ecotopianetwork

Patlayan Karpuz – Metin Yegin

Karpuzlar hızla büyüyor ama nasıl hızlı. Çin’in doğusunda Jiangsu eyaletinde bütün endüstriyel çiftçiler çok mutluydu. Sosyalist(!) gelişmenin ürününü elde ediyorlardı. Hızlı büyüsün diye kimyasal spreyler kullanılıyordu. Ne güzel kolay ve kocaman. Diyarbakır karpuzunu neredeyse üç-beş günde solluyordu karpuzlar. Hemen market raflarında yerini alıyor ve çok çok kar ettiriyordu.

Şimdi karpuzlar patlamaya başladı. Oldukları yerde market raflarında, taşıma kamyonlarında ve henüz tarlalada patlamaya başladılar. Çok üzülüyor şimdi sosyalist(!) ülke, kapitalist çiftlik sahipleri. Çinli yetkililer de çok üzüldüler tabi ama Sağlık Bakanlığı hemen müdahale ederek açıklama yaptı. Bütün dünyanın Sağlık Bakanları gibi duyarlıydı. Büyüme hızlandırıcı kimyasalların bütün onayları aldığını ve sağlığa zararlı olmadıklarını söyledi. 

Caracas’ta bir barda konuşuyorduk. Venezüela ticaret bakanı Samos ve Serge birlikte anlatıyorlardı. Serge Golart, Brezilya işgal fabrikaları koordinatörüydü. Brezilya’da işgallerine katılmıştım. İyi arkadaştık. Sözü birbirlerinden alarak, gülerek anlatıyorlardı; ‘Çin ticari heyeti geldi. Venezüella’da elektronik fabrikası açmak istiyorlardı. Samos, sen de çıkma dedi. – 8-9 kişiydiler. Çoğu Çin Komünist Partisi Merkez Komitesi üyesiydi. Diğerleri de iş adamları. İki ülkenin ortak yatırımı olacaktı. Sermaye önemli değil dediler. Biz hepsini koyabiliriz. –Normalde iki ülke yatırımı olduğunda tabi ki yarı yarıya konmalıydı sermaye- Önemli değil biz hepsini koyabiliriz dediler ama koşulları konuşmalıyız. İlk şartımız sendika olmayacak… Burada anlatmayı ikisi de kesti. Ben de aradıkları şaşkınlığı bulmaya çalıştılar. Şaşırmamıştım. Çin merdiven altı atölyeleri yoksulluğunu iyi biliyordum. Devam ettiler. –Yok dedik yoldaş Çin Komünist Partisi Merkez Komitesi üyelerine doğru. Burası Venezüela, Bolivarcı hükümet ve biz bunu kabul edemeyiz. Tamam tamam dediler. Bu koşulu şimdilik geçelim. Diğer teknik konuları konuşmaya başladılar. Venezüela’da da bu hep böyle değildi. İkisi de biliyordu. Ben de ses çıkarmadım. Bir gün sonra devam etti toplantı. – Ben yoktum o gün dedi Serge.- Samos devam etti. -Geldiler masaya oturdular ve ilk olarak sendika istemiyoruz diye başladılar…

Çin’de zehirli gıdalar ilk değil. Bir deterjan maddesi olan Boraksa batırıldıktan sonra sığır eti olarak satılan domuz eti, kadminyumlu pirinç, arsenikli soya sosu, hayvansal antibiyotikli fasülye filizleri yasal ve yasal olmayan bir sürü şey tüketicilerin hizmetinde. Yasa dışı olanları engelemek için önlemler de aldı Çin hükümeti. Bazı yakaladıklarını idam ettiler. Bir şey değişmedi tabi ki. New York Times bu sorunun ortadan kalkmamasını, Çin hükümetinin sıkı yönetimi nedeniyle, olmayan tüketici lobilerine bağlıyor. Komik. Bu haberin hemen yanında ABD’de balık çiftliklerinde yetişen Çipuraların faydasız bir besin olmasından ve zararlarından söz ediliyor.

Çin’de zehirli gıda her yerde. Dünyada her yerde. Zehirli gıda, kapitalizm ve endüstriyel üretim bütün insanlığı zehirliyor. Doğanın basit bir dengesi var, daha doğrusu vardı. Siz toprağın altındaki bütün her şeyi alırsanız bir daha artık size verecek bir şeyi kalmaz. Çok basit ve temel bir kural bu. En zehirlisi ‘Daha çok tüket, daha çok kar et ve daha hızlı ve daha hızlı’…

Bütün bunlardan dolayı ekolojik demokrasi, sadece hormonsuz domates demek değil. Ekolojik demokasi mutlaka kapitalist kar ve hırs dışında bir şey.

Bir dahaki hafta patlayan karpuzlar gibi patlyacak olan Diyarbakır mütahit ekonomisi üzerine yazmak üzere. Ben kerpiç dökmeye döneyim.

Advertisement

May 23, 2011 Posted by | anti-endustriyalizm, anti-kapitalizm, sistem karsitligi, tarim gida GDO | Leave a comment

Gıdada Dönen Oyunlar – Toprak üretim bandı değildir!

El değmemiş yörelere ulaşıp en kolay biçimde en çok kara ulaşmak isteğiyle Afrika’nın içlerine uzanan yolları inşa eden, madenler kazan beyaz adamın kestiği ormanlardan, kazdığı damarlardan hala oluk oluk kan akıyor. Kuzey Amerika’da ormanları yiyip tüketmek için yollar açanlar bugün dünya tarımının yok oluşuna giden yolu da aynı umursamazlık içinde inşa ediyorlar.

GMO-GerHer zaman olduğu gibi sağlığımızla ilgili bir tartışma, medya yayınlarının ve gazete yazarlarının, tekellerin yanında saf tutma çabaları ile bir karmaşaya döndü. Bizim popüler yazarlarımızın yazıları Red Kit’teki şarlatan doktorların ilaçlarına benziyor. Ambalajı çok süslü, büyük bir bağırış, şamata ve temaşa ile satışa sunuluyor ve “derde devadan gayrı” her işe yarıyor. Basınımızda sür git devam eden bağırtıya bakıyoruz “GDO hakkında her şey” başlıklı yazılarda her şey var; sadece şu sorulara cevap yok.  GDO nedir? Ne işe yarar? Neden yapılır? Yapan nasıl yapar? Yiyen nasıl yer?
Yarınlar’ın çevre konusundaki tutumunu daha önceki yazılarımızda ilan etmiştik. Dileyen okurlarımız “Çevreye Saygılı Tüketiciler Olmayacağız” başlığı ile ilan ettiğimiz bu konudaki görüşlerimize internet sitemizden ulaşabilirler. GDO konusunda devam eden laf kalabalığına bakınca bu konuda bazı çizgilerin kalın biçimde çizilmesi gerektiğini ilan etmek ihtiyacı duyduk.
GDO, bir üretim tekniği değildir. Kapitalistlerin daha fazla kar amacı ile açtıkları ve sonunda kitlesel açlığa gidecek bir yoldur. Yağmur ormanlarını, “depo alanı açmak”, “ineklere otlak açmak” gibi aklın almayacağı bir gerekçeyle yok edenlerden başka bir şey beklemek saflık olurdu zaten. Onlar için üretim tekniğinin iki nedeni olabilir; birincisi kar maksimizasyonu, ikincisi askeri teknolojinin yükseltilmesidir. Para kazanmak ve adam öldürmek amaç olmadan adım atmaları mümkün değildir. Osmanlı’da yabancıların inşa ettiği ilk demiryolu hatlarına bakınız. El değmemiş yörelere ulaşıp en kolay biçimde en çok kara ulaşmak isteğiyle Afrika’nın içlerine uzanan yolları inşa eden, madenler kazan beyaz adamın kestiği ormanlardan, kazdığı damarlardan hala oluk oluk kan akıyor. Kuzey Amerika’da ormanları yiyip tüketmek için yollar açanlar bugün dünya tarımının yok oluşuna giden yolu da aynı umursamazlık içinde inşa ediyorlar.

Neden GDO?
GDO’ların içinde sakladıkları şey adında saklı, Genetiği Değiştirilmiş Organizma. “Duyarlı çevreciler” biraz da naif bir tutumla GDO’lu “şeylere” “Frankeştayn Gıda” adını takmışlar, oysa üreticiler bile ürettiklere şeylere “gıda” diyemedikleri için “organizma” diyorlar, eskiden sebze olan ama şimdi akrep veya balık geni taşıyan bir “şeye” nasıl olur da “gıda” dersiniz? Bir de sorun bulmuşlar hep birlikte bağırıyorlar, GDO alerji yaparmış. Soya fasulyesine alerjisi olmayan birisi, içinde bulunan ne idüğü belirsiz yaratık genine alerjisi olduğu için rahatsız olabilirmiş. Tabii bu düzeyde bir muhalefet yapıp, bir de üzerine cevizden, fındığa, baldan, yoğurda kadar bin bir tane ilgisiz ürünü de işin içine katınca pek muhterem yetkililerimiz de, “alerjisi olan yemeyiversin, yediyse karbonatlı suyla maden suyu içsin, o da olmadı gelsin ben öpüvereyim de geçsin alerjisi” demeye getiren açıklamalar yapmaya başladılar. “GDO nedir?” demeden, “fındıkta var mı?” “çayda yok mu?” “Binde dokuz mu var, yüzde iki mi var?” demeye başladık. Bu ülkede öldürücü dozda tarım ilacı kalıntısı bulunan sebze-meyve hallerde serbestçe satılıyor, ihraç edildiği ülke gümrüğünden sağlığa aykırı diye iade edilen yiyecekler zincir mağazalarda hemen yer buluyor, “siz hangi laboratuarda ne GDO’su tespit edeceksiniz ey zübükzadeler” diye soran olmadı, olanların da ne yazık ki sesi gür çıkmadı.
GDO tartışmalarında gözden kaçan en önemli gerçek GDO’nun neden ortaya çıktığıdır? Bu sorunun cevabı verilmeden GDO hakkında söz söylemek mümkün değildir. Bu soruya verilen cevapları inceleyelim.

GDO tezlerine cevaplar
Ortaya atılan savlardan birisi “Dünyada açlık olduğu bu nedenle üretimi arttırmak gerekliliği” iddiasıdır. Sadece ABD’de bulunan evcil hayvanları beslemek için kullanılan kaynakla dünyadaki açlık sorunu sona erebilir. ABD’de bulunan inekleri beslemek için kullanılan tarım ürünleri de dünyadaki açlığı sona erdirebilir. Fiyat politikası nedeniyle pazara sürülmeyen ürünler pazara sürülebilse, açlığın çözümü yolunda önemli bir adım atılmış olur. Fiyat politikası yüzünden ekilmeyen ürünler sorunu, (besin olarak kullanılabilen ürünler yerine süs bitkisi veya üst gelir grubuna yönelik minyatür sebze vb. yetiştirilmesi sorunu) ortadan kalksa açlık sorunu ortadan kalkar. AB’nin uyguladığı kotalar yüzünden atıl duran tarım arazileri kullanılsa veya Türkiye gibi ülkelerde çiftçinin ekonomik gücünün ortadan kalkması nedeniyle boş olan araziler ekilmeye başlansa açlık sorunu gene çözülebilir. Gördüğümüz gibi açlık konusunda bir çırpıda ne çok çözüm saydık, üstelik tüm bu çözümler sistem içi çözümlerdir. Batı dünyasının kozmetik sanayine ayırdığı sermayenin bu işe kanalize edilmesi halinde veya batının sömürgeci geçmişi nedeniyle sömürülen ülkelere hakları olan tazminatın ödenmesi halinde de dünyadaki açlık sorunu sona erdirilebilir. Ama bu yazıda kapitalist paradigmalar içinde kalmak tercih edilmektedir. Açıkça görüldüğü üzere kapitalistlerin umurunda olsa dünyadaki açlık sorununu ortadan kaldırmak mümkündür. Ancak açlık çekenlerin bir pazar olmaması nedeniyle kapitalist üretici onları ne görebilmekte ne de duyabilmektedir.
“Daha az zahmetle daha çok ürün elde etmek hedeflenmektedir.” Bu iddiaya göre GDO, değiştirilmiş genetiği sayesinde zararlılarla kendi kendine savaşacak ve bu sayede daha az tarım ilacına ihtiyaç duyulacaktır. Tarım ilacını para ile alıyor olmasak, bu yalana belki inanabilirdik, oysa modern çağda hiçbir firma, tek amacı para kazandıran bir sektörü ortadan kaldırmak olan bir icada imza atamamıştır. Bu tür buluşlar, yeni üretim teknikleri, patentinin satın alınması, hatta patent sahibi firmanın satın alınması gibi yöntemlerle buzdolabına kaldırılmıştır. GDO’lu ürün içeriğindeki canavar genler sayesinde bazı tarım “zararlılarını” bertaraf edeceğini doğru kabul etsek bile, tarım ilaçlarına yönelik ihtiyacı ortadan kaldırmayacağını tohum üreten firmalar dahi belirtmektedir.
“Ürünlerde standardizasyon sağlanacak, üretim takvimi şaşmaz bir kesinliğe yaklaşacaktır.” Bu iddianın şimdilik büyük ölçüde doğru olacağını kabul etmek gerekir. Ürünler aynı sürece tabi olacak, tohum atıldıktan kaç gün sonra çimleneceği, ne zaman hangi ilacın/hormonun verileceği, hangi boya kaç günde ulaşacağı ve ne zaman hasat edileceği önceden bilinebilecektir. Genetik bozulmanın çevre ve özellikle tozlanmayı sağlayan böcekler üzerinde yaratacağı etkiler, gen kaçması sonucu civar bitkilerde ve toprakta meydana gelen bozulmanın etkileri ile birleşince orta vadede bu “tanrısal takvim” hesabının tutmayacağını öngörmek kehanet değildir.
Ama biz bugüne bakıyoruz, ticari tüm bitki türlerinin tohumdan, hasada hangi süreçten geçeceğinin zaten biliniyor olduğunu, bu süreçte birkaç haftalık sapmalar yaşanmasının simsarlar/tüccarlar eliyle kar fırsatları yaratmak dışında bir zarar yaratmadığını göz önüne aldığımızda bu standardizasyon hevesine daha yakından bakmak gerekmektedir. Sürece biraz dikkatle bakan herkesin göreceği üzere kapitalizmin heveslendiği şey, toprağı bir üretim bandına çevirmekten başka bir şey değildir. Sermaye sahibi tüm girdi ve çıktıları kontrol altında tutacağı bir süreç yaratmak hevesindedir. Tohumun kimden alınacağı, sürecin hangi gününde hangi marka ilacın kullanılacağı, hangi aşamada hangi marka hormon kullanılacağı önceden belirlenmiştir. Emperyalist çağda kapitalistler kitaba tam anlamıyla uygun davranmakta, sermayenin tümüyle kendi elinde toplanmasını hedeflemektedir. Heveslendikleri şey tüm tarımsal üretimin, aynı sermaye grubunun farklı şirketlerine hizmet edilecek entegre bir sürece dönüşmesidir. Toprağın sahibi olan çiftçi sınıfsal konumunu kaybedecek, kendi toprağı üzerinde olmasına rağmen GDO’lu ürünün patent haklarını elinde tutan firmanın işçisi haline dönüşecektir.

Çiftçi üretim sürecine yabancılaşacak
GDO’nun tehlikesi alerji yapması değil, tohumun toprağa, çiftçinin tarıma yabancılaşacak olmasıdır. Tarih gözlerimizin önünde tekerrüre girişmiştir. Önümüzdeki dönemde yaşayacağımız şey çiftçinin üretim sürecine yabancılaşması olacaktır. Bugün bu tür bir iddia bize fütüristik gelebilir. Toprağı asırlardır eken biçen ellerin, tarımsal üretim sürecine yabancılaşması inanılması güç bir iddia gibi gelebilir. Oysa tohumluk ayırmayı bırakmakla başlayacak olan bu sürecin, çiftçiyi toprağın dilini anlamaz hale getirmesi sadece bir veya iki nesil sürecektir. Bugün kendi toprağının sahibi olan çiftçi, bu toprağın üzerinde sertifikalı tohumun boyunduruğu altına girecek, önce tohum fabrikasının acentesi, sonunda maaşlı elemanı görünümüne girecektir.
Çiftçi ürettiği mahsul içinden tohum alamayacak; mekanik biçimde, sertifikalı tohum paketinde yazan günde, paketin üzerinde yazan ilacı paketin üzerinde yazdığı biçimde uygulamak dışında hiçbir şey yapamaz hale gelecektir. Asırlardan süzülen tecrübe ile bildiği yöntemlerin pamuk veya domates görünümlü akrebin üzerinde bir işe yaramadığını hatta zararlı olduğunu görecek, sadece talimatları sıkı sıkıya uygulamak dışında bir seçeneğinin olmadığını fark edecektir. Bu durumun kitaptaki adı yabancılaşmaktır. Ürettiği parçanın takılacağı makine hakkında bilgisi olmayan bir işçi gibi çiftçi de yüzlerce yıla dayanan, nesillerden beri biriktirilmiş olan üretim tekniğini diğer bir deyişle bilgi sermayesini, (know-how) yitirecektir. Üstelik toprağının sahibi olan çiftçi cebine bir kuruş girmediği halde toprağını (sermayesini) tohum tröstlerine devretmiş olacaktır.
Etrafındaki tarlalarda GDO’lu ürün ekilen bir çiftçi, kendisi GDO’lu ürün ekmiyor olsa dahi, tozlaşma yoluyla gerçekleşen gen kaçması denilen genetik transferden ötürü tohumluk ayıramaz hale gelebilecektir.
Burada bazı okurlar haklı olarak, “ben domatesi daha ucuza yedikten üstelik çiftçinin cebine de para girmeye devam ettikten sonra sermayesinden kime ne” diyebilirler. Sözleşmeli çiftçiler kısa dönemde eskisinden daha çok para da kazanabilirler. Ancak GDO’lu ürünlerin uzun vadede nelere neden olacağı bilinmemektedir. Bugün çok verimli olduğu söylenen bir türün aradan on yıllar geçtikten sonra ne olacağını bilen hiç kimse yoktur. Bugün kar hırsıyla önüne geçen her şeyi ezen bir sel gibi akan bu tohumlar, normal üretim biçimini ve normal tohumları yok ettikten sonra ortaya çıkacak olan bir sorun, çok kısa sürede tarımsal üretimde kitlesel açlık tehlikelerine neden olabilecek bir mesele haline gelecektir.
Bu anlattıklarımız bazılarına kara ütopyalar gibi gelebilir. Onlara Türkiye’de 2001 krizinde canlı canlı gömülen piliçleri hatırlatmak isteriz. Adına “tavukçuluk” denildiği halde aslında “piliç taşeronluğu” olan bir sistem kurulmuştu ülkemizde. Yurtdışından gelen civcivler, yurtdışından gelen yemlerle beslenip 28 gün sonra “tavuk” oluyorlardı. Bu 28 gün boyunca onlara bakan kişilerin süreç hakkındaki bilgileri ithal piliçlere, ithal yemleri vermekten ibaretti. 2001 krizinde döviz bir anda aşırı değer kazanınca yem ithalatı durmak zorunda kaldı. Sözde tavuk çiftlikleri ellerindeki civcivlere 28 günün kalan kısmında bakıp, büyütme işini yapamadılar. İthal yem olmadığında yapacakları konusunda hiçbir bilgileri yoktu. Tavukları açtıkları çukurlara gömdüler. Kontrol etmek isteyenler için o günlerin gazetelerine ulaşmak çok kolay.  
Kitlesel açlık tehlikesinin doğması içim mutlaka genetik bir felaket olmasına da gerek yok. Kapitalistlerin kar hırsıyla yaptıkları bu hesapsız saldırılar savuşturulamazsa; finanssal bir kriz, tohum şirketinin bir fikri mülkiyet davasına konu olması, hatta büyük hissedarı öldükten sonra karısı, çocukları ve metresi ile çocukları arasında çıkacak bir anlaşmazlığın doğuracağı bir dava bile milyonlarca insanı açlıkla burun buruna getirebilecektir.

http://www.yarinlar.net/sayi-25-aralik-2009/gidada-donen-oyunlar-toprak-uretim-bandi-degildir.html

March 22, 2011 Posted by | anti-kapitalizm, tarim gida GDO | Leave a comment

Küreselleşme Kıskacında Trakya Tarımı – Emet Değirmenci

Emet Degirmenci
Küreselleşme Kıskacında Trakya Tarımı

1980 sonrası dünyada esen neo-liberalizm rüzgârı Turgut Özal’ın özelleştirme politikalarıyla Türkiye’nin tarımının da canına okumaya başladı. O tarihe kadar özellikle hububat üretiminde Türkiye dünyada kendine yeten birkaç ülkeden biriydi. Askeri rejimle demokratik hakların da ortadan kalktığı sonraki yıllarda ülkenin içine düştüğü ekonomik çıkmazlarla IMF uyum paketleri Trakya dahil ülke tarımını hızla (bilinçli olarak) küresel sermayenin çıkarları doğrultusunda şekillendirmeye başladı. Bu da kendine özgü yeterliliği olan geleneksel aile tarımını yok etmekti.

Bir tarım uzmanı değilim. Uzun yıllardır ekoloji hareketine yalnızca Türkiye değil (son 13 yıldır yaşadığım değişik ülkelerde de katkı vererek) olup bitenler hakkında küresel bir profil görmeye çalışıyorum. Mühendis altyapısina sahip olmama yanı sıra son yıllarda (uzun süredir toplumsal projelerde kazandığım deneyimlere dayanarak) ekolojik restorasyon ve permakültürü (sürdürülebilir yaşam tasarımı) meslek edindim. Bu yazıda Trakya’nın tarımını küresel sermayenin etkisinde nereye gidebileceğini tartışacağım.

Avrupa Birliği’ne Uyum ve Küresel Sermaye:

Kapitalizmin ‘büyü ya da öl’ işleyişi 20. yüzyılda daha da içselleşti ve derinleşti. Daha önce geleneksel aile tarımıyla kendine yeten çiftçiler artık İngilizce’de adı ‘agribusiness’ olarak bilinen tarım işletmeleri haline gelmek ya da ortadan kalkmak durumundadır. Bir başka deyişle; artık çiftçi büyük alanlarda yığınsal ürün üretmelidir. Böylece büyük alanlarda aynı türden plantasyon yapılacak monokültürel tarım dayatılacaktı. Bu tür bir aktivite için de devasa çiftliklere gerek duyulacaktır. Buğünden belirtileri göründüğü gibi artık çiftçiler bir işletmeci olarak yanlarında ücretli elemanlar çalıştıracak, paketlemeyi ve ürün standardını (organik dahi olsa) endüstriyel pazarın belirlediği şekilde yapmak zorundadır. Ancak bu tür bir işletmecilik küçük parçalı topraklarda olmayacağından ve de tarım kredilerinin faizleriyle küçük çiftçinin yaşaması mümkün olamadığından bir dizi geleneksel aile tarımcılığı zaman içinde hızla yok olmaktadır. Çiftçi Sendikaları Başkanı Abdullah Aysu 2009 yılı itibariyle bu sayıyı ‘her 50 saniyede bir çiftçi iflas ediyor’ şeklinde dile getiriyor. (1) 2010 yılında Trakya ya yaptığım ziyaret sırasında duyduğum gibi topraklarını büyümekte olan (Avrupalı ya da yerli)büyüklere’ satmak zorunda bırakılan çiftçiler ise büyük kentlerde iş ve aş arama peşine düşüyorlar. Bazıları turistik yerlerde garson, şoför ya da temizlikçi gibi düşük nitelikli sayılan mevsimlik işlerde çalışırken bazıları da sattıkları tarlanın parasıyla köşe başı bakkalı açıp modern kent yaşamına ayak uydurmaya çalışıyor. Hatta elindeki sıırlı sermayesiyle köyün zorlularından kurtulup pembe hayaller kurabiliyor. Öyle ya… hatta çocuklarını da okutur kendi çektiği zorluklardan onları sakınmış olabilirdi. Bu yarı umutvar kent yaşamının cazibesiyle çiftçiliği sonlandırma süreci Trakya’da hala devam ediyor ki; burada gençleri tarlada çalıştırmak zordur deyimini sıkça duymaktayız.

Bunun yanında TEKEL, Et-Balık, SEK’e kadar bütün kuruluşların ortadan kaldırıldığını da eklemek gerekir. Küçük çiftçinin ürününü alan bir zamanların Trakya Birlik’i artık ayçiçeği yerine kanola bitkisi üretmeyi teşvik etmektedir. Oysa kanola yağı besin değeri olarak Batı ülkelerinde yüzüne en son bakılan yağdır.

Bir de yıllardır giremediğimiz şu Avrupa Birliği var…ve daha on yıldan önce girebileceğimizi sanmadığım Avrupa sevdası kendine yeterliliğimizi silip süpürme yolunda iken… Oysa Yunan ekolojistleriyle yaptığımız bir diiz çalışmada kendileri girdiklerine bin pişman olduğunu belirtir hep. Çünkü Avrupa Birliğinin istediği yönde üretim yapmak zorunda bırakılmaktan ve bu nedenle biyolojik çeşitliliğin azaldığından yakınılıyor. Hatta bazen eğer Avrupa’ya fazlaysa tonlarca ürünün tarlada bırakılmak zorunda olduğundan dem vuruyorlar. Bunun yanında yerel halkın gereksinim duyduğu o topraklarda yetişebilen gıdalar ise dışardan alınmak zorundadır. Bu durum şu anki Türkiye ye de yabancı değil diyebilirsiniz. Ama Avrupa Birliği parçası olunca da durum daha da vahim olabilir.

Monokültüre dayalı üretim Genetiği Oeğiştirilmiş Organizmaları (GDO) da beraberinde getiriyor. Örneğin Trakya’da üretilen kanola bitkisi bugün değilse bile yarın GDO’lu olabilir. Çünkü Türkiye’de de GDO’lar 2010 yılı itibariyle resmen serbest bırakıldı. Böylece komşu tarlada hala sağlıklı yiyecek yetiştirme şansı dahi tanımıyor. Çünkü araştırmacılar tarafından genetiği değiştirilmiş organizmaların polenleri 15 km kadar geniş bir alanı rüzgârla etkileyebilir deniliyor. Bunun yanı sıra GDO’lu tohum firmaları pazara yayılmak için cazip olanaklar yaratıyor. Örneğin zaten tohum alma zorluğu içinde olan çiftçi için haşere ve yabani ot öldürücülerle birlikte paket halinde tohum almak daha ekonomik görünüyor. Üstelik çıkacak tohumun terminatör tohum dediğimiz kısırlaştırılmış tohum olduğunu bilmeden. Böylece çiftçinin en doğal hakkı olan gelecek yılın tohumunu dahi kendi tarlasından alması önleniyor. Kısacası kendisine % 100 bağımlı çiftçiler oluşturuyor.

Trakya’da olup bitenler elbette dünyadan bağımsız değildir. Tarımın şirketleşmesi bizim gibi ülkeleri daha kısa sürede ve daha derinden sarsarken örneğin, Avrupa’da birazdaha entervali geniş 2 dakikada bir çiftçinin iflas ettiği Aysu’nun yukarıda belirttiğimiz yazısında açıklanıyor. Monsanto ve Cargil gibi dünya tohum tekelleri ise Türkiyede de görüldüğü üzre küresel ölçekte yayılmaya devam ediyor.

Küresel sermaye tarım işletmeciliğini elbette yalnız toprak birleşimiyle yapmıyor. Aynı zamanda Türkiye tarımını da havzalara ayırmaktadır. Bunu yaparken yörenin ekolojik bütünlüğüne ve yerel gereksinimlere bakmaksızın… Oysa Hintli bilim kadını, yazar ve aktivist Vandan Shiva önce ailenizin, sonra oturduğunuz yerdeki pazarın, eğer hala fazlanız kaldıysa bölge pazarının gereksinimini doyurun der. Uluslararası pazara gelince tüm bunlardan arta kalan gitmelidir diye de ekler. Shiva yazılarında ve konuşmalarında küresel kapitalizmin ‘Büyü ya da Öl’ politikasının Hindistan’da çok açık bir şekilde görüldüğünü sıkça dile getirir. Bu politikadan ötürü kredi borcunu ödeyemeyen ve kendine bir gelecek göremeyen çiftçilerin doksanlı yıllarda kitlesel halde intihar etmelerine tanık olan Shiva, bunun sonucu olarak NAVDANYA diye adlandırdıkları tohum koruma kuruluşunu halka dayanarak kurar. Böylece 200’den 20’ye düşmüş olan pirinç vb. bitki tohumunu koruyarak geleceği kendi ellerine almaya çalışmanın gğcğ ve onuru paylaşılır.

Bir de Trakya’daki Ergene Havzası‘na değinecek olursak yatırım ve diğer endüstride kullanılan kimyasallar sonucu Ergene Nehri’nin siyah ve köpüklü akmasının yanında Ergene havzasında oranın ekolojisine ve yerel halkın gereksinimlerine yönelik bir tarımın beli kırılmıştır. Çünkü sürekli revizyondan geçirilen havza modeli 2004 yılında yürürlüğe giren 1/100.000 ölçekli “Ergene Havzası Çevre Düzeni Planı”nı da 2020 yılına yönelik TAB (Tarımsal Alt Bölge) ve TOB (Tarımsal Organize Bölge)larla “geleceğin tarımını şekillendiriyoruz” adı altında sürdürülebilir havza yönetiminden uzaklaştırılmak istenmektedir. Böylece küresel sermayenin güdümüne daha kolay sokulabilecektir.

TAB ve TOB’ lara karşı mücadele:

2009 yılında öne sürülen Trakya’nın toprak yapısına bağlı olarak 19 adet TAB, 12 adet de TOB kurulması hedeflenmektedir. Alt bölge planlaması olarak konu edilen TAB ve TOB projelerinin ne olduğu ve hangi amaca hizmet edeceği ise açık değildir. Trakyalı avukat Bülent Kaçar kaygılarını şöyle dile getiriyor:
Ergene nehrinde ve havzasında davalı idarece etkin idari tedbirlerle önlenmeyen kirliliğin, yeraltı ve yerüstü sularını da kirlettiği gerçeğini dikkate aldığımızda, revizyon plan olduğunu iddia eden “YENİ PLAN”ın kirliliğin önlenmesini hedeflemediği, aksine havzayı ve sularımızı kirletici yeni yüklerin bölgeye taşınmasına, yerleşmesine olanaklar sağladığı görülmektedir… Çünkü revizyon planında, sürdürülebilir yaşam ve bilimsellik esas alınmamıştır (2).

Kaçak sanayi yapılarına af getirerek meraların dahi zamanla kamusal alan statüsünden çıkarılıp özelleştirmeye açabilecek bu gidişata dur demek gerekir. Kaçar aynı yazısında 2004 Bütünleşik Sürdürülebilir Havza Yönetimi Statik değil dinamiktir diyor.

2009 da ABD’nin Washington eyaletinde küreselleşmeye karşı tarım içerikli katıldığım çalıştayda geleceğin sağlıklı tarım modeline ilişkin geçmişten bir dizi ders çıkarılıyor. Geleneksel aile tarımının geçmişte Amerikan nüfusunun %70 ini beslediği anımsatılıyor. Sağlıklı bir gelecek açısından tekrar o yöne doğru bir dönüş olması gerektiği üzerinde duruluyor ve halkın hükümete bu konuda büyük bir baskısı var. Bunu da 1970’ lerde başlattıkları Topluma Dayalı Tarım (Community Supported Agricultrure) yoluyla daha geniş ölçekte uygulamak istiyorlar. 20 yılı aşkın bir çabanın ürünü olan Toplum Destekli Tarım (TDT)’da bugün ülke genelinde yaklaşık 600 ekolojik aile tarımını koruyor. Böylece kentte yaşayan ve yiyecek yetiştirecek zamanı olmayan kişiler kırsal kesimdeki geleneksel tarım emekçisinin ürününü (üyelik sistemiyle) sürekli alacağını taahhüt etmiş oluyor. Bu şekilde kentli hem sağlıklı ürün tüketmiş oluyor, hem de yediği ürünün nereden geldiğini ve hangi koşullarda yetiştirildiğini biliyor. Hatta karşılıklı birbirini destekleyen bu bağ vasıtasıyla ekim ve hasat zamanlarında çiftçisinin düzenlediği festivallere katılarak konserve yapmaktan tohum korumaya kadar yeni beceriler kazanma olanağına sahip olup üreticisiyle yüzyüze bağlantı kurmuş oluyor. Buna benzer yerel üretim ve tüketim zinciri oluşturan sistem Avrupa’da ve Asya Pasifiğin birçok ülkesinde de yaygınlaşarak uygulanmaktadır. Örneğin Yeni Zelanda’daki TDT zincirine Wellington bölgesi odaklı iki yıl destek verdim ve sonuçta yeni bir diriliş yaşandığını görmek beni mutlu etti. Böylesi bir yapının insanlara ve doğal çeşitliliğe neler kattığını sonsuz. Aslında bize köy enstitülerini anımsatan kentle köyün bağlantısını sağlayacak biylesi bir modelin Türkiye de çok yakışacağını düşünüyorum. Trakya’da ve Türkiye’nin diğer bölgelerinde de buna benzer ekolojik üretici – tüketici zinciri kurulabilir. Yoksa ne AB’ye girmek ne de dünya pazarına açılmak için tarım işletmeleri kurup tarımı modernleştirmek biiz kurtarmıyacağı gibi daha da kütüye sirikleyecektir.

Neler Yapılabilir?

Çok geçmeden elimizde kalanları tutmak ve geliştirmek açısından diğer bir örnek de Latin Amerika’dan vereyim. Yukarda belirttiüim Washinton çalısmamızda 500 yıllık tarım örgütü La Via Campesina dan da çiftçi liderleri vardı. Via Campesinalı çiftçileri yüzyüze tanıdıktan Yiyecek Özgürlüğü Hareketine daha fazla zaman ayırmaya başladım. 2004 yılında İtalya’nın Roma kentinde yapılan Birleşmiş Milletler Yiyecek Güvenliği Zirvesi’ nde umutvar bir çıkış göremeyen Vıa Campesina çiftçileri yerel ölçekte ve ülke bazında örgütlenme modeli önerdi. O günden bu yana dünyanın 160’dan fazla ülkesde örgütlenerek yiyecek üretiminde kadın-erkek eşitliğinden tarım işçilerinin etik ve insani koşullarda çalışmasına ve her ülkenin yiyeceği hakkında kendi politikasını oluşturması yolunda önemli adımlar atıyor. Kısacası Via Campesina tüm yiyecek üretiminin bir sistem olarak tümden demokratikleştirilmesi üzerinde duruyor. Trakyalı çiftçi bugün ürün bazında yapılanmakta olan tarım sendikaları ve genel olarak Türkiye Çiftçi Sendikaları şemsiyesi altında güç birliği yapabilir. Yoksa kente göç eden Trakyalı çiftçiye çok geçmeden kent yaşamı dar gelecektir. Çünkü yazın gidip kuru bakliyatını getireceği köy arazisi de zamanla ortadan kalkacaktır. Hatta ilerde köyüne dönüp sattığı tarlanın patronunun tarım işletmesinde asgari ücretle çalışmak zorunda kalabileecektir.

Gelişmiş ülkelerde tarım üzerine yapılan konferanslarda geleceğin en önemli mesleği sağlıklı yiyeceğin nasıl yetiştirildiğini bilen insan olaak tanımlanıyor. O halde bugün olup bitene karşı uyanık olmak ve TAB ve TOB’ lara karşı durmak gerekir. Türkiye’nin hala ağır metallerle kirlenmemiş topraklarında Avrupa ülkeleri binlerce dönüm arazi alarak organik tarım işletmeleri kurma yolunda ilerliyor. Biz gelecekte niye onların mevsimlik işçisi olalım? Anadolu’da hala kolektif ruh kaybolmadığına göre kendi aramızda kuracağımız kooperatifler yoluyla geleceğimizi planlayabiliriz. Üstelik yapılacak (yalnızca asık yüzlü kamu görevlilerinden oluşan değil halkın coşkusuyla yapılacak) yerel tarım festivalleri ve tohum değiş tokuşuyla şenlikli toplumu yeniden yaratabiliriz.

Permakültürle bugün dünyanın birçok ülkesinde bolluk yaratan yaşamlar kurulmaya çalışılıyor. Bir başka deyişle bunun adına bizim yabancısı olmadığımız bilge köylü tarımı ve de yaşam biçimi demek daha doğru belki de…. Aslında permakültürün kökleri Anadolu’da olduğu kadar diğer yerli halkların da yaşam biçimini yansıtıyor. Öyleyse birbirimizden öğrenerek tarıma ve yaşamımıza çeşitlilik katabiliriz. Örneğin Azteklerin teras tarımından Babil’in asma bahçelerine kadar öğreneceğimiz zevkli şeyler var. Üstelik permakültür yaşamı, tarımın ötesinde enerjiden su korunumuna ve toplumu yeniden tasarlamaya kadar uzanan bütünlükçü bir yaşam için beceri seti öneriyor. Bugün Afrika bile Plan Afrika programı kapsamında hükümet politikalarına böylesi bir yaşam tasarımını almış durumdadır.

Öteki önemli bir nokta da evladiyelik tohumun korunmasıdır. Hindistandaki gibi köy ve mahalle bazında tohum bankaları kurup tohum değiş-tokuşuyla geleceğimize sahip çıkmalıyız. Amerika devlet başkanlarından biri eğer silaha sahip olursan bir ülkenin toprağına ama yiyeceğini kontrol altında tutabilirsen yurttaşlarına da sahip olabilirsin demiş. Ben bunu günümüze uyarlayarak tohuma sahip olmanın geleceğe sahip çıkmak olacağını düşünüyorum. Çünkü tohumu olmayan nüfus aç kalır!

Dipnotlar:
1. Abdullak Aysu http://www.karasaban.net/her-50-saniyede-bir-ciftci-iflas-ediyor-2/
2.Trakya Planlanıyor (!) – Bülent Kaçar 12 Temmuz 2010 – http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=31548
*. Emet Değirmenci ekoloji aktivisti ve permakültür uzmanıdır. Amerika ve Türkiye’de ekoljik restorasyon/permakültür danışmanlığı, tasarımı ve eğitmenlik yapmaktadır: http://www.koruora.com

http://www.kuyerel.com/modules/AMS/article.php?storyid=5232

March 9, 2011 Posted by | anti-endustriyalizm, anti-kapitalizm, kir yasami, somuru / tahakkum, tarim gida GDO | Leave a comment

Toplumsal Permakültür Küresel İklim Değişim Yaralarını Sarar Mı? Emet Değirmenci

…bu gezegende permakültürcüler diğer gruplardan daha önemli işler yapıyor.
-David Suzuki

Yukarıdaki deyimi Kanadalı biyolojist David Suzuki ekolojik krizin yoğunlaştığı ve küresel iklim krizinin net olarak yaşandığı 20. yüzyılın sonlarında söyledi. Permakültürün doğayla uyumlu insan yerleşimleri tasarımı olduğunu biliyordu. Permakültürle insanın kendini doğanın efendisi değil, bir parçası olarak görmesinin mümkün olduğunun da farkındaydı.

Bazı gelecek tahmincileri ‘permakültür küresel iklim değişimine çözüm üretebilir’ diyor. Permakültürün babalarından David Holmgreen de bunlardan biridir. Holmgreen permakültürün, küresel iklim değişimine ilişkin öngörülerde yenilenebilir enerjilerin yanı sıra enerji yoğun olmayan sistem tasarımlarına dayanarak umut veren bir gelecek vadettiğini vurguluyor. Bu yazıyla bu durumun nasıl mümkün olabileceğini göstermeye çalışacağım. Öncelikle permakültürün ne olduğuna, sonra nasıl işlediğine ve gelecek öngörülerinde permakültürün yerine dikkat çekip, sonuç bölümünde de permakültürün küresel iklim krizine nasıl merhem olabileceğine (yerine göre kendi gözlem ve deneyimlerimden örnek vererek) dikkat çekeceğim.

Permakültür nedir ve nasıl doğdu?
Permakültür insan yerleşimiyle ilgili barınak ve enerji kullanımından toplumu yeniden kurmaya kadar bütünlükçü ekolojik tasarım yöntemidir. Permakültürün babası Avustralyalı Bill Mollison’un Bir Tasarımcının El Kitabı (1) nda değindigi şu nokta önemlidir:
… Bir permakültür sisteminde yapılacak iş en aza indirgenir. Atıklar kaynak haline getirilir. Sonuç olarak üretimde zenginlik ve aynı zamanda doğanın yeniden restore edilmesi sağlanır.

Permakültür kıtlık senaryolarına karşı bolluk, bir başka deyişle kendine yeterlilik yaratmayı amaçlar. Böylelikle kapitalizme ve endüstriyelizme karşı duruşu söz konusudur. Avustralya’da 7 yıl yaşamış biri olarak permakültürün neden dünyanın yeraltı suyu anlamında en kurak kıtasında doğduğunu anlayabiliyorum. Orada yaşadığım sürece uranyum madenciliğinden, asırlık ormanların yok edilmesine kadar bir dizi ekolojik etkinliğe katkı verdim. Bugün Avustralya’nın özellikle Mebourne, Sydney ve Brisbane gibi büyük kentlerinde mahalle bazında permablitz yani permakültür halk hareketi gelişiyorsa, bu aynı zamanda küresel iklim değişimi sonucu ülkenin karşılaştığı kuraklık ve susuzluk nedeniyledir. Kuraklık diğer ülkelerde yok mu diyeceksiniz. Ama Avustralya’nın yeraltı yapısı olarak dünyanın en kuru kıtası olduğunu unutmayalım.

Avustralya bugün permakültürü yasalarına geçirererek ülke politikasında permakültüre doğrudan yer vermeye çalışıyor. Permakültür üniversitelerin bazılarında yüksek lisans ve doktora eğitimi durumdadır. Umarım bir gün bu çabalar Avustralya ekolojisine olduğu kadar ekonomi ve politiğine de damgasını vuracak duruma gelir.

Avustralya’nın toprakları (Türkiye dahil dünyanın birçok yerinde olduğu gibi) hassasiyet bekliyor. Çok değil, 12 yıl önce o ülkeye göç ettiğim dönemde oğlumun bebekken Victorıa eyaleti ile New Sout Wales arasındaki büyük Murray Nehri kıyısında çektiğim fotografının yeri bugün adeta hayalet bir tablo oluşturuyor. Hayvancılık ve tarımda kullanılan kimyasallar o koca nehri kurutmuş durumdadır. O yanlış uygulamalar sonucu ülkenin bir kısmının hem toprağı tuzlandı, hem de bazı nehir ve dereleri kurudu. Bunun yanında dünyanın sekizinci harikası olarak bilinen Queensland kıyısındaki Great Barrier Reef mercanlarının renk ve canlılığı kaybolmuş, adeta bir kül tabakasıyla kaplanmış durumda. Hatta toprağı tuzlanan iç bölgelerde bazı evlerin duvarları yıkılıyor. Bunun yanında Avustralya’nın ekonomisinin madenciliğe dayandığını da anımsamak gerekir. Madencilik en fazla yeraltı suyu kullanan endüstridir.

Permakültürün kökü yerli/eski kültürlerde

Mollison permakültürün kökünün eski kültürlere ve yerli (aborijin) kültürüne dayandığını vurgular. Hatta permakültür sembolü; aborijinlerin bir düş zamanı (dream time) öyküsündeki yılanın çevrelediği doğayı ve onun yer ve gökle bağlantısını yansıtır. Mollison’un Japon doğal tarım felsefecisi ve çiftçisi Masanobu Fukuoka’dan da esinlendiği dikkat çeker. Fukuoka 96 yıllık yaşamının yaklaşık son 45/50 yılını endüstriyel tarımın yıkıcılığına karşı doğal tarım yöntemlerini geliştirip dünyayla paylaşmaya adadı. Fukuoka’nın deneyimlerini Ekin Sapı Devrimi kitabında toplayıp dünyada ilk kez yayınlanmasını sağlayan Amerikalı Larry Korn’la son yıllarda ortak çalışma fırsatım oldu. Kendisinden Fukuoka’yla ilgili öyküleri her seferinde başka bir tad alarak dinledim. Korn Fukuoka’nın öğrencisi olarak Japonya’nın güneyindeki ile çifliğinde geçirdiği zamanı ve Fukuoka ile ilgili kitaplara yansımayan izlenimlerini şöyle anlatır:

‘Sensei uzun saçlarım ve sakalıma rağmen beni sıcak karşıladı. Daha önce hiçbir yerde görmediğim (taneleri iri iri olan) pirinç tarlasına şaşkınlıkla yaklaştığımı görünce şöyle dedi: ‘Bu pirinç böyle muhteşem büyüdü. Çünkü bu tarla 25 yıldır hiç sürülmedi’ ” (2).

Doğaldır ki endüstriyel tarımın göz kamaştırdığı dönemde Fukuoka’nın yıllarca doğal tarım bilgi ve deneyimlerini derlediği kitabı uzun süre yayıncı bulamamış. Kimyasallar olamdan, toprağı belleyip sürmeden ona canlılık verilebileceğine kimse inanmamış. Oysa doğal tarım yöntemi bugün permakültür literatürüne girmiş durumdadır. Toprağa her yıl organik madde ilave ederek ona daha fazla can katılabileceği deneyimlerle kanıtlanmıştır.

Korn ayrıca Fukuoka’yı ilk kez Amerikaya davet ettiğinde Los Angeles’daki parklarda ve yol kenarlarında gördüğü her yeni bitkiyi nasıl heyecanla incelediğini paylaşır. Gezisi sonunda ABD’de en çok neyi ilginç bulduğunu sorar. Fukuoka’nın şu bu bitkileri demesini bekler. Fukuoka ise, “Los Angeles’taki insanların yağmuru nasıl uygunsuz buldukları” diye yanıt verir. “İnsanın bu denli doğadan kopmuş olmasına üzüldüm” der Fukuoka… Bu noktada Avustralya’daki aborijin arkadaşlarımın açık havadaki bir toplantı sırasında yağmur başlamışsa hiç istiflerini bozmadan konuya konsantre oldukları aklıma geliyor. Her bir damlanın kendilerini kutsadıklarını düşünürlerdi. Elbette sel felaketi altında yağmur altında kalmayı kastetmiyorum.

Permakültür Mollison tarafından 1970 lerde ‘kalıcı tarım’ (permanent agriculture) olarak geliştirildi. Daha sonraki yıllarda köktenci bir hareket olarak dünyaya yayılmaya devam etti ve ediyor. Örneğin, Afrikalıların bugün okullarda uyguladığı su kullanımını en aza indirgeyen Anahtar Deliği şeklinde bahçeler (Key Hole Gardens), Azteklerin ‘sihirli tenceresi’, Fransız ve Almanların kompost yığınından elde ettikleri enerjiyle sıcak su, Anadolu’nun saman evi ya da Hindistan’ın biyodinamik yöntemlerine ilişkin bilgi ve deneyim birikimi yüzyıllar öncesine dayanıyor. Ve bunlar şimdi permakültürde kullandığımız ekolojik teknik ve yöntemlerden bazılarını oluşturur.

Permakültür etik ve ilkeleri
Mollison’un permakültürü etik temellere dayanır. Endüstriyelist bir dünyada etik gittikçe unutulmuş ve hatta tozlu rafları boylamış durumdayken böylesi bir yaklaşım yararlıdır. Kapitalist toplum doğada kaynak olarak görmediği herşeyi yok eder. Çünkü doğası gereği sürekli büyüme üzerine kurulmuştur. Oysa her canlının doğup büyümeye ulaştıktan sonra durduğu bir nokta vardır. Küresel iklim krizini de tüketime dayalı bu doğrusal büyüme yarattı.

Permakültürün üç temel etik ilkesi ise Yeryüzünü Koru, İnsanları Koru ve üçüncüsü de Ürettiğinin Fazlasını Paylaş’tır. Buna dördüncü bir etik ilke ekleyenler vardır ki; o da nüfusa ve tüketime sınır getirmeye dairdir. Bence sorun tüketime yönelik politikalarla insanın kendini doğanın bir parçası olarak görmekten uzaklaştırılmış olmasındadır. Kendini doğanın bir parçası olarak gören insan zaten kendi türünü de sınırsızca büyütmeyecektir. Yoksa bu ne Çin’de olduğu gibi hükümet politikasıyla, ne de başka bir zorlamayla olur. Tek çocuk politikasıyla erkek egemen toplumda kız çocuklarının kürtaj çöplüklerini boylaması, ya da diri diri gömülmesi insanlığın utancı değil midir? Bunun yanında ekolojistler arasında dahi üçüncü dünya nüfusunu yeryüzünde bir ‘ur’ olarak görenler vardır.

Bir başka örnek de Güney Doğu Asya’dan: Küresel iklim değişimi nedeniyle zamanla ülkenin %70′inin sular altında kalacağı öngörülen Bangaldeş’te son yıllarda kadınları kısırlaştırma politikası izlenmesi söz konusudur. Bu durum; yerlilerin sayıca artmasını istemeyen beyaz adamın kontrol politikasını anımsatıyor. İklim politikası olarak karbon ticaretini yürürlüğe koymak isteyen kapitalist mantık Bangaldeş’in ya da Pasifik’teki adaların sular altında kalmaya başlamasının asıl sorumlusu değil midir?

Yerli dilinde Aotearo denilen Yeni Zelanda’da İnnermost Gardens adlı sığınmacı ve yeni göçmenler için bir permakültür projesi geliştirdiğim(iz) dönemde oranın yerlilerinden öğrendiğim bir şey oldu: Doğadan bir şey almadan önce yerine ne koyacağını düşün! Demek istediğimi bu tümce çok güzel özetliyor. Permakültürle insanlara doğanın bir parçası olduğunu anımsatmaya ve doğanın her acısının bizim de acımız olduğunu anlatmaya çalışmalıyız. Asıl sorun doğaya yabancılaşmış ve onu kullanıp atılacak ya da atık depolanacak bir nesne olarak gören hiyerarşik toplumsal sistemlerdedir! Dolayısıyla permakültürü insanın doğayla bozulmuş ilişkisini ve onun etkisini gidermeye yönelik olarak düşündüğümden yerine göre ‘ekolojik restorasyon’ demeyi tercih ediyorum.

Permakültürle ekolojik tasarımlarımızda, enerji ve su kullanımından arazi kullanımına kadar her elementin birden fazla işleviolması ve her elementin ise birbiriyle entegrasyonu en önemli noktalardandır. Bir sistemin çıktısı diğer bir sistemin girdisi olmalıdır ki, atık üretilmesin.

