bir görsellikle, gerçek hayatın üzerini bir daha hiç açığa çıkmamak üzere örten reklama insanların inanmamaları söz konusu bile değildir. Çünkü reklam, insanları hayret verici bir simülasyona sokarak etkisi altına almaktadır. İnsanlar göstergeleri tüketmekten kendilerini alamaz duruma gelmektedirler. Bu da kitlenin güdümlenebilir olduğunu açıkça ortaya koymaktadırlar.
Toplumsalın simülasyona uğraması meselesini biraz daha açık olarak irdelemeye çalışalım. Baudrillard’a göre kitle, toplumsalı yansıtmamaktadır. Kitleler, toplumsalın içinde değerlendirilemezler. Çünkü toplumsalın kendi özlerine işlemesine engel olurlar. Toplumsalı nötrolize ederler. Buradan yola çıkarak, kitle iletişim araçlarının kitleye doğru sirkülasyon şeklinde göndermiş olduğu anlam ve mesajları Baudrillardcı bakış açısıyla toplumsala ait olan veriler olarak değerlendirmek gerekmektedir.
“Kitle: Bir özne, bir özneler grubu ve bir nesne olmama tersliğini başarmıştır.” Kitleyi özneye dönüştürme çabaları da, nesneye dönüştürme çabaları da yersiz kalmaktadır. Baudrillard’a göre, kitleyi nesne olarak ele alma çabaları, kitlenin güdümlenemezliği gerçeğine çarparak geri püskürtülmektedir. Kitle güdümlenebilir olsaydı, nesneleştirilmiş olurdu. Ortada nesne olmadığı gibi, nesne olmadığı gerçeğini ortaya koyacak bir özne de
yoktur. Baudrillard’ın bu görüşü, onu bizim yukarıda bahsettiğimiz düşünceye yaklaştırmaktadır. Hatırlayacağınız üzere, kitlenin kitle iletişim araçları karşısında olan tepkisizliğinin bilincinde olmamasından dolayı, onun bireyselliğini sorgulamıştık. Bu noktada Baudrillard’ın tutumu, bizim tutumumuza yaklaşmış sayılmaktadır.
Kitlenin özne ve nesne olmaması durumunu göz önünde bulundurduğumuzda, kitlenin varlığı ya da ne olduğu sorgulanması gereken bir husus olarak karşımıza çıkmaktadır. Çünkü kitle, bir şeyin ya kendisi ya da tersi olması gerektiği düşüncesini yadsımaktadır. Ancak var olduğunu saptamak için, onu var olan yapılandırmalar içine oturtmak gerekmektedir. Bu bakımdan kitleyi bir yere oturtamadığımız için, kitle diyalektik yasalarını yadsımış olmaktadır.
Kitle kavramında görülen bu durum, “toplumsal” kavramı için de geçerlidir. Yani toplumsal da nesnel olarak ortaya konulamaz. Çünkü kendisini tanımlamaya çalışan herkesi kendi içinde yok etmektedir. Kitleler, toplumsalın içinde yok olmaktadır. Aynı zamanda toplumsal da kitle nedeniyle yok olmaktadır. Bu durumda karşılıklı simülasyon ilişkisi söz konusudur. En başından beri savunduğumuz simülasyonun “kapalı devre” gibi, kısır döngü olarak işlediği fikri, burada da kendini göstermektedir.
Kitleye sonsuz sayıda anlam gönderilmesinin nedeni, kitleyi anlamın egemenliği altına almak güdümlenebilirliğini ve denetlenebilirliğini sağlamaktır. Kitle iletişim araçlarından olan reklamın da ilettiği mesajlara kitlelerin inandığı düşünülmektedir. Bu yüzden de reklamlar kitlelere daha çok ve sürekli olarak anlam pompalamaktadırlar. Daha çok anlam, kitleler tarafından özümsenmeyen diğer anlamlarla üst üste bineceği için, daha çok anlamsızlık üretecektir. Böylece, reklam sektörünün varlığı tehlike içindedir. Baudrillard’a göre de; “mesajın alıcı üstündeki yansımasının sıfır olduğu gerçeği ortaya çıktığı anda reklam kurumu ortadan kalkacaktır.”
Aynı mantıkla devam edecek olursak, sistemde kitlenin güdümlenebilirliği fikri hakim olduğu için, yani sistemde hayali bir zafer duygusu var olduğu için, sistem kıskaç içinde de olsa varlığını devam ettirmektedir. Ancak bu varlık, gerçek anlamda bir varoluş değildir. Bu bir kandırmacayı anımsatmaktadır. O halde, sistem başarısızlığını kabul ettiği anda, kitlenin güdümlenemezliğini fark ettiği anda yok olacaktır.
* Unutulmamalıdır ki, kitlenin sessiz kalmasının nedeni sistemin en önemli güdümleyici unsuru olan kitle iletişim araçları olduğu için, mesajı yok eden aslında kitle iletişim aracının kendisidir.
[1] Baudrillard,2008 (a), sy.128
Duygu Çavdar
http://www.kulturmafyasi.com/2011/05/05/yigin-olarak-kitle-baudrillard-uzerine/
Tür Ayrımcılığından Eşitliğe – Joan Dunayer
Ne zaman kafeste bir papağan, akvaryumda bir japon balığı yada zincire bağlı bir köpek görseniz, tür ayrımcılığını görüyorsunuz demektir. Eğer bir kaplumbağanın ya da bir yaban arısının bir insana ya da tilkiye kıyasla yaşamaya ve özgür olmaya daha az hakkı var diye inanıyorsanız, ya da insanların diğer hayvanlardan üstün olduğunu düşünüyorsanız, o zaman tür ayrımcılığı yapıyorsunuz demektir. Eğer su hapisanelerini ve hayvanat bahçelerini ziyaret ediyor, inek derisi ve koyun tüyü giyiyor, hayvan eti, hayvan yumurtası yada inek sütü ürünleri yiyorsanız o zaman tür ayrımcılığı uyguluyorsunuz demektir.
Tür ayrımcılığı tam olarak nedir? Psikolog Richrd Ryder tür ayrımcılığı sözcüğünü 1970 yılında ortaya attı. Terimi tam olarak tanımlamadıysa da tür ayrımcılarının insanlarla diğer hayvanlar arasında keskin bir ahlâki ayrım çizdiğini belirtti. Ryder gibi Peter Singer ve Tom Regan gibi düşünürler de tür ayrımcılığını insan olmayan bütün canlılara yönelik bir önyargı olarak tanımlıyorlar. Ancak bu tanım çok dar. Irkçılık beyaz ırktan olmayan insanlara yönelik değil sadece; her türden ırktan insana (meselâ Asyalılar hariç bütün beyaz ırka ait olmayan insanlara, sadece siyahlara ya da Amerikan yerlilerine ya da sadece Avustralyalı Aborjinlere) yönelik önyargıları da içerir. Bunun gibi, tür ayrımcılığı sadece insan olmayan canlılara yönelik bir önyargıyla sınırlı değil; bir çok hayvan türüne yönelik bir önyargı söz konusu; meselâ büyük kuyruklu maymunlar (ape) hariç her hayvan türüne, memeli olmayan bütün hayvanlara ve bütün omurgasız hayvan türlerine yönelik bir önyargı söz konusu.
Ryder, Singer ve Regan’ın “tür ayrımcılığı” dediği şey aslında sadece tür ayrımcılığının bir çeşiti; en eski ve en ağır biçimi, buna ben “eski tarz tür ayrımcılığı” adını veriyorum. Bu eski tarz tür ayrımcısı insanlar insan türüne dahil olmayan hiç bir canlının temel yasal haklara ; meselâ yaşama ve özgür olma gibi yasal haklara, veya insanlar gibi ahlâksal itibarlara sahip olamayacağına inanır. İnsanların çoğu bu tarz tür ayrımcısıdır.
Eski tarz tür ayrımcılardan farklı olarak sayıları giderek artan bir çok insan ahlâkî ve legal hakların kendi türümüzün ötelerine uzanması gerektiğine inanıyor. Ancak bu insanların çoğu eşitlikçi değil; bu insanlar benim “yeni tarz tür ayrımcılığı” adını verdiğim bir tür ayrımcılığını hayata geçiriyorlar. Yeni tarz tür ayrımcıları sadece insan olmayan bazı canlıların hak sahibi olmasını savunuyor, özellikle de insanlara en çok benzeyen hayvanların. Çoğu insanın insan türünden olmayan bütün canlılardan üstün olduğuna insanan bu yeni tarz tür ayrımcıları hayvanlar alemini insanların en üstte yer aldığı bir hiyerarşi gibi görüyor. Şempanze, yunus ve diğer seçme memeli hayvanları da insan türüne dahil olmayan diğer canlılardan daha önemli kabul ediyorlar. Ayrıca memelileri kuşların; kuşları sürüngen, amfibiyen ve balıkların; ve omurgalıları da omurgasız hayvanların üzerine yerleştiriyorlar.
Peter Singer bu yeni tarz tür ayrımcılğına bir örnek. Ona göre en azından normal bir zekâ seviyesine sahip insanlar bütün canlılardan daha fazla bir değere sahip. Dahası, Singer yaşama ve özgür olma hakkının sadece insanlara ait bir hak olduğunu savunuyor, Singer’a göre diğer büyük kuyruklu maymunlar, ve olasılıkla bazı memeliler de normal bir insan çocuğunun sahip olduğu türden bir öz farkındalık gösterdikleri takdirde bu hakka sahip olabilir. Neden normal bir insan? Neden normal bir ahtapot veya normal bir karga değil? Singer’ın kriteri açık açık insan merkezci ve insandan yana önyargılıdır: yani tür ayrımcısıdır. Singer memeli olmayan bütün hayvanların yerine yenisinin gelebileceğine inanıyor (kendi sözleri). Memeli olmayan canlılar üzerinde dirikesim uygulanmasına kategorik olarak karşı değil. Ayrıca, eğer içinde bulundukları koşullar altında sürdükleri yaşamları keyifli ise (en uç derecede imkânsız) ve hemen, hiç acısız bir şekilde öldürülürlerse(bu da imkânsız) kuşların, balıkların ve memeli olmayan diğer canlıların gıda amaçlı yetiştirilmesine de ahlâki anlamda olumlu gözle bakıyor. Singer, binlerce insanın öldürülmesinin milyonlarca tavuğun öldürülmesine kıyasla daha trajik bir şey olduğunu düşünmenin bir tür ayrımcılığı olmadığını iddia ediyor. Elbette ki bunu iddia etmek bir tür ayrımcılığıdır.
İnsanın üstünlüğü nosyonunu reddeden tür ayrımcılığı karşıtları, hissetme yeteneği bulunan bütün canlılar için temel hakları savunuyor. Tür ayrımcılığı karşıtları insan türünden olmayan bazı canlıların fahri insanlar olmasını istemiyor; onlar hak sahibi olmanın temelinde kıstas olarak insan olmak yerine hissetme yeteneği alınmasını istiyorlar.
Hissetme yeteneği(sentiens) temel yasal hak sahibi olmak için yeterli olmalı; çünkü duyguları olan herkesin hayatta kalmakta, sıhhat ve refahını korumakta çıkarı var demektir; yasaların amacı da zaten (bireylerin) çıkarları(nı) korumaktır. Hukuk açısından mental anlamda en yetersiz insanlar dahi korunması gereken çıkarlara sahiptir. Dahası, onların çıkarları normal ya da yüksek IQ’lu insanların çıkarlarından daha az önemli değil. Dil ya da soyut akıl yürütme yeteneği bulunmayan insanların da hakları bulunur. O halde insan türünden olmayan canlıların neden hakları olmasın? Her türden ve dereceden bir bilinç korunmaya gereksinir. Hissetme yeteneği/duyguları bulunan her canlı acı çekebilir. Yoksunluk ve acıdan uzak bulunma hakkı goril ve insanlar için olduğu kadar, yılan ve ıstakozlar için de önemlidir.
Tür ayrımcılığı karşıtları insan olmayan bütün canlıların insan mülkü ve eşyası olmak yerine hükmi şahıslar olarak kabul edilmesi gerektiğini düşünüyorlar. Kişi olma durumu/hakkı bu canlıları insanlara hizmet etmekten kurtarırdı; çünkü insanlar bu canlıları kendilerine hizmet etmek için onları rekabet etmeye, emek harcamaya ya da performans sergilemeye yasal olarak zorlayamazlardı. Artık atlar arabaları çekmez, kaplanlar çemberlerden atlamaz, filler sırtlarında insanları taşımazdı. Yasalar insanların insan olmayan canlılara sahip olmasını yasaklardı. İnsanlar insan olmayan canlıları dirikesimden gıda üretimine evcil hayvan üretmekten tut yok olma tehlikesi altındaki hayvanların çoğaltılmasına kadar farklı amaçlarla yetiştiremez, satın alamaz, satamazdı.
Kurtuluş zamanı geldiğinde halkın çok daha büyük bir oranı hayvan eşitliğini destekleyip vegan olurdu; ve çok daha az hayvan esir tutulurdu. Kediler, köpekler ve diğer “evcil” hayvanlar gene kendilerini seven ve sorumluluklarını taşıyan insanlarla beraber yaşardı. Sömürüden ve diğer istismarlardan özgürleştirilen diğer “evcilleştirilmiş” hayvanlar –mesela yumurta fabrikalarından kurtarılan tavuklar, dirikesim laboratuarlarından özgür bırakılan fareler gibi hayvanlar- gerekli veteriner bakımını alır, eğer tedavisi mümkün olmayan bir ızdırap içindelerse ötenazi uygulanır ya da durum böyle değilse barınaklarda ve özel evlerde insanlar tarafından edinilene dek bakıma tabii tutulurlardı. İnsanlar tarafından bakıma alınan bu canlılar temelde çocuklarla aynı yasal haklara sahip olurdu.
Hayvan esareti aşamalı olarak bitirilirdi. Mümkün olan en uç noktaya dek “evcilleştirilmiş” hayvanların (kedi ve köpekler de dahil) üremeleri önlenirdi- meselâ kısırlaştırılırlardı. Böylece “evcilleştirilmiş” hayvan sayısı hızla düşerdi.
Evcilleştirilmemiş esir hayvanlar ise gerekli rehabilitasyondan sonra özgür bırakılırdı, böylece insanların müdahalesi olmaksızın ve uygun yaşam alanı da bulunuyorsa kendi kendilerine gelişebilirlerdi. Eğer bu söz konusu değilse, o zaman barınaklarda sürekli bakım altında tutulurlardı. Bu barınaklarda doğal ve onları memnun edecek çevrelerde yaşarlardı.Evcilleştirilmiş hayvanlar gibi evcilleştirilmemiş esir hayvanların da üremesi engellenirdi. Sonuç olarak insan olmayan bütün canlılar insanın müdahalesi olmadan doğal yaşam alanlarında ve artık evcilleştirilmemiş hayvanlar olarak yaşardı.
Hayvanlara kişilik haklarının tanınması, gerekli bütün yasal haklarının da tanınması anlamına gelirdi, meselâ yaşama hakkı gibi. Diğer bütün hayvan hakları gibi, bir hayvanın yaşama hakkı hayvanların değil insanların davranışını kısıtlardı. İnsanlar özgürce yaşayan hayvanlarla avcı-av ilişkisine girmezlerdi. İnsanlardan farklı olarak avcılar hayatta kalmak için öldürmek zorundadır. Tür ayrımcısı olmayan yasaların koruması altında bir insanın bilerek bir hayvanı sıradışı koşullar haricinde öldürmesi yasa dışı olurdu.Eğer donmuş buz kesmiş yerlerde sıkışıp kaldıysanız ya da yiyecek bitkinin olmadığı bir kıtlık bölgesindeyseniz ve açlıkla yüzyüzeyseniz o zaman yemek için hayvan öldürmeye hakkınız olurdu. Eğer bir aslan size saldırıyorsa o zaman meşr-u müdafaa hakkınız olurdu. Bir köpeğin sağlığını tehdit edn iç parazitleri öldürmeye hakkınız olurdu, çok acı çeken bir hastalığa yakalanan bir kediye ötenazi uygulama hakkınız olurdu. Buna karşılık, deney yapmak adına fare öldürmek, etleri çin inekleri öldürmek, spor için balıkları öldürmek, kürkleri için minkleri öldürmek, tiksinti sebebiyle örümcekleri ya da anlamsız sebepler dolayısıyla diğer hayvanları öldürmek yasa dışı olurdu.
Kişilik hakkının tanınması hayvanlara özgürlük hakkı verirdi: hem bedensel bütünlük hem de fiziksel özgürlük hakkı. Evcilleştirilmiş hayvanların geçici olarak istisna kabul edilmesi ile beraber, kurtuluş anında esir olarak bulunan bazı evcilleştirilmemiş hayvanlar da dahil, bütün hayvanlar tamamen özgür olurlardı. İnsanlar hayvanları kafese tıkarak, zincire vurarak, binalara kapatarak ya da diğer biçimlerde esir edemezlerdi. Hayvanlara işkence etmek ya da onları cinsel olarak istismar etmek yasa dışı olurdu, vücutlarına zarar vermek, yaralamak da öyle- meşr-u müdafaa hariç.
Tür ayrımcılığı karşıtı bir yasa, hayvanların mülk hakkını da kabul ederdi. Kendi bedenlerinin ve emeklerinin ürünlerine kendileri sahip olurdu. İstiridyeler incilere, kızılgergedanlar kendi yumurtalarına ve bal arısı kolonileri de ürettikleri bala sahip olurdu. Hayvanlar kendi yuvalarını, kovanlarını, çukurlarını kendileri sahiplenirdi. Bir porsuk ailesinin kurduğu bir sete gene kendi ailesi ve çocukları sahip olurdu. İnsanların olarak hayvanların kendi doğal yaşam alanları içinde ürettiği şeyleri bilerek alması ya da ona zarar vermesi yasa dışı olurdu. Dahası, hayvanlar kendi yaşam alanlarına da sahip olurdu. Belli bir toprak ya da su alanında yaşayan hayvanlar o çevreye legal olarak sahip olurdu, orası onların ortak mülkü olarak kabul edilirdi. Hem insanlar hem de hayvanlar tarafından ortaklaşa paylaşılan çevreler gene aynı kalırdı; ama insanların hayvanların alanlarına daha fazla yayılmasına izin verilmezdi (meselâ sadece hayvanların yaşadığı yerlere insanların ev yapmasına izin verilmezdi). “Az gelişmiş” yaşam alanlarının bilinçli olarak yok edilmesi ya da değiştirilmesi yasa dışı olurdu.
Adil olmak için, yasalar tür ayrımcısı olmamalı. Dünyada yaşayan canlıların çoğu insan türünden değil. Tür ayrımcılığı en derinlere kök salmış ve en çok zarar veren bir adaletsizlik çeşiti.
Hem bir tavır hem de bir pratik olan tür ayrımcılığı, türe dayalı her türden önyargı ve ayrımcılık anlamına geliyor. Hayvanların sırf insan değiller diye ya da tam insan gibi değiller diye eşit bir tavıra lâyık görülmemesi, saygı görmemesi tür ayrımcılığıdır. Adalet hakkı anlamında hissetme yeteneği ve duyguları bulunan bütün canlılar eşittir. Hayvanlar sadece, ahlâki anlamda, yaşama ve istismardan uzak olma hakkına sahip değiller; eşit bir hakka da sahipler aynı zamanda.
Çeviri: CemCB
http://hayvanozgurluguhareketi.wordpress.com/2011/06/09/tur-ayrimciligindan-esitlige/
Tahta Kasalardaki Bebekler – Karen Davis
Komşunuz yavru köpeğini sürekli bir kafeste tutsaydı, asla dışarı salıp oynamasına izin vermeseydi ne yapardınız? Eğer o kafes dar bir kapalı bölme olsaydı ve yavru köpek bacaklarını uzatarak yatamasın ya da sağa sola dönemesin diye boynundan zincirli olsaydı peki? Herhalde polise haber verir ve hayvanlara yönelik bir zulüm olduğunu bildirirdiniz.
İşte veal danaların çoğunluğuna böyle davranılıyor. (Veal- özellikle dana eti olarak yenmek adına öldürülen hayvanlara verilen isim) Sırf bu anlamda tamamen yasal bir durum söz konusu- yasal; çünkü çoğunluğa yapılan şey bu ve bu yüzden de standart bir tavır olarak kabul ediliyor. Standart tarım pratikleri bir çok eyalette ve ülkede hayvan zulmüyle ilgili maddelerden muaf tutuluyor.
Veal danalar süt endüstrisinin bir atık ürünü. Doğumdan bir ya da iki gün sonra bu yavrular annelerinden koparılıyor ve bu kasalara kapatılıyorlar. Sırf anemi olmaları için içinde demir barındırmayan besinlerle besleniyorlar; bunun sebebi ise demir eksikliği sebebiyle renklerinin oldukça hafif olması, midesine düşkün pezevenkler için ise bu çok hoş bir şey. Veal dana üretim dergisi okurlarını şöyle uyarıyordu “ lütfen kasalardan demiri muhakkak uzak tutun”. Demir çivi bile kullanamıyorlar, çünkü zavallı danalar bu demir çivileri yalıyor ve böylece etlerinin o hafif rengini bozmuş oluyorlar.
Veal danalar hayatlarının on altıncı haftasında öldürüldüklerinde yürüyemeyecek kadar hasta oluyorlar. Her on vealden biri bu kasalarda esaret içinde ölüyor.
nonhumanslavery.com
http://hayvanozgurluguhareketi.wordpress.com/2011/06/26/tahta-kasalardaki-bebekler/
Hediye Olarak Satın Alınan Köleler
Uzun zamandır yaşayan varlıkların sahibi olabileceğimizi düşünen insanların sorunları üzerine düşünüyorum. Dünyanın her tarafında erkeklerin kadınların sahip olduğu bir çok bölge var. Başka bölgelerde aileler çocuklarının sahibiler, bu çocuklar köle olarak satılıyorlar. Bir canlı bir metaya dönüştüğü an bu canlının sahibi bu metaya canı ne isterse yapmaya yasal olarak hak sahibi oluyor.
Bu blogu okuyan herkes hiç bir insanın bir eşya olmadığı ve hiç bir insanın bir eşya olarak satın alınmaması ve satılmaması gerektiği konusunda hemfikirdir. Burada bir sorun yok. Ancak pek de net olmayan başka birşey var, söz konusu insan türünden olmayan canlılar olunca çizgiyi nerede çekmemiz gerektiğini bilemeyebiliyoruz. Evine, atına ya da köpeğine baktığımız insanlardan birisinin bir arkadaşı dün ineklerini otlamaları için araziye getirdi. Önce anneleri getirdi. Anneler stres altındaydı; çünkü yavruları yanlarında değildi. İki saat sonra adam bu sefer yavruları getirdi, her anne koşan çocuklarına doğru koşturdu, yavruları da onlara doğru koşuyordu. Ardından hem anneler hem de yavrular yük vagonundan mümkün olduğu kadar uzaklaştılar…tepelere doğru gidiyorlardı. Bu çiftçi kendini bu hayvanların sahibi olarak görüyor. Onların sahibi olarak, bu çiftçi onları ne zaman ayırmak gerektiğine ve onlardan birini ne zaman mezbahaya yollamak gerektiğine karar verecek.
Bir canlı varlığa sahip olmanın mantıksal ya da şefkat içeren bir açıklamasını bulamıyorum. Köpeğimizi umursuyoruz elbette; ama onun “sahibi” değiliz, o bizim bir eşyamız değil.
Heifer İnternational ve Outreach International gibi kuruluşlar canlı varlıkların harika hediyeler olduğunu düşünüyor, bu yüzden de bu kuruluşlar kendi yapılanmalarını canlı varlıkların(insan türünden olmayan canlı kölelerin) eşya gibi sahiplenilmesi gibi bir düşünce üzerine oluşturmuş. Her iki kuruluşun da insan türünden olmayan canlıların satışı, nakliyatı ve öldürülmesini içermeyen değerli programları da bulunuyor. Heifer’ın topluluk bahçelerine odaklanan programları var. Outreach Int’ın ise topluluklara eğitim, dikiş makinesi, giysi, su kuyuları, fırın, marangoz aletleri, tıbbi ilaçlar ve meyva ağacı ile arazi alanları sağlayan programları var.
Eğer Outreach Int kölelik içermeyen programlar sürdürürse onlara destek verip diğerlerinin de aynı şeyi yapmasını isterdim; ama mutlu insanların sevimli hayvanları kucaklarken gösteren fotoğrafları satın alıp bu hayvanları da topluluklara gönderdiğiniz zaman, işte bu kuruluşlar esas parayı orada kırıyorlar.
Diğer değerli programların yeterli olması yerine, keçiler, koyunlar, tavuklar, inekler, bufalolar, balıklar ve diğer canlılar güya bu topluluklara yardım etmek adına acı çekiyor ve ölüyorlar.
Lütfen şu an ile önümüzdeki tatil sezonu için bu haberi yayın. Hayatınızdaki insanların sürdürülebilir seçimleri destekleyen, şefkat barındıran kuruluşlara bağışta bulunabileceklerini bilmelerini sağlayın. Canlıların bir eşya gibi kullanılmasını savunmayan bir çok gruba bağış yapabilirler. Ayrıca, eğer bu tür köleliğin sona erdirilmesi sizin için önemliyse lütfen canlı varlıkları “hediye” diye satan kuruluşlarla bağlantı kurun ve canlı varlıkların satışına son vermedikleri sürece programlarına destek vermeyeceğinizi bilmelerini sağlayın.
Bir eşya gibi düşünülmek istemem. En iyi fiyatı veren birisi tarafından satın alınmak ya da ona satılmak istemem. Bir birey olarak davranılmak isterim, gereksiz acı ve ızdıraptan uzak bir hayat yaşamak isterim. Bu sözlerim bütün canlılar için geçerli. En küçük bir sinek bile öldürmekten kaçar, hayatı seçer.
Hayatımın bir döneminde bir grup hayvana bakıp sadece onların bir tür olduğunu düşünüyordum. Bir grup inek, bir grup keçi, bir kuş gibi… Ama artık benim için herşey daha farklı. Onların bir çoğuyla yüzyüze, birebir tanıştım. Şimdi, bu arazide eşya gibi sahiplenilmiş canlıların gözlerine bakıyorum, ve eşya değil onlarda bireyler görüyorum. Bu canlıları ürün olarak pazarlayıp satan kataloglara baktığım zaman da aynı şey oluyor; orada türleri görmüyorum, bireyleri görüyorum.
Rae Sikora /Plant Peace Daily/Hindistan
Çeviri: CemCB
Komünalist Proje – Murray Bookchin
Frontex nedir? İrfan Akalp
Yüzyıllarca Ortadoğu ve Afrika’nın yer altı ve yerüstü kaynaklarını sömüren Avrupa, kaynakları sömürülmüş bu bölgelerde yaşayan insanların iş, aş ve ekmek umuduyla Avrupa ülkelerine yönelen göç hareketlerini kontrol etmek için kısa adı Frontex olan ‘İnsan-göçmen avcıları’ birliğini 2005 yılında oluşturdu.
Frontex (Fransızca: Frontières extérieures, dış sınırlar) ya da Avrupa Birliği Sınır Güvenliği Birimi, anlamını taşıyor. Asıl amacı Avrupa Birliği’nin birliğe üye olmayan komşu ülkelerle olan sınırlarının güvenliğinin sağlanması, ulusal sınır muhafızları arasında işbirliği yapılması ve sınırlarla ilgili risk analizleri oluşturulması olsa da Frontex in faaliyetleri, Afrika’dan tekne ve botlarla gelen göçmenleri henüz daha karaya ulaşmadan Akdeniz üzerinde durdurmak. 3 Ekim 2005 tarihinde hizmete giren kurumun genel merkezi ise Polonya’nın başkenti Varşova’da bulunuyor.
Frontex, Avrupa birliği ülkelerinin polis ve ordularından oluşuyor. Frontex, Avrupa’nın dış sınırlarında güvenliği dışarıdan girişleri engellemek üzere kuruldu. 2005 yılından bu yana faaliyet gösteren Frontex, Schengen “serbest dolaşım sistemini” tamamlayıcı bir mekanizma olarak hizmet veriyor. Schengen sistemi AB içinde sınırların kaldırılmasını gerektirdiği gibi birliğin dış sınırlarının da olabildiğince yükseltilmesini öngörüyor. AB’nin söz konusu sınır politikalarını tanımlamak için kullanılan kavram ise “Kale Avrupası” (Fortress Europe). Bu kavram, AB içinde üye Devletlerarasında ulusal sınırları ortadan kaldırma savıyla AB’yi çevresinden ayıran sınırlara daha yüksek duvarlar örülmekte olduğu gerçeğini anlatmak için kullanılıyor. Rakamlar AB sınırlarının göçmenler için bir cehenneme dönüşmüş olduğunu ortaya koyuyor. Kesin rakamlar hiçbir zaman bilinemese de 1988 yılından bu yana Avrupa sınırlarında ölen göçmen sayısının yaklaşık 14 bin 700 kişi olduğu hesaplanıyor.
Frontex’in Hızlı Sınır Müdahale Ekipleri’nin yanı sıra bunları tamamlayan hava ve deniz gücü de bulunuyor. Bu küresel ordu 20 Uçak, 30 Helikopter ve 100 gemi ile faaliyetlerini sürdürüyor. Üye ülkeler Frontex’e savaş gemileriyle katılıyorlar. Frontex’in deniz gücü özellikle önemli. Çünkü böylece göçmenler henüz AB üyesi ülkelerin kara sularına girmeden (yani ulus devletlerin başına bela olmadan) uluslarası sularda durdurulabiliyorlar. Oysa İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin 14.maddesi şöyle diyor:
Madde 14
- Herkes zulüm karşısında başka memleketlerden mülteci olarak kabulü talep etmek ve memleketler tarafından mülteci muamelesi görmek hakkını haizdir.
- Bu hak, gerçekten adi bir cürüme veya Birleşmiş Milletler prensip ve amaçlarına aykırı faaliyetlere müstenit kovuşturmalar halinde ileri sürülemez.
Frontex in kullandığı teknolojiler ve tekniklerin hayata geçirilmesi tamamen militarist olduğu gibi düzensiz göçü sadece ve sadece askeri yöntemlerle çözeceği bir sorun olarak görerek sorunun sosyalojik, ekonomik, psikolojik birçok faktörünü görmezlikten geliyor. Mültecilerin bot ve teknelerini batırmak hiçbir cezai yaptırıma uğramıyor. Hareketli sınırlar içerisinde egemenliğin nasıl kurulacağı göçmenler üzerinden test ediliyor. Devletlerin düşman algısı da değişerek Devletin düşmanı insan öznesi haline geliyor.
Türkiye’nin AB üye ülkeleriyle sınırları da Frontex’in yakından ilgilendiği sınır bölgeleri arasında bulunuyor. Yunanistan’ın talebi üzerine Türkiye-Yunanistan sınırına AB’nin dış sınırlarını korumakla görevli, Avrupa’ya insan göçünü önlemek amacıyla “insan avcılığı” yapan Frontex’e bağlı timler yerleştirildi. Bu timler 200 kilometreyi aşkın sınır boyunca görev yapacaklar. Meriç sınırında devriye gezecek olan Frontex timi kendi ülkelerinin üniformalarını giyecek, AB kolluğu takacak. Tim tüfek ve tabanca taşıyabileceği gibi, silahlı bir saldırıya uğraması durumunda “karşılık vermekle yetkili” olacak. Tim herhangi bir saldırıya uğrayacak olursa yapılan saldırının Yunan askerlerine yapıldığı varsayılacak. Bu yetkilerle donatılan tim, kaçak göçmenleri rahatlıkla “avlayabilecek.”
AB’ Türkiye’yi, Frontex’in Ege’deki Avrupa deniz ve hava operasyonlarına da ortak etmeyi amaçlıyor. Konuyla ilgili açıklama AB Dönem Başkanı İsveç’ten geldi. İsveç, AB ile Türkiye arasında olası bir anlaşmaya ilişkin müzakerelerin sürdürüldüğünü belirterek, “Söz konusu anlaşmada bilgi teatisinin yanı sıra Türk makamlarının Frontex’in ortak görevlerine katılımının da öngörüleceğini” açıkladı.
İsveç tarafından yapılan açıklamanın önemli yanlarından biri, AB ile Türkiye arasında henüz içeriği kamuoyuna yansımayan sınırların korunması ve vize muafiyeti gibi konuları kapsayan görüşmelerin meyvelerini vermekte olduğunu göstermiş olması.
AB, Türkiye’ye vize muafiyeti için iki önşart koşmuştu. Bunlardan biri biyometrik pasaport kullanımına geçilmesiydi. Türkiye bu uygulamayı başlattı. İkincisi olarak ise, Türkiye’den kaçak göçmenler konusunda yeni düzenlemeler hayata geçirmesi bekleniyor. Bu yeni düzenlemeler bugün AB ile Türkiye arasında müzakere ediliyor.
Geri Kabul Anlaşması
Düzenlemelerin başında “Geri Kabul Anlaşması” geliyor. Bu anlaşma “güvenli” olarak tanımlanan üçüncü ülkelerden transit olarak geçerek Avrupa’ya giden kaçak göçmenleri kendi ülkelerine göndermeyi öngörüyor. Anlaşmanın imzalanmasıyla Türkiye “güvenli ülke” sayılacak. Böylece Türkiye’den geçerek AB’ye girmeyi başaran kaçak göçmenler, yakalandıklarında ya da iltica talebinde bulunduklarında Türkiye AB tarafından “güvenli ülke” sayıldığı için Türkiye’ye geri gönderilecekler.
Zaman içerisinde Türkiye üzerinden Avrupa’ya geçen göçmenlerin sayısında büyük artış kaydedildi. Bu göçmenlerin güzergâhlarının başında Türkiye-Yunanistan sınırı geliyor. Türkiye’den Yunanistan’a her gün 35-40 kişi geçmeye çalışıyor. Yunanistan’a sadece 2010 yılında girmeye çalışan göçmen sayısı 128.000.Göçmenler ya deniz yoluyla Yunanistan’a geçmeye çalışıyorlar ya da Trakya-Yunanistan kara sınırını kullanıyorlar.
Avrupa göçmenleri öldürüyor
Türkiye basınında, Türkiye -Yunanistan sınırında bir toplu mezar bulunmasının gündeme gelmesi, AB’nin göçmenlere karşı insanlık dışı uygulamalarını bir kez daha akıllara getirdi.
Göçmenleri ucuz emek gücü olarak görüp zor koşullarda çalıştıran, kazandıkları az miktarda parayla oldukça güç şartlarda yaşamalarına neden olan birçok Avrupa ülkesi, mülteci kamplarındaki insanlık dışı uygulamalarla ve “sınır güvenliği” bahanesiyle görevlendirdiği silahlı askerlerle konuya kendince çözüm buluyor.
İstatistikler göçmenlerin çoğunun, kötü hava şartları, yolculukta kapılan hastalıklar, bindikleri deniz taşıtlarının aşırı yüklemeden ötürü batması gibi sebeplerden ziyade sınırlarda görev yapan güvenlik timlerinin müdahalesiyle öldüğünü ortaya koyuyor.
Yunanistan duvar çekiyor
Yunanistan’ın açıkladığı sayılara göre son 4 yılda 512.000 göçmen yasadışı yollardan Yunanistan’a giriş yaptı. Bu sayının önemli bir kısmını Türkiye üzerinden girenler oluşturuyor. 2010 yılında 50 binin üzerinde kaçak göçmenin Türkiye üzerinden Yunanistan’a geçtiği belirtiliyor. Türkiye üzerinden geçen göçmenlerin önemli bir kısmı Meriç nehri üzerinden ülkeye ulaşıyor. 2009’da 43 bin kişinin bu yolu kullandığı tahmin ediliyor. Yunanistan bu verileri sebep göstererek sınıra duvar ve tel örgü çekmeye hazırlanıyor. Yunanistan Türkiye üzerinden ülkeye giren göçmenleri engellemek için 12,5 kilometrelik tel örgü çekeceğini açıklayan Yunanistan’ın duvarı örmeye başladığı bildiriliyor.
20 yılda 15 bin göçmen öldü
Her yıl milyonlarca kaçak göçmen Avrupa’ya geçebilmek için çeşitli yollar deniyor. Ancak, Avrupa’nın köklü bir çözüm bulmak istemediği göçmen sorununda her gün yeni dramlar yaşanıyor. Fortress Europe derneğinin açıklamasına göre 1988 yılında beri Avrupa sınırları boyunca en az 15 bin insan öldü. Bunların arasında denizde kaybolan 6 bin 344 kişi de var.
Akdeniz ve Atlas mezar oldu
Kaçak mülteciler Avrupa’ya geçebilmek için en çok deniz yolunu kullanıyor. En fazla ölüm de bu yolculuklar sırasında gerçekleşiyor. Bu yolculuk sırasında denizler sadece küçük, iğreti teknelerle geçilmeye çalışılmıyor. Kayıtlı vapurlar ve kargo gemileri de kaçak göçmenleri Avrupa’ya taşıyan araçlar arasında. Kötü şartlarda yapılan bu yolculuklarda geçen yıl 153 göçmenin havasızlıktan boğularak hayatını kaybettiği biliniyor. Bunun dışında, yapılan araştırmalar son 20 yılda Akdeniz’den ve Atlas Okyanusu’ndan Avrupa’ya geçmek için kullanılan üç belirgin güzergâhta 9 bin ila 10 bin göçmenin hayatını kaybettiğini gösteriyor.
Libya ve Tunus’tan Malta ve İtalya’ya uzanan rota üzerindeki Sicilya Kanalı’nda 3 bin 118 göçmen kaybolduğu, 138 kişinin Cezayir’den ve Sardinya’ya gitmeye çalışırken boğulduğu, Moritanya, Fas ve Cezayir’den İspanya’ya ulaşmaya çalışan 4 bin 286 göçmen Cebelitarık Boğazı’nda ya da Kanarya Adaları açıklarında hayatını kaybettiği, bunların 2 bin 167’sinin hala bulunamadığı biliniyor.
Çirkin Gerçekleri Gizlemek – Jim Mason
“An Unnatural Order”
Üstünü örtmek, duygusal olarak kopmanın doğal partneridir. Tarım toplumlarının hayvan kullanmanın iyice çirkin yüzünün ortaya çıktığı köpek barınaklarını, mezbahaları ve diğer mekânları gizlemek için yaptığı işbirliğinden ortaya çıkar. Bugün, artık çiftlikler de görünmüyor ortalıkta, binlerce hayvanın penceresiz binalarda, anonim, otomat mekânlarda gözlerden gizlenmesi gibi gözümüzden ıraklar.
Aksaray tesisleri …
İnsanlar otobanlarda bu yerlerin yanı başlarından geçiyorlar arabalarıyla, bu “esaret” tesislerini makinelerin bırakıldığı yerlerle karıştırıyorlar. Çiftçi için söz konusu gizleme kendini sayılarda belli ediyor. Binlerce hayvana baktıkları için hiç bir hayvanla doğrudan bir aşinalık sağlanacak türden hiç bir olanak yok. Ve son olarak, sözel olarak üstünü örtmek de insanlığın vicdanını rahatlatıyor. Biftek, pirzola, gibi sözcükler yüzyıllardır hayvanların kas dokusunun kökenini gizledi. Tavukların, ördeklerin, kazların etleri içinse başka sözcükler kullanmaya gerek kalmadı; çünkü bu hayvanlar küçükler ve aynen kuşlar gibi, insana akrabalık anlamında daha uzak bir noktada bulunuyorlar.