Sınır etkisi (edge effect) dediğimizde de kullanılacak alanı azamiye çıkarılırken farklı tür ve ekosistemi çeşitlenmesini de amaçlarız. Bu durum komşuyla olan maddi iletişimi de doğrudan ilgilendirir. Örneğin, bahçemizi çit ya da duvarla soğuk bir şekilde ayırmak yerine ortaklaşmayı artıran çok yıllı yenebilir bitkilerden oluşan böğürtlen, asma, vb. dikine büyüyebilen bitkilerden bir alan yaratabiliriz. Böylece hem bütünlüğü oluşan geniş yeşil alanımız olur, hem de komşumuzla ortak paylaşımımızı artırabiliriz. Anadolu’nun bazı yerlerinde iki tarla arasını ‘an’ olarak isimlendirirler. Oralarda en ilginç otlar biter. Bu da kanıtlıyor ki sınırlarda yaratıcılık vardır. Bir başka örnek insan yerleşimlerinden verelim. Örneğin, gerek İstanbul, İzmir gibi tarihsel olarak etniklerin yaşadığı mahalleler olsun, gerekse Batı ülkelerinde, hakim kültürün dışındaki etnik toplulukların alanlarında hem farklı tatlar hem de farklı renkler ve hatta mimari biçimleri göze çarpar.

Dünyanın başka yerlerinde olduğu gibi ABD’nin Oregon ve Washington eyaletlerinde post-karbon kentleri yaratma yolunda bir dizi önlem alınıyor. Bunlardan biri herkesin kompost yapması ya da bahçe ve mutfağından çıkan organik atıkları belediyenin topladığı günlerde hazır etmesidir. Bunun yanında kaldırım ve kavşaklara yenebilir bitkilerden bahçeler oluşturmak ve bahçede yetiştirilen sebze ve meyvelerin fazlasını satmak ya da değiştirmek ve hatta kentte 2 keçi, 4 tavuk ve arı kovanı bulundurmak yasallaşmıştır. Bu yolla hem yiyecek güvenliği sağlanırken hem de karbon ayak izinin yerelliğe odaklanılarak azaltılması amaçlanmaktadır.

Mıntıka ve Sektör (Dilim) analizi
Tasarımlarımızda göz önüne alacağımız başka önemli bir nokta ise zon (mıntıka) ve sektör (dilim) analizidir. Zonları işlevsel kriterlere göre tasarlayabilmemize rağmen sektörleri ekolojik olarak bir arada uyum içinde yaşayacak şekilde düzenleme yaparız. Çünkü sektörler arazi ya da proje ile gelen özelliklerdir. Bizim insiyatif alanımız dışındadır. Onları değiştiremeyiz ancak gözleyip veri toplayarak tasarımımızı ona göre yapabiliriz. Örneğin, bir hastane tasarlarken pasif ve aktif enerji kullanımına dikkat etmek için ğüneşin mevsimlere göre proje alanını nasıl selamladığı, hakim rüzgarların nereden estiği, eğer kaçınılmazsa yakınında olan fabrika bacasından gelebilecek kirliliğe karşı nasıl önlem alabileceğimizi dikkate almalıyız.

Zonlara gelince; arazimizin büyüklüğünü mümkünse beş bölgeye ayılarak en sık kullandığımız alandan en seyrek kullanacağımız alana kadar ve her bölgeye gereksinime göre işlev, hatta birkaç işlev yükleyebiliriz. Böylelikle şifalı otlar bahçesi (örneğin) hastane mutfağının en yakınında (Zon 1’de) yer alırken, yaban hayatına yer ayırdığımız vahşi yaşam koridoru ise hastanenin en uzağındaki (Zon 5’de) yer almalıdır. Böylece hastalar o kimsenin rahatsız etmeyeceği yerde meditasyon yapabilsinler. Ara yerdeki 3. Zonda tavukların ya da kazların meyva ağaçları altında gezinmeleri hatta keçilerin ziyaretçi çocuklarıyla iletişim kudrukları bir alan olabilir. Böylece tavuklar/kazlar serbestçe gezindikleri yerleri doğal olarak gübrelerken topraktaki salyangoz vb. ‘zararlıları’ yem olarak kullanacaktır. Doğayla bütünleşmiş yaşam emek yoğun olmakla birlikte eğer başından itibaren akılcı bir sistem tasarlarsak sonraki yapılacak işi aza indirgemiş oluruz.

Gelecek öngörülerinde permakültür
Endüstriyel yaşamda herşeyin en üst noktaya geldiği dikkate alınırsa enerji yoğun olmayan yaşam kurmamamız gerektiği kaçınılmazdır. Enerji kullanımı açısından önümüzdeki yüzyıl ve ötesi için baktığımızda dört senaryo göze çarpar (5). Bunlardan birincisi yukarıda bahsettiğimiz kapitalizmin devasa enerji kaynakları yaratarak sürekli büyümeye devam etmesidir. Bu durumda öteki gezegenlerde yeni istila alanları aramamız gerekiryor. İkinci senaryo ise teknolojik stabiliteye dayanıyor. Eğer nüfus artışını durdurursak kaynak tüketimi de kendiliğinden azalacaktır. Bu senaryoya göre kimin ne kadar tükettiği dikkate alınmamış oluyor. Sanki bir Amerikalı ile Bangladeşli ya da bir Anadolu köylüsü ile Sabancı’nın yarattığı karbon ayak izi eşitmiş gibi…Üçüncü senaryo ise enerji kullanımını azaltmaya ve toplumu endüstri öncesi yaşam koşullarına çekmeye yöneliktir. Aynı zamanda gerek ekonomik gerekse ekolojik krizlerle nüfusun bir kısmının kendiliğinden zaten yok olacağı varsayılır. Küçük ekoköy dizilerinden oluşan binlerce nüfuslu bir topluluk eger tepeden inme yönetiliyorsa ve kendileri yönetime katılamıyorsa onlar adına başkaları karar verirken demokrasi ne kadar işleyecektir? Dördüncü senaryo ise çöküştür. Bir başka deyişle gelinen noktada uyğarlığın zaten çökmeye başladığıdır… Bu durumda vahşi yaşama dönmekten başka çare yoktur.

Permakültür ise bize yalnızca çöküşle var oluş arasında ümit vadetmekle kalmaz. Aynı zamanda yaratıcı yöntemlerle toplumu yeniden şekillendirmeyi ve evrimine yardımcı olmayı amaçlar. Bunu yaparken de merkezi olmayan insani boyutta yeşil teknonolojiler önerir. Kısacası teknik stabilite ile yeşil teknolojiler arasında yaratıcılığın kullanıldığı bir alanı temsil eder. Sürdürülebilir yaşam tasarımları için eğer kendi kendini yöneten ve besleyen sosyal ve maddi sistemler kurarsak bunu sağlamak mümkündür.

Toplumsal permakültürle küresel iklim değişiminin yaralarını nasıl sarabiliriz?
Bugün geldiğimiz noktada yaşamın her alanında ekolojik restorasyon gereklidir. Öyleyse öncelikle insanın doğayla bozulmuş ilişkisini onarmaya odaklanmalıyız. Bir Toplumsal Ekolojist olarak toplumsal odaklı bir permakültürü benimsiyorum. Seller yükselirken bir adaya ya da dağ başına çekilip kuracağımız ‘permakültür cenneti’nde huzur bulmamız mümkün olmadığına göre…
Permakültürün kökü eskiye dayanmakla birlikte insanlığın bugüne kadarki pratik bilgi ve deneyim birikimi de önemlidir. Permakültürde uygun teknolojiler olarak tanımladığımız merkezileşmiş olmayan teknolojilerle kendimize yeten ve komşu köy ve kasaba ya da kentle dayanışan yaşamlar oluşturabiliriz. Bu noktada kuracağımız sistemin boyutu önemli olmakla birlikte nasıl yönetildiği daha da önem taşımaktadır. Örneğin, yenilenebilir enerji olarak yöreye uygunsa rüzgar tribününe evet. Ama eğer bir kasabanın tüm enerjisi tek bir rüzgar enerjisi firması tarafından kontrol altına alınmışsa bu da merkezileşme demektir. Ayrıca tasarımımıza göre bir sistemin çökmesi durumunda öteki sistem devreye girmelidir ki; bu şekilde sistemimiz dirençli olsun. Bu da permakültürün tek bir kaynağa bağlı kalmaksızın çeşitlilikten direnç doğar ilkesidir.

Araştırmalara göre endüstriyel hayvancılık ve tarımın iklim değişimindeki payı en az beşte birdir. Türkiye’nin de gittikçe artan erozyon ve kuraklıkla yüzyüze olduğu hesaba katılırsa hem var olan uygulamaları değiştirmeyi hem de her damla suyun koruması ve yeniden kullanıma geçirilmesi gerekir. Bu uygulamalar yağmur suyu hasadından, suyun yeraltında ve yer üstünde tutulması ve gri su dediğimiz mutfak ve banyo sularının yeniden kullanılmasını içerir. Buna ek olarak; kent yaşamında su kullanım oranının tuvaletlerde %26 civarında olduğu dikkate alınırsa, bir apartman dairesinde dahi kullanabileceğimiz ve hiç kokusu olmayan kompost tuvaletleri düşünmeye başlamanın zamanıdır sanıyorum.

Bugün küresel iklim krizinin toplumsal, sosyal ve ekonomik boyutlara kadar yaşamımızın her alanını etkilediği açıktır. Oysa kapitalist sistem doğadaki her şeye kaynak olarak baktığı sürece artan kuraklıkta ne dereleri ne de yerin altını rahat bırakacaktır. Türkiye’de derereler ve nehirler üzerine kurulacak iki bini geçen küçük hidro elektrik santral (HES ler) ve yüzlerce maden ruhsatı gelecegimizin su kriziyle karşı karşıya olduğunu gösteriyor. Elbette bunlara karşı duruşu sürdürmeliyiz. Permakültür uygulamalarıyla da bireysel olarak sürdürülebilir bir yaşam tasarlamanın ötesinde toplumsal değişimi amaçlarsak gerçek anlamda farklılık yaratmaya katkıda bulunabiliriz. Yoksa kapitalizm de yeşil teknolojiler kendini yeşillendirme çabasında…

Permakültür projelerinde ölçek önemli değildir. Bir dönümlük arazimizi planlayabileceğimiz gibi onlarca dönümlük ekoçiftlik veya ekoköy tasarlayabiliriz. 21. Yüzyılın başında Çin hükümeti permakültürcülere geleceğin eko kentlerini planlatmaya başladı. Günümüzün bir başka örneği de Afrika’dan: Zimbabve dahil bir dizi Afrika ülkesi kent ve kırdaki tarımı Afrikayı Planla (PlanAfrica ) kuruluşu altında permakültürcülere yaptırıyor ve bu ülke politikası haline gelmiş durumda. Türkiye’de belediyeler düzeyinde hareket edip çok geçmeden permakültür ve doğal tarım uygulamalarıyla kendine yeterliliğine adım atılmasını sağlamaya çalışmalıyız.

Yazının başlangıcında söz ettiğimiz David Suzuki’nin deyimi doğrudur. Permakültürcüler söz üretmekten ziyade iş üretmeye başka bir deyişle mümkün olanı göstermeye çalışırlar. Permakültür köktenci bir yaşam değişimi önerdiği için evrimci olduğu kadar devrimcidir. Hiçbir şey kendi başına var olmadığı gibi permakültür de ne eczacıdan alınıp sürülecek mucizevi bir merhem ne de spiritüel pratiklerle bir an kendimizi rahatlatacağımız ama sonra tekrar gerçekle yüzyüze geldiğimizde bunalıma gireceğimiz bir yöntemdir. Herkesin permakültürü kendine deyip en azından benimki tüm sistemi sorgulamaya yöneliktir. Elbette bu da birçok başka şeyden öğrenmeyi gerektiriyor. En önemlisi de neredeyse 15 yıllık permakültür tanışıklığı ve uygulamalarım bana permakültürün köklerinin Anadolu’daki bilge köylü yaşamında, Afrika’daki kadının anahtar deliği bahçesinde, Hindistan’daki çiftçinin biyodinamik tarımında ve Maorilerin toplumsal seramonilerinde olduğunu gösteriyor. O bilgelikleri bugünün gerçekliğiyle sentezleyebilirsek karbondioksit emisyonlarımızı 350ppm‘in dahi gerisine çekme kültürü geliştirebileceğimize inanıyorum.

[Yazı Üç Ekoloji Dergisi için yazıldı]

Kaynaklar:
1. Bill Mollison, Permaculture : A Designer’s Manual /Bir Tasarımcının El Kitabı.
2. Larry Korn, Fukuoka’nın kitabı ‘One Straw Revolution’ın (Ekin Sapı Devrimi, Kaos Yayınları) editörü .

Web sayfası: http://www.larrykorn.net
3. http://cityrepair.org/ Ekolojik mimar Mark Lakeman kurucularından.
4. Michael Doliner, Oil and War. http://www.swans.com/library/art13/mdolin21.html.
5.Gelecek Senaryoları- http://www.futurescenarios.org/content/view/16/31/

http://permakulturplatformu.org/?p=1263

March 9, 2011 Posted by | anti-kapitalizm, ekokoy - permakultur, ekoloji, iklim, kooperatifler vb modeller, tarim gida GDO | Leave a comment

Araba depoları mı doyacak, yoksullar mı? Mebruke Bayram

Alternatif enerji kaynakları arasında en çok sözü edilenlerden biri biyodizel ve biyobenzin. Biyobenzin arpa, buğday, mısır gibi bitkilerden üretiliyor, biyodizel ise kanola, ayçiçeği, soya, aspir gibi yağlı tohumlardan. Tüm dünyada çevre dostu ve yoksul ülkelerin petrole bağımlılıktan kurtuluş umudu olarak sunulan bu yakıtlar ülkemizde de “yurtsever benzin” adıyla meşhur oldu. Tüm bu ünvanları ne kadar hakettikleri ise epey tartışmalı.

Enerji kaynakları ile ilgili tartışmalar uzun zamandır dünya gündeminin ilk sıralarını meşgul ediyor. Dünyadaki petrol rezervlerinin bir sınırı var, ve her geçen gün o sınıra biraz daha yaklaşıyoruz. Üstelik petrol, doğalgaz gibi fosil yakıtların yarattığı ekolojik sorunlar görmezden gelinemeyecek boyutlara ulaştı. Küresel ısınmanın bir felaket filmi senaryosu değil, gerçek olduğu inkâr edilemez hale geldi.

Sinekten yağ çıkarma dahil hiçbir kazanç kapısını es geçmeyen kapitalist tekellerin bu tablodan bir proje çıkarmaması mümkün mü? Üretici birlikleri ve kooperatifler tarafından yıllardır tarım makinelerinde kullanılmak üzere sessiz sedasız üretilen ve tarımsal alanın dışında pek bilinmeyen, yakın zamana kadar yerel pazarların dışına çıkmamış olan biyodizel ve biyobenzin birdenbire dünyamızın kurtuluş umudu haline geliverdi. Biyoyakıt alanına büyük şirketlerin girmesiyle birlikte baş döndürücü üretim artışları yaşanmaya başladı, üretim merkezileşmeye başladı ve ufukta dev bir pazar belirdi.

Ortada böyle bir potansiyel varken bir propaganda mekanizmasının devreye girmemesi pek mümkün değil. İddiaya göre bu yakıtlar; diğerlerine oranla daha çevreci, daha yeşil, doğal kaynakları daha çok koruyor, üstelik de “gelişmekte olan” ülkelere “ekonomik avantajlar” sağlıyor.

“Ekonomik avantajlar” nasıl sağlanıyor?
Avrupa, 2010’a kadar karada kullanılan araçların yakıt ihtiyacının %5,75’ini, 2020’ye kadar da %20’sini biyolojik kaynaklardan karşılamayı planlıyor. ABD ise yılda 35 milyar galon biyolojik yakıt üretmeyi hedefliyor. Söylenenler kağıt üzerinde şık duruyor. Yalnız şöyle bir sorun var; bu planlar uygulandığında Avrupa’nın ekilebilir topraklarının %70’i, ABD’de ise mısır ve soya mahsulünün tamamı biyolojik yakıt üretimine ayrılmak zorunda. Başka bir deyişle; ABD’nin mısır ve soya üretiminin tamamı biyobenzin ve biyodizel üretimine ayrılsa bile ülkenin benzin ihtiyacının ancak %12’si, dizel ihtiyacınınsa %6’sı karşılanabiliyor. Benzin ve dizel ihtiyacının tamamı bitkilerden karşılandığında ABD yüzölçümünün %38’inin mısır üretimine %236’sının soya üretimine ayrılması gerekiyor. Bu, gıda sistemini yerlebir etme pahasına hayata geçirilemeyeceğine göre üçüncü dünya ülkelerine yönelmek kaçınılmaz hale geliyor.

ABD’den Food First (Gıda ve Kalkınma Politikaları Enstitüsü) Direktörü Eric Holtz Giménez bir makalesinde açıklıyor: Endonezya ve Malezya, Avrupa biyodizel pazarının %20’sini karşılayacak düzeye ulaşmak için palmiye dikimini artırıyor. Brezilya’da tarıma elverişli toprakların biyoyakıt üretimine ayrılan kısmı İngiltere, Hollanda, Belçika ve Lüksemburg’un toplam yüzölçümüne eşit. Brezilya’da tarıma açılan araziler nedeniyle Amazon’un yağmur ormanları hızla yok oluyor. Endonezya’da palmiye ekimi nedeniyle kaybedilen orman alanı 2020 yılında 16,5 milyon hektara ulaşacak. Bu, İngiltere büyüklüğünde bir alana tekabül ediyor. Dünyada palmiye yağı üretiminde birinci olan Malezya’da tropikal ormanların %87’si kaybedildi. Her yıl %7’lik bir kayıpla ormanlar tarıma açılmaya devam ediliyor.

“Ekonomik avantajlar”ın gerçek olup olmadığı da tartışılır. NAFTA (Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması) nedeniyle gümrük duvarları kaldırılan Meksika, tükettiği mısırın %30’unu ABD’den ithal ediyor. Biyobenzin üretiminde kullanılan etanol ihtiyacı arttıkça Meksika’daki mısır fiyatları da yükseliyor. Mısır fiyatlarıyla birlikte halkın en temel gıda maddesi olan tortilla fiyatları görülmemiş seviyelere ulaştı.

ABD’de de benzer bir fiyat artışı yaşanıyor. Bu sene ikinci dünya savaşından bu yana görülmemiş kadar çok mısır üretiliyor. Hasadın yaklaşık beşte biri etanol üretiminde kullanılacak. Bush’un son Latin Amerika gezisinin en önemli konularından biri de etanoldü. Gezinin duraklarından biri olan Brezilya ile yeni bir etanol anlaşması yapıldı. Gezi sırasında yaşanan Bush’a yönelik protestoların konularından biri de etanol ve yükselen mısır fiyatlarıydı.

Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü’nün (FAO) “Gıda Görünümü” raporuna göre, hububat fiyatları son 10 yılın en yüksek seviyesine ulaştı. Yükselen fiyatlar nedeniyle 36 ülke “gıda krizinin” eşiğinde. Raporda 2007 yılında dünyada gıda maddelerini ithal etmek için harcanacak paranın 400 milyar doları aşacağı belirtiliyor. Bu bir önceki yıla göre %5 oranında artış anlamına geliyor. Bu yıl azgelişmiş ülkelerin gıda ithalatına harcayacağı para %9 oranında artacak. Fiyatı en fazla yükselen gıda maddeleri ise %13 ile biyoyakıt üretiminde kullanılan bitkisel yağlar ve iri taneli hububat. FAO, biyoyakıta artan talep nedeniyle vatandaşlarını beslemek için mücadele eden yoksul ülkelerin yükünün daha da arttığını belirtiyor.
Dünya Sağlık Örgütü de (WHO) birkaç ay önce benzer bir rapor yayınlayarak biyoyakıtların küresel ısınmanın azalmasına yardım edeceğini, kırsal bölgelerde istihdam sağlayacağını, ancak ciddi çevre sorunları ve gıda fiyatlarının yükselmesi sonucu açlığın ortaya çıkması gibi tehlikeler yaratabileceğini açıklamıştı.
Uluslararası Gıda Politikaları Araştırma Örgütü’nün (IFPR) açıklamasına göre, temel gıda maddelerinin fiyatı 2010’da %20 ila %33 oranında artacak. Temel gıda maddesi fiyatlarındaki %1’lik bir artış 16 milyon insanın açlık sınırının altında kalması anlamına geliyor.

Biyoyakıtlar gerçekten çevre dostu mu?
Biyoyakıtların üretiminde yararlanılan bitkiler fotosentez yaparak atmosferdeki sera gazlarını yok ettiği ve fosil yakıt tüketimini azalttığı için çevre dostu olarak ilan ediliyor. Ayrıca bu maddelerin kullanımı sırasında fosil yakıtlara göre daha az sera gazı açığa çıkıyor. Ancak bu iddiaları doğrulayabilmek için bitkilerin üretimi sırasında kullanılan sentetik kimyasallar, ormanların yok edilmesi, aşırı su tüketimi vb. faktörleri gözardı etmek gerekiyor.

Yakıta yönelik endüstriyel tarım, petrol kökenli sentetik gübrelerin kullanımını da artıracak. Sözü edilen gübrelerin tüketimi dünyadaki biyolojik azot miktarını artırıyor. Bu durum küresel ısınma açısından karbondioksitten 300 kez daha tehlikeli bir sera gazı olan nitrat oksidin yayılmasına yol açıyor. Ayrıca bir litrelik etanol üretimi için 3 ila 5 litre temiz su kullanılıyor ve 13 litre su kirletiliyor.
Biyoyakıt üretiminde kullanılan kanola, soya, mısır vb. bitkilerin büyük oranda genetiği değiştirilmiş bitkiler olması da bu konudaki soru işaretlerini artırıyor. Gıda, tohum, genetik mühendisliği gibi alanlarda çalışan tekellerle petrol ve otomotiv alanında çalışan tekellerin yaptıkları ortaklık anlaşmaları niyetin ne olduğunu apaçık belli ediyor. Sözü edilen tekellerin yaptığı yatırımlar, özel finansmanlar ve bağışlar biyoyakıt üretiminde kullanılan bitkilerin genetiğinin daha çok etanol ve biyodizel elde edilebilir hale getirilmesine yönelik araştırmaları destekler nitelikte. Gıda maddeleri için harcanan her beş doların dördünü kazanan tahıl tekellerinin bu projelerden büyük beklentileri var.

Örneğin, Meksika’daki tortilla fiyatlarıyla ilgili krizi fırsat bilen Özel Sektör Ekonomik Araştırmalar Merkezi’nin (CEESP) yayınladığı bir “araştırma” Meksika’nın krizden kurtulmasının tek yolunun biyobenzin ihtiyacını karşılamak için genetiği değiştirilmiş mısır üretmesi olduğunu söylüyor. Sözü edilen “araştırma”da mısır bitkisinin anavatanında genetiği değiştirilmiş mısır üretimenin ne gibi tehlikelere yol açacağına dair bir açıklama elbette yok.

Türkiye’nin biyoyakıt üretiminde durumu nasıl?
Türkiye’de biyodizel üretim kapasitesi 1,5 milyon tonu aştı. Son yıllarda biyodizel üretimi görülmemiş bir hızda ilerlerken bu alanda 90’a yakın yeni firma faaliyete başladı. Türkiye yıllık üretim kapasitesi açısından Avrupa’da 2. sırada bulunuyor. Bu durum yağlı tohum ürünleri ithalatının büyük boyutlara ulaşması sonucunu doğurdu. Türkiye’de yıllık 35 milyon ton olan petrol tüketiminin %2’sinin biyodizel ile karşılanması durumunda dahi 700 bin ton yağ gerekiyor. Ancak her yıl 1 milyar dolarlık yağ ithalatı yapan, yağlık tohum üretimi tüketiminin yarısı kadar olan Türkiye’de biyodizel için yağlık bitki üretmek pek mümkün görünmüyor. Ayrıca yağlık bitkilerin birçoğunun Türkiye ekolojisine uygun olup olmadığı da tartışma konusu. Kuraklıkla ilgili sorunlar bu kadar yoğun yaşanmakta, gıda üretimi yapılan araziler susuzluk çekmekteyken yakıt üretimi için su harcanması pek mantıklı olmasa gerek.
Görünen o ki, ya yağlık bitkiler dışarıdan ithal edilerek uluslararası tarım ve gıda tekellerine para kazandırılacak ya da gıda üretiminde kullanılması gereken araziler araba depolarını beslemeye yarayacak.

Biyoyakıt teknolojileri olumlu yönde kullanılamaz mı?
Dünyada bu konuda pek çok örnek uygulama mevcut. Ancak bu uygulamaların olumlu yanları sistemin dev çarkları arasında kaybolup gidiyor.

AB ve ABD’de biyobenzin ve biyodizel üretip kendi ihtiyaçları için kullanan üretici birlikleri ve kooperatifler var. Tarımda kullanılan makinaların yakıtı için üretim yapan bu kooperatiflerin birçoğu üyelerinin bitkisel ürün artıklarından, arazilerinin bir kısmında yetiştirdikleri bitkilerden ya da atık yağlardan biyoyakıt elde ediyor. Kendilerine ait küçük üretim tesislerini kullanan bu birlik ya da kooperatifler üyelerine getirdiği yağlık tohum vb. karşılığında biyodizel veriyor. Bu tür uygulamalar küçük üreticilerin petrole bağımlılığını azaltıyor.
Biyoyakıtları atık yağların geri dönüşümünde kullanmak da mümkün. Böylece hem enerji elde edilmiş oluyor, hem de ağır çevre tahribatına neden olan atık yağlar geri dönüştürülüyor. Türkiye’de 350 bin ton atık yağ olduğu tahmin ediliyor. Mevzuata göre bunların çevreye salınmadan toplanıp imha edilmesi gerekiyor. Ancak ülkemizde atık yağların ancak %1’i toplanabiliyor. Oysa bu atıklardan biyodizel, gliserin ve sabun üretmek mümkün. Türkiye’deki atık yağların tamamının dönüştürülmesinin tahmini ekonomik değeri 500 milyon Avro.

Gıda üretimi esnasında açığa çıkan sap, yaprak vb. yan ürünlerden, ya da kalite düşüklüğü nedeniyle gıdada kullanılması mümkün olmayan bitkilerden yakıt üretilebiliyor. Bazı üretici birlikleri ve kooperatifler bir araya gelerek oluşturdukları tesislerde ürün artıklarından yakıt elde ediyorlar.
Gıda maddesi olarak kullanılmayan bazı yabani bitkilerden biyoyakıt üretmek de mümkün. Ancak yabani bitkilerin ticarete tabi olmaları, yoğun bir şekilde üretilmelerini, dolayısıyla bambaşka ekolojik sorunları beraberinde getirebilir.

Biyoyakıtla ilgili tartışmalarda ortaya atılan bir başka konu da ekolojik açıdan kötü durumda olan, tarım toprağı olarak kullanılmayan alanlarda üretim yapılabileceği. Brezilya’da yaşananlar bu konuda ne gibi sorunlarla karşı karşıya gelebileceğimizi kanıtlar nitelikte. Brezilya hükümetinin “kötü durumdaki topraklar” olarak tanımladığı 200 milyon hektarlık alan, tropikal orman, otlak ve bataklıklardan oluşuyordu. Mata, Atlantica, Cerrado ve Pantanal bölgelerinde yoksul köylüler ve büyükbaş hayvan yetiştiricilerinin yaşadığı, zengin bir biyolojik çeşitliliğe sahip olan bu topraklar biyoyakıt üretimine ayrılmış durumda. Biyoyakıt üretiminde kullanılan bitkilerin fiyatları yükselmeye devam ettiği müddetçe hangi arazinin iyi, hangi arazinin kötü durumda sayılacağını ticari çıkarlar belirleyecek gibi görünüyor.

Biyoyakıtların dünyaya bir fayda sağlayıp sağlamayacağını anlamak için önce aşağıdaki sorunun yanıtını vermek gerekiyor. Hangisinin doyurulması daha öncelikli; araba depoları mı, insanlar mı?

Ekim 2007

http://mebrukebayram.blogspot.com/2009/08/araba-depolar-m-doyacak-yoksullar-m.html

February 11, 2011 Posted by | anti-kapitalizm, tarim gida GDO | 5 Comments

Why McDonald’s Happy Meal hamburgers won’t decompose – the real story behind the story

A man has 20-year-old McDonald’s hamburgers in his basement. They do not decompose. Here’s an article about it:

* * *

Why McDonald’s Happy Meal hamburgers won’t decompose – the real story behind the story
Sunday, October 17, 2010
by Mike Adams, the Health Ranger
Editor of NaturalNews.com

An excerpt:

To me, there’s not much mystery about the meat not decomposing. The real question in my mind is why don’t the buns mold? That’s the really scary part, since healthy bread begins to mold within days. What could possibly be in McDonald’s hamburger buns that would ward off microscopic life for more than two decades?

As it turns out, unless you’re a chemist you probably can’t even read the ingredients list out loud. Here’s what McDonald’s own website says you’ll find in their buns:

Enriched flour (bleached wheat flour, malted barley flour, niacin, reduced iron, thiamin mononitrate, riboflavin, folic acid, enzymes), water, high fructose corn syrup, sugar, yeast, soybean oil and/or partially hydrogenated soybean oil, contains 2% or less of the following: salt, calcium sulfate, calcium carbonate, wheat gluten, ammonium sulfate, ammonium chloride, dough conditioners (sodium stearoyl lactylate, datem, ascorbic acid, azodicarbonamide, mono- and diglycerides, ethoxylated monoglycerides, monocalcium phosphate, enzymes, guar gum, calcium peroxide, soy flour), calcium propionate and sodium propionate (preservatives), soy lecithin.

For the rest of the article, click here: http://www.naturalnews.com/030074_Happy_Meal_decompose.html

February 10, 2011 Posted by | anti-kapitalizm, tarim gida GDO | Leave a comment

Komün Yazıları – METİN YEĞİN

Zapatistalarla birlikteydik. Lacandon ormanlarının kıyısında bir komündü. Her gün önümüzden Meksika ordusu geçiyordu. Yüz civarında oluyorlardı. Yüz civarı jemse kamyonet, tank, jip ve bazen  onlara eşlik eden bir avcı uçağı. Kafamıza pike yaptığında üstümüze gelen namlu ucunu görüyorduk. Önümüzde ki kağıda bir avcı uçağı, çift namlulu mitralyöz yazıyorduk. İşimiz ve gücümüz buydu. Uluslar arası gözlemci olarak oradaydık. Resmi filan değildik. Meksika ordusuna göre dış mihraktık. Zapatista komünün ortasında bir yabancılar komünümüz vardı. Sayılarımız değişiyordu. Bazen iki kişi kalıyorduk bazen on filan oluyorduk. Basklı, Katalan, İtalyan, Kanada’lı ve  Japon yaşayıp gidiyorduk. Aramızda sınırlar filan yoktu.

Kara fasulye, mısır ekmeği yiyorduk. Kahve içiyorduk. Sabah, öğlen ve akşam ve bütün aylar böyleydi. Komün bütün Zapatista komünleri gibi ambargo altındaydı. Ancak komüne birisi geldiğinde yanında Meksika ordusundan kurtarabildiği kadar bir şey taşıyordu. Bir kilo portakal, üç domates ya da bir avuç şeker. Değişiklik oluyordu. Pek umurumuzda olmasa da seviniyorduk.  Bir gün, son bir şeker kalmıştı. Parlak küçük kağıda sarılmış bildiğimiz bir bonbon şekeri. Basklı bir kız arkadaş bunu kime veriyim diye espri yapıyordu. Son şekerdi. Değerliydi. Gülüyorduk. Sonra oradan geçen küçük bir maya kızına verdi. Sonra biz o gün geçen silahların toplam sayılarını toplamaya devam ettik.

Biraz sonra küçük kızın anne ve babasıyla birlikte Zapatista komününün koordinatörü geldi. Şekeri siz mi verdiniz diye bize sordu. Birbirimize bakıp evet dedik. Bunu nasıl yaparsınız dediler. Bizim çocuğumuza nasıl şeker verirsiniz. Biz çocuklarımızın dilenci olmasını istemiyoruz.

STK lar sardı etrafımızı. Sivil Toplum Kuruluşları. Uzun adını yazmak bile gerekmiyor artık. Yazmıştım ‘Kafa Tamircileri’ onlar. Bir Macar şairin şiiri vardı. Bir adamın öyküsünü anlatıyordu. Giyotinden kopan kafaları diken bir adamdı kafa tamircisi. Burjuvazinin en fazla kendine benzeyen aletidir giyotin. Hızlı, çabuk bir biçimde kafayı gövdeden ayırır ve ardındaki sepete yuvarlar. Kafa tamircisinin işi buydu. Sepetten çıkardığı kafayı cesede dikiyor, cesedi yakışıklı kılıyordu. Bütün STK’lar böyledir. Kafanın kopmasına aldırmazlar, kafayı yerine dikmeye çalışırlar. Burjuvazi istekli ya da isteksiz besler STK’ları sepetler kafa dolup taşmasın diye.

Şimdi yollar buralarda ya STK’ya ya da Komüne çıkıyor. Ya STK yolundan kafaları dikeceksiniz ya da sadece kendi gücünüz ile komünleri inşa edeceksiniz. Ya bonbon şekerinin üç yalamalık tadı ağzınızı saracak ya da küçük maya kızını şekerden mahrum onuru ile yaşayacaksınız. Nasıl mı? Çok iyi biliyorsunuz siz aslında. Halay çeker gibi. Omuzlarınızdan tutacaksınız birbirinizin kimse düşmesin diye. Beraber öne atılacak bacaklar ya da herkesi sağa sola hep birlikte taşıyacak müzik. Halay başı bile dans etmeden duramayacak ve tembel tembel ben halayım başıyam diye oturamayacak  hatta fazladan bir de mendil sallayacak.

Sub Kumandan Marcos; ‘Biz iktidarı değil dans edecek bir yer istiyoruz’ diyordu. Emma Goldman dans edilmeyen bir devrim devrim değil diyordu.

Komünler kurmalı köylerde, sokaklarda, okullarda. Halaylar çekerek gibi. Halay çekerek. Bırakın STK lar bonbon şekerlerini yalasınlar sonra da avuçlarını yalayacaklar.

http://www.emekdunyasi.net/ed/ed/10317-komun

Komün 2

Viranşehir’deyim.70 evsiz aile ile birlikte kerpiç evler inşa ediyoruz. Anlatmaya başlıyorum. Yoksulların ev ihtiyacı var mı? Var. Burada evler en az 50-70 milyar arası, yeni parayla bin oluyor miktarlar. Yoksulların bu evleri alma şansı var mı? Yok. Orta sınıf bile satın alsa, gelecek yirmi yılını bankalara tahsis ediyor. Yaşamında koca bir ipotek. -Yüce rabbim ömrümü uzun kıl, ipotek borcumu ödemeliyim.- O zaman ne yapacağız? Ev sadece ihtiyaç mı?  Hayır hak. Ne yapmalı? TOKİ benzeri, F tipi cezaevlerini çoğalttığımız da bunu çözecek miyiz? Hayır yalan. Tek çözülen sorun müteahhit bütçesinden başka bir şey olmaz. Bütün o konutları da orta sınıf üstü ya da ipotekli yaşam karşılığında orta sınıf alır. -Şili de nehir kıyısına çadırlar kurmuşlardı. 15 yıl, 17 yıl her ay ödedikten sonra taksitlerini ödeyemedikleri için dışarı atılmışlardı. Evden atıldıktan sonra iş de bulamıyorlardı. Evsizliklerine değil ödedikleri taksitlere yanıyorlardı.-

Kerpiç evler yapacağız, radikal tekellere ihtiyaç duymadan. Eh insanın başını sokacağı bir yer olacak! Hayır, kerpiç evlerimiz bütün Viranşehir evlerinden daha sağlıklı olacak. Daha güzel olacak. Yoksullar güzel evlere layık. Çünkü kerpiç evler en sağlıklı ve bölge iklimine en uygun evlerdir. Kerpiç ortamın nemini dengeler, çoksa alır azsa verir. Rahat soluk alınır, rahat uyunur. Havanın kirliliğini alır, en az enerji tüketir, kışın sıcak yazın serindir… Avrupa birliğinden para mı aldınız? Hayır. Peki nereden aldınız? Hiçbir yerden. Para kirletir. STK değiliz ki biz, maya kızı onuru inşacılarıyız. Deliyiz. Eh ben de ev istiyorum o zaman? Ee bana ne. Biz kimseye ev dağıtmıyoruz ki. Herkes birlikte yapacak. Peki kaç metrekare? Bilmem birlikte karar vereceğiz. 5 kişilik bir aile ile 15 kişilik bir aile bir olabilir mi? Hep birlikte mi karar verilecek? Evet. Sadece siz değil aile babaları, evin erkekleri, iktidar mümessilleri, kadınlar dahil olacak nasıl bir mahalle istediklerine, onlar karar verecek ve hatta çocuklar katılacak, 6 yaşından büyük, her çocuk konuşacak kendi toplantılarında. İki kale direği mi isterler yoksa kızlar atlama ipleri mi?  Ya da tam tersi mi? Bilmem ki çok geride kaldı çocukluğum ve sınırsızlığım. Milli eğitim mağdurları beyinlerimiz, televizyon malulleri.

Parasız nasıl inşa edeceğiz? Toprakla, samanla ve birlikte türkü söyleyerek. Kapı, pencere, dam? Belediye mi verecek? Hayır sen bulacaksın. Katılanlar bulacak. Biz hilali ahmar cemiyeti değiliz. Yani hem karara katılacaksın hem de sorumluluğa. -Mahalle meclisleriyle kimlerin katılacağına dair toplandığımızda bir usta marangoz söz aldı. 1.5 milyara bir hızar alalım. Bütün kapı, pencereleri yaparız. 30 liraya gelir tanesi. Artık bir marangoz atölyemiz de olacak- Sadece kerpiç evler mi? Hayır. Ekotarım yapacak mahalle. 10 metrekarelik bir bahçede, 4 kişilik bir aile, bütün yaz kış için yeterli sebzesini üretebilecek. Hadi siz çok yeşillik yiyorsunuz 15 metrekare olsun. İlaç için bitki üreteceğiz ve yaşamak için yeni bir demokrasi.

‘Bir arsamız olur, sonra kent kenarında değerlenir, satarız. Bir iki kat çıkar, kiralarız. Kazandığımız parayla bir araba alır ya da en azından bir cep telefonu, sağa sola gösterir, hava basarız. Boyumuz büyür.’ Diyorsanız yanılıyorsunuz. Çünkü burası kooperatifin olacak. Oturursanız, Allah uzun ömür versin, mesela 100 yıl ya da daha fazla oturabileceksiniz ya da ölürseniz çocuklarınız yaşayabilir ama başka yere gidecekseniz satamayacaksınız, kooperatife kalacak. Kooperatif kimin eve ihtiyacı varsa ona verecek…

Komün inşa edeceğiz geçen hafta dediğim gibi; ‘Halay çeker gibi. Omuzlarınızdan tutacaksınız birbirinizin, kimse düşmesin diye. Beraber öne atılacak bacaklar ya da herkesi sağa sola ve hep birlikte taşıyacak müzik. Halay başı bile dans etmeden duramayacak ve tembel tembel ben halayın başıyam diye oturamayacak hatta fazladan bir de mendil sallayacak.’

Kerpiç evler inşa edeceğiz birlikte ve yeni, gerçek bir demokrasi…

http://www.emekdunyasi.net/ed/ed/10412-komun-2

Komün 3

Komün radikal katılımcı demokrasidir. Sınır yıkıcıdır. 3 yılda, 5 yılda bir oy atılan karikatür demokrasiye güler geçer. 3 yıl, 5 yıl oy kullanma seronomisi evlenme yıldönümleri gibidir. Neşeli ve hüzünlüdür. Bir yandan demokrasiye dâhil olmanın neşesini yaşarsın, diğer yandan aynı neşeyi neden her zaman yaşamadığını düşünüp sarf ettiğinin hüznüne dalarsın. Katilin cinayet yerine geri dönüşü gibidir. Kandırıkçıdır. İngiltere de bir pubda görmüştüm. Cambirdge’de bir mahalle pubıydı. Tuvalet duvarlarına yazı yazma geleneği dünyanın her yerinde olduğu gibi tabiî ki orada da vardı. Ama onlar pisuvarların yanına bir kara tahta koymuşlardı, altına bir tebeşir. Yazı yazacaksan, oraya yazacaktın. Tam bir batı demokrasi örneğiydi.

Demokratik özerklik, özgür komünler yani radikal katılımcı demokrasinin hangi sınırlar içinde uygulanmasının önerildiği üzerine tartışılıp duruyor. Bölge de, Konya’da Cihanbeyli’de, Bağcılar’da, İzmir’in yukarı mahallelerinde, nerede Kürt varsa orada, çanak antenli evlerde…  Hayatımızın müfredat program yapıcıları ellerinde cetveller, pergeller ve bilhassa kumpaslarla uygulama alanları, kısmi, mevzi ve topyekûn yasaklamalarıyla, yere batası duyarlılıklarıyla kırmızı kırmızı çizgiler atıyorlar ucuz amerikan bezi hayatlarımıza. Söz, yetki, karar yani demokrasi, sadece ve sadece smokinli, fraklı parlamenterler ya da cüppeli hâkim, savcı ya da hocaların ve üst üste dikilmiş rütbeleriyle hayatları hiyerarşi toplamı askerlerin mi? Bunların hepsinin itinalı dikicisi terziler neden sadece 3 yıl ya da 5 yıl da bir, bu koca komediye dâhil olabiliyor? (Bu komediyi bozmuştu Fatsa’nın terzi Fikrisi hatırladınız mı?)

6 doktor, 3 hemşire, 1 laborant, 2 hasta bakıcı yani 12 sağlık emekçisi ve muhtemel 9 hasta, yani insan, yani bir zaman, dalak ya da karaciğeri çökecek, yükselen kolesterolleri ile her an kalp krizi geçirecek bizden birileri, 11 Ocak 2011’de, saat 14.47’de bütün devlet hastanelerini denetlese. -Tabiî ki sayıları ve tarihi sallıyorum.- ‘Biz sağlık emekçileri, muhtemel hastalar soruyoruz; Burada kaç yatakta, kaç hasta var? Neden şu para ödeniyor? Hangi ilaç firmaları sizi fazla ilaç yazdığınız için kongre tatillerine gönderiyor? Aynı sedyeyi bir ucundan itekleyen taşeron sağlık emekçisi neden daha az maaş alıyor?’ dese. Karikatür demokrasi sınırlarını caart diye yırtmaz mı kenar mahalle, bizim mahalle ağzıyla? 1968’de ABD’deki Kara Panterler’den beri, ilk defa bu kadar geniş bir şekilde, sağlık sistemini, tıbbın hegemonyasını da dahil ederek sorgulasak…

Çocuklarınızın, torunlarınızın içme suyunu, otomobil ve çimento fabrikalarının öldürücü kan dolaşımına satan büyük barajlara, krediler sağlayan bankalarda halaylar çeksek? Yine Salı günü 14.47’de şu bankanın bütün şubelerinde, kasalarının ve müşteri temsilciliklerinin önünde? Tarihi suya batıran, toprakları susuz bırakan büyük baraj kredilerine çomak soksak? ‘Banka soymak mı? Banka kurmanın yanında hiç bir şey diyen’ Brecht’in ruhu şad olsa. Hasankeyf’e kredi veren bankaların keyfini kaçırsak, Hopa’daki HES’i projelerinin üstüne yumurta kırsak? Susmasak sıra bize gelmese.

Bırakın onlar sınırlar çizmeye kalksın. Ölçsünler, biçsinler her ölçülen satılabilir mantığıyla. Düşüncelerinin mahdut sınırları içinde makul dolaşsınlar. Biz hayata, halaya katılalım.

Hayatımızı çevreleyen mayın tarlalarını sökmeli demokratik özerklik, komün yani radikal katılımcı demokrasi. Söz, yetki, karar halka. İktidar çöpe..

http://www.emekdunyasi.net/ed/ed/10522-komun-3

Komün 4

Arjantin’de işgal fabrikalarını dolaşıyordum. Fabrikalar iflas ediyordu. İşçiler fabrikalar iflas edince bir başka yere işe giremiyorlardı, çünkü zaten işsizlik çığ gibiydi. İflas eden fabrikalarda işçiler tazminatlarını, birikmiş maaşlarını alamıyorlardı. Fabrikaları işgal ediyorlardı. Makineleri haczetmeye gelen bankalara, icra memurlarına, icra memurlarını koruyan polislere ve makul olun, makul olun diyenlere karşı direniyorlardı. Bu ülkeyi biz yönetmiyorduk. Parlak diplomalı, makul ekonomistler vardı. Bu fabrikayı da biz yönetmiyorduk; kibirli, büyük arabalı ve bizim makul olmamızı söyleyen patronlar vardı. Bu yüzden ne bu ülkenin batmasından ne de fabrikanın batmasından biz sorumlu değiliz. Siz bu makineleri haczettiğiniz de benim eşimin, çocuğumun ekmeğini alıyorsunuz. Bunu size vermem diyordu. Barikatlar kuruyor, fabrikaları işgal ediyordu. Hep birlikte fabrikayı yönetiyorlardı. Makul değillerdi. Bu fabrikalardan birinde bir işçi kızla konuşuyordum. 25-26 yaşlarındaydı. Patronsuz çalışmak mümkün mü diyordum. Garip bakıyordu. Ben 10 yıldır işgal fabrikalarında çalışıyorum. Hiç başka yerde çalışmadım. Bu soruyu anlamıyorum. Bence patronla çalışmak mümkün değil. Patron ne yapıyor ki?

Uruguay’da bir işgal tekstil fabrikası geziyordum. 100 kişi çalışıyordu 99’u kadındı. Seni bir yere götüreceğiz dediler. Fabrikanın sonunda patronun eski ofisine götürdüler. İçinde küçük küçük yataklar ve oyuncaklar doluydu. Kendi çocukları için kreş yapmışlardı. Zaten patronu kovduk ve burası ilk defa işe yaradı diyorlardı.

Galler’de işgal madenini geziyordum. Bütün madenler kapatıldığında Tower madeni sadece direnmekle kalmadı, madeni işgal etti işçiler. Bağımsızlıklarını ilan ettiler. Kızıl bayrak diktiler madenin tepesine. 10 yıldan fazladır madeni işçiler yönetiyor. Yılda 2 milyon sterlin, ne yazık ki vergi veriyorlar. Çevredeki bütün yerleşim yerlerinde işsizlik, uyuşturucu hakimken Tower’da hayat devam ediyor. Galler’deki bütün belediyelerde iki dil yazılır kapıda. İngilizce ve Galce. Fakat sadece işgal madeninin olduğu kasabada işsizlik yoktur ve gençlerin hayatları uyuşturucudan ibaret değil.

Brezilya’da işgal fabrikası Flasco’da geçen hafta bir fotoğraf sergisi açıldı. Şehmus Çakırtaş’ın Kürt fotoğrafları sergisi. Belki de Brezilya’da bir ilkti. İşgal fabrikaları sadece mamul maddeler değil yeni bir kültür üretir. Başka bir demokrasi inşa ederler. İşçiler, işçilerin eşleri ve hatta çocukları hep birlikte karar verirler, ne üreteceklerine ve nasıl yaşamlarını devam ettireceklerine. Bu yüzden işgal fabrikası Flasco’da bütün baskılara rağmen, günde sadece 6 saat çalışılmasına rağmen h‰l‰ diğer fabrikaların 2 katı kazanır işçiler.

Demokratik Özerkliği sadece muhtariyet-özerklik ile sınırlamak, tanımlamak hadımlaştırmaktır. Özgür Komün yani radikal katılımcı bir demokrasi iyi, çok güzel ama gerçekçi olun diyenlere gülüyorum. Okulların makul olun öğretisinin kurbanları onlar. Siz gerçekçi değilsiniz! Sizin önerileriniz hiç uygulanabilir değil. Kaldırın kafanızı şöyle bir etrafa bakın! Bu lanet olası, her dakikada üç kişinin açlıktan öldüğü dünya mı bizi içine tıkıştırmak istediğiniz? Bu kadar mı basit, ekolojik, demokratik, kadın cinsiyetçi bir toplumsal yapı önerisi?

Bir yanda ‘kamu idari reformu’ ile özelleştirilen kamusal hizmet, özel bölgeler yani Kürde özel, daha da düşük asgari ücret, mutlu mesut sermaye öte yanda kooperatifler, kolektifler, özgür komünler, yani radikal katılımcı bir demokrasi…

Komün 5

Venezüella sokaklarında öğrenci gösterileri var. Yeni öğrenci yasasını protesto edenlerin ve yasayı destekleyenlerin gösterileri bunlar. En son Venezüella’dayken Bolivarcı öğrencilerin bir gün sonra sokaklarda patlayacak olan havai fişekleriyle kaldığımız yeri paylaşıyorduk. Usul usul bir gün sonrayı bekliyorlardı. İşin garibi, yasa, gelişmiş batı demokrasilerinin! aksine üniversite harçlarını artırıp, öğrenci burslarını kesmiyor. Aksine çocukluktan başlayarak üniversite eğitiminin sonuna dek parasız, iyi ve eşit bir eğitim vaat ediyor. Bu zaten Bolivarcı anayasanın ilkelerinden biriydi ve son seçimlerle  %41 ni elde eden sağ bloklu yeni meclis göreve başlamadan yasallaştı. Aksi takdirde bu mümkün olamayacaktı.

Size garip geliyor değil mi? Parasız ve eşit eğitim getiren bir yasanın bir kesim tarafından bile olsa protesto edilmesi. Aslında üniversitelere çok uygun bir karşı çıkış bu. Üniversiteler ilk kurulduğundan beri papaz okullarının yerini almıştır. İlk üniversitelerin binaları da bunu bize yansıtır. Ünlü Cambridge, Oxford üniversite binaları, görkemli kiliselerden hiçbir farkı yoktur. Diploma törenleri, kep giyme seremonileri papaz törenleriyle aynıdır. Ne zamanki 1968 de şenlikli öğrenci eylemlilikleri Sorbonne’u işgal etti, ormana taşıdı, o güzel günlerde özgürlüğüne kavuşmuştur üniversiteler ya da dünyanın herhangi bir yanında şenlikli işgallerde. Üniversitelerin özgürleşmesi, üniversite duvarlarının yıkılmasıyla ancak olur. Bilgi ve iktidarı, öğrenim cüppeleri ve yakılası kürsüler, her şey bir yana, sadece ve sadece bize makul olmayı öğrettikleri için bile cehennem ateşinde yanmayı hak ederler. Doğru, üniversiteler ‘bilim’ yuvasıdır yani iktidardır. Düzen ve intizamı, sıraları, çan eğrisi olan veya olmayan notları, okuma yazma kurdeleleri, azarlanmış ve ödüllendirilmiş biz, bugünün demokrasisinin makul insanları, diplomalarıyla mutlu, mesut ve belki bahtiyar dolaşıyoruz. ‘Bilim’in bize bahşettiği ayrıcalıkları kaptırmamak için sokaklardalar, şimdi Venezüella’nın zengin üniversite öğrencileri.