Karacabey tesisleri
Sözel örtbas hayvan sömürüsünün diğer alanları için de son derece kullanışlı bir araç. Bu yüzden evcil hayvan endüstrisi bir yandan köpek yavrularının yetiştirildiği özel yetiştirme tesislerindeki satışlarla büyük para kazanırken köpek barınakları da reddedilen, terkedilen hayvanları topluyor ve onları “uyutuyor”lar. Ve bilim hâlesini yeni ürünlerin geliştirme çabalarının üzerine yerleştirmek adına ise ister şampuan , ister fırın temizleyici, ister mucizevi bir ilaç ya da başdöndürücü cerrahi prosedürler olsun, hayvan deneyleri yapanlar hayvanları laboratuarlarda “kurban” ediyorlar.
Çeviri: CemCB
nonhumanslavery.com
http://hayvanozgurluguhareketi.wordpress.com/2011/05/26/cirkin-gercekleri-gizlemek/
Tür Ayrımcılığı Nasıl Sürdürülüyor ?
Bu yazı benim insan ve insan olmayan canlılar arasındaki ilişkilere yönelik sosyolojik analizimdeki bildik bir temaya bir kez daha bakıyor: kültürün tür ayrımcılığını nasıl yapılandırdığı ve bu yapının nasıl sürdürüldüğünü inceliyor. Bir kaç senedir hayvan hakları konularını bir çok forumda tartışa tartışa bir çok insanın, özellikle de Kuzey Amerikalıların farklı konularla ilgili düşüncelerinin sadece kendi düşünceleri olduğunu sandığını keşfettim.
Sosyolojik olarak bu durum aşırı derecede bir naiflik örneği. Sosyal hayvanlar olarak insanlar aynı anda hem özgürdür, hem de özgür değildir. John (Lennon) ve Yoko’nun 1970’li yıllarda doğru bir şekilde tespit ettiği gibi, bizler bir hapisanenin içine doğuyoruz, bir hapisanede büyüyoruz, ve okul adı verilen bir hapisaneye gidiyoruz. Ayrıca bir hapisanede seviyor, ağlıyor ve düş görüyoruz. Daha sosyolojik anlamda, belki insanın özne ve eyler oluşunun sürekli olarak bir çok sosyal güç tarafından kısıtlandığını söyleyebiliriz. Berger ve Berger’in sosyolojiye biyografik bir yaklaşımın bir versiyonu olan kitaplarının kapağında bir kafes içinde gazete okuyan bir adam resmi vardır, adamın hemen yanında da bir televizyon ve fırın görürüz. Lennon ve Ono’nun hapisane dediği şeye Berger ve Berger kafese konulmak ve kontrol edilmek diyor.
Elbette kendimiz hakkında şöyle düşünmek hoşumuza gitmeyebilir. “Ah, hayır, ben değil, ben orijinalim. Özgürüm, bir benzerim daha yok”. Sosyolojik olarak bu olsa olsa bir hüsn-ü kuruntudur: öyle ya da böyle bir dereceye kadar hepimiz toplumun normları ve değerleri tarafından şekillendiriliyoruz. İşte hayvanları koruma hareketinde ve toplumda hayvan refahçılığının bu kadar yaygın olmasının en temel sebeplerinden birisi ya da o temel sebebin kendisi, budur.
O halde, bir dereceye dek, bizi toplum yaratır ve toplum şekillendirir. İnsan ve insan olmayan canlıların arasındaki ilişkiler açısından; felsefe, teoloji, günlük toplumsal pratikler ve ideoloji, devam eden sosyal söylem etkili bir şekilde yeterli farklılık denen şeyi inşa eder, bu da karşılık olarak insanlar ve diğer hayvanlar arasında anlamlı ahlâki bir mesafe yaratır.
Gerçekten de, zaman içinde, insanlar ister kapasite, ister akıl kullanma becerisi, dil ya da alet kullanımı gibi diğer farklılıklar olsun, her türden farklılığın altını çizerek hepsinin ahâken bağlayıcı ve önemli olduğunu ilân etti, bunu yaparak da milyarlarca hissetme yeteneğine sahip canlının statüsünü geçersiz kılmış ve insan türünden olan ve insan türünden olmayan hayvanlar arasındaki evrimsel akrabalığın bağlarını çok etkili bir biçimde hasara uğrattı.
Jasper haklı olarak modern insanların diğer hayvanlara iki sömürü oryantasyonu ile yöneldiğini söylüyor. Birinci oryantasyon diğer hayvanların kaynak olarak kullanılmasının kabul edilmesidir; diğeri ise daha çok duygusal bir oryantasyondur, meselâ evcil hayvanların “beslenmesi” gibi; aslında bu ikinci kategoride de araçsal bir niyetten söz edilebilir, örneğin hayvanlar pet showlara, hatta yetenek yarışmalarına sokuluyorlar.
İnsan ve hayvanlarla ilgili dominant insan hakları pozisyonlarına eklenen, ve çoğunlukla ekonomik olarak sürdürülen hayvan kullanımından yana argümanlar ahlâki statükoya yönelik oryantasyonları sürdürmeyi amaçlar. Çeşitli refahçı grupların hayvanların insanlar tarafından sömürülmesini finansal ve ideolojik olarak meşrulaştırma amacını güttüğü ortada.
Sosyologlar sık sık insan ve insan olmayan canlıların etik statüleri ile ilgili tavırların korunması adına ömür boyu süren toplumsallaşma süreçlerinin yaşamsal öneme sahip rolünün altını çizerler. Günlük deneyimler diğer hayvanlara yönelik toplumsal oryantasyonları çoğaltırken, kendi yaşam alanları ve kimlikleri diğer hayvanları kullanmaya bağlı hale gelmiş insanların profesyonel toplumsallaşması ise bireylerin hayvan refahından yana kavramsallaştırmalarını daha destekler bir hâl alıyor.
Bu tür faktörlerin ışığında yapılan sosyolojik bir analiz, bireylerin “pratik eden tür ayrımcıları” şeklinde toplumsallaşması olgusunun-yani modern toplumlardaki insanların büyük çoğunluğunun- herşeye uzanan sonuçlarını görmezden gelemez.
Diğer hayvanları rutin olarak sömüren diğer kültürlerde “hayvanlar ne yaptıklarını bilmez” şeklindeki cümleler aynen çocuklara da uygulanabilir. Her gün, hissetme özelliği bulunan diğer canlılara “et” şeklinde yaklaşıp ve öteki varlıkları “oyuncak” ya da kişisel/aileye ait eşyalar olarak adlandırıyorlar. Sosyal öğrenmelerinin bir çok alanında çocuklar hayatlarının ilk yıllarından itibaren herşeyi kapsayan ve derin bir tür ayrımcısı ideoloji ile hayvanların insanlar tarafından kullanılmasını akla gelebilecek bütün biçimleriyle kabul ediyorlar:hayvanların et, oyuncak, alet ve eğlence aracı olarak kullanılmasını kabul ediyorlar.
İnsanlar bu değerleri içselleştiriyorlar, bu değerlerden bağımsız olmak hem zor hem de bunun bedeli ağır, insanlar bu değerleri kendi insan oluşlarının içsel parçaları olarak algılıyorlar. Bu yüzden hiç bir vegan varlıklarının diğer insanlar tarafından küçümsenmesine ya da sosyal anlamda bir sapma olarak görülmesine şaşmamalı.
Hayvan haklarını savunanlar açısından bu durumun önemi son derece açık; çünkü kök sosyal değerler söz konusu olunca çoğu insanın yaptığı en basit şey o değerlere uymaktır.
İşte insan ve insan olmayan canlılar arasındaki ilişkiler söz konusu olunca çoğunluğun dominant sosyal değerler hakkında yaptığı şey budur, hayvan haklarını savunanlar kendi kişisel dönüşümlerinin bir istisna olduğunu anlamak zorundalar. Bir çok insan kendini akışa bırakır, o kadar.
Belki de hayvan haklarını savunanların insan ve insan olmayan canlılar arasındaki ilişkilerde yaygın olan ideolojiden ne kadar “sapmış”oldukları, hayvanları koruma hareketinin insanların hayvanları maruz bıraktığı davranışlarla ilgili iddialarına rağmen hayvan refahçılığının ne kadar yaygın olduğu gerçeğinde görülebilir.
Bu tavırlar insan üstünlüğü iddialarının sosyal kavranışına, tür bariyerinin önemine ve bu bariyerin oluşturduğu nosyonun zararlı kullanımları üzerine yapılandırılır. İnsanlar arasındaki sömürüye dayalı ilişkiler insanlıktan çıkarma süreçleriyle hayata geçirilir, bu tür sömürüleri savunanlar ve insan haklarını savunanlar, insanların insanları sömürüp, zarar verdiği ve öldürdüğü gibi “öteki”leri de sömürüp onlara zarar verdikleri ve öldürdükleri tür ayrımcısı kavramsallaştırmaları da kabul etmek zorunda.
İnsan toplumları sistematik olarak diğer hayvanları nesneleştiriyor; onları meta haline getiriyor, değişik tüketim araçları haline dönüştürüyor, yasa nezdinde onları legal nesneler ve mülk örnekleri olarak algılıyorlar. Eğer bir insan bir hayvana “hasar verirse”, onu öldürürse, o kişiye suç işlediği şeklinde dava açılabilir; yani bir başka insana ait bir “eşya”ya zarar verildiği gerekçesiyle suçlanır. Bir zaman legal kölelik biçimleriyle olduğu gibi, bu tür sosyal güçler sömürüye dayalı ilişkileri sürdürürler. Bunlar ayrıca gençlerin rutin şekilde sosyalleştirildiği ve çocukların hayvanlardan nefret eden hayvan sever toplumların normlarını öğrendiği tür ayrımcısı bir dünyanın değişik yönleridir.
Bizler durmaksızın İnsanın kral olduğu şeklindeki ideolojinin altını kalın kalın çizen toplumlar tarafından, hayvanlara zarar veren hayvan severler olarak toplumsallaştırılırız.Irkçılık ve cinsiyet ayrımcılığı gibi nitelikleri böylesine belirgin olan bu dünya tekrar tekrar bize dünyadaki herşeyin sadece insanlar için var olduğunu ilân eder: insanlar hariç (pratikte insanlar da dahil) her bir şeyin insanlar kullansın diye var olan kaynaklar olduğunu söyler.
Dil, insanların diğer hayvanları ve hayvan hayatını nasıl sevdiğini, onlardan nasıl nefret ettiğini yansıtır, eşitliğe dayanmayan insan ilişkilerini sürdürmek için geleneksel insan-insan olmayan canlılar oryantasyonlarını kullanır. Bir insana “hayvan” demenin o insana negatif bir etiket vermek olduğu görülmüştür: seri katiller popüler medyaya göre insan değildir: insan olma etiketinin yüceliğini üzerlerinde taşımalarına izin verilemez, bu yüzden bu insanlara hayvan isimleri verilir, “hayvan” olarak adlandırılırlar. Bu tür insanlar sonuçta “hayvan gibi davranırlar”. Toplumlar bu tür etiketleri en zalim insanlar için rezerve ederler.
Elbette, yukarıdakilerin hiç biri ortodoks hayvan refahçılığının iddialarıyla çelişmiyor. Tam tersine, hayvan refahçılığı pratiği ve yürürlüğünün normatif rolünün mutlak anlamda gerekli olduğunun altını çizer. İdeolojik hayvan refahçılığı teologların ve düşünürlerin son derece “doğal bir düzen” olarak bir “varlık zinciri” kurmakta haklı olduğu fikrini destekler.
Ortodoks hayvan refahçılığı şu anda var olan ilişkiler aracılığıyla hem insan hem de hayvanlar için bir çok fayda sağlandığını öne sürer. Devam eden ve tamamen kurumlaşmış sosyal süreçlerin bir ürünü ve, insanın tarım faaliyetlerinin bir parçası olan hayvan hakları insanlarla diğer hayvanlar arasındaki ilişkiler hakkındaki yerleşik ortodoks görüşlere meydan okuma konusunda zorluk çekiyor.
Şu anda, İngiltere’de ve diğer bir çok ülkede on yıllardır süren retorik hayvan hakları savunuculuğuna rağmen (daha doğrusu bu yüzden) geleneksel hayvan refahçılığının ortodoks yapısı; güvenli, çok amaçlı ve görünüşe göre sürekli uyumlanabilir bir çerçeve sağlayarak sürüp giden endüstriyel hayvan sömürüsü sistemlerini ve diğer hayvan sahipliği olgusunu desteklemeye yarıyor.
Hayvan refahçılığı, hayvanlarla ilgili hem duygusal hem de geleneksel araçsalcı tavırların köklerini sağlamlaştıran sömürücü akıl yürütmeleri ifşa edip ciddi ciddi sorgulamak yerine, onları korumaya yardım ediyor.
Şu anda hayvan hakları duruşunun hem hayvanları koruma hareketinin içinde hem de dışında yer alan ortodoks pozisyonlarla söylemsel bir tartışma içinde olduğu ortada; özellikle 2006 yılında Gary Francione kölelik karşıtı hayvan hakları duruşunu internet aracılığıyla yeniden ortaya sürdüğünden beri durum böyle. Ancak hayvan refahçılığı öylesine kök salmış, öylesine yaygınlaşmış ve normalleşmiş ki günümüzdeki bir çok hayvan hakları savunucusunun komple bir hayvan hakları talebinde bulunurken zorluklarla karşılaşmaması neredeyse imkânsız- ya da aslında refahçı bir tavır sergilemeyen hiç bir yaklaşımın zorluk yaşamaması imkânsız.
Refahçı olmayan yaklaşımlar söz konusu olduğu sürece şunu söyleyebiliriz, hayvan haklarının tamamını savunmak hayvan hakları hareketinde taktik ve stratejik seçimlerinin bir sonucu olarak görülmüştür, bir çerçeve çizme sorunu olarak görülmüştür bugüne dek. Ancak, bu konudaki isteksizliğin sebebi olarak,hayvan refahçılığının hayvan hakları duruşunu aslında hayvanların refahı sınırının ötesine geçen gereksiz görüşler olarak sunması olduğunu da söyleyebiliriz. Hahyvan haklarının yaşadığı temel bir zorluk olarak ortodoks yaklaşımın kendi pozisyonunu normal, geleneksel, akılcı ve doğru yaklaşım olarak sunma konusundaki baskın becerisine bağlayabiliriz.
Sırf bu nedenden bile, ortodoks hayvan refahçılığı kolay, kendinden emin, aşırılıktan uzak (hatta artık “terörist olmayan”) bir araç olma özelliği taşıyor, gazeteciler, yorumcular ve hayvan haklarını savunan insanlar, hayvan kullanmaktan yana politikacılar, hayvanların insanlar tarafından kullanılmasından ve maruz kaldıkları davranışlardan bu araca başvurarak söz ediyorlar. Tamamen moral bozucu bir biçimde hayvan refahçılığı bir çeşit bariyere dönüşmüş durumda, ya da bir tür filtre oldu, ve insanların gerçek ve hakiki bir hayvan hakları felsefesi üretmesini engelliyor ya da onu yumuşatıyor.
Hayvan refahçılığı hayvan hakları söyleminin son derece düzenli bir şekilde ortadan kaybolduğu, yanlış ifade edildiği, çarpıtıldığı ve yeniden yönlendirildiği bir sise dönüştü. İnsan ve insan olmayan canlılarla ilgili görüşlerinin toplum tarafından nasıl algılandığını test etmek isteyen hayvan haklarını savunan insanlar her kavşakta derinden derine içselleştirilmiş bir refahçı zihniyet tarafından , hem de aslında değişmelerini istedikleri insanlar tarafından köşeye sıkıştırılıyorlar. Giderek daha çok sayıda insanın hayvan refahçılığı içine gömülü kalmış ideolojik esaretten uzaklaşabilmesini ümit etmek zorundayız.
http://human-nonhuman.blogspot.com
Çeviri:CemCB
Devletin iyisi kötüsü olmaz / Devlet şiddeti – Ayça Söylemez
Devlet şiddeti
Meşru müdafaa şiddet değildir
ŞİDDET, 40 yıl rezalet ücretlere çalışmak ve emekli olup olamayacağını merak etmektir…
ŞİDDET, devlet tahvilleridir, soyulan emeklilik fonlarıdır, borsa sahtekârlığıdır…
ŞİDDET, konut kredisi almaya zorlanıp, ve sanki altınmışçasına geri ödemektir…
ŞİDDET, müdürün seni istediği zaman kovabilme hakkıdır…
ŞİDDET, işsizliktir, mevsimlik işçiliktir, sosyal güvenceli ya da değil, asgari ücrettir…
ŞİDDET, iş kazasıdır, patronların güvenlik harcamalarını kısmasından kaynaklanan…
ŞİDDET, aşırı çalışmaktan hasta olmaktır…
ŞİDDET, yorucu çalışma şartlarına dayanmak için vitamin ve depresyon ilacı almaktır…
ŞİDDET, bir meta olan işgücünüzü yenilemek için gereken ilaç parası uğruna çalışmaktır…
ŞİDDET, rüşvet veremediğiniz için, korkunç hastanelerin basmakalıp yataklarında ölmektir…*
Yunanistan İşçileri Genel Konfederasyonu (GSEE) üyesi işçilerin 2008’de yazdığı bir bildiri bu, gerçek şiddetin ne olduğunu anlatan. Hepimizin içinde yaşadığı ama çoğumuzun başka tarafa bakmayı istediği/tercih ettiği bir şiddetin çırılçıplak ifadesi.
M. Foucault’nun söylediği gibi, devletin, suçlulara, aykırılara, delilere, düzene uymayanlara ve günümüz moda terimiyle ‘teröristlere’ ihtiyacı var. (1) Sırtımızdan da karnımızdan da sopayı eksik etmemek için, polise ‘aslında’ ihtiyacımız olduğunu göstermek için. Yani, toplumun şiddetinden beslenen devlete istediği türde şiddeti vererek bir yere varılamayacağı açık. Nasıl ki El Kaide Amerikan yapımı bir örgüt olarak, ABD’nin korku toplumu kurmasına mükemmel bir şekilde hizmet ediyorsa, yanlış yönlenmiş şiddet de polisi meşrulaştırıyor. Düzenin aykırılarına fiziksel şiddet reva görülürken, toplumun tümüne aralıksız şekilde psikolojik şiddet uygulanıyor. Burada, 90’ların cevval başbakan danışmanı, 2000’lerin demokrasi havarisi bir köşe yazarının televizyon konuşmalarını örnek verirdim ama hem adını anmak istemiyorum hem de gerek yok, bir değil iki değil bunlar, siz de hepsini biliyorsunuz zaten. Psikolojik şiddet her zaman bu kadar açık gelmiyor önümüze. Kimi zaman içecek reklamıyla kimi zaman duygu sömüren haber bültenleriyle çoğu zaman da mobbing’i normalize eden televizyon dizileriyle çarpıyor yüzümüze. Yunanistan’da yazılan ama tüm dünyadaki ücretli çalışanların derdini anlatan yazıyla ve konumuzla ve psikolojik şiddetle ilgili, Prof. Dr. Pınar Tınaz’ın makalesinde mobbing kelimesinin tarihsel kökenini anlatan şöyle bir alıntı var: “…Aynı kavram daha sonra 1960’larda, Konrad Lorenz tarafından küçük hayvan gruplarının (örneğin kuşlar) daha güçlü ve yalnız bir hayvana (örneğin tilki) toplu şekilde hücum ederek uzaklaştırması; ya da aynı kuluçkadan çıkan kuşlar arasında yaşanan ve diğer kuşların, aralarındaki en zayıf kuşu yiyecek ve sudan uzak tutarak dışlaması, iyice güçsüz bir hale getirmesi ve en sonunda da fiziksel saldırılarla öldürerek grubun dışına atması durumunu ifade etmek amacıyla kullanmıştır.” (2) Tanıdık geldi mi? Şiddet yaygınlaştıkça, sanılanın aksine tepki doğurmaktansa normalleşiyor çoğu zaman. Savaşın vahşeti gibi sermayenin şiddeti de normal karşılanıyor, daha kötüsü değiştirilemez görülüyor.
Bu düzene çomak sokmak isteyenler ne yapıyor? Mesele bu. İktidarı (sadece siyasi iktidardan bahsetmiyorum) konuşarak kendisini değiştirmeye ikna edemeyeceğimize göre, derdimiz aslında onunla değil, kendimizle. Kopuş savunmasının yaratıcısı avukat Jacques Verges gibi kendi kurallarımızla mı oynayacağız, egemenin kurallarıyla egemenin düzenini değiştirmeye mi çalışacağız? Devletin ceza hukukunu kabul etmeyen ve devletin yasalarını gayrimeşru sayan Verges, “Asıl terörist sizsiniz” demişti. Terörist avına çıkan hükümetlerin, gizli servislerin, açık servislerin foyasını meydana çıkaran adamlardan biri olarak Verges, başka bir mücadelenin mümkün olduğunu da gösterdi. Hitler’e karşı savaşıp yaralanmasına rağmen, Gestapo lideri bir SS subayını savunan Verges’ün bu davranışı, üzerinde düşünülmeye-tartışılmaya değer. (3) Hala becerebiliyorsak bunları yapmayı tabi.
Peki, şiddet ne değildir? Hayatı boyunca ailesinden, devletten, toplumdan, okuldan, polisten, askerden şiddetin alasını görmüş bir öğrencinin sesini yükseltmesi, sokağa dökülmesi değildir. Çünkü meşru müdafaa şiddet değildir, TDK’ya göre bile “Uğranılan bir saldırı karşısında kişinin kendisini koruması”dır. Dünyanın en hukuksuz ülkesinde bile cezası yoktur. Üzerine saldırılan her canlı, kendini koruma refleksiyle hareket eder. Ancak şiddeti egemenin diliyle kullanmaya başladığında, egemenden farkı kalmaz. Yine ezilendir belki, ama artık haklı değildir. Klişe bulacaksınız, haklısınız. Ama mevzu insanlık tarihi kadar eski, hangi yönüne el atsak, güneş altında söylenmemiş bir sözü bulmak zor. Bu sözlerinden doğru olanları yanlış olanlardan ayırmak da, aynı nedenle, kolay değil. Sorun, elinde silah olana karşı nasıl mücadele edileceği değil. Bunun cevabını bir çocuk da verebilir size. Sorun, bilindik anlamıyla bir ateşli silah değil de daha karmaşık daha işlevli ve öldürmekten ziyade süründürme yetisi olan psikolojik silahlar kullananlara karşı ne yapılacağı.
Egemen, ‘iktidarın kılcal damarlarına’ inecek kadar ayrıntılı ve zekice planlar yaparken, karşı tarafın düşünmekten, konuşmaktan, tartışmaktan, doğru pratiği bulmak için teori arayışından vazgeçmesi, onu daha da ezilen yapıyor. Oysa gözü kör olması gereken şiddet değil, adalettir.
(1) Michel Foucault, Hapishanenin Doğuşu, Çev. Mehmet Ali Kılıçbay, İmge Yayıncılık, 2001
(2) “İşyerinde psikolojik taciz (mobbing)” Pınar Tınaz, Çalışma ve Toplum, sayı: 11 http://www.calismatoplum.org/sayi11/tinaz.pdf
(3) http://www.anlayis.net/makaleGoster.aspx?dergiid=73&makaleid=2025
Ayrıca, Verges’ün belgeseliyle ilgili şuraya da bakılabilir: http://www.mongrelmedia.com/data/ftp/Terrors%20Advocate/Terrors%20Advocate%20PK.pdf
http://www.gunzileli.com/2010/12/21/devlet-siddeti-ayca-soylemez/
—
Devletin iyisi kötüsü olmaz (Ayça Söylemez)
Dün bir kez daha hatırladım, Max Weber’in devlet tanımını: Belirli bir toprakta, meşru fiziki güç kullanma tekelini elinde tuttuğunu iddia eden insan topluluğu. Bu meşru şiddet kurumu, hesap verme derdi olmaksızın dayak atar, öldürür, hapseder, fişler, korkutur, askere alıp cinayet işlemeni emreder, manipüle eder, marjinalleştirir, toplum dışına iter…
Kurulduklarından beri şiddet araçlarını tekellerine almak, denetlemek ve yönetmek için çaba sarf eden devletler, psikolojik şiddeti ve manipülasyonu keşfettiğinden bu yana daha az zora başvuruyor. Ancak kendini tehlikede hissettiğinde de dişlerini göstermekten kaçınmıyor ve bazılarınca ideal görünen Avrupa burjuva demokrasilerinde bile polisin sopası da silahı da pervasızca işlemeye başlıyor. Modernizmin feodal topluma karşı büyük bir buluş olarak sarıldığı devlet kavramına karşı çıkışlar da başka bir devlet modelini kutsayarak oluyor, genellikle. Oysa ki devlet tek, derini-sığı, iyisi-kötüsü yok. Maddi ve askeri güçleri yönetme yetkisini elinde bulunduran her kurum gibi tekleşmeye mahkûm.
Neoliberalizmin tek seçenek olarak sunduğu burjuva demokrasisinin çatırdadığı, sırlarının döküldüğü çok uzaktan, Türkiye’den bile görülebiliyor. Örneğin, dün Columbia Üniversitesi, Wikileaks belgelerini ‘paylaşan’ öğrencilerini tehdit eden bir e-posta atarak, bu hareketlerinin ileride Dışişleri’nde iş bulmalarını engelleyebileceğini söyledi, kibar bir şekilde ‘ayağınızı denk alın’ dedi. Wikileaks’le ortaya dökülen ABD Dışişleri yazışmalarını ‘kınayan’ diğer devletler, bu çeşit fişlemelerin de normal vatandaşın fişlenmesinden farksız olduğunu aslında çok iyi biliyor. Devlet arşivcidir. Hayatı kameraya çekilen ve sırası geldiğinde gözleri önünden film şeridi gibi geçirilecek olan sade vatandaş da olabilir, bütün bir toplum da olabilir, başka bir devlet de. Bu nedenle bilgilerin doğruluğunun çok da önemi yok. Önemli olan, onların bir gün aleyhinize kullanılabilir nitelikte olması. Bir dedikodunun haber değeri taşıması, önemli bir gerçeğin basında yer bulamamasıyla ters orantılıdır. Sonradan gelen yalanlamalar ise o haberi bir kez daha manşetlere taşımaktan başka işe yaramaz.
Yine neoliberallerin başka bir ideal model olarak sundukları ulus devletlerin zayıflaması ütopyasının yerine ne koydukları sorusunun ise cevabı yok. Yeni imparatorluklar olan çokuluslu şirketler, devlete ihtiyaç duyduğu sürece bu kurum da var olmaya devam edecek. Çünkü çokuluslu şirketlerin polisin gazına, askerin silahına, basının manipülasyonuna ve bunların tek elden idare edilmesine ihtiyacı var. Siz, tamamen işinize yarayan bir yapıyı değiştirmek ister miydiniz?
Dün devletin şiddetli yüzünü gördük Dolmabahçe’de. Devlet, bu şiddeti hükümetlerden bağımsız olarak uygulama yetkisine sahip. Bu kez şiddetle birlikte gelen aşağılama, dalga geçme gibi hareketler her hükümette bu denli ayyuka çıkmasa da, bunu sadece ar damarlarının çatlamış olmasına bağlamak yanlış. Yanlış hayat gibi bozuk düzen de doğru yaşanmıyor ve sistem böyle kurulduğunda, AKP gibi bir hükümet çıkıp hem dayak atarken hem gülebiliyor. Tamam, bu kadarına biz bile alışkın değiliz ama hedefi AKP olarak koyarsak, ondan önceki hükümetlere de ‘haksızlık etmiş’ olacağız. ‘Devlet için kurşun atan da yiyen de şereflidir’ diyen Çiller’in hükümetinde, Özal hükümetinde hatta darbe döneminde yapılanları, bırakın Türkiye’yi, dünyadaki onlarca örneği göz ardı etmiş olacağız. Eh, buradan da yine başladığımız yere döneceğiz: Benim şiddetim senin şiddetini döver.
Modernizmin ideali, şiddetin hukuk sınırları çerçevesinde kalmasıydı ancak ortada bir şiddet varsa, kime ne zaman rastlayacağı her zaman kestirilemiyor. Daha güçlü bir devletin şiddeti de daha fazla oluyor. Aksine, şiddet devlet eliyle meşrulaştırıldığında, aynı şiddet devlet zayıfladığı anda dönüp onu da vurabiliyor. Ancak son yüzyıldaki savaşlar ve mücadeleler gösterdi ki, sermayeyi de arkasına alan devlet her muharebeden biraz daha güçlenmiş olarak çıkıyor. Mücadeleyi devlet kavramı üzerinden değil de devletin aygıtları üzerinden kurduğumuz sürece de böyle olmaya devam edecek.
http://www.gunzileli.com/2010/12/21/devletin-iyisi-kotusu-olmaz-ayca-soylemez/
Şu Lenin ve Troçki Mirası Meselesi… Gün Zileli
Simon Sebag Montefiore’nin Genç Stalin (Çev: Yavuz Alogan, İthaki, Ekim 2010) kitabını bu gece bitirdim. Biraz uyudum, sonra uykum kaçtı. Arka bahçede bir kedi yavrulamıştı. İkisi öldü. Kalan üç taneden ikisini anneleri alıp başka bir tarafa götürdü. İçlerinde en zayıfı olan üçüncüsü tek başına kaldı. Annesi gelir onu da götürür ya da emzirir diye ilgilenmedim. Bu sabah baktığımda ölmüştü. Kafama dank etti. Anne, onu zayıf olduğu için ölüme terk etmişti. Nasıl olmuştu da bunu düşünememiştim. Eğer düşünseydim yavruyu içeri alıp kurtarabilirdim. Biraz vicdan azabı duydum. Sonra kitabın son sayfalarından satırlar geldi aklıma: “1937-1938 yıllarında, yaklaşık bir buçuk milyon insan kurşuna dizildi. Stalin, çoğunu tanıdığı yaklaşık 39.000 kişinin ölüm listesini bizzat imzaladı. Stalin’in yükselttiği Beria’nın sorumlu olduğu Gürcistan, özellikle ağır bir darbe yedi; Komünist Partisi’nin % 10’u tasfiye edildi; Onuncu Gürcistan Parti Kongresi’ne katılan 644 delegenin 425’i kurşuna dizildi.” (s. 431)
“Acaba” dedim kendime, yattığım yerde, “bütün bunları bir canavarın kana susamışlığı olarak ele almak ne kadar doğru? Belki şu anda yerimde Stalin olsa, o da benim kadar üzülürdü ölen kedi yavrusuna.” Bilirsiniz, gecenin sessizliği içinde, uykusu kaçınca böylesi tuhaf düşünceler durmadan üşüşür insanın kafasına. Kedi yavrusundan Doğan Tarkan’a atladı düşüncelerim birdenbire. İki önceki yazımda NTV’deki konuşmasından söz etmiştim. Orada “Marx, Engels, Lenin ve Troçki’nin mirasçısı olduğunu” söylemişti Doğan. Düzenledikleri “Marksizm’2010” seminerlerinde ise, en önde gelen konulardan biri, “Stalinizm-Kemalizm” bağlantısıydı. Ben de bu bağlantıya önem veriyordum ama Lenin, Troçki ve Stalin bağlantısı birbirinden kopartıldığında Stalin-Kemal bağlantısı tüm ciddiyetini kaybediyordu. Çünkü, eğer Stalin’le Kemal arasında benzerlik varsa, Lenin, Troçki ve Stalin arasında, benzerliğin ötesinde doğrudan ve kesintisiz bir devamlılık vardı. Stalin, Lenin’in de, Troçki’nin de mirasçısıydı.
Lenin daha iktidarı aldığı gün, “İnsanları kurşuna dizmeden nasıl devrim yapabilirsiniz?” (s.409) diye haykırmıştı. Doğrusu, “insanları kurşuna dizmeden nasıl iktidarı alabilirsiniz” olmalıydı, yoksa devrim değil. Tersine, gerçekten devrimci öneri şu olabilirdi: “İnsanları kurşuna dizerek nasıl devrim yapabilirsiniz?” Nitekim, bugüne kadar pek söz konusu edilmeyen bir yönü var işin. Eğer Lenin ve Bolşevikler kafayı böylesine kurşuna dizmeye takmasalardı ve daha baştan her türlü muhalefeti şiddetle ezmeye yönelmeselerdi iç savaş da bu kadar çetin olmayacak, bu kadar zorlu geçmeyecekti. Bolşeviklerin sertliği, Beyazların direncine güç katmış, daha da kötüsü devrimin canlı hücrelerini tahrip etmiştir. Belli ki Lenin daha başından devrimle iktidarı birbirine karıştırmıştı ya da onun kafasında ikisi aynı şeydi. Troçki de ondan aşağı mı kalıyordu sanki. Lenin tarafından boşuna Savaş Komiseri yapılmamış tı. İsmi üstünde: Savaş. Yani kasaplık. Savaşla ilgili herhangi bir görev alıp da kasaplık yapmadığını ya da en azından kasaplık mesleğine intisap etmediğini (illa fiili olarak kesip biçmek şart değildir) iddia edebilecek birisi var mıdır? Japon anarşisti Kotôku Shûsui, geçmişini tanımlarken, “bir katilin oğluyum” dermiş, asker olan babasını kastederek. Bir de koca savaş makinesinin tepesindeki Troçki’yi düşünün. Nitekim Troçki, orduda rütbeleri yeniden geri getirmiş, asker komitelerini ve Sovyetlerini dağıtmış, çarlık ordusunun subaylarını yeniden istihdam etmiş, ordunun eski hiyerarşik yapısını ve ritüellerini yeniden teessüs etmiştir. Troçki’nin yaptıkları bununla da kalmamıştır. Ortaya attığı ”sanayinin askerileştirilmesi” tezi tam bir despotizmdir. Bu teze göre, işçiler askeri disipline tabi tutulacak, silah zoruyla üretime koşulacak ve iç pasaport düzenine tabi kılınarak işyeri ve şehir değiştirmekten men edileceklerdir. Ayrıca, toplama kamplarındaki esir emeğinin sana yi hamlesinde kullanılması fikri de Stalin’in orijinal fikri değildir. Lenin ve Troçki de bunu onaylamış ve hatta ilk uygulamalara başlamışlardı.
Ekim Devrimi’nin ideallerini savunarak ayaklanan Kronstadt bahriyelilerini ezen de Troçki’den başkası değildir. Daha sonra Stalin tarafından “Alman ajanı” olduğu iddiasıyla kurşuna dizilen, eski Çarlık subayı Tukaçevski, Troçki’nin sözleriyle, “Devrimin onuru ve şerefi” Kronstadt bahriyelilerini Troçki’nin emriyle ezmiştir. Elbette Lenin de bu ezme çabasına destek vermiştir. Troçki, 1930’larda dünya çapında hiçbir yere ayak basamamacasına Stalin tarafından kovalanırken bile Kronstadtlılara yaptıklarını kabul etmek istememiş, onların “karşıdevrimci”liğinde ısrar etmiştir. Orijinal ve Ortodoks Troçkistler bugün dahi bunu savunmaya devam etmektedirler. Bu siteye yorum yazan Troçkist bir arkadaş, neredeyse üzerinden yüz yıl geçtikten sonra bile Kronstadt’ı “karşıdevrimci” diye niteleme bağnazlığını gösterebilmiştir.
Troçki ve onun dahil olup liderlik ettiği “Sol Muhalefet”, 1920’li yıllar boyunca Stalin-Buharin ittifakına, köylülüğe gereğince sert davranmadığı yönünde eleştiriler yapmış ve ortaya attığı “sanayileşme planı”yla, Stalin’in 1930’lı yılların başından itibaren uygulayacağı ve milyonlarca köylünün ölümüne yol açan “hızlı sanayileşme ve zorla kolektifleştirme” politikasının önünü açmış, yani Stalinist cehennemi diktatörlüğün taşlarını kendi elleriyle döşemiştir. “Sol Muhalefet”te yer alan onca Bolşevik’in 1930’lu yıllarda Stalin’in önünde secde etmelerini (ki bu bile onların hayatlarını kurtaramamıştır) sadece basit bir teslimiyet olarak ele almamak gerekir. Bu teslimiyetin arkaplanında büyük bir ideolojik ortaklık yatmaktadır. Stalin, pragmatik bir devlet adamıydı. Muhalefetin, sanayileşmede köylülüğü iç sömürge gücü olarak kullanma önerisini aynen alıp uygulamaya koydu. Elbette bunu yaparken, mono litik bir diktatör olarak, önerinin orijinal sahiplerini önce teslim alıp sonra da yok etmek zorunda hissetti kendini.
İşte Doğan Tarkan’ın övünerek sahip çıktığı miras budur. Doğru, siyasi akımlar ve partiler belli miraslara dayanırlar, dolayısıyla bunların hepsinin mirasyedi olduğunu söyleyebiliriz. Evet ama ortada yenecek bir miras kalmış mıdır? Buna sermayeden yemek demek daha doğru olmaz mı? Aynı Kemalistlerin bugünkü durumu gibi. Eğer görmediyseniz Sözcü gazetesinin 10 Kasım tarihli nüshasına bakın, ne demek istediğimi anlarsınız. İflas, tam bir iflas!
Gün Zileli
14 Kasım 2010
http://www.gunzileli.com/2010/11/14/su-lenin-ve-trocki-mirasi-meselesi%e2%80%a6/
Mutlu Konformist! Gün Zileli
Sevgili arkadaşım Orhan Cerav’ın yolladığı, Sabah adlı bir gazetede çıkan Engin Ardıç adlı birisinin “Mutlu Anarşist Yoktur” yazısını okuduğumda, Orhan’ın internetten bana ara sıra gönderdiği o meşhur ophaaaaaaaa kahkahasını koyuverdim. Çok bilen birisi, yine anarşizm konusunda bazı gülünesi herzeler yumurtlamış.
Hayatta o kadar çok yanlışlık vardır ki, bunları düzeltmeye kalkışırsanız sizin hayatınız kayar. Hele medyadaki yanlışları düzeltmeye kalkmak! Bu imkânsızdan öte bir şeydir. Ne var ki, bazen bazı şeyler kanınıza dokunup sizi kışkırtabiliyor. İşte Engin Ardıç’ın yazısı bende böyle kışkırtıcı bir etki yaptı. Kendisine teşekkür borçluyum!
Engin Ardıç, anarşizmi kulaktan dolma da olsa biraz biliyor. Öyle ki, yazısının başlığını koyarken bile, Aragon’un çok tanınmış „Mutlu Aşk Yoktur“ başlıklı şiirindeki „aşk“ sözcüğünün yerine „anarşist“ sözcüğünü yerleştirecek kadar ve tabii ki, bu bir yanılma değil. İfade yanıltıcıdır ama Ardıç, belki kendisi de bilincinde olmadan „aşk“ ve „anarşist“ sözcüklerinin yaptığı ortak çağrışımın cazibesine kapılıvermiş.
Şimdi yanlışların düzeltilmesine geçeyim.
“Ütopyadır… gerçekleşmesi asla mümkün olmayan…“ Yani bir şeyin gerçekleşmeyecek bir şey olduğunu kanıtlamak için kısa yoldan ona „ütopya“ dediniz mi mesele hallolmuş olur, siz de neden gerçekleşmeyeceğini kanıtlama zahmetinden kurtulursunuz. Oysa anarşizm gerçekleşmeyecek bir ütopya değil, tersine gerçekleşmiş bir gerçekliktir. İnsanlığın yüz binlerce yıllık uzun tarihi göz önüne alındığında devlet ve para oldukça yenidir. Yani insan toplulukları yüz binlerce yıl devletsiz ve parasız yaşamış ve herhalde devlet ve paranın olduğu kısa döneme göre oldukça mutlu yaşamıştır. Devlet ve paranın olduğu dönemlerde bile birçok insan topluluğu devleti ve parayı reddederek var olmuştur uzun dönemler. İşte bu anlamda anarşizm gerçekleşmiş bir gerçekliktir. Gelecekte de insanlığın devlet ve paranın baskısını ilelebet çekmeye devam edeceğini ileri sürmenin hiçbir mantıki açıklaması yoktur. Elbette geleceği bilemeyiz ama insanlığın daha mutlu bir toplumsal örgütlenme kuramayacağını ileri sürmek sadece bugünün konformistlerine özgü bir düşünce tarzıdır.
„Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının anarşizmle uzaktan yakından hiçbir ilgi“sinin olmadığı görüşü de o kadar doğru değildir. Evet, Deniz Gezmiş ve arkadaşları anarşist değildi, ama onların doğrudan eylem tarzı anarşizme bire bir uygundu. Bu Mayıs ayında Yıldız Teknik Üniversitesi‘nde katıldığım bir 68 toplantısında bunu Veysi Sarısözen, „biz çimenlerin üstünde oturmuş eylemi nasıl başlatalım diye düşünür ve tartışırken, Deniz ve arkadaşları bir anda kapıları tutuverdiler. Eylem başlamıştı“ sözleriyle çok güzel anlatmıştı.
Anarşizm, bir düşünce akımı olarak, Türkiye’nin o günkü siyasi ve kültürel ikliminde kendine bir yer bulamamıştı ama doğrudan eyleme ilişkin anarşist tarzın uygulayıcıları Deniz Gezmiş ve arkadaşları olmuştu. Demek ki, öyle „uzaktan yakından“ diye kestirip atılacak kadar da uzak değillermiş anarşizme.
„Anarşizme bireyci komünizm“ dendiği hiç olmamıştır. Bireycilikle komünizm anarşizmin içinde bile zıt kutuplarda yer almıştır. Bireyci anarşistlerle anarkokomünistler ve komünalist anarşistler çok az bir araya gelmiştir.
Ardıç, 20. Yüzyılın başındaki anarşizme ilişkin olarak „bomba atmak, adam öldürmek“ gibi „aptalca“ eylemlerden söz ediyor ama bu eylemlerin nedenlerine ve niçinlerine ya da tarzlarına ilişkin asla derinlemesine düşünmediği anlaşılıyor. Bir kere, bu eylemleri yapan anarşistlerin Ardıç’tan daha zeki ve duyarlı insanlar olduğuna kesinlikle eminim. Bu insanlar, „iki evlilik arasına sığdır“dıkları „anarşist“ Yunan sevgilileri ile kahvelerde sürtmek yerine, zulmün temsilcilerine karşı kendilerini de feda eden bireysel bir başkaldırı yoluna gitmiştir. Eylemlerinin yanlışlığını ne kadar düşünürsek düşünelim, bir kere bu başkaldırıyı saygıyla karşılamak gerekir. Bu anarşistlerin „örgütlü terör“le hiçbir ilgisi olmamıştır. Ne yaptılarsa kendi başlarına ve bireysel olanaklarıyla yapmışlardır. Bu yüzden de o zamanın önde gelen anarşistleri, Kropotkin, Malatesta, Emma Goldman vb., tarzlarına katılmasalar da onları kamuoyu önünde kınamayı haklı olarak reddetmiştir.
Anarşizmin, İspanya iç savaşından sonra „öldüğü“ ya da „bittiği“, sadece Ardıç‘ın seyretmeyi arzuladığı bir senaryodur. Eğer dediği gibi olsaydı, Ardıç da bu yazıyı yazmak zorunda kalmayacaktı.
Ecevit Kılıç’ın Türkiye’deki anarşistlerle konuşması büyük bir gazetecilik başarısı değildir. Ardıç öyle bir izlenim yaratıyor ki, sanki Ecevit, yer altından bir takım yaratıkları bulup su yüzüne çıkartmış. Yok böyle bir şey oysa. Kaos Yayınları, Cağaloğlu’nda yıllardır aynı adreste mütevazı çalışmasını sürdürmektedir.
„Mutlak eşitlik bir rüyadır.“ Eh şimdi anlaşılıyor, Engin Ardıç rüya görmekten bile hoşlanmıyor.
„İnsan toplulukları yönetimsiz varolamazlar…“ demiş Engin Ardıç yazısının sonlarına doğru, yani bu yüzden rüyaymış mutlak eşitlik. Bir kere, anarşizmin mutlak eşitlik diye bir görüşü yoktur. Anarşizm, insanlar arasındaki zekâ ve yetenek farklarını (ki Ardıç’ın varlığı bunun en iyi göstergesidir) reddetmezler. Onların reddettiği, tam tersine, doğal farklılıkların da üzerindeki, doğaya aykırı, toplumsal güçten doğan farklılıklardır. Bir zengin çocuğu, sırf zengin olduğu için, kendisinden çok daha zeki ve yetenekli bir yoksul çocuğunun patronu ya da yöneticisi olur. Doğal olmayan, karşı çıkılması gereken budur. Kaldı ki, anarşistlerin her türlü yönetime karşı olduğu da doğru değildir. Anarşistler, baskıcı, insan inisiyatifini yok eden yönetimlere ve doğal olarak bunun en belirgin örneği olan devletlere karşıdır. Galiba, Ardıç, özyönetim diye bir şey duymamış ve bunu en çok telaffuz edenlerin anarşistler olduğunu da.
„Toplum dışı‚ ‘hippi’ olmaya çalışıyorlar“ buyurmuş Ardıç. Keşke 68 başkaldırısının sembollerinden olan hippilerden o yaşındayken bir şeyler öğrenmiş olmaya gayret edebilseydi.
O zaman, pek beğenerek köşesine koyduğu fotoğrafındaki o konformist yüz ifadesi biraz daha sempatik bir hal alabilirdi. Bunu düzeltmem mümkün değil, ne yazık ki.
“Korkunç Benzerlik” – Martin Rowe
Marjorie Spiegel’in sıradışı kitabı “The Dreaded Comparison- Korkunç Benzerlik” kimsenin adını söylemeye cesaret edemediği o benzerliği ortaya koyuyor: ABD’de İç Savaş öncesi yaşayan Afrikalı kölelerin hayvanlardan farklı görülmediği ve bu insanlara bir eşya muamelesi yapılmasına sebep olan kölelik ideolojilerinin günümüzde hayvanlara da aynı muamelenin yapılmasına devam ettiği gerçeği.
Bu benzerlik- kölelerin koşulları ile fabrika çiftliklerinin koşulları, av kurbanları ile laboratuar koşulları arasındaki –hiç şaşırtıcı değil. Sonuçta, Spiegel’in söylediği gibi, savaş öncesi ABD’de köleler resmen insanlığın bir alt seviyesinde görülüyorlardı.
Elbette, bu tip düşünme biçimleri sadece Afrikalı Amerikalılarla ya da kölelerle sınırlı değil. Naziler tarafından büyükbaş hayvan arabalarına tıkıştırılıp Aryan beden politikasına göre insan dahi olmayacak denli viral enfeksiyonlar olarak görülen Yahudileri de kapsıyor. Yüzyıllardır orospu, kaşar, fahişe, kaltak ve erkeklerden eksik görülen kadınları da kapsıyor. Ama işte Spiegel’in esas vurucu olduğu nokta şu: hayvanları da kapsıyor- hayvanlar iktidardakiler adına oyuncak ediliyor, dövülüyor, istismar ediliyor, işkenceye uğruyor, esir ediliyor, avlanıyorlar.
Şimdi bu yazıyı okuyanlar arasında hayvanları sömürmeye devam etmemiz gerektiği ile ilgili argümanlar düşünenler olacaktır: bize gıda olsunlar diye, eğlence, deri ve emek gücü olsunlar diye onlara ihtiyacımız olduğunu söyleyecekler; eğer biz olmasaydık hayvanların çoğunun hayatta bile olamayacağını söyleyecekler- gerçekten de yabanda olduklarına kıyasla bizimle daha mutlu olduklarını söyleyecekler;
onların kendi kötü doğalarına karşı bizim onları koruduğumuzu da söyleyecekler; hayvanların acı çekmediğini ya da daha az acı çektiğini; çünkü “acı”nın anlamını bilmediklerini söyleyecekler; hayvanların avlanılmaktan hoşlandığını söyleyecekler bize.
Spiegel’in kitabının gösterdiği gibi bu argümanların hepsi köleliği meşrulaştırmak için kullanıldı. Tür ayrımcısı ve hileci bu tür argümanlar hayvanlara ne yapmanın uygun ve ne yapmanın uygun olmadığına dair insan bilincinde oyunlar oynamaya devam ediyor. Filleri arka ayakları üzerinde durdurup sirklerde performans sergilemesini kabul edilebilir bir şey olarak görüyoruz; ama yüzümüzü siyaha boyasak ve Mammy şarkısını söylesek onun kabul edilebilir bulmayız: neden biri daha garip, aşağılayıcı ve daha karikatürümsü görünüyor? Hayvanları kafeslere tıkmayı bir korumacılık eylemi gibi görüyoruz; ama 1906 yılında New York Zooloji Topluluğu’nun Ota Benga adında bir Afrika pigmesini şempanzelerle aynı kafese koymasını dehşet verici bulmamızın sebebi ne?
Köle taşıyıcılarının yolculuk sırasında çok sayıda kölenin ölmesini bir çeşit doğal zayiat olarak görmesi bizi afallatıyor; ama mezbahalara götürülürken içinde bulundukları koşullar yüzünden bir kısım hayvanın boğularak ölmesi ya da vardıkları yerde yaşadıkları şokla ölmeleri bizi hiç ilgilendirmiyor. Dirikesimin en temel çelişkisine inanıyoruz: Spiegel şöyle söylüyor, “bir yandan hayvanların bize hiç benzemediği, bu yüzden onları kaale almamamız gerektiği söyleniyor; öte yandan, dirikesimciler hayvanların bize çok benzediğini, bu sebeple de araştırmaları için çok gerekli olduğunu söylüyor.”
Spiegel’in kitabı dünyayı ve yaratılışını araçsal bir bakışla görenler kendi güç ve iktidarlarını kime ya da nereye dayattıklarını zerre kadar umursamıyorlar. Bütün argümanları, bütün bahaneleri, bütün yalanları paçayı sıyırabildikleri sürece kendi amaçları uğruna kullanmaktan çekinmezler. Kitabın ortaya koyduğu gibi, ya hayvanları insan olma koşulumuza göre “yetiştireceğiz” ya da kendimizi hepimizin birbirimize karşı vahşi ve gaddar yaratıklar olduğumuzu kabul edecek şekilde “alçaltacağız”. İktidarın istismarı neredeyse ve kime uygulanıyorsa onu idrak etmeli, maskesiz bırakmalı ve durdurmalıyız. Kitabın çok açık şekilde ortaya koyduğu şey, istismar, işkence ve zulümün ışığa karşı koyamayacağıdır.
Martin Rowe’un kitap eleştirisinden bir bölüm…
nonhumanslavery.com
Çeviri: CemCB
http://hayvanozgurluguhareketi.wordpress.com/2011/05/16/korkunc-benzerlik/
Yeryüzünün Lanetlileri: Mülteciler
Ahali Gazetesi’nin 8. sayısında Yeryüzünün Lanetlileri: Mülteciler başlıklı bir yazı yayınlanmıştı. Önceki sayılarda da Mülteciler ile ilgili yazılara yer verdik. ilk sayıda, Mültecinin Laneti başlıklı bir yazı vardı. ardından “Lanetlenmi”ş bir mülteci ile Röportaj yaptık. Mülteciler ile alakalı gündem o kadar hızlı değişiyor ki Gazetenin 8. sayısının basılmasından bir gün sonra yazıda da bahsedilen Türkiye ile AB arasında mültecilerin geri kabulüne ilişkin anlaşma imzalanmış ve aradan geçen 2 aylık süre içerisinde özellikle Libya’da ki isyanla birlikte Akdeniz yeni trajedilere sahne olmuştu. Şu anda Avrupa bütün politik ve sosyal kurgusunu bu yeni tehdit ekseninde inşa ediyor. Arap baharı ile yoğunlaşan göçmen akınına karşı italya mültecilere şengen vizesi dağıttı. Vize sahibi mülteciler, avrupanın çeşitli noktalarına bilhassa fransaya akın etti. fransa ise sınırlarını bu mültecilere yasal bir dayanak olmaksızın kapattı. Danimarka bir adım daha ileri atarak, shengen sözleşmesini askıya alacak bir düzenleme peşinde. yani bir yerler tutuşuyor. Yeni barbarlar’ın Avrupa refahını tehdidi gün geçtikçe avrupa’nın demokrasi ve insan hakları argümanlarını zorluyor. Şu anda Avrupa görünürde hala demokrasi borazanı. ama aşağıdaki yazılarda da görüleceği üzere FRONTEX gibi örgütlü militarist kontrol aygıtlarıyla bu tehdidi her bakımdan bertaraf etmeyi amaçlıyor. Demokrasi ve insan hakları hikayelerini bırakacakları bir an mutlaka gelecek.
Yaşanan son gelişmeleri yazının sonuna ekleyip tekrar yayınlama ihtiyacı hissettik.
Kaynak: http://www.ahaligazetesi.org/2011/05/dosya-yeryuzunun-lanetlileri/
Yeryüzünün Lanetlileri: Mülteciler
İlk sayılarımızda dünyada mülteciler ve mülteci politikalarına dair bir değerlendirme yazısı yayınlamıştık. Milyonlarla ifade edilen mültecilerin istatistiklerden ibaret olmadığını göstermek için bir de hayat hikâyesi dinlemiştik. Mültecilerin Avrupa ülkeleri için bir tehdit unsuru oluşturduğunu, sermaye ve beden politikalarını alt üst ettiğini vurgulamıştık. Ve Giorgio Agamben’in ‘…mülteci, devlet/ulus/toprak teslisini menteşelerinden ayırması itibariyle siyasal tarihimizin marjinal değil, temel figürü olarak ele alınmayı hak etmektedir.’ tespitini yinelemiştik.
Şimdi o günden bu güne ne değişti ve neleri es geçtik bir bakalım. Öncelikle ekonomik krizin faturasının büyük bir kısmının mültecilere kesildiğinin altını çizelim. Bu krizle birlikte Avrupa’daki sosyal devlet anlayışının son kırıntıları da ortadan kaldırılmaya başlandı. Değişen koşullar ve standartların düşmesi yasaların daha hızlı çıkmasına neden oldu. Horkheimer’in dediği gibi ‘kapitalizm konusunda konuşmak istemeyen, faşizm konusunda da sessiz kalsın.’ Ekonomik kriz kapitalizmin krizidir. Göçmen yasalarının sertleştirilmesi, yabancı düşmanlığı ve faşizmin yükselmesi Avrupa’nın yeni yüzünü gösterecek işaretler oldu. Yasalar halk nezdinde meşru bir hale getirildi. Geçtiğimiz aylarda İngiltere eski başbakanı Gordon Brown bir ‘yeniden yapılanma’ sürecinden söz etti. İtalya’da Berlusconi neredeyse Mussolini’yle aynı politikaları izliyor. Yeniden yapılanma daha kapalı ve faşizan bir Avrupa’yı öngörüyor. Bu süreçten en çok etkilenen ise göçmenler…
Neredeyse bütün Avrupa ülkelerinde mülteci yasaları sertleştirildi. Yasa dışı yollarla Avrupa topraklarına ayak basmak dahi artık bir suç teşkil ediyor. Mültecilerin kamplarda kalma süreleri uzatıldı. İltica talebinde bulunan birçok mültecinin talebi reddedildi. Mültecilere herhangi bir şekilde yardım etmenin, yetkililere haber vermeden tedavi etmenin, yani en basit şekliyle konuya dair vicdani her edimin bedeli ağırlaştırıldı. Aşağıda yeni yasalarını ayrıntılı inceleyeceğimiz İtalya’da, kaçak bir göçmeni barındıran kişi 3 yıla kadar hapis istemiyle yargılanacak. Sözün özü Avrupa’nın kapalı, sarışın, beyaz ve arî yüzü, daha da görünür hale geldi.
Yeni Barbarlar sonuçta kapitalizmin vaad ettiği refah, huzur ve güvenin peşindeler. Kapitalizmin sunduklarını elinde tutan arî Avrupa ise sarı besili ve tok olmasını bu barbarların açlığına borçlu. Bugünlerde isyan halinde olan 3. Dünya’nın kalkışması ise tam da bu noktada anlamlı. Dikta rejimlerini sonlandıran Tunus ve Mısır halkları Avrupa ya mülteci olarak kaçmaya çalışan halklar istatistiklerinde hep en başlarda. Bu ‘devrimler’ için nesnel bir neden olur mu bilinmez ama Tunus’ta dikta rejiminin yıkılmasından hemen sonra Şubat ayı başında 4 bin kadar Tunuslu İtalya’nın Lampedusa kentinde karaya çıktı. İtalyan hükümeti olağanüstü hal ilan etti ve Avrupa’nın geri kalanının İtalya’yı bu krizde yalnız bıraktığını söyleyerek sızlanmaya başladı. Avrupa’nın korktuğu başına geldi, yüzlerce yıl “refah devleti” ve “demokrasi” diye diye halkların boğazındaki ekmeği çalan Avrupa şimdi o ekmeği ve huzuru geri isteyen mültecileri ne yapacağını düşünüyor.
Elbette Avrupa Mültecilerin oluşturduğu tehdide epey zamandır hazırlanıyor. Geniş erimde Birlik projesinin bu ve bu gibi tehditleri devre dışı bıraktığını öngörebiliriz. Ancak Hukuki bir birlik olan Avrupa, Esas dayanak noktasını yasalardan alıyor. Gayrı Resmi ve psikolojik unsurları saymazsak Avrupa’nın çıkardığı, göçmenleri dışarıda tutmaya yönelik yasaların en somut sonucu FRONTEX…
Tam burada Frontex’in nasıl bir tehdide karşı örgütlendiğini kavrayabilmek için 2009 istatistiklerini yazalım:
2008 yılı sonunda dünyada 42 milyon insan yer değiştirmek durumunda kaldı. Bunun 15,2 milyonu mülteci, 827 bini sığınmacı ve 26 milyonu savaş ve baskı nedeniyle ülkesi içinde yerinden edilmiş kişi konumunda…
FRONTEX
Dış Sınırlarda Avrupa İşbirliği Ajansı. 2004 yılında yasa dışı göçle mücadele, Avrupa ülkelerine göçmen akışını durdurmak için bir sınır kontrol birimi olarak kuruldu. 2007 yılından beri aktif olan, bu göçle mücadele aygıtının sermayesi Avrupa birliği ülkelerinden sağlanıyor. 15 milyon Euro bütçeyle kurulan FRONTEX’in şimdiki bütçesi 100 milyon Euro’yu aşmış durumda… Türkiye-Yunanistan sınırına gerilen tel örgülerin onaylanmasından sonra, bu güne değin denizlerde Göçmen avlayan Frontex, artık karada da faaliyette. Dolayısıyla Avrupa’ya göç eden mültecilerin ilk karşılaştıkları birim oluyor. Yunan karasularından geri gönderilen ve batırılan gemilerin baş sorumlusu yine frontextir.
Birim göçmenler üzerinde bir nevi NATO görevi yapıyor. Nato gibi çok uluslu bütçesiyle, konusunda uzman özel güvenlik görevlileri barındırıyor. Irak’ı kan gölü haline getiren Blackwater adlı özel ordunun sınır versiyonu gibi. Blackwater nasıl Irak’ta tüm kara para, uyuşturucu ve insan ticareti alanlarını ele geçirdiyse bu örgütte sınırlarda aynını yapıp uzamanı olduğu alanın ticaretini yapıyor. Kaçak insan avrupanın refah sistemi için kritik bir düzeyde. Bir miktar (ama o miktarı belirleyen Frontex değil onların efendileri) işçi, avrupa için çalışmak zorunda. Bu işi de güvenilmez insan tüccarları değil Frontex yapıyor. Yani, Göçmenlik ve kaçak iş gücü ticaretinin hepsini elinde tutmayı hedefliyor. Görevi net: Avrupa’ya mülteci girmeyecek. Bu görevi yerine getirmek için araçları da elbette gelen 3. Dünyalıların yabancısı olmadığı silah ölüm ve acı. Yasalar ya da mülteci kampları değil. Bu bakımdan Frontex’in üzerine kurulduğu sistem Avrupa birliğinin göçmen yasalarından bağımsız işliyor… Hanau İnsiyatifi temsilcisi Hagen Kopp’a göre FRONTEX’le amaçlanan kaçak ve göçmenleri kontrol altında tutarak, büyük firmaların talebi doğrultusunda kaçak işçi geçişini sağlamaktır.
FRONTEX’e üye ülkeler: Avusturya, Belçika, Kıbrıs, Çek Cumhuriyeti, Danimarka, Estonya, Finlandiya, Fransa, Almanya, Yunanistan, Macaristan, İzlanda, İrlanda, İtalya, Litvanya, Letonya, Luksemburg, Malta, Hollanda, Norveç, Polonya, Portekiz, Slovakya
(Türkiye ile üzerinde teknik olarak mutabakata varılan Ortak Çalışma Anlaşması resmen onaylanmayı bekliyor.)
TÜRKİYE’DE DURUM
Resmi verilere göre 50 ülkeden 143 farklı etnik gruba mensup 18 bin kayıtlı mülteci bulunuyor. Türkiye mülteciler için geçiş ve köprü konumunda. Fakat Türkiye`de mülteciler başta hukuki olmak üzere, barınma, sağlık, eğitim, polis şiddeti gibi birçok sorunla karşı karşıya.
Türkiye`de mültecilerin en büyük sorunu kanunların yetersizliği. Türkiye mülteci haklarıyla ilgili 1951 Cenevre Sözleşmesi`ni imzalayan ülkeler arasında yer alıyor, fakat diğer ülkelerden farklı olarak coğrafi sınır kısıtlaması uyguluyor. Bu kısıtlamaya göre Türkiye, sığınan kişileri mülteci olarak kabul etmiyor ve gereken haklardan yararlandırmıyor. Türkiye bu kişilerin sadece geçici olarak ülkede ikametine izin veriyor. Fakat ironik bir şekilde Avrupa’dan gelenlere mülteci statüsü verebiliyor.
Geçen yıldan beri, Türkiye Avrupa Birliğine geçiş kriterleri uyarınca, Avrupa Birliğiyle bir Geri kabul Anlaşması imzalamayı planlıyor. Bu anlaşmayla Ortadoğu, Asya ve Afrika’dan Türkiye’ye gelip Avrupa’ya geçmeyi başaran mültecileri, sınır dışı edilmeleri durumunda, kabul edecek. Bunun karşılığında Avrupa’dan istediği, Türk Vatandaşlarının Avrupa birliğine vizesiz geçişi ve kabul ettiği mülteci başına ödenek…
Son günlerde ardı ardına gelen Türk vatandaşlarına vizesiz Avrupa müjdesinin arkasındaki mesele de yine mülteciler. Şayet Türkiye “Vizesiz Avrupa” hakkını alırsa haliyle bir göçmen sorunu olacak. Dolayısıyla bir de göçmen yasası. Sınırlarını Ortadoğu’ya genişletme konusunda ayak direyen Avrupa’nın en büyük çekincesini de Türkiye devralmış oluyor. Tabi parasıyla. Kaz gelen yerden tavuk esirgenmez.
Meriç Nehri, bir nehir olarak değil Türkiye Yunanistan sınırını belirleyen bir çizgi olarak bilinir. Bu nehir bir kan nehridir aslında. Mültecilerin daha iyi bir yaşan hayallerini boğdukları yerdir. Yakın zamanda kendisi de İranlı olan bir insan tüccarının 16 mülteciyi, kendisi sınırı geçip Yunanistan’a ayak bastıktan sonra döve döve nehre attığı haberini okuduk. Türkiye sınırları ve konjonktürel durumuna ilişkin, insan ticaretinin en vahşi duraklarından biridir.
Genellikle Afganistan, Somali, İran ve Irak gibi ülkelerden gelen mülteciler, yasaların yetersizliğinden uzun yıllar sağlıksız koşullarda Türkiye`de kalmak zorunda kalıyor. Şimdiki yasal düzenlemeye göre bir kişinin Türkiye’de kalabilmesi için Birleşmiş Milletler Mülteci Yüksek Komiserliğine kayıt yaptırması gerekiyor. Ancak Türkiye’ye Asya ve Afrika’dan gelen çoğu mültecinin böyle bir uygulamadan haberi bile yok. Daha kayıt yaptıramadan sınır dışı ediliyorlar. Kayıt yaptırabilenler ise yıllarca BMMYK’den randevu almayı bekliyor. Başka bir ülkeden kabul görenlerse, Türkiye’nin Harçlar Kanunu’na göre belirlediği geçici ikamet bedelini ödemeden Türkiye’den çıkamıyor. Bu bedel kalınan her altı ay için 306.30 TL. Yani Türkiye’de bir yıl kalmak zorunda kalmış 4 kişilik bir ailenin ödemesi gereken bedel, çıkış defteri parası da eklenirse, 3000 TL’ye denk geliyor.
Bir örnek: İtalya
Öncelikle şunu belirtelim; Berlusconi partisini Mussolini’nin devamı niteliğindeki Forza İtalya Partisiyle birleştirdi. Ulusal ittifak partisi ve sağcı çoğu neofaşist 8 parti daha birleşip adını Özgürlükçü Halk Partisi koydu. İlk kurultayda Berlusconi başkan oldu. Güvenlik yasası paketi 124 redde karşılık 157 evet oyuyla kabul edildi.
2 Temmuz 2009’da İtalya’da kabul edilen güvenlik yasası paketi:
Çok yoruma gerek yok, yasanın kendisi faşist doğasını deşifre eder nitelikte.
1- İtalya sınırları içine kaçak olarak giren ve yakalanan her kişi 5 ile 10 bin Euro para cezasına çarptırılacak.
2- Kaçak olduğu bilinen bir göçmeni evinde barındırmak veya evini kiraya vermek 3 yıla kadar hapis istemiyle yargılanacak.
3- Evsizler kayıt altına alınacak.
4- Sivil vatandaş birlikleri(mavi bereliler) olarak adlandırılan ekiplere kimlik sorma hakki verildi. Bu Mussolini’nin faşistler ekibine benziyor. Ekiplerin çoğu Casa Pound (Mussolini’nin devamı niteliğindeki sivil ekiplerden oluşan parti birliği) ve faşist Leganord partisinin gençliğinden oluşmakta. Armaları faşist Mussolini’nin armasıyla aynı, yani siyah güneş, kartal, Nazi arması… Bu ekipler genellikle kuzeyde güçlenerek büyüyüp, alanları genişliyor. Bu yasayla hükümet göçmen sorununu sivil faşistlere devretmiş oldu. Yasadan hemen sonra bu birlikler faaliyete geçti: Roma’da 5 İtalyan genç Kongolu bir göçmeni döverek hastanelik etti. Olaydan sonra yakalanan faşistlerin yaptığı açıklama “biz devletin çıkardığı yasayı kullanıp, devletin istediği şeyi yaptık” oldu. Milano’da yaşlı bir Mısırlı sopalarla dövüldü. Parma’da sivil faşist bir ekip Afrikalı siyahi birine kimlik sordu, siyahinin buna uymaması sonucu dövüldü. Bunlar gibi onlarca olay cereyan etti etmeye devam ediyor…
5- Kaçak bir kadın, İtalya sınırları içinde doğum yaparsa, çocuğu emzirme suresince (yaklaşık 6 ay) İtalya’da çocukla beraber kalabiliyor. Ancak daha sonra anne sınır dışı edilirken, çocuk bir daha geri verilmemek üzere devlette kalıyor. Sonrada büyük ihtimalle İtalyan bir aileye verilip, bir İtalyan olarak büyüyor.
6- Kaçak göçmenlerin kamplardaki gözaltı suresi 2 aydan 6 ay’a uzatıldı. Kamplardaki yaşam koşulları Türkiye’dekinden farksız. İtalya’nın Guantanamo’su olarak bilinen ve bugünlerde 4 bin Tunusluyu “ağırlayan” Lampedusa’daki isyanı hatırlarsınız. 700 kişilik bir kampa çoğunluğu Kuzey Afrikalı 1500 göçmen yerleştirilince, göçmenler kampın kapılarını kırıp halkla beraber isyan etmişti.
Bu yasaların en faşizanı ise ispiyonculuk yasası. Bu yasa, hastaneye başvuran hastaların doktor ve hemşireler tarafından ihbar edilmesini gerektiriyor. Yasa hâlihazırda var olan; hastaneye başvuran kaçak bir göçmenin ihbar edilmeksizin tedavi edilebileceğini öngören yasayı işlevsiz kılıyor. Bu yasayla göçmenler ölüme mahkûm ediliyor. Yasaya Berlusconi’nin rakibi sol cephedeki Demokrat Parti’den meclis grup başkan vekili Livia Turco’nun tepkisi ise şöyle: Bu yasa tedavi imkânı bulamayan pek çok kişinin, hastalık halinde hastaneye başvurmasını ve tedavi olmasını engelleyerek, yoksulluktan kaynaklanan bulaşıcı hastalıklara bizi de açık hale getiriyor.
Sol cephenin tepkisi adeta burjuva vicdanının bir suretidir. Sorun göçmenin hastalanması ya da ölmesi değil, sorun bunun İtalyanları etkileyip etkilemeyeceğidir.
İtalyadaki bu durum daha önce de tekrarlandı. Her kriz döneminde faşizm yükselip alçalıyor. Neofaşist ve neoNazilerin bütün derdi göçmenlerleydi. Genellikle yoksul kenar mahallelerde yükseliyordu bu hareket. İşsizliğin ve yoksulluğun nedeni ülkelerini istila eden yabancılardı. Bu süreç kapitalizmin doğal bir süreci ve sonucudur. Çağla beraber şekil ve boyut değiştiriyor sadece. Şimdiki faşizan yükseliş ırk temelli değil Avrupalı ve Avrupalı olmayan ayırımının bir sonucudur. Batı medeniyetinin ve ekonomisinin korunması buna bağlıdır. Günah keçisi ve tehdidin kaynağı belirlendi, göçmenler.
Oysa esas tehdit, yani, bir yerden kalkıp bir diğer yere gitmek kadar basit bir şeyi bile, suç haline getiren, kurumsal şiddet aygıtı olan devletlerdir.
Yeryüzü bir bütündür bölünemez!
Mottomuzda ısrarla vurguladık. Sınırlar, sınıflar, yoksulluk ve yoksunluk devletlerin ve kapitalizmin ürünüdür. Yeryüzü bir bütündür bölünemez dedik; sınırı, vatanı, dini, bayrağı yüceltenlere inat ve hayalimizi bir kez daha eyleme dönüştürmek için. Kan dökerek sınırlar çizip, o sınırlar içinde doğanlara kurallar, yasalar dayatmak katil devletlerin işidir, bizim değil. Biz içine doğduğumuzun bütün bir dünya olduğunu biliyoruz. Bir devlet varsa bir sınır olduğunu, sınırın sadece toprak parçasına değil, özgürlüğümüze, düşlerimize, irademize ve davranışlarımıza çizildiğini biliyoruz. Doğayı bir bütün olarak algılayıp, yeryüzündeki bütün sınırları yıkmadan özgür olamayacağımızın farkındayız.
Bu farkındalık, bizim belirli bir ironiye gönderme yapan ifademizle barbarların akın ettiği her sınırda farklı ifade ediyor kendini. Yakın zamanda Yunanistan’da açlık grevi yapan 300 mülteci anarşistlerin gösterdiği dayanışmayla grevlerine polisin giremediği üniversitelerde devam ettiler. Yunan hükümeti, demokrasi için girilmez kıldığı üniversitelerin özerkliğini bile kaldırmayı düşündü. Yunanistan’dan başlayarak tüm Avrupa yeni koşullarını terazinin bir kefesine bu barbarları diğerine demokrasiyi koyarak örgütlüyor. Ve Avrupa’nın yeni koşulları söyledikleri demokrasi ve huzur yalanından çok ama çok farklı. Çünkü Avrupa’nın da kapitalizminde bir sınırı var.
Ve sınır varsa mülteci vardır. Sınır varsa savaş, ölüm, ırkçılık, gasp ve şiddet vardır. Mülteci bunların sonucunda hayatı elinden alınan, mağdur olandır. Aynı zamanda sınırları ihlal ederek devletlerin o en çok korktuğu şeyi yapandır. Kültürünü, dilini ve dinini yanında taşıyarak, devletin “kendi vatandaşları” için yarattığı ekonomik sistemin yanı sıra; tek bayrak, tek dil ya da tek kültürle sterilize edilerek yaratılan kontrol mekanizmasını tehdit edendir. Çünkü mülteci, varoluşu itibariyle, kontrol dışında, başka bir sınırdan aşıp gelmiş olandır ve “oraya ait olan” müreffeh vatandaş için, kötü görüntüdür.
Mülteci, aynı zamanda, burjuva kapitalist dünyasının tarihinin bir parçasıdır. Kapitalizmin bekası ve Avrupa refah devlet anlayışının sürmesi, mülteci yaratan, Ortadoğu, Asya ve Afrika’daki savaşların sürmesine bağlıdır. Sınırlar bu durumun ve bir bakıma kapitalizmin sürdürülebilir kılınmasına hizmet eder. İşte tam da bu yüzden mültecinin orada kalıp savaşması, silah satın alıp ölmesi, Avrupalının da Avrupa’da kalıp tüketmesi gerekir.
No Border! Sınırlara hayır!
No Border kampı ilk defa 1998 yılında Almanya-Polonya sınırında anarşistler ve anti otoriterler tarafından düzenlendi. O zamandan beri eylemliliklerine devam ediyor. Genellikle göçmen ve sığınmacıların sorunlarına yönelik eylemler yapıyorlar. Ancak sınırsız bir dünya gibi hedeflerinden dolayı bütün devletleri ve yasaları karşılarına almış durumdalar. Kamplarda göçmen sorunlarını gündemde tutup, yaşam alanlarını iyileştirmenin yanı sıra zaman zaman kitlesel sınır ihlalleri gibi eylemler de yapıyorlar. Kaçak göçmenleri işgal evlerinde tutmak, alternatif yaşam alanları kurmak faaliyetleri arasında yer alıyor.
Geçen yıl No Border kampı 25-31 Ağustos tarihleri arasında, Yunanistan’ın Lesvos (Midilli) adasında yapıldı. Kampın Lesvos’ta yapılmasının nedeni, Avrupa ülkelerine ulaşmaya çalışan göçmenler için adanın ilk durak olması. Lesvos’ta iki kamp var: 18 yaş altı gençlerin kaldığı Agiasos ve Pagani. Pagani mültecilerin ilk kapatıldıkları yer. Burada genelde Afganistan, Filistin ve Afrika ülkelerinden gelen mülteciler, aylarca insanlık dışı koşullarda, gelecekleri belirsiz bir şekilde tutuluyorlar.
Pagani’de kamp boyunca aktivistlerle, mülteciler birçok eylem yaptı. Mülteci sorunlarıyla ilgili söyleşiler, fikir alış verişleri ve toplantılar düzenlendi, yeni eylem programları hazırlandı. Eylemler sırasından zaman zaman polis sert müdahalelerde bulundu. Bir ara kamp işgal edildi ve bazı göçmenlerin kaçmasına yardım edildi. Yapılan kampın ve eylemlerin en somut sonucu, bir sonraki duraklarına gitmek için, yaklaşık 300 kişinin bir aylık izin kâğıdı almasıydı. Son No Border kampı 27 Eylül 2010 tarihinde Brüksel’de yapıldı.
BİR MÜLTECİNİNLANETİ
O Kerkük’ten kaçıp Türkiye’ye sığınmış ve üçüncü bir ülkeye gönderilmek için BM’ye başvurmuş, yıllardır da başvurusunun sonuçlanmasını bekleyen bir mülteci. Bizi karşılaştıran onun mülteci oluşu olsa da konuştukça fark ettik ki o hem bir Iraklı Türkmen, hem bir mülteci, müzisyen ve inatla kendisini arzuladığı gibi var etmeye çalışan, çabalayan biri.
lamHikayeni kısaca da olsa anlatabilir misin?
Ben gözümü açtım savaşla, savaşta doğmuşum zaten. İlkokula gittiğimde savaş başladı. 91 körfez savaşı. Sokakta ölü insanları gördüm. Vurulmuş ölmüş. Dağa kaçtık. Saddam’ın zulmünden. Süleymaniye’ye geldik. Süleymaniye’de bir ilkokulda kalmıştık. Binlerce insan. Sonra kimyasal tehlikesi. Saddam oraya kimyasal atacak diye dağlara çıktık. İran’da bir kampta kaldık. Sene 91, 92. Sonra tekrar Kerkük’e döndük. Orda okuluma devam ettim. Okulda öğretmenler dövüyorlardı öğrencileri. Bende onlardan biriyim. Sinirli adam. Mesela dersimi çalışmıyorum. Kafam almıyordu artık. Baas Partili idi müdür. Küçüktüm. Küçük yaşta bir insandan ne beklersin savaşa karşı. Korku içindeydim. Annemi kaybedeceğim, babamı kaybedeceğim, akrabalarımdan birisi ölecek, ailemden birisi ölecek korkusundaydım. O yaştaki psikoloji yani. Sonra dağlara, hep böyle kaçak, nasıl söyleyeyim; Irak’tan İran’a geldik dağlardan. Kaçakçılara para verdik zamanında. İran’da yakalandık, tekrar Irak’a sınır dışı edildik. Sonra tekrar İran’a gittik. İran’dan bu sefer Van’a geldik. Bir keresinde Van’dan da sınır dışı olmuştuk. Bu 96 senesinde idi. Bak onu hatırlamamıştım. Şimdi hatırladım. Sıraya dizilince düşünceler insanın aklına geliyor. Van’dan sınır dışı edilmiştik o senelerde. Sonra tekrar İran’a geldik. İran’dan dayımın oğlu ile Van’a geldik 98 senesinde annemler İran’da kaldılar. O zamandan beri hep böyle, doğduğum günden beri kaçak. Daha doğru dürüst bir sigortam yok, kimliğim yok, bir güvencem yok.
Van’da nasıl bir hayatını oldu?
Van’da ağabeylerim vardı. Onlar da BM’ye başvurmuştu, mültecilerdi. Dayımın oğlu vardı. Orada Van’da ağabeyim çalışıyordu. Ben de bir mağazaya girdim. Mağazada çalışmıştım.
Kaçak mı çalışıyordun yoksa yasal olarak çalışma izniniz var mıydı?
Hayır, o zaman Van Emniyet Müdürlüğü’ne gidip imza atıyorduk. Kaçak değildi o zamanlar. Bu anlattığım olay 98 de oluyor. Orada bir mağazada çalışmıştım. Ondan sonra otelde kalıyorduk. Kendi paramızı kendimiz veriyorduk. Sonra kabul gelmeyince İstanbul’a geldik. İstanbul’da çalışmaya başladım. Sonra da annemler geldi. Annemle babam iki seneye yakın Van’da kaldılar. BM’ye başvurdular. Bir sene bir buçuk sene. Annem hasta idi; yani acil gitmesi gerekirken, beklettiler. Orada vefat etti annem. Şu anda mezarı da kayboldu çünkü yapmadılar, yapılamadı işte toprak olarak kaldı sadece. Yani bunların kim verecek hesabını. BM mi, Türkiye Devleti mi?
Ailen şu anda nerede yaşıyor, neler yapıyorlar?
Babam şu anda Irak’ta, geri döndü ikinci evliliğini yaptı o. Yaşıyor şu anda orada. O da hasta. Hastalandı, şeker hastalığı. Felç oldu. Altı kardeşiz. Bir tane ağabeyim Almanya’da. Bir tane ağabeyim İsveç’te. Bir tane ablam İstanbul’da. Onların kabulü geldi. Amerika’ya gidecekler. O da çocukları sayesinde. Ablam ikiz doğurdu. Bir tanesi spastik; o çocuk hasta olduğu için kabulleri geldi. Bir tane ablam da Irak’ta şu anda. Ağabeylerim kendi istekleri ile gitmişlerdi yurtdışına ablam gidemedi. İki tane ağabeyim kaçak yollardan gitmişlerdi. Yunanistan üzerinden. BM falan göndermemişti onları.
Onların yanına gitme gibi bir şansın var mı?
Ya işte onu söyledim ben. Benim bu Türkiye’de yapabileceğim hiçbir şey yok yani kalmadı. Gitmek istiyorum yurtdışına zaten. Gidip orada müziğimi yapmak istiyorum. Müzikle uğraşıyorum. Türkiye’de yapamıyorum. Yapsan da ne kadar yapabilirsin, imkân yok.
Daha sonra İstanbul’a geldin galiba. İstanbul’da neler yaptın, nasıl yaşıyorsun? Bir de BM’e yaptığın başvuru var sanırım.
Mağaza da çalıştım. Arapça tercümanlık yaptım. Sonra işten ayrıldım. Sokak müzisyenliği yapıyordum, Beyoğlu’nda. Polislerden baya bir şiddet gördüm; kaldır diyorlar, kılıfıma tekme attılar. Araba ile kılıfımın üstünden geçiyorlar. Dönüşte tekrar ‘ben demin buradan araba ile geçerken, kılıfına bastım şimdi niye kaldırmıyorsun?’ diyor. Coplarla saldırdılar bana, dövdüler. Ayrıca duruyorum böyle, aldılar beni karakola götürdüler, karakolda beklettiler. ‘Senin niye kimliğin yok, niye böyledir…’ bir sürü böyle olaylar oluyor polislerle. Önceden oturma iznim vardı.
Van’dan giriş yaptığında mı aldın oturma iznini?
Hayır İstanbul’da. 3 aylık aldım ilk önce. 2004’te vermişler, 12. ayda. Ondan sonra 6 aylık verdiler. 2005’in 12. ayından 2006’nın 5. Ayına kadar.
Irak Türkmen Derneği’nden 100 milyon para istiyorlardı oturma izni için. Irak Türkmen Derneği bizi emniyete gönderiyordu. Oradan da ayrı bir para alıyorlar, 70 milyon kusur. Param olmadığı için gitmedim ben derneğe, almadım da oturma iznini. Zaten pasaportum da yoktu. Pasaport istiyorlardı ilk başta; oturma iznini pasaportsuz vermiyorlar. Ben orda anlatıyorum ki, diyorum ki; ‘kaçak gelmişim Irak’tan bu senede.’ Adamlar yok illa pasaport olacak diyorlar. Her neyse gittim pasaport çıkarttım. İkametimden baya bir süre geçmişti. 2006’nın 9. ayında çıkarttım pasaportu. ‘Ben pasaportumu da çıkardım, geldim işte’ dedim. Bir de ismi değiştirmem gerekiyor. Pasaportu Irak kimliğine göre yaptım. Önceden ismimi … [ailesinin verdiği ad, E.N] olarak kullanıyordum çünkü ismin uzun diye değiştirebilirsin, zorlanmazsın demişlerde Irak Türkmen Derneğinden. Her neyse. Uzun diye ben değiştirip M.K [ Kendi seçtiği ad, E.N] yapmıştım. Emniyete gittiğimde bana ‘Ankara’ya gideceksin’ dediler üstünden baya bir zaman geçmiş çünkü; ‘Ankara’ya gidip Dikmen’de Emniyet Müdürlüğünün Yabancılar Şube Daire Başkanlığı’na dilekçe yazacaksın, oradan emniyete mektup gelecek, emniyetten işini halledeceğiz biz’. Tabi ben Ankara’ya geldim. İlk önce Birleşmiş Milletlere başvurdum, Dikmen’e gitmedim. Aklıma öyle bir şey geldi. Herkes mesela Iraklılar o sıralar BM’ye gidiyordu. Türkmen arkadaşlar bana gidebilirsin, başvurabilirsin demişlerdi. Ben buraya geldim Birleşmiş Milletlere başvurdum. İçeri girdim bana bakıyorlar, bakıyorlar kimlikte isim farklı, pasaportta farklı. ‘Niye’ diyorlar ‘böyle farklı. Sen kimsin? Irak’lı değil misin yoksa?’. Sorguya aldılar beni, Birleşmiş Milletlerden iki kişi. Her neyse ben anlattım olayı. Dosya açtılar bana. Bir kâğıt yazdılar, Van’a göndereceklerdi. ‘Zamanında kaçak gelmişsin Türkiye’ye, geldiğin şehir hangisi ise oraya gitmen gerekiyor, orada kampta kalacaksın’ dediler ama ben ‘zamanında geldim ben Birleşmiş Milletlere başvurdum. Kabulüm gelmedi. İstanbul’a geldim. İstanbul’da oturma izni aldım. Şimdi de süresi geçmiş, süre almam lazım’ dedim, o zaman avukat bana ‘alabiliyorsan süreyi İstanbul’da kalabilirsin’ dedi. Hem benim ablamlar da İstanbul’da. Kanunda, birinci dereceden yakın akraban, mesela ablan ağabeyin olabilir, birileri varsa kaldığın şehirde onlarla beraber kalabilirsin yazıyor. Sonuçta Ankara’dan bana bir kâğıt verdiler. Dikmen’e gittim, emniyete, dilekçemi yazdım. Durumu anlattım, isim soyadı değişecek, doğum tarihi değişecek, oturma izni almam gerekiyor dedim. ‘Bekle’ dediler. ‘İstanbul’a mektup göndereceğiz. Bekliyorum. Üç ay dediler. İşte bak şu kâğıt. 5 Haziranda Ankara’da Birleşmiş Milletlere başvurmuşum. 5 Hazirandan itibaren hala bekliyorum. Aradım birkaç kere, bu numarayı ara dediler. Yok, 3 ay dediler, üç ayı bekledim. 3 aydan sonra yılbaşına kadar dediler, hala bekliyorum. Şu anda ne oturma iznim var, ne Birleşmiş Milletlerden bir cevap geliyor. BM çalış diyor. Çalışma iznim yok, oturma iznim yok. Barakada kalıyorum. Vakfa ait bir yerde kalıyorum. Harabe idi ben kendim yaptım, düzelttim falan. Su yok, elektrik yok içinde.
Bu senin ilk başvurun mu BM’ye?
Bu benim ikinci başvurum BM’ye.
Peki bu başvuru süreci nasıl işliyor?
Şimdi BM dilekçede her şeyi doğru söyleyeceksin, yani tarihleri falan yanlış söylemeyeceksin diyor. Ben ilk geldiğimizde, Van’da BM’ye her şeyi doğru söylemiştim. O dilekçem neden kabul olmadı? Ben her şeyi doğru söylerken, savaştan kaçtığımı söylerken niye kabul olmadı! Yalan söyleyenleri gönderiyorlar, mesela hiçbir siyasetle ilgisi yok, maddi sıkıntıdan Irak’tan kaçmış, gelip burada ben savaştan kaçtım diyor, onları gönderiyorlar. Ben kaldım. Şimdi bir de şu var, aradan bayağı bir zaman geçmiş, ben de küçüktüm hatırlamıyorum tam seneleri. Dilekçeme yazdım ama hep eksik yazdım tarihleri. İkinci dilekçede tarihleri eksik söyledim hatırlamadığım için. Şimdi mülakata çağırsalar belki hatırlamayacağım. Tamam, 98’de giriş yapığımı hatırlıyorum. Mesela okulu hangi tarihte, hangi sebeple bıraktın diye sormuşlar. Yazdım ben de onları. Mesela okul hangi ayda açılıyor, altıncı ayda. 12. ayda mı bitiyordu. Öyle bir şeydi. Yani onları yazmıştım. Ama önemli olan bir şekilde süsleyip sunanların dilekçesinin kabul edilmesi. Şans mı diyeyim artık, şans oluyor herhalde.
Daha ikinci mülakata çağırmadılar, 8 ay geçti üstünden. Bir kez girdim, formu doldurdum. Arayacağız dediler 8 ay geçti üstünden hala aramadılar. Yani ben onları aramasam hani o zenci çocuk vardı ya neydi ismi? Festus Okey. Festus Okey gibi ölebilirdim de. Ki öyle şeyler de atlattım Taksim’de. Polisler durduk yere dayak atıyorlar, baskın yapıyorlar. Ara sokaktan geçiyorum arkadaşlarımla beraber, çeviriyorlar, pataklıyorlar. Tipten dolayı sırf. Beni de diğer şeylere benzetiyorlar, bana torbacı diyorlar, uyuşturucu kullanıyorsun diyorlar. Polisin bana söylediği şey; ‘torbacı’, ki söylemiştim de yani ben zamanında uyuşturucu da kullandım dilekçemde de yazmıştım, kullandım bıraktım.
BM’den kabul geldiği zaman seni belli bir ülkeye mi gönderiyorlar yoksa kendin gideceğin ülkeyi seçebiliyor musun?
3 tane ülke var: Amerika, Kanada, Avustralya. Bu üç ülkeden birisine gönderecekler, ama Kanada’ya gitmek istiyorum. Çünkü dayımlar var orada. Onlar BM sayesinde gittiler. Dayımlar, dayımın oğlu var, akrabalar var. Oraya gidersem daha iyi olur. Amerika’ya gitsem zorluk çekeceğimi biliyorum.
Başvurun kabul edilir ve üçüncü bir ülkeye yerleştirilirsen ne yapmayı düşünüyorsun?
Beklentim dil öğrenmek, orada zaten okula gönderecekler. İngilizceyi öğrenip… pek bir şey yapmak istemiyorum. Müzik yapmak istiyorum. Müziğimle artık bunları sakin kafayla yazmayı, eğer maddi durumumda olursa bir karavan alıp, doğada müzik yapmayı planlıyorum kafamda. Hayatımı ne bileyim savaşları anlatarak, barışı çağrıştıracak şarkılar söyleyerek geçirmek istiyorum. Kafamda bu var yani planım.
Başvuru sürecinde ya da maddi olarak destek sağlayan kuruluşlar var mı?
Helsinki Yurttaşlar Derneği’ne gitmiştim. Beni yardım alabileceğim bir yere gönderdiler. O yerde kapıda bir amca ‘yardım vermiyorlar, açık çıkmış. Orda çalışanlar, Irak’tan ya da artık nereden geliyorsa, gelen yardımları cebe indirmiş’ dedi. Karitas’tı yerin adı. İtalyanlar el koyacakmış olaya. Sonra ben bunu Helsinki Yurttaşlar Derneği’ne söyledim. Güldüler.
Türkiye’de mülteci dahi olsalar Türkmenlerin farklı bir statüsü var gibi. Senin hiç ilişkin olmadı mı diğer Türkmenlerle?
Var evet, Ankara’da bayağı var. Yer de veriyorlar, okulda, üniversitede, kanalları da var Türkmeneli TV. Ben hiç girmek istemedim. Bir kere bana dernekte gel albüm çıkaralım sana müzik yapalım demişlerdi. Şarkılarda hep faşist şarkılar olacaktı. Tamam, gelirim dedim. Gidiş o gidiş. Bir daha da işim olmadı. İlk geldiğimden beri onlara karşı tepkim bu şekildeydi. Çünkü sahtecilik, yalan gördüm onlarda. Ama tabi belki ben o zaman sezilerimle düşünüyordum. Belki bende bir sorun vardı onlara karşı. Ama bir albüm yaparsam Kerkük’ün Zindanını okurum, bir şarkı söylerim Kerkük için.
İstanbul’da diğer mültecilerle ilişkilerin var mı?
Var şu anda İstanbul’da ama onlar çalışıyorlar, belli sisteme geçmiş çalışıyorlar. Uyum sağlıyorlar. Ben sağlayamıyorum uyum. Bir de tipimden dolayı çalışamıyorum. Ben müzisyen olduğum için kendime öz bir tipim var. Buna da işverenler çok karışıyor. Sakalıma saçıma… Polis de karışıyor, işverenler de istemiyorlar böyle bir şey. Şu anda mesela hayatım burada daha da tehlikede. Irak’tan kaçmışım, oradan savaştan kaçmışım. Bir sürü tehlikeler atlatıyorum burada da. Kafamıza silah da dayandı mesela gitar çalarken Beyoğlu’nda, Oda kule’de. Adamın biri geldi kafama silahı dayadı, hiçbir şey yok ortada. ‘Kalkın lan!’ falan diyor, silahı dayıyor kafama.
Mülteci olarak müzikle uğraşmak yerine başka işlerde çalışsaydın hayatının daha farklı olacağını, sana daha farklı davranılacağını düşünüyor musun?
Yok, zannetmiyorum, ya benim bir kere zaten kalbimde bir yara var. O hiçbir zaman iyileşmeyecek. Sadece ne bileyim kendimi avutacağım herhalde.
Ben daha çok insanların, polisin, devletin ya da BM’nin yaklaşımının değişeceğini düşünüyor musun diye sormak istemiştim?
Çalışma açısından biraz rahat olabileceğine inanıyorum. Tabi gözetim altında kalacağım, zaten herhangi bir örgüte katılamazsın orada. Kapitalist sistemin içinde kalacaksın, mahkûm kalacaksın. Ama dediğim gibi pasaportu alınca o sistemin içinde değil de gidip müzik yaparım falan diye düşünüyorum. Yani belli bir şey istemiyorum, gidip orda çalışmak gibi… Yapabileceğim tek bir şey var o da müzik. Müzikle anlatabilirim. Mesela Iraklı bir heavy metal grubu var, onlar da yeni geldiler, başvurdular BM’e. Bekliyorlar. Tabi ben onlardan önce başvurmuştum. Belki onlarınki kabul olur, gönderirler. Ama benim bir grubum yok olmadığı için de saygı duymayacaklar müziğe. Tabi arkadaşlarım aynı zamanda bunlar benim.
Muhatap olmadığın bir savaştan kaçmışsın. Karşına sürekli sınırlar çıkmış. Şu anda sınır senin için ne ifade ediyor?
Benim için artık sınır öyle bir şey oldu ki sınır tanımamaya başladım. Sınır olmasın diye düşünüyorum. Geldim böyle hep. Ne bileyim hep başka ülkelerde yaşadım. İran’da olsun Türkiye’de olsun. Mesela Bulgaristan’a kaçtım. Bulgaristan’da yakalandım. Sonra işte attılar bizi Türkiye’ye. Başka ülkelerde tanımadığım yabancı ülkelerde…
—
Mültecinin Laneti
18 Ağustos 2007 – Urla’da Afganistan ve Pakistan uyruklu kaçak göçmenleri taşıyan bir tekne aşırı ağırlık nedeniyle battı. Teknede kaç kişinin olduğuna dair bilgiler muhtelif. 45 kişi sağ kvurtarıldı, 6 kişinin cesedine ulaşıldı. Kimi kaynaklar 5 kişinin de kaçtığını söylüyor. Kurtarılanların akıbetlerine dair bilgi yok…
20 Ağustos 2007 – Mültecilik Beyoğlu Karakolunda bir silah patladı. Nijerya’dan gelip sığınma talebinde bulunmuş Festus Okey gözaltına alındı ve o gün karakolda patlayan silahın hedefi oydu. Okey o gün, o karakolda Nijeryalı bir mülteci olarak öldü. Mahkeme olayda kasıt olmadığı sonucuna vardı. Festus Okey 20 yaşında, bir karakolda yanlışlıkla patlayan bir silahdan çıkan kurşunla kasıt güdülmeden öldürüldü.
23 Ekim 2007 – Bir ihbar üzerine Ümraniye Çamlıca gişelerinde bir tıra düzenlenen operasyonda 105 Pakistan uyruklu kişi yakalandı. Türkiye’ye kaçak giriş yapmışlardı ve hemen geri iade için Yabancılar Şubesi’ne başvuruldu ama Pakistan’da patlak veren kriz yüzünden iade edilemediler. Gözetim altında tutulmaları gerekiyordu ve karakolların nezarethanelerine yerleştirildiler. Karakollar, nezarethaneler mülteciler tarafından doldurulduğu için gözaltı gerçekleştiremediklerinden yakınıyordu. Mültecilerin şu andaki akıbetlerine dair bir bilgi yok…
10 Aralık 2007 – Seferihisar’a bağlı Sığacık beldesi açıklarında kaçak göçmen taşıyan bir tekne aşırı yük nedeniyle battı. Tekne Sakız adasına gitmekteydi. Olay Filistin uyruklu iki kişinin kıyıya yüzerek ulaşması ve olayı haber vermesi üzerine öğrenildi. Toplam 6 kişi kurtarıldı, 43 kişinin cesedine ulaşıldı. Teknede 85 kişinin bulunduğu tahmin ediliyor. Kurtarılanların geri iadesi için başvurular başladı. Akıbetleri belirsiz…
Mülteciler zaman zaman gözümüze değen, kulağımıza çarpan, kamyonlar ya da tekneler içindeki görüntüleriyle bir kare içinde önümüzde belirip kayboluveren insanlar. Onlar bu sorunla başa çıkamayan, çıkacak yollar arayan, devletlerin tanımladığı şekliyle “dini inançları, siyasi görüşleri, ait olduğu sosyal grup, ırkı veya milliyeti gibi beş sebepten biri yüzünden ülkesinde zulüm göreceğine dair haklı bir korku taşıması ve bu korku nedeniyle ülkesini terk edip”(Cenevre Sözleşmesi) başka bir ülke arayan insanlar.
Kitlesel bir fenomen olarak mülteciler I. Dünya Savaşı sonrasında Rusya, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılması ile ortaya çıktı. Ayrıca ulus-devlet modelinde yeni kurulan devletlerde de Yugoslavya ve Çekoslovakya gibi, %30 oranında azınlıklar vardı. Savaş sonrası kurulan Milletler Cemiyeti’nde konu devletler arasında ikili düzeyde çözülecek bir olgu olarak ele alındı. Birkaç yıl sonra Almanya’daki ırkçı yasalar ve İspanya İç Savaşı da yeni bir mülteci dalgası yarattı. II. Dünya Savaşı ve yayılan faşizm dalgası da milyonlarca insanın yer değiştirmesine sebep oldu. 1944- 1951 yılları arasında 20 milyona yakın insan başka topraklara göçtü. Bu atmosferde, savaş sonrasında, 10 Aralık 1948 tarihinde İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi (İHEB) yayınlandı, buna dayanarak Birleşmiş Milletler sözleşmeleri ve Bölgesel İnsan Hakları Sözleşmeleri oluşturuldu. İHEB’nin 14. maddesinde temel bir insan hakkı olarak sayılan “iltica hakkına” ilişkin Mültecilerin Hukuki statüsüne dair BM Sözleşmesi 1951 yılında Cenevre’de kabul edildi. Bu sözleşme halen günümüzde de iltica/mülteci hukukunun temel belgesi olarak kabul edilmekte. Aynı şekilde bu dönemlerde Avrupa dışında da kitlesel nüfus hareketleri görülüyordu. Ruanda ve Tanzanya´daki Mozambikli mülteciler, Hindistan´daki sayıları 10 milyonu bulan Bengalli mülteciler, Vietnam ve Kamboçyalı mülteciler, İran devrimi sonrası ülke dışına kaçan rejim muhalifi mülteciler, 1979 yılında yaşanan işgal girişiminden sonra Afganistan´dan kaçan 6 milyon mülteci (ki hala bir kısmı bir türlü bitmek bilmeyen iç savaşlardan ötürü ülke dışında kalmaya devam etmektedir), Körfez Savaşından sonra Irak´tan kaçarak İran´a sığınan 1,3 milyon, Türkiye´ye sığınan 460.000 Kürt mülteci, Bosna-Hersek ve Kosova´nın bir çok ülkeye sığınmış nüfusu ve Sudan’ın Darfur Bölgesinde yaşanan krizden ötürü bir milyonu, öncesinde ise güneyde dört milyonu aşkın yerinden edilmiş insan.
O tarihlerden bugüne milyonlarca insan sınırlar arasında, hep sınırlarda kalarak onları tanımlamış, onlara bir kimlik vermiş vatanlarından kaçarak vatansızlaştılar ve başka vatanlara ayak basmaya çalıştılar, bastılar, birçokları öldü ve ölmeye devam ediyor. Vatandaşı oldukları devletlerin verdiği pasaportları ve kimlikleri yok çoğunun yanında. Onlar, artık kendilerini tanımlayan bir kimlikten yoksunlar ve isimlerimizin, ailemizin, soyumuzun sopumuzun kayıtlarının tutulduğu, soyumuz sopumuzla bağlı olduğumuz bir ulusun devleti tarafından bize kendisine bağlılığımızı ispatlamak için verilen kimlik kartlarımızla, pasaportlarımızla varolabildiğimiz, varlığımızı kanıtlayabildiğimiz bir dünyada artık yoklar. Onlar artık vatandaş değil ve insan olmak iktidarların muhasebesinde “vatandaş” olmakla ölçüldüğünden, insan da değiller! Çünkü insan hakları dediğimiz aslında ne idüğü belirsiz, muğlâk, içi boş kavram bu ulus-devletler çağında vatandaşlıkla tanımlanıyor ancak. Vatansızlaştıkları nokta da artık kullanabilecekleri, talep edebilecekleri bir insan hakkı yok. Evet, yoklar ama fiziksel varlıkları inkâr edilemeyecek bir gerçeklik, devletler için. Çizilmiş sınırların içine, onlardan izin almadan girmiş, sınırları ihlal etmiş olan milyonlarca insan.. Bir şeyler yapmak gerekiyordu. Bu insanlar farklı renkleri, dilleri, kültürleri, tarihleri ile birer tehdit çünkü. Sınırdalar, ulus devletin üzerine kurulduğu mitleri yıkıyorlar, Agamben’in deyişiyle insan ve vatandaş, doğum ve milliyet arasındaki kimliği yıkarak egemenliğin özgün kurgusunu krize sokuyorlar. Ulus-devlet denilen mefhum ezelden beri vardı ve ebediyen olacaktı. Sınırlar haritalar üzerinde çizilirken aslında bizim kafalarımızda çiziliyordu. Bize güvenlik sağlayan, kimlik kazandıran, varlığımızı anlamlı kılan sınırlardı onlar. Dışarıdakiler, korkunç yaratıklar kimliğimizi ve bizi tehdit eden, sanki her an bozulacak bir büyü içinde yaşıyoruz aslında ezeli ve ebedi olduğuna inandığımız bu sınırlar içinde.
Evet, bir şeyler yapmak gerekiyordu. Devletler kendi bünyeleri içinde ya da diğer devletlerle ittifak halinde birçok kuruluş oluşturdu bu gittikçe büyüyen sorunu halletmek için. Bunlar zavallı, biçare mültecilere yardım etmek için çırpınıp duruyorlar ama pek tabii ki politik bir duruşları yok devletlerin kendi elleriyle yaratılmış kuruluşlar olarak varlar. Bu halleriyle, mülteciler açısından hükümsüz kurumlar. Sadece belirli kişiler ya da olaylar bağlamında verili durum içindeki sorunları çözmek, yardım toplamak ya da dağıtmak, mülteci kampları kurmak ya da kurulu kamplardaki durumları iyileştirmek üzerinden çalışıyorlar. Mültecinin kim olduğu, neden mülteci olduğu, o sınırlar içinde yaşayan başka herhangi bir insandan ne farkı olduğu, eğer farkı yoksa neden böyle bir durumda yaşamak zorunda bırakıldığı ve devlet ile mülteciler arasındaki ilişkinin ne olduğu gibi sorulara verilecek bir cevapları yok. Devletler ve kuruluşları sorunlarla başa çıkmakta başarısız oldukça polis ve yardımsever kuruluşlar daha fazla devreye giriyor. Mülteciler kendilerini kabul etmeyen bu yeni topraklarda ya acınıp şefkat gösterilecek zavallılar ya da sürekli sorun yaratan, suç işleyen ıslah edilmesi gereken korkunç, tekinsiz eli kanlı suçlular. Bu durumu aslında değişen terimlerde de izlemek mümkün. Resmi belgelerde, başvurularda “sığınma isteyen” terimi “mülteci” ile yer değiştiriyor. Sığınma isteyen pasif, rica eden bir konumdayken mülteci tehdit veya yoksunluktan dolayı bir yerden kaçışı temsil ediyor. Sığınma isterken eylem tam anlamıyla gerçekleştirilmiş sayılmaz, bir ricada bulunulmuş ve cevabı beklenmektedir ama mülteci eylemi gerçekleştirmiştir, kaçmıştır. Her ne sebeple olursa olsun insanların kendi kafalarına göre hem de kalabalık bir halde bir yerden bir yere hareket etmeleri kabul edilebilir bir durum değildir. Bir kere coğrafi iş bölümü denilen bir şey var değil mi? Sermaye küreselleşiyor ama emeğin olduğu yerde kalması kontrollü bir şekilde hareket etmesi gerekiyor. II. Dünya Savaşından sonra yerle bir olmuş Almanya’ya işçi olarak gidilebilirdi büyük kalabalıklar halinde ya da Avustralya’ya Kanada’ya vasıflı işçi olarak ama onlar istemeden bir yerden bir yere hareket etmek pek de hoş değil! Coğrafi iş bölümünün altını oymaktır bu ve küreselleşen sermayeye bir tehdit oluşturur.
Bu tehdide karşı devletler mültecilerin nerede yaşayacaklarını seçme hakkını, paralarını nasıl harcayacaklarına karar verme hakkını bile ellerinden alıyor. Örgütlenmiş, politik olarak etkin gruplar halinde bir araya gelmelerini engellemek için ya da bu şekildeki grupları dağıtmak için mülteciler ülke genelindeki küçük, daha saldırgan şehirlerdeki kamplara dağıtılır, çalışma izinine ise zaten sahip olamazlar. Çoğunu BM’nin desteklediği bu kamplarda ancak yardımlarla hayatta kalabilirler ya da kaçak işler yaparlar ama kaçak çalıştıkları bilindiği için çoğu zaman paralarını da alamazlar. Genellikle muhafazakâr olan, kendi içine kapalı ve dışarıdan gelenlere karşı düşmanca tavırlar sergileyen bu şehirlerde zaten sürekli bir tehdit altındadırlar, bir korku içinde yaşarlar. Okula yeni başlayan ya da devam eden çocuklara kimliklerini gizlemeleri tembihlenir çoğu zaman, özellikle de dinsel kimliklerini. Bir kısmı daha rahat kabul görmek için dinlerini değiştirir. İngiltere’de örneğin mültecilerin nakit para kullanması dahi yasaktır sadece kendilerine verilen biletlerle alışveriş yapabilirler hatta para üstü olarak bile nakit para alamazlar. Böylece sadece biyolojik varlıklarını devam ettirebilecek maddelere ulaşmaları sağlanır. Varlıkları biyolojik bir varlığa indirgenir, toplumsal, tarihsel bir özne olarak kabul edilmezler ki birçoğu biyolojik olarak hayatlarını devam ettirebilecek olanaklardan dahi yoksundur. Sığınma talebinde bulunduklarında sonuçlanması yıllarca sürer ve onlar bu yılları ne olacağını bekleyerek bu kamplarda geçirir. Taleplerinin kabul edilmesi için gerekli koşullar oldukça ağırdır ve gittikçe de ağırlaşmaktadır. Neden kaçtıklarını kanıtlamaları gerekir, daha doğrusu karşılarındakileri inandırmaları. Çünkü haklarını hukuklarını tayin etmek için kendileriyle ilgili yapılmış olan yasalarda, sözleşmelerde göçün nedenleriyle ilgili ayrımlar yapılmıştır. Hayati tehlike söz konusuysa belki kabul edilebilirler ama yoksulluktan kaçıp geldilerse adları “ekonomik göçmen” olur ve kabul edilmezler eğer göç etmeye çalıştıkları devletin böyle bir talebi yoksa. Bu yüzden de doğru söyleyip söylemediklerinin anlaşılması için kendileriyle ardı ardına mülakatlar yapılır. Bu ağır koşullar altında yaptıkları her şey de suç kabul edilir, kamplardan izinsiz ayrılmaları, para kazanabilmek için çalışmaları tahmin edilebileceği gibi ağır şekilde cezalandırılır ya da öldürülürler tıpkı Festus Okey gibi ya da isimlerini bilmediğimiz binlerce insan gibi. Hatta örneğin İngiltere’de özel güvenlik şirketleri tarafından işletilen göçmen tutuklama merkezlerinde, kamplardakinden bile zor şartlarda tutulurlar. Bunca yaşanan şeyden sonra pek çoğunun sığınma talebi yeterince inandırıcı bulunmaz, reddedilir, sınır dışı edilirler, ülkelerine geri gönderilirler.
Milyonlarca insanın yer değiştirdiği, değiştirmek zorunda kaldığı bu coğrafyada Türkiye geçiş yolu işlevi görmekte. Cenevre Sözleşmesi’ni imzalamış ama coğrafi çekince koymuş olan Türkiye, doğudan gelenlere mülteci statüsü vermezken sadece batıdan gelenlere verir ki yasal bir prosedür olmasına rağmen fiiliyatta onlara da vermez. Bu yüzden de insanlar genellikle Türkiye’ye giriş yapıp, sığınma talebinde bulunuyor ve 3. bir ülkeye gönderilmeyi burada bekliyor. Türkiye’ye 2002–2006 yılları arasında toplam 15.556 kişi iltica-sığınma başvurusunda bulunmuş, bunlardan 7.212 kişinin talebi kabul edilmiş ve 3. ülkelere yerleştirilmiştir. 762 kişinin başvurusu reddedilirken 6.061 kişi halen başvurularının sonuçlanmasını beklemektedir. Ayrıca Türkiye’de yakalanan yasa dışı yabancı kişi sayısı son 5 yılda toplam 309.683’tür. Aynı zamanda, 1980–1999 yılları arasında 579. 510 kişi Türkiye´den kaçarak başka ülkeler nezdinde sığınma aramış, bu hali ile dünyada hatırı sayılır mülteci nüfuslarından birisi olmuştur. Genel olarak baktığımızda ise Uluslararası Göç Örgütü’ne göre dünya nüfusunun %3’ü göç halinde ve bu da yaklaşık olarak 191 milyon insan ediyor. Bu göçmenler içinde ise sadece 30–40 milyon kişi kaçak göçmen ve 8,4 milyonu da mülteci statüsü taşıyor.
Bu, arka arkaya sıralanan rakamlar, istatistikler yaşananların gerçek yüzünü saklıyor aslında; çünkü her mülteciyi sadece bir rakama indirgiyor ve yaşananlara dair sadece uzaktan bakmamızı, belki bir iki kere tüh tüh vah vah dememizi sonra da unutmamızı sağlıyor. Ama altında yatan hikâyeleri hiç bir zaman öğrenemiyoruz. Ya mülteci kamplarına kapatılıyorlar ya da etnik azınlık oluyorlar. Bir etnik azınlık diğerinden nefret eder hale getiriliyor. Nefret edilen, korkulan insanlar olarak, korkuyu tanıyan bilen insanlar olarak kendi aralarında da bir diğerine karşı korku yaratılıyor. Biraraya gelmemeleri, daha büyük bir tehdit olmamaları, yaşadığımız toplumu, değer diye bildiklerimizi sorgulamamıza neden olmamaları için. Çünkü yaşadığımız dünya da değişiyor. Bugün kamplarda kalanlar, hayatlarını sadece biyolojik olarak dahi devam ettirmek için çırpınanlar mülteciler ama yarın böyle olmayacak. Ezeli ve ebedi bildiğimiz ulusumuzun devleti biçim değiştirmeye devam ettikçe ulus, vatan dolayısıyla da vatandaşlık üzerinden tanımladığı bütün değerler de aşınacak. Bugün mülteciler üzerinde uygulanan kontrol yöntemleri yavaş yavaş bütün topluma yayılacak. Toplumsal, tarihsel, kendini kurmaya, arzusunu gerçekleştirmeye çalışan bir özne olmaktan çok hayatını sürdürmeye, hayatta kalmaya çalışan birer emek-gücü olacağız. Bu yüzden de mücadele ederken de çıkış noktamız zavallı, biçare mültecilere vatandaşlık verilmesi, vatandaşlığın nimetlerinden yararlanmalarının sağlanması değil her yerde mülteci öznelliğinin yaratılması olmalı; çünkü mülteciler beden üzerinden kontrol mekanizmalarının yaratılmasına, biyolojik hayat ve politik hayat arasında bir çelişki yaratılarak bunun üzerinden iktidar politikaları geliştirilmesine karşı duruyor. Sınırdışı edilmeler sırasında gerçekleştirilen müdahalelerden sınır kamplarına, mülteciler için işgal evleri kurmaya, mali destekte bulunmaya, sağlık hizmeti almalarını sağlamaya kadar dünyanın farklı yerlerinde bugüne kadar birçok yöntem geliştirildi ve gelişitirilmeye devam ediyor ve geliştirilecek. Önemli olan bu sisteme, devletlere rağmen yeni bir hayatı bugünden burada hep beraber örgütleyebilmek
Permalink to this post: http://www.ahaligazetesi.org/2011/05/dosya-yeryuzunun-lanetlileri/?postTabs=2
Gecikmiş Bir Anneler Günü Kutlaması – Gary Smith
Bugün dünyanın her yerindeki anneleri – bizi doğuran kadınları ve bize toplumun dürüst üyeleri olmamızı öğreten kadınları onore ediyoruz. Çoğumuzun annelerimizle ve çocukluğumuzla ilgili güzel anıları var, saçlarımızın bizi teskin eder şekilde okşanması, hasta olup da yatakta yattığımız o zamanlar ve annelerimizin sırf bizim için pişirdiği nice yemek… hepsi aklımızda.
Ama dünyanın her yerinde milyarlarca anne var ki onlar anneler gününü kutlamıyorlar. Aslında bu anneler Anneler Günü’nde yas tutuyorlar. Anneler günü onlara kendilerinden neyin çalındığını hatırlatıyor. Sözünü ettiğim anneler; yemek, giysi, evcil hayvan üreticiliği, eğlence sektörü ve laboratuarlardaki deneylerde kullanılan milyarlarca anne hayvan; bu hayvanlar yavrularının nerede olduğunu bilmiyor, hayattalar mı onu da bilmiyorlar.
Süt sığırlarının danaları her sene onlardan alınıyor. Çoğu ineğin kısacık ömrü içerisinde beş ya da altı yavrusu oluyor. Dişiler anneleri gibi korkunç bir kadere mahkûm oluyor, erkek yavrular ise küçücük bölmelerde kısacık hayatlar sürüyor ve sonunda dana eti olmaları için öldürülüyorlar.
Tavukların civcivleri onlardan alınıyor. Erkek civcivler canlı canlı gömülüyor ya da plastik çöp tenekelerinde boğularak ölüyorlar. Onların hayatlarının insanlar için hiç bir anlamı yok. Ama anneleri için onlar hiç anlamsız değiller.
Evcil köpek yavrusu yetiştirme merkezleri yas tutan annelerle dolu. Bu hayvanlar yavrulama makineleri olmak için esir edilmişler, tek kıymetleri sürekli yavru köpek üretmek.
Dirikesim endüstrisi de yas tutan annelerle dolu. İster laboratuarlar için yetiştirilsin, isterse daha yavruyken doğada annelerinden alınmış olsun; beagle, primat, fare, sıçan, kedi bütün anneler yas tutuyor.
Yarış atları da taylarını özlüyorlar. Yabandaki filler sirkler ve hayvanat bahçelerinde sergilenmek için kendilerinden çalınan yavruları için yas tutuyorlar. Kaplanlar ve aslanlar, yunuslar, tazılar, bu hayvanların hepsi yavrularını insanların eğlence sektörü adına kaybettikleri için yas tutuyorlar.
İnekler, koyunlar, ipekböcekleri..hepsi moda adına kaybettikleri yavruları için yas tutuyor.
Bu yüzden annelerimizi hayatlarımıza getirdikleri neşe ve kıvanç için onore ederken aynı zamanda insanın damak tadı, geleneği ve keyfi için yavruları esir edilen, işkence gören ve nihayetinde öldürülen milyarlarca anne için de acı çekiyor ve yas tutuyoruz.
Eğer bugün gerçekten anneler gününü kutlamak istiyorsanız, vegan olarak yaşamayı seçin. Annelerinizi milyarlarca hayvanı ve onların yavrularını onore ederek onurlandırın. Vegan olmak hem bugün hem her gün acı çekip yas tutan bütün anneleri onaylar ve destekler.
Çeviri: CemCB
http://hayvanozgurluguhareketi.wordpress.com/2011/05/11/gecikmis-bir-anneler-gunu-kutlamasi/
The Case Against Immigration Controls – Teresa Hayter
Previously nation states had at times expelled people whom they considered undesirable, but they had not attempted to prevent immigration. Britain, for example, expelled all Jews in the thirteenth century, but it was not until 1905 that it adopted laws to keep them out in the first place.
Failure of the Declaration of Human Rights
The growth of the culture of human rights has so far failed to assert the right of people to chose where they wish to live, except within the states whose nationality they are born with, or have obtained. Thus the United Nations’ Universal Declaration of Human Rights, adopted in 1948, asserts in its Article 13-1 that “Everyone has the right to freedom of movement and residence within the borders of each state,” which means the state in which they are officially allowed to reside. Therefore if, for example, people wish to leave an area of high unemployment and look for work where there is plenty of it, the authorities are not supposed to interfere with this wish provided it is within the boundaries of their “own” country. When, as in the Soviet Union and China, governments prevented their citizens from moving to particular areas within the country, this was considered an example of the repressive nature of these states, and widely condemned.
The Universal Declaration also states, under Article 13-2, that “Everyone has the right to leave any country, including his own, and to return to his country.” When the Soviet Union, East Germany and other states in eastern Europe prevented their citizens from leaving their countries, sometimes by arresting and even shooting them, and sometimes by building high fences and walls, perhaps reinforced with razor wire, this, again, was rightly considered shocking.
Less however is said about the walls, fences, razor wire, armed guards and other repressive devices which are supposed to stop people entering rather than leaving territories. The Universal Declaration of Human Rights has nothing to say about the right of people, who are supposed to be free to leave their own countries, to enter another. In a period when the powers of nation states are being undermined by the the forces of globalisation, states nevertheless cling tenaciously to one of their last prerogatives: the right to select which foreigners they will admit, and which they will try not to admit.
The Introduction of Immigration Controls
Historically states have needed immigration to expand their economies. In the early years of European empire, labour was obtained by varying degrees of force and compulsion. After the Second World War, in the period of reconstruction and boom, most European countries actively engaged in the recruitment of workers from abroad, first from other European countries and then from their former colonies, from North Africa, South Asia and the Caribbean, and from Turkey. But by the early 1970s, with recession and growing unemployment, the European countries which had previously imported labour had all set up controls to stop further migration for work. Legal immigration for employment largely ended. The apparatus of controls to stop people entering Europe and other rich areas without permission grew.
By the late 1990s some governments were also increasing their efforts to deport the people who had already come. In France, for example, people who had had more or less automatically renewable ten-year residence permits suddenly found that their permits were not renewed, or were given one-year permits, which meant they had either to go underground and work illegally, or leave the country in which they had lived for many years. They organised themselves as Sans papiers (undocumented people) to resist. In Britain, the government set targets for deportation, and began to increase random checks, arrests, detention and deportation of longterm British residents who had infringed some provision of the immigration laws. But as campaigners and visitors to Campsfield and other immigration prisons have discovered, in many cases those who were detained and deported had jobs, houses, wives and young children, and the latter might then lose their houses and become dependent on public funds for survival.