Yasaya göre öğrenciler, üniversite yönetimlerini seçmede eşit oy hakkına sahip olacaklar, profesörleri değerlendirecekler ve üniversitenin yönetim sürecine katılacaklar, üniversite idari kayıtlarına ulaşma hakkına da sahip olacaklar. Daha da önemlisi karşılıksız ulaşım, yemek, barınma, sağlık ve burs hakları olacak. Ayrıca yasa, bir üst konseyin dışında her kampuste öğrenciler, öğretim üyeleri ve işçilerin eşit oylarıyla seçilmiş kampus konseyleri tarafından idare edilecek. Yani sadece cüppelerin gücü aşkına yürümeyecek her şey ya da şu anda olduğu gibi bir prof’un oyu çok işçinin oyuna eşit olmayacak. (Ülkemde öğretim üyeleri bile kendi rektörlerini seçemiyor ya…Kifayetsiz cüppe gücü.)

Venezüella da Bolivarcı yönetim, oligarşinin makul insan üreticileri üniversitelerinin kapısından biraz daha demokrasi sokmak istiyor. Bunu tek nedeni devrim olmasa da yani kendi muhalefetinin ana kaynağını yok etmeye çalışsa da yine de üniversite duvarlarına koca koca delikler açılıyor.* Üniversite koridorlarına halkın çocukları sızacak ve biraz daha demokrasi ve özgürlük.

Özgür komün aynı zamanda eğitimin demokratikleşmesi, özgürleşmesi demektir. Demokratik özerklik, özgür komünler sadece sınırları değil üniversite duvarlarını yıkmalı. Özgür komünler yani radikal katılımcı demokrasi; bıkmadan usanmadan bir kere daha tekrar edeceğim gibi egemenlerin 3 yılda 5 yılda bir oy atılan karikatür demokrasileri gibi değildir. İletişimde demokrasi, kültür de demokrasi, sağlıkta demokrasi ve eğitim de demokrasidir.

Özgür komünlerle, özgür üniversitelere…

*Muhalefet bir üst kurul oluşmasının otonomiyi ortadan kaldıracağı iddiasıyla karşı çıkıyor ve Bolivya da ki son yasa gibi geri aldırmaya çalışıyor. Doğrusu yasa, böyle bir olasılığı da içinde taşımıyor da denilemez.

http://www.emekdunyasi.net/ed/guncel/10704-komun-5

Komün 6

Brezilya’da bir favelada – gecekondu- mahallesinde konuşuyorduk. -Hemen hemen tamamı ilan panolarından yapılmış bir evdi. Farklı yerlerinden ve tabiî ki aldırmaksızın kesilip çakıldığından üstlerindeki reklam yazıları, yeni bir gerçek yaratıyordu. Ortası pencere olarak kesilmiş, evin en büyük parçası sanırım bir araba reklamıydı. Pencerenin hemen üst köşesinde lüks bir arabanın sağ arka tarafı duruyordu. Tam bagaj kapağının başladığı yer pencere için kesilmişti ya da panonun orası parçalandığı için pencere yapılmıştı. Otoban kenarından söküldüğünden belki de bir araba parçalamıştı. Pencerenin üstü bir deterjan reklamıydı. Beyazında beyazı var tipi bir reklam sloganı ters olarak pencere üstü görevini üstlenmişti.- ‘Ya polis diye sordum. Onlar zaten polisle anlaşmalı. Onlara payını vermeden bu sokaktan bile geçemezler.’ 30lu yaşlarında bir kadındı belki de 20 ama sefalette yaş önemli değildi. Çocuğunu kaçırmışlardı. Burada çocuklar böbrekleri için kaçırılıyordu. -Yaşasın modern tıp- Sokak çocuklarının polis tarafından sürek avına çıkılarak öldürüldüğü günlerdi. Polis sokakları suçtan temizliyordu.

Meksika’da polis, içinde polis müdürlerinin de olduğu polislere, uyuşturucu ticaretine karıştıkları için baskın yaptı. Çatışma çıktı. Polisler polisleri öldürdü. Daha sonra bu baskının nedeninin, iki uyuşturucu çetesinin arasındaki savaşın bir parçası olduğu söylendi. Yani bir uyuşturucu kartelinin polisleri ile diğer uyuşturucu kartelinin polisleri çatıştı -tekerleme gibi oldu ne kadar polis dedim-  Emniyet, suç, polis, güvenlik, önlem, asayiş, kar ve ticaret, güvenlik şirketleri, -bir de geçenlerde NTV muhabiri, panzerlere ‘toplumsal müdahale araçları’ diyordu. Mideme kramplar girdi. Eski toplum polisi kadar komik bir isimdi-  kendi güvenliğimiz ve kendi iyiliğimiz…

Venezüella’da en büyük caddelerinden birinde polis çevirdi. Aramaya başladı. Cebimdeki paraları elime aldım. Korumaya aldım. Aradılar. Çantaya baktılar. Birden aklıma geldi. Çantanın bir kenarına Küba’daki çalışma izni için bir yüz dolar koymuştum. Baktım yoktu. Yüz dolar nerede dedim. Yok ne parası dediler. Bakanların kartları vardı yanımda. Onları gösterdim. O zaman onları aramalıyım dedim. Bir daha çantayı aramaya başladılar. Aaa buradaymış dediler. Dikkat et çok soyguncu var sokaklarda dediler. Doğru dedim…

Polisin olduğu yerde suç vardır. Öz savunmayı polis olarak tanımlamak, Özgür komünü, Ekolojik, Demokratik bir toplum önerisini yok saymaktır. Polisi yerel yönetimlere bağlamak, belediye başkanlarına şerif rozeti takmaktan başka ne ki? Hiç mi kovboy filmlerindeki kötü şerifleri seyretmediniz? En iyi şerif de herkesi kurtardıktan sonra esas kızı alır gider. Öz savunma özgür komünlerde, diğer her şeyde olduğu gibi halktan yabancılaşmamış bir gücü yani doğrudan halkın kendisini ifade eder. Yani silahlı bir güç olarak tanımlanamaz ve silah ile sınırlanamaz. Kültürel yıkıma, yozlaşmaya, asimilasyona ve sömürüye karşı mücadele öz savunmadır ve ekmek çalan çocuktan değil, o çocuğu, aç bırakan tekelci mülkiyetten, çocuğu korur.

Ya bir devlet öykünmesi ya da özgür komünler…

http://emekdunyasi.net/ed/guncel/10818-komun-6

Komün 7

Diyarbakır’da ne üretiliyor? TEKEL fabrikası da kapandıktan sonra Diyarbakır’da bir tane dişe gelir bir fabrika kaldı mı? Sümerbank zaten çoktan kapanmıştı. Sümerpark oldu orası. Tekstil atölyelerinin olduğu yerlerde, yapabildiğimiz sadece güzel kelimeler dikmek. SEK satıldıktan sonra Diyarbakır’da küçük birkaç atölyeden başka hayvansal ürünleri işleyen bir fabrika kaldı mı? Hangi tarım ürünü Diyarbakır’da fabrikalarda işleniyor? Tekrar soruyorum Diyarbakır’da ne üretiliyor?

Arjantin’de Buanes Aires’in geniş caddelerinden birinde gidiyorduk. Araba bir kırmızı ışıkta durduğunda önümüze en az 7-8 kişi atlıyordu. İkisi börek, üçü kola satıyordu. Bir kişi havaya lobut atıyor, ikisi elindeyken bir üçüncüsünü havada oluyordu. Bir başkası alev yutuyordu. Ağzından alevler fışkırıyordu. Diğerleri gelecek ışıktaki sıralarını bekliyordu. Bir diğer ışıkta durduğumuzda bu sefer üç kişi börek satıyor ve yine yanında kola ve lobut atanlar ve ateş yutanlar ve bin bir türlü şey satışları… Yanımda Miguel vardı. Üniversitede profesördü. “Arjantin hükümeti işsizliğe karşı çare buldu. Trafik lambalarını artıracaklarmış” dedi.

Neoliberalizm tam olarak budur. Hiçbir gerçek şey üretmez. Üretim bütün olarak ulus ötesi tekellerin en başından sonuna kadar elinde bulundurduğu bir sürece dönüşür. Mesela süt fabrikasını alır ve genellikle de fabrikayı kapar. Çünkü fabrikayı satın almasının nedeni fabrikanın değerli arsası ve daha da önemlisi onun pazar payıdır. Fabrikayı satın almadan sütü 1 liraya satıyorsa, o fabrikayı satın alıp kapattıktan sonra artık 2 liraya satabilir, Çünkü ondan başka, süt işleyen bir fabrika kalmamıştır. Ayrıca eskiden sütü köylüden daha pahalıya alırken, artık daha da ucuza alacaktır. Ondan başka süt alıcısı kalmamıştır ki! Siz sütü doğrudan da satamazsınız. Birden, sağlığımızı çok düşünmeye başlarlar. Bakterilerden korurlar bizi. Sadece birkaç dakika kaynatarak, çözebileceğimiz bir şeyi buhar kazanlarına mahkum ederler. Uzmanlar beyaz önlüklerinin altında, sadece iyi mahalle okullarında, eğer kırılmadıysa birkaç kez görebildiğimiz deney testi tüpleri ellerinde açıklamalar yapar. Vururlar sokak sütçülerinin tepesine. Sanki hepimiz onların sattığı sütlerle büyümemişiz gibi çocuklarımızı mis süte mahkum eder, mis gibi sütten ederiz. O koca buhar kazanları birkaç mikrobun yanında yararlı bakterileri ve küçük köylüleri de buhar eder.

Fabrikalar ve marketlerden sonra ilk aşamasına uzatır ellerini ulus ötesi tekel. Size kendi hayvanlarını ve tohumlarını vererek hizmet(!) eder. Topraklarınızı almasına ihtiyacı yoktur. Siz kendi toprağınızda maraba durumuna düşersiniz. Zaten küçük topraklar ona yaramaz. Onlar, yakın arkadaşları toprak ağaları ile başlarlar işe. Binlerce dönüm mısır, binlerce dönüm soya kocaman makineler ile ekilir, sürülür ve satılır. Fabrika mandıralarda hayvan yetiştirilmez, et imal edilir ve tabii ki yanında deli dana, kuş gribi ve kanserleriyle birlikte ama kimin umurunda. Yeter ki k‰r etsin onlar ve hisse senetleri tavan yapsın borsalarında. Bu arada milyonlarca küçük köylü, küçük hayvan yetiştiricisi, kent varoşlarına sürüklensin, kentleşsin!

Diyarbakır’da işgal ekonomisi var. Toprakları parselleyen, yağmalayan F tipi apartman daireleri inşaatlarından başka yapılan bir şey yok. Belediye çalışanları, memurlar, askerler ve polislerin maaşları besliyor kenarda köşede kalmış küçük esnafı. Tam bir dönüm noktasında Diyarbakır; ya ulus ötesi tekellere, Cargill, Monsanto’ya tamamen terk edilecek topraklar ya da bir dahaki hafta daha da ayrıntılı anlatacağım özgür komünlerde, kooperatiflerde kolektif halk ekonomisi…

Ya hep beraber, birlikte üreteceğiz ya da trafik lambalarında alev yutacağız…

http://emekdunyasi.net/ed/guncel/11001-komun-7

Komün 8

‘Özgür komünlerde, kooperatiflerde, kolektif halk ekonomisi inşa etmek’ dediğimizde, herkes, şöyle yerinden bir oynuyor. Sözü alıyor. Özgür komünlerin, kooperatiflerin, kolektif çalışmanın ne kadar iyi bir şey olduğunu saymaya başlıyor. Konuşurken ne zaman, ‘ama’ ya da ‘fakat’ diyecek, onu bekliyorum. Olabildiğince yüceltiyor. Yüceltmek kötü, çünkü imkansızlaştırılmaya çalışılıyor. Sonra esas noktaya geliyor ‘ama’ diyor ya da ‘fakat’; bizim ülkemiz, bizim topraklar, bizim insanlarımız, ‘gelenekleri’ diye devam ediyor ve ardından ‘kapitalizmden’ bahsediyor. Hem gelenekten, hem onu yıkan kapitalizmden aynı çizgide bahsetmesi paradoksal ama buna aldırmıyorum ben, kafayı hep ne zaman ‘ama-fakat’ dedi ona takmışım. (Yani madem güçlü gelenekler var kapitalizm onu nasıl yozlaştırdı? ya da madem kapitalizm varken geleneklerden bahsediyorsun kapitalizm gelenekleri ortadan kaldıramamış  demek ki.) ‘Böyle bir şey yapmak için halkın bilinçlenmesi gerekir’ diye devam ediyor. Bu meşhur ‘Her şeyin başı eğitim’ beyaz Türk-Kürt-Başöğretmen söyleminin solcucası.

Sonra konuşmanın 3. aşaması başlıyor; Keşke olsa, keşke! Bir araya gelebilsek ama apartmanda yönetim toplantısında bile kavga çıkıyor ve kimseyle iş yapılamaz. Konuşmanın bu etabında kendinize acımanız, yıkılmanız ve yanlış bir zamanda dünyaya geldiğiniz için ah çekip kendinizi uyuşturucu maddeye bağlamanız yani televizyon seyretmeniz gerekiyor. Televizyonu açıp salakça kendimizi ona bırakmamız, onun da bize nasıl yaşamamız ya da yaşamamız gerektiğini anlatan dizilerinde, küçük Osmanlara ağlayıp, attığımız gollerle sevinmemiz, onlarla aşık olup, onlarla öldürmemiz, reklam aralarında bize sokuşturulan ürünlerden almamız, tüketmemiz gerekiyor.

‘Ama-fakat’ konuşmacıları, bununla da yetinmezler. Siz damarlarınıza televizyonu zerk etmeden, biz idealistlere, romantiklere dersimizi tam vermeleri gerekir. Yıkılan kooperatif örnekleri vermeye başlarlar. Bununla ilgili mesela Diyarbakır’da iki köy kooperatifi örneği var. Yaklaşık iki yıldır sürekli bunları veriyorlar. Aslında STK’ler yani ‘Kafa Tamircileri’ tarafından kurulan bu iki örnek, biyoloji derslerindeki bezelye misali yuvarlanıp yuvarlanıp önünüze sürülür. Sonra konuşma biter. ‘Ama’ bana konuşuluyorsa bir de nezaket içinde ‘Hocam pek Latin Amerika’ya benzemez bizim topraklar’ diye eklenir.

Merilyn Linch,  Lehman Brothers,  AİG,  Royal Bank Scotlands, Loyds Bank isimlerini biliyor musunuz? ABD, İngiltere, İskoçya bankaları, finans ve sigorta şirketleri. Hepsi battı. General Motors şirketini biliyor musunuz? Hadi adını bilmiyorsanız Buick, Cadilac, Opel marka arabalarına belki binmişinizdir ya da filmlerde cakalı artistlerin kızları attıkları araba olarak görmüşsünüzdür. Geçen yıl battı. Yunanistan ve İrlanda bilirsiniz iki AB devleti. Battılar. Daha kaç ülke, kaç ulus ötesi tekel, kaç bin büyük şirket, kaç milyon mahalle bakkalı topu attı. Bunların hiçbiri kooperatif değildi. Hepsi kapitalisttiler. O zaman bana neden kapitalizmi uygulamayalım bak batıyor demiyorsunuz? İşin kötüsü bu batınca bir de üstümüze çöküyor karabasan. O zaman neden h‰l‰ aynı uçurumun üstünden peş peşe aşağıya atlıyoruz?

‘Özgür komünlerde, kooperatiflerde, kolektif halk ekonomisi inşa etmek’  devlet-kamu merkezli bir ekonomi değil, toplumsal bir ekonomi(!) inşa etmektir. Yani aslında ‘Kar’, ‘Verim’ ve ‘Ekonomi’nin inkarıdır… Bıkmadıysanız başka bir komün yazısında devam etmek üzere. Hadi şimdi televizyonlarımızın başına, damarlarımıza yayılsın evrensel uyuşturucumuz…

http://emekdunyasi.net/ed/guncel/11041-komun–8

Komün 9

‘Özgür komünlerde, kooperatifler de, kolektif halk ekonomisi inşa etmek’  devlet-kamu merkezli bir ekonomi değil, toplumsal bir ekonomi(!) inşa etmektir. Yani aslında ‘Kar’,’Verim’ ve ‘Ekonomi’nin inkarıdır. Diye bitirmiştim geçen hafta. Kaldığım yerden devam ediyorum. Buradan sayılar üzerinde vücut bulmuş, dünya borsaları ve ne almalı, ne satmalı üzerinden bir ekonomi tarifi yapmıyorum. Bırakalım ‘tarif’ büyük ekonomi uzmanları ve Fransız mutfağı aşçılarına kalsın. Daha basit bir ilke üzerinden hareket edeceğiz; İşgal et, Diren ve Üret.

Diyarbakır ne üretiyor? Diye sormuştum. Gözümü aykırı (!) belediyelerin boş ve anlamsız parklarına taktım. Hele bir tanesi var. Diyarbakır da kaldığım arkadaşın evinin önünde, şehrin ortasında 61 dönüm. Çok güzel bir toprak. Bir park yapılmış. Çoktan kırılmış yapılan birkaç salıncak ve iki kaydırak. Çimler de ne güzel kurumuş. Şöyle kullanılıyor. Karşı caddeye geçmek için bazen kestirme olarak, toplam 9 kişinin sağlıklı yaşam koşu alanı ki bu dokuz kişinin 7 si en fazla 2 gün koştuktan sonra yeter artık diye bırakıyor ve yazın olmadım orada ama belki güzel mangal da yapılıyordur kelleşmiş çimlerinde. Bunun dışında bali çekiliyor kuytuluklarında, tenekelerde ateş yakılıyor ve ısınmak için etrafında toplanılabiliyor ve birbirlerini bıçaklamak isteyen çeteler için iyi bir çatışma alanı.

Şimdi ne yapabiliriz? İki yol var. Birincisi burayı ihaleye çıkartırız. İki kafeye kiralarız. Onlar da üst üste plastik bir taş sırası yerleştirip, küçük elektrik motoruyla üstünden akan dünyanın en aptal şelalesini yaparlar. Bir işeme şırıltısı içinde bize huzur içinde yanına çökeriz. Hemen altında dizimize kadar seviyesi olan havuzu olur.Yıllık 750 bin dolar kira verir cafe belediyeye. F tipi cezaevleri apartman dairelerinde bunalanlardan toplamaya çalışır sahibi. Genellikle de yarı mafya gruplar çıkar bu komik şelale arkasından. Ya da koyarız oraya 12 zabıta, dolaşıp dururlar ortalarda. Çimlere bastırmazlar ve başka yerlere sürerler bali içicilerini. Bizde ekolojik belediyeciliği anlatırken,yaptığımız park sayısını peş peşe sayar dururuz.

Bir diğer yolu işgal ederiz orayı. 10 metre kare de 4 kişilik bir aileye yetecek, bütün yıl yetecek organik sebze yetiştirmeyi anlatırız. Yani 3500-4000 aileye dağıtırız parkı. 10 metre kare, 10 metre kare. 8 kişilik aileye 20, 12 kişilik aileye 30 metrekare veririz. Hatta geriye daha toprağımızda kalır.  Her 10 metrekare de sebze ormanı adını verdiğimiz perma kültür ile sebze yetiştirmeyi anlatırız. Yaparız. Bir metre genişliğinde çok küçük havuzları olur ortalarında, kışın sulamadan nemiyle sebzeyi yaşatan. Yani 16.000 kişiyi doyururuz. İsteyene park kenarında ürettiği organik sebzeyi satması için küçük bir semt yaparız. Urbanos Agri Culturos- yani kent tarımı ile – havalı olsun diye yabancı adını da yazıyorum.-  4000 aileden oluşan kent tarımı kooperatifi kurarız. Eh çok istenirse sebze ormanları içinde 2 de cafe olur. Belki bahçelerde yetiştirdiğimiz ada çayını satarlar orada. Bu sadece bir parkta. Düşünsenize kaç park var işgal edeceğimiz ve aileleri doyuracak.

Halk ekonomisi aşağıdan doğru inşa ettiğimiz toplumsal bir ekonomidir. Açlığı doğrudan giderir. Sadece bir Ispanak yetiştirme süresi içinde etkiler ve gelecek güzel günler kelime salatası içinde değil, bugün, hemen, şimdi.

İşgal et, Diren ve Üret.

http://www.emekdunyasi.net/ed/guncel/11144-komun-9

Komün 10

Cezaevinden bana mektup atan arkadaşlar “Bazen nerede olduğun yazsan iyi olur. Ona göre okuyoruz sanki biz de oradaymış gibi” diyor. Madrid havaalanından yazıyorum bu yazıyı. Yerde oturuyorum. Bilgisayarın bataryası bozuk bir türlü alamadım yenisini. Bu yüzden sürekli fişe takmak gerekiyor. Tuvaletin kenarında bir priz buldum. Yerleştim kenarına. Bakmayın bugünkü yazının başlığının ‘Komün 10’ olduğuna, seyahat yazacağım size bugün. Artık havaalanları çok güvenli, hangi eşyanızı bıraksanız bomba zannedip çalmıyorlar. Eh biraz geç kalırsanız çantanızı bıraktığınız yere imha edilmiş bulabilirsiniz. Küçük bir fünye ile havaya uçuruyorlar. Bu bana çok saçma geliyor ama çantayı çalmayacaklarına emin olup bırakabilmek hoşuma gidiyor. Hayatım da en ucuz da hemen 11 Eylül’den sonra uçmuştum. İki, üç uçakla İkiz Kulelere girdikten sonra kimse korkup uçaklara binmiyordu. Sadece 420 dolara Küba’ya gidiş geliş bileti alabilmiştim Uçaklar çok rahat oluyordu. Yatarak gidiyorduk. Fazla sandviçleri alıp bir gün sonra yemek için çantamıza koyabiliyorduk. Hangisini içersiniz diye sorduklarından biraz düşündüğümüz de hepsini önümüze koyuyorlardı.

3-4 saat kadar sonra Brezilya’ya uçuyorum. Ucuz bilet olduğu için 4 saat kadar bekleme yapmak gerekiyor. Aynı zamanda sabah oraya vardığım için bir gün de otel yerine uçakta uyumuş oluyorum. Gerçi neredeyse hiç otelde uyumam. Brezilya’da işgal fabrikaları ve ülkenin her yerinde MST- Topraksızlar hareketinin işgal toprakları var. Her zaman bir yerim var onların yanında. İşgal fabrikasının arka bahçesini evsizler işgal edip ev yaparken ben dağıtmıştım bir kısmını. Hatta eve yazılanlardan biri sen de yazıl evin olur demişti. Yok dedim. Evim yok. Şimdi dünyanın her yerinde evim var. MST-Topraksızlar hareketine ağzınla kuş tutsan katılamazsın. Mutlaka toprak işgal etmen gerekir. Eh bir kaçta toprak işgaline katılmışlığım var. Birlikte kocaman çitleri kırdık. Çok güzeldi. -Hay salamrar Hay salamrar- diye bir İspanyolca şarkı vardır. Yazılışı nasıldı unuttum. İspanya iç savaşında direniş şarkılarından, çitleri parçalamaktan bahseder. Cezaevindeki arkadaşlara göndermek isterdim ya da dinleyebildikleri radyolar da çaldırmak lazım.

John Fowles’ın bir kitabı vardı. ‘Yaratık’tı galiba adı. Çok sürükleyici bir roman. Bir Yunan atasözünden bahsediyordu. ‘Dostlarımız için her zaman masamızda bir fazla kahve fincanı vardır’ diye. Ne güzel ki dünyanın her tarafında bizi bekleyen, kahve fincanları var. Cortazar’ın yazdığı bir şey vardı yine kahveye ilişkin. ‘Bir ev de kahve yoksa yoksulluk vardır’ diye. Biz de çaya denk düşüyor.

Bomboş havaalanı. Ne kadar kötü bir şey uçak yolcuğu. Bir posta kolisi gibi savruluyorsun. Ahmet Hamdi Tanpınar yazıyordu: ‘Seyahat etmek han da kalmaktır. Kervana katılmaktır. Tanımadığın insanla yolcuğu paylaşmaktır.’ Birinci sınıf bir tren de yolculuk ettikten sonra artık seyahat bitmiş diyordu. Kimseyle paylaşamadığın seyahat mi olur.

Brezilya da PT- Brezilya İşçi Partisi’nin kuruluş yıldönümüne katılacağım. Belki Dilma ile ve pek muhtemel Lula ile görüşeceğim. Hakikat komisyonlarını sorma niyetim var. Onlara ve diğer parlamenterlere ve selamlarını götüreceğim bu toprakların.

Eskiden göçerler, kendilerine göçer diyen şehirlilere ‘yatuk’ diyorlarmış. Bende yatuk olmamak için dolaşıyorum. Farklı bir aidiyetsizlik duygusu ile.

Darısı bütün duvarların ardındakilere. Biraz dışarı taşıyabildimse ne güzel…

http://emekdunyasi.net/ed/guncel/11290-komun-10

Komün 11

Brezilya’dayım. Porto Alegre’de. Mahalle toplantıları yapılıyor. Dünya kupası yapılacak burada, 2014 yılında herkes kupaya hazırlanıyor. Dünya kupası demek yoksulların evlerinin yıkılıp dışarı atılması demek. Güney Afrika’da olduğu gibi ya da Avrupa şampiyonası öncesi Atina’da. Koca temaşa futbol yoksulları auta atıyor. Sadece yoksullar değil, oldukları yerde 30-40 yıldır oturan orta sınıf da yerlerinden sürülüp kent dışına süpürülüyor. Garip bir topluluk var. Yavaş yavaş çıkılan katlarla orta sınıfa dâhil olanlarla evlerin sırtına yapışmış kâğıt toplayıcıları bir arada. Bir gün önce gezdim bunları. Ne güzel! Dünya kupası bir araya getirmiş herkesi. Futbolun, sporun dil, din ırk gözetmeksizin herkesi birleştirmesi ne güzel! Ağlamak istiyorum.

İşin garibi konuştuğum hiç kimse dünya kupasına karşı değil. Sanki onların değil benim evim yıkılacak. Allahtan evim yok da yıkılma tehlikesi de yok. Yoksa gerçekten bu konuşmalardan sonra döner eve bi bakıp gelir karşısında kendimi çimdiklerim. İnsanın malı mülkü olmaması güzel, çimdik yemiyorsunuz. -Bir toprak satın alırsan, toprak sahibi olursun. Fakat ona çit çek, kontrol et, sınırından biri girerse adamı vur, adam seni vursun. Bir sürü iş. Sen toprak sahibi olursan toprak da senin sahibin olur.- Herkes ben dünya kupasını çok seviyorum diyor. Okumuştum. ‘Brezilya’da en gelişkin spor basketboldur. Futbol mu? Futbol spor değil dindir’ diyordu yazar. Herkes dinine sahip çıkıyor.

Herkes evini yıktırmayacağını söyledi. İlk konuşan bir kağıt toplayıcısıydı. Bir gün önce uğramıştık evine. Kalın mukavvalardan ya da iki kat yapılarak kalınlaştırılmış mukavvalardan meydana gelmişti. Kesinlikle evimi bırakmayacağım diyordu. Kapısının hemen önünden coşkuyla akan bir kanalizasyon nehri vardı. Şimdi burada durun. İşte bu sefaletten kurtaracaklar. Bu kadar saf mısınız gerçekten? Hiç mi müteahhit görmediniz? Zevk için mi burada oturduklarını zannediyorsunuz? Hepsini yıkıp yerlerine yürüyen merdivenlerle tırmanılan alışveriş merkezleri, güzellik salonları, ve mutlaka uluslararası hamburgerci dükkanları açacaklar. Bunlara harcanan paranın 100’de biri ile zaten bu mahalleler düzelir. Fakat biz dünya kupasını çok seviyoruz.

Kalktım söz aldım. Biz de dünya kupasına katılalım dedim. Yoksullar da dünya kupasına katılsın. Bir proje yapalım. Otel, alışveriş merkezleri ve benzerleri yerine evler inşa edilsin bu projeyle. Sonra gelip kalsınlar dünya kupası sırasında. Futbolcular, hakemler, her şeyi bilen futbol yorumcuları filan, federasyon başkanları ve muhtemel olacak başkanlar, spor kulübü yöneticileri. Sonra evler yoksulların olsun. Neden mi? Zaten onların paralarıyla yapılmıyor mu statlar? İlk defa sonra yeniden işe yarayan bir tesis olsun dünyada. -Hakkını yemiyim eski Sovyetler Birliği’nde, Abhazya’da yapılan bu tesisler kullanılıyordu. Atış talimleri yapıyordu Abhaz savaşçılar.-

Komün demek her şeye katılmak demektir. Kentin öte ucunda oturan bir kişi bile kentin diğer ucunda bir alışveriş merkezi inşa edilip edilmemesi kararına katılmalıdır. Her şey bir yana bunun inşası ile senin kullanabileceğin su oranı azalacak, denizin ve havan daha çok kirlenecek. Bu yüzden bütün kent topraklarının kamulaştırılması önerisi önemlidir. Kentin kenarında bin bir güçlükle hayata tutunan bir aile, gün gelip biraz para kazanabilme şansına sahip olması, planı öğrenerek binlerce metrekare yer kapayan birisinden çok mu daha haksız? Yaşamını sürdürebilmek için gecekondu inşa etmek için bir avuç toprak işgal eden mi suçlu yoksa TOKİ’den bedava binlerce binlerce dönüm yer kapatan müteahhit mi?

http://emekdunyasi.net/ed/guncel/11342-komun-11

Komün 12

Sayın Demokratik Toplum Kongresi üyeleri; Demokratik Özerklik, Özgür Komünler yani Radikal katılımcı demokrasi inşası sürecinde sizi kurumsal anlamda muhatap olarak algıladığım için bu açık dilekçeyi size yazıyorum.

Demokratik Özerklik ve Özgür Komünlerin inşasının ana alanlarından biri olan bütün bölgede özellikle son iki yıldır toprakları, hızla GDO’lu üretim kaplamaktadır. GDO’lu üretim tahripkar, yok edici ve öldürücüdür;

1- Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar-GDO’lu gıda insanları öldürür; milyonlarca yıllık bir evrimle doğada oluşmuş bitkiye; laboratuarlarda farklı bitki ve hatta hamam böceği, domuz genleri yerleştirerek yeni bir organizma imal edilmektedir. Bu şekilde imal edilmiş Mısır, Soya ya da Domates tüketildiğinde saydıklarım ve saymadığım birçok şey de yenmiş olmaktadır. Rafta durma sürecini uzatma, görüntüsünü koruma ve sadece kendi markasından ilaç kullanmasını sağlamak için yaratılan bu imalat, insanların sağlığına yıkıcı zarar verir.

2- GDO’lu ürünler öncelikle çocuklara yöneliktir; GDO’cu bilim adamlarının (adam ile iktidar kelimesi iç içe olduğundan özellikle adam kelimesi tercih edilmiştir.) ‘Henüz sağlığa zararlı etkisi tespit edilmemiştir’ mahcup savunmaları içinde bile bu doğuracak zarar inkar edilememektedir. Doğanın evrimini yok sayan piyasanın bu Frankenstein imalatı özelikle kola ve çikolata da kullanılan tatlandırıcılar çocukların sağlıklarını tehdit etmektedir.  

3- GDO’lu ürünler küçük çiftçiyi topraklarından sürer, yok eder; Büyük topraklarda devasa makineler ile gerçekleştirilen GDO’lu üretim karşısında küçük çiftçinin rekabet edebilme şansı hiç yoktur. Köy boşaltmaların, ekonomik baskının altında hala yaşamını sürdürmeye çalışan küçük  çiftçi ve köylü GDO’lu işgal karşısında tamamen yok olur, kentin varoşlarına süpürülür.

4- GDO’lu üretim, tohumları yani yaşamı yok eder; Buğdayın ve bugün insanlığın kullandığı gıdanın ana yurdu Mezopotamya’da hızla devam eden bu işgal, bütün tohum çeşitliliğini yok etmektedir. Tek tip, standart ve markalı imalat tohumların karşısında bu çeşitlilik sadece belki Kürtçe resimli bilgi ansiklopedilerinde okunabilir şeyler haline gelecektir. Dünya tarımının ana yurdu Mezopotamya ulus ötesi tekeller, Cargill ve Monsanto’nın saksısı haline dönüşecektir.

Yukarıda sıraladığım ve dilekçe de yer vermediğim onlarca nedenden dolayı Demokratik Özerklik, Özgür Komünler ve Radikal katılımcı demokrasinin şu anki kurumsal muhatabı DTK, bütün komün etki alanlarında ve özellikle de bölgede GDO’lu tarımsal üretimini, satışını ve bütün faaliyeti durdurma kararı almalıdır.

Komün alanları ve üyelerine bu üretimi durdurmaları için 2 yıllık bir süre tanımalı, GDO’lu üretimden vazgeçen üreticilere ekolojik alternatiflerin eğitimi sunulmalı ve perma kültür, doğal tarım gibi yöntemleri ile yetiştirilmiş ürünlere pazar desteği verilmelidir.

Ekolojik demokrasiyi ilke olarak benimsemiş belediyeler kendi yasaları gereği ‘Halka zararlı gıdaları ulaşmasını’ önleme yetkisine sahiptir. Bunun ötesinde bu onların temel görevidir. Bu yetki ve görev hatırlatılarak, Demokratik Özerk alanlarda, Özgür Komünlerde ve özellikle bölgede GDO’lu ürünlerin kentlere girişi yasaklanmalı, engellenmeli, halkın ve özellikle de çocukların sağlığı korunmalıdır.

DTK bu kararları ile ekolojik demokrasi, özgür komün inşasında, ulus ötesi tekellere karşı tavrını, küçük çiftçilerin, kooperatiflerin, halk ekonomisinin yanında olduğunu ve yapısının etkisinin açıkça ortaya koyma şansını bulacaktır. Sayın Demokratik Toplum Kongresi üyeleri, ekolojik demokrasi ve özgür komünler ilkeleri içersinde bu dilekçeyi gündeme almamanız karşısında, MST-Brezilya Topraksız işçi hareketinin kadınlarının, 8 Mart dünya kadınlar gününde, GDO- üretim yapan tarlalara girerek ürünleri imha ettiği, şenlikli eylemleri, örnek alarak benzerlerini gerçekleştireceğimi beyan eder, bu fırsatla Topraksız kadınların cinsiyet özgürlükçü toplumsal yapıya yakışır bu eylemini selamlarım. Yaşasın özgür komünler… Eşitlik, Özgürlük, Adalet.

Metin Yeğin – Yurttaş

Komün 13

Birçok uçakta 13 numaralı koltuk yoktur. Uğursuz sayılır. Sanki uçak kendi tarifeli hattında ilerlerken 13. koltuk sahibi süzülerek düşecek ya da daha da kötüsü belki de uçakların tek çekici tarafı, yemek ve içecek servisinden yararlanamayacaktır. 13. Komün yazısına ulaştık. Umarım dünyanın bütün müteahhitlerine uğursuz gelir.

Özgür komünler kendi eğitimini inşa edecek. Bunu sakın anadilde eğitim olarak sınırlamayın. Eğitimin duvarlarını kırmalı. Mecburen bir 5 yıl ve belki 8 yıl okudunuz ve belki de kafalarımızı hizaya sokan koca çarkın içindesiniz hala. Sıralar, kara tahta ya da camdan olanları, notlar, vizeler, finaller, çan eğrisi hesapları, kürsüler ve ah O diplomalar…

Özgür Demokratik okulların temsilcisi anlatıyordu. Duvara koca bir elips yansıtmıştı. Bu elipsi dünyadaki bütün bilgiler olarak kabul edin. İçindeki kare kadar da okullarda anlatılan bilgiler diyordu. Elipsin içindeki kareyi arıyordunuz. Göremiyordunuz. Aaa pardon diyordu İvan, göremediniz değil mi? Bir büyüteç yerleştiriyordu elipsin ortasında bir yere. Küçücük bir kare görebiliyordunuz büyütecin kocaman yapan camlarının altında. İşte bu da, okullarda öğretilen bilgidir. Dünyanın bütün bilgisinin milyonda biri kadar bir kısmını öğrendiniz diye toplumsal hiyerarşide yerinizi alırsınız. Diplomalarınızın kenarına işlenmiş isimlere göre çarka dahil olup, yuvarlanıp gideriz.

Durun ve düşünün. 5 yıl ya da 8 yıl eğitimden ya da ne yazık buna daha uzun yıllar maruz kalmanızdan geriye ne kaldı? Okullar bize sadece susmayı öğretir. Uslu durmayı ve daha da korkuncu makul olmayı öğretir. Okulda güzel olan sadece teneffüs zamanlarıdır ve kantinde takılmak. Okulla her şeyi bilen bir öğretmenle başlayan bu hayat, hiyerarşi yani boyun eğme silsilesi, şef, müdür, bakan, başbakan, omuzdan rütbeliler ve bankonatlarla sürer gider. -Türkiye’de bir devlet üniversitesinde öğretim üyesi iken dersi Pink Floyd’un The Wall şarkısının klibi ile başlatıyordum. Klibin sonunda öğrenciler okulu yakıyorlardı. Sonra ne yazık ki derse devam ediyorduk.-

Ekoloji enstitüsü kuruyoruz. Özgürleştirici bir eğitim denemesi. Eğitim süreci 75 gün ve bir ömür. 10. günden itibaren teori sokağa çıkacak. Parkları işgal edip kent tarımı yapacağız. Kerpiçten halk evleri inşa edeceğiz. Bisiklet yolları yapıp otomobillerden biraz olsun sıyıracağız yakamızı,ve güneşten, rüzgardan nasıl büyük paralara ihtiyacımız olmadan elektrik elde etmenin yollarını bulacağız. Teori ve pratik kol kola yürüyecek. Tüm öğretim üyeleri öğrenecek ve öğretecek. Kravat takmamak zorunlu olacak. MST- Topraksızlar hareketinden iki arkadaş gelecek. Öğretmek ve öğrenmek için. Michael Lövy gelecek bir hafta, belki James Petras amca, Jose Bove ya da Kore çiftçi sendikasından bir hoca. Ortak özellikleri her şeyi biliyoruz demeyenlerden olmaları. Buradan giderken de yanlarında, burayı taşıyacaklar.

Türkiye’den ve dünyanın her yerinden öğrenciler gelecek. Öğrenmek ve öğretmek için. Siz geleceksiniz dünyayı değiştirmek isteyenler. İlk 10 günden sonra ekoloji enstitüsü binasını restore etmekle başlayacağız ve umarım hiçbir zaman yakılası hiyerarşi imalatçısı okullara dönüşmeyecek. Bitirince mi ne oluyor? Tabii ki diploma vermeyeceğiz. Dünyayı değiştirmek için buna ihtiyacımız yok ve kravat takmak yasak…

Komün 14 

Bir oyun oynayalım. Kapatın kapılarınızı. Cezaevinde arkadaşlar şanslı zaten onlarınkini kapatanlar var. 20 litre su koyun karşınıza. 7 gün orada kalacaksınız. Bütün suyunuz o. İsterseniz birinci günde bir hafif banyo yapın şöyle 3-4 litre suyu dökünün. Geriye 17- 16 litre su kalır. Bunun bir litre kadarını için. Bir litresiyle çorba yapın. Ve diğer ihtiyaçlarınız için de bir litre diyelim. İlk günde en iyi olasılıkla geriye 14 litre suyunuz kalır. İkinci gün banyodan vazgeçin ama 3 litre daha harcarsınız. Üçüncü gün biraz daha az içip, yüzünüzü yıkamazsanız olur diye düşünüp 2.5 litreye indirelim su harcamasını. Galiba 8.5 litre kaldı ve 4 gün. Çorba olmasa da olur. 2 litreye indirelim günlük harcamayı, yetiriyoruz işte. Hatta yarım litre de cabası. Her gün suyu seyretmeye başlayın. İlk gün harcadığınız 3-4 litre için kendinize sinirlenin.  –Bir film sahnesi vardı. Afrika’da susuzluk içinde kırılan insanların, çok küçük kısmını başka bir ülkeye getiriyorlardı. Duşta yıkıyorlardı. Siyah çocuk başından aşağıya süzülen suyu tutmaya çalışıyordu. Yerdeki duşun, su giderine atlıyordu. Dönerek akan suyu durdurmaya çalışıyordu. Su avuçlarından kayıyordu- 7 gün bitince biraz kirli çıkarsınız dışarı. Mutlusunuz. Kazandınız. Haa unuttum oyunun devamını söylemeyi. Sizin yerinize çocuğunuz girecek şimdi oraya. Ne kadar su bıraktınızsa geriye, onu kullanacak.

Viranşehir’de sadece kuyulardan çıkartılıyor su. Geçen yıllarda 250 metreden çıkartılabiliyordu. Şimdi artık en az 500 metreye inilmesi gerekiyor. Bakmayın siz tarlaların bu bahar günlerinde yeşil olduğuna, çölden önceki son kavşakta Viranşehir. Suruçta ise bu derinlikte de su kalmadı daha da derinlerde. GAP’ın yanı başında olması hiç önemli değil. Zaten oradan su verdikleri yok. Fakat gidip seyredebilirsiniz baraj gölünü.

Bu susuzluk iyi para getirecek bazılarına. Nehirleri sattılar, şimdi de yer altı sularının satılması için hazırlıklar başladı. Yer altında ki su havzaları özelleştirilecek. Kuyunuzun başına bir saat takacaklar, ne kadar çekerseniz o kadar para ödeyeceksiniz. Gene biz kaçak kullanırız diyorsanız yanılıyorsunuz. Su polisleri göz açtırmayacak. İşin garibi bide bunu su sarfiyatını engellemek adına yapacaklar. Sanki çocuklarınızın, torunlarınızın suyunu, otomobil fabrikalarına, çimento fabrikalarına pompalayan onlar değilmiş gibi. Sonra da sayıları çıkartacaklar karşımıza. Bu yıl ne kadar büyüdük diye. Koca aç canavar kapitalizm susadıkça çocuklarınız susuz kalacak. Koca bir Kerbelaya dönüyor dünya.

Hemen, bugün, şimdi su meclisleri kurmalıyız. İçinde belediyelerin, ne yazık ki uzmanların, 70 yaşında kadınların ve mutlaka çocuklarında olduğu su meclisleri. Uzun uzun toplantılar yapmak için değil bugünden suyunu nasıl kullanacağına karar vermek için. Demokratik özerklik, Özgür komünler yani radikal katılımcı demokrasi bundan başka nedir ki? Suyun demokratikleşmesini gerçekleştirmeliyiz. Her havza da ne kadar su var? Ne kadarını toprak ağaları GDO’lu mısırlara, soyaya harcıyor? Bu kadar su harcadığında çocuklar ne zaman kerbelanın içine düşecek?  Büyük barajları nasıl yok etmeli? Suruç’a nasıl su bulmalı? Lice de suyu nasıl dağıtmalı?

İzmir Dikili belediyesi 10 metreküpe kadar su kullanımını bedava yaptı. Yargılandı. Beraat etti. Şimdi 13 metreküpe kadar su bedava. Bu su kullanımını toplamda azalttı. Çünkü kimse bu miktarı aşmak istemiyordu. Kaçak kullanım da kalktı. Çünkü zaten su bedavaydı. DTK’ ya bir dilekçe daha yazmalıyım. Birincisini kaile almadı ama.  Daha kısa yazmalı.

Dilekçe no 0002… Sayın DTK, Demokratik özerklik, özgür komünlerin kurumsal muhatabı olarak sizi algıladığımı bir kez daha hatırlatarak, özellikle bütün bölgede 10 metreküpe kadar suyun kullanımının bedava ilan edilmesini, su meclislerinin kurulmasını, hiçbir şeye dahil olamadığımız bu dünyada bari suyumuz hakkında karar vermemizi acil bir şekilde talep ediyorum. Bırakın milletvekili aday adayları etrafınızda dolaşıp dursun. Suyumuza sahip çıkın…

Metin Yeğin. Yurttaş. Başbelası.

Sadizmin babası Marki de Sade söylüyordu. ‘Hepimiz toplanmışız, giyotinin tepeden inecek olan bıçağını seyrediyoruz.’  Japonya da nükleer santral patladı. Radyoaktif yayılıyor. En son ne zaman nükleer santral karşıtı eyleme katıldım… Daha önce  ironi yapıyordum.  ‘Dünyanın bu yok oluşu karşısında mazoşist zevk alıyorum. Biz ölürken, haklıydık, haklıydık bak gördünüz mü diye söylenerek öleceğiz.’ Diye. Soluğum tutuldu.

Bunu yapamıyorum. Deniz suyunu soğutmak için reaktöre veriyorlar o çok bilmiş nükleer santral uzmanları. Radyoaktifi denize yaymaktan fazla bir şeye yaramıyor. Biraz önce haberlerde açıkladılar reaktör de soğutma çalışması yapanlar da ayrıldı. Uzmanlar ve hükümet yetkilerinin geriye tek işi kaldı. Yalan söylemek. Zararlarını ört bas etmeye çalışmak. Saklamak. Kaldırın kafanızı biraz yukarı bakın giyotinin bıçağı düşüyor.

Komün 15

Ekolojik demokrasi derken bu ölümden bahsediyoruz. Bu yüzden Komün yazıları sadece sizin nostaljinize, kenarları işlemeli melonkolinize uygun olsun diye değil ki. İşte tam bu. Bu ölümden bahsediyorum size. Bu yüzden nükleer santral mütahitlerine, hidrolik santral mütahitlerine, bütün herşey mütahitlerine, karlarına ve sayılarına, kalkınma ajanslarına, kalkınmanın kendine, yani sadece kapitalizme değil bütün endüstiriyal sisteme karşı bir öneri olarak olarak, yani ölüm ve kalım olarak görüyorum özgür komünleri. Bugünden sonra en büyük düşmanım yazdıkların çok güzel ama şu anda uygulanabilir değil diyenler olacak. Parmak uçlarıma elektrot bağlayan işkencecim kadar nefret edeceğim onlardan. Aptal burjuva terbiyem müsaade etmeyeceği için, belki yüzüne karşı bir şey diyemeyeceğim. Rüyamda tekmeler savuracağım çok bilmiş kelimelerine. Hazır cevaplar hazırlayacağım, sevgililerinin yanında komik düşürmek için. Ne biliyim elimden ne geliyorsa yapacağım. Beddua da ederim belki tutar. Santral patlar, benden zanneder…

Su, rüzgar, enerji, gıda ve yaşamın bütününü, bugünden elimize almadığımızda geriye hiçbir şey kalmayacak. Nükleer bir katliamla başlayan Japon mucizesi nükleer bir katliamla çöküyor. Hiç birşeyin uzaktan kumanda ile yönetilemeyeceğini gösteriyor, havada hızla yayılan görünmez ölüm. Hadi bakıyım çare bulsun tıbbın kurum kurum kurumlanan uzmanları bilim adamları. Japonlar da yapamıyor abi yani.

Biz masum değiliz. Hiçbir nükleer karşıtı eyleme katılmayanlar, katılıpta bağırıp çağırdıktan sonra dağılıp gidenler, amaan ne yapalım dünyayı biz mi kurtaracağız diyenler, büyük konuşmalar yapanlar, onları alkışlayanlar, hisse senedi sahipleri, banka memurları ve bilim aşkıyla yanan öğretmenler, yazı yazmaktan başka bir şey yapamayan ben, hepimiz cehennemin dibine.

Kucağınızda çocuğunuz radyoaktiften kaçmaya çalışıyorsunuz. Sarı sarı oluyor yüzleriniz. Çocuğunuzun göz akı daha sarı. Ne oluyor baba diye soruyor. Yok bir şey kızım santral patladı. Niye bıraktık her şeyimizi? Gitmemiz gerekiyor kızım. Neden? Ölüceğiz de ondan kızım. Ölmek ne demek Baba. Bilmem umarım cennet filandır. Cennet ne demek Baba? Limitsiz kredi kartı gibi bir şey kızım. Kredi kartı ne demek baba?  Tutsaklığımız kızım. Niye onu seviyoruz Baba… Sonra konuşuruz kızım. Sonra ne demek Baba….

Komün 16

Neden bekliyoruz? Neyi bekliyoruz? Bütün ülkede, özellikle bölgede köylerin neredeyse yüzde 80’inde hepatit B, ishal ve benim bilmediğim birçok hastalık yaygınken, her şey bir yana çocuklar ölürken ne bekliyoruz?

Demokratik Özerklik, özgür komünler dediğimizde yani radikal katılımcı bir demokraside öncelikle sağlığı örgütlemeliyiz. Egemen sağlık sisteminin, tıp hegemonyasının dışında başka bir sağlık örgütlemeli. Tam teşekküllü hastanelerden, uzman ve çok uzmanlardan, arkalarında dünyayı hasta kılan ulus ötesi ilaç tekellerinin sınırsız kar hırsları, yalanları, besleme araştırma raporları, bütün insanlığı müşteri algılayan bembeyaz hasta soyucu, hijyenik açıklamaları hatta sabah şekerleri programlarındaki sağlık köşeleri de hepsi çöp kutusunda yani kapitalizmde kalsın. Biz başka bir sağlık inşa etmeliyiz. (Son sağlık mitinginde ne kadar çok promosyon dağıtıyordu ilaç şirketleri bu kadar doktoru başka yerde bulamayız diye. Onların daha çok ilaç yazmaları, kendi ilaçlarını yazmaları için, yani karaciğer, dalak ve böbreklerimizi dağıtıyorlardı mitinglerde.)

Özgür komünlerde toplumsal sağlık örgütlemek ise tamamen başka bir şey. İçinde sağlık emekçilerinin yani halkın doktorlarının, sağlıkçılarının ve bilhassa da herkesin olacağı komiteler örgütlemeliyiz. Sağlık sadece doktorlara ve uzmanlara bırakılamayacak kadar ciddi bir şeydir. Bu yüzden mutlaka insanlar kendi bedenleri, sağlıkları hakkında karara katılmalıdırlar. Yoksa mesela yaygın hepatit B promosyonlu ya da promosyonsuz ilaçlarla tedavi edilemez. Tıbbı sorgulayan, denetleyen ve esas olarak da toplumsal sağlığın ancak düzgün çevre koşullarıyla gerçekleşebileceğini bilen bir sağlık örgütlenmesi inşa etmeliyiz.