Undermining the Right to Asylum
One, at first legal, route for entry remained. The Universal Declaration of Human Rights, in Article 14, stated that: “Everyone has the right to seek and to enjoy in other countries asylum from persecution.” But, after objections by the British, the declaration did not give them the unqualified right to receive asylum, only to seek it. It is left to the recipient states to decide who they will or will not grant refugee status to, rather than, as would be logical and as was the practise in the nineteenth century, leaving it up to refugees themselves to decide, as they are best qualified to do, whether they need to flee. On the whole, during the Cold War, when people did succeed in leaving the Soviet Union and other east European states, they were accepted in the states they went to. Similarly, after the Cuban revolution, Cubans were allowed into the United States (but Haitians were not).
The 1951 Geneva Convention on Refugees and its 1967 Protocol incorporated the right to asylum; they also gave it a restrictive definition. A refugee is defined as: “Any person who owing to well founded fear of being persecuted for reasons of race, religion, nationality, membership of a particular social group or political opinion, is outside the country of his nationality and is unable, or owing to such fear, is unwilling to avail himself of the protection of that country.” Some governments, including the German and French, have restricted this further, saying that persecution must be by state agents in order for the applicant to qualify for asylum. And over the years states have accepted declining proportions of the number of people who claim asylum, though the claims themselves differ little. They assert that this is because the “asylum seekers” are not really fleeing persecution but are merely seeking to improve their economic situation. They have started to attack them, in Britain for example, as “bogus,” “abusive,” and “illegal” (as if a person could be “illegal”).
The authorities, rather than making it their task to examine fairly and objectively a person’s case for asylum (which itself is likely to be impossible), take on an adversarial role: immigration service officials see their role as, like prosecution lawyers, to find inconsistencies or inaccuracies in the accounts given by refugees of their reasons for fleeing, which they then say undermine the credibility of their claims. In one case in Britain, for example, a Zairean asylum seeker said in one interview that there was no window in the cell in which he had been imprisoned, and in another that there was in fact a small grille above the door to the cell; this was given as grounds for refusing his claim.(1) In another case Home Office officials gave as grounds for refusal their (incorrect) assertion that escape across
the Congo river was impossible because it was full of crocodiles.(2)
In a minority of cases these refusals are overturned at appeal. But the officials determining appeals are themselves appointed by the Home Office and are far from impartial. The process is arbitrary, a cruel farce. It is clearly influenced more by quotas and targets than by considerations of justice or truth. As a result governments turn down many asylum claims which nevertheless meet the criteria set by the international conventions to which they are signatories. They then claim, quite unjustifiably, that this is evidence that most asylum seekers are “bogus.” Asylum seekers come overwhelmingly from areas in which there are wars and severe political persecution. A few of those who, with exceptional enterprise and courage, make it to Europe and other rich areas and claim asylum may do so in order to improve their financial situation. But the reality is that nearly all asylum seekers, whatever their reasons for migrating, are highly educated and are often dissident members of the elite. Many take a large drop in their standard of living, losing jobs, houses and land as well as their families.
Smuggling as Last Resort
Having progressively undermined the right to receive asylum, governments are now attempting to make it harder for people to apply for it. They do this, above all, by imposing visa requirements on the nationals of what they call “refugee-producing” states, which of course means the states people are most likely to need to flee from. The requirement to obtain a visa means that refugees cannot travel legally to the country they wish to go to. Clearly they cannot apply for a passport to the authorities they are trying to escape from. Supposing they already have a passport, they could in theory go to a foreign embassy to apply for a visa, braving the security guards outside and the possibility they might be denounced by local employees inside. But if they then asked for a visa to apply for asylum, they would normally be quickly ejected; there is no such thing as a refugee visa. They could in theory apply for a visitor’s or student’s visa, but this would require documentary proofs and probably some funds, and would in any case constitute deception.
The usual course for refugees therefore became to buy false documents from agents. But this itself is becoming increasingly hard. Under various Carriers’ Acts, airways, ferries and other transport operators are now required to ensure that the passengers they carry have documents, and are fined if they allow them to travel without them. Governments spend large amounts of money on technology to enable carriers to become better at detecting false documents, and sometimes post their own agents at foreign airports to assist in this process. If they succeed, they hand refugees back to the authorities they are fleeing from. Refugees are therefore forced to resort to even more dangerous, clandestine methods of travel. They usually have to pay large sums of money to agents, to enable them to flee in the holds of ships, in the backs or even in the tyre casings of lorries, underneath trains and even aeroplanes, in often overcrowded and leaky boats. In the process they endure great suffering. Many thousands die each year, of suffocation or drowning. Governments then announce that they will clamp down on the illegal smuggling networks, for whose existence they are entirely responsible, and have the gall to proclaim their concern over the cruelty of the agents and traffickers organising the refugees’ escape.
Prisons for Refugees
The objective of governments is to reduce, by this and other means, the number of people seeking refuge in their countries. In Britain, for example, the Prime Minister Tony Blair set a target of halving the number of applications for asylum. This supposed that the applications were not related to the real needs of people to flee, but to the attractiveness of Britain as a place of refuge; the government said it was determined to take tough measures and not to be “a soft touch.” The government met its goal, mainly because it had set the target in relation to the month in which applications peaked, and because this peak had itself been almost entirely the consequence of the number of Iraqis fleeing the threat of US-British invasion.(3)
But governments appear to continue to believe that the way to reduce the number of refugees is not to refrain from creating the conditions which people flee from, but to make conditions harsher in the countries they are trying to flee to. They lock refugees up in prisons and detention centres, and they reduce them to destitution. Refugees are punished not for anything they have themselves done, but in the, probably largely mistaken, belief that their treatment will deter others who might follow in their footsteps. In the process governments flout a long list of human rights: the right not to be subjected to inhuman and degrading treatment, the right not to be arbitrarily arrested and imprisoned, the right to a fair trial by a properly constituted court, the right to family life, the right to work, among others. Amnesty International has said that Britain, for example, in its treatment of asylum seekers, violates article 5 of the European Convention on Human Rights, article 9 of the International Covenant on Civil and Political Rights, the UN Body of Principles for the Protection of All persons under Any Form of Detention or Imprisonment, and virtually all of the guidelines on detention of the United Nations High Commission for Refugees (UNHCR).
Immigration prisons now exist in all of the rich, or “developed,” countries to which refugees flee. The largest numbers in absolute terms are locked up in the USA. Australia, until recently, detained all those who applied for asylum. Britain was one of the first European countries to detain asylum seekers, and it remains the only west European country to do so without judicial supervision and without time limit. In theory the British government derives its right to detain asylum seekers and other migrants from its 1971 Immigration Act, which stated that they could be detained prior to removal. Although detention centres have been renamed removal centres, in practise only a small minority of those detained have had their cases finally dismissed and have removal directions. Some cannot be deported, for a variety of reasons, and therefore cannot legally be detained. Around ten per cent of those arriving at ports and claiming asylum, who are therefore not even technically “illegal immigrants,” are detained. The process is arbitrary, and has to do with filling the available spaces in detention centres and prisons; the decisions are made by junior immigration officials, who have to give only general reasons, such as “we believe that the person is likely to abscond;” one of them, asked by the author what evidence he had for this belief, merely replied “we are not a court of law.”
The numbers detained under immigration laws have increased from 250 at any one time to over 2,500 now. Some are detained in ordinary criminal prisons, subjected to prison procedures, sometimes locked in their cells for 23 hours a day, occasionally locked up with convicted prisoners. Others are detained in centres designated for immigration purposes, some of which were previously prisons and still have prison regimes, surrounded by high fences and razor wire. Most are run for profit by private security firms such as Group 4, whose guards, detainees tell us, are blatantly racist. Worse, the Labour government now imprisons children. This practise is not new, but previously the government admitted it was not legal, merely detaining thirteen-year-olds on the basis of travel documents which gave their age as thirty, and refusing to believe evidence to the contrary. It now systematically imprisons whole families, including young children, babies and pregnant women, sometimes for months at a time.(4)
Denied Social Rights
To varying degrees and in different ways, most European countries now also deliberately reduce asylum seekers who are not locked up to destitution. In most countries they are not allowed to work. Increasingly they are denied access to minimal public support, including in some cases health services. In some countries, public financial support and accommodation is denied to those who have had their claims rejected but who may still be pursuing legal avenues to avoid deportation, or who cannot be deported (because they have no papers, because conditions in their countries are recognised to be unsafe, or because transport to their areas does not exist). In France public support, of a limited nature, is available only after a claim for asylum has been lodged, which may take months.
In Britain it is not available to those who are deemed not to have claimed asylum immediately on arrival (which in effect means that two-thirds of new asylum seekers are made destitute), and to socalled “failed asylum seekers.” Although the courts have partially condemned this measure as inhuman and degrading treatment, and individuals can apply to have the decision reversed, many thousands of people, many of whom subsequently get refugee status, are currently living in various degrees of destitution with neither the right to work nor the right to receive any form of state support. The denial of public support to “failed asylum seekers” has now been extended to families; the intention (defeated after protests by social work trade unionists among others) was that this would mean that their children would be taken away from them and put into state “care.” The support which is available to others has been progressively whittled away. Asylum seekers in Britain now receive some two-thirds of the sum considered to be the minimum subsistence level for the rest of the population. They are dispersed away from their communities, lawyers and sometimes families to one “no choice” offer of accommodation, often in sub-standard housing including condemned public housing estates, where they are isolated and vulnerable to racist attacks, to the extent that some of them fear to go out.
Increased Surveillance
Immigration controls thus give rise to some of the worst abuses of human rights in Western societies. Asylum seekers suffer mistreatment of a sort to which the rest of the population is not, so far, subjected. But the abuses threaten to spread to the rest of the population, and some have talked of a creeping “fascisisation” of European countries as a result of their increasingly desperate attempts to stop people entering Europe. Denial of benefits to certain categories of people could spread to the unemployed and others considered undesirable. Police surveillance and random checks of immigration status can affect long-term residents who look “foreign.” In Britain, where politicians and others pride themselves on the long tradition of absence of the obligation to carry identity papers, many immigrants nevertheless already find it prudent to carry their papers around with them. Asylum seekers have been issued with “smart cards” which carry their photograph, finger-prints, and a statement on whether or not they are allowed to work. And finally, the government has decided that identity cards themselves are to be introduced, and made obligatory at first for foreigners.
Especially since 11 September 2001, the issues of immigration and terrorism are becoming blurred. In Britain, under an Anti-Terrorism, Crime and Security Act, indefinite detention in high security prisons has been introduced for foreigners “suspected” of terrorism, some of whom are refugees and therefore cannot be deported; in an even harsher version of what asylum seekers already suffer, they are subjected to judicial procedures which are a mockery of justice, much of them held in private and in which neither the defendants nor their lawyers have the right to hear what they are being accused of. An earlier Act, introduced in 2000, made it a criminal offence to belong to or support certain “terrorist” organisations. This means for example that Kurdish refugees from Turkey have to choose whether they wish to be prosecuted if they say they are members of the Kurdistan Workers Party (PKK), or fail to obtain refugee status if they do not. Their British supporters have also been prosecuted, and the act has been used against protestors against, among other things, the arms trade and against the invasion of Iraq.
Recruiting and Rejecting
Curiously, the escalation in the repressive apparatus of immigration controls, and the attempt to keep foreigners out, takes place at a time when European populations are declining, or forecast to decline. These declines, the ageing of the population, and the worsening ratios of working to non-working populations, are expected to cause serious economic and social problems in most European countries. The United Nations Population Division has estimated that to maintain existing ratios of young to old people, European countries would need extra immigration of several million people per year. Their governments usually accept that more, rather than less immigration is needed if their economies are to prosper. Most of them are now back in the business of recruiting foreign workers, especially skilled workers in trades such as computing and health services where there are obvious skills shortages, but also unskilled workers, mainly in sectors and jobs in which long-term residents are unavailable or unwilling to work and which cannot be transferred abroad, such as agriculture, catering, cleaning and some building work. In Britain the issue of work permits to employers, enabling them to recruit workers from abroad for specific jobs, nearly doubled between 1998 and 2002. In Germany and elsewhere there are government programmes to recruit computer specialists.
It is at first hard to understand why governments are thus recruiting and encouraging foreign workers, and at the same time redoubling their efforts to keep foreigners out; for example they recruit nurses in Zimbabwe and the Philippines, and imprison nurses who come on their own initiative to seek asylum. The explanation appears to be that they want to control, or “manage,” migration flows: to select desired migrants and reject others. But this too requires explanation. Some supporters of the free market argue, with a consistency which is absent elsewhere, that the movement of labour should be free in the same way as the movement of capital and goods is in theory supposed to be free. They do not agree that governments should determine the availability of labour to employers or attempt to set quotas according to some estimate of the needs of the economy, and believe recruitment decisions should be left to employers.
Insecurity and Exploitation
Some liberal economists also argue that, like free trade, the free movement of labour across borders as well as within countries would greatly increase prosperity; not only for the migrants themselves but also in the countries the workers migrate to and in those they migrate from, and in the world as a whole. Right-wing media such as the Wall Street Journal and the London Economist have long argued, to varying degrees, the case for the free movement of labour. Employers in the United States in particular have called for it, for the obvious reason that it would suit them to have easier access to the reserves of cheap labour that exist outside the rich countries. There is much evidence, now supported for example by recent research by the British Home Office, that immigrants make large contributions both to economic growth and to public finances, since they are mostly young, fit and educated at others’ expense.(5) Most, if they are legally permitted to and sometimes if they are not, are willing to work for long hours and in poor conditions for jobs which do not require their qualifications. Even the eugenicist Oxford professor David Coleman, main researcher for the anti-immigration lobby Migration Watch, has to admit that immigration increases income per head for the native population; he merely argues that it doesn’t do it as much as the government claims it does, and says the real problem is the threat to “social cohesion” and “British identity,” whatever that may mean.
There is one possible economic rationale for immigration controls, which is that their existence makes immigrant workers precarious, and therefore more exploitable and “flexible,” as the official euphemism has it. Most western economies, and especially the United States, are highly dependent on super-exploited immigrant workers, many millions of whom have no legal immigration status. None of the rich industrial countries of the West have signed up to the United Nations’ International Convention on the Protection of the Rights of All Migrant Workers and Members of Their Families, whose intention is to guarantee some minimum protections for migrant workers, including the prevention of inhumane working and living conditions, equal access to social services and the right to participate in trade unions, so as to ensure that migrants have equality of treatment and the same working conditions as the nationals of the countries they are working in.
Governments’ attitude to illegal working appears to be entirely negative and punitive, designed only to detect and repress it. In most cases the proposals for more government-permitted immigration are that the new workers will be admitted on short-term contracts, tied to particular employers and jobs (in Britain and some other European countries this represents a radical departure from previous labour-importing policies). Whether they are working “illegally” or on legal, but temporary, contracts, the workers are extremely vulnerable. They can be employed in exploitative conditions, at the mercy of employers, and denied basic employment rights. If they make an attempt to improve their situation, for example by joining a trade union, or to obtain redress against employers who fail to pay them the agreed amount (or at all), sexually harass them or in other ways mistreat them, they can be sacked.
In the case of the so-called “legal” workers, this will mean leaving the country or going underground. Even if they have been working entirely “legally” for many years in professional jobs, they are easy to get rid of: For example in Oxford large numbers of Filipina nurses have had their contracts suddenly, after many years, terminated, as a result, their union representatives say, of an increased supply of “local” nurses. Contract workers in the BMW Cowley factory, now an increasing proportion of the workforce and also increasingly migrants, were sacked with no notice and no redundancy payments in 2009. So-called “illegal” workers are of course in an even worse situation; the police and immigration authorities may be called in, quite often by their employers, and they may then be detained and deported. In Britain New Labour has created the new “serious criminal offence” of having false papers; those caught receive a oneyear prison sentence, followed by deportation and/or an indefinite period in immigration detention.(6)
Left-Wing Support of Migration Controls
We are told (for example by Polly Toynbee in The Guardian) that immigration may benefit the rich, who get cheap nannies and nice restaurants, but damages the interests of the working class, whose wages and conditions the immigrants may undercut. Trade unions themselves have a shameful history of calling for immigration controls, especially at the end of the nineteenth century. Others, such as left-wing alliance Respect in Britain, have an even more shameful record of refusing to call for the abolition of immigration controls on the grounds that this might “put people off” (i.e. the white working class?). However trade unions and their members, even in the United States and Britain, are increasingly coming round to the view that the way to protect their interests is not to call for more controls, but equal rights for all workers. In the recent round of unofficial strikes in Britain, the media gleefully printed pictures of workers holding up banners saying “British jobs for British workers,” but they failed to report that many of the activists were completely opposed to such xenophobia, and in particular attempts by the British National Party (BNP) to infiltrate the strikes. One worker, who was reported in media as saying that “they could not work alongside” the foreign workers, actually was complaining about the employers’ policy of keeping them apart, so that they could not organize together to demand the respect of local agreements on wages and conditions.
Immigration controls are used, quite deliberately, by governments and employers to divide and weaken the working class, and to help to create scapegoats to distract attention from their own failure to permit decent wages, employment and housing, and to facilitate the current massive increases in inequality and brazen wealth of the elite. In France the Sans papiers argue that other workers should support them not as any form of charity, but in their own interests. They say that the precariousness created by immigration controls is a deliberate policy of neo-liberal governments, designed to ensure that immigrants provide a model of flexibilisation and “precarisation” which can be spread throughout the sectors in which they work and eventually to the economy as a whole.
But it is not clear that the policy benefits the economy, and employers, as much as allowing free entry to workers from abroad would. It also does not adequately explain why governments are apparently so anxious to crack down on “illegal” immigrants, who are the ultimately exploitable workforce, and “illegal” working, and to increase the rate of deportations and deter asylum seekers. The explanation is almost certainly that governments’ attempts to prevent the entry of asylum seekers and other clandestine migrants have more to do with electoral than with economic considerations. Governments claim that the way to defeat the growth of the far right in Europe is to adopt their policies. They apparently believe they must demonstrate that they are being “tough”: that they are adopting progressively more vicious measures to deter asylum seekers and others who might come into the country (to do the dirty and dangerous jobs which employers cannot find locals to do), and that they are doing their utmost to keep them out, or to evict them if they nevertheless succeed in getting past immigration controls.
Appeasing the Racists
Ultimately, the inescapable conclusion is that immigration controls, and government repression of migrants and refugees, are explicable only by racism, or at least by attempts to appease the racists. Immigration controls certainly have their origins in racism. In Britain for example they were first introduced in 1905 as a result of agitation by racist and extreme right-wing organisations, at this time against Jewish refugees.(7) Similarly, when controls were introduced in 1962 to stop immigration, this time, for the first time, from the former British empire, their introduction again followed agitation by racist and neo-fascist organisations. Up to 1962, all mainstream politicians had proclaimed that the principle of free movement within the former British empire would never be abandoned. Government reports had found no reason for immigration controls other than the supposed “non-assimilability” of the new immigrants. The covert aim of the 1962 Commonwealth Immigrants Act was to stop “coloured” immigration; since the economy still required an expanding labour supply, the legislation was framed so as to exclude Irish workers from controls and, it was hoped, let in white British subjects from the “old” Commonwealth while excluding black ones from the “new” Commonwealth.(8)
Politicians constantly reiterate that the way to deal with racism is to demonstrate to the racists that their concerns are being met. However, immigration controls do not appease the racists – they merely legitimate racism. And they also embolden the racists to demand more. When politicians lament the recent increase in racism, they fail to acknowledge that it is precisely their own actions, including their constant complaints about the supposed “abuses” committed by “bogus” asylum seekers, that explain the rise in racism after a period when it had been in decline. Their actions and their words feed the parts of the media whose political agenda it has long been to stir up racism; these media use information, and phrases, which are often clearly derived from government sources. Governments only very rarely attempt to counter the lies propagated by the media and others, or give information which might correct the distortions and misinformation.
As a consequence, people believe, for example, that the number of immigrants and asylum seekers is far higher than it actually is. They fail to realise that asylum seekers, who have become the new object of race hate campaigns and violence, actually constitute an insignificant proportion both of the total number of refugees in the world as a whole, and of the number of other people entering Europe. In Britain in 2002, for example, the peak year for asylum seekers arriving in Britain, there were 100 times more visitors, 18 times more returning British citizens, 4 times more new foreign students, and 3 times more foreigners given official permission to work. Since then the number of asylum seekers has declined; the government boasts that it is because of its “stronger borders,” but it is mainly because of a decline in the number of Iraqi refugees, and perhaps also because many people have decided it is better to go underground than risk getting locked up for being a refugee. It remains hard to understand why governments appear so concerned to reduce the numbers of asylum seekers, rather than of anybody else, unless their purpose is simply to appease the racists and in this way, they hope, win votes.
Equal Rights – Everywhere!
Immigration controls are inherently racist. Any scheme which tried to make them “fair” or non-racist must fail. Even if they did not discriminate, as they now do, against black people, east European Roma, the poor and anybody else who are subject to the current manifestations of prejudice, they would still discriminate against foreigners and outsiders in general. Those who demand tougher controls talk about “our” culture, whatever that may be, being swamped. Every country in the world, except perhaps in East Africa where human beings may have first evolved, is the product of successive waves of immigration. There are few places where there is any such thing as a pure, “native” culture. European culture, for example, if such a thing exists, is arguably under much greater threat from the influence of the United States, whose citizens have little difficulty in entering Europe, and from its own home-grown consumer excesses, than it is from people who might come from anywhere else. Moreover “non-racist” immigration controls, even if these were conceptually possible, would be pointless, since racism is the main reason for their existence. On the contrary, one of the very best ways to undermine the arguments of the racists would be to abolish immigration controls.
For the abolition of immigration controls to make sense, those who migrate must have the same rights as the residents of the places they migrate to. Immigrants need to have not only the right to work, but all the gains for the working class that exist in the countries they migrate to, including protection against unfair dismissal, the right to join and organise in trade unions, the right to leave their job and look for another one, the right to receive unemployment and sickness benefits and holiday pay, in the same way as everybody else. They should have full public rights, and they should of course have full access to social provision, including health provision and education for their children.
Immigrant workers do not usually take the jobs that might otherwise be available to existing residents and immigration does not usually lead to any worsening of wages and conditions in the countries they go to (on the contrary there is much evidence that it increases prosperity for all by enabling economies to expand and industries to survive). Nevertheless if there was any threat to the wages and conditions of the existing workforce, it would come from the fact that migrants, if they have no or few rights, can be forced to work in bad conditions and for low wages and cannot fight for improvements without risking deportation. They can come to constitute an enslaved underclass, which employers may hope not only to exploit directly, but to use as a means of weakening the position of all workers. The way to prevent any possibility of this happening is for trade unions, and all of us, to argue for full citizenship rights for all workers and residents, regardless of their nationality or how long they have lived in the country. This was more or less the situation, before 1962, of citizens of the UK and colonies who migrated to Britain; it accounts for their political strength, their militancy in their workplaces and their higher than average trade union membership. It is, with limitations, the situation of citizens of the European Union who migrate from one EU country to another. It is also of course the situation of United States citizens who migrate between states in the US federation. And it is the situation of people who migrate from one local authority to another within states, and receive the level of public services prevalent in the area they move to.
Free Migration is Possible
There are many who say that the abolition of immigration controls is politically impossible in a world in which there are severe international inequalities. But the argument that, without controls, there would be “floods” of migrants who would overwhelm the rich countries some of them go to is little more than scaremongering. The fact that there are huge international inequalities in material wealth does not mean that, as neo-classical economists might predict, there would be mass movements of people throughout the world until material conditions and wages equalised. It is true that if there were no controls there would probably be more migration, since the dangers and cost of migrating would be less; how much more is impossible to estimate. Immigration controls, however much money is poured into them and however much the abuses of human rights involved in their enforcement escalate, do not work well; if for example, after years of expensive and painful legal processes, asylum seekers finally have their application refused, governments often find it impossible to deport them; and with each new, and more vicious, advance in the apparatus of repression, people are forced to find new, braver and more ingenious ways of circumventing it. It might be better if more people migrated to countries where there are more jobs, wealth and available land.
But most people require powerful reasons to migrate; in normal circumstances they are reluctant to leave their countries, families and cultures. When free movement was allowed in the European Union, some feared there would be mass migration from the poorer to the richer areas; the migration did not happen, to the chagrin of the proponents of flexible labour markets. The great desire of many who do migrate is to return to their own countries, when they have saved enough money, or if conditions there improve. Immigration controls mean that they are less likely to do so, because they cannot contemplate the struggle of crossing borders again if they find they need to.
In addition, when people migrate from choice, they normally do so because there are jobs to migrate to. For example, when subjects of the former British empire were allowed to enter, settle and work in Britain without immigration controls, and had the same rights as British subjects born in Britain, as was the case until 1962, migration correlated almost exactly with employment opportunities; when job vacancies increased, more people came from South Asia and the Caribbean, and when they declined, fewer did so. Especially for the migrants from South Asia, the pattern was that families sent their young men to do a stint in hard jobs in the factories of northern Britain and then return, perhaps to be replaced by a younger member of the family. When the threat of immigration controls became real, there was for the first time a surge in immigration which did not correlate with job opportunities, to beat the ban; well over half the Indians and about three-quarters of the Pakistanis who arrived in Britain before controls did so in the 18-month period preceding their introduction; after controls were introduced, immigrants could no longer come and go, and were forced to bring their families and settle in Britain; by 1967 90 per cent of all Commonwealth immigrants were “dependants.” Similarly, there is evidence that the harder the US government makes it to brave the razor wire and other obstacles to cross the border into the USA, the more Mexican immigrants find themselves forced to make the hard decision to settle in the USA, and give up hopes of return. Finally, if people are extremely poor, they cannot raise the money to migrate, except perhaps to neighbouring countries or into cities; this will, sadly, be the case for the vast majority of so-called “climate refugees.” And people do not or cannot undertake the risks and expense and painful separations of migration, in order to live in squalor off public funds.
It is of course the case that too many people are forced to flee, if they have the means to do so. People should be free to migrate if they wish to, but they should not be forced to migrate. Supposing the governments of the rich countries were in reality concerned by the problem of forced migration, there would be more humane, and probably more sustainable and effective, ways to reduce it than by casting around for yet more brutal ways of enforcing immigration controls. Governments themselves often bear direct responsibility, and are nearly always partly responsible, for creating the conditions from which people flee. There is much that they could do, and above all not do: they could refrain from supporting and arming repressive regimes or the opposition to more progressive regimes; they could, as a minimum, not supply weapons to the participants in wars and civil conflicts; and they could cease to invade other countries. They could refrain from exploiting the peoples and resources of Third World countries; thus, for example, the conflict in East Congo, in which millions have died, and which has forced many thousands to migrate if they can, was fed by the rapacity of western corporations, which arm and finance the militias who supply them with the resources they want, especially coltrane. When the West’s corporations or its agencies the World Bank and the International Monetary Fund engage in projects which displace people or pollute their land, or impose policies which impoverish them and create unemployment, people who are made destitute or landless are unlikely themselves to have the resources to migrate, but the situation may feed war, conflict and repression which force those who can to migrate.(9)
The increases in asylum seekers in Britain, for example, in the last few years were overwhelmingly from four countries bombed and/or invaded by the West: Somalia, former Yugoslavia, Afghanistan and Iraq. In particular, while there was a steady trickle of refugees from Iraq under the Saddam regime and in the years of economic sanctions, there was a surge in numbers in response to the threat of US/British invasion. Others, for example from Angola, Mozambique, Chile, have fled from proxy forces of the West, which systematically attempts to destroy any government which might be attracted to socialism, or just carry out reforms, such as land reform, nationalisation, or any redistribution of wealth from the rich, foreign or local. The destruction of the Soviet Union and the triumphalism and excesses of neo-liberalism in the USSR and East European countries have created more refugees, some of them, for example, medical professionals who are no longer being paid.
It should be an elementary principle that human beings have the right to decide freely for themselves where they wish to live and work. Having made that decision, they should not be condemned to be second-class citizens and to virtual enslavement in exploitative conditions, divided from the rest of the population. They should have exactly the same rights as all other residents of the place they have chosen to live in. Immigration controls serve no purpose other than to make many thousands of innocent people suffer, build an escalating apparatus of repression, undermine the human rights of all of us, divide and weaken the working class, and feed racism. They should go – like slavery, apartheid, and other horrors in their time.
NOTES
1. Asylum Aid, Adding Insult to Injury: Experiences of Zairean Refugees in England (London: Asylum Aid, 1995).
2. Ibid.
3. Most of the figures in this article are taken from the British Home Office, Statistical Bulletins.
4. See for example Bail for Immigration Detainees, Pregnant Asylum Seekers and Their Babies in Detention (London: The Maternity Alliance, Bail for Immigration Detainees and London Detainee Support Group, 2003) as well as many other sources.
5. Ceri Gott et al. (London: Home Office Research Directorate, 2001 and 2002).
6. See for example campaigns by No Borders groups, especially in London, and by CAIC (Campaign Against Immigration Controls) and No One Is Illegal. See also Hsiao-Hung Pai, Chinese Whispers: The True Story Behind Britain’s Hidden Army of Labour (London: Penguin, 2008); Rahila Gupta, Enslaved: The New British Slavery (London: Portobello Books, 2007). Gupta, after interviewing a number of migrant workers, concludes that the one thing that would free them from effective slavery would be the removal of the threat of deportation, in other words “open borders.”
7. See for example Steve Cohen, Standing on the Shoulders of Fascism: From Immigration Controls to the Strong State (Stoke on Trent: Trentham Books, 2006)
8. I. R. G. Spencer, British Immigration Policy Since 1939: The Making of Multi-Racial Britain (London: Routledge, 1997).
9. See for example Teresa Hayter, The Creation of World Poverty (London: Pluto Press, 1992).
Published in Communalism #2 May 2010
Illustration by Trond Ivar Hansen
http://new-compass.net/articles/case-against-immigration-controls
Left Biocentrism: Fostering New Earth Values and Social Justice for the World’s Peoples – David Orton
A general overview of aboriginal issues as articulated in the 1996 Canadian Report of the Royal Commission on Aboriginal Peoples (5 volumes) and a left biocentric critique given. Implications of aboriginal views for wildlife, forestry, parks, land claims and social justice. What should be supported and what should be opposed on ecocentric and social justice considerations? Past treaties dictated to aboriginals by a feudal-colonial state in Canada – can they be models for contemporary land use and redress of grievances? Treaty rights or social and ecological justice today: going beyond human-centeredness, treaties, land ownership and property rights. What is the relationship of contemporary aboriginal views to deep ecology and left biocentrism within industrial capitalist society? Deep stewardship of traditional aboriginal thinking as human-centered. The imposition (and implications) of the industrial consumer culture on aboriginals and non-aboriginals.
Chapter Five: Green Electoralism and Left Biocentrism
Deep ecology in contention for the consciousness of the green movement (Realo/Fundi discussion). How the environmental movement in Canada and elsewhere should define itself – reformist or subversive. Assumptions of green electoralism and their congruence with the continuation of industrial capitalism and shallow ecology. Ecological politics across the ‘isms’ of bourgeois society (Bahro). The disenfranchisement of the electorate with the parliamentary road and liberal democracy: alternative ecocentric visions which undermine industrial capitalist society cannot be advanced through the electoral process, as they go against short-term economic interests. The fundamental dilemma: eco-capitalism – ‘sustainable development’, ‘natural capitalism’, ‘cradle to cradle’ etc., or revolutionary ecocentric change. The overall tendency towards absorption and neutralization for “green” electoral parties and why this occurs. Liberal democracy and ecocentric democracy: why they are incompatible. Is there a political vehicle for a revolutionary deep ecology in our contemporary world? Why some left bios work inside green parties and why others work from the outside, and the example of the federal Canadian Green Party.
Chapter Six: The Ecocentric Critique of the Left
Critique of “social environmentalism” in the mainstream environmental movement, where social justice is upheld over environmental justice: social ecology, eco-Marxist and ecofeminist positions.
Chapter Seven: The Ecofascism Attack on Deep Ecology
Hayvan Ekstremizmi mi? Evet, evet aynen öyle. Casey Suchan
Ekstremist? Şiddet dolu? Terörist? Kesinlikle öyle. Ama biz değil.
Bunların hepsi et, ilaç ve kürk endüstrilerinin hayvan haklarını savunanları ve eylemcileri tanımlamak için kullandığı kelimeler. Bu dili kullanmaktan vazgeçiremeyiz onları; ama kendimize karşı bu dili kullanmaktan vazgeçebiliriz.
Bu sözcükleri ait oldukları yere doğru yönlendirmemizin vakti geldi, yani gerçek teröristlere, şiddet ve ekstremizm uygulayanlara, yani hayvanları sömürme endüstrilerinin kendisine. Birbirimizin kullandığı metodlar konusunda fikir ayrılıkları olsa bile buna şiddet demeyelim. Dile dikkat edelim. İllegal diyelim. Suç diyelim. İyi ya da kötü bir taktik diyelim.
Elbette samimi düşüncelerinizi açıklayın ama eleştirinizi şiddetin her gün laboratuarlarda, şempanze ve babunlara, maymunlara yapılan, diğer milyonlarca memeliye, meseşa tavşan, fare, sıçan, domuz gibi memelilere ve milyonlarca sürüngene yapılan şey olduğunu söyleyerek bitirin, bu deneylerin gereksiz, mânasız ve kötü, işe yaramaz bir bilim olduğunu söyleyerek bitirin.
Gerçek şiddet; milyonlarca koyunun, ineğin, tavuğun, domuzun, keçinin ,sülün kuşunun, balığın ve bıldırcının merhametten uzak, dehşete düşüren koşullar altında istismar edilip esir edilmesidir.
Ama hepsinin tadı güzel. Ve endüstrinin çıkar marjları temel ve basit bir merhamet duygusundan daha önemli. İşte bu ekstremizmdir.
Gerçek terör ve şiddet tilki, mink, çinçilla, yaban çakalı, rakun, türü tehlike altında olan ayı ve evcil kedi ve köpeklerin kürkleri için yaşamak zorunda bırakıldıkları şeydir. Lüks ve kibir duygusu için.
Ekstrem olan şey; gezegenimizin en nefes kesici, entelektüel ve sosyal anlamda en gelişmiş yaratıklarını, filleri, balinaları ve yunusları sirklerde ve su parklarında esir etmek ve bizi eğlendirmelerinden zevk alıyoruz diye onları bizler için performanslar ortaya koymaya zorlamamızdır.
Ekstremizm sırf izlemeyi, seyretmeyi seviyoruz diye bir hayvanın sahip olduğu her doğal içgüdüyü yok eden hayvanat bahçelerinde ortaya koyuyor kendini.
Bu sözcükleri bize yani hayvan sömürüsüne son vermeye kararlı olanlar karşı kullanabilirler. Ama bu düşünceler” güçlü olan haklıdır “ şeklindeki kuşaktan kuşağa aktarılıp modern hayvan endüstri kompleksi tarafından mükemmel bir düzeye ulaştırılmış bir ana fikirin tam da içinden ortaya çıkıyor. Hayvan sömürüsünün çapı ve derinliği öylesine derin ve kültürel tarihlerimize ve geleneklerimize öylesine derinlere kök salmış ki bazen sonu gelmeyeceğinden emin oluyor insan. Bunu ortadan kaldırmak için beraber mücadele etmemiz gerekecek.
Bu sözcükleri aynı ahlâki mücadelede hayvanları savunan insanlara ya da hayvan hakları eylemcilerine karşı kullandığımızda, ilerlemeye sekte vurmuş oluyoruz. Ahlâken haklı olan biziz. Biz hakikati biliyoruz. Hayvan endüstrisi kompleksindeki herkes bunu çok iyi biliyor; bu yüzden sakladıkları şeyi saklıyorlar, bu kelimeleri kullanarak bizi marjinalize ediyorlar ve hareketi yıpratıyorlar. Hayvan hakları için mücadele eden herkes adına bu dili kullanmayı reddetmemizin zamanı geldi, bırakın hayvanları kullanan ve sömüren gerçek teröristler yarattıkları şiddet ve teröre her anlamıyla sahip çıksın.
Çeviri: CemC
http://hayvanozgurluguhareketi.wordpress.com/2011/04/23/hayvan-ekstremizmi-mi-evet-evet-aynen-oyle/
Emily ve Tyke: Direniş Asla Boşuna Değil – Jason Hribal
1995 yılının Kasım ayında Emily kaçtı. 3 yaşındaki inek Hopkinton, Massaschusetts’teki bir mezbaha tesisine henüz gelmişti. Süt ürünlerindeki işinin sonuna geldiğinde Emily’nin yapması gereken son bir görev kalmıştı: kemik tozu ve biftek haline gelmek. Ancak 1600 poundluk bu ineğin başka planları vardı. Şöyle ki; dışarı çıkmak istiyordu. Sonunda 2 metrelik çitten atlayarak yakınlardaki ormanın içinde gözden kayboldu.
Mezbahada çalışanlar onu yakalamaya çalıştılar; ama Emily çok hızlıydı. Personel bir hafta boyunca samanlarla Emily’yi tuzağa düşürmeye çalıştı; ama Emily çok zekiydi. 40 gün boyunca kırlarda aylak aylak dolaştı. Arada sırada onu görenler çıkıyordu, bazen bir geyik sürüsüyle dolaşırken görülüyordu. Bu altı hafta sırasında Emily ulusal bir şöhret haline geldi, bir halk kahramanına dönüştü. Bir çok insan ineği alkışlıyor ve sömürüye karşı direnmesini destekliyordu. Aslında mezbaha bu olaylardan sonra Emily’yi bir dolar karşılığında bir manastıra satmıştı. Tabii sonunda Emily ormandan çıktı ve sonraki yıllarda manastırdaki büyük bir yeşillik alanda yaşadı. Ne yazık ki “Parade Magazine’in deyişiyle “kendini kurtaran inek” 2004 yılı Mart ayında rahim kanserinden öldü. Onun anısına Sherborn manastırı Emily’nin bronz heykelini yaptırdı.
Aslında, çiftliklerden, mezbahalardan, laboratuarlardan vb. kaçma eylemleri sıra dışı değil. Bu olayların çoğunun farkına hiç kimse varmıyor; çünkü hayvanlar hemen yakalanıp tekrar çalışmaya yollanıyor. Ancak bazen, yakalanmaları bayağı bir zaman alabilir. Son zamanlarda öne çıkan örnekler arasında Montana’dan Molly B. De var 2006 yılı ocak ayında Molly B. Great Falls mezbahasının duvarından atlayıp üzerine doğru gelen bir trenin önünde koşmuş, polis barikatlarını ezip geçmiş, üç sakinleştirici iğneye dayanabilmiş ve Missouri nehrini yüzerek geçmişti. Mezbaha yönetici daha sonra olayı anlatırken “ bir ineğin yapmasının imkânsız olduğu şeyleri yaptığını gördüm” diyordu. Molly en sonunda yakalandı; ama çabaları ona sonsuz bir huzur kazandırdı. Yönetici “şu anda onu öldürme isteği yok bende, ama eğer sahibi ısrar ederse Molly’yi başka bir yere götürmesini söyleyeceğim ona” diyor.
Molly B.
(Molly B adına yapılmış bir şarkı da bulunuyor, Molly B.’nin kaçış anında çekilen fotoğraflarını da burada görebilirsiniz.
http://www.greatfallstribune.com/multimedia/mollyb/index.html )
2004 yılı Mart ayında Newark, New Jersey’deki mezbahadan kaçan boğa da diğer örnekler arasında. Saatler boyunca sokaklarda koşan boğa en sonunda ölene dek yaşayacağı bir barınağa götürüldü. Aynı sahne iki hafta sonra tekrarlandı, bu sefer başka bir boğa 10 saat boyunca Newark şehrinin altın üstüne getirdi. Yakalandıktan sonra bu boğa da bir barınağa götürüldü.
2002 yılı Şubat ayında Cincinnati, Ohio’da mezbahadan kaçan bir inek 2 metrelik çiti aşarak yakındaki parka girdi, 500 kiloluk Charolais 12 gün boyunca yakalanamadı. Yetkililer saman, su, iki uyuşturucu iğne ve kement kullandıktan sonra yakalanabildi. Ama Good Morning America programında yaşadığı olaylar ve gösterdiği çaba gösterildikten sonra Belediye Başkanı ona şehrin anahtarını hediye etti, hem de kurtulduğunu ilan etti.
Cincinnatti
Green bay, Wisconsin’de 2006 yılında bir domuz kasaba teslim edilirken kaçıp polisin 2 adet elektro şokundan kurtuldu. Aynı şekilde, aynı yılın Aralık ayında Vancouver, Washington’da bir domuz nakliye kamyonundan kendini dışarı atarak saatler boyunca evler, arabalar ve polisler arasında koşturup durdu. Her iki domuz da yakalandı ve sahiplerine teslim edildi. Ancak bazı domuzlar daha fazla ilgi çektiler. Bu domuzlardan biri Babe’di. Öldürülmesine çok az kala Babe 2 metre civarındaki demir parmaklıkları tırmandı, hareket eden bir araçtan atladı, ve kendini ormana zor attı. Massaschusetts polisi 2 günlük aramadan sonra Babe’den vazgeçti. Tekrar ortaya çıktığında Babe Emily ile beraber yaşaması için Sherborn’a gönderildi.
Bir de Danielsville, Georgia’daki 2 düzine koyun var. Bu koyunlar 2007 yılı Mart ayında 3 hafta boyunca çoban köpeklerini, polisler ve arabaları peşlerinden koşturdu. Gerçekten de uyumak için koyunları çitten atlatmak halk hikâyesi filan değil. Bu bir gerçek: koyunlar gerçekten çitlerin üzerinden atlayabiliyorlar. Danielsvilleli koyunlar bir çok çitin, hem de bir çok polis arabasının üzerinden atladı. Teker teker yakalanıp tekrar işe gönderildiler. Ama Port Adelaidelı koyunlar daha becerikli çıktı. Nakledilmek üzere gemiye bindirilirken kaçmayı başardılar ve on hafta boyunca Mutton Koyu’nda saklandılar (Şaka değil! ). (mutton=koyun eti anlamına geliyor). Barınağa yollandılar.
California’daki Ulusal Primat Merkezi’nden kaçan makak var bir de. 2003 yılı Şubat ayında makak kafesi temizlenirken gözden kayboldu. İki hafta sonra 4. Kademe tesisi afallamış durumdaydı. Makağa ne olduğu bilinmiyor. Aynı anda Hollanda’daki BPRC laboratuarından 2 makak kaçtı ve ertesi güne kadar kimse onları yakalayamadı. Ancak 5 yıl önce Tulane Bölgesel Primat Araştırma Merkezi’ndeki iki düzine makak bir çok güvenlik düzeyini aşarak dışarı kaçabildi. Bazıları günler boyunca laboratuar yakınlarındaki ormanda saklanmayı başardı.
Ancak kaçan hayvanlardan hiç biri İngiliz basını tarafından Butch Cassidy ve Sundance diye adlandırılan Tamworthlü iki domuz kadar ünlü olmadı. BBC yapımı filmde ölümsüzleşen bu iki domuz 1998 yılının Ocak ayında Wiltshire mezbahasında kamyondan indirilirken kaçmayı başardı. Çitin altından geçip buz gibi bir nehiri yüzerek aştılar, bir hafta boyunca kimse onları yakalayamadı. Orada yaşayan bazı insanlar yemek artıkları vererek domuzlara gizlice yardım etti. Ama bu tür durumlarda yardım edenlerin sadece insanlar olduğunu düşünmememiz gerek.
Tamworthlü İkili
Kuzey Afrika’daki bir keşif gezisi sırasında 18. yüzyıl hayvan koleksiyoncusu Carl Hagenbeck, babunların tuzağa düşürülmüş kardeşlerini kurtarmak için avcılarla nasıl” kavga ettiğini” anlatıyordu. “ Küçük bir babun sopayla yaralanmıştı, düşmanın ortasına dalan büyük bir erkek babun tarafından kucağa alınıp götürüldü. Bir başka olayda ise sırtında bebeği olan bir dişi ise annesi vurulan başka bir yavruyu alıp götürmüştü”.
2003 yılında ise Empangeni, Zululand’da boma’da tutulan (diken ve çalılardan yapılan kulübe) antilop sürüsü örnek olarak verilebilir. Korumacılar 11 filin bu kulübeye gelmesini izledi. O anda sürünün reisi olan dişi Nana ana girişe geldi, her kapının mandalını açtı ve giriş kapısını tamamen kırdı. Antiloplar kaçtıktan sonra filler de gecenin içine karıştılar. Ekologlardan birisinin söylediği gibi, “ filler doğal olarak meraklı canlılardır ama bu kesinlikle çok sıradışı bir durum ve bilimsel terimlerle açıklanamaz”. Tamworthlü iki domuza dönersek, ikili sonunda yakalandı; ama halkın yoğun ilgisi sonunda hayatlarını geri kalanını geçirmek üzere bir barınağa teslim edildiler.
Bazen kaçaklar asla yakalanamıyor. Yunus Takoma ABD ordusunda askerdi, Irak’ta mayın avcısıydı, 2003 yılında bir gün kaçtı ve bir daha geri dönmedi. Amerika’da bir çok özerk topluluk var: mesela Utah’da atlar, Georgia’da inekler, Hawaii’de koyunlar, California’da eşekler, Güney İllinois’de keçiler ve Pennsylvania’da domuzlar. Çiftlik sahipleri onlardan nefret ediyor. Korumacılar onlara karşı bir takım planlar yapıyorlar. Varoşlardakiler onları öldürmek için adam kiralıyor. Ancak bu hayvanlar gene de hayatta kalmaya devam ediyor. Gerçekten de, paternalizm düşüncesi, diğer hayvanlara uygulandığında politik bir icat anlamına geliyor. İnekler kendilerine bakabiliyorlar. Hindistan’ın şehirlerini düşünün. Burada ineklerin sokaklarda yaşadığını görüyoruz. Ama bu görüntü sizi yanıltmasın. Seneler önce Hindistan’da yaşayan bir Counterpuncher okuyucusunun yazdığı gibi, “ bu inekler zorunlu olduklarında hırsız oluyor, işe yaradığında dilenci, bazen de eğer becerebilirlerse dümen çeviriyorlar. Bu inekleri izlemek büyük zevk ve onlar Batı tarzı çiftçilik kurbanı olan o canlılardan çok farklı bir türler.”
Takoma
Sahiplerinin düşüncelerinden dolayı ya da medyanın olayı sunma tarzından olsun, bu “kaçış”ları anlatırken hep şu sözcükler kullanılıyor: “yakalandı”, “kaçak”, “af”, “suçlu”. Bu sözcükler aslında insanın tahakkümüne karşı diğer hayvanların giriştiği eylemler sonucunda ortaya çıkan bir gerçeği, gizlenen bir gerçeği yansıtıyorlar. Diğer bir deyişle, perde kalkınca hayvanların etraflarındaki dünyaya şekil verebilen canlılar olduğu ortaya çıkıyor. Eylemlilik sadece insanlara özgü değil. İnekler, domuzlar, maymunlar ve filler de sömürüye karşı koyabiliyor. Yüzyıllar boyunca insanlar bu durumla başa çıkmanın yolunu buldular.
Çiftçiler, fabrika sahipler ve yöneticiler bu kaçışları önlemek ya da geciktirmek için bir çok metod denedi. Ahşap direkli duvarlar dikildi. İnekler üzerlerinden atladı, altlarından süründü. Daha uzun, güçlü metal duvarlar geliştirildi. İnekler zayıf noktaları keşfetti ve kaçmayı başardı. Acı çekmelerine sebep olacak türden teller gerildi. Bir kaç inek gene de bunları aşmayı başardı. Bunun sonunda daha çok acı vermesi için tellere elektrik verildi.
İnsanlar hareketi azaltmak için zincirler, nalınlar, boyunduruklar kullandı. Kamçılar, kancalar ve elektrikli sopalarla yaralamak ve korkutmak istediler. Ceza vermek için tendon kestiler, diş çektiler, gözleri kör ettiler, burunlara halka taktılar, ağızlarını tıkadılar. Kızgınlıklarını kontrol etmek için erbezlerini aldılar,yumurtalıklarını çıkardılar ve boynuzlarını kopardılar. Bu tekniklere “kırmak” deniyor; çünkü hedefleri ruhsuz ve beyni olmayan makineler. Ama tam tersine, böyle düşünülmelerinin gerçek sebebi bu özerk ve zeki canlıların boyun eğen ve üretici işçilere dönüştürülmesinin zor olması.
Eğer bu metodlar başarısız olduysa o zaman insanlar uzmanlaşmış ödül avcılarına başvurdular. Esir tutmak için bölmeler inşa ettiler. Yerel, eyalet düzeyinde ve federal yasalar yazıldı. Cezalara ve yaptırımlara el konuldu. Bu sorun çıkaranlar için ölüm cezası hep son seçenek oldu. FEMA (Federal Acil Durum Dairesi) hayvan kaçışlarıyla nasıl başa çıkılacağıne dair ayrıntılı stratejiler açıkladı. Bu tür bir direnişin işyeri sahipleri, şirket ve devletler için ciddi sonuçları olabilir. Davis, California’dan kaçan makak neredeyse bütün araştırma merkezinin kapanmasına zebep oluyordu. Tamworthlü iki domuz Wiltshire mezbahasının ciddiyetle incelemesine ve para cezası almasına sebep oldu. Ama para kaybetmek ve kötü şöhretten daha önemli olan ise, bu kaçışların sömürü ve direnişe dair halkta bir farkındalık yaratabilecek olması. Bu mücadele ve kabul görme durumu operatörlerin, sorumluların, bilim adamlarının ve mühendislerin hayvan refahı mevzuatını ve pratiklerini kabul etmesine doğru bir baskı oluşturuyor.
20 Ağustos 1994’te Honolulu şehri sirk gösterisini izliyordu; sirkte 20 yaşında bir fil vardı, adı Tyke’tı. Fil işvereninden, Hawthorn şirketinden artık bezmişti.Eğlence parklarına ya da sirklere çıkmaktan yorulmuştu. Tehlikeli çalışma koşullarından yorulmuştu: rutin dayaklardan, tedavi edilmeyen yara ve berelerde, sürekli seyahat etmekten yorulmuştu. Artık yemeğin olmamasından ya da yemeğin kötü olmasından bezmişti. Sağlığının önemsenmemesinden, sağlık önlemlerinin olmamasından bezmişti. Ama esas olarak, her gün sirke çıkmaktan bezmişti.
Daha bir yıl önce Tyke Altoona, Pennsylvania’da sahneden kaçmış, binanın kapılarını kırmıştı. Üç ay sonra Minot, Dakota’da gösteri sırasında terbiyecisini ezmiş ve ortadan kaybolmuştu. Her iki olayda da terbiyeciler Tyke’ı sakinleştirmeyi başardılar. Ama Honolulu’da Tyke’ın sabrı taşmıştı. Yüzlerce izleyicinin gözü önünde Tyke terbiyecisini öldürdü, bakıcısını yaraladı, sokağa kaçtı. Sokakta Tyke bir palyaçoyu ayaklarının altına aldı ve sirkte çalışan bir adamı ezdi. Polis hiç zaman kaybetmedi. File 89 el ateş edildi. 1993 yılında Honolulu polisi gene böyle kalın derili söz dinlemez bir hayvanı vurarak öldürmüştü.
Ancak bazı okurların düşüncesinin tam tersine Tyke’ın o günkü eylemi hiç bir şekilde boşu gitmedi. Aslında şehre, devlete ve Hawthorn Şirketine yüzlerce dava açıldı. Halk nezdinde tartışmalar başladı. Sirk konusunda düşünmeyen bir çok insan eylemlere katılmaya başladı. Hayvan hakları kuruluşları destek gördü. Büyük tepki oldu. Protestolar ve boykotlar yaşandı. ABD Tarım Bakanlığı (endüstriyi denetleyen bakanlık) daha ciddi yaptırımlar uygulanması, daha ihtiyaylı davranılması ve cezaların artırılması konusunda uyarılmış oldu. 1994’te federal hükümet Hawthorn’un sahibi John Cueno Jr.’ın sirkindeki 16 file el koydu. Tyke’ın o Ağustos günü gösterdiği direniş toplumsal değişimin gelişmesine destek oldu. Tyke tarih yazdı.
Çeviri: CemC
http://hayvanozgurluguhareketi.wordpress.com/2011/02/27/emily-ve-tyke-direnis-asla-bosuna-degil/
You Are The System – Keith Farnish (A Matter Of Scale, Chapter 15)
We’re nearly ready to do something monumental, but not quite.
I used to manage IT systems for a key component of the global economy (it makes me feel a bit gloomy that I knowingly helped prop up Industrial Civilization for a while, but more of that later) and whenever a major piece of work was due to be carried out I would first analyse all of the stages of the task, finding out where problems might occur; I would then assemble a team of people to help iron out any of these flaws and identify any other potential problems I might have missed. There were always one or two small things I missed, right up to the day of execution; and usually things that we had to deal with “on the fly”: no plan is perfect. That said, if a great deal of effort went into the planning process, the work was likely to be far more successful than just plunging into it, hoping everything would go fine.
So, here’s the plan: first, I want to go over a few key points, just so they are absolutely clear in your mind, no question; second, I want to go through the approach I have taken, in creating what I think is an effective solution. The reason for this transparent thinking is mainly because I don’t want you going into this as an unwilling partner. So many so-called environmental “solutions” assume that the reader / watcher / listener will blindly obey whatever tasks are set before them, leading to an outcome where the burnished sun sets over the shimmering sea, and we all march off into Utopia arm-in-arm.
It doesn’t happen that way.
I’m not saying the outcome won’t be far better than what we have today (it can hardly be worse) but I am in no mood for half-measures and want something that actually does the job of fixing the problems we face; not putting little green sticking plasters over the expanding cracks. What I am going to propose is radical, fundamental and frightening. It is also long-term, exhilarating and absolutely necessary. I would much rather scare people off who are not ready to make the commitment for a change of this scale than pretend they will be able to fix things by changing their electricity supplier, upgrading their cars and enlisting their friends in an orgy of “greensumption”.[i]
Transparency is the by-word, then. By reading this chapter you will understand why I have proposed what I have later on in the book. If you don’t like my train of thought then you could try reading Chapters Seven, Ten and Eleven again and see if they clarify things; if that fails then put this book down and come back to it in a few months time. Before you do anything, I want you to feel comfortable in your own mind with what lies ahead.
Your Part In All This
In Chapter Thirteen I went some way towards describing how Industrial Civilization operates; in particular the methods used to make sure people are no threat to the dominant culture, and an explanation of where the power really lies. If you were expecting a conspiracy theory, which placed the elite members of society in some unassailable position, guiding our every move, then you probably ended up disappointed. Yes, the rich and powerful do get a lot more material benefit from this unequal setup, but they are also teetering on the brink of psychosis whenever the power rush gets too much. There are an increasing number of people who subscribe to “New World Order” theories and the like; ideas that seem very appealing when you are stuck in a dark place, trying to get out. The Internet is awash with conspiracy sites[ii] describing in minute detail every cartel; every meeting; and every deal that takes place to ensure power is kept with the people who already have it. The complex structures that actually exist to ensure economic growth continues are benefiting greatly from this paranoid activity.
Here’s one example: suppose there is a large trawler that comes into port, day after day, its hold brimming with fish. Time passes and the size of the other crews’ hauls begin to diminish, as the fish stocks are gradually depleted. The local population starts to become concerned about their future. One of the locals proposes a theory that the successful skipper is getting information about fresh shoals of fish from some mysterious source who has knowledge far beyond their understanding: a supernatural force, perhaps. This idea becomes accepted fact. Whispered discussions about this “higher power” fill the inns for many nights, but nothing is ever done because there is nothing that can be done to defeat such powerful entities. Meanwhile, the successful skipper continues to bring home heavy catches, and the fishing stocks keep getting smaller.
It turns out that the successful boat is actually equipped with a better form of sonar than all the other boats, imported from another country where it is already widely used. This being a small isolated fishing port, nobody else is aware of this new technology. Had the other crews taken time to look closer to home and cleared their heads of “higher power” thoughts, then they would have realised that one boat simply had better equipment than all the others. In order to protect the fishing stocks, their simple task then would have been to sabotage the sonar on the successful boat. Every time that sonar was repaired, they would sabotage it once again.
Ignoring the fact that the law may have eventually caught up with the saboteurs – after all, the law exists to maintain economic success above anything else – their efforts in attacking the immediate cause of the heavy catches would have prevented the fish stocks falling for a while; but then other boats in other ports may have started to use this sonar, hitting the stocks even harder. If the saboteurs wanted to deal with this further problem they could have became even more ambitious, they might wish to block the supply lines for the import of sonar equipment; they might go to the country of origin, or enlist local help, to prevent the manufacture of the sonar. Eventually though, as this is the Culture of Maximum Harm, jealousy and greed would take over, and the other crews would realise it was in their immediate economic interests to install their own sonar systems, catch everything they could, and to hell with the terminal decline of the fishing stocks!
There are two lessons here. First, the answer to a problem usually lies in a far more mundane place than people realise; it is only the way that we have been manipulated that causes us to look in the wrong places for solutions: to the law, to business, to politics, to hope. We rarely look closer to home for answers. We rarely look in the mirror and question our own motives. Richard Heinberg, author of Peak Everything has this to say about our addled state:
As civilization has provided more and more for us, it’s made us more and more infantile, so that we are less and less able to think for ourselves, less and less able to provide for ourselves, and this makes us more like a herd – we develop more of a herd mentality – where we take our cues from the people around us, the authority figures around us.[iii]
Second, good intentions rarely last long in this culture. In a way, there was some higher power in play here: the power that makes people give up good intentions and follow the path chosen for them by Industrial Civilization. The fishermen stopped trying to prevent the problem getting worse and instead decided to put their own snouts into the trough. That’s just the way it is: it’s what we have been brought up to do.
When you think about it, humans in this culture seem to want conspiracy theories about strange things we don’t understand; we seem to want unassailable forces running our lives from ivory towers; we seem to want this because we cannot accept that perhaps we are all in this together and the truth will hurt a bit too much. Driving a giant SUV, flying half way across the world for pleasure or buying the results of rainforest devastation because our culture makes these acts acceptable does not absolve the user – we must take some responsibility, for without accepting our role in this system then we have no chance of being freed from it.
You are part of the system. Get used to it.
* * *
The act of giving someone bad news is often easier than the thought of doing so: the period leading up to giving this news can get inside your head, invade your dreams and start to gnaw away at you; the act of passing on the news might be uncomfortable, but the moment is quickly gone, however difficult that moment is. The longer you leave things, the worse it feels. Receiving bad news works in much the same way; except that usually people don’t realise they are going to get it. The thought that something bad might happen to you in the future; now, that really can play tricks with your mind – you try and avoid the situation, put it off for as long as you can but, as long as the outcome isn’t truly terrible, the execution is rarely as bad as you imagine it might be.
In the movie “The Matrix”, the thought that something was wrong gnawed at Neo, the perpetrator of eventual change, for years; but when he found the truth, it was as much a liberation for him as it was a shock. Neo found that he could do something about his situation because he had knowledge, and because he fully understood his position. Once you accept things as they are – that you are part of the problem and, thus, you have a part to play in the solution – you actually start to feel better, as though the weight of ages has been lifted from your shoulders.
You are part of the system; you have to take responsibility for your part of the problem: how does that feel?
Your place in the system is as a component in a massive food web. Like all food webs, it is driven by energy; physical energy sources like oil, gas, coal and radioactive materials drive the machines that ensure money keeps floating to the top of the vat where the Elites skim it off to add to their wealth. If you are resourceful or in a role that holds some status, you can have some of this wealth too, and the material trappings that come with it. Without the energy that drives the web, though, there is no money, and there is no web. It is not just the oil, gas, coal and the various sources of radiation that keep the web operating though – people are equally vital, more so in fact. Unless people run the machines, staff the shops, build the products, drive the lorries, create the advertisements, read the news and enforce the law, the web will collapse upon itself, bringing the entire hierarchy down with it.
Think back to the chapter about cod. The cod are positioned high up in the food web in terms of the amount of food energy they require to remain alive: they operate at a high trophic level, but without the organisms at the lower levels – the sand eels, the tiny copepods and the minute plankton – they cannot exist. Without the cod, the scavenging hagfish might start to suffer (although the windfall of bodies would provide rich pickings for a long time) but the sand eels one level down would be delighted: they would flourish. Think of your place in civilization; think of your job, or your role in society, and how it relates to the people sitting right at the top, or even those somewhere in the middle, aspiring to move upwards. What do you want to be, a wheel or a cog?[iv]
Yes, you are part of the system; but you are far more important than the people higher up in the web: you are the engine, the energy source, the reason for its continuation. You are the system. Without your cooperation, without your faith, the system would have no energy and then it would cease to exist.
I don’t know about you, but that makes me feel good.
Building Solutions
Industrial Civilization has to end; I made that clear in Part Three. There is no doubt that, sooner or later, it will collapse, taking much of its subjected population with it: oil crisis, credit crunch, environmental disaster, pandemic – whatever the reason, it will eventually fail in a catastrophic manner. This may not happen for fifty or a hundred years; by which time global environmental collapse will be inevitable. That is one option; the other is for it to die, starting now, in such a way that those who have the nerve and the nous to leave it behind can save themselves and the natural environment that we are totally dependent upon.
Be assured, no one is going to go into the heart of the “machine” and rip it limb from limb, because the machine has no heart, it has no brain. This civilization is what we have ended up with after a series of deliberate (and sometimes accidental) events intended primarily to give power and wealth to a privileged few. What we have now got is an entire culture that values economic growth above everything else, a toolkit of malicious methods for keeping that cultural belief in place, and an elite, ever-changing group of people who have become pathological megalomaniacs, unable to cope with the sheer amount of wealth and power this culture allows them to have.
Given that we all appear to be in this together (although some of us are beginning to realise that it doesn’t have to be that way) how on Earth is it possible to bring down something so monumental? The answer lies in the nature of Industrial Civilization itself – its key features are also its greatest weaknesses.
Take the simple article of faith that is Economic Growth. We have, I guess, agreed that there is nothing sustainable about it – however you cut the pie, the natural environment is bound to lose out all the time the economy is growing. In order to sustain a “healthy” level of economic growth, the consuming public has to know that when they spend some money they will still have some left. The definition of “having money to spare” has been stretched out of all proportion in recent years as creditors have extended peoples ability to spend beyond their means, while still thinking they are solvent. Whether that spare money is in the form of savings, cash, investments or credit, though, the important factor is that the potential consumer will stop being a potential consumer as soon as they realise there is no more money left to spend. Having a paid job is one way of ensuring (at least for a while) that you can pay for things; in fact, this is the major factor affecting Consumer Confidence.
Across the world, governments and the corporations that control them are in a constant cycle of measuring consumer confidence. The USA Conference Board[v] provides the model for most of the indices used by the analysts. The importance of confidence to economies is critical:
In the most simplistic terms, when…confidence is trending up, consumers spend money, indicating a healthy economy. When confidence is trending down, consumers are saving more than they are spending, indicating the economy is in trouble. The idea is that the more confident people feel about the stability of their incomes, the more likely they are to make purchases.[vi]
This creates an interesting situation: it is possible, indeed probable, that to create catastrophic collapse within an economy, and thus bring down a major pillar of Industrial Civilization, the public merely have to lose confidence in the system. This is reflected in other, related parts of civilization: following the attacks on the World Trade Centers in 2001, the global air transport industry underwent a mini-collapse; the BSE outbreak in the UK in the early 1990s caused not only a temporary halt in the sale of UK beef, but also a significant drop in global beef sales. Anything that can severely undermine confidence in a major part of the global economy can thus undermine civilization.
The need for confidence is a psychological feature of Industrial Civilization; there are also two physical features that work together to create critical weaknesses. The first of these is the complexity that so many systems now exhibit. I mentioned the “farm to fork” concept in Chapter Eleven, indicating that the distance travelled by food items is becoming increasingly unsustainable. Overall, the methods used to produce food on a large scale, in particular the high energy cost involved in cultivating land, feeding livestock, transforming raw materials into processed foods, chilling and freezing food, retailing it and finally bringing it home to cook, not only demonstrates huge inefficiencies but also exposes the number of different stages, involved in such a complex system. The same applies to electricity; in most cases electricity is generated by the burning or decay of a non-renewable material, which has to be removed from the ground in the form of an ore, processed and then transported in bulk to the generation facility. Once the electricity is generated, in a facility with a capacity of anything up to five gigawatts[vii], it has to be distributed, initially over a series of very high voltage lines, and then through a number of different power transformation stages (all the time losing energy) until it reaches the place where the power is needed. Both of these examples – and there are many more, including global money markets and television broadcast systems – consist of a great many stages; most of which, if they individually fail, can cause the entire system to collapse.
The second of this potentially debilitating pair of features is the overdependence on hubs. Systems are usually described as containing links and nodes, a node being the thing that joins one or more links together; a road is a link, and the junctions that connect the different roads together are the nodes. Systems that have many links and nodes are called “networks”; food webs are networks, with the energy users being the nodes, and the energy flows being the links. Networks made up of links that develop over time, based on need, are referred to as “random” networks: the US interstate highway system is one such random network, as is the set of tunnels created by a family of rabbits. Networks created intentionally to fulfil a planned purpose, usually with the potential to expand, are called “scale-free” networks, good examples being the routes of major airlines.
Figure 2: Route map for a major US airline, showing the almost total dependence on three large hubs (Source: Continental Airlines Route Maps)
A node within a network that joins together a great many links is known as a hub: Industrial Civilization uses hubs a lot. Thomas Homer-Dixon describes the situation like this:
Although researchers long assumed that most networks were like the interstate highway system, recent study shows that a surprising number of the world’s networks – both natural and human made – are more like the air traffic system. These scale-free networks include most ecosystems, the World Wide Web, large electrical grids, petroleum distribution systems, and modern food processing and supply networks. If a scale-free network loses a hub, it can be disastrous, because many other nodes depend on that hub.
Scale-free networks are particularly vulnerable to intentional attack: if someone wants to wreck the whole network, he simply needs to identify and destroy some of its hubs.[viii]
In July 2001, a railway tunnel fire in Baltimore, USA caused the shutdown of a large part of the downtown area due to the heat generated within the tunnel, and the health risk posed by an acid spill. Over the next few days the surrounding rail networks were affected by the extra freight traffic diverted onto other lines, causing a number of bottlenecks in the greater Baltimore area.[ix] There was also one unexpected impact: Internet access across much of the USA slowed down dramatically. “The Howard Street Tunnel houses an Internet pipe serving seven of the biggest US Internet Information Service Providers (ISPs), which were identified as those ISPs experiencing backbone slowdowns. The fire burned through the pipe and severed fiber optic cable used for voice and data transmission, causing backbone slowdowns for ISPs such as Metromedia Fiber Network, Inc., WorldCom, Inc., and PSINet, Inc.”[x] The Howard Street tunnel was a major artery for Internet traffic; its severance caused the same impact that the destruction of a major network hub would cause.
When you combine a set of key complex systems consisting of a large number of interdependent components, with networks that are increasingly becoming dependent on a small number of hubs, you create a structure that is extremely sensitive; irrespective of any safeguards that may have been built into it. Civilization is built upon these complex, interdependent systems, and these systems rely on networks to keep the flows of energy, data, money and materials moving. Civilization also depends upon its human constituents (you and I) having complete confidence in the way it operates: it needs faith. In both physical and psychological terms, Industrial Civilization is extremely fragile: one big push and it will go.
* * *
These are just thoughts, ideas, imperfect sketches for something that could work if it’s done properly. I can’t predict how things are going to turn out, even if what I am going to propose does succeed; nobody can predict something that hasn’t started yet. My train of thought won’t stop with the end of this book, but here’s where I am at the moment:
1. The world is changing rapidly and dangerously, and humans are the main reason for this change. If we fail to allow the Earth’s physical systems to return to their natural state then these systems will break down, taking humanity with them.
2. Humans are part of nature; we have developed in such a way that we think we are more than just another organism; but in ecological terms we are irrelevant.
3. Regardless of our place in the tree of life, humans always have been, and always will be the most important things to humanity. We are survival machines.
4. Our failure to connect the state of the planet with our own inarguable need to survive will ensure our fate is sealed. This must not happen.
5. In order to bring us to a state of awareness, we must learn how to connect with the real world; the world we depend upon for our survival. We are all capable of connecting.
6. Our lack of connection with the real world is a condition that has been created by the culture we live in. The various tools used to keep us disconnected from the real world are what make Industrial Civilization the destructive thing that it is.
7. To gain the necessary motivation to free ourselves and act against civilization we need to get angry; and use that anger in a constructive way.
8. To understand how to remove Industrial Civilization we must realise that we, along with everyone else in Industrial Civilization, are the system.
9. Industrial Civilization is complex, faith-driven and extremely sensitive to change and disruption. It will collapse on its own, but not in time to save humanity.
I have read a lot of books, and a lot more articles and essays related to the problems that we face. I have heard people talking on the radio and on television proposing how everything can be sorted out. I have seen some wonderful movies that describe where we are going, how we got here and where we might be going. Some of these works reach an ecstatic crescendo before petering out in a gentle rain of hope. Some of them tell me what we should be doing; when it is obvious that the things suggested will not help, and could even make things worse. Some of them tell me I should not be looking for “solutions” to the problem at all – that there are no solutions, no cures, probably no chance at all. I haven’t read, heard or watched anything that could actually make things better.
Have I missed something?
I don’t think so. For one thing, I don’t subscribe to the idea that there are no solutions: agreed, there is no way of knowing if I have left something out – I probably have – and no way of completely tidying up the fallout that will inevitably result from the massive shift in society that is required. But that doesn’t mean you can’t have solutions, providing you know what the problem is. I know what the problem is, and so do you: at its heart, it is not environmental change and it is not humanity itself – it is that we are disconnected from what it means to be human. The solution is the answer to this simple question:
How can we reconnect with the real world?
I’m not asking people to help build a new set of systems, construct a new world order, design a new future – that kind of ambition is the stuff of civilization; the stuff of control, hierarchy and power. Connection is the most liberating, and powerful step you can take. If you know what is happening; if you know why it matters; if you know how to connect; and if you have the strength to reject the way this culture disconnects us, then you can change your own world, at the very least. That is the start of everything.
There are two dimensions to the solution, both of which I want to briefly explain before I show you the solution. The reason I am using dimensions is because the solution is not simple; it is much easier to understand something complex if you can break it down a bit.
The First Dimension: Cutting Across
In this dimension are the different actions that can be carried out to deal with the problem itself: our lack of connection. There are a few different aspects to this, some of which are more useful than others; but the nature of them makes it difficult to just make lists – they do tend to cut across each other depending on how you approach the problem. For instance, if we assume (correctly) that to bring civilization to its knees, economic growth has to stop, then it would seem logical to directly attack the instruments of the global economy: the investment banks, clearing houses, treasuries and the various things that link these nodes together. The problem is that, however exciting an idea this is, it doesn’t deal with the deeper problem – that civilization actually wants economic growth to take place: unless this mindset is removed then the systems will just be rebuilt in order to re-establish a growing economy.
Even more fundamentally, unless the reasons people feel that economic growth is necessary, i.e. the Tools of Disconnection are removed, then very few people are likely to spontaneously reconnect with the real world and reject economic growth. You can see, straight away, why a number of different dimensions are necessary. To put it simply, though, the “cutting across” dimension consists of those actions that (a) remove the forces that stop us connecting, (b) help people to reconnect and (c) ensure that the Tools of Disconnection cannot be re-established. If you are keen, try and think of at least one way to address each of these; then see if ours match up later.
The Second Dimension: Drilling Down
Almost every “solution” I have come across only deals with the problem at one or, at most, two levels. I feel like a razor blade company now, by saying I have a three level solution (“Not one, not two, but three levels of problem solving!”) but it’s no accident there are three levels. I started thinking about the nature of the problem at a fairly superficial level – the kind of level most of the “one million ways to green your world” lists pitch at – and immediately realised that, while suggesting what can be done to make things better is necessary, it assumes that there is a huge mass of people who actually want to do these things. You know already that very few people are connected enough to go ahead and do the, quite frankly, very radical things that need to be done: two more levels are necessary.
The second level, therefore, looks at the way individuals and groups of people change over time, and how the necessary changes in attitude can be transmitted throughout the population in a structured way, then accelerated beyond what conventional theory tells us is possible. I am only going to touch on the theory of this as it is pretty dry stuff, but the practical side of it makes for very interesting reading. The beautiful thing about using this multi-level approach – which you may already have realised – is that activities can be taking place at the first level, amongst the people who are already connected and ready to act, which then makes the process of motivating the more stubborn sectors of the population progressively easier.
The final level is the most fundamental of all, without which none of this can happen. It’s all very well me saying what people should do and how different sectors of the population can be progressively mobilised, but unless the individuals involved are ready to be engaged, nothing will happen. This level has to deal with the process of engagement and preparing people so that when asked, they actually want to act. The reason this is almost never addressed is a combination of, (a) writers who make the assumption that things will turn out ok (the “hope” trap) and (b) that this is a very difficult thing to do. I am going to attempt to resolve this.
[Continue to Chapter 16]
References
[i] That’s “green” consumption. A marvellous misnomer that I would use far more if anyone understood what it meant.
[ii] For examples you can visit www.conspiracyarchive.com, www.conspiracyplanet.com, www.theforbiddenknowledge.com and www.abovetopsecret.com. There are lots more you can try. The sad thing is that there are a lot of clever people writing a lot of good stuff, but conspiracy theories keep sidetracking them. Remember, a conspiracy is simply groups or individuals working together out of the public eye: you only have to read Chapter Thirteen to realise that the really sinister operations of Industrial Civilization are widely known; but we ignore them because “that’s the way it has to be”.
[iii] Quoted in “What A Way To Go: Life At The End Of Empire”, 2007, Directed by Tim Bennett, www.whatawaytogomovie.com.
[iv] Dmitry Orlov, “Civilization Sabotages Itself”, http://www.culturechange.org/cms/index.php?option=com_content&task=view&id=111&Itemid=42 (accessed 7 May, 2008)
[v] As of April 2008, the US Consumer Confidence Index was down, reflecting the dicey position of the global economy: a combination of the “sub-prime” market collapse, and the huge rise in oil prices. http://www.conference-board.org/economics/ConsumerConfidence.cfm (accessed 7 May, 2008).
[vi] Jim McWhinney, “Understanding the Consumer Confidence Index”, Investopedia, http://www.investopedia.com/articles/05/010604.asp (accessed 7 May, 2008).
[vii] Derived from MWh figure for global generating stations at http://carma.org/plant (accessed 8 May, 2008).
[viii] Thomas Homer-Dixon, “The Upside Of Down”, Souvenir Press, 2007.
[ix] Mark R. Carter et al, “Effects of Catastrophic events on Transportation System Management and Operations: Howard Street Tunnel Fire.” US Department of Transportation, 2001.
What If…We Stopped Using Money? Keith Farnish

I hadn’t exerted myself until I felt sick for quite some time: the rasping breath, accompanied by the gag reflex as each shallower gulp of air oxygenates the blood just a little less each time – halfway towards the crest of the hill and heading into a fierce headwind; but there’s a little more story to tell before we reach the top of that hill….
Gary and I had been talking beehives. His two-dimensionally restricted knee joint reflected more than sufficiently on that time in both of our lives when we start to realise that we are getting on. What we want to do is not always lived up to by what our bodies are capable of doing. His current physical condition – one that entailed putting his life on hold and his income in jeopardy – brought home in the gloaming light of a blustery day the fallibility of people, whether individuals, couples or entire families, should things not go quite to plan. As I internally mulled over how I could help, our conversation continually skipped between spin bowling, South African history and the aforementioned opportunity to do a bit of collective bee-keeping some time in the near future.
Shortly after noon I had to leave his company and make the contour-filled bike trip alongside the Eildons to Melrose; and back again into that horrible headwind, already laden with Scottish butter, a guilty jar of coffee, and (the source of our conversational foray) two jars of Galloway honey – all contained within a rucksack that refused to stay simply facing backwards. As I crested the hill hundreds of red dots emerged to the left of me. Scattered across the grass verge were the wind-deposited bounty of a beautiful plum tree.
With around five extra pounds of weight contained within the self-aware rucksack, I once again turned up at Gary’s house; leaving shortly afterwards much bereft of plums, but considerably heavier of potatoes. Later that day the remaining plums would find themselves baked in a cake; and some of the potatoes crushed along with a few ounces of the Scottish butter.
A Barter Way
Barter is older than money – this is why. If you have something and you want something else then you have three basic options: you can just take the thing you want from the person who has it; alternatively you can give some of what you have in exchange for the thing you want; finally, you can sell some of what you have in exchange for something that has no intrinsic worth, but on paper (coin, slate, bead, wooden disc…) has some pre-agreed value, then use that virtual value to purchase the thing that you want. These three options show an increase in complexity, which reflects the way human society has gone since the earliest non-settled people became first co-operative, then civilized.
I want to stress immediately that the word “civilized” does not imply something positive: civilized simply means living in very large groups – so large that the importation of “resources” and the exportation of waste is necessary – as part of a hierarchical system of rule. It does not mean “being nice”. If anything it means the opposite.
The barter system – being the exchange of goods or services for goods or services of an equivalent, but not necessarily fixed value – is by no means the purest form of co-operative arrangement; for if we are to really live in such a way that people can genuinely rely upon each other for their basic needs then other forms of exchange and giving, including unconditional giving are also required. However, compared to the ludicrously complex cash and credit-based systems that have become the norm in civilized society, bartering has a level of purity and immediacy that most civilized people find extraordinary, even deeply uncomfortable. With a £20 note in my pocket I know, pretty accurately how much of anything I could now go and buy – and am confident that note would be accepted, at least in the country where I live.
Now, if I were to carry around a sack of onions that I had grown myself (slightly unwieldy, but it’s easier to explain this way) then what are the chances that these would be accepted in the same ready manner in exchange for, say, a fancy haircut or a pair of trousers? Pretty slim, I would say, even if the two parties were able to agree on how many onions a pair of trousers was worth. You might be lucky to stumble across an unusually liberated storeholder, or simply get the deal for the sheer novelty value – but as a form of currency in the civilized world, onions stink!
Here’s the thing, though – unlike notes and coins, onions have intrinsic value: they can be eaten to provide nutrition and flavour in a meal. There are no signatures on onions; no promises to pay back the equivalent in some other non-real asset; no need for state-backed guarantees in an increasingly untrusting and disconnected society. They are onions. They are onions in Scotland, France, Egypt, Indonesia and Australia. Not everyone might like them or need them, but at least you know what you are getting; and there are always the tomatoes in the other bag.
So why doesn’t society barter more? Here’s a list of some reasons off the top of my head; see if you can think of any more:
– We don’t trust or know each other well enough to agree an equivalent value for different things;
– We don’t understand the intrinsic value of things without a cash equivalent;
– There is no way of profiting from bartering without obvious fraud;
– We cannot easily store everything we desire for later use;
– Bartering gives little opportunity to attain status through material possessions;
– Bartering is socially unacceptable in a capital society;
– Bartering requires preparation and, usually, pre-agreement.