Kocaman, üstünde bir sürü hortum geçen, bir sürü de elektronik göstergeler, dit dit falan gibi sesler çıkaran makineler daha çok ancak hastane dizilerinde hayat kurtarır. Yoksulların hayatlarını kurtaran temiz su, temiz çevre, sağlıklı ev -ki mesela şu anda kolektif olarak inşa ettiğimiz kerpiç evler, sağlıklı gıda toplumsal sağılığın temel unsurlarıdır. Biz ilaç tekelleri gibi insanları ilaç müşterisi olarak görmediğimizden onlar gibi herkesi sürekli hasta ve ilaç bağımlısı kılmaya çalışmıyoruz. Çocukları hasta etmeden kurtarmak zorundayız. Çıplak ayaklı doktorlar, yani koca koca fakülteler, üniversiteler, diplomalar yerine hijyen bilgisi, ilk yardım ve temel sağlık eğitimi almış binlerce kadın, erkek, çocuk ancak toplumsal sağlığı komünlerde inşa edilebilir.

Ben dilekçe yazmaya devam edeyim.

Dilekçe sayı 0003, Sayın DTK-Sağlık Komisyonu; özgür komünlerde ve özellikle bölgelerde yaygın olan hastalıklara karşı ne gibi önlemler almayı düşünüyorsunuz? Sağlık komiteleri, çıplak ayaklı doktorlar ile toplumsal sağlığın örgütlenmesi ya da bol cihazlı piyasalaştırılmış devlet hastanelerinden, özel hastanelerden mütevellit sağlık sisteminden mi umut beklemeliyiz. Neden bekliyoruz?

Metin Yeğin. Yurttaş. Dilekçeperver…

metinyegin@gmail.com

December 19, 2010 Posted by | anti-kapitalizm, anti-otoriter / anarşizan, ezilenler, isyan, kent yasami, kir yasami, komünler, kolektifler, kooperatifler vb modeller, ozyonetim, sistem karsitligi, Su, tarim gida GDO, yerel yönetimler, yerli - yerel halklar | 1 Comment

Against agriculture & in defense of cultivation – Witch Hazel

It doesn’t take a health food nut to see that modern society has a dysfunctional relationship with food. As in almost every other arena of life, our priorities are elsewhere — if not in wage slavery and staying out of debt, then in escapist entertainment or selfniumbing addictions. Even among radicals and anarchists, healthy and mindful dietary practices are often considered a luxury reserved for that mythical post-revolutionary era that we are supposedly laying the groundwork for, when our children’s children, or their children, can enjoy safe, pure, nutritious food. Sounds like a plan. Except for a few things…

While time frames are questionable, there is no denying that the current food production system is a recipe for disaster. Soils are becoming sterile, salinated and toxic, eroding into streams and poisoning irrigation and drinking waters. As is a basic natural inclination, “weeds”, insects, viruses, fungi, and bacteria are adapting to each new, stranger dose of pesticide and herbicide with a vengeance/developing resistances that rival that of the pathogens resisting antibiotic drugs in medicine. The health crises resulting from the malnutrition of the industrialized west — and those outside the west who have been force fed our diets for a century or more — multiply and deepen faster than the pharmaceutical industry can develop their quick fixes.

More fundamental problems like global warming, species extinctions, and polluted waters, all of which affect agriculture and health profoundly, complicate the crisis. So when passing off the job of steering our food systems back on a path of ecological and social sanity, just what is it we are asking future generations to inherit?

Feeding Soul, Freeding Soil

“…all of us will come back again to hoe in the ground… Or hand-adze a beam, or skin a pole, or scrape a hive — we’re never going to get away from that We’ve been living a dream that we’re going to get away from that. Put that out of our minds… That work is always going to be there.”

— Gary Snyder, in The Real Work: Interviews and Talks, 1964-1979

In the pre-industrial world, food was the basis of human life. If not deserving of outright ceremonial worship, then certainty food was not something just taken for granted. Sure, this was probably out of pure necessity of survival, and due to technologies in our culture we have more of a margin of error. But I have to wonder when I consider the mindlessness with which so many of us purchase, prepare, consume, and dispose of food, if the “privileges” of convenience and effortlessness are really worth the consequences. On psychological and spiritual levels, the disconnect between our daity lives and the source of our very existence — the raw material that fuels our bodies and minds — has an effect that is both profoundly symbolic, and frighteningly real.

Most of us would agree that food is a catalyst for family and community bonds. Without it, the very fabric of our cultures comes unraveled And we can see that happening today. We have no time to cook, and even less time to eat. Our culture’s fixation on efficiency and timesaving makes it impossible for us to appreciate what goes into producing it. In our ignorance, we demand produce that is not seasonal or bioregional, the transportation of which fills 4 million trucks a year, which use $5.5 billion worth of fuel, and spew 4 million tons of pollutants into the air. The average distance food travels from farm to fork is 1300 miles! (Rodale, 1981) We demand certain tastes at a snap of the fingers, even if it means transporting a spice thousands of miles, or using large amounts of oils pressed from genetically engineered seeds half a world away. We demand to be able to cook rice in ten minutes, which requires industrial processing that removes all the nutrients from the grain. Most meat-eaters in modern society don’t ever see the animal until it ends up packaged and in the grocery store. All these “conveniences” reinforce a dangerous sense of detachment and alienation.

One of the most revealing metaphors relating to modern society’s culinary dysfunction is in our dependence on processed foods. People would be more whole eating whole foods, not fragmented and refined commodities with isolated nutrients added back in. Food in its natural state evolved alongside human beings, and when obtained directly, it provides us with all we need. Food processing is an unnecessary obstacle to nutrition that benefits the long line of manufacturers, packagers and advertizers who take 90% of every food dollar, mediating our physical sustenance.

Lack of vitality is a major component of malnutrition from modern food sources. Grown in depleted soils with chemical fertilizers to mimic fertility, the plants become dependent on the chemicals to survive. Similarly, when we eat a lifetime of nutrient- depleted food our bodies become dependent on pharmaceuticals. Just like in the forest, agricultural soil health can be seen as an indicator of the health of the entire system, of which we are a part. If the soil is depleted of nutrients, so is the food that grows in it, and so are those who eat it.

Ancient Ways: In Defense of Cultivation

“We cared for our corn in those days as we would care for a child; for we Indian people loved our gardens, just as a mother loves her children; and we thought that our growing corn liked to hear us sing, just as children like to hear their mother sing to them.”

— Buffalo Bird Woman (Hidasta)

With a modern food system so tied to capitalism and the industrial production-oriented model, it’s hard for us to see how to feed ourselves outside of them. While it’s imperative that we look forward and adapt to our modern context to some degree, it’s by looking back to times before institutions reigned that we start to see our way out.

The erosion of traditional foodways began at different times for different cultures. A basic misconception (or perhaps miscommunication) about “primitivist” theory is that the dawn of food cultivation some 10,000 years ago represented the “fall from grace” of humanity, and that everything that has been developed since that point has been tainted with die impurity of “domestication” and “civilization”. But this simplistic analysis reflects the same reductionist logic that has led to the social diseases of modern life. What was likely a simple adaptation for survival in die face of massive climactic changes did in many, cases lead people down a slippery slope toward domination of nature, but in many cultures, this was simply not the case. Even today, many indigenous cultures thrive on horticultural, village-scale food systems. At the time of white settlement of North America, dozens of indian groups practiced such methods without the trappings of civilization. (See Native American Gardening By J, Bruchac and Buffalo Bird Woman’s Garden: Agriculture of the Hidasta Indians as told to Gilbert L. Wilson, also available online at http://www.digital. library.upenn.edu/women/buffalo/garden/garden.html)

The fact that many native cultures have endured using traditional horticultural methods, while remaining free from the trappings of civilization (aside from that which was imposed upon them) is testament to the possibilities of egalitarian social relations coexisting with the cultivation of food.

Contrary to the fundamentalist viewpoints that see cultivation itself as inherently dominating, the simple act of collecting seeds and replanting them elsewhere to provide more food sources could actually be seen as a complementary development to a gathering-hunting lifestyle. The transportation of seeds through feces is the basis of much plant reproduction in the wild and in the garden, and may have been the inspiration for humyns to begin cultivating certain plants. Even the selection of certain seeds for desired traits is a way humyns have actually enhanced biodiversity by “opening up” a species to diverse, highly adaptable variations. Instead of viewing the original cultivators with suspicion and doubt, why not appreciate the sensitivity and creativity it required for them to adapt to conditions by entering into a more complex and interactive relationship with nature? Can we make a distinction between cultivation and domestication?

In her book Food in History, Reay Tannahill theorizes that at the beginning of the “Neolithic revolution,” nomadic foragers began camping beside meadows of wild grains waiting for the brief window of ripeness when they could catch the harvest before it fell to the ground. After returning to these places annually, they eventually realized that if duty left some of the grain on the stalk they could expect a heartier harvest the next year. The next logical step was to begin scattering the seeds on the ground, at which point foragers became farmers. Responding to anthropologists’ assumptions that a large labor force was then required to harvest and process grain, thus giving rise to civilization. Tannahill quotes an archaeological study from the mid 1960’s: “In a three week harvesting period, a family of six could have reaped enough wild wheat to provide them with just under a pound of grain per head per day for a whole year” (J.R. Harlan, 1967)

The development of what we know as agriculture was not an overnight phenomenon, but rather a several thousand year-long project. In some places in the world, the earliest stages of cultivation were never surpassed, and remain sustainable today. In many more places, the pressures of the global economy have corrupted these practices just in this last century. But in most of the world today, we are witnessing the full-blown colonization of native foodways, and a nearly complete dependence on western industrial practices. To trace this “biodevestation” directly back to cultivation itself, is to ignore the history of conquest and land displacement that pushed the food systems of subsistence cultures to the brink, where they now teeter on the edge of extinction.

The loss of native foodways in favor of cheap, overprocessed industrial USDA staples has uncoincidenially served as one of the many vehicles of colonialism. The disconnection of food traditions from indigenous cultures has paved the way for illnesses like diabetes, cementing their dependence on western medicine in yet another way. In the Global South, traditional cultures are losing control of their food supplies faster than ever before. Distinct and diverse peoples of the world have become a prime target for conquest by western food producers like Archer Daniels Midland and Caigill. These modern day conquistadors ride the tails of the “Green Revolution” in chemical agriculture of the 50s. After replacing traditional food practices with a cynical “development” agenda based on monocrops and cheap exports, the conquest continues as structural adjustment policies and the current biotechnology phenomenon.

The logic of biotech makes complete sense as planned obsolescence: the same corporations who pushed the Green Revolution and all its chemicals and hybrid seeds, now seek to milk more profits out of fee sterile soil and resistant insects (and displaced peoples) that have resulted. New seeds are developed to adapt to the conditions that were caused by the same companies’ products 50 years ago! Decades of chemical intensive methods have created resistant weeds, so genetically engineered seeds are designed to withstand higher doses of chemicals. Industrial agriculture depends on these methods. At this point, we either turn away from industrial methods, or we accept the fate of high-tech food.

Against Agriculture: Sowing the Seeds of Resistance

For those of us conscious about the way our food choices affect others, the basic act of cutting out meat and/or dairy products, or eating only organic, feels like a huge step and is often as far as we can manage to take our concerns. But the politics of food go far beyond veganism and organics. Economic and social factors like the conditions of migrant farmworkers, or the low labor standards in most Agriculture in the global south, rarely influence our cultures’ purchasing decisions. Even organic farming often reproduces many of the same ecological and economic dynamics at work in commercial farming. What about the soil erosion from over-farming huge fields, even if crops are organic? (According to the Food and Agriculture Organization, topsoil is lost on average 17 times faster than it is formed, and it takes at least 100 years to form one inch of topsoil). The use of Slaughterhouse byproducts to replace the soil lost from heavy tilling, and the overuse of “biological” fungicides and herbicides, undoubtedly maintains an imbalance in the give and take relationship that forms the basis of ecological values.

The trends toward “natural food” and “organic” are quickly being co-opted, as green businesses consolidate their power and corner markets, gobbling up profits as they go. Consequently, these concepts are losing their meaning altogether. The notion of “sustainability” has been colonized by the profit-hungry. The biotechnology industry touts the term whenever they get the chance. Of course, what they are talking about is the sustainability of profits and the dependence of farmers on them, not sustainability of ecological systems and social bonds. So when we examine the idea of sustainability we should always define what ft is we are trying to sustain. If we are thinking of ecology and cultural survival, then we must remove the factors that contradict those: industrialism and capitalism, to start with.

To be against agriculture does not require advocating mass starvation or a return to an exclusively primitive or foraging existence, and it doesn’t lave to mean eradicating cultivated food altogether. We need to make a distinction between “agriculture” and other plant (aid possibly animal, although the ethics of the domestication of animals should be viewed with suspicion) “cultivation” methods that have been, and are continuously being developed by people around the world. The problem of agriculture is largely related to the scale. “Horticulture” refers to garden-scale cultivation rather than field-scale, as in the prefix “agri”. For example, permaculture is a specific cultivation method that aims to integrate die garden system into the wild ecosystem around it. Industrial farming (even organic) places the “field” — the monocrop — outside of our immediate surroundings, removing our social lives from the polycultural, intimacy of “the garden”. Subsistence horticulture doesn’t depend on industrial systems or take more than they give back ecologically, or even require specialization of labor, or long monotonous work hours. The most effective methods have always been diversified community efforts, which cut down on work hours as well as monotony.

When farmers in India plant a seed they pray for its endurance. But the “gene giants” have their sights trained on “terminator” technologies that break the seed’s reproductive cycle. Hybrid seeds produced in laboratory conditions are usually bred to retain certain characteristics patented by the breeder. If saved and replanted they will not show the same traits, and may turn out to be something weird and unpalatable. Open-pollinated seeds defy this controlled approach. When replanted for generations they adapt to local climate conditions, and develop a bioregionally distinct immunity. When saved for many generations they become Heirloom Seeds. For example, we have seeds that have been in circulation since Cherokee gardeners first grew and saved them hundreds of years ago, and took them on the Trail of Tears. They made their way back to the Southeast and to this day are still being passed around. The more they’re grown out, the more decentralized the seed becomes. These seeds are crucial to maintaining plant biodiversity. The reduction in varieties that comes with industrialization and capitalism has created a massive loss of genetic diversity (75% in the last century, according to the Food and Agriculture Organization), which weakens the plant’s insect blight and disease resistance, and their adaptability to changing growing conditions. The Irish potato famine was a direct result of the dependence on one variety. Breeders had to go back to the Andes to find a potato that would resist the blight. In the face of the elimination of ancient varieties in favor of more uniform crops that ship and store more efficiently, heirloom seeds are truly Seeds of Resistance. Check out Seed to Seed by Suzanne Ashworth for detailed instructions on seed saving.

Humanure and Greywater are traditionally used methods intended to keep nutrients in the garden ecosystem, thereby closing the circuit rather than requiring imported materials. As these methods are inherently non-capitalist and non-industrial, it would not be possible to adopt these practices (or to return to them, depending on how we look at it) beyond just a small privileged minority, within the capitalist market or the industrial model. True sustainability actually requires the subversion of those institutions.

On a personal level, we can take steps to re-establish foodways in our cultures by learning about our food, discovering what foods grow where and in what season — and where those foods originated. We should know where our food comes from and seek out food grown locally. We can seek out those with traditional knowledge, learn how to cook with whole foods, then teach others. We can learn about the wild edible plants that grow around us, and about the ancestral people who ate and propagated those foods. This knowledge provides us wilh an essential missing component that early horticultuialists combined with cultivation. (A great reference is the work of Steve Brill, an urban wild plant forager in New York City: http://www.wildmanstevebrill.com). Challenge your taste buds to appreciate foods in their natural state, and replace the junk foods you crave with natural sweets and snacks.

Reconnecting with our food goes beyond the personal. Taking food out of the capitalist market means reintegrating ourselves with the processes of growing food — whether that means getting to know local farmers and buying from them, getting involved in a Community Supported Agriculture (CSA) or a food co-op, going to farmers markets, or even better — growing your own. These options increase the security of our access to healthy food, lessening our dependence on the market. In urban areas this can be much more challenging, but all the more rewarding if you can challenge the obstacles. For some inspiring examples of urban food security check out http://Www.foodsecurity.org. The Hartford Food System in Hartford, CT (www.hartfordfood.org) and The Food Project in Massachusetts (www.thefoodproject.org) are amazing examples of urban food security ] that truly challenge the class structures that keep people dependent on Agriculture.

The challenge of feeding ourselves ! sustainably might be the fundamental question for our future survival. There is not one path forward out of this mess, but many possible options, and we’ll have to make up a lot of it as we go. But our paths will be totally new and unique. Learning from the mistakes and the successes of the past is crucial to bringing the modern world back in direct relationship with nature, and the life-support systems on which we depend. We should celebrate the opportunity we have to examine and analyze what has worked and what has compromised our freedoms and our health, and move toward post-industrial and post-capitalist models of sustenance. Rather than an afterthought of social revolution, reclaiming truly sustainable foodways could itself be a catalyst for challenging the deep alienation of our modern world.

http://theanarchistlibrary.org/HTML/Witch_Hazel__Against_agriculture___in_defense_of_cultivation.html

December 19, 2010 Posted by | ekokoy - permakultur, tarim gida GDO | Leave a comment

The Food Crisis is Not About a Shortage of Food – Jim Goodman

© sophiemunns2010.blogspot.com

The food crisis of 2008 never really ended, it was ignored and forgotten. The rich and powerful are well fed; they had no food crisis, no shortage, so in the West, it was little more than a short lived sound bite, tragic but forgettable. To the poor in the developing world, whose ability to afford food is no better now than in 2008, the hunger continues. 

Hunger can have many contributing factors; natural disaster, discrimination, war, poor infrastructure. So why, regardless of the situation, is high tech agriculture always assumed to be the only the solution? This premise is put forward and supported by those who would benefit financially if their “solution” were implemented. Corporations peddle their high technology genetically engineered seed and chemical packages, their genetically altered animals, always with the “promise” of feeding the world. 

Politicians and philanthropists, who may mean well, jump on the high technology band wagon. Could the promise of financial support or investment return fuel their apparent compassion? 

The Alliance for a Green Revolution in Africa (AGRA) an initiative of the Bill and Melinda Gates Foundation and the Rockefeller Foundation supposedly works to achieve a food secure and prosperous Africa. While these sentiments and goals may be philanthropy at its best, some of the coalition partners have a different agenda. 

One of the key players in AGRA, Monsanto, hopes to spread its genetically engineered seed throughout Africa by promising better yields, drought resistance, an end to hunger, etc. etc. Could a New Green Revolution succeed where the original Green Revolution had failed? Or was the whole concept of a Green Revolution a pig in a poke to begin with? 

Monsanto giving free seed to poor small holder farmers sounds great, or are they just setting the hook? Remember, next year those farmers will have to buy their seed. Interesting to note that the Gates Foundation purchased $23.1 million worth of Monsanto stock in the second quarter of 2010. Do they also see the food crisis in Africa as a potential to turn a nice profit? Every corporation has one overriding interest – self-interest, but surely not charitable foundations? 

Food shortages are seldom about a lack of food, there is plenty of food in the world, the shortages occur because of the inability to get food where it is needed and the inability of the hungry to afford it. These two problems are principally caused by, as Francis Moore Lappe’ put it, a lack of justice. There are also ethical considerations, a higher value should be placed on people than on corporate profit, this must be at the forefront, not an afterthought. 

In 2008, there were shortages of food, in some places, for some people. There was never a shortage of food in 2008 on a global basis, nor is there currently. True, some countries, in Africa for example, do not have enough food where it is needed, yet people with money have their fill no matter where they live. Poverty and inequality cause hunger

The current food riots in Mozambique were a result of increased wheat prices on the world market. The UN Food and Agriculture organization, (FAO) estimates the world is on course to the third largest wheat harvest in history, so increasing wheat prices were not caused by actual shortages, but rather by speculation on the price of wheat in the international market. 

While millions of people go hungry in India, thousands of kilos of grain rot in storage. Unable to afford the grain, the hungry depend on the government to distribute food. Apparently that’s not going so well. 

Not everyone living in a poor country goes hungry, those with money eat. Not everyone living in rich country is well fed, those without money go hungry. We in the US are said to have the safest and most abundant food supply in the world, yet even here, surrounded by an over abundance of food, there are plenty of hungry people and their numbers are growing. Do we too have a food crisis, concurrent with an obesity crisis? 

Why is there widespread hunger? Is food a right? Is profit taking through speculation that drives food prices out of the reach of the poor a right? Is pushing high technology agriculture on an entire continent at that could feed itself a (corporate) right? 

In developing countries, those with hunger and poor food distribution, the small farmers, most of whom are women, have little say in agricultural policy. The framework of international trade and the rules imposed by the International Monetary Fund and World Bank on developing countries, places emphasis on crops for export, not crops for feeding a hungry population. 

Despite what we hope are the best intentions of the Gates Foundation, a New Green Revolution based on genetically engineered crops, imported fertilizer and government imposed agricultural policy will not feed the world. Women, not Monsanto, feed most of the worlds population, and the greatest portion of the worlds diet still relies on crops and farming systems developed and cultivated by the indigenous for centuries, systems that still work, systems that offer real promise. 

The report of 400 experts from around the world, The International Assessment of Agricultural Science and Technology for Development (IAASTD), is ignored by the proponents of a New Green Revolution, precisely because it shows that the best hope for ending hunger lies with local, traditional, farmer controlled agricultural production, not high tech industrial agriculture

To feed the world, fair methods of land distribution must be considered. A fair and just food system depends on small holder farmers having access to land. The function of a just farming system is to insure that everyone gets to eat, industrial agriculture functions to insure those corporations controlling the system make a profit. 

The ultimate cause of hunger is not a lack of Western agricultural technology, rather hunger results when people are not allowed to participate in a food system of their choosing. Civil wars, structural adjustment policies, inadequate distribution systems, international commodity speculation and corporate control of food from seed to table – these are the causes of hunger, the stimulus for food crises. 

If the Gates Foundation is serious about ending hunger in Africa, they need to read the IAASTD report, not Monsanto’s quarterly profit report. Then they can decide how their money might best be spent. 

About the author 

Jim Goodman is a dairy farmer and activist from Wonewoc, WI and a WK Kellogg Food and Society Policy Fellow.
Comment: To learn more about the Gates Foundation and the Monsanto’s corporation desire to control and manipulate the world food supply read the following: 

Gates Foundation Invests in Monsanto at the Expense of Small-scale African Farmers 

From the article: 

Dr. Phil Bereano, University of Washington Professor Emeritus and recognized expert on genetic engineering.

“First, Monsanto has a history of blatant disregard for the interests and well-being of small farmers around the world, as well as an appalling environmental track record. The strong connections to Monsanto cast serious doubt on the Foundation’s heavy funding of agricultural development in Africa and purported goal of alleviating poverty and hunger among small-scale farmers. Second, this investment represents an enormous conflict of interests.”

Monsanto in Gates’ Clothing? The Emperor’s New GMOs 

Gates Foundation Ties with Monsanto Comes Under Fire From Activists 

Bill Gates Reveals Support for GMO Agriculture

http://www.sott.net/articles/show/215404-The-Food-Crisis-is-Not-About-a-Shortage-of-Food

http://www.familyfarmdefenders.org/pmwiki.php/Main/TheFoodCrisisIsNotAboutAShortageOfFood

October 3, 2010 Posted by | anti-kapitalizm, tarim gida GDO | Leave a comment

Maude Barlow ve Egemenlerin Suda Birbirine Karışan İzleri – Kızılca Yürür

Maude Barlow’un, “Su Savaşçıları Karşı Koyuyor” bölümünde kendi kişisel su direnişi deneyimleriyle de ilginçleştirdiği kitabını okurken, yazarın Fabianist düşüncenin bir yandaşı olduğuna, merhum Adam Smith’in modern toplumda kamunun rolü ve işbirliğinin amaçları konusundaki fikirlerine de çok uzak olmadığına karar verdim. Diğer yandan, ‘sulara kim, ne yapıyor?’ sorusuna derli toplu yanıt veren bir kaynakla karşı karşıya olduğumuzu belirtmekte de, fayda var.

Su ve enerji yoğunluklu endüstri tarımı, sanayinin artan su gereksinimi, büyük barajlarda hızla buharlaşan ve tuzlanan sular, hızlı kentleşme ve buna bağlı olarak hidrolik döngünün kırılması; küresel neoliberal ekonominin baskılarıyla, ülkemizde de, ticari kaygıların toplumsal ve ekolojik kaygıları susturmasına, kötü planlama faaliyetleri ve kamusal denetim eksikliğiyle, 80’li yıllardan beri su felaketlerini kanıksamamıza yol açtı.

Bütün dünyada da, erozyon ve iklim değişikliğine bağlı kuraklık, nehirlerin yataklarından boru hatlarıyla çekilmesine bağlı olarak ekolojik su sistemlerinin çökmesi ve suların derinlerdeki yatakları besleyemeden denizlere karışıp kaybolması, atık suların da arıtılmadan denize dökülüp, döngü dışına çıkması ve kaybedilmesi; suları tutabilecek sulak alanların ve ormanların yok edilmesiyle, doğal ve olağan su tutucu filtrelerin de ortadan kalkması, bir su krizinden bahsetmemize yol açan değişimler. Üstelik su kıtlığından doğan sorunların dağılımı, getirilen çözüm önerilerinin içeriği, büyük ve artmaya aday adaletsizlikleri beraberinde getiriyor. En ağır sorunları, suların çekilmesine yol açan kararları kendi almamış, kontrolsüzce su tüketiminden sorumlu olan ve çıkar sağlayan kesimlerden olmayan insanlar çekiyor.

Barlow, kitabında şu gelişmeleri kayda geçirmiş: • 1995-2005 arası, kuraklık çeken toprak yüzdesi iki kat arttı

• Eriyen buzullarla denizlerin yükselmesi, artan su kirliliği ve buna bağlı yosunlaşma, taşkın sulamayla sürüklenen verimsiz topraklar, ormancılık, petrol ve madencilik şirketlerinin faaliyetleri, tüm dünyada sulak alanları kuruttu. Oysa sistemin böbrekleri olan sulak alanlar, sulardaki kir ve toksinleri, ırmak, göl ve akiferlere ulaşmadan süzer. Aynı şekilde, ekosistemin akciğerleri olan, kirliliği emen ve taşkınları önleyen ormanlar da sürekli katliamlara kurban gidiyor.

Büyük baraj ve boru hattı projeleri kırsal bölgenin suyunu kentlere taşıyarak, kırsal alanda çölleşmeye ve tarım arazisinin kaybedilmesine yol açıyor. Susuz kalan çiftçilerin kentlere göç ederek su ve bağlı alt yapı hizmetlerinin tedariki sorununu derinleştirmesi bir yana, bu devasa projeler için para bulması gereken devletler, içinden çıkılması güç borç girdaplarına düşüyor. Ayrıca, kırsaldan kente su taşıyan bu sistemlerde sızıntı ve uzun mesafelerin getirdiği zorluklardan dolayı yüzde 40’a varan su kayıpları yaşanıyor. Aşırı borçlanma, ekonomik kararlarda mutlak çaresizlik anlamına da geliyor. Barlow, borçlu hükümetlerin su sistemlerine zarar veren ulus ötesi şirketlere sözünü geçirecek gücünün kalmadığını, bunların bazıları halkına baskı uygulayabilme gücü karşılığında ülkelerinin doğal kaynaklarını peşkeş çekse de, toplum yararına kamu politikaları izlemeye çalışan teknokratların bile, hareket alanlarının geniş olmadığını düşünüyor.
• Fabrika gibi çalışan çiftliklerde antibiyotik, azotlu gübre, böcek ve zararlı otlara karşı ilaç kullanımı çok yoğun ve bu zehirler, suya karışıyor. Endüstriyel tarım koşullarında şart olan taşkın sulama yönteminde, kullanılan suyun yüzde 80’i buharlaşmayla kaybediliyor ve suyun sürüklediği rüzgârla uçuşan üst toprak katmanı kaybedilince, çölleşme kaçınılmaz oluyor.

• Gelişmiş ülkelerde, kullanılan suyun yüzde 60’ı endüstrinin üretim süreçlerinde harcanıyor. Dünyanın dev nüfuslu, hızla sanayileşen ülkeleri Çin, Hindistan ve Brezilya bu kurala uyarak, giderek daha fazla suyu enerji üretim merkezlerinde ve fabrikalarda kirletiyor. Üstelik bu ülkelerde, üretimde çevre mevzuatına ne kadar uyulduğunu denetlemek iyice zorlaşıyor.

• Su kıtlığına bir teknik ve idari sorun gibi yaklaşan ulus ötesi düzenleme ve dengeleme kurumları; Dünya Bankası ve çeşitli bölgesel kalkınma bankaları, Avrupa Birliği, Birleşmiş Milletler ve Dünya Ticaret Örgütü, doğal kaynakların korunması ve su adaletine dayalı planlama çalışmaları için gereken politik iradeye sahip değil. Bu kurumlar, hızlı bir teknolojik çözümün vaadine kapılarak, kısıtlı ve tükenmekte olan bir kaynak kabul ettikleri suyu paraya çevirmek için çalışan şirketlerle, gerekli finansal güce sahip olmadığını düşündükleri devletlerin işbirliğini destekliyor.

• Bu esnada, Kenya’daki Naivasha gölü, havzayı çevreleyen ve çiçek açınca Avrupa’ya gönderilen güllerin emdiği sularla kuruyor ve gölün eşsiz su aygırları evsiz kalıyor, şirketler Etiyopya ve Uganda’da taşınacak uygun göller aramaya başlamış bile. Bir litre etanol üretmek için 1700 litre su harcanması gerektiğinden, biyoyakıt bitkileri üretiminde önde gelen ülkelerden olan ABD’nin yer altı akiferleri hızla kuruyor. Hindistan’da suları şişeleyip götüren Coca Cola ve Pepsi fabrikalarına karşı köylülerin direnişi kısmi başarılar kazansa da, sürekli daha derine kazılması gereken kuyular ve kuraklıktan terk edilen köyler, ‘sanal su ihracı’ denen ve ürünlerin içinde ülkeyi terk eden suların, geri gelemediğini gösteriyor. Aynı ülkede, aşırı su içen genetiği değiştirilmiş pamuk türlerini eken Monsanto mağduru köylülerin suları tükenince, salgın hastalıktan kırılırcasına, yüz binlerce küçük çiftçinin intihar etmesi, nedense gazetelerde nadiren haber oldu.

Çin, tüm Asya’ya yayılan, insanlığın yarısının su kaynağı olan, Himalayaların eriyen karlarından beslenen, Tibet yaylasındaki on büyük havzanın sularını kendi ülkesinin kuzeyine yönlendirmeye çalışıyor. Çin’in kullanılamaz derecede kirlenen Sarı Nehri, hepsinin üstüne barajlar kurulmuş ve yatağı saptırılmış ırmakları düşünüldüğünde, dev su inşaatı bürokrasileri ve şirketlerinin Tibet yaylasının sularına da pervasızca müdahale edeceği anlaşılıyor.

• Bu pervasız tüketim hırsı karşısında ekolojik krizlerin ardı ardına patlak vermesinde şaşılacak bir yan yok. Mevcut ekonomik sistemi sarsmadan, krizlere yanıt arayan dünya bürokratları ve teknokratlarının çözümü, nükleer enerjiyle çalışan deniz suyu arıtma tesisleri, nano teknolojilerin su filtreleme ve geri kazanım ünitelerinde yaygın kullanımı, havadan su emen, bulutların yönünü değiştiren ve yağmur eken teknikler geliştirmek oluyor. Oysa örneğin deniz suyunun arıtılarak tatlı suya çevrilmesi esnasında, büyük miktarlarda toksik su üretilir, bir litre suya karşılık bir litre zehir denize boşaltılır, zira bu kimyasal yoğunluklu bir üretim yöntemidir.

Daha sonra, bu zehirli okyanus suyu yeniden filtreden geçirilerek, kullanıcıya temiz su niyetine ulaştırılır. Üstelik Küresel Su İstihbaratının raporuna göre, 2015’e kadar deniz suyu arıtma endüstrisi, üçe katlanarak büyüyecek. Öte yandan, Çin’de, birbirinin “bulutlarını çalan” ve kendi bölgesinde yağdıran eyaletlerin, ciddi çatışmalar yaşadığı biliniyor.

Kısaca, fakir ülkeleri geliştirmeleri ve kullanmaları zor, fantastik teknolojilerle borç yükünün altına sokmaya devam etmek, küresel adaletsizliği besleyecek, daha fazla teknoloji ve daha fazla müdahale, şimdiden öngörebildiğimiz yeni çevre sorunlarının patlak vermesinden öte bir işe yaramaz. Çevre sorunlarına sürekli daha gelişmiş teknolojilerle yanıt vermek, insanların, araştırma kurumlarıyla üniversitelerin ve devletlerin özel şirketlere bağımlılığını artıracak, onları kontrolü ve kararları tamamen teknokratlara ve şirket yöneticilerine devretmeye mecbur kılacaktır.
Maude Barlow, genel gidişata ilişkin gözlemlerini, su sorunlarının çözümüne ilişkin çabaların tarihiyle çerçevelendiriyor. Burada kitabın özellikle güçlü bir yanı, “su işleri”ne dalan kurumsal ve önemli bireysel aktörleri, yer aldıkları süreçler ve bağlantılarıyla, iyi tanımlaması. Bu aktörleri tanımlarken, hangi çıkarlarla hareket ettiklerini, hangi kisvelere bürünebildiklerini, yılların aktivisti Marlow sağlam hatlarla çizebilmiş. Bu niteliğiyle, su direnişinin tarihine adı geçenlerin bir kısmı da, kitapta eylemleriyle anılarak, su mücadelesinin ortak belleğine işlenmiş oluyor.

Barlow’un tanımladığı haliyle tarihi çerçeveyi, aktörleri ve faaliyetlerini kısaca özetlemek, kitabın tartışmasını eleştirmek için iyi bir zemin hazırlayabilir. Su konusunun ‘kötüler’ tarafında, Barlow’un küresel su karteline dönüşümünü izlediği, içme suyu ve suya bağlı hizmetlerin devleri: Fransız Suez ve Veolia, Alman RWE, daha sonra birkaç kez el değiştiren İngiliz kökenli Thames Water, atık su arıtma pazarının güçlü aktörleri ITT Corp., Nalco, US Filter, GE ve zamanında napalm ve portakal gazıyla zenginleşen, yakınlarda su arıtma teknolojileri işine kuvvetli bir giriş yapan Dow, sadece atık su arıtma değil deniz suyundan içme suyu kazanma konusunda da deneyimli İsrail Şirketi Mekerot ile ortak olan ABD kökenli US Filter Şirketini satın alarak genişleyen ve Ortadoğu pazarına gözünü diken Siemens, Singapur halkına geri dönüştürülmüş lağım suyunu şebeke suyu olarak pazarlayan Singapur merkezli Hyflux ve küresel bir hidro-merkez haline gelen Singapur’un diğer su arıtma şirketleri var.

Deniz suyunu arıtma işi başlı başına bir sektör haline gelmekte ve Hindistan ortaklı İspanyol Şirketi Begesa, Arap ülkeleri ve Ortadoğu’da Pazar arayan yine İspanyol Metito, İsrailli IDE ile yoğun bir rekabet içine girmiş durumda.

Nükleer enerjiyle deniz suyunu arıtma tesisleri hali hazırda Japonya, Kazakistan ve Hindistan’da var ve bu endüstri zaman içinde uranyum şirketlerinin de su pazarına gireceğinin habercisi. Nükleer enerji sektörüyle su sektöründeki kaynaşma, yeni ulus ötesi tröstlerin hem su hem enerji alanında büyük güçler haline gelebileceğini gösteriyor.

Örneğin Fransız su şirketi Suez, 2015-2020’de nükleer yatırımlar yapmayı planladığını açıklamış. Böylece elektrik ve su hizmetleri aynı şirket çatısından idare edilebilecek. Büyük su şirketleri üniversiteler ve bölgesel araştırma merkezlerinde, nano zarlar ve nano geçirgen kristaller üstünde yapılan araştırmaları da finanse ediyor. İsrail üniversitelerinde nano teknoloji araştırmalarına büyük yatırımlar yapılırken, Singapur’da kurulan küresel su araştırma ve geliştirme merkezi uluslararası ortaklıkla finanse ediliyor ve hükümet fonlarıyla çalışan üniversitelerin parlak projeleri burada, anında yeni teknolojilere dönüştürülerek piyasada kullanılabiliyor.

Atmosferik su jeneratörleri, havadaki suyu çekerek, kullanım için biriktiren küçük makineler. Bunların üreticileri arasında, yıllık satışı 5 milyon doları geçen Çin merkezli Hendrx Crop ve Singapurlu Hyflux var. Florida merkezli Aqua Sciences, havadan su üreten cihazlarını Pentagon’a sattı ve cihazları şimdilerde Ortadoğu’da savaşan Amerikan askerlerinin su gereksinimine katkıda bulunuyor.

Bulut tohumlama teknolojilerinde lider olan Çin şirketleri, bu işe yılda 50 milyon dolar harcayan Çin yerel hükümetlerinin kaynağıyla ayakta dursa da, 35 bin kişinin çalıştığı bu sektörün, tarımsal üretimde devleşen gıda şirketleri sayesinde büyüyeceği düşünülüyor. Bu teknolojiyle, bulutlar belli bir bölgeden geçerken üzerlerine uçakla kimyasallar dökerek o noktaya yağmur yağdırılması hedefleniyor. Herhalde gelecekte bulut hırsızlığı yasaları çıkarmak da hukukçuları zorlayan bir alan olacak.
‘Kötüler’ cenahında, şişe suyu pazarının baronları Nestle, Danone, Pepsi ve Coca Cola’yı saymadan geçemeyiz. Barlow, özellikle Avrupa ve ABD’de, musluk suyunun şişe suyundan çok daha kaliteli olmasına rağmen şişelenmiş suyun içme suyu pazarını ele geçirdiğini ama yılda 1 trilyon doların üzerinde cirosu bulunan küresel tatlı su pazarına küresel boru şebekesiyle yaygınlaşacak ambalajsız su ihracatını da katmak gerektiğini belirtiyor.

Sorun tatlı su tükendikçe kıymetinin artacak olması ve şirketlerin kazançlarının krizin derinleşmesiyle artması. Oysa çevre hizmetleri ticareti de pek çok durumda aynı şirketlerin faaliyet alanı, yani kuzuyu kurda teslim etmiş durumdayız.

Bu çıkar çatışmasının ötesinde su şirketleri, alt yapı gereksinimi büyük, fakir bölgelere gitmiyor, zira orada kazanacak para yok. Özel sektör yatırımlarının sadece yüzde biri Sahara altı Afrika ve Güney Asya’ya gidiyor, kırsal bölgelere özel sektörün alt yapı yatırımı sıfır.

Su kaynakları ve hizmet imtiyazlarının tekeli özel sektöre geçtikçe, su kaynağı potansiyelinin saptanması ve uzun vadeli planlama yetkisi de hükümetlerin elinden çıkıyor ve böylece kısa vadeli, tekil şirket çıkarınca örgütlenen yatırım ve planlama, kırsalın sularının kentlere akmasına, kırsal bölgelerde ekosistem çökmesine ve ekonomik felaketlere, bağımsız su kalitesi tahlilleri gerçekleştirilemediğinden atık sulardan dönüştürülmüş suların düzenli sağlık krizlerine yol açmasına ve kaynaklarla teknolojiye hükmeden su lobilerinin dünya çapında büyük politik güç elde etmesine zemin hazırlıyor.

Politik güç noktasından, oyunun bir diğer aktörü olan, neoliberal dünya düzeninin güçlü teknokratlarınca yürütülen, çokuluslu kurumlara geliyoruz. Barlow, 19. yüzyılın sonundan itibaren özel su endüstrisinin varlığını kabul etmekle beraber kamusal su ve su hizmetleri tedariki modelinin özel sektör ağırlıklı bir modele dönüşmesi sürecini 1989’da İngiltere’de, Thatcher döneminde gelişen su özelleştirmeleri furyasıyla başlatıyor.

Fransız tipi kamu idaresi modelinde su hizmetinde özel sektör-kamu işbirliğinin tarihi 80 öncelerine dek gitse de Fransız belediyelerinin giderek güçten düşmesi ve taşeron kullanma eğilimi bu ülkede de 80 sonrası küresel yapılanmayla kendini gösterdi. Barlow ekonomik ve politik dayatmalara karşı savunmasız ülkelerde işleyen mekanizmayı ve burada çokuluslu kurumların rolünü şöyle özetliyor:

Dünya Bankası, 80’ler öncesinde pek çok belediye ve hükümete kamu hizmetlerini geliştirmeleri için düşük faizli kredi vermişti. 80’ler sonrası kredi faizleri birden yükseldi, geri ödemeler aksayınca idarelere kamu işletmelerini, alt yapı kuruluşlarını satmaları, sağlık, eğitim, elektrik, iletişim ve ulaştırma hizmetlerini özelleştirmeleri için baskı yapıldı. 90’lar boyunca, su sistemi işletmelerinin su şirketlerine satılması, verilecek yeni kredilerin su hizmetlerinin özelleştirilmesine bağlanması, bölgesel kalkınma bankaları da işin içine sokularak alınan kredilerin özel sektöre akıtılması hızlandı.

Öyle ki 2000’lere gelindiğinde Hindistan’ın bütün ırmak sistemleri şirketlere kiralanmış, imtiyazlı ortaklık, kiralama ya da işletme hakkı gibi çeşitli özelleştirme yöntemleriyle, kamu-özel sektör ortaklıkları Afrika’dan, Avustralya’ya tüm dünyaya yayılmış durumdaydı.

Kamu-özel sektör ortaklığının anlamı pratikte şuydu: Özelleştirme, kredi koşullarıyla dayatılır. Şirket lehine yaptırımlar arasında, bir ürüne dönüşen su borcunu ödeyemeyen insanların sularının kesilmesi vardır. Bu esnada, su faturaları şirket kazancına uyacak şekilde kabarır. Şirket, genellikle alt yapı iyileştirilmesi ve su erişiminin en fakirlere sağlanmasına yatırım sözlerini yerine getirmez, ancak bağlayıcı hükümler gereği, toplum anlaşmadan çekilirse büyük tazminatlar öder, şirketler kazancı düşük bulduğunda, ortaklıktan çekilir. Anlaşmazlıklar DB’nin Uluslararası Yatırım Anlaşmazlıkları Çözüm Merkezi’nde çözülür ve Merkezin kararlarının çoğu şirketler lehine verilir. İngiliz Biwater-Tanzanya hükümeti arasındaki anlaşmazlıkta, ancak yoğun uluslararası destekle Tanzanya’nın vaatlerini yerine getirmeyen su şirketini ülkeden kovması ve tazminat hakkını alması mümkün olmuştu.

Şirketler ayrıca, DB’nin Çok Taraflı Yatırım Garanti Ajansı tarafından da, siyasi direniş dahil her türlü riske karşı sigortalanır. DB’nin su hizmetlerinde özelleştirme işlerini düzenleyen diğer kurumları, Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası, Uluslararası Kalkınma Ajansı ve Uluslararası Finans Kurumu, ‘yoksullukla mücadele’ ve ‘sürdürülebilir kalkınma’ projelerine destek verdikleri iddiasıyla ve Afrika, Asya ve Amerika Ülkeleri Kalkınma Bankalarıyla işbirliği içinde küresel su düzenini şekillendirme işini üstlenir.

1992’de BM’nin topladığı Dublin Konferansı’ndan beri, suyun kıt bir meta olduğu ve herkes için su idealinin ancak büyük finansmanla gerçekleştirilebileceği ilkesi, DB’nin su konusunda küresel uzlaşma imal etmesini ve Dünya Su Konseyi’nin oluşturulmasını sağladı. İşte İstanbul’da düzenlenen

5. Su Forumunu protesto ettiğimiz, yönetim kurulunda önemli su şirketlerinin simsarlarının oturduğu bu Konsey, Forumlarıyla su politikalarına ilişkin küresel programlamayı gerçekleştiren, devlet temsilcilerinin ülkelerine dönüp kararlarını mevzuatlarına taşıdığı esas kurum rolüne yükseldi.

Barlow’un kitabında ayrıntılarıyla işlediği Aquafed gibi özel sektörün kendi su birliklerine, su işlerine etki eden bölgesel kurumlara burada ayrıntılı girmeyeceğiz. Ancak 2006 yılında Dünya Su Kalkınma Raporunu yayınlayan BM’nin “Global Impact” Küresel İş Etiği Sözleşmesiyle Suez ve Veolia gibi hunhar su şirketlerine bile ‘yeşil kimlik’ ve ‘sosyal sorumluluk sahibi kurum’ imajını sağladığını, UNESCO’nun “Küresel Su Görevi” (2007) çerçevesinde Cargill, Dow Chemicals ve küresel su kirleticisi ürünler üreticisi Protector&Gamble ile gelişmekte olan ülkelerde ‘temiz su, kanalizasyon ve hijyen eğitimi’ sağlamak üzere bir araya geldiğini belirtelim. Şirketler ve medeni dünyanın insaniyet namına iş gören kurumları, bize tuvalete gittikten sonra elimizi yıkamayı öğretirken, Amerika’nın en büyük yeraltı akiferi olan Teksas ile Kaliforniya’nın toplamından daha büyük bir alanı kaplayan ve şu anda en azından beş yüz kent ve kasabaya su sağlayan Guarani akiferinin üstünde, büyük bir Amerikan askeri üssü bulunuyor.

DB ve BM tarafından işletilen Fonlama Konsorsiyumu “Küresel Çevre Fonu” Guarani’nin işletilmesi projesinin içinde ve yine Barlow’un belirttiğine göre, eski ABD Başkanı George W. Bush akiferin üzerinde, Kuzey Paraguay’a ait kısımdan 40.500 hektar çiftlik arazisi satın almış durumda.

Barlow’un kitabının son iki bölümünde değindiği ‘iyilere’, yani su savaşçılarına ve mevcut işleyişe alternatif çözüm önerileri geliştiren kişi ve kurumlara da kısaca değinelim. ‘İyiler’ safında Barlow, anayasasına suyun insan hakkı olduğu ve insani tüketim için gereken suyu kamunun temin etmesi gerektiği hükmünü kamu zoruyla da olsa yerleştiren Uruguay hükümetini, yine içme suyu teminini kamu görevi olarak tanımlayan ve yasalaştıran Hollanda’yı koyarak, onları suyu bir ulusal güvenlik meselesi, su kaynakları üstünde denetimi bir pazarlık ve baskı aracı olarak gören devletlerden ayırıyor. “İnsan Hakları ve Bütün Canlıların Suya Erişimi için Bir Güney Amerika Sözleşmesi” talep eden Evo Morales de kitabın iyileri arasına girmiş.

Barlow’un esas ‘iyileri’, ağır borç yükü altındaki ülkelerin borçlarının silinmesini ya da hafifletilmesini savunan Jubilee South, küresel su politikalarının takipçisi Water Watch, su adaleti kavramını Ortadoğu’da barış için kullanmayı amaçlayan Dünya Dostları Ortadoğu, yerel gıda üretimi, çevre koruma projeleri ve sürdürülebilir tarım ayakları üstünde yükselen Uluslararası Küreselleşme Forumu gibi sivil toplum örgütleri.

Barlow’un savunduğu çözüm önerileri arasında, İsviçre’nin Alliance Sud Grubu’ndan Rosmarie Bar’ın öne sürdüğü, iyi yönetişim talebi de var. Buna göre, iyi yönetişim evrensel olarak uygulanabilir insan haklarına dayalı, bağlayıcı, yasal bir temeli gerektirir. Doğru hazırlanmış bir BM Sözleşmesiyle, suyun bir meta değil, toplumsal ve kültürel bir değer olduğunu kesinleştiren çerçeve kurulabilir.

Barlow’un çözüm önerilerinin diğer dayanağını, Slovak bilim insanı Michal Kravçik ve arkadaşlarının havzaları yenileme ve su kaynaklarını koruma planı oluşturuyor. Bu plana göre hidrolojik döngünün bizi sonsuza kadar suyla besleyebilmesi için, 1) yağmur sularının yerel havzalarda kalmasına izin verecek koşulların oluşturulması, yani yağmur sularının düştüğü ve toprağa akabildiği doğal alanların yenilenmesi, günlük kullanımda suyun okyanuslara gönderilmesi yerine toplanarak, temiz olarak toprağa dönmesinin sağlanması; 2) yeraltı su kaynaklarının doğal dolum hızından daha büyük bir hızla boşalmasına izin verilmemesi, hükümetlerin yeraltı su kaynaklarıyla ilgili yoğun araştırmalara girişerek, yeraltı rezervleri yok olmadan, bu kaynakların denetimini kontrol altına alması; 3) yüzey ve yeraltı su kaynaklarını kirletmeye son verilmesi ve katı yasal düzenlemelerle, Martin Luther King’in dediği üzere, “yasalarla insan kalbini değiştirmek mümkün olmasa da, kalpsiz olanların dizginlenmesi” gerekiyor.

Kitabın vurgusuna göre Kravçik, büyük şirketlere para kazandıracak mühendislik ve teknoloji harikalarına yatırım yapmaktansa insanların doğaya özenli ilgisini hedefleyen projesinin ekonomik küreselleşme ve gerisindeki büyüme zorunluluğuna ters düştüğünü biliyor. Ancak yine de, onun ‘topluluk bazında sürdürülebilir kalkınma programlarını benimseme’ çağrısını, Barlow da hükümetlere ve uluslararası kurumlara dayatmak üzere, bize aktarmaktan kendini alamıyor.

İşte Barlow’un kitap boyunca alttan alta savunduğu noktalarla sorunumuz da burada netleşiyor. Kitabın 208 sayfası boyunca, Barlow bir kere olsun ‘emperyalizm’, ‘kapitalizm’, ‘üretim ilişkileri’, ‘mülkiyet ilişkileri’ dememeyi başarıyor. Silah endüstrisinden, özel ve devlete bağlı ordulardan, uyuşturucu ve fuhuş işlerine bakan mafya mensuplarıyla iç içe geçmiş çokuluslu güç tekellerinden, böylesi büyük ve karanlık konulardan bahsetmemeye çok kararlı. Sanki şirketler tarafından satın alınabilen yoz politikacılarımızdan kurtulsak, şu BM’yi kuruluş amaçları konusunda aydınlatabilsek ve ülkelerimizin anayasasına ‘su bir insanlık hakkıdır’ ibaresini bir yerleştirebilsek gerisi çorap söküğü gibi gelecek. Esaslı teknokratlar ve işinin ehli hukukçuları da yelkenimize rüzgâr ederek küresel su adaletini, su demokrasisini inşa edeceğiz. Özel şirketler katı kanunlarımız ve çevre koruma mevzuatımız karşısında süt dökmüş birer kedi gibi yola gelecek.