Whether you consider these things to be inherently negative will depend largely on how you currently choose to conduct your day-to-day transactions (as opposed to being forced to). I find having to prepare for a transaction, and being unable to profit from it as being two inherently positive things – but then I’m a bit weird, according to the norms of society, which is probably a major reason I have been able to conduct a fair bit of business without cash; people sort of expect it of me. Nevertheless, bartering is seen, almost universally in civilized society, as being something people used to do but is no longer possible or even desirable. Here’s one example of the prevalent attitude with regards to taxation:
It is quite normal for ferreted rabbits to be swapped at the local butchers shops for pork chops, or for grazing to be exchanged for field maintenance. Hay bales can act as currency in return for building work, home made cakes and repairs to vehicles etc. All very innocent, rustic and encourages a paper free environment but this can underpin what can only amount to potential income tax, corporation tax or VAT non-disclosure or even fraud.
That might sound harsh but it is the hard fact. The dream of a paperless rustic society has to be shattered and simple tax legislation and the self-assessment requirement to keep good books and records intervenes. Clearly it is important to talk to clients to explain that undocumented and unrecorded ‘Barter’ is actually as dangerous and illegal as the ‘black economy’.
(Source: http://www.taxationweb.co.uk/tax-articles/business-tax/the-barter-system-%E2%80%93-the-hidden-evasion.html)
This is taken from an article entitled “The ‘Barter’ System – The Hidden Evasion”. Notice the patronising quotes around “Barter” and the insistence that bartering underpins fraud, regardless of the motivation behind it. Clearly the author, a tax advisor, is protecting her business, but what really comes home here is the notion that “this is not the way we do things”. I can’t begin to imagine the ire that a society based on not only bartering, but also giving and helping just because it’s the right thing to do would raise in the tax world!
And that alone is a very good reason to start using less money.
Less Money, Less Need
Let’s take a typical, albeit nameless, industrial civilized nation. A revolution of sorts has taken place, perhaps as a result of a lack of available money-earning jobs; perhaps because people have realised that cash and particularly debt are shackles that bind us rather than free us: around 50% less money is circulating within the personal tax system due to a plethora of part-time and lower-paid jobs, a huge number of people working for themselves and incorporating barter into their lives, and almost everyone being less profligate in their spending and borrowing. What would once have been hard financial times have been transformed into times of sharing, trust, low material need; and as a result the burden on the global ecosystem, the “resource” reservoir and the lives of people who normally serve the corporate system is relieved by a significant measure.
As a further result, the burden on the public purse becomes unbearable. Only half the money previously available is entering the system, and social collapse is imminent. At least, that’s what we are told, and most certainly led to believe by the simple fact that many people who don’t deal in money still have to declare their “income”:
If you engage in barter transactions you may have tax responsibilities. You may be subject to liabilities for income tax, self-employment tax, employment tax, or excise tax. Your barter activities may result in ordinary business income, capital gains or capital losses, or you may have a nondeductible personal loss.
Barter dollars or trade dollars are identical to real dollars for tax reporting. If you conduct any direct barter – barter for another’s products or services – you will have to report the fair market value of the products or services you received on your tax return.
(Source: http://www.irs.gov/businesses/small/article/0,,id=188095,00.html)
But if we did remove 50% of the money element from our lives, would that really lead to the societal collapse that the tax drain threatens to invoke; or is this just a way of making us complicit in the ways of the industrial machine?
In the absence of a truly mythical industrial civilization (who would want a mythical one when we have so many real ones to contend with?) I am going to use the latest available figures from the UK government to see what might happen in the event of a 50% drain in tax income. I fully acknowledge the scale of private involvement in what are ostensibly “public” services in most industrial economies; but would maintain that, in the event of a semi-cashless society emerging, reductions in spending on these services (such as electricity, water, telecommunications and transport) would easily match reductions in tax collection. Given this, it’s reasonable to just look at the effect of a 50% reduction in available income on services as a benchmark for the impact on the whole of society.
For this exercise I’ve used figures from a well-respected website that details public spending in the UK, helpfully also indicating what proportions of spending are through central government and which are through local government – this is relevant to how people perceive public services. By far the largest single chunks of public spending are Pensions and Healthcare, with 17.3% each. Now remember, we are not looking at the kind of slash in public spending that is currently taking place across the industrial world: a) it’s 50%, a far larger cut; (b) this cut assumes that the conditions exist whereby such a huge change in how we use products and services is made possible. Not only do we use less cash because there are alternative ways of doing things; we actually buy fewer non-essentials (it’s a relative term, but we’re talking things like electronic goods, vacations, most vehicles, luxury foods etc.) because the change in life has allowed people to appreciate what really matters.
So, looking at Pensions, we seem to have a sticking point already: but what is the purpose of a pension? Exactly, it’s to give people an income once they retire or are not able to do paid employment. But aside from the basic state pension, an awful lot of that fund is to pay for public sector pensions, which are quite generous. If fewer people worked in the public sector (they are bound to, because there is only half the tax coming in) then fewer people would need pensions. But if fewer people had above basic level pensions, how would they get by? Because people are spending less money – they are sharing, bartering, giving freely and getting when they are needy. Result: pension fund greatly reduced.
Healthcare is another huge cost, and this is one that could be cut much further than pensions: yes, people will still get ill, although with far more people focussed on their community the number and severity of, and need deriving from chronic conditions, particularly in the elderly, would be dramatically reduced – people look out for and care for each other better. Mental health costs, a genuine symptom of civilized society, would be way down as humanity’s real needs – in this case companionship and care – are far more readily available. Even acute conditions would be far less likely to develop severely as, again, people would be more willing to disclose problems and help deal with them at an early stage. And as we learn that cancer is an almost uniquely civilized condition, long term this may also start to reduce as the worst excesses of civilization are curtailed. This is no exact science, but you probably get a good idea of the wider implications of a more communal society.
The next largest cost on the list is general Welfare (15.1%), consisting largely of family and child financial benefits, and unemployment benefit. We are starting to face a few anachronisms here: in a barter-based culture, does “unemployment” benefit have any relevance? What about child benefit, the universal oddity that pays the same whatever the earnings (well, up to a very generous level) – does this fit into a culture of exchange where things like childcare (which are paid for through another family benefit), many essential food items, and all sorts of other things that CB was originally for are now greatly enmeshed in barter and giving? I’m not saying that there aren’t people in need; but there are certainly a lot fewer people in need within a co-operative way of living. This area of spending might become almost unnecessary.
Fourth on the list, and the last one in double-figures is “Education”, with 12.5% of the total public spend. We send our children to a local school, but are very much aware that the purpose of the public schooling system is to create good little wage-slaves for the future: at age 12 and 13 children in the UK are already having to decide where their specialities lie, so they can be funnelled through the system and placed in their employment pods (or on the “unemployed” pile) until they retire. This is why (a) we do an awful lot of real education at home and (b) our two children will be allowed to choose whatever subjects they like, undefined by whatever job aspirations the school system would like them to express. For the vast majority of industrial system families, school is also a very useful child-minding service – necessary because in a large number of cases both parents either choose to or find themselves having to go out to work. I’m not going to dwell on this much more: communal society; school system in tatters. We can learn in our communities.
So, that’s well over 60% of the public budget that can easily be cut by – oh, I reckon around 50%. What about the rest? Here’s a quick run through of the remaining big costs:
Defence: 6.6%
Not sure whether a more communal society would change any governments’ habits of a lifetime, but how much support would corporation sponsored and media cheered invasions get now?
Protection (police, courts and prisons): 5.3%
The main cause of crime is a lack of mutual care and attention; add to that the effect of the consumer society and it’s obvious what effect a change in values would have.
Central government admin: 4%
Hmm, less hierarchy and policy making – sounds like a plan!
Transport: 3.6%
A more close-knit and communal society travels less: less commuting, less need to “get away”, less desire or need for shopping or entertainment trips…
That takes it up to over 80%, with the other fifth being a quarter interest payments, and other services about to take a tumble like economic development (who needs corporations?), formal recreation and sport (time for a kick around, or a swim in the lake), waste management (it’s a less wasteful society by definition) and social housing (ok, that one can stay until we learn to build our own homes).
Feel free to accuse me of peering through rose-tinted specs – and you would be right if we were talking about the actual likelihood of a more mutually beneficial and communal way of living coming along under the current system of mind control – but I would contend that the benefits of living with far, far less money as a necessity are both economically possible, and then go way beyond simple economic sums. In short, the route to even a 50% reduction in our use of money is via enormous changes in the way we treat each other and ourselves; the way we look at the value of all things; the scorn we will inevitably cast upon the tireless system of birth-school-work-retire-die, that forgets to include the word “live” in its lineup. We could do a lot worse than simply consider a world without money, and then start to take some baby steps – get used to the temperature of the water, if you like, before taking a plunge into a different way of living.
Denetim Toplumları – Gilles Deleuze (Çeviren: Ulus Baker)
![]() |
1. Tarihsel Bakımdan
Foucault “disiplin toplumları”nı 18. ve 19. yüzyıllara yerleştirmişti. Bu toplumlar doruk noktalarına 20. Yüzyıl’ın başlarında varmışlardı. Bu toplumlar, geniş ve yaygın kapatıp-kuşatma mekânları düzenlemeleriyle ayırt edilirler. Birey hiç durmadan, her biri kendi yasalarına sahip olan bir kuşatma mekânından öbürüne geçer; önce aile; sonra okul (“artık ailende değilsin”); ardından kışla (“artık okulda değilsin”); en sonunda da fabrika; ara sıra hastane; olasılıkla hapishane, yani kapatılmış-kuşatılmış çevrenin en önde gelen örneği. Analojik bir model oluşturan hapishanedir burada; Rossellini’nin Europa 51 filminin kadın kahramanlarından biri bazı işçileri işbaşında gördüğünde “mahkûmlarla karşı karşıya olduğumu sandım” diye haykırabilir.
Foucault bu kapatıp-kuşatma çevrelerine ilişkin ideal projeyi parlak bir şekilde inceledi; özellikle fabrikalarda görüldüğü haliyle; yoğunlaştırma; mekân içinde dağıtım; zaman içinde sıralama; etkisi, parça parça kuvvetlerin toplamından daha büyük olacak bir üretken kuvveti zaman-mekân içinde kurmak… Ancak Foucault, bu modelin geçiciliğini de tanımıştı. Bu model, amaç ve işlevleri son derece farklı olan, üretimi örgütlemektense vergilendiren, hayatı idare etmektense ölümü yöneten “hükümranlık toplumları” modelini takip etmişti; geçiş zaman içinde gerçekleşti ve Napolyon, görüldüğü kadarıyla, bu modelin bir toplumdan başka bir topluma yayılarak geniş bir ölçek kazanmasını sağladı. Ama disiplinler de, sıraları gelince kendi bunalımlarıyla karşılaştılar ve bu hal, zamanla kurulan ve İkinci Dünya Savaşı’nın ardından ivme kazanan yeni kuvvetlerin kârınaydı; bir disiplin toplumu, artık içinde olmadığımız, artık olmayı bıraktığımız şeydir.
Kapatıp-kuşatma mekânlarına ilişkin genelleşmiş bir bunalımın ortasındayız –hapishanede, hastanede, fabrikada, okulda ve ailede. Aile de, diğer bütün “içeriler” –eğitsel, mesleki vs.– gibi kriz içinde bulunan bir “içerisi”dir. Görev ve yetki üstlenen idari mekanizmalar zorunlu olduğunu varsaydıkları reformları ilan etmeyi bir an olsun bırakmazlar: Eğitim kurumlarında reform, sanayide reform, hastanelerde reform, silahlı kuvvetlerde reform, hapishanelerde reform. Ama herkes, tam tükenişleri ne zaman gerçekleşecek olursa olsun, bu kurumların işlerinin bitik olduğunu biliyor.
Yapılan aslında son ayinleri ifa etmek ve bu alanlarda istihdam edilen insanları, kapıyı çalacak yeni güçler yerlerine yerleşene dek beslemeyi sürdürmekten ibarettir. Bu yeni kuvvetler, disiplin toplumlarının yerini almakta olan “denetim toplumları”dır. “Denetim”, Foucault’nun pek yakın geleceğimiz olarak teşhis ettiği bu yeni canavara Burroughs’un taktığı addır. Paul Virilio da devamlı olarak kapalı bir sistemin zaman çerçevesinde işleyen eski disiplinlerin yerini daha şimdiden almış olan “serbestçe-kayan” denetimin ultra-hızlı biçimlerini incelemeyi sürdürüyor. Bu meyanda olağanüstü ecza ürünlerini, moleküler mühendisliği, genetik müdahaleleri anmaya bile gerek yok; ama bunlar bile yepyeni bir sürecin içine girdiğimizi işaretliyorlar. Hangi rejimin daha berbat olduğunu kendimize sorup durmanın pek bir anlamı yok, çünkü her biri kendilerine özgü özgürleştirici ve köleleştirici güçlerin karşı karşıya geldikleri durumlardır. Sözgelimi, bir kapatıp-kuşatma mekânı olarak hastanenin bunalımında, “mahalle klinikleri”, “sağlık ocakları” ve “gündüz bakım” kuruluşları ilk başlarda biraz özgürlük tattırsalar da, kapatmanın en sertine bile taş çıkaracak denetim mekanizmalarına da katılabilirler. Korku ya da umut çare değildir; yeni silahlar bulmaya girişmek gerekir.
2. Mantıksal Bakımdan
Bireyin içinden geçtiği farklı kapatıp-kuşatma mekânlarında geçen mahpusluklar bağımsız değişkenlerdir: Her defasında sıfırdan başlandığı farz edilir ve bütün bu yerlerde ortak bir dil olsa da birbirlerine oranlanmaları analojiktir. Diğer taraftan, farklı denetim mekanizmaları birbirinden ayrılamaz çeşitlenmeler halindedirler ve dili sayısal olan (ikili olması gerekmez) değişken bir geometri sistemi oluştururlar. Kapatıp-kuşatmalar “öbek”ler, ayrı ayrı düzenlemeler halindedirler; oysa denetimler bir modülasyondur: Bir andan sonrakine sürekli olarak değişen kendini-bozup duran bir yığın, ya da bir noktadan ötekine sıçrayan cıva taneciklerinin oluşturduğu bir kütle gibi.
Bu durum, ücretler konusuna bakıldığında apaçıktır: Fabrika kendi iç güçlerini belli bir denge düzeyinde tutarak kuşatıp kapsayan bir gövdedir –üretimde azami, ücretlerdeyse asgari… Ama bir denetim toplumunda, korporasyon fabrikanın yerini almıştır. Korporasyon ise bir ruh, bir gazdır. Kuşkusuz fabrika da ödüllendirme ve teşvik sistemiyle tanışıktı, ama korporasyon her bireysel ücret üzerine bir modülasyon dayatma konusunda çok daha derinden işlemektedir; orada hüküm süren, meydan okumalarla, sürekli uyarılarla, yarışmalarla ve son derece gülünç grup ya da ekip seanslarıyla işleyen sürekli bir metastaz durumudur bu. Eğer en budalaca televizyon oyun şovları bile o kadar başarı kazanıyorsa, bunun nedeni korporasyondaki durumu büyük bir kesinlikle dışa vurmalarıdır. Fabrika, bireyleri hem kitle içindeki her bir unsuru gözetim altında tutan patronun, hem de kitlesel bir direnişi seferber eden işçi sendikalarının lehine tek bir gövde olarak teşkil ediyordu; oysa korporasyon en sert tavırlı rekabeti ve karşıtlığı sağlıklı bir emülasyon biçimi, bireyleri birbirleriyle karşıtlaştıran ve her birini kat edip ta içlerinden bölen harika bir motivasyon gücü olarak sunmaktadır. “Yeteneğe göre ücret” adı verilen motivasyon prensibi milli eğitimleri kendine çekmekten geri kalmamıştır. Gerçekten de, nasıl korporasyon fabrikanın yerini alıyorsa, “sürekli eğitim” de “okul”un, denetimin sürekliliği ise sınavın yerini almaktadır. Okulu korporasyonun eline teslim etmenin en emin yolu da zaten budur.
Disiplin toplumlarında birey her zaman yeniden, hep yeniden başlamaktadır (okuldan kışlaya, kışladan fabrikaya), oysa denetim toplumlarında kimse herhangi bir şeyi bitirecek durumda değildir –korporasyon, eğitim sistemi, askeri hizmet, hepsi, evrensel bir deformasyon sistemine benzer tek ve aynı modülasyon içinde bir arada var olan metastaz konumları gibidirler. Kendini daha o zamanlardan iki toplumsal oluşum tipi arasındaki odak noktasına yerleştirmiş olan Kafka, “Dava”da hukuki biçimlerin en korkutucusunu tasvir etmişti. Disiplin toplumlarının “görünüşte beraat”i (iki hapis arasındaki hal); ve denetim toplumlarının “sınırsız erteleme”si (sürekli değişim halinde). Bu ikisi, birbirinden çok farklı hukuki yaşam tarzlarıdır ve eğer hukukumuzun bizzat kendisi kriz içindeyse, tereddüt halindeyse bunun nedeni bir tarzı bırakıp ötekine dâhil olmaya gitmemizdir. Disiplin toplumlarının iki kutbu vardır: Bireye işaret eden “imza” ve bireyin bir “kitle” içindeki konumunu işaretleyen sayı ya da idari rakam. Bunun nedeni disiplinlerin hiçbir zaman bu ikisi arasında bir uyumsuzluk görmemesi ve iktidarın hem bireyleştirmesi hem de bir araya massetmesidir. Yani iktidar, üzerinde iktidar icra ettiklerini bir gövde halinde oluşturmakta ve bu gövdenin her üyesinin bireyliğini öbeklemektedir. (Foucault bu ikili yükün kökenini rahibin çobanıl iktidarında –sürü ile hayvanların her biri– görmüştü; ama sivil iktidar da kendi hesabına harekete geçmekte ve başka araçlardan faydalanarak kendini gündelik hayat “rahibi” kılmaktadır.) Oysa denetim toplumlarında, önemli olan artık bir imza ya da sayı değil, bir koddur: Kod bir “şifredir”; öte taraftan disiplin toplumları “parolalar” tarafından düzenlenirler (hem uyum sağlama hem de direniş açısından). Denetimin sayısal dili enformasyona erişimi onaylayan ya da reddeden kodlardan imal edilmiştir. Kendimizi artık kitle/birey çiftiyle uğraşır görmüyoruz. Bireyler bölünür hale gelirken, kitleler örneklemlere, verilere, piyasalara ya da “banka”lara dönüşmüşlerdir. İki toplum arasındaki farkı en iyi ifade eden şey belki de paradır, çünkü disiplin hep altını sayısal standart olarak kilitleyen yığılmış paraya başvurur geriye dönüp; oysa denetim bir standart kurlar toplamınca kurulan bir orana bağlı olarak değişip duran yüzergezer mübadele oranlarına bağlanmaktadır. Eski para midyedir, yani kapatıp-kuşatan bir ortamın hayvanı; oysa denetim toplumlarının hayvanı yılandır. Bir hayvandan diğerine, midyeden yılana geçmişiz. Yalnızca içinde yaşadığımız sistem açısından değil, yaşam tarzlarımız ve başkalarıyla ilişkilerimiz açısından da. Disiplin insanı, sürekli olmayan bir enerji üreticisiydi; denetim insanı ise dalgalıdır, yörüngededir, sürekli bir şebekenin içindedir. “Sörf” her yerde eski bildik “spor”ların yerini almıştır bile.
Her toplum tipiyle bir makina tipi kolayca eşleştirilebilir –makineler belirleyici olduklarından değil, kendilerini üretip kullanabilen toplumsal biçimleri ifade ettikleri için. Eski hükümranlık toplumları basit makineler kullanıyorlardı –kaldıraçlar, bocurgatlar, saatler; yakın zamanların disiplin toplumlarıysa enerjiyle çalışan makinelerle teçhizatlandılar –edilgin entropi, etkin sabotaj riskleriyle birlikte; denetim toplumlarıysa üçüncü türden makinelerle işliyorlar –bilgisayarlarla –ve tıkanma türünden edilgin, korsanlık ya da virüs bulaştırma türünden etkin tehlikelerle. Böyle bir teknolojik evrim, daha da derin bir açıdan, kapitalizmin bir mutasyonu olmalı; daha şimdiden iyi bilinen ya da tanıdık bir mutasyondur bu ve şöyle özetlenebilir: 19. yüzyıl kapitalizmi üretime ve mülkiyete yönelik bir yoğunlaşma, bir konsantrasyon kapitalizmiydi. Bu yüzden fabrikayı bir kapatıp-kuşatma ortamı olarak dikiyordu; kapitalist ise üretim araçlarının sahibiydi, ama giderek, analojiyle kavranabilecek öteki mekânların da sahibine dönüşecekti (işçinin aile evi, okul). Pazarlar ise kâh uzmanlaşmayla, kâh kolonileştirmeyle, kâh üretim maliyetlerini düşürme yoluyla fethedilecekti. Ama şu andaki durumda kapitalizm artık üretimle filan uğraşmamakta, onu sıklıkla Üçüncü Dünya’ya devretmektedir –karmaşık tekstil, metalürji ya da petrol üretimi de dâhil olmak üzere. Bu bir üstün-düzey üretim kapitalizmidir. Artık hammadde satın alıp tamamlanmış ürünler satmamaktadır: Tamamlanmış ürünler satın almakta ve parçalarını monte etmektedir. Satmak istediği şey hizmetlerdir; almak istediği şey ise stoklar. Bu artık üretim için kapitalizm değil, ürün için kapitalizmdir; yani satılmak ve pazarlanmak için olan ürünün kapitalizmi. Bu yüzden, bu kapitalizm dağılımsaldır ve fabrika da yerini korporasyona devreder. Aile, okul, ordu, fabrika ise artık bir mülk sahibine –devlet ya da özel güç– doğru çeken birbirlerinden ayrı ve analojiyle benzeşen mekânlar değildirler. Şimdi artık yalnız stok paylaşımcıları bulunan tek bir korporasyonun –deforme edilebilir ve dönüştürülebilir– kodlanmış figürleridirler. Sanat bile artık kapatıp-kuşatma mekânlarını bırakarak bankanın açık uçlu devrelerine dâhil olmaktadır. Pazar fetihleri ise artık disiplinli eğitimle değil, tarayıcı denetimle, maliyetlerin düşürülmesinden çok mübadele oranlarının sabitleştirilmesiyle, üretimde uzmanlaşmadan çok ürünün dönüştürülmesiyle gerçekleştirilmektedir. Böylece çürüme ve yozlaşma yepyeni bir güç kazanır. Pazarlama, korporasyonun merkezi, hatta “ruhu” olmuştur. Bize korporasyonların bir ruhu olduğu öğretiliyor; bu dünyanın en dehşet verici haberi. Piyasaların işlemleri şimdi artık bir toplumsal denetim aracıdır ve efendilerimizin şerefsiz ekmeğidir. Denetim kısa-vadelidir ve devir adedi hızlıdır; ama aynı zamanda sürekli ve sınırsızdır; oysa disiplin süre bakımından kalıcı, sonsuz ve süreksizdir. İnsan artık kapatılmış insan değildir. Borç içindeki insandır. Kapitalizmin insanlığın, borçlanmak için çok yoksul, kapatmak içinse çok kalabalık dörtte üçünün aşırı sefaletini bir değişmez veri olarak tuttuğu ve sürdürdüğü doğrudur: Denetim sınırların aşınmasıyla ilgilenmemektedir yalnızca; gecekondulardaki ve gettolardaki patlamalarla da uğraşacaktır.
![]() |
Açık bir ortamda ve herhangi bir anda her unsurun konumunu veren (rezervde bir hayvan, korporasyonda bir insan, elektronik bir kemer aracılığıyla) bir denetim mekanizması düşüncesi yalnızca bir bilim kurgu fikri değildir. Félix Guattari şöyle bir kent düşleyebiliyordu: Evinizi, sokağınızı, mahallenizi (bireye ait) elektronik kartınızla bariyerleri aşıp terk edebilirdiniz; ama aynı kart, belli bir gün, ya da belirli birkaç saat için çalışmaz durumda da olabilir; burada önemli olan bariyer değil, her kişinin konumunu –uygun mu uygunsuz mu– düzenleyen ve evrensel bir modülasyonu gerçekleştiren bilgisayardır.
İş başındayken denetim mekanizmalarının sosyal-teknolojik incelenmesi kategorik olmalı ve bunalımları her yerde ilan edilen disipliner kapatım-kuşatım yerlerinin yerine daha şimdiden geçmekte olan yenilikleri anlatmalıdır. Önceki hükümranlık toplumlarından ödünç alınacak eski yöntemlerin geri dönüp ön plana çıkmaları mümkündür –ama zorunlu değişikliklerle. Önemli olan bir şeylerin henüz başlangıcında olmamızdır. “Hapishane sistemi”nde, hiç değilse küçük suçlar için, “yerine geçen” cezalar bulma ve mahkûm edilen kişiyi, belli saatlerde elektronik bir kemer aracılığıyla evinde tutma girişimleri. “Okul sistemi”nde, sürekli denetim biçimleri, sürekli eğitimin okul üzerindeki etkisi, buna bağlı olarak bütün üniversite araştırma faaliyetinin ortadan kaldırılarak, “korporasyon”un bütün okullaşma düzeylerine hâkim kılınması. “Hastane sistemi”nde, hasta insanları tekilleştiren ve risklere maruz bırakan, bunu yaparken hiç de bireyleştirmeye başvurmayacak –şimdiden önerenlerin söylemeye başladıkları gibi–, aksine bireyin ya da sayısal gövdenin yerine denetimde tutulacak “bölünebilir” bir materyalin kodunu yerleştirecek, “doktorsuz ve hastasız” yeni tıp. “Korporasyon sistemi”nde ise: Eski fabrika biçimini kat etmeden para, kâr ve insan dolaştırmanın yeni yolları. Bunlar çok ufak örnekler; ama kurumların bunalımı denince ne anlaşılması gerektiğini daha iyi anlayabilmeyi sağlıyorlar: Yeni bir tahakküm sisteminin ilerleyici ve yaygın kuruluş süreci. En önemli sorulardan biri birlik ve sendikaların etkisizliği ile ilgili olacaktır: Bunlar disiplinlere ve kapatıp-kuşatma mekânlarına karşı verdikleri mücadelenin tarihinin bütününe bağlılar; acaba uyum mu sağlayacaklar yoksa denetim toplumlarına karşı yeni direniş biçimlerine mi bırakacaklar yerlerini? Gelmekte olan, pazarlamanın keyiflerini tehdit edebilecek direniş biçimlerini kaba çizgileriyle daha şimdiden kavrayabilir miyiz? Çok sayıda genç insan “motive” edilmekten gururlanmakta, çıraklık ve sürekli eğitim talep etmektedir. Neye hizmet etmekte olduklarını keşfetmek onlara düşer; disiplinlerin amacını, zorluklarla da olsa, keşfetmiş olan büyükleri gibi. Bir yılanın kıvrımları, bir midyenin yumuşak ipliklerinden bile daha karmaşıktır.
Newroz, Doğanın Devlete Diz Çöktürmesidir – Ayhan Bilgen
İnsan ve doğa hayatın gerçek özneleridir. Devlet, insan ile doğa arasındaki ilişkiyi bozan, yozlaştıran bir bidattır. Bidat en genel anlamı ile, sonradan çıkmış anlamına gelir. Klasik İslam fıkıhçıları, bidat olarak tanımladıkları şeyleri, iyi bidat ve kötü bidat diye ikiye ayırmışlardır.
Devlet gerçekten nötr bir hizmet aracı olabilseydi, hayatı kolaylaştıran bir nesne olarak ele alınabilirdi. Ne yazık ki insanlık tarihi başka bir tecrübeyi göstermektir. Sonradan ortaya çıkmış, insanlar eliyle oluşturulmuş devlet gücünün kendisi, çok kısa bir süre sonra, insanlığa yönelen bir tehdide dönüşmektedir.
Birlikte yaşamanın gereği olarak ihtiyaç duyulan ilişkilerin, devlet formu ile şekillendirilmesi peşin bir yenilginin kabullenilmesidir.
Newroz yeni bir gün için yeni sayfalar açmakla anlam bulur.
Kimi siyaset bilimciler, insanın içinde yaşadığı iklim ve doğa koşullarının politik belirleyiciliği üzerine tespit ve değerlendirmeler yapmışlardır. Sert ve karasal iklimlerin, sıcak ülkelerin, yüksek dağların egemen olduğu coğrafyaların, engin denizlerin farklı kişilikleri ve farklı yönetim biçimlerini beraberinde getirdiğini iddia etmişlerdir.
Cemre havaya, suya ve nihayet toprağa düştüğünde atmosferdeki değişimin herkes tarafından hissedilmesi ve dikkate alınması gerekir.
Bu değişimi kabullenme konusunda devlet, iktidar hız kaybettiren bir işlev görür. Doğal, yalın haliyle insan içinde yaşadığı doğadan etkilenme ve onu anlama konusunda önemli algı araçlarına sahiptir. Acı duyar, öfkelenir, bıkar, umutlanır, yenilenme ihtiyacını hisseder. Devletlerin de ruhu olduğunu kabul etseniz bile bu ruhun, insan ruhundan daha ince, daha duyarlı, daha az kirlenmiş olduğunu savunan bir düşünüre ben şimdiye kadar rastlamadım.
Doğanın, canlı olduğu konusunda hiç şüphe olmadığı gibi, bir çok dünya görüşü, ruhunun olduğu konusunda da tereddüt göstermemiştir. Doğanın da intikam alma, kucak açma, yeniden doğma gibi bir çok canlılık refleksinin güçlü bir ruha dayandığını kabul etmişlerdir. Doğayla daha iç içe yaşayan, onu daha fazla hissedenler elbette bunu daha kolay görecek ve düşüncelerini davranışlarını bu doğrultuda şekillendirecektir.
Dağlarda doğa ile iç içe yaşayanlar bunu hissetme konusunda modern hayat içinde kendini edilgenleştirenlerden bir adım önde olurlar. Bu nedenle cezaevleri, yani doğadan yoksun bırakma, özgürlüklerinden alıkoyma, devletlerin egemenliklerini hissettirme, boyun eğdirme yöntemlerinin en önemli aracı olagelmiştir.
Newroz, artık insanlar arası ilişkinin bir belirleyeni olmaktan çok, insanla devlet, devletle doğa arasındaki ilişkinin şekillendiği dönemi ifade etmektedir. Yeni günü anlamak, kabullenmek ve bu doğrultuda hazırlık içinde olmak için devlet sahibi olmak, iktidar gücünü sırtında taşımak sadece bir engeldir.
Bu nedenle barışı, ekolojik düşünce sistematiği içinden savunmak gerekir. İnsanla insanın, insanla doğanın barışını bozan, sömürü ve sınırsız tüketme alışkanlıkları, bu barışın önündeki en önemli engeldir. Elbette devletleri yönettiğini, iktidarlara egemen olduğunu sanan ama aslında onun esiri olduğunu bile fark etmeyen insanlar, bir süre sonra kendi doğal yeteneklerini de kaybederler. Onların en insani duyguları bile bir süre sonra yönettiklerini sandıkları gücün kontrolü altına geçtiğinde, her şeyleri mekanikleşir.
Devletin çıkarları, iktidarın menfaatleri ile toplumların gelecekleri, beklentileri çeliştiğinde kazanacak olan eninde sonunda insana dair olana, en insani olandır. Kendi geleceğine dair karar verebilmektir, kendi dilini konuşabilmektir, gerektiğinde kendini savunabilmektir.
Bu mücadelede doğa devletin değil, yok edilme tehlikesi ile karşı karşıya olan insan ve insani değerlerin yanında olacaktır. Ve hala doğa, dünyanın en güçlü devletlerinde daha güçlüdür. Devletlerin orduları doğanın gücü karşısında çaresizliğe mahkumdur.
Bu inanç ve umutla Newrozu kutluyor, bütün insanlık için yeni bir sayfanın açılmasına vesile olması dileklerimi paylaşmak istiyorum. Yeni günü anlamlandırmak, ancak onu hakkıyla anlamakla mümkündür.
TAHAKKÜMÜN TEKNİĞİ – Dilaver Demirağ
Japonyada meydana gelen deprem aslında teknolojinin ve bilimin bize güvenli, müreffeh bir dünya sunacağı yalanının maskesini sıyırmak bakımından eşsiz bir örnek sundu. Denebilirki Japonya depremi 400 yıllık doğanın insan egemenliğine girmesi gibi safsataları bir kenara sıyırıp atarak modernitenin iflasının ilanı oldu. Modernite temel iddiasını akla dayalı bir dünyanın mümkün olmanın ötesinde gerekli olduğu tespitine dayandırır. İnsanlar akıllarını özgürce kullanarak kendilerine güvenli, özgür ve sefaletin son bulduğu bir dünya inşaa edebilirler. Bunun en önemli ön koşulu ise insanların doğayı bilim ve teknoloji yolu ile denetim altına almasıdır. Yaşanılan büyük çaplı deprem dünyanın en akılcı toplumları arasında sayılan, teknolojik bakımdan bir hayli ileri, deprem güvenliğinin had safhada uygulandığı bir yerde yaşandı. Japonyanın deprem karşısında kurduğu güvenlik şemsiyesi bu kapsamda inşaat teknolojisindeki üstünlüğü dünyaya örnek oluşturuyordu. Ancak görüldüki doğanın o denetlenemez devasa enerjilerine gem vurabilecek hiç bir teknoloji yok ve doğayı zincirleyip de ehlileştirmek nerede ise imkansız. Ancak yaşanan büyük depremler, kasırgalar, tsunamiler, ikim değişimi vb gibi hadiseler bir kez daha ortaya koyduki doğayı boyunduruk altına almak imkansızdır. Bu nedenle aslında gerçek akıllılık doğa ile uyumlu bir hayat yaratmaktır. Bu da adeta babil kulesini andıran binaların olduğu, içinde insani ve doğal herşeyin son bulduğu devasa şehirler inşaa etmemek demektir. Ama bir başka ders daha var, doğadaki nükleer gücü insanın emrine seferber ederek kapitalizmin doymak bilmez üretim ve tüketim açlığına dayanan kalkınma hırsının da olanaksız olduğu ortaya çıktı. Ancak modern medeniyeti benimseyenler doğanın insanlara verdiği mesajı, onun deprem aracılığı ile ilettiği mesajı anlmamakta ısrar edecektir.
Nükler Enerji; Teşekkürler
Kaç gündür dünyanın yeni bir Çernobilin eşiğine gelmişliğini gözlerimiz açılmış bir halde seyrediyoruz. Japonyadaki Fukişişima nükleer santralında yaşanan reaktör erimesi dünyayı yeni bir nükleer kabusun eşiğine getirdi. Bu süreçle beraber batıdaki sağcı yönetimler eli ile yeniden yükselişe geçen ve başta İran, Libya gibi tiranik ülkelerin de peşinde koştuğu nükleer gücün yeniden yükselen değer haline gelmesi süreci ikinci bir dip yapacağa benziyor. Nükleer endüstrisinin dev şirketleri Çernobilin yaralarını daha yeni sarmaya başlamışken yaşanan bu ikinci kazanın tekrar dip yapıcı etkisi nedeni ile medya eli ile lobi faaliyetine önem vereceğini, dahası artık şirket lobilerinin elinde oyuncak haline gelen batılı demokrasileri ikna etmek için rüşvet de dahil her olanağı kullanacağı açık. Ama bu durum nükleer lobi için bir kurtuluş sağlar mı bugünden yarına cevap üretmek zor ama üzerinde çalışılan dördüncü nesil rekatörler ile güvenlik düzeyini maksimuma çeviren yeni bir teknik yenilenme ile küllerinden doğamyı umduğu da açık. Zaten bilim denen modern fetişin yeni rahipleri olan uzmanlar sürekli Japonyadaki nükleer felaketin nedeninin 1’inci nesil rekatörler olduğunu belirtiyorlar. Dahası risk karşısında kiltlenen yaşamperver modernlerin aklına girmeye çalışarak “canım uçağa binmek de riskli değil mi, evinizdeki Likit Gaz Tüpünün de patlama riski yok mu gibi sözlerle” riskle yüzleşmeyi hatta riski göğüslemeyi öneriyor.
Her ne kadar nükleer endüstri üzerinden sıkı bir modern toplum çözümlemesi yapmak olanaklıysa da dahası nükleer endüstri ile tüketim kapitalizmi arasındaki bağlantıları sıkı bir biçimde örmek de iyi olurdu ama bu yazıyı uzatmamak için bunlara değinip geçmeyi bu söylediğim bağlantıları başka bir yazıda ele almayı planlıyorum.
Enerji oburu bir uygarlık olduğumuz açık, bunun nedeni modernleşmenin üretimde patlama denecek kadar eşi görülmemiş bir üretkenlik yaratması. Enerji oburu olununca enerjinizi tek bir kaynağa bağlamanız da zordur, hele ki rekabeti merkeze alan bir sistemde bunu yapmanız ekonomik akılcılık açısından akla ziyandır. Nitekim şu anda ne denli büyük bir falaket kaynağı olduğunu farkettiğimiz nükleer enerji de, 1970’leri sarsan ve neo-liberal küreselleşme olarak adlandırılacak sürecin önünü açan petrol krizinin bir sonucudur. Kömürle başlayan büyük çaplı endüstriyel üretimin enerji talebini karşılamak bakımından büyük bir kaynak olan petrol, ekonominin başat aktörü haline gelince petrole dayalı ekonomi 1970’lerde petrol arzının ekonomiyi tehdit edebileceği riskini görünce, dışa bağımlılığı azaltmak ve enerji teminini güvenilir kaynaklara dayandırmak adına nükleer enerjiye başvurdu. Ancak daha ilk kazadan, yani Three Mile Island nükleer reaktöründe meydana gelen sızıntıdan itibaren nükleer enerji de sorgulanmaya başlandı, Çernobilde yaşanan patlama ise nükleer enerji için adeta bir nükleer kış etkisi yarattı. Son yıllarda zararlarını yavaş da olsa kapatmaya başlayan nükleer lobi, demokratik olmayan ülkelere yönelmişti. Kaza sonrası bu ülkelerin nükleer kararlığının süreceğini varsaymak zor olmasa gerek. Zaten nükleer enerji de ancak özgürlükle pek barışık olmayan ülkelerle arası iyi olan bir enerji biçimi
Son yıllarda enerji tekelleri enerjinin yetersizliğini gündeme getirerek ölümcül bir teknoloji olduğu çok iyi bilinen Nükleer enerjiyi önümüze tekrar koydu . AKP hükümeti de bu fırsattan istifade ile nükleer dayatmayı hızlandırdı. Türkiye bu belaya bulaşırsa iklim değişimi le parelel gündeme sokulan kuraklık ve çölleşme, nükleerin yanında daha az acı veren bir ölüm olur. Ama belliki hükümet bu sevdaya vurulmuş, nükleer lobinin rantı hükümet başta bir takım çevrelere cazip gelmiş olacak ki bu teknolojinin zararları iyi bilindiği halde bu enerejide israr ediliyor.. Üstelik de fay yakının da santral inşaa edecek denli gözü dönmüşçe bir tutkuyla
Türkiye yaklaşık 10 yıl önce ciddi bir nükleer dayatmayı turnikeden dönerek atlattı. Ama her bakımdan Özal’ı taklit eden ve iktidarını küresel güçlere dayanarak sürdüren AKP hükümeti, bu kirli mirası sahiplenmede bir beis görmeyerek, nükleer pazarlıkta Türkiye’nin Hayatını iştahı kabarık nükleer şirketlerin önüne pey akçesi olarak sürdü. Oysa Çernobil’in kanseri daha kurumamıştı, hatta bulutlar adam öldürürken ve Karadeniz halkı ölümcül miras altında damgalanmışken Nükleer Ölüm için tekrar davetiye çıkarıldı.
Tabi Tavuk Kümesindeki tilki misali kimi işadamı örgütleri ile kendi nükleer zevkleri uğruna bilimsel erdemi hiçe sayan bilim adamları ve ana akım medyanın bir bölümü , nükleer İktidarın önünde susta durmayı içlerine pek bir güzel sindirdiler. Eh ne de olsa sermaye denen gönül ferman dinlemiyordu.
Ancak bir nükleer karşıtı olarak en çok komiğime giden de nükleer ölüme, kanser bulutlarına ilişkin her karşı çıkışın ardında petrol lobilerinin olduğunu iddia edecek denli müfteri olan bir takım bilimci kara perensler. Normaldir, bilimsel onurlarını ikbale değişenler her vicdanı satılık sanır, ama bilmelidirler ki kimi vicdanlar asla satın alınamaz.
Neyse değerli satırlarımı bu bilim ve vicdan karikatürleri ile daha fazla işgale açık kılmak niyetinde değilim.Benim asıl değinmek istediğim Nükleer enerji ile ilgili olarak ülkemizde yapılan tüm tartışmalar da hemen hiç kimsenin nedense pek değinmediği enerji ve teknoloji ilişkisine ve bu ikiliden yola çıkarak sanayi uygarlığı denen olguya dikkat çekmek..Çünkü Nükleer tahakküm ile modern sanayi uygarlığı arasında kopmaz bir bağ var.
Savaşan Teknoloji: Biri Sivil mi Dedi
Teknoloji konusundaki kuşkucu ve hatta eleştirel yaklaşımıyla tanıdığımız Lewis Mumford, ilk pramidler gibi modern teknolojinin de savaşın rahminde büyüdüğünü ve ondan doğduğunu belirtir. Teknoloji bir Megamakine’dir bu kavramla Mumford gücün seferber edilmesini, tek bir elde toplanarak yoğunlaştırılmasını ve merkezileştirilmesini kasteder ki, nükleer santraller tam da böyle bir yapılanma taşırlar. Teknik olgular bilimin hükümranlığına dayandıklarından, neden ve ne için gibi etik sorular ıskalanarak, nasıl sorusuna yani yapılabilirlik olgusuna yoğunlaşılır. Böylece daha baştan aslında istenilen şeyin toplumsal fayda değil, güç elde etmek, gücü temerküz etmek olduğu ortaya çıkar. Nitekim Mumford Dev Makine kavramını izah ettiği Teknik ve Uygarlık kitabında, Dev Makine’nin (yani Teknik seferberliğin) bir güç temerküzü yani yoğunlaşma olduğuna dikkat çekerek, dev makinenin bir güç kombinasyonu olarak tüm kaynakları bir araya getirdiğini, dil, din, bürokrasi ve kapitalizmi, askeri güç kaynaklarını devasa bir egemenlik için yoğunlaştırdığını belirtir. Nükleer teknoloji de böyledir, nükleer enerjide de askeri güç, sermaye, bilim, devlet iktidarı bir araya toplanır ve böylece insan devre dışı bırakılır. Çünkü teknoloji olarak nükleer güç, militer ve parasal amaçlar için insanın ve doğanın üzerinde olağanüstü bir hakimiyet kurarak geniş anlamda insanın kendi potansiyelini değersizleştirir. Bu nedenle tekniğin gelişimi, insanın gelişimini durdurduğu için özgürlüğün düşmanıdır. Yani nükleer enerji doğası gereği anti-demokratiktir.
Demokrasi temelde müzakere edilebilirlik temelinde oluşmuştur, bu nedenle doğrular ve beceriler üzerinde bir iktidar inşa eden uzmanlaşma ile uyuşmaz. Demokrasi doğası gereği profesyonelliği değil amatörlüğü içerir. Bunun yanı sıra nükleer teknoloji, doğasında savaşçı amaçlar taşıdığı için sivil amaçlar ve demokrasiyle çelişir. Nükleer enerjinin olduğu yerde olağanüstü bir polisiye güvenlik, gizlilik ve denetim dışılık vardır. Bunlar doğası gereği demokrasinin ruhu ile uyuşmaz.
Nitekim Mumford’da “Savaş Megamakine’nin ruhu ve bedenidir. Dolayısıyla savaş Megamakine’nin kurulumunu ilerletmenin ideal koşuludur Bir Megamakine bir kez vücuda getirildikten sonra, onun programıyla ilgili herhangi bir tenkid, ayrılma onun rutinlerinden herhangi bir kopma, aşağıdan gelen talepler doğrultusunda onun yapısında herhangi bir değişiklik, bütün sistem için bir tehdit teşkil eder” diyerek tekniğin ruhu ile özgürlük olarak demokrasinin ruhunun birbirini dışladığını göstermiş olur. Görüldüğü gibi Nükleer enerji demokratik bir toplumun değil, totaliter bir toplumun tekniğidir.
Ne Kadarı Yeterli?
Andre Gorz kapitalizmle ilgili bir saptama yaparken “Kapitalizm yeterlilik denen şeyi bilmez “der. Marks’da kapitalizmin büyümeye mahkum olduğunu, büyüyemeyen kapitalizmin ölümcül bir hal içinde olacağını söyler. Bu anlamda fazlaya ve biriktirmeye koşullanmış bir düzen olarak kapitalizm de doğası gereği güneş, rüzgar, dalga vb yenilenebilir doğal güçlerden istifade edemez. Çünkü sürekli büyümek durumunda olan kapitalizme bu enerji yetmez. Mevcut enerji talebinin devam etmesi mümkün değildir, çünkü dünya kaynakları bu büyüme temposuna cevap verebilecek halde değildir. Dolayısıyla bu talebe halihazırda dünya elektrik üretiminin yüzde 16’sını karşılayan nükleer santrallerde cevap veremez. Kalkınma ve daha çok üretmek, daha çok tüketmek ve refah gibi değerleri sorgulamadıkça, mevcut tüketim eğilimlerimizi değiştirmedikçe yenilenebilir enerji ile ekolojik bir topluma geçilemez.
Bugün dünyada ki uranyum rezervlerin işletilmesi ve çıkarılması ağırlıklı olarak üç büyük şirketin elinde yoğunlaşmış durumda. Bu üç şirket mevcut terzervlerin yüzde ellisine yakınını çıkarıyor. Fransız devi AREVA’ya bağlı COGEMA, bu şirket dünya uranyum üretiminin yüzde 20’sini karşılıyor. Onu Kanada kökenli Cameco izliyor bunlarda yüzde 17’lik bir paya sahipler. Onu da yüzde onluk pay ile Energy Resources of Australia izliyor. Yani nükleer enerji bir tekelleşmeyi de beraberinde getirir.
Bu nedenle Amerikalı Ekolojist Boockhin’nin dediği gibi özgürlükçü bir teknik ancak özgürlükçü bir toplumda varolabilir. Dolayısıyla küresel iktidar odaklarıyla kucak kucağa olmayı seçenlerin ve İktidar Seçkinlerinin nükleeri bu denli sevmeleri son derece anlaşılabilir, çünkü onlar ruhlarını para ve güç şeytanına sattıklarından özgürlük denen şeyden nefret ederler.
Diyeceğim o ki birileri bizleri kanserli bir Güç sevdasının içinde harcamaya niyetlenmiş olabilirler, ama siz siz olun ruhunuzu İktidar ve Sermaye şeytanlarına satmayın. Çünkü bu size kesinlikle kanser olarak geri döner.
Jean Baudrillard ve Tüketim Toplumu – SİNEM GÜDÜM
Gerçek ihtiyaçlar ile sahte ihtiyaçlar arasındaki ayrımın ortadan kalktığı tüketim toplumunda birey, tüketim mallarını satın almanın ve bunları sergilemenin toplumsal bir ayrıcalık ve prestij getirdiğine inanır. İnsan bu süreçte bir yandan kendini toplumsal olarak diğerlerinden ayırt ettiğine inanırken, bir yandan da tüketim toplumuyla bütünleşir. Dolayısıyla tüketmek birey için bir zorunluluğa dönüşür. İnsani ilişkiler yerini maddelerle ilişkiye bırakır. Artık geçerli ahlâk, tüketim etkinliğinin ta kendisidir. Jean Baudrillard
—————————————————————————————————————————
Küreselleşme, hem dünyanın küçülmesine hem de bir bütün olarak dünya bilincinin güçlenmesine işaret eder. Küreselleşen dünya pazarında işletmeler de rekabet koşullarına ayak uydurabilmek için yeni pazarlama stratejileri geliştirmişlerdir. 1914’lü yıllarda Hanry Ford’un öncülüğünü yaptığı ‘seri üretim sistemi’ Fordizm, Post-Modern yaşam biçimiyle değişen tüketici, teknoloji ve piyasaların bir getirisi olarak 1970’lerden itibaren yerini Post-Fordizm’e bırakmıştır.
Bu yeni akımla paralel giden Post-Modernizm döneminde hem global pazar ekonomisini hem de tüketici kimliğindeki post-modern insanı farklı görürüz. Tüketim toplumu tabiri de işte bu dönemde, özellikle Batı ülkelerinde sanayileşme sonrası ortaya çıkan toplum şeklini tarif etmek için kullanılmıştır. Seri üretimin artmasıyla hızla değişen arz-talep dengesi, üreticileri ve hükümetleri farklı politikalara itmiş, üretilenlerin hızlı tüketilmesini sağlamak maksadıyla türlü yollar denenmeye başlanmıştır.
Bu yolların en önemlileri elbette kitle iletişim vasıtalarıdır. Yazılı ve görüntülü basınla (TV) birlikte son yıllarda bu ikisini de geçeceğe benzeyen internet, tüketim toplumunu yönlendirmede ve manipule etmede kullanılan başlıca kaynaklardır.
Baudrillard’ın belirttiği gibi, artık ihtiyaçlar medya tarafından belirlenmekte, neyin ihtiyaç olduğunu düşünecek zamanı bulamayan tüketici, önüne sunulan alternatiflere ‘evet-hayır’ cevabından birisini verebilecek kadar bir zamanı ancak bularak, şuurlu olmaktan çok, gayri iradî ve şuursuz bir şekilde cevaplar üretmektedir.
Postmodern tüketici, günlük mutluluk peşinde koşan, anında tatmin isteyen, ihtiyacının tatminini ertelemeyen, gelecek için bugünü feda etmeyen, geçmiş ve geleceği içerecek biçimde denemeyi büyük bir arzuyla isteyen, içerik yerine biçime daha çok ilgi duyabilen, hazcı yanı öne çıkan, kendisini tüketime hazır bir imaj haline getirmiş tüketicidir. Yeni Medya da işte bu tüketicinin taleplerini görmek üzere yapılandırılmıştır.
Günümüzde milyonlarca insan, internet üzerinden alışveriş etmektedir; giysileri denemeden, parfümleri koklamadan, sebze-meyveyi dokunmadan almaktadır. Tüketim sadece maddesel de değildir üstelik; arkadaş bulmak, sohbet etmek, çeşitli aktivitelere katılmak, hatta evlenmek de internet üzerinden, fazla emek vermeden, kolay ve hızlı bir şekilde yapılabilmektedir. ‘Yeni Medya’ düzeninde her birey başlı başına bir ‘medya kanalı’ olmuştur adeta. Bireylerin, kaç takipçisi olduğu, ürettiği içeriklerin ne kadar paylaşıldığı gibi verilerin ölçümünü yapan http://www.klout.com gibi birçok site vardır. Bu akımı geleneksel medyadan ayıran en önemli özellik de işte burada yatmaktadır.
John Tomlinson, “Kültürel Emperyalizm” isimli kitabında, “Marlboro ve Coca Cola içmek bizim kültürel yazgımız mı?” diye sorgular. Bunu yaparken de Stuart Hall gibi pek çok kuramcının, otantik kültürlerin Batı’nın (özellikle de Amerika’nın) gelişkin kapitalist kültürü tarafından işgal edilerek “popüler” hale getirildiğini savunduklarını hatırlatır (Tomlinson,J. 2010). Zamanımızın en ünlü düşünürlerinden Jean Baudrillard da Batı kültürünün bir dizi simülasyon modeli ya da düzeni olarak gelişmiş olduğu yönündeki meydan okuyucu teziyle dikkat çekmiştir. Ünlü düşünüre göre, reklamların vaad ettiği kişiselleştirici farklar tam tersine kişiler arasındaki gerçek farkları yok ederek kişileri ve ürünleri türdeşleştirir. “Bireyin narsizmi ayrıksılığın hazzı değil, kollektif niteliklerin kırılıp yayılmasıdır.” (Baudrillard, J. Tüketim Toplumu. s.107) Öte yandan gerçek imkânları cılızlaşan ve denetim altında sıkışan beden yüceltilir.
Marlboro reklamlarında işlenen yalnız kovboy ve sigara temaları, Levis reklamında yarı çıplak direkte asılı duran delikanlı ve genç kızın asilikleri ile yarattıkları ‘farklılık’ ne kadar doğrudur? Neyin simulasyonudurlar? Reklamlarda verilen mesajlar kimlerin çizdiği kurallara göre sunulur? Misal vermek gerekirse, sigara içenin ayrıcalıklı olduğu mesajı gerçek hayata dönüp de istatistiklere bakıldığında pek de doğru çıkmamaktadır. Bu durumda reklamın tersine, sigara içmeyenler daha ayrıcalıklı olmalıdır. Aynı şekilde Levis giyip de herkesten farklı olacağını düşünen gençler sokağa çıktıklarında giydikleri markanın ne derecede yaygın olduğunu görmelidirler. Fakat durum nedense böyle olmamaktadır. ‘Şeyleşen’ meta, insanın gözünü mi bağlamıştır?
Diane Crane, “Moda ve Gündemleri” isimli kitabında, giyimini dert eden herkesin aslında belli bir ölçüde başkalarının da giyimini taklit ettiğine dikkat çeker. Semt pazarlarından alınan ünlü markaların taklitlerine de ‘Bir sınıf atlama isteği’ olarak yorum getirir (Crane,D. 2010). Marka satın almak, bireyin belli bir kimlik oluşturma aracı olurken, kitle kültürünün sürekli beslediği “Tüketim Toplumu”, şirket logolarını üzerlerinde taşıyan insanlar üretmiştir (Willis, 1993). Bu şekilde yaratılan toplumsal standartlaşma sonucu, popüler kültürün, diğer bir adıyla kitle kültürünün belirlediği standart tüketim davranışları toplumu sürekli etkisi altına almaktadır.
TÜKETİM TOPLUMU KAVRAMI
“Tüketim Toplumu” ya da “Kitle Kültürü” daha önce aralarında Frankfurt Okulu yazarlarının da bulunduğu birçok düşünürce eleştirilmişti. Bu düşünürler kendilerini -potansiyel de olsa- bir toplumsal muhalefetin parçası olarak görüyorlardı. İsteği dışında kendi hakikatine yabancılaştırılmış, iktidarca manipüle edilmiş ama yine de bu durumdan kurtulma umudunun var olduğu bir toplum söz konusuydu.
Rosenau, ‘Post-Modern birey, parçalanmış bir kimliğe karşılık gelir’ der. Kendi temelsizliği üzerine temellendirilen bu özne, ayrık bir kişiliğe ve parçalanmış kimliğe sahip bir “persona” dır. Postmodern özne, paradoksal bir anlam içinde, hem özgürdür hem de özgür değildir: Özgürdür, çünkü olumsal güçler öbeği tarafından belirlenmiş ve biçimlendirilmiştir; özgür değildir, çünkü Adorno’nun söylediği gibi “kendini ‘Ben’ olarak ortaya koyan şey gerçekte bir ön yargıdır.”
Frankfurt Okulu düşünürlerinden Theodor Adorno, Aydınlanmanın Diyalektiği adlı yapıtında ilk kez kullanılan “Kültür Endüstrisi” kavramının doğuşundan söz ederken ilk önce “Kültür Endüstrisi” yerine “Kitle Kültürü” kavramını kullandıklarını belirtmektedir.
Adorno, sözü edilen kullanımın popüler sanatın çağdaş biçimi olarak algılanması olasılığına karşı ‘Kültür Endüstrisi’ ile ‘Kitle Kültürü’ arasında bir ayrıma gittiklerini ifade etmektedir. Kültür endüstrisi, eski olanla tanıdık olanı yeni bir nitelikte birleştirirken tüketicileri kendisine uydurmaktadır. Bu bağlamda da “metalaşma”, “şeyleşme” ve “fetişleşme” kavramları öne çıkmaktadır. Benjamin, Adorno ve Marcuse gibi düşünürlerin kitle kültürüne eleştirel bakışına, yirmi birinci yüzyılda kültür endüstrisinin ana sektörlerinden biri olarak yerini alan televizyonun ve reklamların konumu irdelenirken de gereksinim vardır.
Benjamin’e göre, modern dönemi betimleyen özellikler arasında şunlar vardır: (1) Modern dönemin betimleyici özelliği metaların kitlesel üretimi ve insan ilişkilerinin şeyselleşmiş oluşudur; (2) buna teknolojik değişim neden olmaktadır; (3) bunun sonucu ise, geleneğin ve geleneğe dayanan yaşam tarzının yıkılıp yok olmasıdır; (4) imgeler (imajlar) metalaşmışlar, algılamalarımızın nesneleri olmuşlar, fantazyalarımızın materyalize olmuş biçimlerine dönüşmüşlerdir. Yani, yaşam deneyimlerimiz algılama ve fantazya düzeyinde de değişim göstermişlerdir; (5) imgeler ve nesneler, algılamalarımızın nesnelerine, fantazyalarımızın materyalize olmuş biçimine dönüşüp metalaşmış bulundukları için günümüzde çok önem kazanmışlardır; (6) günümüz yaşamının gerçekliğinin anlaşılmasında, bu nedenle, fantazyaların ve imgelerin tarih ve kültür açısından doğru bir biçimde açıklanması büyük önem taşımaktadır (Aktaran: Oskay, 1981a:4).
BAUDRİLLARD VE YENİ TÜKETİM TOPLUMU
Tamamen bireysel bir bakış açısıyla iktidarı da muhalefeti de eleştirip dışlayan Baudrillard ise yeni tüketim toplumunun artık asıl/kopya, gerçeklik/görünüş gibi karşıtlıklar kurularak açıklanamayacağını, çünkü yabancılaşılan bir insan özünün ve hakikatinin ve buna bağlı olarak hakikati temel alan toplumsal muhalefet biçimlerinin yok olduğunu, bir simülasyona dönüşen gündelik hayatın gönderme yapabileceği dolaysız yaşam biçimlerinin ortadan kalktığını iddia eder. Baudrillard’ı sosyalist görüşten ayıran temel fark budur.
Baudrillard’ın ‘Simulakra ve Simulasyon’ isimli kitabında bahsettiği yalnızlaşan toplumu düşündüğümüzde, bilgi çağıyla yaratılan ‘yapay gerçeklikte’ birey, ‘virtüel ‘avatarı’ ile bütünleşmekte ve kimliğinden uzaklaşmaktadır. Bu yapay gerçeklikte birey, kendi kendisinin kölesi olmuştur. Artık tüm sistem ve düzen değişmiştir.
Dünya düzeninin değişiyor olduğuna dair ilk sinyalleri elbette ki medya vermiştir. Yaklaşık kırk yıl kadar önce, Amerika’da Loud Ailesi ile 1971 yılında başlayan ilk ‘Reality Show’ programıyla artık birey televizyona değil, televizyon onun nasıl yaşadığına bakar olmuştur. Baudrillard, bu bağlamda, ‘Panoptik Gözetleme Sistemi’nden, aktifle pasifin yok edildiği bir caydırma sistemine geçildiğine değinmektedir. Model ve gerçeğin birbirine karıştığı bu “hiper-gerçek dünya” artık bireyi haber yapmaktadır. “Haber sizsiniz, toplumsal sizsiniz, olay sizsiniz…” Yedi ay aralıksız sürdürülen çekimler sonucunda Loud ailesinden geriye kalan ne yazık ki sadece 300 saatlik bir film olmuştur; çift boşanmış, çocuklar ise dağılmıştır. (Baudrillard, J. Simulakrlar ve Simülasyon.1982, s: 53).
Toplumun büyük bir kesimi tarafından ilgiyle izlenen bu tarz ‘Reality Show’larda bireyler kendi kimliklerine en yakın buldukları kişilerle adeta bütünleşerek ‘taraf olma’ ve ‘ötekileştirme’ yaklaşımını göstermişlerdir.
Tüketim Toplumu, bu tarz programlarda da gözlemlenebildiği gibi, radikal bir toplumsal muhalefet yaratamaz. Ancak anomi ya da anomali üretir; amaçsız şiddet, kollektif kaçış davranışları (uyuşturucu, hippiler) yorgunluk, intiharlar, sinir hastalıkları, iç sıkıntısı ve suçluluk duygusu bu topluma hakimdir…
Büyük ölçüde birbirine benzeyen, televizyon dünyasındaki gibi konuşan, gülen, düşünen, giyinen bireylerden oluştuğu için toplum artık varlığının anlamını bulmaya çalışmaz. Toplumla ilişkisini bir dünya görüşü çerçevesinde temellendirmek isteyen birey tipi büyük ölçüde ortadan kalkmıştır. Televizyonda görünen hayat izleyicisine zorla dayatılan, onun yabancısı olduğu bir hayat değildir. İzleyici televizyonda, zaten yaşadığı ya da en azından özlem duyduğu bir hayatın yansımalarını görmektedir. O, ‘Bihter yüzükleri’ ve ‘Shakira kemeri’ alarak mutsuzluğunu gidermeye çalışacaktır.
MUTLULUK VE TÜKETİM TOPLUMU
“Eşitlik talep edilene kadar eşitsizlik yoktur!” J. Baudrillard
Mutluluk kavramının ideolojik gücü toplumsal ve tarihsel olarak modern toplumlarda mutluluk söyleminin EŞİTLİK söylemini canlandıran söylem olmasından ileri gelir. Eşitlik söylemi, SANAYİ DEVRİMİ sonrasında üstlendiği politik ve sosyolojik güç ile mutluluk kavramına devredilmiştir. Mutluluk, ‘eşitlik’ olarak ‘lanse edildiğinde’ ve/veya algılandığında ise, bu kavrama ölçülebilirlik katmak ihtiyacı doğar. Tocqueville, ‘Mutluluk, nesneler, göstergeler ve ‘konfor’ aracılığıyla ölçülebilir refahtır!” der. Kanıtlara ihtiyac duymayan ‘içsel mutluluk’ kavramı, tüketim toplumu inanışında hemen dışlanır! Bu idealde mutluluk, öncelikle eşitlik (ya da ayrıcalık) talebidir ve bu yüzden kendini görünür ölçütler bakımından göstermek zorundadır (Baudrillard, J. Tüketim Toplumu. s:52-53)
Bu toplumun dili tüketimin dilidir. “Bireysel ihtiyaçlar ve hazlar bu dile bağlı olarak sözden ibarettir.”( Baudrillard, J. Tüketim Toplumu. s.88) Haz zevk olarak değil ama yurttaşlık görevi olarak kurumsallaşmıştır. Birey etkin bir şekilde kendini tüketmeye hasretmelidir, aksi taktirde toplum dışı kalmak tehlikesiyle karşılaşır. Marjinal konuma düşmek istemeyen her birey çalışma piyasasına uygun bilgi ve beceri birikimini her an yenilemek, “işin içinde olmak”, giyim kuşamından genel kültürüne kadar her şeyine dikkat etmek zorundadır.
“Tüketmekte ya da tüketmemekte özgür olan savaş öncesinin küçük tasarrufçuların ya da anarşik tüketicilerin artık bu sistemde yapacakları hiçbir şey yoktur.”(Baudrillard, J. Tüketim Toplumu. s.91)
FARKLI İHTİYAÇLAR VE TÜKETİM TOPLUMU
Tüketim toplumunda ruhun yerini beden almış, tutku dışlanmıştır. Bedenin etrafı sağlık, perhiz, tedavi, arzu gibi söylenlerce kuşatılmıştır. Reklamlar bireyi yatırım nesnesine dönüşen bedenlerini keşfetmeye davet eder. Yeni cinsellik ” ‘işlevsel’ bir konuttaki sıcak ve soğuk renkler oyunu gibi sıcak ve soğuktur(s.161). Erotik olan artık arzuda değil göstergelerdedir. “Kadının bedeni… reklamda görülen diğer cinsiyetsiz ve işlevsel nesnelerin türdeşi olur.” (s.162)
Özneye gelince “artık ne ‘kendi’ ne ‘kendi-özne’ ne de dolayısıyla kendinin başkalaşması, yani kelimenin doğru anlamında yabancılaşma vardır (s.240) Tüketimin oyunculluğu içinde bireysel kimliğin trajikliği yok olur.
Tüketim toplumu kültürü halkın ayağına götürür. Bir çift çorap ya da bir bahçe koltuğu, bir kilo domatesle aynı anda hipermarketten alınabilmektedir (s.124). Kültürel nesneler çamaşır makinasıyla aynı tarzda tüketilmektedir. Bu kültür gerçekten kültür sahibi olanları ve geleneksel kültürün kendi kendini yetiştiren marjinal kahramanını dışlar. Tüketim toplumunun kültürü insanları toplumsal ve mesleki olarak bütünleştirir ve birbirlerine uyumlu hale getirir.
Tüketim toplumunun insanı boş zaman etkinliklerini çalışma alanında hakim olan zorlama ahlakı çerçevesinde gerçekleştirir. “Bronzlaşma saplantısı… güneş altındaki bu zorunlu cimnastik ve çıplaklık ve özellikle de eksiksiz yaşamaya özgü bu gülüş ve bu neşe hepsi birlikte aslında ödev, fedakarlık, çilekeşlik ilkesine adanmanın belirtisidir. ” (s.190-191) Aynı zorlama insanlar arasındaki doğal sıcaklık ve gülümsemenin yerini kurumsal nezaketin ve gülümsemenin almasına yol açar. İçtenliğin yok olmasıyla birlikte “… reklamın yakın, içten, kişisel iletişim tarzlarını taklit ettiği görülür.” (s.197) Bireylerarası ilişkilerde varılan nokta gerçek sıcaklığını kaybetmiş bir diyalog zorlamasıdır.
Tüketim Toplumu neden meydana gelmiştir?
Baudrillard, tüketim toplumunun meydana gelişinin altında yatan sebepleri ortaya koyarken, şunları söylemektedir:
“Tarihte aynı olayların iki defa vuku bulduğu olur. Birincisinde bu olaylar gerçek bir tarihî değere sahipken, ikincisi birincisinin karikatürüdür ve grotesk (garip, acayip, fıtrî olmayan) bir serüvendir; efsane olmuş bir atıftan beslenir.”
Bu tespitin ardından Baudrillard, yitirdiğimiz değerleri, gerçeklerinin yerini tutamayan sunî düzenlemelerle telâfi etmeye çalıştığımızı belirtmektedir. Yeşilini yitiren hayatta yok olan insanlık, şehirlerin göbeğinde oluşturduğu sunî teneffüs borusu misali parklarla vicdanını rahatlatmaktadır. İnsanlık, tarihe karışmış bazı güzellikleri, ritüel biçiminde, zorla yeniden güncelleştirerek tüketmektedir.
“Saf ve temiz bir görünüme sahip olmak isteyen her şey karşıtına dönüşmektedir… İktidarlar ancak bir ölüm simulasyonuna baş vurarak gerçek ölümden kaçabileceklerine inanır.” (Baudrillard,J. Simulakrlar ve simulasyon. P:39)
Bu, tüketim toplumunun özelliğidir. Günlük haberlerin acımasız yalancılığı, kitle iletişimi yoluyla bütün felâketlerden yola çıkarak günlük hayatın sadeliğini ve sakinliğini yüceltmektedir. Cinayetler, hırsızlıklar ve tecavüzler her gün haber konusu yapılmakta, bunlardan yola çıkılarak faziletli bir topluma hasret yansıtılmaya çalışılmaktadır.
Tüketim toplumunda yayınlar paradokslarla doludur. Bir yandan asil evlilikler yüceltilirken, diğer yanda “televole” tarzı programlar ile aldatma ve ihanet meşrulaştırılmaktadır. Ailelerin çöktüğü, toplumun felâkete sürüklendiği anlatıldıktan hemen sonra bütün ihanetlerin iç içe girdiği “yalan rüzgârları” estirilip kalan soylu kırıntılar süpürülüp atılmaktadır. Çünkü medya için önemli olan tüketim toplumuna, hızla tüketeceği malzemeyi pompalamaktır. Gâye, sahte ağlamalarla soylu tüketiciyi okşamak, ardından da bedenî hazlara ve doymaz ruhlara yalancı baharlar yaşatmaktır. Yaşatılan baharlarda bir nostalji havası estirilir, erdemler tek tek sıralanırken, hedef, gerçeği yaşanıp bitmiş olayları sembolik olarak tekrar körükleyip tüketim kültürü oluşturmaktır: Tüketim kültürü ya da kültür tüketimi…
Kültürel Yeniden Çevrim (Recycling) veya Tüketilme
Baudrillard “bilgi gelişimi” tabiriyle, bir yeniden çevrimi anlatır. Çünkü günümüzde moda, bilgidir. Enformasyon toplumunun içinde yaşayan her fert, bilgili olmak, gelişmeleri takip etmek zorundadır. Daha doğrusu öyle yapıyor görünmelidir. Yoksa aslında ortada bilgi geliştiren falan yoktur.
Günümüz insanının bilgiye ulaşma çabaları, modayı takip etme gayretiyle aynıdır. İkisinin de yaptırımı içtimaî muvaffakıyet yahut dışlanmadır. Dolayısıyla işimiz, rasyonel bir ilmî birikim süreciyle değil, rasyonel olmayan bütün diğer tüketim süreçleriyle dayanışma içindeki içtimaî yapıyladır.
Yaşadığımız çağda her şey yeniden çevrim sürecinin içindedir. Tabiat, sanat, bilim ve bunun gibi her şey… Tabiat sevgisi, çevreyi koruma çabaları, kirliliğe karşı meydanlarda atılan nutuklar, sanki bütün kötülüklerin müsebbibi kendisi değilmiş gibi, insanoğlunun yaşanmış değerleri sunî olarak yeniden tüketme girişimidir.
Sanat eserlerinin en kıymetlisinden en bayağısına kadar aynı ortamlarda sergilendiği, kıymetsiz olanın kıymetlisine bir zarar vermediği görülür. Nadir sanat eserlerinin kopyalanıp seri olarak üretilmesinde bir mahsur yoktur. Çünkü çevrimde sıra onlara gelmiş, tüketilme zamanı medya tarafından ayarlanmıştır.
Kierkegaard’ın yüz binlerce adet satması, insanların kültür seviyesinin arttığının, onun anlaşılmaya başlandığının göstergesi değildir. Eser kendi özünü büyük ihtimalle kaybetmiş, satın alınan kitapların çoğu medyanın tesiriyle edinilmiş birçoğu da büyük ihtimalle okunmamıştır. Çok satması, sadece çevrim sırasının ona gelmesindendir. Bu çarkın işleyişi nadiren bozulur. Halbuki fikir eserlerinin, cevherin kadrini bilecek azınlık tarafından takip edilmesi belki daha sağlıklıdır. Aksi takdirde eser, kendi referans kodunu kaybedip, harcanma sürecinde, modası gelen bir elbise ya da yeni üretilmiş bir çamaşır makinesiyle aynı semantik alanı paylaşacaktır.
Bilim için de aynı şey söz konusu olmaktadır. İnsanlar ilmî bir dergiyi okumak için aldıkları kanaatindedirler, fakat bir çoğu okunmadan kenarda bekler. Gaye, bir üst kültür seviyesinin paylaşıldığı topluluğa ait olma isteği ve gayretidir. Ortak kodları ve mesajları iletişim maksadıyla kullanabilme isteği, düşünmenin, bilgiyi kullanmanın üstündedir.
En Küçük Ortak Kültür
Televizyon ve radyoların düzenlediği yarışma programlarının aslında hiçbir öğretici yanı yoktur. Katılanların çoğunun heyecandan doğru cevap veremediği, ama yine de mutlu olduğu görülür. Çünkü istediklerini elde etmişlerdir; istedikleri şey paylaşımdır. Paylaşımın modern bir biçimi olan iletişim ve temas hedeflenmiş, o da başarılmıştır. Törenlerle yapılan paylaşımlar günümüzde yerini kitle iletişim araçlarıyla paylaşıma bırakmıştır.
İnsanlar, biyolojik bedenleriyle fiilî olarak bir şeyi paylaşmazlar. Paylaşılan, kitle kültürü olarak adlandırılabilecek en küçük ortak paydadır. Tüketim toplumunda ortalama ferdin sahip olması gereken en küçük standartlar ve moda olan işaretler bütününe ne kadar erişilirse, o kadar başarılı olunmuştur.
Kitle iletişimi, kültürü ve bilgiyi dışlamaktadır. Katılımlar, içi boşaltılmış semboller aracılığıyla gerçekleşir ve hayatın içinde birer merasime dönüştürülerek yüceltilir. Bunda tabiî ki yine yaygın olarak medya kullanılmaktadır.
Medya, tüketicinin davranışlarını yönetir ve insanlara zevkleri hatırlatıp, bu zevklerin nasıl olması gerektiğini öğretir. Reklâmlar, bu konuda ciddî yatırımlar yapılarak geliştirilmekte, insanların eğlenerek ve hoşlanarak seyredeceği şekle sokulmaktadır. Hâlâ “annesinin televizyonunu, margarinini, elektrik süpürgesini kullananlar” dışlanmakta, yeni modeller sunulmaktadır. Alternatiflerin sunuluşu öyle kurnazcadır ki, “alayım mı?” sorusunu sormak aklımıza bile gelmez, “hangisini almayalım?” sorusunu, farkında bile olmadan kendimize sorduğumuzu görürüz.
Reklâmlarda hep “prezentabl” (eli yüzü düzgün, gösterişli) tipler kullanılarak model insan paradigmaları oluşturularak önemli insanların “A” ürününü seçtiği ihsas edilmektedir. Tüketici bu durumda nesnenin faydalılığı ile ilgili soruya değil, nesnenin ona toplumda kazandıracağı statü ile ilgili soruya cevap vermektedir.
Sembollerle kuşatılmış sanal bir dünyada gibiyiz. Mahremiyetin dönüşümünü yaşıyor, kendimize ait bir hayat süremiyoruz. Ferdiyetçiliğin zirvesine çıkma aşkıyla yaşadığımız yılların sonunda en tepeden uçuruma yuvarlanırken, bireyselleşmeyle mahremiyetin farkını çok geç görmenin acısını çekiyoruz. Ne “ben” olarak kalabiliyor ne “biz”e ulaşıyoruz. Başkaları tarafından kurgulanmış bir hayatın figüranlığını yapıp senaryomuzu “öteki”lere yazdırıyoruz. En kötüsü de bunun farkında olmamamız. Öyleyse yapılacak şey nedir? Baudrillard’ın sözleriyle noktalayalım:
“Sistemi başarısızlığa uğratabilen tek şey terörizmdir. Çekilen bir söylevin, ironik bir gülümsemeyle sıfırlanması, kölenin yadsınmayı yadsıyan o bir anlık tavrıyla efendisinin gücünü sıfırlayıp keyfini kaçırması gibi, terörizm de her şeyi tersine çevirdiği sırada, alttakinin bıraktığı izleri silerek onu sıfırlamaktadır… Düş gücünü harekete geçirebilen tek şey terörizmdir.”
KAYNAKLAR
Kitaplar
Baudrillard, Jean (1997). Tüketim Toplumu. İstanbul; Ayrıntı Yayınları.
Baudrillard, Jean (1998). Simulakrlar ve Simulasyon. İstanbul: Doğubatı Yayınları
Baudrillard, McLuhan, Foucoult, Chomsky, Postman, Lacan, Zizek (2003). Kadife Karanlık. (Haz: Rigel N, Batus G, Yücedoğan G, Çoban B.) İstanbul; Su Yayınları.
Benjamin, Walter (1990). Benjamin, Baudelaire ve Pasajlar. (çev.: Ahmet Cemal), İstanbul; Argos Yayınları. 28: 50-52.
Crain, Diane. (2010). Moda ve Gündemleri. İstanbul; Ayrıntı Yayınları
Pepitone, A., (2000). Cross Cultural Research, Sage Publication Inc.
Tomlinson, J. (2010). Kültürel Emperyalizm, İstanbul; Ayrıntı Yayınları
Makaleler ve diğer çalışmalar
http://www.isguc.org/?p=article&id=17&cilt=5&sayi=1&yil=2003
Çek Cumhuriyeti’nde Kürk Çiftlikleri – Michal Kolesar
2010 yılı Ekim ve Kasım aylarında bir kaç arkadaşla beraber Çek Cumhuriyeti tarafından sahiplenilen topraklardaki kürk çiftliklerini ziyaret ettik. Cehenneme 2006 ve 2007 yıllarında gitmiştim, şimdi farklı hayvanları aynı kafeslerde, aynı kaderi beklerken görüyordum. Besle ve öldür. Bir deri bir kemik kalmış cesedi at gitsin ya da bırak birisi yesin, geri kalanın da kanı iyice akıtılsın ve satışa çıkarılsın.
Fotoğraflarda ve videolarda gördüğünüz hayvanların çoğu birkaç hafta içerisinde anı olacak. Benim için acı dolu, net anılar. Yıllar geçse bile buna alışamadım..
Minkleri ve tilkileri mağazaların vitrinlerinde görüyorum, onlara sokaklarda rastlıyorum. Palto olarak, ceket olarak, kürk aksesuarı olarak, bot aksesuarı olarak.
Bana artık bitap düşmüş bir şekilde, başı öne eğik bakan bir tilkiyi düşünüyorum. Bir başkası aklıma geliyor, içinde bulunduğu o küçücük bölmede metal tabağı tırmalayıp duruyordu. Aklıma ölü bir mink geliyor, onu tozların arasından çıkarmıştım. Yaşayan bir başka mink geliyor aklıma, diğer bir minke sımsıkı sokulmuştu, beraber ısınmaya çalışıyorlardı. Bir de kaçan bir minki hatırlıyorum, kafeslerin arasında koşup duruyordu. Bütün o ağlamaları, bağırmaları, çığlıkları düşünüyorum.
Onların yuvalarını çaldılar, ormanlarını çaldılar, sularını çaldılar, hepsini ölümcül bir sıkıntıyla yer değiştirdiler, küçücük bir kafeste sonlarını bekliyorlar. Ardından gaz vererek ya da enjeksiyonla ölüm geliyor.
Bu çiftlikleri benimle beraber ziyaret eden ve benzin parasını karşılayan herkese teşekkür ederim.
Çeviri: CemC
-
Archives
- August 2011 (1)
- June 2011 (9)
- May 2011 (23)
- April 2011 (3)
- March 2011 (27)
- February 2011 (24)
- January 2011 (39)
- December 2010 (12)
- October 2010 (10)
- September 2010 (10)
- August 2010 (21)
- July 2010 (12)
-
Categories
- anti-endustriyalizm
- anti-kapitalizm
- anti-otoriter / anarşizan
- antinükleer
- antropoloji, arkeoloji
- bu topraklar
- e-kitap
- eko-savunma
- ekokoy – permakultur
- ekoloji
- ekolojist akımlar
- ekotopya heterotopya utopyalar
- ezilenler
- gorsel
- iklim
- isyan
- kadın ve doğa / ekofeminizm
- kent yasami
- kir yasami
- komünler, kolektifler
- kooperatifler vb modeller
- ozyonetim
- savaş karşıtlığı
- sistem karsitligi
- somuru / tahakkum
- Su
- sınırlara hayır
- tarim gida GDO
- türcülük, doğa / hayvan özgürlüğü
- totoliterlik / otoriterlik
- tuketim karsitligi
- Uncategorized
- yerel yönetimler
- yerli – yerel halklar
- yeşil kapitalizm
-
RSS
Entries RSS
Comments RSS