Barlow, geniş bir küresel uzlaşma alanı bulabilmek ve İstanbul Su Forumu sürecinde kendi ve arkadaşlarının sıkça dile getirdiği gibi acil kriz karşısında olabilecek en geniş ittifakı oluşturabilmek için safdil numarası mı yapıyor, yoksa içine hapsolduğu STK mantığı onun dünyayı gerçekten böyle görmesine olanak mı tanıyor, bilemeyiz. Şu kadarını söyleyebiliriz: Kendi kitabında sayıp döktüğü tablo karşısında, kendi anlattığı zaferlerin zayıf kaldığını, kozmetik müdahalelerinden öteye gidemediğini yer yer itiraf ettiğini gözden kaçırmış. Çizdiği tabloya bakılırsa korktuğu kanlı, çatışmalı su savaşları, ülkeler arasında değil, karar verme imtiyazına sahip olanlar ve olmayanlar, mülkiyet gücünü elinde tutanlar ve tutmayanlar arasında gerçekleşecek gibi görünüyor ve onun aksine biz bunu gayet olumlu bir gelişme olarak bekliyoruz. Barlow, suyu bir insanlık hakkı olarak tanımlarken, insanlık hakkı kavramının ne kadar kolonyalist, burjuva hukukunu çağrıştıran, akla hemen toplumsal anlaşma zırvalıklarını getiren renklere bulandığını göz ardı ediyor.

Kolonyalist, çünkü günümüzde ABD orduları insan haklarını uygulamak adına Irak ve Afganistan’ı işgal etti. Burjuva hukukunu çağrıştırıyor; çünkü haklarınızı ancak burjuvaların mahkemelerinde ararsınız, suyunuzu çalan sistemin yargıçlarının insafına kalmayı kabul ederek yola çıkarsınız. Toplumsal anlaşma çağrıştırıyor çünkü bu düzlemde konuşabilmek bile, bu anlaşmaya taraf olabilecek bir dili konuşmayı öğrenmiş olmanızı gerektiriyor.

Sosyal hak mücadelesi, STK direnişi, ancak belli bir dille, belli yöntemleri bilerek örgütlenebiliyor. Mücadeleyi bu dar ve başkalarınca belirlenmiş kıyafete tıkıştırmak, sonuçta söylemi de kravatlı ve eli evrak çantalı bir kâtibin dili dışında aramayı zorlaştırıyor.

İşte bu nedenlerle, yazımızın başında Barlow’u Fabiancı ve Adam Smith’in fikirlerine yakın bir yere konumlandırmıştık. Fabiancılara 19. yüzyıl sonlarında ‘gaz ve su sosyalistleri’ de deniyordu çünkü belediyelerin çalışan halka bedava su ve gaz tedarik etmesi, çocuklara okullarda bedava sabah kahvaltısı çıkartılması, işçilere eşit ve kaliteli sağlık hizmetlerinin sunulması, ufak tüketici-üretici kooperatiflerinin işleyebileceği bir yerel yapının oluşturulması, onların sosyalizm anlayışının nihai ufkunu teşkil ediyordu. Gerçi İngiltere’nin Hindistan’a ‘medeniyet götüren’ sömürgeciliğini onaylayan Fabiancı Bernard Shaw’un aksine, Barlow yer yer ‘yerelin kaynaklar üstünde daha fazla söz sahibi olmasını’ savunuyor, kamu-kamu ortaklıklarıyla gelişmiş ülkelerin henüz yol yordam bilmeyen az gelişmiş ülkelere medeniyet taşımasını doğru buluyor. Ancak nihayetinde, su sorununun çözümünü iyi niyetli bir BM desteğiyle dünyaya yayılacak bir Mavi Sözleşmeye bağlıyor. Barlow bunu, gerçekçi ve uygulanabilir bir strateji olarak savunabilir, biz BM’yi iyi niyetli olmaya zorlamanın, gerçekçi bir politik yaklaşım olduğunu düşünmüyoruz.

Aynı şekilde, alt yapı ve toplumsal hizmetleri, ‘kazanç amacı güdemeyeceğinden’ devletin ellerine bırakan, kişisel çıkarların birbirini destekleyerek, toplumu en yüksek refah noktasına taşıdığı bir ideal dünyada yaşayan Adam Smith ile de Barlow arasında zihinsel bir akrabalık mevcut. Mesele, kazanç baskısı olmayan kamunun, daha insani politikalar güdeceğine güvenerek, su hizmetlerini illa ki ve nasıl olursa olsun kamunun ellerine teslim etmekten ibaret olamaz. Ülkemizde de dünyada da, kamu tekeline bırakılan toplum hizmetlerinin her zaman toplumun azami faydası için kullanılmadığı deneyimi yaşanmıştır. Bu yüzden de özelleştirmeler bir hayır işi, yolsuzlukları önleme çalışması gibi sunulabilmektedir.

Mesele tam da teknokrasiyi zayıflatarak insanların beraber yaşadıkları doğal varlıklar üstünde daha fazla söz ve kontrol sahibi olmasını sağlamak, bunun araçlarını şimdiden, mücadele esnasında yaratmaya uğraşmaksa, direnişi bile kamu hizmetlerinin kamuya geri verilmesi odağından farklı bir merkezde kurmak önemlidir.

Bu yüzden, klasik ekonomik teorinin hümanist kanadı da, bizim için yol gösterici olamaz. İşte bu noktalarda, Barlow’un kitabı, sivil toplum örgütlenmesinin su mücadelesini layıkıyla örmekte neden yetersiz kaldığını da bize çok iyi gösteren, düşmememiz gereken düşünsel hatalara işaret eden bir eserdir.

http://www.meseledergi.com/content.php?cid=444&id=30

September 24, 2010 Posted by | anti-kapitalizm, sistem karsitligi, Su, tarim gida GDO | Leave a comment

Tarım ve Çeşitlilik: Biyosferler arasındaki karşıtlık – Benjamin Shender

Yazının orjinali :
https://ecotopianetwork.wordpress.com/2010/06/24/agriculture-and-diversity-antagonism-amongst-the-biospheres-benjamin-shender/

Tarım kaynakları kullanır. Basitçe budur. Tarım insanların yaşamlarını sürdürebilmeleriyle kaynakların besin enerjisi içersinde dönüştürülmesi metotudur. Bunu elde etmek için tarımın kullandığı iki çeşit kaynak vardır: solar enerji ve dünyada bulunan kimyasallar. Bu kaynakların her ikisi de sonunda oldukça sınırlıdır. Dünyadaki kaynakların sayısını
arttırmak için yeni yollar bulmuştuk, özellikle derinlemesine tartışılmış olan petrolün kullanımıyla. Ancak güneş enerjisi de sınırlıdır. Gerçekten, yıllık temelde Dünyaya gelen solar enerji miktarı nadiren değişmez, bunun gibi yıllık sabit bir enerji girdisi olarak solar enerjiden bahsedebiliriz.

Tarım insanlığın ana besin kaynağı ve nüfus besin stoğunun bir fonksiyonu olduğundan bu yana (Tez 4’e bakın). Kolayca insanların güneş enerjisinden yapıldığını iddia edebiliriz. İnsan nüfusu şuanda artmaya devam ettikçe, bu şunu açıklar: Dünyanın yıllık güneş enerjisi stoğunun şimdiye kadar artan oranı, insanlara ve besin olarak insanların kullanımının çoğunluğu olan bazı türlere paylaştırılmış oluyor (Besinin Kilitlerini Açmak ve İnsanlar Neden Açlıktan Ölüyor’a bakın). Bunun gibi bu enerjinin şimdiye kadar azalan oranı diğer türlere uygundur. Bu azalma tarım ve diğer
pratikler tarafından çölleştirilen toprak miktarı, ve yollar ve şehirler için asfaltlanan toprak miktarı ile karşılaştırıldığında, rahatsız edici bir doku gelişir.

Konunun talihsiz gerçeği insanların fizik kanunlarına müstesna olmadıklarıdır. Termodinamiğin enerjinin korunumuna ilişkin ilk kanununa göre evrenin toplam enerjisi sabittir, enerji yanlızca formunu değiştirir. Bunun gibi, insanlar genişlemeye devam ettikçe, bir zamanlar diğer türler tarafından kullanılmış güneş enerjisini kendi kullanımımız için yeniden tahsis ediyoruz. Bu diğer türlerin yok olmasında farkına varılacak büyüklükte bir artışa sebep oluyor, ve bu
türler öldükçe, çeşitlilik kayboluyor. Bu tarımı dünyadaki çeşitliliğin önde gelen yok edicilerinden biri yapar. Birçoğu bununla bir problem göremeyecekken, bu yalnızca kendi dar-bakışlarından dolayıdır. Omnivore olarak insanın pozisyonu farklı besin stoklarından yaşamamız için bizi oldukça uyarlanabilir kılar, fakat birçok farklı besin stoğunun dışında yaşayamayacağımız konu dışıdır. Dünyanın şuanki nüfusu yalnızca buğday, pirinç, çavdar ve arpa dağıtımı boyunca korunmaktadır. Hububatlar. Nüfusla çok sıkıca alakalı bu bitkilersiz mevcut nüfusumuza ulaşılamaz. Ve
onlarsız nüfusu korumak imkansız olacaktır. Diğer hiçbir besin yoğun olarak yetiştirilemez, bize kilogram başına bu kadar çok enerji veremez, veya böyle tamamen evcilleştirilmiş olamaz. Herhangi canlı şeyler kadar bu taneler de birçok farklı böcek, bakteri ve diğer türlere güvenendir. Bu türlerin yanlış bir kombinasyonun nesli tükenirse, hububatın ki de tükenir. Bu şuan olasılık dışı gözükebilirken, nesli tükenen türlerin sayısının “anahtar” türlerin tükenme olasılığını artırdığı gibi, ölümlerini de kesinlik noktasına arttırdığı üzerine dikkat çekilmiş olmalıdır. Bu tarımda ve insan türünün çoğunluğunda açık basamak tepkimeye sahip olacaktır.

Özetle:
Tarım hayatta kalmaları için dar kategorideki bitkilere güvenen kalabalık insan nüfusuna sebep olur. Bu ekstra nüfus diğer türlerin pahasına var olur. Bu diğer türlerin bir çoğunun nesli tükenir. Nesli tükenen türlerin sayısı arttıkça, daha önce bahsedilmiş bitkilerin neslinin tükenmesine sebep olan basamak reaksiyon olasılığı artar. Bu yüzden: X miktarda zaman sonra tarım kendisini öldürmek eğilimdedir.

Bu kesinlikle insanın oldukça geniş yüzdesinin öleceği anlamasına gelecekse de, insanın muhakkak neslininin tükenmesi anlamına gelmeyecektir. Omnivore’lar çeşitli besinlerden beslenme avantajına sahiptirler; ancak, hububatlar omnivore değildir.

Çeviren : Elfun
http://hasat.org/forum/Tarim_ve_Cesitlilik__Biyosferler_arasindaki_dusmanlik-k6787.html
http://yabanil.net/

August 23, 2010 Posted by | anti-endustriyalizm, anti-kapitalizm, tarim gida GDO, türcülük, doğa / hayvan özgürlüğü | Leave a comment

Agriculture and Diversity: Antagonism Amongst the Biospheres – Benjamin Shender

Agriculture uses resources. This is about as simple as it gets. Agriculture is a method by which resources are transformed into food energy with which humans can sustain their lives. Ultimately there are two kinds of resources that agriculture uses in order to achieve this: solar energy and chemicals found in the earth. Both of these resources are ultimately quite limited. We have found new ways to increase the number of resources in the Earth, specifically by using oil, which has been discussed at length. However, solar energy is also limited. Indeed, on a yearly basis the amount of solar energy that arrives on Earth does not vary exceptionally, as such we can deal with solar energy as a constant energy input per year.

Since agriculture is humanity’s main food supply and population is a function of food supply (see thesis #4). We can readily assert that humans are made of solar energy, one to three times removed. As the human population is currently continuing to increase, this would indicate that an ever increasing proportion of Earth’s yearly supply of solar energy is being apportioned to humans and the few species that the majority of humans use as food (see Unlocking the Food and Why People Starve). As such an ever decreasing proportion of this energy is available to other species. When this decrease is coupled with the amount of land desertified by agriculture and other practices and the amount of land paved for roads and cities, a disturbing pattern develops.

The unfortunate fact of the matter is that humans are not exceptional to the laws of physics. The first law of thermodynamics is quite clear: nothing can be created or destroyed. As such, as humans continue to expand we reapportion solar energy once used by other species for our own use. This causes a noticeably large increase in the extinction rate of other species, and as those species die, diversity is lost. This makes agriculture one of the leading destroyers of diversity in the world. While many would not see a problem with this, that is solely due to their own short-sightedness. The position of humanity as an omnivore makes us very adaptive to living off of many different food supplies, but that is irrelevant as we do not live off many different food supplies. The current population of Earth is maintained only through the distribution of wheat, rice, rye, and barley. Grains. Without these very closely related plants our current population would have been unachievable. And it would be impossible to maintain it without them. No other food can be grown as densely, gives us as much energy per pound, or as been so thoroughly domesticated. As with any living thing these grains are reliant on many different insects, bacteria, and other species. If the wrong combination of these species were to become extinct, grain would become extinct as well. While this may seem unlikely right now, it should be remarked upon that as the number of extinct species increases the likelihood of a “keystone��? species dying off increases to the point of certainty. This would have the obvious cascade reaction on agriculture and on the majority of the human species.

To summarize:
Agriculture causes a large population of people reliant on a narrow category of plants for survival.
This extra population exists at the expense of other species.
Many of those other species become extinct.
As the number of extinct species increases, the likelihood of a cascade reaction causing the extinction of the afore mentioned plants increases.
Therefore: After X amount time agriculture tends to kill itself off.

While this would certainly mean a rather large percentage of humanity would die off, it would not necessarily mean the extinction of humanity. Omnivores have the advantage of feeding off diverse foods; however, grains are not omnivores.

June 24, 2010 Posted by | ekokoy - permakultur, ekolojist akımlar, tarim gida GDO, türcülük, doğa / hayvan özgürlüğü | Leave a comment

Toplum Destekli Tarım Modeli (Community Supported Agriculture – CSA)

CSA, genellikle şehirlere yakın kırsal alanlarda yaşayan çiftçiler ile şehirlerde yaşayan çiftçi olmayanların bir araya gelerek partner oldukları, üyelerle üreticilerin birlikte çalıştıkları ve lokal bazdaki organik ürünlerin üretim ve pazarlamasının desteklendiği sosyo-ekonomik içerikli bir organizasyondur. CSA’da çiftçiler taze sebze, meyve, yumrulu bitkiler, et ve ilgili diğer ürünleri direkt olarak, organik tarımı destekleyen şehirlerde yaşayan yerel topluluk üyeleri için üretirler. CSA da çiftçiler kaliteli üretmeye, tarımsal üretimde insan ve çevre sağlığını tehdit eden sentetik girdileri kullanmamaya ve arazinin gelecek nesillere verimli şekilde devredilmesine özen gösterirler. Bunun kontrolü ise, şehirde yaşayan topluluk üyelerinin çiftlikleri istedikleri anda ziyaret etmeleri ile mümkün olmaktadır. Topluluk üyeleri tükettikleri organik ürünlerin nereden geldiğini, nasıl yetiştirildiğini, ürünün yetiştirildiği arazileri, yetiştiren çiftçilerle olan bağlantıları sayesinde takip edebilmektedirler. CSA de çiftçiler ile topluluk üyeleri arasında direkt olarak sosyal ve ekonomik bağ vardır. Üyelerin en fazla haz aldıkları konular yöre tarımına katkıda bulunma ve sağlıklı gıda tüketebilmeleridir.

Uygulandığı ülkelerdeki tarihçesine bakıldığında CSA, genellikle kirletilmemiş, aşırı ve hor kullanılmamış iyi topraklara ve iyi iklim koşullarına sahip yörelerde, pazarlamaya nispeten az dayanıklı tarımsal ürünlerle başlanmış ve yaygınlaşmıştır. CSA modelinin uygulanmadığı yörelerde insanlar, gıda maddeleri ihtiyaçlarının %80’den fazlasını, binlerce km uzaklıktaki başka yörelerden ve en önemlisi nasıl yetiştirildiğini ve nakliyeye dayanıklılığı sağlamak amacıyla hangi işlemlerden geçirildiğini bilmedikleri ürünlerle karşılamaktadırlar. Şehirde yaşayanlar gıda maddeleri ihtiyaçlarını başka yörelerden karşılarken, küçük ölçekli yöre çiftçileri ise yeter geliri sağlayamama durumuyla karşı karşıyadırlar.

CSA, küçük ölçekli çiftçilerin geçimini sağlamadaki zor durumu ve yörede yaşayan çiftçi olmayanların gıda maddelerini ithal etmesi çelişkisinin yaşandığı, birkaç Avrupa ülkesinde 1970 lerin başlarında ortaya çıkmıştır. CSA çiftçilerin topluluk üyeleri tarafından desteklendiği, bölgesel veya yöresel pazarların oluştuğu, taze gıda maddelerinin sağlandığı ve topluluk üyeleri ile arazi sahipleri arasında sağlıklı çevre, arazinin korunması, sağlıklı gıda üretimi, tabiat sevgisi vs. ye duyarlılığın sağlandığı sistem olarak gelişmiştir.

CSA’nın Çalışma Sistemi

CSA’ların çalışma sistemi, yöredeki toplulukların ve çiftçilerin ihtiyaçları dikkate alınarak düzenlenmektedir. Bazı CSA’ların sadece bir üreticisi varken, bazılarının birden fazla üreticisi olabilmektedir. ABD deki CSA’lerin tamamı düşünüldüğünde, bazılarının üye sayısı 20 den az iken, 700 den fazla üyesi olanlar da vardır. Çoğu CSA’lar sebze üretmektedirler, bazıları ise bal, aromatik bitkiler, çiçek, unlu mamuller, çeşitli yumurtalar, kümes hayvanları, et, odun, hatta elişi, bayan eşyaları, işlenmiş mamuller üretmektedirler. Çoğu CSA’larda üreticiler ile topluluk üyeleri birlikte üretim, dağıtım, yönetim, ücret ve organizasyon maliyetini içerecek bir bütçe planı yaparlar. Bütçe planlaması sonucu, CSA kapsamında kaç üreticinin destekleneceği ve ürün fiyatları belirlenir.

Topluluk üyeleri ödemeyi peşin veya taksitli olarak yapabilmektedirler. Ürünün sunulduğu sezonun uzunluğuna, çeşit fazlalığı ve ürünün kalitesine bağlı olarak ödeme 150 $ ile 800 $ arasında değişebilmektedir (ABD ‘de asgari ücret 1.150 $). Bu ödeme, çiftçiler için tohum ve ekipman alımı şeklinde olabileceği gibi, çiftçilere ilkbaharda işlerin başladığı dönemde nakit olarak da yapılabilmektedir. Nakdi ödeme ile çiftçiler ilkbahardaki işlerini yürütmek amacıyla borçlanmak zorunda kalmamaktadırlar. CSA modelinin çiftçilere bahsedilen faydası yanında topluluk üyelerine de sosyal ve ekonomik faydaları vardır. Şöyle ki, CSA modelinde üyelerin organik ve taze sebze tüketimleri yanında tarım hakkında bilgisi olmayan çocuklarıyla çiftçilik şartlarını görmeleri mümkün olmaktadır.

Çiftlikler yetiştirme sezonu süresince taze ürün sunarlar ve hatta seraları varsa kış süresince de bu işi devam ettirirler. Çoğu CSA’lar haftada bir kez olmak üzere toplam 10-25 hafta her üyeye ortalama 5 ile 10 kg sebze dağıtırlar. Dolayısıyla bu sistemde haftada 5-10$ ile 2-5 kişilik bir ailenin sebze ihtiyacı karşılanmaktadır.

Bazı CSA üyesi çiftçiler kapı kapı dolaşarak üyelere ürünleri teslim ederken, bazılarının şehir merkezlerinde belirlenmiş ürün teslim yerleri vardır. Bazen üyeler, çiftliklere gidip ürünleri kendileri de toplayabilmektedirler. Hatta sadece lokal ürünlerin satıldığı marketler vardır. Ürünün tamamı hasat edildiğinde ise toplam hasıla üyelerin hisseleri oranında paylaşılmaktadır. Bazı CSA’larda ürünler kutu veya paketlere eşit miktarlarda çeşit farklılığı dikkate alınarak konulur ve dağıtılır. Bazılarında ise ürünler ambalajsız kutularda sunulmakta, böylece üyelerin ihtiyaçtan fazla almamaları, istedikleri ürünlerden fazla, istemediklerinden ise az almalarına olanak verilmektedir. CSA’da, sonbahar hasat zamanında üyelere sunulan ürün miktarları artmaktadır. Diğer taraftan üretimin az olduğu dönemlerde ise üyeler ve çiftçiler ürün kayıplarını ortaklaşa paylaşmaktadırlar.

CSA Modelinin Taraflara Sağladığı Faydaları Topluluk Üyelerine Sağladığı Faydalar

CSA modelinde çiftçi – arazi – topluluk üyeleri arasında ortak bir bağ oluşturulmaktadır. Üyelerin bu sistemden sağladıkları faydalar ve sisteme katılmaktan zevk alma sebepleri şunlardır :

Üyeler;
• Taze, lezzetli, besleyici, yöresel ve çoğu zaman organik gıda tüketebilmektedirler,
• Tükettikleri gıdalarının kaynaklarını ve onların nasıl yetiştirildiğini veya nasıl beslendiklerini yakinen bilmektedirler,
• Yöresel üretimi ve sürdürülebilir tarım sistemlerini uygulayanları destekledikleri için sosyal statüde prestij sağlayabilmektedirler,
• Geçmişte sahip oldukları tarım tecrübelerini, ancak böyle bir modelde, çiftliklerde uygulayarak tatmin olmaktadırlar,
• Yetiştiricilik ve hasat işlerine katılarak el tecrübesi kazanmakta ve hatta hangi ürünlerin yetiştirileceğine de karar verebilmektedirler,
• Çiftçiler ile sıkı sosyo-ekonomik bağ kurarak, beslenme, gıda hazırlama ve gıda koruma hakkında edindikleri bilgileri yayınlayarak ve seminerlerde tartışarak toplumun sağlıklı gıda temin etmesinde, önderlik yapmanın hazzını yaşayabilmek-tedirler,
• Yöresel ürünlerin tercih edilmesi için harcadıkları çabaların sonucunda oluşturulan yöresel gıda sisteminde gıda marketlerinin evlere yakın kurulması ve ülke ekonomisinin güçlenmesine katkılarından dolayı da toplumsal sorumluluk hazzı yaşarlar,
• Çitçilerle işbirliği içerisinde çalışarak topluluğun aktivitelerini ve yönetimini yürütecek grup liderlerini belirleyebilmektedirler ve bu yapı bölgesel toplulukların işbirliğini ve bağlantılarını güçlendirmektedir.
• Üreticilerin sürdürebilir tarımsal uygulamalarını destekleyerek, toprağın ve suyun sürdürülebilir kullanımını sağlayarak gelecek nesillere sağlıklı bir çevre garanti etmektedirler.
Üreticilere Sağladığı Faydalar
CSA modelinde çiftçiler için aşağıdaki faydalardan söz etmek mümkündür;
• Üretim planları geliştirilir, yani üreticiler neyi ve ne kadar üreteceklerini ve üretme zamanlarını bilirler,
• CSA’nin organizasyonu için topluluk üyeleri ile üreticilerin birlikte çalışması, kır-kent arasında bilgi ve kültür akışı sağlamaktadır,
• Topluluk üyelerinin zamanında ödeme yapmalarından dolayı, çiftçiler finansman temini ve pazarlama için az zaman harcarlar,
• Çiftçilerin karşılaştıkları üretim riski CSA modelinde müşteriler yani topluluk üyeleri tarafından paylaşılmaktadır. Şöyle ki verimin düşük olduğu sezonlarda, aile başına ödenen 30 $ kayıp fazla bir miktar oluşturmazken, 100 aile için düşü-nülüğünde 3.000 $ bir kayıp olmaktadır ki, bu 3.000 $’lık kayıp bir çiftçi ailesi için faaliyetin başarısını olumsuz yönde etkileyici düzeyde bir kayıptır.
• CSA bir tarım işletmesinin zenginleşmesi için uygun değilken, çiftçiler tarafından uygun fiyattan ürün satışı, idare eder bir hayat sürdürebilme, şehirdekilerle sosyal hayatı paylaşabilme, çevre koruma ve daha iyi eğitim olanakları sağlama gibi avantajları sebebiyle tercih edilmektedir.

CSA Modelinin Türkiye’de Uygulanabilirliği

Türkiye’de tarım işletmelerinin %65’inin 50 dekardan az araziye sahip olması, tarım kesiminde çalışanların büyük bir bölümünün yeterli gelir elde edemeden hayatlarını düşük seviyede sürdürmelerine neden olmaktadır. Diğer taraftan kentsel alanlarda gerek sanayi ve gerekse hizmet sektöründe yeterince istihdam oluşturulamaması, tarım arazileri üzerindeki nüfus baskısının devamına ve optimal işletme büyüklüğünün oluşturulamamasına neden olmaktadır. Tarım sektöründeki bu yapısal sorun devam ederken, aynı zamanda kırsal kesimde yaşayan ve tarımla uğraşan çiftçilerin yeterli gelir elde etme ve yaşamsal faaliyetlerini sürdürme mecburiyetleri devam etmektedir. Bu kapsamda, üreticilerin sahip oldukları kıt kaynaklardan ya-rarlanarak gelirlerini arttırmak için alternatif üretim modelleri uygulamaları önem arz etmektedir.

Kentsel alanlarda yaşayanların ise doğal, hijyenik ve lezzetli gıda arayışları da artan bir eğilim göstermektedir. Özellikle metropol şehirlerde gelir düzeyi yüksek tüketicilerin bu ürünlere yönelik taleplerinin daha yüksek olduğu bilinmektedir.

Türkiye’de 1980’li yıllara kadar nüfusun %50’sinden fazlası kırsal alanlarda yaşamaktaydı. Şehirlere göç eden doğaya ve çiftliğe hasret duyan ve belirli bir gelir düzeyine ulaşan bu tüketicilerin beklentilerinin karşılanmasında CSA benzeri bir modelin uygulanabilirlik ihtimali yüksektir. Gene Türkiye’de medya ve basın kuruluşlarında bitkisel ve hayvansal ürünlerde aşırı girdi ve hormon kullanımının gündeme gelmesi ve bunun insan sağlığına olumsuz etkilerinin bilinmesi gelir düzeyi yüksek tüketicilerin organik ürünlere taleplerini arttırmaktadır. Bu durum tüketicilerin gıdaların organik olarak yetiştirildiğinden emin oldukları bir modele üye olma oranını yükseltecektir. Ayrıca, kentsel alanlarda tarım alanlarının her geçen gün amaç dışı kullanımı, yeşil alanların ve canlıların yok edilmesi insanları çevreyi korumaya duyarlı kılmaktadır. Şehirlerdeki yoğun trafik ve gürültülü hayat insanları kırsal alanlarda kısa süreli de olsa dinlenmeye yönlendirerek CSA modelini motive eden başka bir faktör olmaktadır.

CSA modelinde üyelerin çiftçilere ayni ve nakdi ödeme yapmaları, pazar garantisi oluşturmaları ve alternatif gelir fırsatı gibi faydalar sağlaması nedeniyle, üreticiler tarafından da kolaylıkla benimsenebilecek bir üretim modelidir.

CSA modelinin Türkiye için paradan çok, topluluk ihtiyaçlarının garantili karşılanması, kırsal alanların, köy ve köylünün, toprağın ve çevrenin öneminin algılanması, dostluk, sağlıklı gıda üretilmesi, yöresel ekonomilerin güçlendirilmesi, çeşitliliği ve sürdürülebilir tarım metotlarının adaptasyonu, topluluk üyelerinin eğitimi ve çiftlik hayatının desteklenmesi gibi faydaları olacaktır.

CSA modeli çiftlikten masaya direkt pazarlamayı ve çiftçiye adil bir geliri sağlamaktadır. Aracılar olmadığı için bu modelde, çiftçiler alın terinin karşılığını alırken, tüketiciler ise organik gıda maddelerini aşırı fiyattan almak zorunda kalmamaktadırlar.

CSA sürdürülebilir tarım uygulamalarına daha fazla şans tanıyan bir sistemdir. Çünkü bu sistemde çoğu sebze üreten ve hayvancılık yapan CSA üreticileri organik üretim yöntemlerini kullanırlar. Çiftçiler CSA sisteminde işe düşük masrafla başlayabildikleri için rantabilite oranı yüksek olmaktadır. Bu modelde, sebze ye-tiştiriciliğindeki önemli işgücü ihtiyacı, gençlere mevsimlik iş olanağı sağlar. CSA modeli çocuklarıyla çiftlikte yaşamayı seven bay ve bayanlar için iyi bir alternatif gelir kaynağıdır. CSA modeli üyeler arasında işbirliğine, birlikte çalışmaya ve hasadı paylaşmaya imkan sağlar böylece üyeler ürün kayıplarını paylaşarak üreticinin riskini azaltırlar. Üyeler tüm hasılatı bölüşerek, ürün arz fazlalığını önlerler. Ürünün çiftlikte veya uygun yerlerde teslimine imkan tanımasıyla, nakliye, işleme, ve paketleme için kullanılan enerji azalır. CSA’ler çiftçi marketleri veya manavlardan farklı olarak, çiftçi ile müşteriler arasında tamamen farklı bir bağ oluşturur.

Türkiye’de kırsal kesim ile şehir hayatı arasındaki refah farkının azaltılması, organik tarımın teşviki, küçük üreticilerin ve sürdürülebilir tarımın desteklenmesi, yeni nesillerin köy ve köylü yaşamından, tarımdan habersiz büyümemesi ve daha bir çok konuda ki faydaları dikkate alınarak, ülkemizde CSA modelinin teşvik edilmesi gerekir. Bu model özellikle başta İstanbul Ankara, İzmir ve Bursa gibi büyük şehirler olmak üzere birçok şehirlerin yakınlarındaki üreticiler için gelir artırıcı alternatif bir yöntem olacaktır.

www.koopkur.org.tr/pdf/koop/149.pdf

January 9, 2010 Posted by | kooperatifler vb modeller, tarim gida GDO | 6 Comments

TARIM VE SU POLİTİKALARI – Süleyman Yılmaz

Gıda en temel ihtiyacımızdır, yaşamın temelidir. Bu temel ihtiyacımızın çoğunu tarımsal faaliyetlerden sağlıyoruz. Tüm yaşamın ve uygarlığın devamını sağlayan tarım hem dünyada hem de ülkemizde eski, derin ve büyük bir kriz içinde. Çünkü tarımda özellikle son yüzyılda içinde yaşadığımız kapitalist sistemin talepleri doğrultusunda sağlanan devasa miktarlardaki üretim artışları, aslında kapalı bir sistem olan dünyayı ekolojik bir krizle karşı karşıya bırakmıştır.

Küresel kapitalist sistemden ayrı olmayan ülkemizin tarım politikaları dünya kapitalist sisteminin taleplerine göre endüstrileştirmek doğrultusunda olmuştur. Son otuz yıldır artan ekonomik küreselleşme döneminde bu tarımsal kriz iyice ağırlaşmıştır. İçinde bulunduğumuz insan eliyle yaratılan küresel ısınma çağında endüstriyel tarım olarak adlandırdığımız bu sistem daha fazla sürdürülmez bir hal almıştır. Dünya tarımsal sistemine tarihsel olarak baktığımızda en büyük değişimlerin yirminci yüzyılın son elli yılında olduğunu görmekteyiz. ”Büyüme çağı” olarak adlandırılabilecek bu dönemde nüfus 1950’den 2000 yılına dek 2,5 milyardan 6 milyara çıkmış, tahıl üretimi üç kat artmış, et ve balık üretimi beş kat artmış, dünya ekonomisi yedi kat büyümüştür. Ama tüm bu devasa büyümeye rağmen dünya da her gece yatağına aç veya yarı aç giden 850 milyon insan var. Ayrıca dünyanın nüfusuna her yıl eklenen 70 milyon yeni insan var. Endüstriyel tarım uygulamaları ve sanayinin artan taleplerini karşısında artık topraklar yorulmuş ve sağlanan tüm ilaç, gübre ve hormon girdilerine rağmen eski verimini artık sağlayamaz durumdadır. Endüstriyel tarım yüzünden toprağın doğal yapısı değişmiştir. Tuzlanma ve kuraklık artmış çölleşme ve erozyon nedeniyle ekilebilir alanlar azalmıştır. Kentleşme, turizm ve sanayi tarafından özellikle birinci sınıf tarım alanları geri dönüşümsüz bir şekilde yok edilmeye devam etmektedir Sanayi ve tarımsal kaynaklı kimyasal kirlenme sularda, toprakta, denizlerde ve kentlerde artmıştır. Sağlıksız çevre koşullarına birde sağlıksız gıda ve sağlıksız suyun eklenmesiyle kanser, şeker hastalığı kalp damar hastalıları, obesite gibi sağlık sorunlarında adeta salgın tarzında bir patlama yaşanmaktadır.

Endüstriyel tarım nedeniyle yer üstü ve yer altı su kaynakları kurumaktadır. Kuraklık kalıcı ve geri döndürülemez bir noktaya gidiyor gibi görünmektedir. Sulak alanlar ve buralardaki yaşam, artan tarım alanı ve su ihtiyacı nedeniyle yok edilmektedir. Artan sanayi ve kentsel su ihtiyacı tarımsal alanda kullanılabilecek suyu çekmekte, sınai ve kentsel su kullanımının hem payı hem de miktarı artmaktadır. Küresel ölçekte zenginleşen ülkelerde bireyler kişisel olarak daha fazla su tüketmeyi talep etmektedir. Endüstriyel tarımdan kaynaklanan erozyon sonucu taşınan toprağın verimli üst tabakaları, gübre ve kimyasal artıklar okyanusların tabanını örtmekte ve denizlerde ölü alanlar insanlığın en kolay besin sağlayabileceği bu kaynakta endüstriyalist ekonomi nedeniyle yok olmaktadır.

Yeni tarım alanlarının açılması ve endüstrinin kereste ihtiyacı nedeniyle orman alanları ve kalitesi hızla azalırken, tüm dünya ormanlarının üçte ikisi yok edilmiştir Barındırdıkları biyoçeşitlilik ve doğal yaşam yok olmaktadır. Ormanların yok edilmesi, suyun tutulmasını azaltırken, toprağın esas canlılığını sağlayan yüzeysel toprakların da kaybına yol açmaktadır.

Tarih boyunca kentleri besleyen kırsal alanlar artık besleyemez duruma gelmiştir. 2050 yılında 9 milyarı aşacak dünya nüfusunu besleyebilmek bu halde imkansız görünmektedir. Endüstriyel tarımın en belirgin özelliği olan yüksek miktarda girdi kullanılarak yapılan tarım bunları karşılamakta zorlanan küçük çiftçiliği dünyanın her yerinde tasfiyesine yol açmıştır. Rekabet edemeyen küçük çiftçilerin kent varoşlarına ucuz iş gücü olarak yığılmasına neden olurken tarımsal faaliyet büyük toprak sahiplerinin eline geçerken tarımın sektörleşmesine neden olmuştur. Geleneksel köylü yaşam biçimi ve bilgeliği giderek yok olmaktadır. Topraklarını terk etmeyen dünya küçük çiftçilerin büyük bir kısmı kendi topraklarında tohum, gübre, ilaç sağlayan şirketlerine bağımlı hale getirilmiş ve toplumun en yoksul kesimini olmaya mahkum edilmişlerdir.

Tüm bu sürdürülemez sistemi yaratan ulusal ve uluslararası şirketler, sosyal devlet anlayışından kırıntı bile kalmamış meşruiyeti sorgulanır hale gelmiş devletler, şirketlerin ve merkez ülkelerin yönlendirmeleriyle hareket eden Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü ve İMF gibi uluslar üstü organizasyonlar 5. Dünya Su Forumu adı altında İstanbul’da toplanıyorlar. Kapitalizm krizden krize sürüklenirken dünyanın her yerinde kentlerin etrafına kümelenmiş yoksullara ilave daha fazla işsiz ve yoksul yaratmaya devam ediyor. En son küresel ekonomik krizle birlikte iflas eden kendi ekonomik bakış açılarıyla değerlendirildiklerinde bile her şeyleriyle başarısız olan şirketler kendilerine yeni kar alanları yaratmak için toplumun gıda ve suyuna bir kez daha göz diktikleri görülüyor. Kendi bankalarında kendi batık şirketlerini finanse edecek yeterince paraları olmasına rağmen bu krizleri yine topluma fatura etmek istiyorlar. Kurtarma paketlerinden bir kuruş bile yoksullaştırılanlara aktarılmazken suyu petrol gibi, gübre gibi, ilaç gibi şirketlerin tekelinde olan yeni bir girdi yaratmak istiyorlar. Tarımsal üretimde suyun yeni bir girdi olmasıyla artan maliyetler karşısında son otuz yıldır fiyatları artan gıdaya öncelikle yoksullar ulaşamayacak hale gelecektir. Eğer bu başarısız ve müflisler bunu başarabilirse kapitalizmi uzun süre yaşatabilecek bir kar kaynağına kavuşmuş olacaklar. Ama en temel hakkımız olan suya kente ve kırsalda ulaşma hakkımıza engel olanlara karşı birlikte yaşamın her alanında mücadele edeceğimizi ilan ediyoruz.

5. Su Forumunda toplananları eğer insanlık onuruna sahiplerse forumu derhal durdurmaları bu konunun gerçek muhataplarının tarım ve su politikalarını dinlemek üzere Alternatif Su Forumuna davet ediyoruz.

Süleyman Yılmaz: Dr., Yeşiller Partisi PM üyesi

http://www.yesiller.org/V1/index.php?option=com_docman&task=doc_download&gid=159&Itemid=36

December 27, 2009 Posted by | anti-kapitalizm, bu topraklar, sistem karsitligi, Su, tarim gida GDO | Leave a comment

Genetik Emperyalizm ve Biyo-Serflik (Çev: Çiğdem AKSOY FROMM)

Genetik Mühendisliğinin Çiftçiler ve Tarım Üzerindeki Etkileri

Genetik mühendisliği konulu tartışmalar sırasında alışılmadık ama son derece yüreklendirici bir olgu dikkatimizi çekti. Söyleceklerini genellikle eveleyip gevelemekle tanınan bilim adamı ve aktivistlerin, sözcük dağarcıklarını “genetik emperyalizm” ve “biyo-serflik” gibi ifadeler ekleyerek zenginleştirmiş olduklarını gördük.

Aslında çok daha radikal bir dil kullanmak için bile yeterli nedenin buluduğunu düşündüğümüzden dolayı bu gelişmeyi memnunlukla karşılıyor ve bu terminolojinin oldukça uygun olduğuna inanıyoruz. Dahası, mevcut durum emperyalizm ve serfliğin ne anlama geldiği konusunda ilk elden deneyim sahibi olan çiftçileri de besbelli ilgilendiriyor.

Dünya nüfusunun büyük kısmı yaşamını sürdürebilmek için halen küçük ölçekli çiftçiliğe bel bağlamış durumda. Nüfusun sözü edilen bölümüyle kastedilen, yüzyıllardır emperyalizm ve feodalizm tarafından harap edilip yağmalanmış olduğu için bugün iki yakalarını zar zor bir araya getirebilen Üçüncü Dünya’nın çiftçi aileleri. Ne yazık ki, biyoteknolojinin yol açması beklenen emperyalist ve feodal sömürünün gitgide yoğunluk kazanmasından en fazla yine aynı kişiler zarar görecek.

Bu nedenle, genetik mühendisliğini Üçüncü Dünya çiftçilerinin bakış açısından dikkatle büyüteç altına yatırmak son derece haklı bir karar olacak.

Biyoteknolojinin ilaç alanında olduğu kadar tarımda da başka uygulamaları olduğu halde, çiftçileri en çok tohum işinde yakın zamanda yaşanan gelişmeler tehdit ediyor. Bu yüzden, ilk olarak kurumsal dünyanın ve özellikle tohum sektörünün bu işten ne kazanıp ne kaybedebileceğini ele almalıyız.

1) Biyoteknoloji Ticareti: Devlerin Masalı

Genetik mühendisliği ürünü olan tarım ürünlerine ilişkin ticari faaliyetler, canlılar ya da yaşamdan çok ölümü getiren sözde “canlılar bilimiyle” iç içe geçmiş durumda. Onlarca yıl süren şirket birleşme ve el değiştirmelerinin ardından, en büyük beş “Gen Devi” (Astra-Zeneca, DuPont, Monsanto, Novartis ve Aventis) stratejik tekellerini kurdular ve tohum, tarım kimyasalları, ecza ürünleri ve ilgili diğer pazarlarda kendilerine egemen bir konum sağladılar. Bu şirketler dünya çapındaki böcek ilacı pazarının yaklaşık üçte ikisine, ticari tohum pazarının neredeyse dörtte birine ve transgenik tohum pazarının hemen hemen yüzde yüzüne sahipler.1

Genetik olarak ürettiği tohumlar 1998 yılında ABD’de transgenik ekin alanlarının toplam yüzde 88’ini2 oluşturan Monsanto, bu oligopolun en göze çarpan örneklerinden biri. Söz konusu şirket, etki sahibi ticari bir imparatorluk inşa etmek amacıyla 1990’ların ikinci yarısında biyoteknoloji ticaretinin yükselişine önemli ölçüde bel bağladı. Monsanto 1998 yılında dünyanın en büyük on tohum firmasından ikisi olan DeKalb Plant Genetics ve Cargill’in uluslararası tohum alanındaki faaliyetini ele geçirerek bünyesine kattı. Monsanto aynı yıl dünyanın en büyük pamuk tohumu şirketi ve aynı zamanda “Terminatör” teknolojisi patenti ve Plant Breeding International of Cambrideg UK’in sahibi olan Delta & Pine Land’i de aldı. Monsanto böylelikle sekiz haftalık bir süre içinde kendini birdenbire dünyanın en büyük ikinci tohum şirketi haline getirmeyi başardı.3

1998 yılının Haziran ayında Monsanto’nun American Home Product şirketiyle gerçekleştirdiği 33 milyar dolarlık birleşme sonucunda, şirketin sözde “canlılar bilimi” endüstrisindeki tekelini de sağlamlaşmış oldu. Monsanto/AHP dünyanın en büyük tarım kimyasalları şirketi, en büyük ikinci tohum şirketi, en büyük dördüncü ezcacılık ürünleri şirketi ve en büyük beş veterinerlik şirketinden biri haline gelmiş oldu. Monsanto artık ABD pamuk tohumu pazarının yaklaşık yüzde 90’ını, soya fasulyesi pazarının üçte birini ve mısır tohumu pazarının yüzde 15’ini elinde tutuyordu.4

Diğer şirketlerle yaptığı işbirliği anlaşmaları sayesinde Monsanto bugün de kontrolünü kendi ticari imparatorluğunun sınırlarının çok ötesine taşımaya çalışıyor. Örneğin, merkezi Kaliforniya’da bulunan ve dünya genelindeki meyve ve sebze tohumu piyasasının yaklaşık yüzde 19’unu ve ABD sebze piyasasının yüzde 40’ını elinde tutan Seminis Vegetable Seeds şirketini, Roundup Ready marul ve domateslerini geliştirmeye ikna etti.5

Transgenik ürünlerin şiddetle yayılması hemen hemen Kuzey Amerika ile sınırlı durumda. Küresel transgenik tarım alanlarının yüzde 99’u Arjantin’le birlikte ABD ve Kanada’da bulunuyor. Bu üç ülkedeki soya fasulyesi, mısır ve kanola gibi başlıca emtiaları içeren tarım alanlarının yarısından fazlasında transgenik tarım yapılıyor. Genetik olarak üretilmiş ürünlerin ekildiği toplam alan geçtiğimiz son dört mevsimde  yirmiden fazlaya katlandı; diğer bir deyişle, 1996’da 2 milyon hektar genişliğinde olan alan 1999 yılında yaklaşık 40 milyon hektara çıktı.6

Genetik mühendisliğindeki yeni gelişmeler işin daha da tekelleşmesine yol açacak. Biyomühendislik ürünü olan ikinci bir tohum dalgası, VA Vitaminiyle güçlendirilmiş pirinç gibi daha “randıman” içeren özelliklere odaklanacak. Sözde “işlevsel gıdalar” ve “nutrasötiklerin” geliştirilmesiyle birlikte, besin maddeleriyle farmasötik müstahzarları birbirinden ayıran çizgiler gitgide daha belirsiz hale geliyor. Bu gelişmelerin biyoteknoloji şirketlerini, besin zincirinin tamamının yanı sıra eczacılık ürünleri pazarını da kapsayan birkaç dev şirketin kontrolüne sokan multimilyar dolarlık birçok birleşmeyi daha beraberinde getirmesi bekleniyor.

Devasa bir pazar potansiyeli mevcut. Uluslararası Tohum Federasyonu genetik olarak üretilmiş tohuma yönelik dünya pazarının 2000 yılında 2 milyar dolara ulaşacağını tahmin etti; 2010 yılı gelip çattığındaysa pazarın 20 milyar dolarlık bir boyuta ulaşmasını bekliyor.7

Böcek ilaçları ve eczacılık işinin yüzde 20 ile 30 arasındaki bol keseden kâr marjlarına oranla, tohum şirketleri geleneksel olarak yüzde 15’in altında olan, nispeten düşük bir kâr marjıyla çalışıyorlardı.8 Bununla birlikte, tekelleşmenin gitgide artması ve genetik olarak üretilmiş tohumların geliştirilmesi nedeniyle tohum işi de en sonunda büyük paralar kazandırır hale geldi. Başı çeken on firmanın satışları sadece iki yıl içinde yüzde 25’lik bir artış gösterdi.9 ABD’de 1987 ile 1997 arasında, çiftçilerin tohum, suni gübre ve tarım kimyasalı maliyeti yüzde 86 oranında yukarı fırladı.10

2 “Biyo-Serflik” ya da Feodalizmin Diğer Adı

Üçüncü Dünya’nın büyük kısmında olduğu gibi, Filipinler’deki çiftçiler de halen sefil bir feodalizm ve yarı feodal bir sömürüye maruz durumdalar. Topraklar bir avuç toprak sahibi aileye ait ve çiftçilerin çoğunun ya kendine ait toprağı yok ya da ailelerini geçindirmeye yetecek miktarda toprağa sahip değiller. Küçük çiftçiler toprak sahibi seçkinlere bağımlı olmanın dışında bir de, yarı feodal kırsal ekonomi içindeki tekelci konumlarından çıkar sağlayan tefeci ve bezirgan gibi birtakım şüpheli entrikacıların insafına kalmış haldeler.

Küçük köylülere feodalizmin en önemli iki özelliğini sorduğunuzda hiç kuşkusuz toprak sahibi olamamak ve tekellere bağımlı olmayı sayarlar. Köylüler onlarca yıldan bu yana kendi salahiyet ve özgürlükleri üzerindeki bu tür kısıtlamalara karşı cesurca mücadele ettiler. Bununla birlikte, topraksızlık ve toprak ağaları, tefeciler, işadamları ve çokuluslu büyük şirketlerin, tekeli kontrolleri altında tutmaları şeklindeki sorunlar “Yeşil Devrim”den bu yana daha da kötüleşti. Günümüz “Gen Devrimi” de aynı şeye yol açıyor.

Biyoteknoloji alanındaki birçok gelişme çiftçileri tohum ve  diğer çiftçilik ürünlerine bağımlı kılmayı açıkça hedefliyor. İleri teknoloji ürünü tescilli tohumların ilk kuşağı, yabani otları ortadan kaldırmaya yönelik herbisitlere karşı toleranslı ve böceklere karşı direnç odaklıydı. Bu da çiftçileri bir “Yeşil Devrim” teknolojisinden bile daha zorlayıcı bir “anlaşma paketine” mahkum etti. Bu durumda çiftçilerin, tescilli böcek ilaçlarını yine tohumları satın aldıkları üreticiden almaktan başka şansları yok.

“Terminatör” teknolojisi yaratılan bağımlılığı bir adım daha ileri taşıyor. “Terminatör” tohumlar çimlenme yeteneklerini kaybedecek şekilde üretilir ve buna bağlı olarak çiftçilerin, tohumları daha sonra yeniden ekmek üzere saklamaları engellenmiş olur ve her ekim döneminde yeni baştan tohum almak zorunda kalırlar. “Gen Devleri” ürettikleri “Traitor” ve “Junkie” tohumları sayesinde çiftçileri bu iğrenç ürünlerine mecbur bırakmayı amaçlıyorlar. Bu tohumlar şirketlerin tescilli kimyasal pisliklerinin sürekli uygulamalarına fiziksel olarak bağımlıdır.

ABD’nin baskısına maruz kalan yeni bilimsel gelişmeler çiftçilerin özgürlüğüne başka cephelerde de saldırılar yöneltilmesiyle tamamlanmış oldu. Örneğin, 1991 tarihli Yeni Bitki Türlerinin Korunmasına Yönelik Uluslararası Birlik Yasası (UPOV) kurumsal bitki yetiştiricilerinin haklarını çiftçi hakları aleyhine önemli ölçüde güçlendiriyor.

Genetiği değiştirilmiş tohumlar, çiftlikte elde edilip saklanan tohumlara bağlı olan ve dünyanın yiyeceğinin yaklaşık yüzde 20’nin üreten 1.4 milyar insanın geçim yolunu ciddi ölçüde tehdit ediyor. Çiftçilerin bağımlılığını adeta uç noktaya kadar zorlanıyor. “Yeşil Devrim” felaketinin ardından çiftçilere bırakılan bir miktar özgürlük de “Gen Devleri” tarafından ellerinden alınacak. Devlerin tekelci konumu herhangi bir kaçış yolunun kalmamasını garanti edecek. Yetiştirdikleri ürünler pahalı kimyasal maddelerin çengeline takılan çiftçiler, kendi özgürlükleri ve ailelerinin hayatta kalması pahasına kredi müptelası haline getirilecekler.

Dahası, genetik olarak üretilen gıda maddeleri üzerinde devam eden araştırmalar çiftçilerin değil şirketlerin ihtiyaçlarına yönelik. Transgenik ürünler esasen sınai monokültürler sistemi içinde kullanılmak üzere tasarlanmıştır ve bundan dolayı çevrenin daha da bozulmasına ve süper zararlıların ortaya çıkmasına katkıda bulunurlar. Şirketler işin kaymağını yerken, küçük çiftçiler bu tür yan etkilere maruz kalacaklar.

Zaten AB ve ABD kaynaklı yüksek sübvansiyonlu ithal gıda maddeleriyle rekabetin baskısı altında ezilen Üçüncü Dünya’nın yoksul köylüleri, şirketlerin tarımsal faaliyetlerine yer açmak için topraklarından da sürülecekler. Topraksızlık ve yoksulluk kaçınılmaz olarak artacak.

3    “Genetik Emperyalizm” “Jenerik Emperyalizm” den Başka Bir Şey Değil

ABD’nin transgenik tohum işindeki üstünlüğü korkutucu. ABD dış politikasının bakış açısına göre, genetiği değiştirilmiş tohumlar, ABD’nin küresel ekonomik ve siyasi etki alanını ciddi oranda genişletmesini sağlayacağından, geleneksel tohumlarla karşılaştırıldığında çok önemli bir avantaj sağlıyor. Clinton yönetimi ABD sağlık ve güvenlik mevzuatını göz ardı ederek, tarımda genetik mühendisliği şiddetle desteklemişti.11

Gıda maddeleri uzun süredir ABD’nın dış politikasının elindeki siyasi bir araç durumunda. Bundan yirmi beş yıl önce ABD Tarım Bakanı Earl Butz, 1974 yılında Roma’da düzenlenen Dünya Gıda Konferansı sırasında gıdanın aslında bir silah olduğunu söylemiş ve gıdayı “pazarlık sandıklarındaki en önemli araçlardan biri” olarak tanımlamıştı. 1957 yılına dönüp bakarsak, ABD Başkan Yardımcısı Hubert Humphrey Amerikan halkına “insanların size güvenip dayanmalarının, size bağımlı olmalarının ve bu şekilde sizinle işbirliği yapmalarının yolunu arıyorsanız, onları gıdaya bağımlı hale getirmek bana kalırsa mükemmel bir yöntem,” demişti.12

Biyoteknoloji ABD için gerçekten de dünya ekonomi ve politikasındaki egemenliğini güçlendirip genişletmeye yarayan bir silah. Dolayısıyla hiç kimse Amerika’nın bu teknolojinin güvenilirliği konusunda sağlam gerekçelere dayanan herhangi bir kuşku üzerinde tartışmaya bu kadar inatla karşı çıkmasına şaşırmamalı.

Amerika’nın biyogüvenlik protokolü görüşmeleri sırasındaki tutumunu ele alın. ABD, Biyolojik Çeşitlilik Anlaşmasını onaylama zahmetinde bulunmadığı için, oy verme hakkı da yoktu. Yine de Şubat 1999’daki Cartagena Biyogüvenlik Protokolü görüşmelerini baltalamayı başardı çünkü Dışişleri Bakan Yardımcısı Rafe Pomerance’nin deyişiyle, “hiç kimsenin Amerika Birleşik Devletleri’nde yılda 68 milyar dolarlık bir endüstriye zarar verebilecek bir şey yapmasına izin vermeye niyetleri yoktu.”13

ABD’nin Okyanuslar, Uluslararası ve Bilimsel İşlerden Sorumlu Bakan Yardımcısı David Sandoval, nihayet geçen Ocak ayında Montreal’de imzalanan biyogüvenlik protokolü hakkında coşkuyla şunları yazıyor: “Protokolün önsözü ‘tasarruflar hükmü’ diye adlandırılan ve anlaşmanın Dünya Ticaret Örgütü’nün (WTO) ve diğer uluslararası anlaşmaların kurallarına uymakla yükümlü olan hükümetlerin hak ve yükümlülüklerini tamamen muhafaza ettiğini açıkça ortaya seren son derece önemli bir koşulu içermektedir. (…) Diğer bir deyişle, ABD ihracatçıları WTO kapsamındaki haksız rekabet uygulamalarıyla mücadele etme hakkına halen sahip bulunmaklar.”14

Genetiği değiştirilmiş organizmaları (GDO’lar) içeren ticari faaliyetler cephesinde durum, yaşanan şaşırtıcı gelişmeler ve ABD hükümetinin tam desteğine rağmen tam da istendiği gibi değildir. Yatırımcılar geçen sene tarımsal biyoteknoloji firmalarının hisse fiyatını aşağı çektiler. Wall Street Journal 7 Ocak 2000 tarihinde şöyle yazdı: “Tüm dünyaya yayılan genetiği değiştirilmiş besinler konusundaki anlaşmazlığa ve tarımsal biyoteknoloji şirketlerinin hisse senetlerindeki düşüşe bakılırsa, bu şirketleri uzun vadede bile iyi birer yatırım olarak görmek zor.”15

“Gen Devleri” çareyi, endüstrinin bir kez daha önemli ölçüde yeniden yapılanmasına yol açan olağandışı önlemler almakta buldular. Novartis ve AstraZeneca birleşerek, tohum ve tarım kimyasalları bölümlerini Syngenta adlı yeni bir yan kuruluşa devrettiler. Monsanto geçen Aralık ayında Pharmacia & Upjohn ile birleşme planlarını kamuoyuna duyurdu.16 DuPont ise piyasaya, biyoteknoloji bölümünün izinden gidecek yeni bir hisse senedi sürmeyi düşünmekle birlikte, bu yeni sürümü 2000 yılı başlarına ertelemeye karar verdi.17

Birçok gözlemci bu büyük ve ani değişikliği, biyoteknoloji şirketlerinin halkla ilişkiler savaşını kaybetmeleri anlamına geldiği şeklinde yorumluyor. Fakat bu, gerçeğin yalnızca bir kısmı. Yakın zamanda gerçekleşen bu yeni gelişmeleri kapsamlı ve eksiksiz olarak inceleyebilmek için, “genetik emperyalizmin” her şeyden önce emperyalizm olduğunu unutmamalıyız. Buna bağlı olarak, genetik emperyalizm de aynı kusurlardan muzdarip: İtici gücünü, aşırı üretimin yarattığı küresel krizden alıyor ve emperyalist güçler arasında kıyasıya bir rekabeti teşvik ediyor.

Her ne kadar tiksindirici olsa da, dünyamızda yaşanan gıda krizi, tarımsal ürünlerde üretim fazlasıyla nitelendiriliyor. Bu korkutucu gözlem yine de şaşırtıcı sayılmaz. Küresel kapitalizm 18. yüzyılın ikinci yarısından beri bütün ekonomik sektörlerde konjonktürel krizlerle karşılaştı.

Küresel kriz 1980’li yıllarda derinleştiği sırada, gitgide artan rekabet ve tarımsal ürünlerdeki üretim fazlası, ABD ve Avrupa Birliği arasında şiddetini artıran ticari ihtilaflara neden oluyordu. Ayrıca, tarım sektörlerini desteklemeye yönelik sübvansiyonlu programların yüksek maliyeti sanayileşmiş ülkelerin bütçeleri üzerinde ağır bir yük haline geldi. Her ikisi de köşeye sıkışan ABD ve AB, GATT (Genel Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Anlaşması) kapsamında gerçekleştirilen Uruguay Raundu görüşmeleri sırasında,  Tarım Anlaşması (AoA) ve Dünya Ticaret Örgütü (WTO) ile sonuçlanan geçici bir ittifak oluşturdular.

Tarım Anlaşması’nın, gerek AB gerekse ABD’nin kronik aşırı üretim sorununu, korumacı ticaret engellerinin çoğunu olduğu gibi korurken diğer yandan pazarlarını genişletmek suretiyle çözeceği varsayılmıştı. AB ve ABD’nin tarım sektörleri gerçekten de geçici bir rahatlama yaşadılar çünkü Üçüncü Dünya ülkelerindeki tarımsal faaliyetler Kuzey’den gelen sübvansiyonlu ithal ürünler nedeniyle boğuldu.

Tahmin edileceği gibi, Tarım Anlaşması tarım ürünlerindeki üretim fazlası sorununa kalıcı bir çözüm getirmiyordu. Aksine, gitgide şiddetlenerek 1997’de Asya kaplanlarını kasıp kavuran kriz yüzünden küresel gıda piyasası 1998 ve 99 yıllarında küçüldü. Küresel talep azaldığı halde dünya üretiminin ısrarlı bir şekilde artması, tarım ürünü fiyatlarının feci sayılabilecek düzeylere düşmesine ve Amerikalı birçok çiftçinin işlerinin bozulmasına yol açtı.18 ABD Tarım Bakanlığı’nın durumun yakın gelecekte değişeceği yönünde pek fazla umudu yok. Buğday, mısır ve soya fasulyesi fiyatları, bu ürünlerdeki ihtiyaç fazlasına rağmen düşük düzeyde kalmayı sürdürecek.19

Halkları bütünüyle açlığa terk etmeye aldırmayan bir ülkeden başka bir şey olmayan ABD o kadar ümitsiz durumda ki, besin maddelerini İran, Libya ve Sudan’a yönelik tek taraflı ambargolarından muaf tutmak zorunda kaldı. Buna ek olarak, Üçüncü Dünya’ya yönelik “yardım paketi” kisvesi altındaki damping uygulamalarını da hızlandırmak zorunda kalacak çünkü ABD Tarım Bakanı Glickman’ın ifade ettiği gibi, “Burada tarım ürünlerinde bolluk yaşıyoruz ve tek başımıza tüketebileceğimizden çok daha fazla yiyeceğe sahibiz… Aslında elimizdeki miktar, çiftçilerimizin yurt dışındaki müşterilere geleneksel yöntemlerle satabileceğinden bile fazla.”20

Bu bağlamda, ABD’nin genetiği değiştirilmiş besinleri dünyanın geri kalanının boğazından aşağı tıkmaya neden bu kadar hevesli olduğunu anlamak hiç de zor değil. Kendi tarım sanayiinin hayatta kalmasını sağlamak için tek yapması gereken, genetik mühendisliği alanındaki lider konumundan çıkar sağlamak.

ABD’nin önündeki en büyük engel, Avrupa’nın genetiği değiştirilmiş ürünleri kabul etme konusundaki isteksizliği. Maliye Bakan Yardımcısı Stuart Eizenstat bu durumu “karşı karşıya kaldığımız tek ve en büyük tehdit” olarak nitelendirmişti.21 Gerçekten de, Avrupa kamuoyunun GDO’lara karşı gösterdiği direnç, ABD ile AB arasında süregelen ticari savaşta rol oynayan en önemli etmen.

Avrupa halkının haklı ve samimi endişelerinin göz ardı edilmemesi gerekmekle birlikte, Avrupa’daki hükümetler GDO sorunundan, en büyük emperyalist bloklar arasındaki rekabette kullanılacak yeni bir silah olarak yararlanıyor olabilirler. Örneğin, AB biyogüvenlik protokolüne ilişkin görüşmeler sırasında çok açık bir tavırla tamamen kendi gündemini gerçekleştirmeye çalışıyordu ve ABD, Kanada, Avustralya, Arjantin, Şili ve Uruguay’dan oluşan GDO yanlısı Miami Grubu’nun manipülasyonuna karşı koyan Üçüncü Dünya ülkelerine son derece gönülsüz bir destek vermekten başka bir şey yapmadı.22

Avrupa’da GDO’lara yönelik muhalefetin, genel kamuoyunda olduğu kadar iş dünyasında da aynı yoğunluğu taşıması önem taşıyor. Örneğin, Avrupa’nın en büyük bankası olan Deutsche Bank geçen sene büyük kurumsal yatırımcılarına, tarımsal biyoteknoloji şirketlerini bırakmaları yönünde tavsiyede bulunan iki etkili rapor yayınladı. Deutsche Bank’a göre, “öyle görünüyor ki, gıda şirketleri, perakendeciler, tahıl işleyen şirketler ve hükümetler, tohum üreticilerine GDO’lara henüz hazır olmadığımızı gösteren bir işaret göndermektedir.”23

Bu ifade Avrupa’daki ticari çevrelerin, GDO’ların tarım ve insan sağlığı üzerindeki etkileri gibi daha temel sorunlardan çok, ABD’nin biyoteknolojideki liderliğinden rahatsız olduklarını ileri sürüyor. Aslında Avrupa, kendi sanayisi biyoteknoloji ürünlerini dünyanın geri kalan kısmına salıvermeye hazır oluncaya dek zaman kazanmaya çalışıyorsa, bu kimseyi şaşırtmamalı. En büyük beş “Gen Devi”nin Avrupalı olduğunu aklınızdan çıkarmayın.

Avrupa ABD’nin GDO hamlesine karşı koymaya devam ederken, Üçüncü Dünya ülkeleri ana hedef haline gelmiş durumda. Delta & Pine Land Şirketi, sahip olduğu “Terminatör” teknolojisinin, patent yasaları zayıf olan veya hiç bulunmayan güney ülkelerini hedef aldığını açıkça itiraf ediyor. Aynı şeyi, “Terminatör” ün patent ortaklarından olan ABD Tarım Bakanlığı da söylüyor. ABD Tarım Bakanlığı sözcüsü Willard Phelps bu teknolojinin amacının “ABD’de yerleşik tohum firmalarının sahip olduğu ticari mülkiyet haklarının değerini artırmak ve İkinci ve Üçüncü Dünya ülkelerinde yeni pazarlar açmak” olduğunu ifşa etti.24

Tohum endüstrisinin devleri Güney’deki başlıca tohum piyasalarında stratejik şirket alımları gerçekleştiriyorlar. Örneğin, Kuzey Amerika pamuk tohumu pazarının tahminen yüzde 71’ini elinde tutan Delta & Pine Asya’da hızla genişliyor.25 “Gen devleri” diğer ülkelerde de yerel toprak sahipleri ve yabancı firmalar lehine çalışan yerli acentelerle stratejik anlaşmalar yapıyorlar. Cargill’in Filipinler’deki Ayala konsorsiyumuyla yaptığı ittifak buna iyi bir örnek. GDO’lar Üçüncü Dünya ülkelerinin çoğuna “saha tetkikleri” kisvesi altında ve genellikle hükümetler ve uluslararası tarım araştırma kurumlarıyla suç ortaklığı yapmak suretiyle etkili bir şekilde çoktan girdiler bile.

Biyoteknoloji şirketleri en zayıf noktaya hedef alıyorlar: Üçüncü Dünya’daki küçük ve topraksız köylüleri. Hiç kuşkusuz, “biyo-serflik” ve “genetik emperyalizmin” etkileri onlara oldukça aşina gelecek çünkü söz konusu etkiler emperyalist ve feodal sömürünün cephaneliğindeki yeni bir silahtan başka bir şey değil.

4) Emperyalizm ve Feodalizme Karşı Geniş Birlik Oluşturmak

Tarımsal biyoteknoloji endüstrisinin, dünyayı beslemek için onların ürünlerine ihtiyaç duyulduğu şeklindeki iddiaları en az yetiştirdikleri ürünler kadar mide bulandırıcı. Dünyada bugün nüfusu oluşturan her bir kişi başına gerekenden çok daha fazla yiyecek üretiliyor. Yine de yaklaşık 800 milyon insanın yeterli yiyeceği hâlâ yok.26

Açlığın gerçek nedenleri yoksulluk, eşitsizlik ve gıda ve toprak elde etme sorunu. Çok sayıda insan mevcut besin maddelerini alamayacak kadar yoksul ya da bu maddeleri kendileri yetiştirmek için gerekli toprağa sahip değil. Fidel Castro 1996’da Roma’da yapılan Dünya Gıda Zirvesi sırasında şöyle demişti: “Açlık, bu dünyadaki zenginlik ve haksızlıkların adaletsiz dağılımının yavrusudur. Dünyada bu kadar çok kişinin ölmesine neden olan, kapitalizm ve yeni liberalizmdir.”27

Küba, kendi “Yeşil Devrim” teknolojisi deneyiminden hatırı sayılır dersleri bizzat çıkardı. 1990’lı yıllar boyunca, büyük çiftlikleri parsellere ayırıp, küçük çiftçilere teşvik sağlayıp, organik çiftçilik uygulamalarını özendirmek suretiyle tarımını yeniden yapılandırdı.28 Küba’nın tarımsal biyoteknoloji alanındaki araştırmaları da bir hayli ileri olmakla birlikte, yalnızca insanların esenliği için kullanılmakta ve halkın tüketimine yönelik bir uygulama söz konusu değil.29 Küba deneyimi bize, emperyalizmi şiddetle reddedip sosyalizmi benimseyen bir toplumda çiftçilerin feodalizm ve emperyalizmin zincirlerinden kurtulmasının ve bilgi ve becerilerini halkın hizmetine sunmasının mümkün olabileceğini öğretiyor.

Bundan dolayı, burada Filipinler’de bulunan bizler, insanların çıkarı için ulusal ve demokratik bir mücadele veriyoruz. Gerçek bir toprak reformu mücadelemizin ana içeriğini oluşturuyor çünkü böyle bir reform halkımızın büyük bölümünü oluşturan çiftçilerin acil ihtiyaçlarını karşılayacak. Aynı zamanda köylüler de işçi sınıfıyla aralarındaki temel ittifak yoluyla ulusal sanayileşme için mücadele veriyorlar. Tarım ve sanayinin karşılıklı etkileşimi bu koşullar altında gerçek bir gelişmeyi sağlayabilir.

Çok sayıda kişi şu anda tarımsal biyoteknolojinin tehlikelerine karşı çeşitli nedenlerle ayaklanmış durumda. Deneysel transgenik ürünler bazı Asya ülkelerinde olduğu gibi Avrupa’da da kökünden söküldü. “Gen Devlerinin” ofisleri öfkeli çiftçi ve çevreciler tarafından baskına uğradı. Çiftlikte elde edilip muhafaza edilen tohumları savunmaya yönelik girişimler tüm dünyada başlatıldı ve elde edilen deneyimler İnternet aracılığıyla paylaşıldı. İlerleyen aylarda Çokuluslu Tarım Kimyasalları Şirketlerine Karşı Uluslararası İttifak gerçekleştirilecek.

Geçtiğimiz Aralık ayında Seattle’da toplanan Uluslararası Halk Kongresi, halkların emperyalizm karşıtı ve demokratik mücadelelerini ileriye taşıma kararıyla sonuçlandı ve kongrede ayrıca, insanların GDO içermeyen güvenli gıda tüketme hakları konusuna özellikle önem verildiği vurgulandı.

Halkların Uluslararası Mücadele Ligi (ILPS), Aralık 16 ve 17 tarihlerinde Almanya’da kurulacak. ILPS, işçilerin ve ezilen insanların emperyalizm karşıtı demokratik mücadelelerini destekleyen bütün kuruluşları birleştirmeyi amaçlıyor. ILPS ele aldığı en başta gelen konulardan biri olarak, insanların genetik yapısıyla oynanmamış sağlıklı gıda tüketme hakkına dikkat çekmiş olması nedeniyle, “genetik emperyalizm” ve “biyo-serfliğe” karşı verilen savaşı halk mücadelesinin geniş kapsamıyla birleştirmeye olanak sağlayan emsalsiz bir platform sağlıyor.

Emperyalizm krizi kendi içindeki tutarsızlıkları ve temel kusurlarını artık ortaya sermeye başladığına göre, bu mücadeleyi kitlelerin feodalizm ve emperyalizme karşı verdiği kahramanca savaşın daha kapsamlı bağlamına taşımak için koşullar elverişli durumda. Yalnızca, ilerleyen kitlelerin baskı ve sömürü amaçlı bu kötücül güçler karşısında kazanacağı zafer gerekli beslenme koşullarını, gerçek gelişmeyi ve her bireyin genel esenliğini elde etmeye yarayabilir.

Çeviri: Çiğdem Aksoy Fromm

________________________

1) “World Seed Conference: Shrinking Club of Industry Giants for Wake or Pep Rally?” RAFI News Release, 3 Eylül 1999

2) “The Green Giants: Update on Consolidation in the Life Industry” RAFI Communiqué, 30 Mart 1999

3) “Seed Industry Consolidation: Who Owns Whom? RAFI’s Seed Industry Consolidation Chart” RAFI Communiqué, 30 Temmuz 1998

4) “Seed Industry Consolidation: Who Owns Whom? RAFI’s Seed Industry Consolidation Chart” RAFI Communiqué, 30 Temmuz 1998

5) “Expanding the Biotech Frontier – Seminis Vegetable Seeds” Global Pesticide Campaigner, Aralık 1999

6) Brian Halweil, “Portrait of an Industry in Trouble” World Watch News Brief, 17 Şubat 2000

7) “Seed Industry Consolidation: Who Owns Whom? RAFI’s Seed Industry Consolidation Chart” RAFI Communiqué, 30 Temmuz 1998

8) “Sustainability and Ag Biotech” Rachel’s Environment & Health Weekly #686, 10 Şubat 2000

9) “Seed Industry Consolidation: Who Owns Whom? RAFI’s Seed Industry Consolidation Chart” RAFI Communiqué, 30 Temmuz 1998

10) “The Gene Giants: Update on Consolidation in the Life Industry” RAFI Communiqué, 30 Mart 1999

11) “The Bad Seed” Rachel’s Environment & Health Weekly #666, 2 Eylül 1999
12) “Trait Sanctions? Seedless in Seattle – Terminator Tech Trumps trade Talks” RAFI News Release, 26 Kasım 1999

13) “Resurrecting the Ugly American” Rachel’s Environment & Health Weekly #655, 17 Haziran 1999

14) David B. Sandalow “The Biosafety Protocol: What It Does and Does Not Do”
15) Christina Cheddar “Tales of the Tape: Seed Co. May Yet Reap What They Sow” Wall Street Journal, 7 Ocak 2000; “Trouble In The Garden” Rachel’s Environment & Health Weekly #685, 3 Şubat 2000 alıntı olarak kullanılmıştır..
 
16) “The Economist Survey of Agriculture and Technology” The Economist, 25 Mart 2000

17) Brian Halweil, “Portrait of an Industry in Trouble” World Watch News Brief, 17 Şubat 2000

18) Willard W. Cochrane “A Food and Agricultural Policy for the 21st Century” 16 Kasım 1999

19) “Remarks As Prepared For Delivery Of Secretary Of Agriculture Dan Glickman At the World Agricultural Congress St. Louis, Missouri” USDA Press Release No. 0229.99, 24 Mayıs 1999

20) “Remarks As Prepared For Delivery Of Secretary Of Agriculture Dan Glickman At the World Agricultural Congress St. Louis, Missouri” USDA Press Release No. 0229.99, 24 Mayıs 1999

21)     Phil Bereano and Florian Kraus “The Politics of Genetically Engineered Foods: The United States versus Europe” University of Washington, Seattle, Washington, ABD, Kasım 1999

22) Örnek için bakınız: Gurdial Singh Nijar “EU – The South’s Unreliable Ally At Cartagena” Third World Resurgence No. 104/105, Nisan/Mayıs 1999 ve “European Union Fails To Sufficiently Support Developing Countries In World GMO safety Talks” Friends of the Earth UN Biosafety Protocol Update, 25 ocak 2000
23) Paul Brown and John Vidal, “GM Investors Told to Sell Their Shares” The Guardian 25 Ağustos 1999; “The Bad Seed” Rachel’s Environment & Health Weekly #666, 2 Eylül 1999 sayısında alıntı olarak kullanılmıştır

24) “Terminator Technology – A Threat to Farmers, Biodiversity and Food Security” Third World Resurgence No. 97, Eylül 1998

25) “Terminator 2 Years Later: Suicide Seeds on the Fast Track” RAFI Communiqué Issue #64, Şubat/Mart 2000

26) “The State of Food Insecurity in the World 1999” FAO, 1999

27) Peter Rosset, Joseph Collins ve Frances Moore Lappé “Lessons From the Green Revolution. Do We Need New Technology to End Hunger?” Tikkun Magazine, Vol. 15 No. 2, Mart/Nisan 2000

28) Rebecka Milestad “Monsanto in a Cuban Perspective” Monsanto Monitor, Mart 1999

“GENETİK EMPERYALİZM” VE “BİYO-SERFLİK”
Rafael V. Mariano

Ekoloji Kolektifi tarafından yayına hazırlanan
Ekolojik Politika Kitaplığı 1
Kırda Yoksulluk ve Direniş’te Yayınlanmıştır.

http://www.ekolojistler.org/genetik-emperyalizm-ve-biyo-serflik-cev-cigdem-aksoy-fromm.html

December 23, 2009 Posted by | anti-endustriyalizm, anti-kapitalizm, ekoloji, tarim gida GDO | Leave a comment

BAŞKA BİR GIDA MÜMKÜN GİRİŞİMİ

Yeşil ve Sol Çalışma Grubu olarak başlattığımız yerel, yerli ve doğal buğday tarımı ile ilgili girişimimizi GDO’ya Hayır Platformu içerisinde paylaşmamız sonucu, gelen sorular, öneriler ve katkılar hakkında derli toplu bir bilgilendirme yapmak gereği ortaya çıktı. Bu bilgilendirmeyi hazırlamak beklediğimizden uzun sürdü. Çünkü gelen öneriler ve yürütülen temaslarda ortaya çıkan düşünceler öylesine teşvik ediciydi ki, girişim kapsamında sürekli değişiklikler yapmak zorunda kaldık. Hali hazırda da, sınırları net olarak çizilmiş bir girişimden bahsedemeyiz. Katılan herkesin değişimin bir parçası olduğu bir süreç ile karşı karşıyayız. Adeta bir halk üniversitesinin öğretiminden geçiyoruz. Dileğimiz, bu metne ve sonrasındaki gelişmelere bu çerçevede bakmanız, öneri ve eleştirilerinizi paylaşmaktan çekinmemenizdir. Yeşil ve Sol Çalışma grubu olarak, gelişmeleri sürece katılmak isteyenlerle paylaşmaya devam edeceğiz.

Öncelikle belirtmek gerekiyor ki bu girişimin başkalarıyla paylaşılması, gerek tarım ile ilgili son yirmi beş yıl içerisinde gelişen süreçleri daha iyi kavramak açısından olsun, gerek duyarlı kişi ve gruplar arasındaki bağların zayıflığının farkına varmak açısından olsun, gerekse kırsal alan hakkındaki büyük tabloyu görmek açısından olsun, son derece ufuk açıcı oldu.

Paşalimanı adası, bütün olan bitenin küçük bir örneğini oluşturuyor ve bizler, süreci dönüştürmek açısından bu ölçekte iyi bir başlangıç yapabiliriz diye düşünüyoruz. Ada hakkında http://pasalimaniadasi.com.tr/ sitesinden genel bilgi edinebilirsiniz ya da sıkça yapıldığı gibi Google Earth’den adaya göz atabilirsiniz. Ama ayrıntıları ancak gelip yerinde izleyebilirsiniz. Bunu özellikle bu süreci haber yapmak isteyenlere tavsiye ederim. En azından bir zamanlar tahıl ambarı niteliğinde olan ve şimdi biri yıkık, biri konut halindeki iki yel değirmeninin bulunduğu adanın, üretkenlik anlamında dibe vuran ekonomisinin fotoğrafı çekilmiş olur. Yıkık şaraphanenin büyüklüğü de sizlere geçmiş hakkında bir fikir verebilir.

Şimdi paylaşım sırasında yöneltilen sorulara biraz açıklık getirelim. Ekolojik duyarlılığımızın ötesinde neden böyle bir girişim başlatıyoruz, neden buğday tarımı ve neden Paşalimanı adası?

Bu soruların yanıtı hem oldukça basit; elimizde şimdiye kadar kendi ölçeğinde bir şeyler yapmaya çalışmış insanların bizlerle paylaştığı ve bizim de başkalarıyla paylaşarak çoğaltabileceğimiz yerli buğday tohumu var, bu tohumu değerlendirebileceğimiz uzun zamandır ekilmemiş tarlalara sahip ekolojik açıdan uygun bir alan var ve bizler ekmeğimizi kendi tahıl üretimimizden elde etmek istiyoruz.

Hem de oldukça karışık; politik olarak düşüncemiz bu ve fikrimiz ile zikrimizin bir olduğunu göstermek istiyoruz.

Gerek GDO’ya Hayır Platformu içerisinde olsun, gerekse genel olarak ekoloji hareketi içerisinde olsun, yerel birlikteliklerin önemine işaret ediyoruz ve her yerel grubun kendi önceliklerine ve sorumluluklarına göre hareket etmesinin doğru olduğunu savunuyoruz.

Bu anlamda kırsal alanda yaşayanlar olarak, ekolojik tarım uygulamalarını bizim öncelik ve sorumluluğumuz olarak görüyoruz. Kentlerde yaşayanlar da doğal olarak tüketici örgütlenmesini öncelik ve sorumlulukları olarak görebilirler. Ve birlikte hareket ederek kendi tercihlerimize dayalı bir üretim ve tüketim birlikteliğini kurabiliriz.

Bu girişim için şu bir aylık süre içerisinde yaşadığım diyaloglar, bana bolca çocukluk anılarımı hatırlattı. Annemin köyündeki evlerini, oradaki kuru günebakan saplarıyla işletilen fırını, fırın etrafında sosyalleşen çocukluğumu, ekmeğin kokusunu, tereyağı sürülüp tuz biber ekilen dilimleri ve daha birçok şey. Bu da benim kişisel “neden”imdir.

Yeşil ve Sol Çalışma Grubu olarak, bu girişim genişlemese de, kendi ölçeğimizde bu tarımı ve ekmek üretimini destekleyecek finansmanı sağlayabilecek güce sahibiz. Ancak bu gücün genel anlamda Türkiye ve dünya tarımı üzerinde tek başına bir anlamı olmadığını görecek kadar da bilinçliyiz.

Önemli olan bu gücü, aynı ekolojik ve sosyal duyarlılığa sahip başka yerel güçlerle birleştirip, ülkenin ve dünyanın geleceği hakkında karar süreçlerine etki edecek bir güce kavuşturmaktır. Bu çerçevede üretici ve tüketicilerin yer alacağı yerel oluşumların bir araya gelerek bir ağ oluşturmasını öneriyoruz. Bu ağ, kimsenin tekelinde olmadığı gibi bizim tekelimizde de olmayacak. Paylaşarak genişleyecek, üreterek çoğalacak bir ağ.

Anadolu’nun toplumsal farklılıklarının da temelinde yatan iklim ve coğrafi farklılıkları, her yerde üretimi yapılabilecek bir buğday çeşidini benimsemediği gibi, her yerde uygulanmak üzere idealize edilmiş politik düşünceleri de benimsemiyor. Bu anlamda her kentsel alan, bölgesindeki kırsal alan ile doğrudan temaslar kurarak bu yerel oluşumları ortaya çıkarabilir ve geliştirebilir diye öngörüyoruz. Bu öngörünün doğal sonucu olarak, onların bize göre kültürel ve sosyal yönden farklı olacaklarını da baştan kabul ediyoruz.

Biz Yeşil ve Sol Çalışma Grubunun işlevini bir örnek oluşturmak ve gerektiğinde “arabanın tekeri yuvarlanana kadar” diğer girişimleri desteklemek ile sınırlı görüyoruz. Bu çerçevede dayanışma ilkemiz çerçevesinde farklı yerleşimlerdeki grup üyelerinin kendi yerel girişimlerini oluşturmalarını teşvik edeceğiz.

Örneğimizde yirmi bin nüfuslu Erdek ilçe merkezi ile beş yüz nüfuslu Paşalimanı adası arasında ekmek üretimi ve tüketimine dayanan yerel düzeyde bir kır-kent birlikteliğinin kurulması planlanıyor. Aynı şekilde, herhangi bir kentsel yerleşim, hemen etrafındaki kır ile ekmek çerçevesinde bir birlikteliği başlatabilir düşüncesindeyiz.

Şu anda Erdek’te ekmek üretimi tamamen kapitalistlerin elinde ve endüstriyel bir biçimde gerçekleştiriliyor. Kişi başına günlük 250 gram ve 50 kuruş üzerinden hesaplandığında Erdek çapında günlük 5 ton ve 10 bin TL, yıllık 1825 ton ve 3 milyon 650 bin TL’lik bir tüketim hacminin, olabildiğince ekolojik ve demokratik üretim süreçleri ile karşılanmasını hedefliyoruz.

Tabii ki işin sağlıklı beslenme boyutu da var ki, ekmek tüketiminin miktarının azaltılmasını ve niteliğinin artırılmasını içeriyor. Bu şekilde dört kişilik bir aile için tüketimin yıllık 365 kilodan, 200 kiloya düşürülmesini öngörüyoruz.

Bu girişimin bir hobi faaliyetinin ötesine geçebilmesi için, katılanların maliyet açısından en azından önceki süreçten daha fazla bir yük ile karşı karşıya kalmamaları gerekiyor. Bu nedenle 100 aile için yaklaşık 75 bin TL’lik bir tüketim hacmini, ekolojik ve demokratik üretimle karşılayacak bir örgütlenme gerçekleştirmemiz gerekiyor.

Bu para, şu anda market sahiplerinden petrol şirketlerine, un fabrikatörlerinden elektrik şirketlerine, toprak ağasından tohum, ilaç ve gübre şirketlerine, sermayedarların ceplerine giderken, çok azı üreticinin eline geçiyor. Amacımız, bu paranın olabildiğince çiftçinin, köylünün, kadınların, kooperatifin elinde ve Paşalimanı adasında kalması, gelirin daha adil dağılımı.

Öte yandan büyük tarlalarda, yoğun ilaç ve gübre kullanarak, tamamen mekanize biçimde buğday üretimine dayanan endüstriyel tarım yerine, küçük tarlarda, ilaç ve gübre kullanmadan, gerektiği kadar mekanize bir buğday üretimine dayanan ekolojik tarımı destekleyerek, kırsal alanda istihdama da destek olunacak. Keza ekmek olana kadar, yoğun enerji tüketen taşıma, öğütme ve pişirme işlemleri de, yerel ölçekte ve yenilenebilir kaynaklardan gerçekleştirilerek, petrole ve merkezi enerji sistemlerine bağımlılık ortadan kaldırılacak.

Arzumuz, benzer yerel birlikteliklerin olabilecek tüm yerleşimler ve onların kırsallarında hayata geçirilmesi. Büyük kentlerde yaşayanların ise bölgesel olarak birliktelikler kurması gerekecektir. Yine de örneğin Bakırköy ile Silivri – Çatalca kırsalı arasında da bu birliktelikler kurulabilir. Hatta örneğin Çatalca’daki Nesin Vakfının yerleşkesi bu birlikteliği kolaylaştırabilir. Terkos gölü su toplama havzası olduğu için ilaçsız ve gübresiz tarım açısından da özel bir konuma sahip.

Kaldı ki, bu tarımın ve beraberindeki hayvancılığın genişlemesi ile birlikte, bir sonraki ekonomik girişim olarak, rüzgâr ve biyogaz öncelikli olmak üzere, küçük, yerli ve yerel yenilenebilir enerji üretimiyle ekolojik tarımın birbirini desteklemesini savunuyoruz.

Yine örnek olarak Paşalimanı adasının buğday öğütmek için gereksinim duyacağı enerji üretimini, tüm adalıların ortak olduğu bir kooperatif tarafından, birbiriyle bağlantılandırılmış rüzgar ve biyogaz santrali ile sağlanmasını hedefliyoruz.

Benzer bir girişim diğer örnek olarak Çatalca için, hatta bütün Marmara bölgesi kırsalı için de söz konusu olabilir. Hedefimiz elektrik gitmedik köy kalmayacak anlayışından, elektrik üretilmedik köy kalmayacak anlayışına geçilmesi.

Bu aynı zamanda, kentleşme-metropolleşme sürecini tersine çevirmeye yönelik olarak, kırsal alanda ekolojik ve sosyal gelişme için, olabilecek son ürüne kadar kırsalda üretim ve yerinde üretim-yerinde tüketim anlayışımızın gereksinim duyacağı yerel enerji temini için bir zorunluluktur.

Açarsak, tarlaya buğday ekiminden son ürün ekmeğe kadar bütün işlemler köyde gerçekleştirilecekse, ya da domates salçaya, sebzeler konserveye, meyveler reçellere köyde dönüştürülecekse, doğal olarak köyde daha fazla enerji gereksinimi olacaktır.

Keza, ekmeklerin pişirileceği tuğla fırınların gereksinim duyacağı yakıtın da, budamadan arta kalan kuru zeytin dalları ve günebakan saplarından elde edilmesi planlanıyor.

Tüm bu ekonomik faaliyetlerin ötesinde, yerel düzeyde kurulacak ekonomik birlikteliklerin, küresel kapitalist sisteme ve sistemin merkezlerine olan bağımlılığı azaltacağını, emeğin kapitalist ve endüstriyel tutsaklıktan kurtularak kendini özgür ve ekolojik biçimde yeniden örgütleyeceğini, kendine yeter hale gelen birey ve toplumun ortaya çıkışı ile, ancak bu şekilde, şu sıralar üzerine açılımlar yapılan demokrasinin gelişebileceğini savunuyoruz. Bu da bir nevi bizim demokratik açılımımızdır.

Politikaya şimdilik son vererek girişimin ayrıntılarına geçecek olursak, enerji kapsamı dışarıda tutulmak koşuluyla girişimin bugüne kadar ortaya çıkan tablosu aşağıdadır.

Girişime katılmak ya da süreç hakkında sürekli haberdar olmak isteyen dostların, bizimle iletişime geçmelerini diliyoruz. 

Kadir Dadan

Yeşil ve Sol Çalışma Grubu

dadankadir@yahoo.com

505 403 88 68 

BAŞKA BİR GIDA MÜMKÜN GİRİŞİMİ 

Amaçlar:

1-    Anadolu’nun buğday açısından gen çeşitliliğini doğal süreci içerisinde korumak

2-    Yerli tohumlar kullanılarak elde edilen un ile tam buğday ekmeği ve gıdalar üretmek

3-    Tarımda ekolojik uygulamaları yaygınlaştırmak

4-    Kırsal alanda üretimi son ürün düzeyine yükselterek ve aracıları ortadan kaldırarak, çiftçi ve köylünün ekonomik girdilerini artırmak

Hedef:

Üreticilerin ve tüketicilerin, birlikte ya da tek başlarına eklemlenebileceği bir ağ kurmak

Yöntem:

Anadolu’nun kendini yenileyen yerli tohumlarını ekerek, kimyasal ilaç ve yapay gübre kullanmadan doğal yöntemlerle buğday tarımı yapmak ve elde edilen mahsulü yenilenebilir enerji kullanarak tam buğday unu olacak şekilde öğütüp, biyokütle enerjisi kullanımıyla tuğla fırınlarda ekmek ve gıda üreterek, semt pazarında tüketiciye ulaştırmak.

Eylem Planı:

Birinci yıl, deneme ekimleri yapılarak tohumun nitelikleri, verimi ve araziye uygunluğu kayda alınacak, elde edilen mahsulün bir bölümü katılımcılara aktarılarak gıda niteliğinin grup açısından benimsenip benimsenmediği tespit edilecek. Paşalimanı adasında her köyde bir tuğla fırın çalışır hale getirilecek, saplarından fırın yakıtı, başlarından tohum ve hayvan yemi elde etmek üzere sınırlı bir bölgeye ayçiçeği ekimi yapılacak. Atıl vaziyetteki Kooperatif faaliyete geçirilerek, köylü ekmeği, kuskus, erişte, mantı üretimi için çalışma başlatılacak.

İkinci yıl, genişleyen ağ ve bir önceki yıldan elde edilen tohumlar ile Erdek çapında örgütlenecek 100 ailenin ekmek gereksinimi için buğday ekimi genişletilecek. Bu sırada Paşalimanı adasında yeniden bir yel değirmeninin faaliyete geçmesi için girişimlerde bulunulacak.

Üçüncü yıl gelişmelere göre şekillendirilecek. 

Bilgiler ve Yapılacak İşler :

1-    Biga’dan alınacak tohumlar, Paşalimanı adası ve Ocaklar Beldesi’nde uzun zamandır kullanılmayan tarlalara, ekim makineleri ve kısmen serpme ile ekilecek. Beş yıldır Biga’da aynı bölgeye ekim nedeniyle verim düşüklüğü var. Bu yüzden farklı bölgelere ekilecek. Tohum ayırma işlemi teknik destek ile gerçekleştirilecek.

2-    Tohumlar yerel halk tarafından sarıbaşak ve akova olarak adlandırılıyor. Morfolojik açıdan sarıbaşak olarak adlandırılan durum, akova olarak adlandırılan ise ekmeklik buğday tohumu özellikleri gösteriyor. Endüstriyel olarak ekilmiyorlar, geçimlik olarak ekiliyorlar. Tohumların niteliği ve tür çeşitliliği üzerine ilgili kuruluşlardan teknik destek alacağız.

3-    Her hangi bir kimyasal ilaç ve yapay gübre kullanılmadan üretim yapılacak.

4-    Hasat, Paşalimanı adasında biçerdöverle, diğer yerlerde geleneksel yöntemlerle yapılacak.

5-    Paşalimanı Adasından elde edilen mahsul, gelecek yılın tohumluğu ayrıldıktan sonra, dileyene değirmende öğütülüp un olarak, dileyene ise ekmek haline getirilerek, yaşadığı yerde girişim üyelerine teslim edilecek.

6-    Ocaklar Beldesi’ndeki ekimler ayrıştırılarak tohumluk olarak gelecek seneye devredilecek.

7-    İlk yıl ekim için şimdiye kadar 100 kilo buğday tohumu bulunabildi. Bu tohumların 5-6 dönümlük bir alana ekilmesiyle 400-500 kilo mahsul alınması bekleniyor. 200 kilosu un ya da ekmek haline getirilip girişimcilere dağıtılacak. Kalanı gelecek yılın tohumluğu olacak. Ekim ayı sonuna kadar daha fazla tohum bulunabilirse, ekim alanı genişletilecek.

8-    Girişime katılım sürekli açık olacak. İlk yılın masrafları, mahsul sonunda tahsil edilmek üzere, yerel destek unsuru olarak Yeşil ve Sol Erdek grubunca karşılanacak. Yılsonundaki(Temmuz 2010) mahsul, katılımcı sayısına bölünerek paylaşılacak. Bu yılın masrafları için ürün tesliminde kilo başına 10 TL katkı alınacak.

9-    Ondan sonraki yılların katkılarının ne kadar olacağı, yapılacak masraf dökümleri sonucunda, üreticilerin önerileri ve girişim üyelerinin onaylarına göre belirlenecek. Tıpkı, ne ekileceğine, ne kadar ekileceğine, nereye ekileceğine birlikte karar verileceği gibi.

http://www.yesilvesol.org/baskabirgidamumkun.htm

December 18, 2009 Posted by | anti-endustriyalizm, anti-kapitalizm, bu topraklar, kooperatifler vb modeller, sistem karsitligi, tarim gida GDO, yerli - yerel halklar | Leave a comment

PERMAKÜLTÜR – “Doğaya karşı değil, doğa ile birlikte”

Tarlalarda gezerken dikkatle bakın. Böcekler ve güveler telâş içinde uçuşurlar. Balarıları çiçekten çiçeğe konarlar. Yaprakları aralarsanız gölgenin serinliğinde oynaşan böcekler, örümcekler, kurbağalar, kertenkeleler ve diğer küçük hayvanlar görürsünüz. Köstebekler ve yer solucanları toprağı kazarlar.

Bu dengeli bir tarla ekosistemidir. Böcek ve bitki toplulukları burada düzenli bir ilişki sürdürüyorlar. Bir bitki hastalığının bütün tarlayı kaplamasına karşın mahsulün hiç etkilenmediğini görmek alışılmadık bir şey değil.

Ve şimdi, bir an için komşunun tarlasına bakın. Yabani otlar, ilaç kullanılarak ve toprağın sürülmesi yoluyla tamamen temizlenmiş. Toprakta yaşayan hayvanlar ve böcekler ilaçlar sayesinde yok edilmiş. Kimyasal gübre kullanılarak toprağın organik maddeleri ve mikroorganizmaları tümüyle yakılmış. Yazın tarlalarda çalışan çiftçilerin gaz maskeleri ve lastik eldivenler giydiklerini görebilirsiniz. 1500 yıldır sürekli olarak tarım yapılan bu pirinç tarlaları, tek bir kuşağın sömürücü tarım uygulamaları nedeniyle heba olmuştur.

Gelişimi ve Prensipleri

Permakültür, 1970’li yıllarda, iki Avustralyalı’nın yaşam felsefesini de kapsayan bir tarım anlayışı olarak gelişti. Bill Mollison ve David Holmgren permakültür üzerine yazdıkları ilk kitap yayınlandığında, okurlardan gelen olumlu tepkilere ve genel ilgiye çok şaşırmışlardı. Permakültür tanımları aslında Fukuoka’nın The One Straw Revolution adlı eseri üzerine kuruluydu: Doğaya karşı değil, doğayla çalışan bir tarım kültrünün benimsenmesi.

Aslında permakültür yeni bir fikir değil. Dünyanın bir çok yarindeki halk grupları örneğin güney Hindistanın Kerala bölgesinde yaşayanlar ve Tazmanyanın Chagga halkının bahçeleri ormanı andırır. Ağaçlar, sarmaşıklar, çalılar, otlar ve sebzeler ormanda olduğu gibi bir aradadır. Bu tarım şekliyle elde edilen ürün, meyve ve sebze bahçesinin ayrı olduğu tarımdan elde edilen üründen daha fazladır. Bahçeler küçük olmalarına ragmen insanların yiyeceklerini ve bir çok ilaçlarını sağlar, hemde bir kısmını satabilirler. Yüzyıllardır süregelen geleneksel sistemden permakültür çok şey öğrenmiştir ve ayrıca daha sonra geliştirilen metodlarıda almıştır.

Permakültür tasarımının temel amacı; bitki, hayvan ve insanları üretim amaçlı bir araya getirerek, bakımı kolay, istikrarlı, kendi kendine yeten bir düzeni “mümkün olan en küçük alanda” oluşturmaktır. Kaynak kullanımına bağlı olarak çevremiz ile ilgili daha kapsamlı düşünmeyi ve buna yönelik uygulamaları içerir. Bunları yaparken de doğadaki örneklerden ilham alır. Permakültürün ana teması ürün yetiştiren ekolojik alanlar tasarlamaktır.
Permakültür Tasarımının Genel Prensipleri:

1- Gözlemle ve etkileşim kur.
2- Enerjiyi yakala ve depola.
3- Ürün al.
4- Kendin kurallarını uygula, geri beslemeleri dikkate al.
5- Yenilenebilir kaynak ve hizmetlere değer ver, kullan.
6- Atık üretme.
7- Örüntülerden detaya doğru tasarla.
8- Ayrıştırma bütünleştir.
9- Küçük ve yavaş çözümler üret.
10- Çeşitliliğe değer ver ve kullan.
11- Uçları kullan ve marjinal olana değer ver.
12- Değişime tepki ver ve yaratıcı bir şekilde kullan.

Permakültür’ün toprak kullanımı ve tarım üretimiyle ilgili prensipleri:

• Toprağın sürülmemesi: Toprağı sürmek, burada yaşayan canlılara zarar veren en önemli sebeplerden biridir.
• Kimyevi gübrelerin kullanılmaması: Bunun yerine, toprağı oluşturan bitki ve hayvanların toprağı üretmelerini sağlamak.
• Yararsız otların sürülerek veya kimyevî ilaçlarla ayıklanmaması: Yararsız otların kullanılması; doğal yollarla kontrol altına alınması veya ara sıra kesilmesi.
• Herhangi bir kimyevî maddeye bağımlı olmamak: Özellikle böcekler, hastalıklar ve yararsız otların kendi kontrol mekanizmaları vardır. Bu mekanizmaların çalışması desteklenmelidir.

Bu prensipler az enerji gerektiren, hatta gerekli enerjiyi kendi kendine üreten bir sistem sağlıyor. Permakültür bütün canlı varlıklar için sürdürülebilir olan; bütünleyici ancak, sürekli değişen sistemini ayakta tutmayı amaçlıyor.

Doğal Çiftçilik ve Permakültür

Masanobu Fukuoka, güney Japonya’da Shikoku adasında yaşayan bir çiftçi/filozoftur. 55 dönümlük çiftlikte 1950′den beri toprak sürülmüyor, tarım makineleri, tarım ilaçları ve sûni gübre kullanılmıyor, budama yapılmıyor, yabani otlarla mücadele edilmiyor ve yine de meyve bahçesindeki ve tarlalarındaki toprağın durumu her yıl daha da iyiye gider. Fukuoka’nın yöntemi kirlilik yaratmaz ve fosil yakıtlara gerek duymaz. Diğer yöntemlerden çok daha az emek gerektirir, yine de meyve bahçeleri ve tarlalarındaki ürün verimliliği modern bilimin tüm teknik bilgisini kullanan Japonya’nın en verimli çiftliklerine benzemektedir. Dahası, hiçbir kirlenme yaratmayan bu yöntem sayesinde toprak günden güne canlanıp zenginleşirken diğer geleneksel ya da modern tarım yöntemlerinden daha az emek istiyor. Kısacası modern tarımın yok edici etkilerini tersine çeviren bu doğal tarım projesi, kendi yarattığı sorunlara çözüm üretmekle avunan insanın nafile çabasını çarpıcı biçimde gözler önüne seriyor.

Mollison ve Fukuoka aslında aynı yere ulaşmak için tümüyle farklı rotaları kullandılar. Permakültür, ögelerinin işlevsel bağlarını maksimize etmeyi hedef alan bir tasarım sistemidir. Ürün ve hayvan yetiştirmeyi dikkatli bir su yönetimiyle bütünleştirir. Evler ve diğer yapılar maksimum enerji verimliliğiyle tasarlanırlar. Herşey birlikte çalışmaları ve zamanla eksiksiz ve sürdürülebilir bir tarım sistemine evrilmeleri için yapılır.

Buradaki anahtar kelime tasarımdır. Permakültür bilinçli bir şekilde tasarlanmış bir sistemdir. Tasarımcı, bilgisini, yeteneğini ve duyarlılığını bir plan yapmak, daha sonra planını uygulamak için dikkatli bir şekilde kullanır. Fukuoka tamamen farklı bir perspektiften doğal çiftçiliği yarattı.

Fukuoka’nın çiftliğinin iyi bir permakültür tasarım modelidir. Köydeki evine en yakın bölgede, Zon 1′de, Fukuoka ve ailesi geleneksel Japon tarzında bir sebze bahçesine sahipler. Mutfak artıkları toprağa katılıyor, sırayla farklı ekinler yetiştiriliyor, ve tavuklar serbestçe dolanıyor. Bu bahçe gerçekten de ev yaşamı alanının bir uzantısıdır.

Zon 2, Fukuoka’nın tahıl tarlalarıdır. Her yıl pirinç ve arpa yetiştirir. Çünkü samanı tarlalara iade eder. Böcekler ve toprağın sağlıklı doğal dengesi böcek ve hastalık istilalarını minimumda tutar. Bill Mollison Ekin Sapı Devrimi’ni okuyana kadar, kendi permakültür tasarımlarında hububat yetiştirmeyi nasıl dahil edeceği konusunda bir fikre sahip olmadığını söyledi. Tüm tarım modelleri toprağı sürmeyi içerir – Mollison’un katılmadığı bir pratik. Şimdi ise Fukuoka’nın ziraat içermeyen tekniğini kendi ilkesine dahil ediyor.

Zon 3, meyve bahçesidir. Ana ağaç, mandalinadır, fakat ayrıca pek çok meyve ağacı ve yerli çalılar yetiştirmektedir. Üst kat, pek çoğu nitrojeni sabitliyen ve böylece toprağı derinlemesine kuvvetlendiren uzun ağaçlar. Orta kat, turunçgiller ve diğer meyve ağaçlarıdır. Zemin, yabani otlar, sebzeler, otlar ve beyaz yonca ile kaplıdır. Tavuklar serbestçe dolanır. Bu çok-katmanlı meyve bahçesi alanı bilinçli bir tasarımdan ziyade doğal bir evrimle oluşmuştur. Yine de temel permakültür tasarım özelliklerininin pek çoğunu içerir. Pek çok farklı bitki türlerine sahiptir, yüzey alanını maksimize eder, güneş ışığı kapanları içerir ve böcek populasyonlarının doğal dengesini korur.

Fukuoka, Zon 4′ten ziyaretçileri her zaman davet eder. Yabani hayvanlar ve kuşlar serbestçe gelir ve giderler. Çevredeki orman mantar, yabani ot ve sebze kaynağıdır. Ayrıca bir ilham kaynağıdır. Fukuoka şöyle der; “Doğanın mükemmellik ve bolluk fikrini elde etmek için, ormanın içerisine doğru bir yürüyüş yapın. Orada, hayvanlar, uzun ağaçlar ve çalılar hep birlikte uyum içerisinde yaşarlar. Tüm bunlar insanın hüneri ve karışması olmadan olur.”

Fukuoka’nın doğal çiftçiliği ve permakültür neredeyse zıt yaklaşımlarına rağmen birbirlerine oldukça yakından benzemeleri dikkate değerdir. Permakültür, doğa içerisinde bolluk ve sürdürülebilirlikle yaşamanın stratejisini planlamak için insan aklına dayanır. Fukuoka, insan zekasını insanı yalnızca doğadan ayırmaya hizmet eden bir suçlu olarak görür. Tek bir zirve, pek çok patika.

Doğal çiftçilik ve permakültür birbirleriyle büyük bir borcu paylaşırlar. Permakültürün dünyanın dört bir tarafındaki pek çok örneği, doğal çiftlik sisteminin gerçekten evrensel olduğunu göstermektedir. Nemli, ılıman Japonya kadar kuru iklimlere de uygulanabilir. Ayrıca, dünyadaki permakültür hareketi Fukuoka için bir ilhamdır. Pek çok yıl neredeyse yalnız çalıştı. Hayatının çoğunda Japonya onun mesajına açık değildi. Kitaplarını kendi yayınlamak zorunda kaldı çünkü hiçbir yayıncı ana görüşten oldukça uzak olan birini ciddiye almıyordu. Deneyleri başarısızlıkla sonuçlandığında, diğer köylüler onunla alay ettiler. 1980′lerin ortalarında Olympia, Vaşington’daki Permakültür Konferansına geldi ve Bill Mollison ile buluştu. Konferansta neredeyse bin kişi vardı. Buluştuğu benzer düşünceli insanların sayısı ve içtenliğiyle etkilendi ve cesaretlendi. Gezegeni kurtarmaya yardım etmek için çalışan, parlak, enerjik insanlar ağını yarattığı için Bill Mollison’a teşekkür etti. “Şu anda,” dedi, “hayatımda ilk defa gelecek için umutluyum.”

Permakültür Fukuoka’dan pek çok şey edindi. Yabani bitkiler gibi sebzeler yetiştirme, ziraat içermeyen aralıksız tahıl yetiştirme gibi tarımsal tekniklerin yanında, pratik stratejiler planlamak için ayrıca önemli bir yeni yaklaşım öğrendi. En önemlisi, doğal çiftçilik felsefesi permakültüre daha önceki ilkelerde eksik olan gerçekten ruhsal bir temel verdi.

Fukuoka doğal çiftçiliğin kişinin ruhsal sağlığından kaynaklığına inanır. Toprağın iyileşmesini ve insan ruhunun arınmasını tek bir süreç sayar, ve bu sürecin yer alabileceği bir yaşam tarzı ve çiftçilik tarzı önerir. “Doğal çiftçilik yalnızca ürün yetiştirmek değildir. İnsanın işlenmesi ve mükemmelleşmesi içindir.”

Kaynaklar

http://www.yabanil.net/
http://www.imeceevi.org/

December 1, 2009 Posted by | ekokoy - permakultur, ekoloji, tarim gida GDO | Leave a comment

Yaşamınız ne kadar yerel ne kadar küresel? Emet Degirmenci

Günümüzün teknolojik ulaşım koşulları dikkate alınırsa hepimizin yaşamı biraz küresel sayılır. Uzaktaki yakınlarımıza telefonla, e-maille ulaşabiliyoruz. Düşünce alışverişi yapabiliyoruz ve etkinliklerimize öteki ülkelerden bile destekçiler bulabiliyoruz. Bu anlamda yaşamımızı teknoloji yoluyla sınır ötesine taşıyabiliyoruz.

“ Küresel Düşün Yerel Hareket Et!\” söylemini duymuşsunuzdur. Belki de bunu; dünyada olup biteni bütünsel kavra, ama yaşadığın yerde olup bitenlerle daha yakından ilgilen demekle açıklamış oluruz.

Günümüzde ulusötesi tekeller piyasaya hakim olurken yerel piyasa koşullarından söz etmek ne kadar geçerli? McDonalds gibi ayaküstü yiyecek firmalarının, yerel tatları duyumsadığımız etnik lokantaları silip süpürmesine sıkça tanık oluyoruz. Tutunmaya çalışan orta ölçekli ticari kurumlar, küreselleşmiş rakiplerine karşı direnemeyip yutulurken onlarla birlikte yerel özellikler de hızla ortadan kaldırılıyor.

Ekonomi dünyası ekolojik kaygıları çoktan ezip geçmis. Küresel uyum paketinin başlıca koşulu tüketmeyi bilmek. Bunu kolayca öğreniyoruz, tükettikçe tatminsizleştiğimizi anlamak ise zor oluyor.

Çünkü hakim kültür bize “tükettikçe zenginleşirsiniz” diyor. Küresel ısınma yüzünden yakın bir gelecekte 11 binden fazla canlı türünün yok olma tehlikesi cildimizdeki kırışıklıklar kadar üzmüyor bizi. Her yıl kirli suların taşıdığı mikrop ve bakteriler yüzünden dünyada 2.2 milyon insanın hayatını kaybetmesi sanki gerçek dışı bir öykü gibi…

Avrupa gibi bilinç düzeyi yükselen ülkelerde sağlıklı gıdalara ilgi artıyor. Malatya\’nın karpitle sarartılmamış kayısısını Avustralya’daki organik yiyecek dükkanlarında bile bulabilmek mümkün. Peki onu üreten çiftçi, çocuklarını neyle besliyor dersiniz?

Örneğin, birkaç yıl önce Türkiye\’ye gittiğimde Datça\’daki eğitimli sayılabilecek bir arkadaşım dahi çocuğunu kapıya gelen köy yoğurdu yerine Nestle markalı yoğurtla beslemeyi tercih ediyordu.

Gerekçesi de, (belki ambalajının çekici olması nedeniyle) “o daha hijyenik…” Oysa Avrupa’da Nestle markalı yiyeceklere karşı kampanyalar onlarca yıl önce başlatıldı. Çünkü özellikle yetişme çağındakiler için zararlı katkı maddeleri barındırdığı vurgulanıyordu.

Hindistan ve Türkiye gibi tarıma dayalı ülkelerde çiftçiler çokuluslu şirketlerin madencilik vb faaliyetleri nedeniyle arazilerini satmak zorunda kalıyorlar.

Köylüler çocuklarını kente okumaya yollayabilsinler, zeytin toplamaktan kurtulup ünlü marka lastik ayakkabılardan satın alabilsinler diye özveride bulunuyorlar.

Köylerini terk etmeyenlere de tüketime yönelik hakim kültür vasıtasıyla hızla kendi yerel özellikleri unutturulmaya çalışılıyor. Bilinçsiz olan köylüler de yerellikten sıyrılıp küreselleşmeye katıldıklarını sanıyorlar…

Zeytinyağı sağlık ve yerellık açısından yükselen bir değer olunca dünyanın en büyük gıda şirketlerinin dikkatini çeker oldu. Yerel marka? olarak satın alınıyor ve içeriği yozlaştırılarak ama ambalajı üzerine büyük pazarlama firmalarının adı yapıştırılarak satılıyor. Örneğin, Türkiye’de Tariş’in çökşünden sonra İtalyan firmalarının Bergama ve Edremit köylülerinin ürettiği zeytinleri bu şekilde pazarladığı söyleniyor.

İş böyle olunca yerel ekonomiye olan katkının da devede kulak misali bile olmadığı tahmin edilebilir.

Yerel halklar bilinçsizce küreselleşmenin nimetlerini ararken küreselleşmenin vahşi koşulları onları bir kez daha kenara itiyor. Daha geniş topluluklara dahil olabilmeleri için yerel özelliklerini törpülemeye ve birbirini anlayabilmenin tek koşulunun birbirine benzemek olduğuna ikna ediliyorlar.

Türkiye’nin dahil olmaya çalıştığı Avrupa Birliği dahi üyelerine tek tip yaşam biçimi ve bir örnek tüketim çilginliği dayatıyor. Örneğin, küreselleşme karşıtı Fransız çiftçi lideri Jose Bové’nin dediklerine kulak verirsek: \”Atlantiğin öte yakasında rokför peyniri gibi iyi kaliteli bir ürün aşırı vergilendirmeye tabi tutuluyor ki; bizler okyanusun bu tarafında hormonlu sığır eti yemek zorunda kalalım” diyor.

Fransız köylüsü bile bu tür tuzaklara düşmenin kaygısını yaşarken Türkiyeli köylünün halini tasavvur etmek zor değil. Kısacası; yerelliğin içeriğinin boşaltılması ve pazarlanması kolayca mümkün.

Bunun önüne geçmenin tek yolu bilinçli ve örgütlü tüketici ve üretici dayanışması sağlamak.

Örneğin, Avustralya da organik üretim yapan çiftçiler bir araya gelip genetikli hasat yapmak isteyen çiftçilere karşı direnmenin yollarını arıyorlar. Organik yiyecek kooperatifleri bir araya gelerek federasyon kurmaya çalışıyorlar.

Türkiyemizde olay çok geriden takip edilse de durum ümitsiz değil.

Marmara’da Ege de vee Akdeniz’de küçük boyutlu da olsa organik tarım konusunda yerel örgütlenmeler doğuyor. Örneğin, bu yaz genetikli yiyeceklere karşı Anadolu’da bilinçlendirme turları yapılacağını duydum ve sevindim.

Sonuç olarak; yaşamımızın kapitalist endüstriyalist çarklar tarafından manipüle edilmesini önlemenin yolu üretici ve tüketicilerin dayanışmasından geçiyor. İçselleştirilmiş anlamda yerelliği korumak dileğiyle…

http://www.kuyerel.com/modules/AMS/article.php?storyid=166

November 20, 2009 Posted by | tarim gida GDO, yerli - yerel halklar | Leave a comment

Küreselleşme Kıskacında Türkiye’nin Ekolojik Tarımı – Emet Değirmenci

Endüstriyalist-kapitalizm; IMF (International Monatery Fund), Dünya Bankası (DB), 1995 den bu yana Dünya Ticaret Örgütü (DTO), Avrupa Birliği (AB)’nin Ortak tarım Politikaları (OTP) gibi organları vasıtasıyla tahakkümünü sürdürürüyor. Tarım da bu gidişattan fazlasıyla nasibini alıyor. Verilere göre ‘zengin ülkelerde tarımla uğraşanların sayısı genel nüfusa oranla çok azalmış durumda ve yalnizca % 2 ila %6 dolaylarındadır’(1). Bu oran 1990 ların gerçeğini göstermekle birlikte 21. Yüz Yılda durum daha da vahimdir.

Ülkemizde tarım politikaları, kapitalist Küreselleşmenin estirdiği neo-liberal rüzgârdan fazlasıyla nasibini almış durumda. Örneğin, Türkiye 1980 öncesine kadar kendi kendine yeten yiyecek ambarı iken 1980 sonrası sürdürülebilirliğini kaybetmiştir. Bu gün Türkiye her yıl milyonlarca tonluk buğday ve mısır gibi temel hububatı dahi ABD, Kanada ve Arjantin gibi ülkelerden satın almak zorundadır.

Günümüzde tarımla uğraşmak eskiden olduğu gibi artık kokusuyla rengiyle ve biyolojik çeşitliliğiyle bir kültür değil, bir ticaret haline dönüştürülmektedir. Bu merkezileşme ve ticarileşme sonucu küçük çiftçi ya kimliğini yitirerek büyük tarım isletmelerinin bir parçası haline gelmekte ya da tarihe gömülmektedir.

Ek olarak, çocukluğumuzun tatları bir nostalji haline gelirken onlara ulaşmak ve edinmek ise bir lüks haline getirildi. Bir başka deyişle; kapitalizm yaşamın organik akışını ve bütünlüğünü bozup sentetik bir yaşamı dayatmakla kalmadı aynı zamanda ulus ötesi şirketlerin çıkarına hizmet eden (örneğin, AB’ nin Ortak Tarım Politikası (OTP) vasıtasıyla) kimin ne kadar ne üretmesi gerektiğine kadar vermektdir. Öte yandan biyo-teknoloji devleri yaşamın başlangıcı olan tohumun yapısına dahi müdahale edip patentleme yoluyla çiftçiyi kendine yalnız göbekten değil, hücrelerinden bağımlı hale getirmektedir.

Bu bağlamda Türkiye yalnızca tarımın ticarileşmesi sorunuyla karşı karşıya değildir. Aynı zamanda Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar (GDO) tehlikesini de içeren biyo-teknoloji iktidarının kucağına düşme tehlikesiyle de karşı karşıyadır.

Bu kapsamda ulus ötesi kuruluşların çıkarlarına yönelik olarak uygulanan IMF “uyum paketleri” sonucu tarımımız yalnızca dışa bağımlı olmakla kalmadı, Avrupa Birliği (AB) sevdasıyla neye nasıl, ne amaçla kimin yararına uyum sağlayacağını da şaşırmış durumdadır. Ayrıca tarımda eskiden kendi topraklarımızda üretip tadını ve kokusunu alarak yiyip içtiğimiz ürünlere karşı da yabancılaştırıldık. Artık onlar doğal ya da organik ürün kategorisinde bizim için değil Avrupalıları doyurmak için.

Bu yazıda küreselleşme kıskacında Türkiye tarımının ticarileştirilip merkezileşmesi ele alınıp ekolojik tarımının kimin ve ne için olduğu sorgulanacaktır. Ayrıca GDO ya da trans-genetik ürünler ve biyo- teknoloji iktidarına dikkat çekilip alternatifin ne olması gerektiği üzerinde durulacaktır.

Tarımın Ticarileştirilmesi

Kapitalist toplum 1960-70 arası “modern tarım tekniklerí” adı altında kimyasalların yaygın kulllanıldığı Yeşil Devrim’ i dayatmıştı. Bu yolla tarımda tek tür ekimi (mono-kültür’ü) gündeme getirip dünyanın bir çok yerinde toprakları çoraklaştırdı. Şimdi de ABD ve AB tekellerinin arkasında olduğu agro-business adı altında genetiği değiştirilmiş endüstriyel tarım ürünlerinin ekimini dayatıyor.

GDOlar kimilerine göre açları doyuran “yeşil altın”, kimilerine göre ise canlıların hayatını tehdit eden organizmalardır. Oysa biz altının ne menem bir şey olduğunu Bergama köylülerinin yıllardır süren onurlu mücadelesiyle öğrendik. Türlü acılar içeren altının adını bile duymak istemiyoruz. Hatta bu yeşil altın ekolojik bilincin gelişmemiş olduğu ülkelere “biyo-yakıt” adı altında empoze edilmektedir. Örneğin, dünyanın petrolce zengin ikinci ülkesi sayılan Irak’ın ABD tarafından işgali ve Ortadoğu’ da estirdiği saldırgan politikalar sonucu 2006 yılında ciddi bir petrol krizi belirdi. Benzeri bir kriz 1970 lerde güneş ve rüzgar gibi alternatif enerji araştırmalarına ayrılan fonların artmasına neden olurken 21. YY da Gerge Bush yönetimindeki ABD egemenliği iklim değişiminden etkilenen yalnızca New Orleans ta kara derili vatandaşlarını suya gömmmekle kalmıyor GDO’lu endüstriyel bitkilerin (tatlı sorgum ve mısır gibi ) Afrika ülkelerine “yeşil enerji” kaynağı adı altında endüstriyel tarım olarak teşvik ediliyor. Bir başka deyişle kapitalizm kendi yarattığı ekolojik krizi kullanma peşinde. Her şeyi yeşile boyayıp satmaya çalışmakta. Oysa GDO lu tarım da polenlerin rüzgar ve fırtınalarla kilometrelerce ötelere taşındığını biliyoruz. Üstelik sel ve yeraltı suları vasıtasıyla okyanus ötesine taşınması da söz konusu. Kısacası; yemiyoruz yedirmiyoruz yalnızca ısınmak ya da taşınmak için kullanıyoruz diye GDO lu tarım bitkilerinin ekilemesi de doğru görünmüyor.

Tarımın şirketleştirilmesi 1990 dan beri sürüyor. Tarım emekçilerinin yüzyüze ilişkiye dayanan çiftçilik mesleği artık bir kültür değil, tarım işletmeciliği haline getiriliyor. Büyük çiftliklerde makineler vasıtasıyla insan yüzü görmeden yürütülecek mekanik bir faaliyet. Dolayısıyla şimdiki yeşil devrim küçük değil, büyük işletmeleri zorunlu kılıyor. Bir başka deyişle kapitalizmin büyü ya da öl politikası. Elbette bu durumu nedenleri ve nasıllarıyla irdelemek lazım. Örneğin, görüşlerden biri, ‘Türkiye’nin bugüne kadar kendine özgü demokratik ve bağımsız bir tarım programının olmaması ve yönetenlerinin bağımsız davran(a)maması küresel ve kıtasal kapitalizmin çapraz ateşi altında olması. Bunun da Türkiye’nin tarım ve hayvancılığını çökertiyor’ olduğu yönünde(2) Apaçık ki; AB’nin dayattığı tarım işletmeleri politikası küçük çiftçileri silip süpürmeyi amaçlıyor. Çiftçiye değil işletmeciye gerek duyulduğundan küçük çiftlikler ya topraklarını büyüklere devredecek ya da ortadan silinecektir.

AB DE ÇİFTÇİLİK MESLEĞİNİ ORTADAN KALDIRMA YOLUNDADIR. YERİNE TARIMIN ŞİRKETLEŞMESİ DOĞRULTUSUNDA İLERLEYİŞİNİ ORTAK TARIM POLİTİKALARI (OTP) ARACILIĞIYLA SÜRDÜRÜLMEKTEDİR. AB’Lİ ÇİFTÇİLER İFLAS ETTİKÇE TOPRAKLARNI EN BÜYÜK TOPRAK SAHİPLERİNE SATILMA ZORUNLULUĞU GETİRİLMESİ, BÜYÜK TOPRAK SAHİPLERİNİ DAHA DA İRİLEŞTİRİLECEKTİR. TOPRAKLAR BÜYÜK TOPRAK SAHİPLERİNDE BİRİKTİKÇE ENDÜSTRİYEL TARIM UYGULAMASI AB’DE DÖNÜŞÜ OLMAYAN YOLDA İLERLEMEYE DEVAM EDECEKTİR. OTP NA GÖRE KİMİN NE EKİP BİÇECEĞİNE DE “BÜYÜK BAŞLAR” KARAR VERECEK. ÖRNEĞİN TÜRKİYE’NİN BU YIL BİLMEM KAÇ TON SOYA FASULYESİNE İHTİYACI OLMASA DA BİRİLERİ İSTİYOR DİYE ONU EKMEK ZORUNDA KALACAKTIR. SONRA DA ÜRÜN FAZLASI ÇÖP BİDONLARINI BOYLAYABİLİR VE ÇİFTÇİ AÇ KALABİLİR O OTP Yİ UYGULAYANLARIN DERDİ DEĞİL. AŞAĞIDA DEĞİNİLECEĞİ ÜZERE YUNANİSTAN AB YE KATILDIKTAN SONRA BU TÜR DURUMLARLA KARŞI KARŞIYA KALDI. OYSA AB BÜTÇESİNİN YAKLAŞIK ÜÇTE İKİSİ OTP KAPSAMINDAKİ HARCAMALARA AYRILIYOR. UYGULANAN SÖZ KONUSU POLİTİKALAR MALİ YÜK OLUŞTURMANIN YANINDA BİR DE YUKARIDAKİ BAHSEDİLEN TEHLIKELER YARATILIYOR.

AB, OTP’ının Yunanistan’daki yansımalarına bakarsak büyü ya da öl baskına dayanamayan küçük çiftçi iflas ediyor. İşini kaybeden küçük tarım işletmeleri yine OTP yaptırım ve politikaları sonucu büyük işletmelerle birleştirilmekte. Ek olarak OTP’nin bu politikaları tarımla uğrasan nüfusun azalmasana neden olmuştur. Yani 200 dönüme sahip bir çiftçi iflas sonucu ya meslek değiştirmek zorunda kalıp bulabilirse turistik yerlerde hizmetçilik yapma yolları aramaktadır. Arazisini de o yöredeki en büyük arazi sahibine satmak durumundadır. Örneğin; ‘200 dönüm arazisini satacak olan çiftçi arazisini eğer varsa 500 dönüme sahip olana değil de 5000 dönüm arazisi olana satmak zorundadır. Bu yolla büyük toprak sahiplerinin toprakları sürekli büyütülüyor. Ek olarak, Yunan halkı kendi ihtiyaçlarına dönük değil, AB’nin çıkarlarına yönelik ekim yapmak zorunda kaldı. Üretilen meyvelerin %50-60’ý yok edildi ya da pazardan geri çekilmek zorunda kalındı’ (4). Başka bir deyişle OTP politikalara küçük çiftçileri öğütmüş, büyük çiftçilerin topraklarını büyütmüştür. OTP’deki söz konusu politikalar sonucu kırsalda nüfus azalmış ve silinecektir.

ÖTEKİ ZARARLARI İSE GELENEKSEL TARIMIN ORTADAN KALDIRILMASI OLMUŞTUR. YERİNE YENİ ENDÜSTRİYEL ÇİFTÇİLİK YERLEŞTİREREK PİYASADA YIĞINLARCA UZO, BEYAZ PEYNİR, KALAMATA ZEYTİNİ, VALENTİN PORTAKALI OLUŞTURULDU. AYRICA PAZARA UYGUN ÜRÜNLER İÇİN “YÜKSEK STANDARTLAR” KONULUP PAKETLEMEYE YÖNELİK AMAÇLAR ÇOK ENERJİ VE HAMMADDE GİDERİNE YOL AÇTI. BU PROGRAM BİYOLOJİK TARIM DAHİL VAR OLAN TÜM ÜRETİCİLERİ MERKEZİ BİR SİSTEM KAPSAMİNA ZORLADI.

Dolayısıyla AB tarafından dayatılan tarım politikalarının Yunanistan’da topluma maliyetine bakarsak; kırsal nüfusun (geçim sıkıntısı nedeniyle) azalmasının yanında rakamlarla ifade edilemeyecek bir toplum sağlığı sorunuyla yüz yüze gelindi. Çünkü kullanılan kimyasallar nedeniyle insanlar sayısız hastalıklara yakalandı. Ayrıca geniş ölçekli bir çevre maliyetini de göz önüne almak gerekir. ‘Bu nedenle Yunan tarımı yukarıda sayılan maliyetler söz konusu edilmeksizin Avrupalılaştırıldı’ (4).

Türkiye de tarımın şirketleştirilmesi tohum tekellerinin yasal olarak ülkeye girmesine kapı açmaktan GDO’lu katkı maddeleri konusunda ürünlerin etiketlenmemiş olamsına kadar geniş yelpaze göstermektedir. Ziraat Mühendisleri Odasının bilgilerine göre Türkiye’de tarlalarını cazip paralarla kiraya veren çiftçilerin karşılaştıkları durum trajik. ‘Eskişehir’in Çifteler ilçesinde iki köyde patates üretimiyle ilgili yaşanan bir olay çiftçileri çileden çıkardı. Amerikan şirketi Lambweston, 1998-1999 yılları arasında Çifteler’e bağlı Kör Hasan ve Abbas Halim Paşa köylerinde, patates ekmek üzere vatandaşlardan toplam 6000 dönüme yakın tarlayı kiraladı. Tarlalarını yüksek fiyatla kiraya veren köylüler, iki yıl boyunca normal patateslerin iki üç katı büyüklüğünde ürünlerin elde edildiði tarlalarında artık hiçbir üretim yapamadıklarını ancak beş yıl sonra keşfetti. Tarlalarda transgenik tohum ekimi yapılıp yapılmadığı bilinmiyor (7).

Öte yandan özelleştirme de, tarımın ticarileştirilmesinde önemli rol oynadı. ‘ IMF ve Dünya Bankası’nca kurgulanan hükümetlerimizce de uygulanan yerli-yabancı büyük tarım ve gıda şirketleri lehine olan bu yeni üretim yapısı ile çiftçilere tek taraflı sözleşmeli üreticilik dayatılarak kendi toprağında “bağımlı işçi” olma rolü biçiliyor. Hükümetler; IMF ve Dünya Bankası’nın kendilerine dayatılan uygulamalarını çiftçilere “yeniden yapılanma” diye, anlatıldı’ (3). Ön görülere göre ise AB uyum süreci çerçevesinde, ‘10 yılda 6 milyon çiftçinin daha mesleklerini bırakmaları bekleniyor. Böylesi bir programın uygulanması ne kadar doğru/akılcı, ne kadar insani, ne kadar ülke ekonomisine yararlı düşünmek gerekir’ (2).

Türkiye de tarımın özelleştirilmesinin tarihine bakarsak 24 Ocak karalarına dayandığını görürüz. O zamana kadar küçük ve orta boy çiftçi ürettigi üzüm ve zeytin ve zeytin yağı gibi mamullerini Taris’e, fındığını Fisko Birlik’e, Tütününü TEKEL’e satarak geçinip gidiyordu. Fakat daha sonraki yıllarda tarım da (başlangıcı Turgut Özal dönemine rastlayan) neo-liberal politikalarla özelleştirmenin pençesine düştü. Dolayısıyla IMF ve Dünya Bankası ve sonrada DTÖ yaptırımlarına göre KİT’ler ve Tarım Satış Kooperatifleri Birlikleri (TSKB) gibi en temel tarım kuruluşları dahi özelleştirildi.

Öte yandan 21. YY’in başlangıcından itibaren Türkiye de bu gidişata karşı bir direniş de söz konusudur. Aralarında tek tük de olsa bilim insanlarının da bulunduğu 100 e yakın sivil toplum kuruluşu GDO’ya Hayır Platformu çatısı altında halkı bilinçlendirmeye GDO lu tohum ve ürünlerin piyasada dolaşmasına karşı birşeyler yapmaya çalışmaktadırlar. Hareketin başından itibaren bu makelenin yazarlarının da içinde olduğu bir tarım duruş söz konusudur. Platform 2004’de düzenlediği ev yüksekliğinde Canavar Balon Turu’yla uluslararası GDOlu tarım şirketlerinin çıkarlarına göre hareket edilmemesini vurguladı. Yaşam Patentlenemez bildirgesi yayınlayıp binlerce imza toplayıp ilgili makamlara ilettildi. Basın açıklamalarıyla Türkiye de giren GDOlu ürünlere tepki gösterilirken biyo güvenlik yasasının çıkması ve GDO lu ürünlerin etiketlenmesi yolunda çaba sarfedilmektedir. Tarım Ve Kırsal Çevre Bakanlığı (TKCB) nı biyolojik çeşitliliği korumayı ülkeyi ticari amaçlı tarım ürünlerine açmakla özdeşleştirmemesi gerektiği konusunda uyarmaktadır. .

GDO’LU TARIM VE ZARARLARI

Monsanto, Syngenta, Bayer ve Cargill gibi çok uluslu biyo-teknoloji devlerine “dünyadaki açları doyurmak” dert olduğundan beri raflarda aylarca (hatta yıllarca) parlak kalacak ürünleri pazara sunmaktalar. Canlının kendi doğal yapısına ters olan GDO’ları tüketenlerin vücutlarında nasıl tehlikeler yaratıldığı henüz net olarak saptanamamakla birlikte GDO’ların yarattığı sağlığa zararlar artıyor. Örneğin çeşitli alerji ve kanser vakaların günden güne arttığına tanık oluyoruz. İlgili konuda tıp uzmanları antibiyotiğe dirençli bu ürünlerin tüketilmesi sonucu birçok hastalarını tedavi edemediklerinden yakınıyorlar.

TÜRKİYE DE SÖZDE TRANS-GENETİK ÜRÜNLER YASAK AMA NEDENSE HALA BİR BİYO-GÜVENLİK YASASI YOK.

Tarım ve Kırsal Çevre Bakanlığı yurt içinde GDO lara tarım mücadele yükselirse biyo-güvenlik yasası üzerinde çalıştıklarını beyan ediyor. Kısacası tüketici masasına ne geldiğini hala bilmiyor. Bu balık genli bir domates olabileceği, gibi akrep genli mısır da olabilir. Maalesef şu andaki gerçekler gösteriyor ki; Türkiye AB ve ABD’nin GDO’ larını kolayca pazarlayabilecekleri cennet bir ülke konumundadır.

Ülkede açıklık ve demokrasinin olmaması da GDO lar konusunda araştırma yapıp ses çıkarmaya çalışan bilim insanlarının sesinin (çeşitli baskılarla) kısılmasına neden olunuyor. Arada çıkan cılız seslerden birine kulak verirsek “Gümrüklerimizden giren ürünlerin GDO içerip içermediğini bilemiyoruz. Hiçbir kontrol yapılmıyor, sadece ithalatçı beyanına dayalı hareket ediliyor” (5). Kısacası gümrüklerde bir kontrol mekanizması yok. Tamamen ürünü getiren firmanın insafına kalmış. Öyle görünüyor ki; Türkiye yalnızca gelişmiş ülkelerde yasaklanan tarım ilaçları için bir cennet değil gerekli önlemler alınmazsa gelecekte ulus ötesi GDO devleri için de bir fırsatlar ülkesi olabilir.

GDO araştırmacısı sosyal ekolojist Brian Tokar’ın açıklamalarına göre GDO ve tarim ilacı firmalarının hakimiyetini şöyle: 1999 da Monsanto Syngenta, Aventis, Dow ve Dupont haşere ve yabani otları yok edici ilaç piyasasının %60 ını ticari tohum piyasasının % 23ünü ve dünyadaki genetiği değiştirilmiş tohumların hemen hemen tamamını kontrol etmekteydi (6)

GDO tohum şirketleri deneme tohumu adı altında yanında yabani ot ve haşereleri öldüren ilaçları da birlikte vererek yoksul çiftçiye başlangıçta şirin görünüyor. Daha sonra da çiftçiyi göbekten değil hücrelerinden kendine bağlamlı kılıyor. Çiftçiye başta cazip gelebilecek bu durum daha sonra çiftçinin kendi tohumunu kaybetmesine neden oluyor. Çünkü GDO lu terminator tohum kısır olup toprağa atıldığında yeşermiyor. Böylece çiftçinin en doğal hakkı olan gelecek yıllarda toprağa atacağı tohum hakkı elinden almış olup ulus ötesi GDO şirketlerine sürekli bir bağımlılık yaratılıyor.

Hintli küreselleşme karşıtı aktivist, araştırmacı ve yazar bilim kadını Vandana Shiva Çalınmış Hasat kitabında trans-genetik tohum satan ‘Chargill şirketinin 1992 de ülkeye girerken arıların polenlerini aldıkları savını ortaya sürerek GDO paketlerini tanıttıklarını’ belirtir (10). Shiva ayrıca bu yolla biyolojik çeşitliliğin yok olması Hint köylülerini birkaç kat açlığa maruz bıraktığını belirtir. Çünkü köylüler yabani otları toplayıp bizim deyimimizle koca karı ilacı olarak kullanmaktadırlar. Ayrıca yabani otlarla beslenen onlardan değişik yemekler yapan binlerce köylü vardır. Bu tür açıklamalar bize hiç de yabancı değil. Çünkü Türkiye nin geleneksel beslenme şeklinde ve köylünün yaşamında yabani otlar (ve arıcılık) ‘in önemli bir yer tuttuğunu biliyoruz. Bir başka deyişle; Monsanto Chargıll vb ulus ötesi şirketler tarafından başlangıçta GDO’lu tohumun kullanılması her derde deva olarak tanıtılır. Oysa organik tarım yapanlar (rengarenk görüntüleri dışında) kelebek arı gibi böceklerin de bitki sağlığı için gerekli olduğunu vurguluyor. Örneğin, bugün Amerika da büyük ve göz alıcı rente olan monark kelebekleri GDO’lu tarım sonucu kaybolmuştur.
GDO firmalarının gerek araştırma sonuçlarını gerekse deneme üretim sonuçlarını halka açık yapmadıkları söylense de Türkiye de GDO lu üretim mevcuttur. Ziraat Mühendisleri Odası’nın açıklamalarına göre ‘ODTÜ Gıda Mühendisliği Bölümü’nün yaptığı iki yıllık bir araştırmada, Türkiye’nin 8-9 ilinden domates, patates, mısır numunesi toplanır. Bu ürünler arasında 22 domatesten 17’sinin, 20 patatesten 12’sinin, 10 mısırdan 10’unun genetik yapısının değiştirildiği saptanmıştır (7). Özellikle uygun bir kontrol mekanizmasının olmadığı dikkate alınırsa bu tür örnekleri artırmanın mümkün olduğu açıktır.

Öte yandan Türkiye de satılan GDO’ lu tohum oldukça pahalı ve ülkede dolaşan , tohumun ABD ve İsrail menşeli olduğu öne sürülüyor. Üstelik bu tohum altından daha pahalı. Örneğin, ‘Sarıgöl’ün Dindarlı köyünde domates üretimi için temin edilen İsrail kaynaklı tohumun bir kilogramının 23 bin YTL mal olduğunu öğreniyoruz. Bir kilogram altın ise 17 bin YTL ye alınabilir’ (1). Buradan da görülüyor ki GDO lu tohumu ancak şirketleşen tarım firmaları alabilir. Deneme üretimi yapan çiftçi de kendi tohumunu kaybettiğiyle kalır.

Türkiye de Organik Tarım Kim İçin?

Dünyada 130 ülkede organik tarım yapıldığı söyleniyor. ‘Organik tarım yapılan 130 ülkeden 90’ı az gelişmiş ülkelerdedir’ (7). Bu da gösteriyor ki; zengin ülkeler bir yandan zararlı endüstrilerini ekolojik bilincin geri olduğu ülkelere taşırken öte yandan da onların geçmişte sanayi atıkları ev kimyasallarla kirletilmemiş topraklarını büyük organik tarım çiftliklerine dönüştürmektedir.

AB’NİN ORTAK TARIM POLİTİKALARI KAPSAMINDA ORGANİK TARIMI TEŞVİK ETMEK GİBİ BİR ÇABASI DA OLDUĞU GÖRÜLÜYOR. BU BAĞLAMDA GAP PROJESNDEN ANADOLU’NUN DİĞER YERLERİNE KADAR DOKUNULMAMIŞ TEMİZ TOPRAKLAR AVRUPALILAR İÇİN BİR KAYNAK OLARAK DEĞERLENDİRİLİYOR. DOLAYISIYLA TÜRKİYE DE ORGANİK TARIM YAPANLARA CAZİP DESTEKLER VAR GİBİ DE GÖZÜKÜYOR. AMA YİNE DE ORGANİK TARIMIN DAHİ ŞİRKETLEŞTİRİLMESİ KOŞULUYLA.

Verilere göre insan, canlı, toprak, su ve hava sağlığına saygılı biyo çeşitliliği koruyan organik tarım ‘2005 yılı itibariyle dünyada toplam 24,1 milyon hektarlık alanda yapılmaktadır. Türkiye ise birçok nedenle organik tarım alanı yalnızca 103 bin 190 hektardır. Bu oran, Türkiye de tarım yapılan arazilerin ancak yüzde 0,1’inde organik tarım yapıldığındandır ’ (2 ).

Öte yandan Avrupa Birligi (AB) ye girme hazırlıkları içinde olan Türkiye de organik (doğal) tarımın kimin çıkarına olduğu tartışılmalıdır. 2005 Yılının başında organik tarım kanununun kabul edilip yürürlüğe girmesi iyi bir işaret. Ancak bunun ne kadarı Türkiye pazarında yerel halkın alım gücüne yönelik satıldığı tartışma konusu. Örneğin, ‘Doğal yöntemlerle üretilenlerin 200 bin tonu aşkın meyve ve sebze tümüyle Avrupa ülkelerine ihraç ediliyor’ (7). Dedelerimiz ve büyük annelerimizin yapığı tarım biçimi “organik Yeni Tarım” adıyla pazarlanıp dışarıya satılan miktara göre oranlanırsa organik tarım ürünlerinin % 90 nı Almanya, Hollanda ve İngiltere pazarları içindir. Doğal ürünlere ulaşabilenlerin oranı Türkiye de ancak nüfusunun % 10’dur (6). Ancak ne kadar nüfusun bu pahalı ve lüx sayılan ürünleri almaya gücü yetiyor soru işareti. Çünkü sertifika bedeli el emeği ve büyük süpermarket zincirlerinin karını da hesaba katarsak doğal ürünlerin ederi halkın alım gücünü aşmakta ve üretilenlerin aslan payını Avrupalılar almaktadır. Bu hem sağlıklı beslenme ve hem de ekonomik alım gücü olarak dış odaklı yaşam kalitesine hizmet etmek anlamına gelmektedir’ (9).

Tarihi geçen yüzyıla dayanan ekolojik tarımın en önemli amaçlarıysa su kaynaklarını, toprak ve havayı kirletmeden çevre, bitki, hayvan ve insan sağlığını korumak. ‘Ülkemizde 1980’li yıllarda yaygınlaşan organik tarım, ilk olarak 8 ürüne yönelik başlamışken şimdilerde 179 ürün üretiliyor’ (7). Kirletilmemiş toprak yanında Türkiye AB için hem ucuz iş gücü deposu ve ucuz hammadde kaynağı ( hem de çevre politiklarının esnek olması nedeniyle) kolayca oraganik ürünlerini ve diğer üretimini artırabileceği bir potansiyel olarak görülmektedir.

* DİP NOT:

Her ülkenin standardı değişik olmakla birlikte bir ürünün ekolojik olduğunu gösteren sertifikası için son 10 ile 15 yıldır toprağın hiçbir sanayi atığıyla ve kimyasalla kirletilmemiş olması gerekir.Üreticinin organik koşullara göre çiftçilik yaptığını kanıtlayan belge belli otoriteler tarafından çok pahalıya veriliyor. Dolayısıyla küçük organik çiftliklerin böylesi bir sertifikayı alması ekonomik ve bürokratik olarak zor.

Aternatif Ne Olabilir?

Alternatifler bir dizi planı gerektirir. Öncelikle dünyanın geleceği için tarımın eskiden olduğu gibi tamamen organik halde çeşitli ekimin birbirini ve toprağı dengeleyeceği biçim olan günümüzün ekolojik kavramıyla perma-kültür ( perma culture) prensibine dayanmalıdır. Bu tür çiftliklerin tarım işletmeciliği amaçlı değil de yerel ekonomiye hizmet etmesi amaçlanmalıdır. Örneğin, 2003 yılında Hatay’ın Vakıflı köyünde 38 çiftçinin bir araya gelip ürettikleri mahsul]n de % 85 inin Avrupa’ya sattıldığını biliyoruz (8). Yurt genelinde bu tür çiftçiler “organik çiftçi koperatifleri” altında örgütlenebilir. Bu örgütlenme yurt genelinde doğal tarım yapanların dayanışmasını sağlayacağı gibi kapitalist Küreselleşmenin yıkıcılığına tarımda güçlü bir tavır almayı sağlayacaktır.

Ek olarak Hindistan daki gibi tohum kooperatifleri kurulabilinir. Bu birliktelik ulus ötesi tohum şirketlerinin hakimiyetine tarım bir direniş ve var olmayı yaratacaktır. Hindistan’da GDO lu organizmaları dayatan ulus ötesi şirketler için küreselleşme karşıtı gösterilerde dahi sesleri duyulan büyük bir örgütlenme var. Örneğin, 1995 yılında Hindistan’ın bağımsızlık gününde binlerce çiftçi GATT ın uygulamalarına tarım ses yükseltti. ‘Monsanto vb ulus ötesi şirketlerin hakimiyeti sonucu bugün 200 pirinç çeşidinden yalnızca 70 çeşit pirinç olduğu söylense de’ (11). Bu dayanışma vasıtasıyla köylüler birbirleri arasında tohum değiş tokuşu da yapıyorlar. Böylece tohumlarının geleceğini yapabilecekleri tohum kooperatifleri kurdular.

AB den medet umanlar için ‘Uluslararası Kooperatifler Birliği”nin 1984 “Avrupa Parlamentosu” seçimlerini destek bildirgesinde “Avrupa tarımsız,tarım kooperatifsiz olmaz” sloganı vardı. Ancak “AB’in uyum sürecinde Türkiye’ye verdiği ev ödevinin içinde kooperatif örgütlülüğüne ihtiyaç olduğuna işaret eden bir belirleme yoktur. Bunu sürecin IMF, DB, DTÖ ve OTP ile tarımın şirketleşmesine sürüklemek olarak değerlendirebiliriz’(2). Sonraki yıllarda böylesi bir kooperatif örgütlemesi başlatıldıysa da buradan görüleceği üzere AB nin Türkiye de uygulamaya çalıştığı politikanın iyileşmesi yalnızca halkın tepkisine bağlıdır.

MERKEZKEZİLEŞEN VE TİCARİLEŞEN TARIMDA TARIM KESİMİNDE AİLE İŞÇİSİ OLARAK ÇALIŞANLAR İLE DİĞER TÜM ÇALIŞANLAR SİYASİ, EKONOMİK VE SOSYAL HAKLARINI ELDE EDEBİLMELERİ İÇİN ÖRGÜTLENEBİLİR. ÇÜNKÜ GÖRÜLDÜĞÜ ÜZERE ŞİRKETLERİN TEK YANLI EGEMENLİK KURMALARI SONUCU ÇİFTÇİLİK MESLEĞİ ORTADAN KALKMAK ZORUNDA KALACAKTIR. GÖRÜNEN O Kİ; ESKİ TADLARI BİLEN YA DA ANLATILANLARDAN DUYUP ÖĞRENENLER ZAMANLA BİYOLOJİK YE DA ORGANİK ÇİFTÇİLİĞE YÖNELECEKTİR. ÇÜNKÜ TİCARİ PAZAR DIŞINDA KENDİLERİ, AİLELERİ, KOMŞULARI VE YEREL TÜKETİCİ İÇİN ZEHİRLİ KİMYASALLARI İÇEREN YİYECEKLERİ SUNMAK İSTEMEZLER. ÇİFTÇİ AYNI ZAMANDA GENETİĞİ DEĞİŞTİRİLMİŞ ORGANİZMALARIN ENDÜSTRİYEL ÇİFTLİKLERDE ÜRETİLMESİNE KARŞI DA UYANIK OLACAĞI İÇİN BİYOLOJİK ÇEŞİTLİLİK (HEPSİ OLMASA DA ZAMNALA BİR KISMI) GERİ KAZANILABİLİR. BUNUNLA BİRLİKTE ÜLKE TATIMI ORTAK TARIM POLİTİKALARI VE DTÖ’NÜN YARGILAMALARINDAN DA UZAK DURACAKTIR. ÜSTELİK PAZARCILAR YEREL EKONOMİ VE YEREL PAZAR İÇİN OLAN ÜRÜNLERİ VE ORADA ÜRETİLEN MALI SATMAKTAN MEMNUN OLACAKTIR.

Bunlar için her şeyden önce Yunanlı dostların geçmişten ders alıp öğrendikleri gibi bir kırsal kesim politikasına ihtiyaç vardır. AB pazarına yönelik üretimde çiftçilerin bugün ürettikleri gelecekte karlı olmayabilir. Şu ana kadar küreselleşen pazara yetişmek kaygısıyla göz korkutucu bir tablo yaratıldı. Kaldı ki OTP sonucu Türkiye’nin var olan Avrupa pazarında yarışabilmesi mümkün değildir. Orada ne çiftçilerin, ne de tüketicilerin gereksinimleri dikkate alınıyor. Tüketicilere kimyasallarla kirletilmiş hatta genleriyle oynanmış ürünler dayatılıyor. Üretici ile tüketici arasında olan üçüncü kişi olan süpermarket politikası onların karşılıklı bağımlılıklarını ortadan kaldırıyor. Böylelikle küreselleşme kapsamında tarımın ticarileştirilmesine karşı çıkarken endüstriyel kapitalizmin süpermarket zincirine de karşı olmak gerekir Onların yerini rengarenk yerel pazarlar almalı. Dolayısıyla çiftçilerin kendi bulundukları çevreyi korudukları, kendi ihtiyaçlarına ve yaratıcılıklarına göýe geliştirdikleri, bölgelerinde ve yakın çevredeki öteki kooperatiflerle ve topluluklarla ilişki geliştirdikleri bir politikaya gereksinin olduğu açıktır.

BUGÜNKÜ GİDİŞATLA (ÜRÜNÜN EKOLOJİK OLARAK ONAYLANMASI) EKOLOJİK PAZAR YALNIZ YÜKSEK FİYATLARLA ÜRÜN ALINABİLEN ZENGİNLERİN İŞİNE YARIYOR. YEREL ÜRETİCİ-TÜKETİCİ KOLLEKTİFLERİ VEYA YEREL DEĞİŞİM ÜZERİNE KURULU TOPLUMSAL BİR SİSTEM YARATILARAK DAHA GENİŞ ÖLÇEKTE GEREKSİNİMLERİ TATMİN ETMEK OLASIDIR. BU TÜR BİR YÖNYEM (EKOLOJİK TARIM VE EKOLOJİK HAVYANCILIK) İZLENEREK BUGÜNKÜ FABRİKA TARIMINA KARŞI ANADOLU NUN GELENEKSEL TARIMI GERİ ÇAĞRILABİLİR. BÖYLECE ÇEVRESİNDE VE DÜNYADA OLUP BİTEN HAKKINDA FİKİR SAHİBİ OLAN BİLİNÇLİ EKOLOJİK ÜRETİCİ VE EKOLOJİK TÜKETİCİ AĞI YARATILACAKTIR.

BU MODELLE EKONOMİK KÜRESELLEŞMEYE KARŞI OLAN VE GELECEĞİN TOPLUMUNDA KENDİ KENDİNE YETEN ORGANİK BİR TOPLUMUNUN NÜVESİ YARATILACAKTIR. BU ÇİFTÇİLER YUKARIDA BAHSEDİLDİĞİ GİBİ YURTTA VE DÜNYA DAKİ GENEL SOSYAL HAK ARAYIŞI HAREKETİNE DE KATKI SAĞLAYACAKLARDIR. BU DA DOĞRUDAN DEMOKRASİNİN HAYATA GEÇİRİLDİĞİ KAPİTALİST KÜRESELLEŞMEYE KARŞI BİR HAREKET DEMEKTİR. GÖRÜLDÜĞÜ ÜZERE BURADA ESAS OLAN ORGANİK ÇİFTLİKLER, ORGANİK ÜRETİCİLER VE ORGANİK TÜKETİCİLER ARASINDA BİRBİRİNİ BÜTÜNLEYEN BİR AĞ YARATMAKTIR. AB İÇİNDE HER NE KADAR İLERİCİ VE DEMOKRATİK UNSURLAR VARSA DA BÖYESİ BİR YAPILANMAYI AB DEN YA DA DIŞARDAN BEKLEMEK SADECE HAYALPERESTLİK DEĞİL SAFDİLLİK OLUR.

EKOLOJİK ÜRETİM VE EKOLOJİK TÜKETİM ANLAYIŞINI YEREL KOOPERATİFLER VASITASIYLA HAREKETE GEÇİRMEK İÇİN İNSANIN İNSAN VE İNSANIN DOĞA ÜZERİNDEKİ TAHAKKÜMÜNÜN KALKMASI GEREKİR. KISACASI DOĞAYLA BÜTÜNLEŞMİŞ BİR TARIM KÜLTÜRÜNÜN YANINDA SOSYAL OLARAK DA KÜLTÜRÜN KÖKLÜ BİR DEĞİŞİKLİĞE İHTİYACI OLDUĞU GÖRÜLÜYOR.

Sonuç Yerine

Çokuluslu tarım işletmeciliğinin nasıl yapılandığına bakarsak; Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması (GATT) 1947 tarihinde imzalanıp 1948 tarihinde yürürlüğe girmiştir. GATT, Dünya ticaretine ilişkin kurallar koyan çok taraflı bir sözleşmedir. Dünya ticaretinin serbestleştirilmesidir. Küreselleşen kapitalizm için anayasa oluşturmaya çalışan GATT ve onun turları sonucu oluşan Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ), AB, OTP, ile AB’nin yaptığı reformlar sonrasında ulus ötesi şirketler ortak bir noktada buluşturuluyor (2). Bağımsızlık ve özgürlük kaygısında olanlar için küresel kapitalizmin ördüğü bu ağın dışına nasıl çıkılacağı ise halka dayanan tabandan bir örgütlenme ve alternatif yaratmakla mümkün.

Küresel kapitalist ağ ve “değişen dünyada” Türkiye tarım politikalarının karikatürize edildiği bir gerçektir. Bu ironik tabloda organik tarımın da şirketleşip endüstriyalist hale gelme tehlikesi vardır. AB içinde demokrasiden yana güçler varsa da Türkiye’nin ekolojik tarımı konusunda köklü bir kırsal yatırım politikası alternatifine gerek vardır.

Yerel ekonomiye hizmet eden yerel tüketici ve üreticilerin gereksinimlerine göre düzenlenecek bir ekolojik tarım politikası geliştirilmeli. Avrupa kiwi ve avakado istiyor diye Karadeniz’deki fındıkları ve çay bahçelerini söküp atma yoluna gidilmemelidir. Türkiye’nin fındığı da dünya da biricikliğini korumaktadır. En önemlisi de ülkenin doğal yapısına ve kendi ihtiyaçlarına göre GDO suz ve kimyasallar kullanmaksızın kendi kendine yeten geleneksel tarıma dönmek önemlidir. Çiftçilerin küresel kapitalizme tarım direnişleri ancak ve ancak kendi kurup denetleyecekleri tarım kooperatifleriyle olabilir.

YARARLANINLAN KAYNAKLAR:

1. Cengiz Başkaya şirketleþentarımhttp://www.ozguruniversite.org/guncel_marx.php erişim tarihi 12 Ağustos 2006.(erisim: 18 Eylül 2006).

2. Abdullah Aksu, Avrupa Birliði ve Türkiye’ nintarım Politikaları. Henüz yayınanmadı. Yazarının izniyle kullanıldı.

3. Çeşitli yazılardan http://www.gdoyahayir.org/yayinlar/yayin_02 (erişim: 12 Ağustos 2006).

4. Giorgos Kolempas Yunanistan Tarımı ve Küreselleşme Yunan Çiftçileri için Bir Çıkış Yolu Var mı? Bir Öneri “Eftopia” nın 2002 yılı yayını.

5. Prof Dr. Şeminur Topal la Yapılan söyleşi
GDO mağduru bir profesör anlatıyor. http://www.iyibilgi.com/index.php?s=haber&id=5898
(erişim: 1 Eylül 2006).

6. Şadi İdem Biyoteknolojinin Ardına Bakabilmek Toplumsal Ekoloji üç aylık politik ve kültür dergisi.Yaz 2005.

8. Wylie Harris Something old, something new
Turkey’s organic farmers try to survive their European honeymoon
http://www.newfarm.org/international/features/2005/0305/turkey.shtml, (erişim: 17 Mart 2005)

9. Emet Değirmenci Strugle Against GE and Who benefits of Turkish Organics : Henüz yayınlanmadı. “Eftopia” nýn 2006 yılı yayını için gönderildi.

10. Vandana Shiva Stolen Harvest: The Hijacking of the Global Food Supply (Çalınmış Hasat:Küresel Yiyecek , Cambridge, MA: South End Press 2000.

11. Vandana Shiva’ nın Dünya Ekonomik Forumu Karıtı konferenasta verdiği konuşmasından, Mebourne Avustralya, 2001.

http://www.kuyerel.com/modules/AMS/article.php?storyid=2355

 

November 20, 2009 Posted by | anti-endustriyalizm, anti-kapitalizm, kooperatifler vb modeller, ozyonetim, sistem karsitligi, somuru / tahakkum, tarim gida GDO | Leave a comment

GDO’LU BESİNLERLERLE ZEHİRLENME ÖZGÜRLÜĞÜ BAŞLIYOR – Tayfun Özkaya

Picture 13

Gündemin domuz gribi ve açılım ile bu kadar yüklü olduğu bu günlerde 26 Ekim pazartesi günü Resmi Gazetede Tarım ve Köyişleri Bakanlığı tarafından yayınlanan bir yönetmeliğin zamanlaması doğrusu GDO severler için çok uygun idi. Yönetmelik Türkiye’yi GDO’ların ithaline ve kullanımına açtı. Artık GDO’lu ürünlerle zehirlenme özgürlüğü başlamıştır. GDO’lu ürünleri topluma yedirmek için önce haberi farkına varmadan yedirmek gerekir diye bazıları düşünmüş olabilir mi? Pazartesi medya bu olayla hiç ilgilenmedi. Salı günü ise birçok gazete ve web sayfasında haber ters verilmişti. Kimisi mamalarda artık GDO kullanılamayacağını, kimisi de Türkiye’ye GDO’ların giremeyeceğini yazıyordu. Yüzeysel izleyiciler için nerede ise çok güzel bir haber vardı.

GDO’lu ürünlerin sağlığa etkileri hayvanlar üzerinde yapılan epeyce araştırmaya konu oldu. Sadece bir tanesini verelim. İskoçya Rowett Enstitüsü’nden Dr. Arpad Pusztai’nin GD patates ile beslediği farelerin tümünün iç organlarında küçülme, sindirim sistemlerinde bozukluk, bağışıklık sistemlerinde çökme, kan yapılarında bozulma ve mide çeperlerinde kalınlaşma görüldü.           

Okuduğunu anlayacak herkesi yönetmeliği kendi gözleri ile okumaya çağırıyorum. Merak etmeyin beş sayfadan fazla değil. Bundan sonra sizin ve çocuklarınızın ne yiyeceği sizin elinizde. İnternette adres yerine  rega.basbakanlik.gov.tr yazıp tıklayın ve 26 Ekim 2009 tarihli Resmi Gazeteyi açıp kendiniz okuyun.

Madde 5/2’de yazanlar şöyle: 

“İthal edilen, üretilen veya dağıtımı yapılan GDO’lu gıda veya yemin çevre, insan veya hayvan sağlığı açısından olumsuzluğu tespit edildiğinde, gıda veya yem işletmecisi sağlığı ve çevreyi korumak amacıyla gerekli tedbirleri almak, Bakanlığı, diğer ilgili mercileri ve tüketicileri acilen bilgilendirmek ve söz konusu gıda veya yemi, piyasadan geri çekmek zorundadır.”

          Emriniz olur. Az sayıda istisnası ile dünyanın neresinde görülmüş, bir şirketin “yoğurdum ekşidir” dediği. Hindistan’da GDO’lu pamuğun verimsiz ve zararlı olduğunu 19 araştırma söylediği halde, bu araştırmaları hangi şirket dikkate almıştır.  

Madde 5/3’de şunlar yazıyor:

“GDO lu ürünlerin, bebek mamaları ve bebek formülleri, devam mamaları ve devam formülleri ile bebek ve küçük çocuk ek besinlerinde kullanılması yasaktır.”

Yani “aslında GDO’lar zararlıdır, bu yüzden bebekleri şimdilik affediyoruz. Büyüyünce onlar da başlarlar yemeğe” demekteler. Daha başka söze gerek var mı?

Madde 5/7’de şunları okuyoruz:

  “Gıda veya yemin % 0,5 ten fazla izin verilmeyen GDO içermesi halinde ithalatına, işlenmesine, nakline, dağıtımına ve satışına izin verilmez.”

İnsan veya çevre sağlığına zararlı bir ürünün azıcık karışmasının bir sakıncası olmadığı söylenmek isteniyor. Birazcık mikrop zarar vermez gibi bir ifade. Zararlı bir organizmanın şakaya gelmeyeceğini bilmiyorlar mı?

Madde 5/8’de şunları okuyoruz:

GDO’suz ürünlerin etiketinde ürünün GDO’suz olduğuna dair ifadeler bulunamaz.”

Eee, pes yani. GDO’lu gıdaları üretenler o kadar ürünlerine güvenmiyorlar ki her hangi bir gıda üreten bir şirket paketin üzerine ürününde GDO kullanılmadığını yazamıyor. Tarım Bakanlığına öneriyoruz: “trans yağ kullanılmamıştır”, “katkı maddesi kullanılmamıştır”, “domuz eti kullanılmamıştır” yazılmasını da yasaklasınlar. Ne farkı var? Çok mu masum bu madde. Bu isteğin ABD’de GDO’lu ürün üreten şirketlerin talebi olduğunu biliyorlardı şüphesiz. 

GDO’ya Hayır Platformunun da açıkladığı gibi “GDO’lu yemlerle beslenen hayvanların ve ürünlerinin de GDO’lu sayılması ve dolayısıyla etiketlenmesine ilişkin hiçbir maddenin yönetmelikte yer almaması da insan sağlığının hiçe sayıldığının en büyük göstergelerinden biridir.” İçtiğiniz süt artık çok daha tehlikeli olacak.

Yönetmeliği çiğneyenlere verilecek para cezaları büyük şirketleri ürkütecek düzeyde değildir.

Bütün bunlar insanlarımıza, çevreye yapılan bir zulüm değilse nedir? Artık GDO ile zehirlenme özgürlüğünüz var.

Ya şimdi ayağa kalk ve itiraz et,

Ya da sistemin mezbahasında uslu koyun olduğunu itiraf et.

October 28, 2009 Posted by | anti-kapitalizm, bu topraklar, tarim gida GDO | 1 Comment

GDO’LAR BEBEKLERE YASAK, ANNE BABAYA SERBEST!

gdo_cinnetmodern
Cartegena Biyogüvenlik Protokolü’ne taraf olan ve Meclisinde kabul eden Türkiye, son derece yaşamsal öneme sahip bir konuda gerekli yasal düzenlemeyi yaparak Ulusal Biyogüvenlik Yasası’nı çıkarmak yerine bir yönetmelikle GDO’ların ve ürünlerinin ülkemize girmesini meşru kılmıştır.

26 Ekim 2009 tarih, 27388 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren Gıda ve Yem Amaçlı Genetik Yapısı Değiştirilmiş Organizmalar ve Ürünlerinin İthalatı, İşlenmesi, İhracatı, Kontrol ve Denetimine Dair Yönetmeliğin insan yaşamı ve sağlığı, hayvan sağlığı ve refahı, tüketici çıkarları ve çevrenin en üst düzeyde korunması amacıyla hazırlandığı belirtilmesine karşın, getirilen düzenleme bunları sağlamaktan çok uzaktır. 

GDO’ların insan sağlığı üzerine etkileri konusunda bugüne kadar yeterli araştırmalar yapılmamışken, hayvanlar üzerindeki olumsuz etkileri üniversite raporları ile ortaya konurken, biyoçeşitliliği yok edici etkileri pek çok araştırma ile ispatlanmışken yasa yerine bir yönetmelik çıkarılarak bu olumsuzlukların giderilebilmesinin sağlanması mümkün değildir! Bu bağlamda tüketici sağlığını ve çevreyi korumak amacıyla gerekli tedbirleri almak görevi ve söz konusu gıda ve yemi piyasadan geri çekme zorunluluğunun “işletmeciye” bırakılması bu endişemizi haklı çıkarmaktadır!

GDO’lu ürünlerin bebekler için yasak, ancak anne ve babalar için serbest bırakılması toplum sağlığını ciddi tehlikeye atmaktadır. GDO’lar zararlı ve bu nedenle bebeklere yedirilmeyecek ise onu emziren ya da hamileliği esnasında karnında taşıyan annesine neden yedirilmektedir? Şayet GDO’ların hiçbir sağlık riski yok ise bebekler için neden yasaklanmıştır? GDO’ların hayvan denekler üzerinde yapılan denemelerde kan yapısını bozduğu, bağışıklık sistemini çökerttiği, sinir sistemini tahrip ettiği, organlarda küçülme meydana getirdiği ve sonraki nesillerde üreme yeteneğini bitirdiği bilimsel raporlarla kanıtlanmış durumdadır.

GDO’lu ürünlerde antibiyotik direnç geni kullanıldığı ve bunun da insan ve hayvan sağlığı açısından son derece zararlı olduğunu ülkemizde GDO’ya Hayır Platformu olarak yıllardır ifade ederken, biyoteknoloji lobileri ve onların temsilcileri bu ürünlerin hiçbir riski olmadığını söylemektedirler. Söz konusu yönetmelikte bu tür genleri içeren GDO ve ürünlerinin ülkemize sokulması ve piyasaya sunulmasının yasaklanmış olması platformumuzun bir başarısıdır, bu sonuç konuyla ilgili iddialarımızın ne denli doğru olduğunu göstermektedir. 

Getirilen düzenlemeyle “GDO’suz ürünlerin etiketinde ürünün GDO’suz olduğuna dair ifadelerin bulunmayacağının” belirtilmesi, düzenlemenin son derece taraflı ve yönetmeliğin kapsamı dışında olan bir uygulamadır. Hatırlanacağı gibi, Amerika’da bir biyoteknoloji şirketi, ürünlerine “GDO bulunmamaktadır” yazan bir firmayı dava ederek kendi satışlarını düşürmekle suçlamış, bu uygulamanın yaygınlaşması için lobi faaliyetleri başlatılmıştır. Bu açıdan çıkarılan yönetmelik, ülkemizde bu uygulamanın doğrudan kabul edilmesi insan, hayvan ve çevre sağlığından çok biyoteknoloji şirketlerinin çıkarlarının kolladığını göstermektedir. 

GDO’lu yemlerle beslenen hayvanların ve ürünlerinin de GDO’lu sayılması ve dolayısıyla etiketlenmesine ilişkin hiçbir maddenin yönetmelikte yer almaması da insan sağlığının hiçe sayıldığının en büyük göstergelerinden biridir! 

Türkiye’nin hiçbir GDO’ya ve ürününe gereksinimi yoktur! GDO’lar açlığa çare değildir! Biyolojik çeşitlilik üzerine büyük bir tehdittir! GDO’lar tarım ilacı kullanımını artırarak hem toprağı hem de içme sularımızı zehirlemektedir! Ayrıca daha fazla kullanılan bu tarım ilaçlarını insan ve hayvan organizmalarına girmektedir! Çiftçileri dev biyoteknoloji şirketlerine bağımlı kılmaktadır! 

GDO’ya Hayır Platformu insan, hayvan ve çevre sağlığını tehdit eden, kapitalist sömürü düzeninin gıda egemenliği üzerine kurgulanmış biçimi olan, sadece birkaç şirketin para kazanması için tüm bir insanlığın ve doğanın gözden çıkarıldığı GDO’lara karşı vereceği mücadelesini bundan sonra sokaklara, evlere, okullara, işyerlerine taşıyarak devam ettirecektir! Mücadelemiz başarıya ulaşıncaya, GDO’ları coğrafyamızdan atıncaya kadar devam edecektir!

GDO’YA HAYIR PLATFORMU

 
http://gdohp.blogspot.com/
http://www.karasaban.net/gdo%e2%80%99lar-bebeklere-yasak-anne-babaya-serbest-2/

October 27, 2009 Posted by | somuru / tahakkum, tarim gida GDO | Leave a comment

GDO’LAR SERBEST BIRAKILDI. ÜRETİCİLER VE TÜKETİCİLER BÜYÜK TEHDİT ALTINDA!!!

http://www.ekolojistler.org/gdolara-izin-veren-yonetmelik-yayinlandi-.-ureticiler-ve-tuketiciler-buyuk-tehdit-alt.html

n698280760_758165_2887

GDO’lara İzin Veren Yönetmelik Yayımlandı
ÜRETİCİLER VE TÜKETİCİLER BÜYÜK TEHDİT ALTINDA!!!

Tohumluklar dışındaki genetiği değiştirilmiş organizma ve ürünleri ile genetiği değiştirilmiş organizma ve ürünlerini içeren gıda ve yem maddeleri hakkında karar verme, işleme, ithalat, ihracat, izleme, tescil, etiketleme, kontrol ve denetim ile ilgili usul ve esasları kapsayan “Gıda Ve Yem Amaçlı Genetik Yapısı Değiştirilmiş Organizmalar Ve Ürünlerinin İthalatı, İşlenmesi, İhracatı, Kontrol Ve Denetimine Dair Yönetmelik” 26.10.2009 tarih ve 27388 sayılı Resmi Gazete ’de yayımlanarak yürürlüğe girdi. Genetiği Değiştirilmiş Organizmalara karşı çıkan ekolojist örgütler ise tepkilerini dile getirmek için yeni bir eylemlilik sürecine hazırlanıyor..

Gdo’ların yem ve gıda olarak kullanılmasına izin veren yönetmelikle ilgili bir açıklama yapan Ekoloji Kolektifi, “Gdo’lara izin veren hükümete seslenerek, Kopenhag iklim değişikliği zirvesine giderken gdonu da al git” dedi. Geçtiğimiz hafta Akdeniz Üniversitesi’nin biyoteknolojik yöntemlerle tarımsal üretime izin veren yönetmeliğine dava açıldığını söyleyen açıklamada, gıdayı tekellerine almak isteyen şirketler ülkeyi yönetiyor denildi.

Yapılan açıklamada “Tarım ve Köy İşleri Banklığı tarafından yayımlanan gdolara izin veren bu yönetmelik ile Türkiye gıda emperyalizminin tutsağı haline gelmiştir, bundan sonraki süreçte kentliler yedikleri besinlerin, köylüler ve çiftçiler ise ürettikleri ürünlerin geleceğinin ellerinden alındığını bilmelidir” denildi. Açıklamanın devamında ise şu ifadelere yer verildi.

“Türkiye’de yaklaşık beş yıldır Biyogüvenlik sistemine ihtiyaç duyulduğunu Gdoya Hayır Platformu bileşenleri ile haykırıyoruz. Buna karşın gıdayı ve tohumu gdolardan koruyan bir yasayı hükümet çıkarmamak için ayak diriyor. Bu da yetemezmiş gibi Cartagene Biyogüvenlik Protokolün’deki yükümlülüklerinin bile gerisinde bir yönetmelikle Türkiye’nin kapılarını gdolu ürünlere sonuna kadar açıyor. Gıda ve yemlerde gdo kullanımını serbest bırakıyor.

Sınır Kapılarında Denetim Yok

Sadece antibiyotiğe direnç geni taşıyan gdolu gıdalar ile gdolu bebek mamalarının ülkeye girişi yasaklanıyor. Peki bu ürünlerin ülkeye giriş yapmadığının tespitinin nasıl yapılacağını soracak olursanız, bakanlık bu konuda bile hiçbir tedbir almaya gerek duymuyor. Bu konuda gerektiğinde bir düzenleme yapılacağı belirtiliyor. Peki bu hükümetin sayın Bakanlığı siz denetimini yapmadığınız bu ürünlerin ülkeye girip girmediğini nasıl denetleyeceksiniz. Daha önce sorduk bir kez daha soruyoruz, çocuklar için zararlı gördüğünüz gdolar neden büyükler için zararlı değildir.”

Basitleştirilmiş İzin Sistemi

Gdolu ürünleri Türkiye’ye ithal etmek isteyen kişi ve şirketler için basitleştirilmiş bir izin sistemi getiren yönetmelik kapsamında gdolu gıda ve yemlerin risklerinin hangi kriterlere göre yapılacağına ilişkin bir düzenleme yapılmıyor. Bu gıda ve yemlerin hangi koşullarda riskli olacağının belirli koşullara bağlanmamasının tüketiciler ve üreticiler açısından büyük sakıncaları olacağını belirten Ekoloji Kolektifi, “ekonomik ve sosyal risk kriterleri belirlenmediğinde, bu ürünlerin takibi ve denetimi konusunda bir alt yapı oluşturulmadığında, yem olarak giren ürünlerin tohum olarak kullanılmasının önü alınamayacağı gibi, bu gıdalardan kaynaklı yaşanacak sağlık sorunlarının da neler olduğunun tespitinin mümkün olamayacağını” belirtiyor.

GDO’lu Gıdalara Etiket Bile Yok

Genetiği değiştirilmiş ürünleri tüketmek istemeyen tüketicilere seçme hakkı bile tanımayan bu yönetmelik uyarınca ancak binde dokuzun üzerinde gdo içermesi durumunda bu gıda ve yemlerin etiketleneceğini düzenleniyor. Buna göre tüketicilerin hangi üründe gdo olduğunu bilebilme olanağı da tamamen ellerinden alınıyor. Gdosuz ürün üreticilerinin ise ürünlerinin üzerinde gdosuz olduğunu belirtmeleri yasaklanıyor.

GDO’lu Yemler Tohum Olarak Kullanılabilir

Gdolu yemlerin hayvanlar tarafından tüketilmesi ve hayvanlardan da insanlara bu gdoların geçişi karşısında bu ürünleri ithal eden, satan ve kullandıran kişilere hiçbir cezai sorumluluk getirilmiyor. Aynı zamanda bu yemelerin tohumluk olarak kullanılmasının nasıl engelleneceği, tohumluk olarak kullanıldığı zaman yaptırımın ne olacağı da yönetmelik de düzenlenmiş değil. Bu durum ülkenin genetik varlıklarını tehdit edeceği gibi tarım ve hayvancılık sistemlerinde de onarılmaz yaralara yol açabilir.

Köylüler ve Çiftçileri Zor Günler Bekliyor

Bu ürünlerin kullanılmasından doğacak zararla ilgili şirketlere para cezası dışında bir yaptırım ise öngörülmemiş. Ürünlere İlişkin Teknik Mevzuatın Hazırlanması Ve Uygulanmasına Dair Kanun, Yem Kanunu, Gıdaların Üretimi, Tüketimi Ve Denetlenmesine Dair Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabulü Hakkında Kanun hükümleri uyarınca, gdolu gıda ve yemlerden doğacak zararlarla ilgili adli ve idari para cezası öngören yönetmelik çiftçilerin ve köylülerin bu ürünleri kullanımlarından kaynaklanan doğrudan ve dolaylı zararlarının nasıl tazmin edileceğine yönelik bir ip ucu bile sunmuyor. Bu durumda ekosistem ve tarımsal yapılarda onarılmaz tahribata yol açan gdo üreticisinin ürünlerinin piyasadan toplatılması ve uygulanacak para cezası ile kurtulmasının alt yapısı oluşmuş durumda.

Dipten Gelen Sese Kulak Verin

Ekolojist sosyalist çiftçi, tüketici, kentli ve köylü örgütleri tarafından dava konusu edilmesi beklenen yönetmelik, iklim değişikliği zirvesine hazırlanan Türkiye’nin politik yönelimini de ortaya koyuyor. Aralık ayı içinde BM 15 taraflar Konferansı kapsamında iklim değişikliğine neden olan gıda, su, enerji, tarım gibi konularda, hükümetin gıdayı, suyu, toplum sağlığını önceleyen politikalara ağırlık vermeyeceğini gösteriyor. Gıda egemenliği ekseninde, tohumun ve tarımın kamusal politikalarla desteklenmesi; fosil yakıtlardan vazgeçilmesini, kentlerin kapitalist dönüşümüne karşı yeni bir sürece hazırlanılması gerektiğinin altını çizen Ekoloji Kolektifi, önümüzdeki günlerde, gıdanın, suyun, toprağın ve toplumun geleceği için dipten gelen dalga adı altında pek çok örgütün birleşik bir eylem süreci yaratacağını vurguluyor.

Ekolojistler.org haber
26.10.2009 Pazartesi

October 26, 2009 Posted by | anti-endustriyalizm, anti-kapitalizm, tarim gida GDO | Leave a comment

MST Topraksız İşçi Hareketi – Diyar Saraçoğlu

mst2
– – 04 Şubat 2009
(Movimento dos Trabalhadores Rurais Sem terra)

Topraksız İşçi Hareketi (MST)serbest piyasa kapitalizmine ve onun ideolojisi olan neoliberalizme karşı Latin Amerika’da direnişte önemli rol oynayan hareketlerden biridir.

Topraksızlar, önceden belirledikleri büyük toprak sahiplerine ait toprakları işgal edip burada alternatif bir yaşam sürmekte. “İşgal et, diren ve üret”, kısa adıyla MST’yi anlatmanın en iyi yolu.

MST bütün eylemlerini 1964 Brezilya toprak yasasının “Özel mülkler, ekilmediği ya da mülk sahibi ile işçiler arasında çelişkiler ortaya çıktığı ya da çevresel zararın doğduğu koşullarda kamulaştırılabilir” ile ilgili maddesine göre yapmaktadır.

Askeri diktatörlükten uzun yıllar sonra, Brezilya yeni demokratik esintilerden nasibini alıyordu. Halkın memnuniyetsizliğini ortaya koyan eylemler hızla artmıştı, özellikle Sao Paulo’nun dış mahallelerinde önemli sendika mücadeleleri yaşanıyordu; bunlar İşçi Partisi ve sonrasında Birleşik İşçiler Sendikası’nın orijinal çıkış noktasını teşkil ediyordu.

Bu durum, diğer şeyler arasında, ordu tarafından uygulanan ekonomik modelde baş gösteren krizin yarattığı bir boşalmaydı. Bu krizin bir sonucu olarak, -ülkenin Güney ve Orta bölgelerinin kırsal kesimlerinin kapitalist modernleşmesi nedeniyle olduğu kadar Kuzey ve Orta-Batı bölgelerdeki kuraklık ve sefalet nedeniyle topraklarını terk eden- köylülerin şehirlerde iş bulma olasılıkları gittikçe azaldı. Diğer yandan, tarımsal koloni bölgelerine göç etmek de bir çözüm olarak işe yaramadı. Köylüler açısından tek çıkış yolunun yaşadıkları yerlerdeki toprağı yeniden ele geçirmelerine olanak sağlayacak farklı eylemler aramak olduğu -özellikle ülkenin bütün bölgelerinden yeterinden fazla işlenmemiş toprak olduğu göz önünde bulundurulursa- çok daha açık hale geldi. Böylelikle 70’li yılların sonu itibariyle toprak işgalleri başladı.
pict_cuh12_016_full

Hareket önceden belirlediği toprağı işgal edip geceleri kamyonlarla, traktörlerle getirdiği aileleri buralara yerleştirmekte. Yerleşimin ardından güvenlik en büyük sorun çünkü toprak sahiplerinin saldırıları her şekilde devam etmekte. İlk yerleşimden sonra karar alma sürecinden, toprağın işletilmesine kadar her şey kolektif olarak yapılmakta.
Hareket toprağı zapt etmenin ve köylü ailelerini yerleştirmenin yeterli olmadığının farkında; ayrıca köylüler için toprağı işleme koşullarını yaratmak ve yaşamlarını sürdürmeleri için zorunlu ihtiyaçları temin etmek zorunda. Teknolojik devrimin modern tekniklerini kullanmalarına olanak sağlayan teknik bilgi, krediler, tohumlar, makineler olmadan; ürünlerini satacakları pazarlar olmadan, toprak bir özgürlük alanı olmak yerine bir kâbusa dönüşüyor ve çareyi toprağı çok düşük fiyatlara satmakta ya da tamamen terk etmekte buluyorlar. Bu nedenle, MST toprağın zapt edilmesiyle mücadelenin bitmediği gerçeğinde ısrar ediyor; diğer hedeflerine ulaşmak için örgütlü bir biçimde mücadeleyi devam ettirmeleri gerekmekte.

Topraksızların mücadeleleri sırasında üretmeye çalıştıkları alternatif yaşam biçimine göz atacak olursak;

Kolektif karar alma: Herkesin söz sahibi olduğu hiyerarşik bir yapının olmadığı karar sürecini işletmekteler…

Alternatif Eğitim: Teorik ve pratik olarak, alışılan örneklerin aksine (bizim ve diğer ülkelerde verilen) eğitimler almaktalar.

Teorik Dersler: Gramsci, Rosa Luxemburg, Marx, Engels, Lenin, Paulo Freire
Pratik Dersler: Tarımda karşılaşılan Sorunlar

Yeni Tip Yapıların İnşaatı

Sağlıklı İlk Yardım

Alternatif Doğal Tıp: Tekellerin elinde bulunan sağlık sektörü karşısında kendi yetiştirdikleri bitkilerden oluşan ilaçların kullanıldığı, herkesin ücretsiz yararlandığı bir sağlık hizmeti sağlanmakta. Hareketin içindekiler “Eğer bir bitkiyi sen yetiştirirsen o seni iyileştirmek ister” mantığına sonuna dek inanmakta ve doğal tıp yöntemlerinin geliştirilmesi için sürekli çalışmakta.

Ekolojik Tarım: Tüm dünyayı ele geçiren GDO tohumlu tarım ürünleri yerine tamamen ekolojik bir tarım yapılmakta.

Öyle ki diğer herkes Topraksızların yaptıkları doğal tarıma o kadar güvenmekte ki Topraksızların işgal ettiği alanlardan elde edilen balları (tamamen doğal oldukları için) alabilmek için çok yüksek ücretler ödemeyi göze alarak sıraya girmiş vaziyette.

Ayrıca uluslararası tarım tekellerine karşı kendileri ve diğer küçük çiftçiler için tohumlar da üreterek terminatör tohumlara karşı üretimi sürekli kılmaktalar.

Bütün bunları gerçekleştirirken hareket hiçbir zaman bürokratik bir yapıya bürünmemiş vaziyette. Kolektif liderlerden oluşan harekette, genel başkan ya da sekreter gibi bir kavram yok. Böyle bir yapının oluşması halinde hareketlerinin amacından şaşacağına inanıyorlar.

MST kendi yol haritasını çıkartırken Marx’tan tutun da Mao’ya, Özgürlük Teolojisine, çevreci akımlardan, feminist hareketlere kadar birçok alandan fikirler çıkartarak şekillendirmekte. Toprak reformunun tek başına yeterli olmadığını bütün alanlarda bir değişim kaydedilmesi gerektiğini savunmaktalar.

Hareket kendi içerisinde değişimin de birebir gözlenebildiği bir yapıda. Örneğin Charles Trocate isimli işçi, harekete ilk katıldığında okuma yazma dahi bilmezken şimdi eğitim koordinatörü olarak çalışmaktadır.

MST sesini herkese duyurabilmek için birçok değişik yola başvurmakta. Büyük ve uzun yürüyüşler de bu yöntemlerden biri. 2006 yılında 12700 kişinin katılımdan oluşan 267 km uzunluğundaki büyük yürüyüşte seslerini daha iyi haykırma fırsatı buluyor hareket. Bu yürüyüşte herkesin kucağında yolu tamamlayan 8 aylık bebekten tutun da 89 yaşındaki yaşlılara kadar herkes yer almakta. Yürüyüş tüm yolculuk süresince büyük bir coşkuyla sürmekte. Bir yandan gitar çalıp, dans edip bir yandan da seslerini tüm dünyaya haykırıyorlar. Yürüyüş başkent Brasil’e varıldığında yapılan bir eylemle sona ermekte. Bu yürüyüş eylemi kendi tabirleriyle toprağın büyük toprak sahiplerinin elinde toplanmasına ve çokuluslu tekellere peşkeş çekilmesine karşı yapılmış bir eylem.

MST yürüyüş sırasında ve diğer birçok eyleminde

-Kadın Çiftçi Hareketi

-Baraja Karşı Hareket.

-Küçük Çiftçiler Hareketi

-İşgal Fabrikaları İşçileri

-ve Devrimci Kiliseler, gibi yapılanmalar tarafından da desteklenmekte. Böylece temelde aynı istekler için mücadele veren birçok yapının dayanışması da sağlanmakta.

Bütün bunları gerçekleştirirken maddi problemlerinin büyük kısmını ise yine kendileri karşılamakta. Yukarıda adı geçen hareketler de maddi desteklerini topraksızlardan esirgememekte.

MST yıllar süren mücadelesinden kendi deyimleriyle 4 sarsıcı kavramı ortaya çıkarmıştır:

Üretimden sanatsal üretim sürecine dek uzanan kolektif yaşam tarzı.

Beyinsel-Bedensel çalışmanın simgelediği eğitim sisteminin özgürlüğü.

Bir bakış birliği içerisinde fikirsel çeşitliliğe olan saygısı.

Neoliberal politikalar karşısında ısrarcı karşı duruşu.

Yaklaşık 30 yıllık bir geçmişe sahip olan topraksız hareketi her geçen yıl biraz daha büyüyüp gelişmekte. Şu anda hareketin işgal ettiği toprakların yüzölçümü İrlanda’nın, Belçika’nın yüzölçümünden daha büyüktür.

MST nihai hedefini “Demokrasi, ulusal egemenlik ve eşitliğe dayalı bir sosyalist toplum” olarak nitelemekte.

Topraksızlar kısacası başka bir dünya istiyor ve bunun için mücadelesine de her daim devam edecek… Ve bizim kendi mücadelemizde onlardan almamız gereken çok ders var.

Kaynaklar

* MST Web Adresi: http://www.mst.org.br

* Topraksızlar, Metin Yeğin

* http://en.wikipedia.org/wiki/Landless_Workers%27_Movement

* http://www.mstbrazil.org

diyarsaracoglu@gmail.com

http://www.latinbilgi.net/index.php?eylem=yazi_oku&no=2447

October 26, 2009 Posted by | anti-kapitalizm, ezilenler, isyan, kir yasami, sistem karsitligi, somuru / tahakkum, tarim gida GDO, yerli - yerel halklar | Leave a comment

KÖYLÜLER BÜTÜN DÜNYA’DA MONSANTO VE GDO ‘LARA KARŞI AYAKTA.

Via Campesina’nin Monsantoya karsi mucadelesinin basin aciklamasi:

Çeviri : Timuçin Bingöl-Birleşmiş Milletler, Gıda ve Tarım Organizasyonu’nun ilan ettigi Uluslararası Dünya Gıda Günü olan bugün (Meksika, 16 Ekim 2009), La Via Campesina, gıdanın bağımsızlığı adına, dünya çapında, müttefikleriyle beraber Monsanto ve Genetigi Degistirilmis Organizmaların (GDO) tamamen reddedilmesini ifade etmek amacıyla harekete geçiyor.

Bugün ABD’de, Maine ve Wisconsin’de, Monsanto’ya karşı protestolar ve tartışmalar yer alıyor. Brezilya’da Vie Campesina üyeleri Monsanto ve Syngenta genel merkezlerinde eylemler gerçekleştiriyorlar. Avrupada, GDO’ların kullanımını yasaklayan dokuz ülkede, Vıa Campesina’nın organize ettigi anti- Monsanto ekibi bölgeyi baştan başa geziyorlar. Hindistan’da binlerce çiftçi ve yoldaşları açlık grevi ve arazi işgali uyguluyorlar. La Via Campesina’ nın bulunduğu enaz 20 ülkede ve 9 bölgede eylemler yürütülmektedir.

Bu sırada dünya liderleri, Kasım ayında Roma’da düzenlenecek olan ve Küresel Yönetişim ve Tarımticareti Şirketlerinin, dünya çapında GDO’lu tarımın artışının hızlandırılması için, kıtlık çeken ülkelerin umutsuzluğunu kullandıkları Dünya Gıda Zirvesi’nde buluşmaya hazırlanıyorlar. Obama hükümetinin gelisen ulkelere tarım amacıyla kullanılmak üzere tahsis etmek istediği 1 milyar doların uzerindeki acil fon teklifi ve ABD hükümeti’nin Dunya Gıda Güvenligi yasa tasarısı da bu amaca üstü kapalı olarak destek veren bir girişimdir.

Köylüler, topraksız işçiler, göçmenler, yerli halk ve tüketiciler, uluslararası şirketler olan Syngenta, Dupont ve Bayer’le birlikte özellikle Monsanto’nun, dünya tohumlarının yarısından fazlasını kontrol altında tuttuğunu ve böylece köylüleri ayakta tutan tarım ve tüm insanların gıda bağımsızlık hakkının esas düşmanları olduğunu belirtmişlerdir. La Via Campesina, insanlığın mirası olan yerel tohumları, şirketler ve patentlerden koruma adına sürekli bir kavga içindedir.16 Ekim olan bugün, hareketimizin gücü, kamuoyunu Monsanto’nun gıda sistemini elegeçirmesinin reddine çalışıyor. Via Campesina Kuzey Amerika Koordinatörü Dena Hoff ” Şimdi tüm sivil toplumun bu durumun ciddiyetini anlama zamanıdır, kuresel para gıdamızı kontrol etmemeli ve bu kararları kapalı kapılar ardında almamalıdır. Gıdamızın geleceği, kaynaklarımızın korunması, ve özellikle tohumlarımız, insanların hakkıdır.” demiştir.

UMUDU KÜRESELLEŞTİR, KAVGAYI KÜRESELLEŞTİR !!

http://www.karasaban.net/koyluler-dunya-capinda-monsanto-gdo-lara-karsi-ayakta/#more-2699

October 19, 2009 Posted by | anti-endustriyalizm, isyan, somuru / tahakkum, tarim gida GDO | Leave a comment

Doğal Tarımın Dört İlkesi – Masanobu Fukuoka

052-080-01
http://yabanil.net/?tag=masanobu-fukuoka

Doğal Tarımın Dört İlkesi
24 Mayıs, 2007
Masanobu Fukuoka

Bu tarlalarda gezerken dikkatle bakın. Pervane böcekleri ve güveler telâş içinde uçuşurlar. Balarıları çiçekten çiçeğe konarlar. Yaprakları aralarsanız gölgenin serinliğinde oynaşan böcekler, örümcekler, kurbağalar, kertenkeleler ve diğer küçük hayvanlar görürsünüz. Köstebekler ve yer solucanları toprağı kazarlar.

Bu dengeli bir pirinç tarlası ekosistemi. Böcek ve bitki toplulukları burada düzenli bir ilişki sürdürüyorlar. Bir bitki hastalığının bütün tarlayı kaplamasına karşın mahsûlün hiç etkilenmediğini görmek alışılmadık bir şey değil.

Ve şimdi, bir an için komşunun tarlasına bakın. Yabanî otlar, herbisit[1] kullanılarak ve toprağın sürülmesi yoluyla tamamen temizlenmiş. Toprakta yaşayan hayvanlar ve böcekler ilaçlar sayesinde yok edilmiş. Kimyasal gübre kullanılarak toprağın organik maddeleri ve mikroorganizmaları tümüyle yakılmış. Yazın tarlalarda çalışan çiftçilerin gaz maskeleri ve lastik eldivenler giydiklerini görebilirsiniz. 1500 yıldır sürekli olarak tarım yapılan bu pirinç tarlaları, tek bir kuşağın sömürücü tarım uygulamaları nedeniyle heba olmuştur.

Dört İlke

Birincisi TOPRAĞI İŞLEMEMEKTİR, yani toprağı sürerek ya da belleyerek altını üstüne getirmemektir. Yüzlerce yıldır, çiftçiler toprağı sürmenin ürün yetiştirmek için gerekli olduğunu varsaydılar. Ama toprağın sürülmemesi doğal tarım için esastır. Toprağın sürülmesi bitki köklerinin yayılması ve mikro organizmaların, küçük hayvanların ve yer solucanlarının aktiviteleri gibi doğal yollardan kendi kendine gerçekleşir.

İkincisi SUNÎ (KİMYASAL) GÜBRE YA DA HAZIRLANMIŞ KOMPOST KULLANMAMAKTIR.[2] İnsanlar doğanın işine karışınca, ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar, açılan yaraları kapatamazlar. Pervasız tarım uygulamaları toprağın ihtiyaç duyduğu besinleri yok eder ve bunun sonucunda toprak yıldan yıla zayıflar. Eğer toprak kendi haline bırakılırsa, düzenli bitki ve hayvan yaşamı döngüsüne bağlı kalarak doğal yoldan verimliliğini korur.

Üçüncüsü TOPRAĞI SÜRME YA DA HERBİSİT KULLANMA YOLUYLA YABANÎ OTLARI TEMİZLEMEMEKTİR. Yabanî otlar, toprak verimliliğini oluşturmakta ve canlı topluluğunun dengesini sağlamakta üzerlerine düşen rolü oynarlar. Temel bir ilke olarak yabanî otlar yok edilmemeli, denetim altında tutulmalıdır. Sap malçı, mahsûllerin arasına ekilmiş beyaz yoncadan oluşan bir zemin örtüsü ve geçici olarak su basmak (göllemek) benim tarlalarımda etkin bir yabanî ot denetimi sağlıyor.

Dördüncüsü KİMYASALLARA BAĞLI KALMAMAKTIR.[3] Toprağın sürülmesi ve sunî gübre kullanılması gibi doğal olmayan uygulamaların sonucunda zayıf bitkiler ortaya çıktığından beri, hastalık ve böcek dengesizliği tarımın büyük sorunlarından biri haline geldi. Doğa, kendi haline bırakıldığında, kusursuz bir denge içindedir. Zararlı böcekler ve bitkiler her zaman vardır, ama sayıları doğada, zehirli kimyasalların kullanılmasını gerektirecek miktarda artmaz. Hastalık ve böcek denetimine karşı duyarlı bir yaklaşım, sağlıklı bir çerçevede dayanıklı ürünler yetiştirmektir.

Toprağın Sürülmesi

Toprak sürüldüğü zaman doğal ortam tanınmayacak şekilde değişir. Bu gibi girişimlerin geri tepmesi, kuşaklar boyunca çiftçinin kâbus görmesine neden olmuştur. Örneğin, doğal bir alan sürüldüğü zaman yengeç çayırı (digitaria), çatalotu, labada ve kuzukulağı gibi çok güçlü otlar bitki örtüsünü egemenlikleri altına alırlar. Bu otlar kök saldıkları zaman, çiftçi her yıl yabanî otları ayıklamak gibi neredeyse imkânsız bir işle baş başa kalır. Büyük sıklıkla, tarla terk edilir.

Bu gibi sorunlarla uğraşmakta tek duyarlı yaklaşım, en başta durumu yaratan doğal olmayan uygulamalardan vazgeçmektir. Çiftçi, aynı zamanda, neden olduğu hasarı onarma sorumluluğu taşır. Toprağı sürmekten vazgeçilmelidir. İnsan yapımı kimyasal maddeler ve makineler kullanarak yok etmeye yönelik bir savaş sürdürmek yerine, sapları yaymak ve yonca ekmek ibi yumuşak yöntemler kullanılırsa, çevre doğal dengesine geri döner ve sorun çıkaran yabanî otlar bile deneyim altına alınabilir.

Suni Gübre

Toprak verimliliği uzmanlarıyla sözleşirken hep şu soruyu sormamla tanınırım: “Eğer bir tarlayı kendi haline bırakırsanız verimliliği artar mı, yoksa azalır mı?” Genellikle biraz sustuktan sonra şuna benzer bir yanıt verirler: “Evet, bir bakalım… Azalır. Hayır, hatırlarsak, bir pirinç tarlasına uzun süre hiç sunî gübre verilmediğinde, alınan ürün dönüm başına 240 kg seviyesinde sabitlenir. Toprak ne güçlenir ne de zayıflar.”

Bu uzmanlar sürülmüş ve göllenmiş bir tarladan söz ediyorlar. Eğer doğa kendi haline bırakılırsa verimlilik artar. Bitki ve hayvanların organik atıkları yüzeydeki bakteri ve mantarlar tarafından çürütülür. Yağmur suyunun hareketiyle, besinler toprağın derinliklerine taşınarak mikroorganizmalara, yer solucanlarına ve diğer küçük hayvanlara yiyecek olur. Bitki kökleri, en alt toprak kademesine uzanarak besinleri tekrar yüzeye taşırlar.

Toprağın doğal verimliliği hakkında bir fikir sahibi olmak istiyorsanız, bir ara dağlara doğru yürüyüşe çıkın ve sunî gübre olmadan ve toprak sürülmeden büyüyen dev ağaçlara bir bakın. Doğanın verimliliği hayal gücümüzün ulaşabileceklerinin ötesindedir.

Doğal orman örtüsünün kesin ve birkaç kuşak boyunca Japon kızılçamı ve sedir ağaçları dikin. Toprak zayıflar ve erozyona açık hale gelir. Diğer yandan, toprağı zayıf, kırmızı killi bir yapıda olan çıplak bir dağ alın ve çam ya da sedir ağacıyla birlikte zemin örtüsü olarak yonca ve çevrince ekin. Yeşil gübre[4] toprağı zenginleştirdiği ve yumuşattığı için, ağaçların altında yabanî otlar ve çalılar yetişir ve zengin bir yeniden gelişme döngüsü başlar. Bazı durumlarda toprağın en üstteki 10 santimlik kısmı on yıldan kısa bir sürede zenginleşir.

Tarım mahsûlleri yetiştirilmesinde de hazırlanmış gübre kullanımı terk edilebilir. Çoğu durumda, kalıcı bir yeşil gübre örtüsü ile tüm sap ve kabukların tarlaya verilmesi yeterli olacaktır. Sapın çürümesini kolaylaştıracak hayvan gübresi sağlamak için ördekleri tarlaya salardım. Eğer yavru ördekler, fideler henüz gençken tarlaya salınırlarsa, pirinçle birlikte büyürler. On ördek, bir dönüm için gerekli tüm gübreyi sağlar ve aynı zamanda yabanî otları kontrol altında tutar.

Bunu, sonradan yapılan bir otoyol yüzünden ördeklerin yolu geçerek tarlalara gidip sonra da kümese geri dönmeleri imkânsız hale gelinceye kadar yaptım. Şimdi sapların çürümesini kolaylaştırmak için az miktarda tavuk gübresi kullanıyorum. Diğer bölgelerde, ördek ve otlayan diğer küçük hayvanların kolayca kullanılmaları hâlâ mümkün.

Çok fazla gübre kullanmak da sorunlara yol açabilir. Bir keresinde, pirinç dikiminin hemen ardından, 5 dönüm yeni ekilmiş pirinç tarlasını bir yıllığına kiraladım. Tarlalardaki büyün suyu boşalttım ve kimyasal gübre kullanmadan, yalnızca az miktarda tavuk gübresi kullanarak devam ettim. Tarlaların dördündeki mahsûl normal şekilde gelişti ama beşincide, ne yaparsam yapayım, pirinç bitkileri çok kalın çıktılar ve samyelinin neden olduğu yaprak yanıklığı hastalığının saldırısına uğradılar. Tarlanın sahibine bunu sorduğumda, bana tavuk gübresini kış boyunca o tarlaya döktüğünü söyledi.

Sap, yeşil gübre ve biraz kümes hayvanı gübresi kullanarak, hiç kompost ya da ticarî gübre kullanmadan da yüksek verim alınabilir. Onlarca yıldır arkama yaslanıp doğanın toprağı havalandırma ve gübreleme yöntemini gözlemliyorum. Ve izlerken de, dünyanın kendi verimliliğinin hediyeleri olarak gayet bereketli sebze, narenciye, pirinç ve kış tahılı mahsûlleri alıyorum.

Yabanî Otlarla Başa Çıkmak

Yabanî otlarla uğraşırken akılda tutulması gereken bazı temel noktalar şunlardır:

Toprağın sürülmesine son verildiği zaman yabanî otların sayısı ciddi ölçüde azalır. Aynı zamanda, belli bir alandaki yabanî ot türleri de değişir.

Eğer tohumlar, önceki ekin hâlâ tarladayken serpilirse, yabanî otlardan daha önce filizlenir. Kış yabanî otları, ancak pirinç hasadından sonra filizlenirler, ama o zamana kadar kış mahsûlü hemen sonra filizlenir, ama pirinç halihazırda güçlü bir şekilde büyümektedir. Tohumlamayı ürünler arasında zaman boşluğu bırakmayacak şekilde zamanlamak, ekine yabanî otlar karşısında büyük bir avantaj sağlar.

Hasadın hemen ardından büyün tarla sapla örtülürse, yabanî otların filizlenmeleri yarıda kesilir. Aynı zamanda ekinle birlikte beyaz yonca ekmek de yabanî otları kontrol altında tutar.

Yabanî otlarla mücadele etmek için genellikle kullanılan yöntem toprağı sürmektir. Ama toprak sürüldüğü zaman, derinlerde yatan ve başka türlü gelişme şansları olmayan tohumlar, toprağın yüzeyine çıkarak orada filizlenme şansını yakalarlar. Bundan da öte, bu koşullarda çabuk-filizlenen, hızlı-büyüyen türlere avantaj sağlanmış olur. Bu nedenle, denilebilir ki yabanî otları kontrol altında tutmak için toprağı süren çiftçi, biraz da gerçek anlamda, kendi talihsizliğinin tohumlarını atmaktadır.

“Zararlıların” Kontrolü

Hâlâ bazı insanlar var ki, kimyasal kullanmazsa meyve ağaçlarının ve tarladaki ekininin gözleri önünde solacağına inanıyor. İşin gerçeği şu ki, insanlar kimyasalları kullanmak suretiyle, istemeden de olsa, bu temelsiz korkularını gerçeğe dönüştürebilecek koşulları hazırladılar.

Geçtiğimiz günlerde, Japon kızılçamları bir çam kabuğu biti salgınından ağır zarara uğradı. Şimdi ormancılar helikopterler kullanarak havadan ilaç püskürtme yoluyla bunu durdurmaya çalışıyorlar. Bunun kısa vadede etkili olacağını inkâr etmiyorum, ama biliyorum ki, bunun başka bir yolu olmalı.

Son araştırmalara göre, bit yanıkları doğrudan istilâlar değildirler ve aracı ipliksolucanlarının hareketlerini izlerler. İpliksolucanları ağaç gövdesinin içinde ürer, su ve besin taşınmasını engeller ve sonunda çamın kuruyup ölmesine yol açarlar. Temeldeki neden, şüphesiz, henüz açıkça anlaşılamamıştır.

İpliksolucanları ağaç gövdesinin içindeki bir mantarla beslenirler. Neden bu mantar ağacın içinde böylesine çoğalarak yayılmaya başladı? Mantar çoğalmaya başladığında ipliksolucanları orada mıydı? Yoksa ipliksolucanları, mantar zaten orada olduğu için mi ortaya çıktı? Sonunda, kimin önce geldiği sorusuna varıyoruz: Mantar mı yoksa ipliksolucanı mı?

Daha da ötesi, hakkında çok az şey bilinen ve mantara eşlik eden bir başka mikrop ve mantar için zehirli olan bir de virüs var. Her yönden müdahale üstüne müdahale gelse de söylenebilecek bir tek şey var, alışılmadık sayılarda çam ağacı hızla kuruyor.

İnsanlar çam bitinin gerçek nedenini bilemezler, uyguladıkları “çözümün” nihaî sonuçlarını bilemedikleri gibi. Eğer bu durumla bilgisizce uğraşılırsa bu ancak bir sonraki büyük felaketin tohumlarını atar. Hayır, kimyasal ilaç püskürtmeyle bitten gelen zararın azaldığını bildiğim için sevinemem. Tarımsal kimyasallar kullanmak bunun gibi sorunları çözmek için en uygunsuz yoldur ve bunun yapacağı tek şey gelecekte daha büyük sorunlara yol açmaktır.

Doğal tarımın bu dört ilkesi (toprağı sürmemek, sunî gübre ve hazırlanmış kompost kullanmamak, yabanî otları toprağa sürerek ya da herbisitlerle yok etmemek, ve kiyasallara bağlı kalmamak) doğal düzene uyar ve doğanın zenginliğinin tazelenmesine yol açar. Bütün çabam bu düşünce çizgisinde oldu. Benim sebze, tahıl ve narenciye yetiştirme yöntemimin özü budur.

***
1 Yabani otları öldürmek için kullanılan kimyasal maddelerin ortak adı.
2 Gübre olarak Bay Fukuoka beyaz yoncalardan oluşan bir emin örtüsü kullanır, dövülmüş sapları tarlaya geri verir ve az miktarda kümes gübresi ekler.
3 Bay Fukuoka hiçbir kimyasal madde kullanmadan mahsûllerini yetiştirir. Bazı meyve ağaçlarına böceklerin tırmanmasını engellemek için makine yağı çözeltisi kullanır. Kalıcı ya da geniş spektrumlu zehirler kullanmadığı gibi bir ilaçlama “programı” da yoktur.
4 Yonca, burçak ve çevrine gibi toprağı tavına getiren ve besleyen zemin örtüsü bitkileri.

October 14, 2009 Posted by | anti-endustriyalizm, antropoloji, arkeoloji, ekokoy - permakultur, ekoloji, kir yasami, tarim gida GDO, Uncategorized | 1 Comment

%d bloggers like this: