Yığın olarak kitle – Baudrillard üzerine

Kitleler, kitle olarak düşünüldüğünde, toplumu ve dolayısıyla toplumsal olanı göz ardı etmek imkansızdır. Bu yüzden de kitle ile birlikte ele alması gereken diğer bir unsur da “toplumsal” dır. Bu yazıda kısaca, kitlenin toplumsal olanı simülasyona uğrattığı fikri üzerinde durulacaktır.
Günümüz toplumları varlıklarını devam ettirebilmek için sembolleri tekrar tekrar üretirlerken kitleleri de yeniden üretmeye çalışmaktadır. Bir bakıma kitleleri güdümlemeye uğraşmaktadırlar. Aslında bunu yapmaya çalışırken de günümüz modern toplumları kendi sistemi içinde yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kalmaktadır. Çünkü iktidar, kitleyi güdümleyebilmek için kitle iletişim araçlarıyla birlikte anlamları sürekli ve düzensiz olarak üretmektedir. Daha doğrusu kitle iletişim araçları, anlamdan yoksun mesajlar üretmektedirler.
Tüketim toplumu kitlenin güdümlenebilmesine ihtiyaç duyuyor. Düz mantıkla düşünecek olursak kitle aktif bir duruma geçmezse tüketimin gerçekleşmeyeceğinden korkuyor.
Kitleyi güdümlemekte kullanılan en etkili silah, kitle iletişim araçlarıdır. Kitle iletişim araçları, kitlelere sonsuz sayıda ve renkli şölenler halinde anlam pompalar. Bu bombardıman karşısında kitlelerin tepki vermesi beklenir. Yani önceden sistem tarafından tepkisizleştirilmeye çalışılan kitle, artık yine sistem tarafından tepki vermeye zorlanmaktadır. Çünkü daha önce de bahsettiğimiz gibi, sistem kendi kazdığı kuyuya kendisi düşmüş ve varoluşunu tehlikeye sokmuştur. Eğer kitle, kitle iletişim araçlarının pompaladığı bu haberleri, sembolleri, mesajları anlamlandırmazsa, tüketim gerçekleşmeyecek ve böylece sistemin sonu gelecektir. Bu yüzden kitlenin tepkisini ortaya çıkartmak ve ölçmek için günümüzde kitle iletişim araçlarını kitlelere testler yöneltmektedirler. Dergilerde, televizyon programlarında ve gazetelerde yayınlanan kişilik testleri gibi testler bu çabaya hizmet etmektedir.
Baudrillard’a göre tüm kitleyi güdümleme çabaları yersizdir. Kitle, kendisine yönlendirilen bu sembolleri, kendi içinde eritip yok etmektedir. Bollukları yüzünden anlamdan yoksun kalmış olan tüm semboller, Baudrillard’ın deyimiyle kitlelerin üzerinden kayıp gitmektedir. Yani kitle, kendisine doğrultulan anlamlara karşı tepkisiz kalmaktadır.
Kitlelerin haber bombardımanı karşısında tepkisiz kalmaları, iletişim araçlarına ve onların ilettikleri anlama karşı ortaya çıkan bir direniş biçimidir. Baudrillard’a göre bu, göründüğü gibi pasif bir direniş niteliği taşımamaktadır. Kitle, sistemin mantığına uyarak gönderilen anlamlara karşı kayıtsız kalıp onları değişime maruz bırakmadan geri püskürtmektedir. İletişim araçları, kitleler sessiz kaldıkları için sonsuz sayıda anlam aktarımında bulunmakta ve kitleler de maruz kaldıkları anlam bombardımanına karşı tepkisiz kalmaya devam etmektedirler. Bir bakıma sistemin çok sayıda ve sürekli olarak anlam pompalamasının nedeni, kitleleri içinde oldukları sessizlik içinden çıkarmaya çalışmaktır. Ancak sonsuz sayıdaki anlam üretimi yüzünden, sembollere yüklenen anlamlar anlamsız duruma gelmektedir ve bu yüzden de kitleler bu anlamsızlık yüklü anlamları sisteme karşı geri püskürtmektedir. Yani hedef şaşmıştır.
Baudrillard, kitlenin bu sessiz kalışını sisteme karşı bir direniş mekanizması olarak nitelendirmektedir. Üstelik kitle bu direnişte pasif değildir. Ona göre kitlenin sessiz kalışı sayesinde, anlamı emerek “nötrolize” etmesi nedeniyle kitle güdümlenemez. Kitleyi güdümlenebilir bir olgu olarak ele almak, kitleyi oluşturan bireylerin bireyselliğini yadsımak demektir. Kitlenin güdümlenebilirliği, Baudrillard’a göre kitleyi değersizleştirici ve alçaltıcı bir durumdur. Halbuki bahsi geçen kitle, pasifliğiyle sisteme karşı aktif rol oynamaktadır.
Ancak Baudrillard’da eksik görülen şu vardır ki, kitle sisteme karşı bu direnişi kendi bilinciyle özümseyip gerçekleştirmemektedir. Bu noktada, ortada bilinçli olarak gerçekleştirilen bir eylem olmadığı için, kitleye artı bir değer atfedilmiş olunmamaktadır. Biraz daha sert bir dille konuşacak olursak, bu bilinçsizce gerçekleştirilen eylemin sonucu her ne kadar sistemin kendi çarkının içinde boşa dönmesini sağlamak olsa da, bilinçsizliği kitleye alçaltıcı bir değer atfetmektedir diye düşünmekteyim. Kitlenin bu yöntemle sisteme karşı bir direniş içinde olması, yine sistemin sayesinde mümkün olmaktadır. Sistemin kitleyi güdümleme konusundaki başarısızlığı yüzünden kitle aktif bir pasiflik içindedir. Baudrillard aynı zamanda gösteri isteyen kitleye, sistemin anlam aşılamaya çalıştığını savunmaktadır. Bu noktada da Baudrillardcı bir mantıkla düşünecek olursak, kitlenin istediği olmaktadır. Çünkü semboller ve anlamlar, çoklukları nedeniyle simülasyona uğrayarak bilinen anlamdaki anlamdan yoksun hale geldikleri için şölene dönüşmektedirler.
Görüldüğü gibi, Baudrillard’in bahsettiği simülasyonun yapısındaki kısır döngü, iletişimde ve dolayısıyla da toplumsalda da kendini göstermektedir. İlk bakışta, kitlelerin tepkisiz kalması kitle iletişim araçlarının daha çok haber aktarımını olanaklı kılabileceği düşüncesiyle iletişim araçlarının aleyhineymiş gibi gözükse de döngüsellik göz önünde bulundurulduğunda, bu durum kitle iletişim araçlarının sonunun geldiğinin göstergesidir. ( Gelişmenin sonuna gelmiş Modern Batı toplumlarının yok olacağı tahayyülü gibi.) Çünkü kitle, mesajlara karşı tepkisiz kalarak mesajları özümsemiyor. Tepkisizliği ile mesajların yok olmasına neden oluyor.* Kısacası sistem, anlam bombardımanı karşısında kitleyi “sessiz yığınlar”a dönüştürürken, sessiz yığın haline gelen kitle de sistemin gönderdiği anlamların yok olmasına neden oluyor. Bence, karşılıklı olarak simülasyona maruz kalmanın kanıtıdır. Bu da bizi, bir yandan kitlenin sistem tarafından güdümlendiği, aynı zamanda da sistemin de kitle tarafından güdümlendiği fikrine götürecektir.
McLuhan’ın deyimiyle “Mesaj, iletişim aracının kendisidir.” Mesajı yok edenin de iletişim aracının kendisi olduğu için, aslında iletişim aracı kendi kendinin yok olmasına zemin hazırlamaktadır. Tıpkı sanayileşme döneminde aşırı üretimin ve proteleryanın sömürülmesinin, bu durumun meydana gelmesinde esas belirleyici olan burjuvazinin sonunun gelmesi tehlikesine zemin hazırlaması gibi. Her iki durum da sistemin kendi kendisini tehlikeye düşürdüğünün kanıtıdır.
Reklam da haber gibi toplumsalın yok olmasına neden olmaktadır. Toplumsal artı değerin üretilmesine katkı sağlayan reklam, reklamlaştırılan “nesneyi” tüketmenin toplumsallaşmaya neden olacağından söz edip durmaktadır. Yani reklamlaştırılan nesneyi tüketmek, toplumsal hiyerarşide belirleyici olabilmektedir. Bu da üretilmiş ve değer atfedilmiş ideallerin, sembollerin tüketilmesine tekabül etmektedir.
Günümüzde her şey reklamlaştırılabildiği için her yerde ve her alanda toplumsallaşma sürekli olarak zikredilmektedir. Ancak bu durum toplumsalın da simülasyona uğramasına, eski anlamının eriyip yok olmasına neden olmuştur. Artık “Duvar afişlerinde hayalete dönmüş bir toplumsallık vardır.”[1]
Reklam da artık iletişim aracı olmaktan çıkmış ve simülasyona uğrayarak yok olmuştur. Günümüzde o, ticari bir mala dönüşmüş ve kendini pazarlayan bir duruma gelmiştir. Düzenlenmiş göstergelerden oluşan bir dizi şerit halini almıştır. Yani o da toplumsallık tarafından, toplumsallığın içinde eritilmiştir. Muhteşem bir görsellikle, gerçek hayatın üzerini bir daha hiç açığa çıkmamak üzere örten reklama insanların inanmamaları söz konusu bile değildir. Çünkü reklam, insanları hayret verici bir simülasyona sokarak etkisi altına almaktadır. İnsanlar göstergeleri tüketmekten kendilerini alamaz duruma gelmektedirler. Bu da kitlenin güdümlenebilir olduğunu açıkça ortaya koymaktadırlar.
Toplumsalın simülasyona uğraması meselesini biraz daha açık olarak irdelemeye çalışalım. Baudrillard’a göre kitle, toplumsalı yansıtmamaktadır. Kitleler, toplumsalın içinde değerlendirilemezler. Çünkü toplumsalın kendi özlerine işlemesine engel olurlar. Toplumsalı nötrolize ederler. Buradan yola çıkarak, kitle iletişim araçlarının kitleye doğru sirkülasyon şeklinde göndermiş olduğu anlam ve mesajları Baudrillardcı bakış açısıyla toplumsala ait olan veriler olarak değerlendirmek gerekmektedir.
“Kitle: Bir özne, bir özneler grubu ve bir nesne olmama tersliğini başarmıştır.” Kitleyi özneye dönüştürme çabaları da, nesneye dönüştürme çabaları da yersiz kalmaktadır. Baudrillard’a göre, kitleyi nesne olarak ele alma çabaları, kitlenin güdümlenemezliği gerçeğine çarparak geri püskürtülmektedir. Kitle güdümlenebilir olsaydı, nesneleştirilmiş olurdu. Ortada nesne olmadığı gibi, nesne olmadığı gerçeğini ortaya koyacak bir özne de
yoktur. Baudrillard’ın bu görüşü, onu bizim yukarıda bahsettiğimiz düşünceye yaklaştırmaktadır. Hatırlayacağınız üzere, kitlenin kitle iletişim araçları karşısında olan tepkisizliğinin bilincinde olmamasından dolayı, onun bireyselliğini sorgulamıştık. Bu noktada Baudrillard’ın tutumu, bizim tutumumuza yaklaşmış sayılmaktadır.
Kitlenin özne ve nesne olmaması durumunu göz önünde bulundurduğumuzda, kitlenin varlığı ya da ne olduğu sorgulanması gereken bir husus olarak karşımıza çıkmaktadır. Çünkü kitle, bir şeyin ya kendisi ya da tersi olması gerektiği düşüncesini yadsımaktadır. Ancak var olduğunu saptamak için, onu var olan yapılandırmalar içine oturtmak gerekmektedir. Bu bakımdan kitleyi bir yere oturtamadığımız için, kitle diyalektik yasalarını yadsımış olmaktadır.
Kitle kavramında görülen bu durum, “toplumsal” kavramı için de geçerlidir. Yani toplumsal da nesnel olarak ortaya konulamaz. Çünkü kendisini tanımlamaya çalışan herkesi kendi içinde yok etmektedir. Kitleler, toplumsalın içinde yok olmaktadır. Aynı zamanda toplumsal da kitle nedeniyle yok olmaktadır. Bu durumda karşılıklı simülasyon ilişkisi söz konusudur. En başından beri savunduğumuz simülasyonun “kapalı devre” gibi, kısır döngü olarak işlediği fikri, burada da kendini göstermektedir.
Kitleye sonsuz sayıda anlam gönderilmesinin nedeni, kitleyi anlamın egemenliği altına almak güdümlenebilirliğini ve denetlenebilirliğini sağlamaktır. Kitle iletişim araçlarından olan reklamın da ilettiği mesajlara kitlelerin inandığı düşünülmektedir. Bu yüzden de reklamlar kitlelere daha çok ve sürekli olarak anlam pompalamaktadırlar. Daha çok anlam, kitleler tarafından özümsenmeyen diğer anlamlarla üst üste bineceği için, daha çok anlamsızlık üretecektir. Böylece, reklam sektörünün varlığı tehlike içindedir. Baudrillard’a göre de; “mesajın alıcı üstündeki yansımasının sıfır olduğu gerçeği ortaya çıktığı anda reklam kurumu ortadan kalkacaktır.”
Aynı mantıkla devam edecek olursak, sistemde kitlenin güdümlenebilirliği fikri hakim olduğu için, yani sistemde hayali bir zafer duygusu var olduğu için, sistem kıskaç içinde de olsa varlığını devam ettirmektedir. Ancak bu varlık, gerçek anlamda bir varoluş değildir. Bu bir kandırmacayı anımsatmaktadır. O halde, sistem başarısızlığını kabul ettiği anda, kitlenin güdümlenemezliğini fark ettiği anda yok olacaktır.
* Unutulmamalıdır ki, kitlenin sessiz kalmasının nedeni sistemin en önemli güdümleyici unsuru olan kitle iletişim araçları olduğu için, mesajı yok eden aslında kitle iletişim aracının kendisidir.
[1] Baudrillard,2008 (a), sy.128
Duygu Çavdar
http://www.kulturmafyasi.com/2011/05/05/yigin-olarak-kitle-baudrillard-uzerine/
The Social Ideology of the Motorcar – André Gorz
Le Sauvage
September-October 1973
The worst thing about cars is that they are like castles or villas by the sea: luxury goods invented for the exclusive pleasure of a very rich minority, and which in conception and nature were never intended for the people. Unlike the vacuum cleaner, the radio, or the bicycle, which retain their use value when everyone has one, the car, like a villa by the sea, is only desirable and useful insofar as the masses don’t have one.
That is how in both conception and original purpose the car is a luxury good. And the essence of luxury is that it cannot be democratised. If everyone can have luxury, no one gets any advantages from it. On the contrary, everyone diddles, cheats, and frustrates everyone else, and is diddled, cheated, and frustrated in return.
This is pretty much common knowledge in the case of the seaside villas. No politico has yet dared to claim that to democratise the right to vacation would mean a villa with private beach for every family. Everyone understands that if each of 13 or 14 million families were to use only 10 meters of the coast, it would take 140,000km of beach in order for all of them to have their share! To give everyone his or her share would be to cut up the beaches in such little strips-or to squeeze the villas so tightly together-that their use value would be nil and their advantage over a hotel complex would disappear. In short, democratisation of access to the beaches point to only one solution-the collectivist one. And this solution is necessarily at war with the luxury of the private beach, which is a privilege that a small minority takes as their right at the expense of all.
Now, why is it that what is perfectly obvious in the case of the beaches is not generally acknowledged to be the case for transportation? Like the beach house, doesn’t a car occupy scarce space? Doesn’t it deprive the others who use the roads (pedestrians, cyclists, streetcar and bus drivers)? Doesn’t it lose its use value when everyone uses his or her own? And yet there are plenty of politicians who insist that every family has the right to at least one car and that it’s up to the “government” to make it possible for everyone to park conveniently, drive easily in the city, and go on holiday at the same time as everyone else, going 70 mph on the roads to vacation spots.
The monstrousness of this demagogic nonsense is immediately apparent, and yet even the left doesn’t disdain resorting to it. Why is the car treated like a sacred cow? Why, unlike other “privative” goods, isn’t it recognised as an antisocial luxury? The answer should be sought in the following two aspects of driving:
1.Mass motoring effects an absolute triumph of bourgeois ideology on the level of daily life. It gives and supports in everyone the illusion that each individual can seek his or her own benefit at the expense of everyone else. Take the cruel and aggressive selfishness of the driver who at any moment is figuratively killing the “others,” who appear merely as physical obstacles to his or her own speed. This aggressive and competitive selfishness marks the arrival of universally bourgeois behaviour, and has come into being since driving has become commonplace. (“You’ll never have socialism with that kind of people,” an East German friend told me, upset by the spectacle of Paris traffic).
2.The automobile is the paradoxical example of a luxury object that has been devalued by its own spread. But this practical devaluation has not yet been followed by an ideological devaluation. The myth of the pleasure and benefit of the car persists, though if mass transportation were widespread its superiority would be striking. The persistence of this myth is easily explained. The spread of the private car has displaced mass transportation and altered city planning and housing in such a way that it transfers to the car functions which its own spread has made necessary. An ideological (“cultural”) revolution would be needed to break this circle. Obviously this is not to be expected from the ruling class (either right or left).
Let us look more closely now at these two points.
When the car was invented, it was to provide a few of the very rich with a completely unprecedented privilege: that of travelling much faster than everyone else. No one up to then had ever dreamt of it. The speed of all coaches was essentially the same, whether you were rich or poor. The carriages of the rich didn’t go any faster than the carts of the peasants, and trains carried everyone at the same speed (they didn’t begin to have different speeds until they began to compete with the automobile and the aeroplane). Thus, until the turn of the century, the elite did not travel at a different speed from the people. The motorcar was going to change all that. For the first time class differences were to be extended to speed and to the means of transportation.
This means of transportation at first seemed unattainable to the masses — it was so different from ordinary means. There was no comparison between the motorcar and the others: the cart, the train, the bicycle, or the horse-car. Exceptional beings went out in self-propelled vehicles that weighed at least a ton and whose extremely complicated mechanical organs were as mysterious as they were hidden from view. For one important aspect of the automobile myth is that for the first time people were riding in private vehicles whose operating mechanisms were completely unknown to them and whose maintenance and feeding they had to entrust to specialists. Here is the paradox of the automobile: it appears to confer on its owners limitless freedom, allowing them to travel when and where they choose at a speed equal to or greater than that of the train. But actually, this seeming independence has for its underside a radical dependency. Unlike the horse rider, the wagon driver, or the cyclist, the motorist was going to depend for the fuel supply, as well as for the smallest kind of repair, on dealers and specialists in engines, lubrication, and ignition, and on the interchangeability of parts. Unlike all previous owners of a means of locomotion, the motorist’s relationship to his or her vehicle was to be that of user and consumer-and not owner and master. This vehicle, in other words, would oblige the owner to consume and use a host of commercial services and industrial products that could only be provided by some third party. The apparent independence of the automobile owner was only concealing the actual radical dependency.
The oil magnates were the first to perceive the prize that could be extracted from the wide distribution of the motorcar. If people could be induced to travel in cars, they could be sold the fuel necessary to move them. For the first time in history, people would become dependent for their locomotion on a commercial source of energy. There would be as many customers for the oil industry as there were motorists-and since there would be as many motorists as there were families, the entire population would become the oil merchants’ customers. The dream of every capitalist was about to come true. Everyone was going to depend for their daily needs on a commodity that a single industry held as a monopoly.
All that was left was to get the population to drive cars. Little persuasion would be needed. It would be enough to get the price of a car down by using mass production and the assembly line. People would fall all over themselves to buy it. They fell over themselves all right, without noticing they were being led by the nose. What, in fact, did the automobile industry offer them? Just this: “From now on, like the nobility and the bourgeoisie, you too will have the privilege of driving faster than everybody else. In a motorcar society the privilege of the elite is made available to you.”
People rushed to buy cars until, as the working class began to buy them as well, defrauded motorists realised they had been had. They had been promised a bourgeois privilege, they had gone into debt to acquire it, and now they saw that everyone else could also get one. What good is a privilege if everyone can have it? It’s a fool’s game. Worse, it pits everyone against everyone else. General paralysis is brought on by a general clash. For when everyone claims the right to drive at the privileged speed of the bourgeoisie, everything comes to a halt, and the speed of city traffic plummets-in Boston as in Paris, Rome, or London-to below that of the horsecar; at rush hours the average speed on the open road falls below the speed of a bicyclist.
Nothing helps. All the solutions have been tried. They all end up making things worse. No matter if they increase the number of city expressways, beltways, elevated crossways, 16- lane highways, and toll roads, the result is always the same. The more roads there are in service, the more cars clog them, and city traffic becomes more paralysingly congested. As long as there are cities, the problem will remain unsolved. No matter how wide and fast a superhighway is, the speed at which vehicles can come off it to enter the city cannot be greater than the average speed on the city streets. As long as the average speed in Paris is 10 to 20 kmh, depending on the time of day, no one will be able to get off the beltways and autoroutes around and into the capital at more than 10 to 20 kmh.
The same is true for all cities. It is impossible to drive at more than an average of 20 kmh in the tangled network of streets, avenues, and boulevards that characterise the traditional cities. The introduction of faster vehicles inevitably disrupts city traffic, causing bottlenecks-and finally complete paralysis.
If the car is to prevail, there’s still one solution: get rid of the cities. That is, string them out for hundreds of miles along enormous roads, making them into highway suburbs. That’s what’s been done in the United States. Ivan Illich sums up the effect in these startling figures: “The typical American devotes more than 1500 hours a year (which is 30 hours a week, or 4 hours a day, including Sundays) to his [or her] car. This includes the time spent behind the wheel, both in motion and stopped, the hours of work to pay for it and to pay for gas, tires, tolls, insurance, tickets, and taxes. Thus it takes this American 1500 hours to go 6000 miles (in the course of a year). Three and a half miles take him (or her) one hour. In countries that do not have a transportation industry, people travel at exactly this speed on foot, with the added advantage that they can go wherever they want and aren’t restricted to asphalt roads.”
It is true, Illich points out, that in non-industrialised countries travel uses only 3 to 8% of people’s free time (which comes to about two to six hours a week). Thus a person on foot covers as many miles in an hour devoted to travel as a person in a car, but devotes 5 to 10 times less time in travel. Moral: The more widespread fast vehicles are within a society, the more time — beyond a certain point — people will spend and lose on travel. It’s a mathematical fact.
The reason? We’ve just seen it: The cities and towns have been broken up into endless highway suburbs, for that was the only way to avoid traffic congestion in residential centres. But the underside of this solution is obvious: ultimately people can’t get around conveniently because they are far away from everything. To make room for the cars, distances have increased. People live far from their work, far from school, far from the supermarket – which then requires a second car so the shopping can be done and the children driven to school. Outings? Out of the question. Friends? There are the neighbours… and that’s it. In the final analysis, the car wastes more time than it saves and creates more distance than it overcomes. Of course, you can get yourself to work doing 60 mph, but that’s because you live 30 miles from your job and are willing to give half an hour to the last 6 miles. To sum it all up: “A good part of each day’s work goes to pay for the travel necessary to get to work.” (Ivan Illich).
Maybe you are saying, “But at least in this way you can escape the hell of the city once the workday is over.” There we are, now we know: “the city,” the great city which for generations was considered a marvel, the only place worth living, is now considered to be a “hell.” Everyone wants to escape from it, to live in the country. Why this reversal? For only one reason. The car has made the big city uninhabitable. It has made it stinking, noisy, suffocating, dusty, so congested that nobody wants to go out in the evening anymore. Thus, since cars have killed the city, we need faster cars to escape on superhighways to suburbs that are even farther away. What an impeccable circular argument: give us more cars so that we can escape the destruction caused by cars.
From being a luxury item and a sign of privilege, the car has thus become a vital necessity. You have to have one so as to escape from the urban hell of the cars. Capitalist industry has thus won the game: the superfluous has become necessary. There’s no longer any need to persuade people that they want a car; it’s necessity is a fact of life. It is true that one may have one’s doubts when watching the motorised escape along the exodus roads. Between 8 and 9:30 a.m., between 5:30 and 7 p.m., and on weekends for five and six hours the escape routes stretch out into bumper-to-bumper processions going (at best) the speed of a bicyclist and in a dense cloud of gasoline fumes. What remains of the car’s advantages? What is left when, inevitably, the top speed on the roads is limited to exactly the speed of the slowest car?
Fair enough. After killing the city, the car is killing the car. Having promised everyone they would be able to go faster, the automobile industry ends up with the unrelentingly predictable result that everyone has to go as slowly as the very slowest, at a speed determined by the simple laws of fluid dynamics. Worse: having been invented to allow its owner to go where he or she wishes, at the time and speed he or she wishes, the car becomes, of all vehicles, the most slavish, risky, undependable and uncomfortable. Even if you leave yourself an extravagant amount of time, you never know when the bottlenecks will let you get there. You are bound to the road as inexorably as the train to its rails. No more than the railway traveller can you stop on impulse, and like the train you must go at a speed decided by someone else. Summing up, the car has none of the advantages of the train and all of its disadvantages, plus some of its own: vibration, cramped space, the danger of accidents, the effort necessary to drive it.
And yet, you may say, people don’t take the train. Of course! How could they? Have you ever tried to go from Boston to New York by train? Or from Ivry to Treport? Or from Garches to Fountainebleau? Or Colombes to l’Isle-Adam? Have you tried on a summer Saturday or Sunday? Well, then, try it and good luck to you! You’ll observe that automobile capitalism has thought of everything. Just when the car is killing the car, it arranges for the alternatives to disappear, thus making the car compulsory. So first the capitalist state allowed the rail connections between the cities and the surrounding countryside to fall to pieces, and then it did away with them. The only ones that have been spared are the high-speed intercity connections that compete with the airlines for a bourgeois clientele. There’s progress for you!
The truth is, no one really has any choice. You aren’t free to have a car or not because the suburban world is designed to be a function of the car-and, more and more, so is the city world. That is why the ideal revolutionary solution, which is to do away with the car in favour of the bicycle, the streetcar, the bus, and the driverless taxi, is not even applicable any longer in the big commuter cities like Los Angeles, Detroit, Houston, Trappes, or even Brussels, which are built by and for the automobile. These splintered cities are strung out along empty streets lined with identical developments; and their urban landscape (a desert) says, “These streets are made for driving as quickly as possible from work to home and vice versa. You go through here, you don’t live here. At the end of the workday everyone ought to stay at home, and anyone found on the street after nightfall should be considered suspect of plotting evil.” In some American cities the act of strolling in the streets at night is grounds for suspicion of a crime.
So, the jig is up? No, but the alternative to the car will have to be comprehensive. For in order for people to be able to give up their cars, it won’t be enough to offer them more comfortable mass transportation. They will have to be able to do without transportation altogether because they’ll feel at home in their neighbourhoods, their community. their human-sized cities, and they will take pleasure in walking from work to home-on foot, or if need be by bicycle. No means of fast transportation and escape will ever compensate for the vexation of living in an uninhabitable city in which no one feels at home or the irritation of only going into the city to work or, on the other hand, to be alone and sleep.
“People,” writes Illich, “will break the chains of overpowering transportation when they come once again to love as their own territory their own particular beat, and to dread getting too far away from it.” But in order to love “one’s territory” it must first of all be made liveable, and not trafficable. The neighbourhood or community must once again become a microcosm shaped by and for all human activities, where people can work, live, relax, learn, communicate, and knock about, and which they manage together as the place of their life in common. When someone asked him how people would spend their time after the revolution, when capitalist wastefulness had been done away with, Marcuse answered, “We will tear down the big cities and build new ones. That will keep us busy for a while.”
These new cities might be federations of communities (or neighbourhoods) surrounded by green belts whose citizens-and especially the schoolchildren-will spend several hours a week growing the fresh produce they need. To get around everyday they would be able to use all kinds of transportation adapted to a medium-sized town: municipal bicycles, trolleys or trolley-buses, electric taxis without drivers. For longer trips into the country, as well as for guests, a pool of communal automobiles would be available in neighbourhood garages. The car would no longer be a necessity. Everything will have changed: the world, life, people. And this will not have come about all by itself.
Meanwhile, what is to be done to get there? Above all, never make transportation an issue by itself. Always connect it to the problem of the city, of the social division of labour, and to the way this compartmentalises the many dimensions of life. One place for work, another for “living,” a third for shopping, a fourth for learning, a fifth for entertainment. The way our space is arranged carries on the disintegration of people that begins with the division of labour in the factory. It cuts a person into slices, it cuts our time, our life, into separate slices so that in each one you are a passive consumer at the mercy of the merchants, so that it never occurs to you that work, culture, communication, pleasure, satisfaction of needs, and personal life can and should be one and the same thing: a unified life, sustained by the social fabric of the community.
http://ecosocialismcanada.blogspot.com/2011/04/social-ideology-of-motorcar.html
What If…We Stopped Using Money? Keith Farnish

I hadn’t exerted myself until I felt sick for quite some time: the rasping breath, accompanied by the gag reflex as each shallower gulp of air oxygenates the blood just a little less each time – halfway towards the crest of the hill and heading into a fierce headwind; but there’s a little more story to tell before we reach the top of that hill….
Gary and I had been talking beehives. His two-dimensionally restricted knee joint reflected more than sufficiently on that time in both of our lives when we start to realise that we are getting on. What we want to do is not always lived up to by what our bodies are capable of doing. His current physical condition – one that entailed putting his life on hold and his income in jeopardy – brought home in the gloaming light of a blustery day the fallibility of people, whether individuals, couples or entire families, should things not go quite to plan. As I internally mulled over how I could help, our conversation continually skipped between spin bowling, South African history and the aforementioned opportunity to do a bit of collective bee-keeping some time in the near future.
Shortly after noon I had to leave his company and make the contour-filled bike trip alongside the Eildons to Melrose; and back again into that horrible headwind, already laden with Scottish butter, a guilty jar of coffee, and (the source of our conversational foray) two jars of Galloway honey – all contained within a rucksack that refused to stay simply facing backwards. As I crested the hill hundreds of red dots emerged to the left of me. Scattered across the grass verge were the wind-deposited bounty of a beautiful plum tree.
With around five extra pounds of weight contained within the self-aware rucksack, I once again turned up at Gary’s house; leaving shortly afterwards much bereft of plums, but considerably heavier of potatoes. Later that day the remaining plums would find themselves baked in a cake; and some of the potatoes crushed along with a few ounces of the Scottish butter.
A Barter Way
Barter is older than money – this is why. If you have something and you want something else then you have three basic options: you can just take the thing you want from the person who has it; alternatively you can give some of what you have in exchange for the thing you want; finally, you can sell some of what you have in exchange for something that has no intrinsic worth, but on paper (coin, slate, bead, wooden disc…) has some pre-agreed value, then use that virtual value to purchase the thing that you want. These three options show an increase in complexity, which reflects the way human society has gone since the earliest non-settled people became first co-operative, then civilized.
I want to stress immediately that the word “civilized” does not imply something positive: civilized simply means living in very large groups – so large that the importation of “resources” and the exportation of waste is necessary – as part of a hierarchical system of rule. It does not mean “being nice”. If anything it means the opposite.
The barter system – being the exchange of goods or services for goods or services of an equivalent, but not necessarily fixed value – is by no means the purest form of co-operative arrangement; for if we are to really live in such a way that people can genuinely rely upon each other for their basic needs then other forms of exchange and giving, including unconditional giving are also required. However, compared to the ludicrously complex cash and credit-based systems that have become the norm in civilized society, bartering has a level of purity and immediacy that most civilized people find extraordinary, even deeply uncomfortable. With a £20 note in my pocket I know, pretty accurately how much of anything I could now go and buy – and am confident that note would be accepted, at least in the country where I live.
Now, if I were to carry around a sack of onions that I had grown myself (slightly unwieldy, but it’s easier to explain this way) then what are the chances that these would be accepted in the same ready manner in exchange for, say, a fancy haircut or a pair of trousers? Pretty slim, I would say, even if the two parties were able to agree on how many onions a pair of trousers was worth. You might be lucky to stumble across an unusually liberated storeholder, or simply get the deal for the sheer novelty value – but as a form of currency in the civilized world, onions stink!
Here’s the thing, though – unlike notes and coins, onions have intrinsic value: they can be eaten to provide nutrition and flavour in a meal. There are no signatures on onions; no promises to pay back the equivalent in some other non-real asset; no need for state-backed guarantees in an increasingly untrusting and disconnected society. They are onions. They are onions in Scotland, France, Egypt, Indonesia and Australia. Not everyone might like them or need them, but at least you know what you are getting; and there are always the tomatoes in the other bag.
So why doesn’t society barter more? Here’s a list of some reasons off the top of my head; see if you can think of any more:
– We don’t trust or know each other well enough to agree an equivalent value for different things;
– We don’t understand the intrinsic value of things without a cash equivalent;
– There is no way of profiting from bartering without obvious fraud;
– We cannot easily store everything we desire for later use;
– Bartering gives little opportunity to attain status through material possessions;
– Bartering is socially unacceptable in a capital society;
– Bartering requires preparation and, usually, pre-agreement.
Whether you consider these things to be inherently negative will depend largely on how you currently choose to conduct your day-to-day transactions (as opposed to being forced to). I find having to prepare for a transaction, and being unable to profit from it as being two inherently positive things – but then I’m a bit weird, according to the norms of society, which is probably a major reason I have been able to conduct a fair bit of business without cash; people sort of expect it of me. Nevertheless, bartering is seen, almost universally in civilized society, as being something people used to do but is no longer possible or even desirable. Here’s one example of the prevalent attitude with regards to taxation:
It is quite normal for ferreted rabbits to be swapped at the local butchers shops for pork chops, or for grazing to be exchanged for field maintenance. Hay bales can act as currency in return for building work, home made cakes and repairs to vehicles etc. All very innocent, rustic and encourages a paper free environment but this can underpin what can only amount to potential income tax, corporation tax or VAT non-disclosure or even fraud.
That might sound harsh but it is the hard fact. The dream of a paperless rustic society has to be shattered and simple tax legislation and the self-assessment requirement to keep good books and records intervenes. Clearly it is important to talk to clients to explain that undocumented and unrecorded ‘Barter’ is actually as dangerous and illegal as the ‘black economy’.
(Source: http://www.taxationweb.co.uk/tax-articles/business-tax/the-barter-system-%E2%80%93-the-hidden-evasion.html)
This is taken from an article entitled “The ‘Barter’ System – The Hidden Evasion”. Notice the patronising quotes around “Barter” and the insistence that bartering underpins fraud, regardless of the motivation behind it. Clearly the author, a tax advisor, is protecting her business, but what really comes home here is the notion that “this is not the way we do things”. I can’t begin to imagine the ire that a society based on not only bartering, but also giving and helping just because it’s the right thing to do would raise in the tax world!
And that alone is a very good reason to start using less money.
Less Money, Less Need
Let’s take a typical, albeit nameless, industrial civilized nation. A revolution of sorts has taken place, perhaps as a result of a lack of available money-earning jobs; perhaps because people have realised that cash and particularly debt are shackles that bind us rather than free us: around 50% less money is circulating within the personal tax system due to a plethora of part-time and lower-paid jobs, a huge number of people working for themselves and incorporating barter into their lives, and almost everyone being less profligate in their spending and borrowing. What would once have been hard financial times have been transformed into times of sharing, trust, low material need; and as a result the burden on the global ecosystem, the “resource” reservoir and the lives of people who normally serve the corporate system is relieved by a significant measure.
As a further result, the burden on the public purse becomes unbearable. Only half the money previously available is entering the system, and social collapse is imminent. At least, that’s what we are told, and most certainly led to believe by the simple fact that many people who don’t deal in money still have to declare their “income”:
If you engage in barter transactions you may have tax responsibilities. You may be subject to liabilities for income tax, self-employment tax, employment tax, or excise tax. Your barter activities may result in ordinary business income, capital gains or capital losses, or you may have a nondeductible personal loss.
Barter dollars or trade dollars are identical to real dollars for tax reporting. If you conduct any direct barter – barter for another’s products or services – you will have to report the fair market value of the products or services you received on your tax return.
(Source: http://www.irs.gov/businesses/small/article/0,,id=188095,00.html)
But if we did remove 50% of the money element from our lives, would that really lead to the societal collapse that the tax drain threatens to invoke; or is this just a way of making us complicit in the ways of the industrial machine?
In the absence of a truly mythical industrial civilization (who would want a mythical one when we have so many real ones to contend with?) I am going to use the latest available figures from the UK government to see what might happen in the event of a 50% drain in tax income. I fully acknowledge the scale of private involvement in what are ostensibly “public” services in most industrial economies; but would maintain that, in the event of a semi-cashless society emerging, reductions in spending on these services (such as electricity, water, telecommunications and transport) would easily match reductions in tax collection. Given this, it’s reasonable to just look at the effect of a 50% reduction in available income on services as a benchmark for the impact on the whole of society.
For this exercise I’ve used figures from a well-respected website that details public spending in the UK, helpfully also indicating what proportions of spending are through central government and which are through local government – this is relevant to how people perceive public services. By far the largest single chunks of public spending are Pensions and Healthcare, with 17.3% each. Now remember, we are not looking at the kind of slash in public spending that is currently taking place across the industrial world: a) it’s 50%, a far larger cut; (b) this cut assumes that the conditions exist whereby such a huge change in how we use products and services is made possible. Not only do we use less cash because there are alternative ways of doing things; we actually buy fewer non-essentials (it’s a relative term, but we’re talking things like electronic goods, vacations, most vehicles, luxury foods etc.) because the change in life has allowed people to appreciate what really matters.
So, looking at Pensions, we seem to have a sticking point already: but what is the purpose of a pension? Exactly, it’s to give people an income once they retire or are not able to do paid employment. But aside from the basic state pension, an awful lot of that fund is to pay for public sector pensions, which are quite generous. If fewer people worked in the public sector (they are bound to, because there is only half the tax coming in) then fewer people would need pensions. But if fewer people had above basic level pensions, how would they get by? Because people are spending less money – they are sharing, bartering, giving freely and getting when they are needy. Result: pension fund greatly reduced.
Healthcare is another huge cost, and this is one that could be cut much further than pensions: yes, people will still get ill, although with far more people focussed on their community the number and severity of, and need deriving from chronic conditions, particularly in the elderly, would be dramatically reduced – people look out for and care for each other better. Mental health costs, a genuine symptom of civilized society, would be way down as humanity’s real needs – in this case companionship and care – are far more readily available. Even acute conditions would be far less likely to develop severely as, again, people would be more willing to disclose problems and help deal with them at an early stage. And as we learn that cancer is an almost uniquely civilized condition, long term this may also start to reduce as the worst excesses of civilization are curtailed. This is no exact science, but you probably get a good idea of the wider implications of a more communal society.
The next largest cost on the list is general Welfare (15.1%), consisting largely of family and child financial benefits, and unemployment benefit. We are starting to face a few anachronisms here: in a barter-based culture, does “unemployment” benefit have any relevance? What about child benefit, the universal oddity that pays the same whatever the earnings (well, up to a very generous level) – does this fit into a culture of exchange where things like childcare (which are paid for through another family benefit), many essential food items, and all sorts of other things that CB was originally for are now greatly enmeshed in barter and giving? I’m not saying that there aren’t people in need; but there are certainly a lot fewer people in need within a co-operative way of living. This area of spending might become almost unnecessary.
Fourth on the list, and the last one in double-figures is “Education”, with 12.5% of the total public spend. We send our children to a local school, but are very much aware that the purpose of the public schooling system is to create good little wage-slaves for the future: at age 12 and 13 children in the UK are already having to decide where their specialities lie, so they can be funnelled through the system and placed in their employment pods (or on the “unemployed” pile) until they retire. This is why (a) we do an awful lot of real education at home and (b) our two children will be allowed to choose whatever subjects they like, undefined by whatever job aspirations the school system would like them to express. For the vast majority of industrial system families, school is also a very useful child-minding service – necessary because in a large number of cases both parents either choose to or find themselves having to go out to work. I’m not going to dwell on this much more: communal society; school system in tatters. We can learn in our communities.
So, that’s well over 60% of the public budget that can easily be cut by – oh, I reckon around 50%. What about the rest? Here’s a quick run through of the remaining big costs:
Defence: 6.6%
Not sure whether a more communal society would change any governments’ habits of a lifetime, but how much support would corporation sponsored and media cheered invasions get now?
Protection (police, courts and prisons): 5.3%
The main cause of crime is a lack of mutual care and attention; add to that the effect of the consumer society and it’s obvious what effect a change in values would have.
Central government admin: 4%
Hmm, less hierarchy and policy making – sounds like a plan!
Transport: 3.6%
A more close-knit and communal society travels less: less commuting, less need to “get away”, less desire or need for shopping or entertainment trips…
That takes it up to over 80%, with the other fifth being a quarter interest payments, and other services about to take a tumble like economic development (who needs corporations?), formal recreation and sport (time for a kick around, or a swim in the lake), waste management (it’s a less wasteful society by definition) and social housing (ok, that one can stay until we learn to build our own homes).
Feel free to accuse me of peering through rose-tinted specs – and you would be right if we were talking about the actual likelihood of a more mutually beneficial and communal way of living coming along under the current system of mind control – but I would contend that the benefits of living with far, far less money as a necessity are both economically possible, and then go way beyond simple economic sums. In short, the route to even a 50% reduction in our use of money is via enormous changes in the way we treat each other and ourselves; the way we look at the value of all things; the scorn we will inevitably cast upon the tireless system of birth-school-work-retire-die, that forgets to include the word “live” in its lineup. We could do a lot worse than simply consider a world without money, and then start to take some baby steps – get used to the temperature of the water, if you like, before taking a plunge into a different way of living.
If The Economy Doesn’t Shrink, We’re Finished! Keith Farnish

Credit crunch; economic crisis; financial meltdown…2008 became the year of monetary superlatives – and for good reason because, as far as most objective economic observers can tell, this is one event that is going to stretch well into the future, leaving no national or regional economy untouched. The Western capitalist economy is in meltdown – its financial rivers running drier by the month, it’s consumers having to climb higher and higher to harvest the fruits of their labours. Banks are swallowed, smothered or die. Chain stores cry out for customers. Politicians urge us to spend not save; to keep the wheels greased and the sputtering engine charged with just a little fuel. The media shouts as LOUD as it can: we are in CRISIS! Times are BAD!!
We concur.
Meanwhile, in the Amazon rainforest, close to the Brazilian / Bolivian border, an undiscovered tribe of semi-mobile hunter-gatherers feel no pain from the downturn; sense nothing of the slump; are blissfully ignorant of the financial despair beyond their sensory horizon. Their world (rapidly being approached on all sides by the tide of “progress”) has only one economy that matters: the economy that mattered long before money was ever exchanged, saved, spent and lost; long before interest, tax and inflation were ever conceived; and long before “resources” were extracted (stolen) and transported from far away to create the illusion we call growth. Their economy is simply the ability to manage what they need to live from day to day: no money, no interest, no tax, no imports and exports.
But for now we will, as we should, leave them alone and ponder the unreal economy, the Economy that was capitalised in the Industrial Revolution and has danced for the entertainment of the privileged few ever since.
A Troubling Fact
When you plot the Earth’s human population against the amount of carbon dioxide being created by that same population, there is an undeniable similarity in trend: as population rises, so does carbon dioxide production, up and up towards their twin tipping points. After a while there will be no return to a world where ice caps refroze in the winter and we could rely on the seasonal rains to water our crops: after a while the heat engine will start a runaway trip towards who knows what end. After a while there will simply be too many people to feed, to clothe, to shelter, to heal; but it’s not the raw numbers that are breaching the limits, however frightening they seem and crowded it feels. Population growth is slowing, but carbon growth is accelerating – there must be something else.
There is.
Money.
Take the graph of population against carbon dioxide and plot another line, this one showing the amount of trade between different Economies, and two of the lines start to take their partners in that privileged dance which has come to define whether nations and corporations are successful or not. Population has become a glowering wallflower, while Trade and Carbon twist and turn their way ever upward.
But why should this be the case?
It’s simple, when you think about it: trade is synonymous with Economic activity in the modern, globalized world. Unlike the self-sufficient Amazonian tribe that finds all it needs within walking distance, nations are no longer content to remain within their Economic borders: they cannot gain the diversity and level of growth they “need” simply by using (and exhausting) what they have, especially not if their consumers have become accustomed to a materially high standard of living. They must trade to create the necessary flow of materials, goods and capital to feed a growing Economy. More that just this, though, as corporations demand transparent borders and global channels, they – not the national governments – end up dictating the way the Economy operates: workers in China, raw materials in Uganda, oil in Saudi Arabia, customers in the USA – no problem! Who needs local economies when you can have a global Economy?
So Trade is the measure of the strength of the Economy and, as only a person immersed in an ocean of denial could refute, the production of Carbon Dioxide being pumped into the atmosphere, the oceans and the exhausted biosphere is a direct function of the power of that economic machine.
Contraction Is Good
At this point you will need to make a decision: do you value Economy (with a big “E”) over ecology? Or, to put it another way, having seen that there is a clear link between Economic strength and environmental damage – and I haven’t even taken into account mining, deforestation, toxic dumping, agricultural pollution and slave labour – are you prepared to recognise that link, and accept that the Economy has to shrink?
I can’t make that decision for you, but I can help you a little by answering perhaps the one thing that, if you put aside the “growth is good” rhetoric that infects the civilized humanity like an endemic disease, most people will want to ask: will I be hurt by a shrinking Economy?
It’s a fair question, but relatively easy to answer: it depends on how much you depend on the Economic system to maintain your way of life, and how important the lifestyle you have become used to (or wish to attain) really is to you. This is because the real casualties of the economic collapse will not be the people who have modest needs and the ability to grow, make, cook, mend, discuss and think about the future. The real casualties will be those who depend entirely on the economic and political system for their “needs”, especially those who have high-consumption lifestyles.
The loudest voices during any kind of economic downturn come from those people who have most benefited materially from economic growth: the urban and suburban rich, the corporate leaders and the political elites who judge the quality of their lives by the size of their house, the size and number of their cars, the expense of their vacations, the amount of consumer goods they own and the number of people they control. To them, recession means the unimaginable prospect of a more frugal and less powerful lifestyle; Economic depression is lifestyle meltdown. If their place in civilized society is threatened then the whole of society must be made to feel their own fears: by exploiting their position in the hierarchical structure, they manufacture a universal fear of Economic contraction. We become scared because they want us to be scared.
Fear is contagious.
That said, many people have become trapped in a way of life, perhaps through no fault of their own, that makes them entirely dependent on the System for their well-being: those in cities, living entirely on state support or working long hours in a poorly paid job, initially have a lot to lose should those mechanisms fail. But the surprising thing is, such people have had to develop many of the skills required to survive a lack of financial and material resources: essentially, the urban poor – the majority of whom have considerably more self-respect than the urban rich – like those brought up between the two World Wars with limited financial means, already have many of the skills to survive Economic contraction perfectly well. In the short to medium term there will remain a baseline of support from the state, and almost certainly sufficient work to go round to obtain the essentials of life; during which those that really want to get out of the state and corporate created poverty trap, will be able to create a new, more system independent life, away from the hellish cities and the corporate machine.
This is no Utopian dream: it’s simply a move towards a less dependent, less damaging way of life.
The rich and powerful have no intention of changing; they want things to carry on as they have done since Industrial Civilization was first created. For them, the worst thing that can happen is for the Economy that has fed their – and our – dreams to power down and fail. For the planet, and every single natural habitat, food web and species on it, the best thing that can happen is for that destructive thing called Economic Growth to be turned on its head, and buried for good.
Jean Baudrillard ve Tüketim Toplumu – SİNEM GÜDÜM
Gerçek ihtiyaçlar ile sahte ihtiyaçlar arasındaki ayrımın ortadan kalktığı tüketim toplumunda birey, tüketim mallarını satın almanın ve bunları sergilemenin toplumsal bir ayrıcalık ve prestij getirdiğine inanır. İnsan bu süreçte bir yandan kendini toplumsal olarak diğerlerinden ayırt ettiğine inanırken, bir yandan da tüketim toplumuyla bütünleşir. Dolayısıyla tüketmek birey için bir zorunluluğa dönüşür. İnsani ilişkiler yerini maddelerle ilişkiye bırakır. Artık geçerli ahlâk, tüketim etkinliğinin ta kendisidir. Jean Baudrillard
—————————————————————————————————————————
Küreselleşme, hem dünyanın küçülmesine hem de bir bütün olarak dünya bilincinin güçlenmesine işaret eder. Küreselleşen dünya pazarında işletmeler de rekabet koşullarına ayak uydurabilmek için yeni pazarlama stratejileri geliştirmişlerdir. 1914’lü yıllarda Hanry Ford’un öncülüğünü yaptığı ‘seri üretim sistemi’ Fordizm, Post-Modern yaşam biçimiyle değişen tüketici, teknoloji ve piyasaların bir getirisi olarak 1970’lerden itibaren yerini Post-Fordizm’e bırakmıştır.
Bu yeni akımla paralel giden Post-Modernizm döneminde hem global pazar ekonomisini hem de tüketici kimliğindeki post-modern insanı farklı görürüz. Tüketim toplumu tabiri de işte bu dönemde, özellikle Batı ülkelerinde sanayileşme sonrası ortaya çıkan toplum şeklini tarif etmek için kullanılmıştır. Seri üretimin artmasıyla hızla değişen arz-talep dengesi, üreticileri ve hükümetleri farklı politikalara itmiş, üretilenlerin hızlı tüketilmesini sağlamak maksadıyla türlü yollar denenmeye başlanmıştır.
Bu yolların en önemlileri elbette kitle iletişim vasıtalarıdır. Yazılı ve görüntülü basınla (TV) birlikte son yıllarda bu ikisini de geçeceğe benzeyen internet, tüketim toplumunu yönlendirmede ve manipule etmede kullanılan başlıca kaynaklardır.
Baudrillard’ın belirttiği gibi, artık ihtiyaçlar medya tarafından belirlenmekte, neyin ihtiyaç olduğunu düşünecek zamanı bulamayan tüketici, önüne sunulan alternatiflere ‘evet-hayır’ cevabından birisini verebilecek kadar bir zamanı ancak bularak, şuurlu olmaktan çok, gayri iradî ve şuursuz bir şekilde cevaplar üretmektedir.
Postmodern tüketici, günlük mutluluk peşinde koşan, anında tatmin isteyen, ihtiyacının tatminini ertelemeyen, gelecek için bugünü feda etmeyen, geçmiş ve geleceği içerecek biçimde denemeyi büyük bir arzuyla isteyen, içerik yerine biçime daha çok ilgi duyabilen, hazcı yanı öne çıkan, kendisini tüketime hazır bir imaj haline getirmiş tüketicidir. Yeni Medya da işte bu tüketicinin taleplerini görmek üzere yapılandırılmıştır.
Günümüzde milyonlarca insan, internet üzerinden alışveriş etmektedir; giysileri denemeden, parfümleri koklamadan, sebze-meyveyi dokunmadan almaktadır. Tüketim sadece maddesel de değildir üstelik; arkadaş bulmak, sohbet etmek, çeşitli aktivitelere katılmak, hatta evlenmek de internet üzerinden, fazla emek vermeden, kolay ve hızlı bir şekilde yapılabilmektedir. ‘Yeni Medya’ düzeninde her birey başlı başına bir ‘medya kanalı’ olmuştur adeta. Bireylerin, kaç takipçisi olduğu, ürettiği içeriklerin ne kadar paylaşıldığı gibi verilerin ölçümünü yapan http://www.klout.com gibi birçok site vardır. Bu akımı geleneksel medyadan ayıran en önemli özellik de işte burada yatmaktadır.
John Tomlinson, “Kültürel Emperyalizm” isimli kitabında, “Marlboro ve Coca Cola içmek bizim kültürel yazgımız mı?” diye sorgular. Bunu yaparken de Stuart Hall gibi pek çok kuramcının, otantik kültürlerin Batı’nın (özellikle de Amerika’nın) gelişkin kapitalist kültürü tarafından işgal edilerek “popüler” hale getirildiğini savunduklarını hatırlatır (Tomlinson,J. 2010). Zamanımızın en ünlü düşünürlerinden Jean Baudrillard da Batı kültürünün bir dizi simülasyon modeli ya da düzeni olarak gelişmiş olduğu yönündeki meydan okuyucu teziyle dikkat çekmiştir. Ünlü düşünüre göre, reklamların vaad ettiği kişiselleştirici farklar tam tersine kişiler arasındaki gerçek farkları yok ederek kişileri ve ürünleri türdeşleştirir. “Bireyin narsizmi ayrıksılığın hazzı değil, kollektif niteliklerin kırılıp yayılmasıdır.” (Baudrillard, J. Tüketim Toplumu. s.107) Öte yandan gerçek imkânları cılızlaşan ve denetim altında sıkışan beden yüceltilir.
Marlboro reklamlarında işlenen yalnız kovboy ve sigara temaları, Levis reklamında yarı çıplak direkte asılı duran delikanlı ve genç kızın asilikleri ile yarattıkları ‘farklılık’ ne kadar doğrudur? Neyin simulasyonudurlar? Reklamlarda verilen mesajlar kimlerin çizdiği kurallara göre sunulur? Misal vermek gerekirse, sigara içenin ayrıcalıklı olduğu mesajı gerçek hayata dönüp de istatistiklere bakıldığında pek de doğru çıkmamaktadır. Bu durumda reklamın tersine, sigara içmeyenler daha ayrıcalıklı olmalıdır. Aynı şekilde Levis giyip de herkesten farklı olacağını düşünen gençler sokağa çıktıklarında giydikleri markanın ne derecede yaygın olduğunu görmelidirler. Fakat durum nedense böyle olmamaktadır. ‘Şeyleşen’ meta, insanın gözünü mi bağlamıştır?
Diane Crane, “Moda ve Gündemleri” isimli kitabında, giyimini dert eden herkesin aslında belli bir ölçüde başkalarının da giyimini taklit ettiğine dikkat çeker. Semt pazarlarından alınan ünlü markaların taklitlerine de ‘Bir sınıf atlama isteği’ olarak yorum getirir (Crane,D. 2010). Marka satın almak, bireyin belli bir kimlik oluşturma aracı olurken, kitle kültürünün sürekli beslediği “Tüketim Toplumu”, şirket logolarını üzerlerinde taşıyan insanlar üretmiştir (Willis, 1993). Bu şekilde yaratılan toplumsal standartlaşma sonucu, popüler kültürün, diğer bir adıyla kitle kültürünün belirlediği standart tüketim davranışları toplumu sürekli etkisi altına almaktadır.
TÜKETİM TOPLUMU KAVRAMI
“Tüketim Toplumu” ya da “Kitle Kültürü” daha önce aralarında Frankfurt Okulu yazarlarının da bulunduğu birçok düşünürce eleştirilmişti. Bu düşünürler kendilerini -potansiyel de olsa- bir toplumsal muhalefetin parçası olarak görüyorlardı. İsteği dışında kendi hakikatine yabancılaştırılmış, iktidarca manipüle edilmiş ama yine de bu durumdan kurtulma umudunun var olduğu bir toplum söz konusuydu.
Rosenau, ‘Post-Modern birey, parçalanmış bir kimliğe karşılık gelir’ der. Kendi temelsizliği üzerine temellendirilen bu özne, ayrık bir kişiliğe ve parçalanmış kimliğe sahip bir “persona” dır. Postmodern özne, paradoksal bir anlam içinde, hem özgürdür hem de özgür değildir: Özgürdür, çünkü olumsal güçler öbeği tarafından belirlenmiş ve biçimlendirilmiştir; özgür değildir, çünkü Adorno’nun söylediği gibi “kendini ‘Ben’ olarak ortaya koyan şey gerçekte bir ön yargıdır.”
Frankfurt Okulu düşünürlerinden Theodor Adorno, Aydınlanmanın Diyalektiği adlı yapıtında ilk kez kullanılan “Kültür Endüstrisi” kavramının doğuşundan söz ederken ilk önce “Kültür Endüstrisi” yerine “Kitle Kültürü” kavramını kullandıklarını belirtmektedir.
Adorno, sözü edilen kullanımın popüler sanatın çağdaş biçimi olarak algılanması olasılığına karşı ‘Kültür Endüstrisi’ ile ‘Kitle Kültürü’ arasında bir ayrıma gittiklerini ifade etmektedir. Kültür endüstrisi, eski olanla tanıdık olanı yeni bir nitelikte birleştirirken tüketicileri kendisine uydurmaktadır. Bu bağlamda da “metalaşma”, “şeyleşme” ve “fetişleşme” kavramları öne çıkmaktadır. Benjamin, Adorno ve Marcuse gibi düşünürlerin kitle kültürüne eleştirel bakışına, yirmi birinci yüzyılda kültür endüstrisinin ana sektörlerinden biri olarak yerini alan televizyonun ve reklamların konumu irdelenirken de gereksinim vardır.
Benjamin’e göre, modern dönemi betimleyen özellikler arasında şunlar vardır: (1) Modern dönemin betimleyici özelliği metaların kitlesel üretimi ve insan ilişkilerinin şeyselleşmiş oluşudur; (2) buna teknolojik değişim neden olmaktadır; (3) bunun sonucu ise, geleneğin ve geleneğe dayanan yaşam tarzının yıkılıp yok olmasıdır; (4) imgeler (imajlar) metalaşmışlar, algılamalarımızın nesneleri olmuşlar, fantazyalarımızın materyalize olmuş biçimlerine dönüşmüşlerdir. Yani, yaşam deneyimlerimiz algılama ve fantazya düzeyinde de değişim göstermişlerdir; (5) imgeler ve nesneler, algılamalarımızın nesnelerine, fantazyalarımızın materyalize olmuş biçimine dönüşüp metalaşmış bulundukları için günümüzde çok önem kazanmışlardır; (6) günümüz yaşamının gerçekliğinin anlaşılmasında, bu nedenle, fantazyaların ve imgelerin tarih ve kültür açısından doğru bir biçimde açıklanması büyük önem taşımaktadır (Aktaran: Oskay, 1981a:4).
BAUDRİLLARD VE YENİ TÜKETİM TOPLUMU
Tamamen bireysel bir bakış açısıyla iktidarı da muhalefeti de eleştirip dışlayan Baudrillard ise yeni tüketim toplumunun artık asıl/kopya, gerçeklik/görünüş gibi karşıtlıklar kurularak açıklanamayacağını, çünkü yabancılaşılan bir insan özünün ve hakikatinin ve buna bağlı olarak hakikati temel alan toplumsal muhalefet biçimlerinin yok olduğunu, bir simülasyona dönüşen gündelik hayatın gönderme yapabileceği dolaysız yaşam biçimlerinin ortadan kalktığını iddia eder. Baudrillard’ı sosyalist görüşten ayıran temel fark budur.
Baudrillard’ın ‘Simulakra ve Simulasyon’ isimli kitabında bahsettiği yalnızlaşan toplumu düşündüğümüzde, bilgi çağıyla yaratılan ‘yapay gerçeklikte’ birey, ‘virtüel ‘avatarı’ ile bütünleşmekte ve kimliğinden uzaklaşmaktadır. Bu yapay gerçeklikte birey, kendi kendisinin kölesi olmuştur. Artık tüm sistem ve düzen değişmiştir.
Dünya düzeninin değişiyor olduğuna dair ilk sinyalleri elbette ki medya vermiştir. Yaklaşık kırk yıl kadar önce, Amerika’da Loud Ailesi ile 1971 yılında başlayan ilk ‘Reality Show’ programıyla artık birey televizyona değil, televizyon onun nasıl yaşadığına bakar olmuştur. Baudrillard, bu bağlamda, ‘Panoptik Gözetleme Sistemi’nden, aktifle pasifin yok edildiği bir caydırma sistemine geçildiğine değinmektedir. Model ve gerçeğin birbirine karıştığı bu “hiper-gerçek dünya” artık bireyi haber yapmaktadır. “Haber sizsiniz, toplumsal sizsiniz, olay sizsiniz…” Yedi ay aralıksız sürdürülen çekimler sonucunda Loud ailesinden geriye kalan ne yazık ki sadece 300 saatlik bir film olmuştur; çift boşanmış, çocuklar ise dağılmıştır. (Baudrillard, J. Simulakrlar ve Simülasyon.1982, s: 53).
Toplumun büyük bir kesimi tarafından ilgiyle izlenen bu tarz ‘Reality Show’larda bireyler kendi kimliklerine en yakın buldukları kişilerle adeta bütünleşerek ‘taraf olma’ ve ‘ötekileştirme’ yaklaşımını göstermişlerdir.
Tüketim Toplumu, bu tarz programlarda da gözlemlenebildiği gibi, radikal bir toplumsal muhalefet yaratamaz. Ancak anomi ya da anomali üretir; amaçsız şiddet, kollektif kaçış davranışları (uyuşturucu, hippiler) yorgunluk, intiharlar, sinir hastalıkları, iç sıkıntısı ve suçluluk duygusu bu topluma hakimdir…
Büyük ölçüde birbirine benzeyen, televizyon dünyasındaki gibi konuşan, gülen, düşünen, giyinen bireylerden oluştuğu için toplum artık varlığının anlamını bulmaya çalışmaz. Toplumla ilişkisini bir dünya görüşü çerçevesinde temellendirmek isteyen birey tipi büyük ölçüde ortadan kalkmıştır. Televizyonda görünen hayat izleyicisine zorla dayatılan, onun yabancısı olduğu bir hayat değildir. İzleyici televizyonda, zaten yaşadığı ya da en azından özlem duyduğu bir hayatın yansımalarını görmektedir. O, ‘Bihter yüzükleri’ ve ‘Shakira kemeri’ alarak mutsuzluğunu gidermeye çalışacaktır.
MUTLULUK VE TÜKETİM TOPLUMU
“Eşitlik talep edilene kadar eşitsizlik yoktur!” J. Baudrillard
Mutluluk kavramının ideolojik gücü toplumsal ve tarihsel olarak modern toplumlarda mutluluk söyleminin EŞİTLİK söylemini canlandıran söylem olmasından ileri gelir. Eşitlik söylemi, SANAYİ DEVRİMİ sonrasında üstlendiği politik ve sosyolojik güç ile mutluluk kavramına devredilmiştir. Mutluluk, ‘eşitlik’ olarak ‘lanse edildiğinde’ ve/veya algılandığında ise, bu kavrama ölçülebilirlik katmak ihtiyacı doğar. Tocqueville, ‘Mutluluk, nesneler, göstergeler ve ‘konfor’ aracılığıyla ölçülebilir refahtır!” der. Kanıtlara ihtiyac duymayan ‘içsel mutluluk’ kavramı, tüketim toplumu inanışında hemen dışlanır! Bu idealde mutluluk, öncelikle eşitlik (ya da ayrıcalık) talebidir ve bu yüzden kendini görünür ölçütler bakımından göstermek zorundadır (Baudrillard, J. Tüketim Toplumu. s:52-53)
Bu toplumun dili tüketimin dilidir. “Bireysel ihtiyaçlar ve hazlar bu dile bağlı olarak sözden ibarettir.”( Baudrillard, J. Tüketim Toplumu. s.88) Haz zevk olarak değil ama yurttaşlık görevi olarak kurumsallaşmıştır. Birey etkin bir şekilde kendini tüketmeye hasretmelidir, aksi taktirde toplum dışı kalmak tehlikesiyle karşılaşır. Marjinal konuma düşmek istemeyen her birey çalışma piyasasına uygun bilgi ve beceri birikimini her an yenilemek, “işin içinde olmak”, giyim kuşamından genel kültürüne kadar her şeyine dikkat etmek zorundadır.
“Tüketmekte ya da tüketmemekte özgür olan savaş öncesinin küçük tasarrufçuların ya da anarşik tüketicilerin artık bu sistemde yapacakları hiçbir şey yoktur.”(Baudrillard, J. Tüketim Toplumu. s.91)
FARKLI İHTİYAÇLAR VE TÜKETİM TOPLUMU
Tüketim toplumunda ruhun yerini beden almış, tutku dışlanmıştır. Bedenin etrafı sağlık, perhiz, tedavi, arzu gibi söylenlerce kuşatılmıştır. Reklamlar bireyi yatırım nesnesine dönüşen bedenlerini keşfetmeye davet eder. Yeni cinsellik ” ‘işlevsel’ bir konuttaki sıcak ve soğuk renkler oyunu gibi sıcak ve soğuktur(s.161). Erotik olan artık arzuda değil göstergelerdedir. “Kadının bedeni… reklamda görülen diğer cinsiyetsiz ve işlevsel nesnelerin türdeşi olur.” (s.162)
Özneye gelince “artık ne ‘kendi’ ne ‘kendi-özne’ ne de dolayısıyla kendinin başkalaşması, yani kelimenin doğru anlamında yabancılaşma vardır (s.240) Tüketimin oyunculluğu içinde bireysel kimliğin trajikliği yok olur.
Tüketim toplumu kültürü halkın ayağına götürür. Bir çift çorap ya da bir bahçe koltuğu, bir kilo domatesle aynı anda hipermarketten alınabilmektedir (s.124). Kültürel nesneler çamaşır makinasıyla aynı tarzda tüketilmektedir. Bu kültür gerçekten kültür sahibi olanları ve geleneksel kültürün kendi kendini yetiştiren marjinal kahramanını dışlar. Tüketim toplumunun kültürü insanları toplumsal ve mesleki olarak bütünleştirir ve birbirlerine uyumlu hale getirir.
Tüketim toplumunun insanı boş zaman etkinliklerini çalışma alanında hakim olan zorlama ahlakı çerçevesinde gerçekleştirir. “Bronzlaşma saplantısı… güneş altındaki bu zorunlu cimnastik ve çıplaklık ve özellikle de eksiksiz yaşamaya özgü bu gülüş ve bu neşe hepsi birlikte aslında ödev, fedakarlık, çilekeşlik ilkesine adanmanın belirtisidir. ” (s.190-191) Aynı zorlama insanlar arasındaki doğal sıcaklık ve gülümsemenin yerini kurumsal nezaketin ve gülümsemenin almasına yol açar. İçtenliğin yok olmasıyla birlikte “… reklamın yakın, içten, kişisel iletişim tarzlarını taklit ettiği görülür.” (s.197) Bireylerarası ilişkilerde varılan nokta gerçek sıcaklığını kaybetmiş bir diyalog zorlamasıdır.
Tüketim Toplumu neden meydana gelmiştir?
Baudrillard, tüketim toplumunun meydana gelişinin altında yatan sebepleri ortaya koyarken, şunları söylemektedir:
“Tarihte aynı olayların iki defa vuku bulduğu olur. Birincisinde bu olaylar gerçek bir tarihî değere sahipken, ikincisi birincisinin karikatürüdür ve grotesk (garip, acayip, fıtrî olmayan) bir serüvendir; efsane olmuş bir atıftan beslenir.”
Bu tespitin ardından Baudrillard, yitirdiğimiz değerleri, gerçeklerinin yerini tutamayan sunî düzenlemelerle telâfi etmeye çalıştığımızı belirtmektedir. Yeşilini yitiren hayatta yok olan insanlık, şehirlerin göbeğinde oluşturduğu sunî teneffüs borusu misali parklarla vicdanını rahatlatmaktadır. İnsanlık, tarihe karışmış bazı güzellikleri, ritüel biçiminde, zorla yeniden güncelleştirerek tüketmektedir.
“Saf ve temiz bir görünüme sahip olmak isteyen her şey karşıtına dönüşmektedir… İktidarlar ancak bir ölüm simulasyonuna baş vurarak gerçek ölümden kaçabileceklerine inanır.” (Baudrillard,J. Simulakrlar ve simulasyon. P:39)
Bu, tüketim toplumunun özelliğidir. Günlük haberlerin acımasız yalancılığı, kitle iletişimi yoluyla bütün felâketlerden yola çıkarak günlük hayatın sadeliğini ve sakinliğini yüceltmektedir. Cinayetler, hırsızlıklar ve tecavüzler her gün haber konusu yapılmakta, bunlardan yola çıkılarak faziletli bir topluma hasret yansıtılmaya çalışılmaktadır.
Tüketim toplumunda yayınlar paradokslarla doludur. Bir yandan asil evlilikler yüceltilirken, diğer yanda “televole” tarzı programlar ile aldatma ve ihanet meşrulaştırılmaktadır. Ailelerin çöktüğü, toplumun felâkete sürüklendiği anlatıldıktan hemen sonra bütün ihanetlerin iç içe girdiği “yalan rüzgârları” estirilip kalan soylu kırıntılar süpürülüp atılmaktadır. Çünkü medya için önemli olan tüketim toplumuna, hızla tüketeceği malzemeyi pompalamaktır. Gâye, sahte ağlamalarla soylu tüketiciyi okşamak, ardından da bedenî hazlara ve doymaz ruhlara yalancı baharlar yaşatmaktır. Yaşatılan baharlarda bir nostalji havası estirilir, erdemler tek tek sıralanırken, hedef, gerçeği yaşanıp bitmiş olayları sembolik olarak tekrar körükleyip tüketim kültürü oluşturmaktır: Tüketim kültürü ya da kültür tüketimi…
Kültürel Yeniden Çevrim (Recycling) veya Tüketilme
Baudrillard “bilgi gelişimi” tabiriyle, bir yeniden çevrimi anlatır. Çünkü günümüzde moda, bilgidir. Enformasyon toplumunun içinde yaşayan her fert, bilgili olmak, gelişmeleri takip etmek zorundadır. Daha doğrusu öyle yapıyor görünmelidir. Yoksa aslında ortada bilgi geliştiren falan yoktur.
Günümüz insanının bilgiye ulaşma çabaları, modayı takip etme gayretiyle aynıdır. İkisinin de yaptırımı içtimaî muvaffakıyet yahut dışlanmadır. Dolayısıyla işimiz, rasyonel bir ilmî birikim süreciyle değil, rasyonel olmayan bütün diğer tüketim süreçleriyle dayanışma içindeki içtimaî yapıyladır.
Yaşadığımız çağda her şey yeniden çevrim sürecinin içindedir. Tabiat, sanat, bilim ve bunun gibi her şey… Tabiat sevgisi, çevreyi koruma çabaları, kirliliğe karşı meydanlarda atılan nutuklar, sanki bütün kötülüklerin müsebbibi kendisi değilmiş gibi, insanoğlunun yaşanmış değerleri sunî olarak yeniden tüketme girişimidir.
Sanat eserlerinin en kıymetlisinden en bayağısına kadar aynı ortamlarda sergilendiği, kıymetsiz olanın kıymetlisine bir zarar vermediği görülür. Nadir sanat eserlerinin kopyalanıp seri olarak üretilmesinde bir mahsur yoktur. Çünkü çevrimde sıra onlara gelmiş, tüketilme zamanı medya tarafından ayarlanmıştır.
Kierkegaard’ın yüz binlerce adet satması, insanların kültür seviyesinin arttığının, onun anlaşılmaya başlandığının göstergesi değildir. Eser kendi özünü büyük ihtimalle kaybetmiş, satın alınan kitapların çoğu medyanın tesiriyle edinilmiş birçoğu da büyük ihtimalle okunmamıştır. Çok satması, sadece çevrim sırasının ona gelmesindendir. Bu çarkın işleyişi nadiren bozulur. Halbuki fikir eserlerinin, cevherin kadrini bilecek azınlık tarafından takip edilmesi belki daha sağlıklıdır. Aksi takdirde eser, kendi referans kodunu kaybedip, harcanma sürecinde, modası gelen bir elbise ya da yeni üretilmiş bir çamaşır makinesiyle aynı semantik alanı paylaşacaktır.
Bilim için de aynı şey söz konusu olmaktadır. İnsanlar ilmî bir dergiyi okumak için aldıkları kanaatindedirler, fakat bir çoğu okunmadan kenarda bekler. Gaye, bir üst kültür seviyesinin paylaşıldığı topluluğa ait olma isteği ve gayretidir. Ortak kodları ve mesajları iletişim maksadıyla kullanabilme isteği, düşünmenin, bilgiyi kullanmanın üstündedir.
En Küçük Ortak Kültür
Televizyon ve radyoların düzenlediği yarışma programlarının aslında hiçbir öğretici yanı yoktur. Katılanların çoğunun heyecandan doğru cevap veremediği, ama yine de mutlu olduğu görülür. Çünkü istediklerini elde etmişlerdir; istedikleri şey paylaşımdır. Paylaşımın modern bir biçimi olan iletişim ve temas hedeflenmiş, o da başarılmıştır. Törenlerle yapılan paylaşımlar günümüzde yerini kitle iletişim araçlarıyla paylaşıma bırakmıştır.
İnsanlar, biyolojik bedenleriyle fiilî olarak bir şeyi paylaşmazlar. Paylaşılan, kitle kültürü olarak adlandırılabilecek en küçük ortak paydadır. Tüketim toplumunda ortalama ferdin sahip olması gereken en küçük standartlar ve moda olan işaretler bütününe ne kadar erişilirse, o kadar başarılı olunmuştur.
Kitle iletişimi, kültürü ve bilgiyi dışlamaktadır. Katılımlar, içi boşaltılmış semboller aracılığıyla gerçekleşir ve hayatın içinde birer merasime dönüştürülerek yüceltilir. Bunda tabiî ki yine yaygın olarak medya kullanılmaktadır.
Medya, tüketicinin davranışlarını yönetir ve insanlara zevkleri hatırlatıp, bu zevklerin nasıl olması gerektiğini öğretir. Reklâmlar, bu konuda ciddî yatırımlar yapılarak geliştirilmekte, insanların eğlenerek ve hoşlanarak seyredeceği şekle sokulmaktadır. Hâlâ “annesinin televizyonunu, margarinini, elektrik süpürgesini kullananlar” dışlanmakta, yeni modeller sunulmaktadır. Alternatiflerin sunuluşu öyle kurnazcadır ki, “alayım mı?” sorusunu sormak aklımıza bile gelmez, “hangisini almayalım?” sorusunu, farkında bile olmadan kendimize sorduğumuzu görürüz.
Reklâmlarda hep “prezentabl” (eli yüzü düzgün, gösterişli) tipler kullanılarak model insan paradigmaları oluşturularak önemli insanların “A” ürününü seçtiği ihsas edilmektedir. Tüketici bu durumda nesnenin faydalılığı ile ilgili soruya değil, nesnenin ona toplumda kazandıracağı statü ile ilgili soruya cevap vermektedir.
Sembollerle kuşatılmış sanal bir dünyada gibiyiz. Mahremiyetin dönüşümünü yaşıyor, kendimize ait bir hayat süremiyoruz. Ferdiyetçiliğin zirvesine çıkma aşkıyla yaşadığımız yılların sonunda en tepeden uçuruma yuvarlanırken, bireyselleşmeyle mahremiyetin farkını çok geç görmenin acısını çekiyoruz. Ne “ben” olarak kalabiliyor ne “biz”e ulaşıyoruz. Başkaları tarafından kurgulanmış bir hayatın figüranlığını yapıp senaryomuzu “öteki”lere yazdırıyoruz. En kötüsü de bunun farkında olmamamız. Öyleyse yapılacak şey nedir? Baudrillard’ın sözleriyle noktalayalım:
“Sistemi başarısızlığa uğratabilen tek şey terörizmdir. Çekilen bir söylevin, ironik bir gülümsemeyle sıfırlanması, kölenin yadsınmayı yadsıyan o bir anlık tavrıyla efendisinin gücünü sıfırlayıp keyfini kaçırması gibi, terörizm de her şeyi tersine çevirdiği sırada, alttakinin bıraktığı izleri silerek onu sıfırlamaktadır… Düş gücünü harekete geçirebilen tek şey terörizmdir.”
KAYNAKLAR
Kitaplar
Baudrillard, Jean (1997). Tüketim Toplumu. İstanbul; Ayrıntı Yayınları.
Baudrillard, Jean (1998). Simulakrlar ve Simulasyon. İstanbul: Doğubatı Yayınları
Baudrillard, McLuhan, Foucoult, Chomsky, Postman, Lacan, Zizek (2003). Kadife Karanlık. (Haz: Rigel N, Batus G, Yücedoğan G, Çoban B.) İstanbul; Su Yayınları.
Benjamin, Walter (1990). Benjamin, Baudelaire ve Pasajlar. (çev.: Ahmet Cemal), İstanbul; Argos Yayınları. 28: 50-52.
Crain, Diane. (2010). Moda ve Gündemleri. İstanbul; Ayrıntı Yayınları
Pepitone, A., (2000). Cross Cultural Research, Sage Publication Inc.
Tomlinson, J. (2010). Kültürel Emperyalizm, İstanbul; Ayrıntı Yayınları
Makaleler ve diğer çalışmalar
http://www.isguc.org/?p=article&id=17&cilt=5&sayi=1&yil=2003
Tüketim ve Hedonizm İlişkisine Dair
Okumak, yazmak ve yaşamak üzerine – Nurdal DURMUŞ
…..
Durun hemen gitmeyin! Madem okumaya başladınız sizlere sorularınıza cevap bulabileceğiniz ve okumak konulu araştırmalarınıza ipucu olabilecek bir kaynak kitaptan bahsetmek istiyorum.
Arthur Schopenhauer’in yaklaşık 170 yıl önce kaleme aldığı ve son iki asrın “okuma” eksenli başyapıtlarından biri olarak kabul edilen “Okumak, Yazmak ve Yaşamak Üzerine” adlı kitabından… Ünlü filozof Nietzsche’nin akıl hocası olan Arthur’un kitabını herhangi bir metinden öteye taşıyan kıymetse, 1800’lü yıllarla günümüz dünyasının en temel ‘insan, fikir ve yaşam’ problemlerinin hep aynı olduğunu; modern hayatın, ‘sıradan ve ahmak’ olanlarla ‘sofistike’ olanların aslında hiç değişmediğini, sadece çağlara göre kalıplarının üzerinde birtakım yöntem değişiklikleri olabileceği gerçeğini gösteriyor olmasından kaynaklanıyor. Örneğin Schopenhauer’in insanın varoluşu, düşünen varlık oluşu ve zihinsel gelişimiyle ilgili örneklemeleri insanın okuma, yazma ve yaşama karşısındaki hallerini anlatırken sergilediği anlatım tarzı ve saptamaları bugün de son kullanma tarihini yitirmemiş reçete olarak önümüzde durmakta.
Schopenhauer’in “Okumak, Yazmak ve Yaşamak Üzerine” isimli kitabı “İnsan Mutluluğunun İki Temel Düşmanı: Iztırap ve Can Sıkıntısı” bölümüyle başlıyor. İlk bölümde ‘sıradan ve ahmak’ olanlarla, ‘sofistike’ olanlar arasındaki can sıkıntısı ve sıkıntının niteliğinden bahseder.
Konu mutluluk: Schopenhauer “Sıradan insan, hayatının mutluluğunu kendi dışındaki şeylere, mala mülke, şana şöhrete, kadın ve çocuklara, dostlara, cemiyete ve benzerine bağlar; dolayısıyla bunları kaybettiğinde hayal kırıklığına uğrar ve mutluluğunun temeli çöker. Sadece zevkleri peşinde koşarak ömürlerini tüketirler ve vahşi bir hayvana benzerler. Her gün görülebileceği üzere; bunlar aynı zamanda servetlerini ve boş vakitlerini, kendilerine en büyük değeri kazandıran şey için kullanmadıklarından ötürü de eleştirilmelidirler.” der. Bu satırlar 1800’lerin dünyasından değil bugün yaşadığımız modern hayattan ve toplumumuzun içinde bulunduğu en büyük çıkmazdan bahsediyor gibi. Bu sözleri günümüzün tarifi olarak düşündüren durumsa, modern toplumların bugünün dünyasındaki en sinsi hastalıklarından biri olan ‘Hedonizm’i yani ‘Hazcılığı’ tarif ediyor olmasıdır.
Peki, nedir Hedonizm?
Schopenhauer’in ıztırap ve can sıkıntısı nedenlerinden yola çıkarak yaptığı sıradan insan hayatı tanımıyla ne kadar uyuşmaktadır?
Günümüzde hastalık olarak psikolojik sınıflandırmaya girmiş bu terimi uzmanlar nasıl tanımlıyor?
Kökeni nedir?
“—Ruh zenginliği hakiki zenginliktir.
Çünkü diğer bütün zenginlikler beraberinde kendilerinden daha büyük bela ve dert getiriler.”
Lukianos, Epigrammata 12
Hedonizm yunan düşünürlerinden Aristippos (İ.Ö.3.yy) ve Epikuros (Epikür) tarafından geliştirilmiş olan felsefi bir akımdır. Temel öğretisi ‘hayattaki en yüksek değerin haz (bedensel ve maddi zevkler) olduğu, ideal olan hayata bu yolla ulaşılacağı ana fikrini içermektedir. Günümüzde ise psikologların tanımıyla hazcılık; yaşamında sadece yeme-içme, eğlence ve cinsel hazzı ön planda tutan, her şeyi çok çabuk tüketen, elde etmeyi ihtiyaç düzleminden çıkartıp sahip olma hazzını tama duygusuna dönüştüren, bu uğurda karşılaştıkları engelleri aşacak tüm ahlak dışı yolları mubah gören, cemiyet hayatı, mal, mülk ve eğlencenin vazgeçilmez standartları olduğunu düşünen veya ekranlarda gördüğü bu tip ünlülere özenerek onların yaşam anlayışını benimseyip o yolda ilerlemeye çalışan, tatminsiz ve genelde kaybettiklerinde hayal kırıklığı ve mutsuzluk nedeniyle depresyona giren kişilerin durumunu tarif eden bir hastalıktır.
Arthur Schopenhauer’in zihinsel körlük yahut kötülüğün temelinde yatan şey, ruh boşluğu, (bönlüğü) olarak tanımladığı hedonizm günümüzde düşünceden, ideoloji, felsefe, sanat ve siyasi estetikten yoksun bir ortamda insan hayatını tüketim kuşatması altına alan en temel hastalıklardan biridir. Hazcılığın yaygınlaşması ve topyekûn hayatı kuşatmasının en temel sebeplerinden biri de hiç şüphesiz modernleşmeyle gelen tüketim ve buna dayalı yeni hayat standartlarını kabullenişimizden kaynaklanmaktadır. Modernizm, tüketim toplumu ve Hedonizm ilişkisi, bir yaşam kuramı olarak en belirgin şekilde özellikle sanayi devrimi sonrası kendini göstermiştir. Batı toplumu da sanayi devrimi sonrası tüketime endekslenmiş, düşünce algısına ve bu yeni yaşam standartlarına kapital müdahaleler yaparak satın alma algısının tanımını; ‘elde edilmek istenen ürünün yararlılığından ya da ihtiyaç olup olmamasından ziyade haz alma (tatmin) ya da sosyal statü kazanma eksenine’ kaydırmıştır.
Modern toplum olma biçimini adeta varoluş ilkelerini kaybetmek ve tüketim nesnesi konumuna indirgenmek alarak kabullenen insanlık; “Toplum, aile ve birey için iyi olan, ihtiyaç olan nedir?” sorusunu, “Sistem için ve siteme adapte olmak için iyi olan nedir?” olarak değiştirmeye zorlanmıştır. Bilinçlenme erdemini yitirmiş, kirli hayat olarak tanımlayabileceğimiz bu durum ahlak ve vicdan sorumluluğunu da şüphesiz rahatlatmaya ve tatmin etmeye ihtiyaç duymuştur. Bu sorgulamaya kılıf uydurmak için modern sitemin kapital yönlendirmeleri, “Daha ferah ve daha mutlu hayat bu yolla elde edilir.” tanımlaması getirmiş; dolayısıyla gerçeklik ve huzur da gözden çıkarılmıştır.
Modern hayatla sistemin gerektirdiği bencillik, açgözlülük ve sahip olma ihtirası gibi özelliklerin insanın varlığıyla başlayan özellikler olduğu ileri sürülerek, bunların sistemden değil, insanın doğasından kaynaklandığı kanıtlamak istemiştir. Dolayısıyla modernlik, vahye dayanan tek tanrılı dinlerin en temel özelliklerinin içini boşaltmış, her şarta şükretme ya da kanaatkâr olma durumunu da ötelemiştir. Modern hayat için önemli olan gelecek ve geçmiş kaygısı duymadan ‘şimdi’yi doya doya yaşamak, sürekli ruh zenginliği ya da huzur yerine her anı doyumsuz yapmak için durmadan yeni düşünceler geliştirerek insanların çıkarcılığını ve hazcılığını meşrulaştırmaktır. Daha vahim olan ise, bu sisteme direnen ahlak anlayışı ya da din olgusu dışlanarak, sistemin düşmanı ilan edilmiş kısaca bencilliğin, açgözlülüğün ve sahip olma ihtirasının bulunmadığı toplumlar ‘ilkel’, o toplumlarda yaşayan insanlar ise ‘çağ dışı’ ilan edilerek aşağılanmaya çalışılmıştır. Modernizmin en etkili eleştirmenlerinden Fransız yazar A. Touraine, ‘Modernliğin Eleştirisi’ kitabında “Modernlik fikri, geleneksel toplumun merkezindeki tanrı fikrinin yerine bilimi koyarak dinsel inançları ancak özel hayatın en mahrem gözeneklerine hapsetti. Siyaseti, ekonomiyi, ahlakı, bilimi, sanatı din-dışı unsurlarla inşa etti. Aynı şekilde entelektüel etkinliğin, dinsel inançlardan korunması üzerinde ısrarla durdu.” tespitiyle maneviyat ve Modernizm çatışmasına farklı bir tanım getirmiştir. Dolayısıyla ahlak ve din ekseninden uzaklaşan modern toplum algısı aynı zamanda hazcılığın temelinde yatan bencillik duygusunu körüklemiş, sadece bireyleri değil toplumun en önemli sosyal dinamiklerinden bölüşmek, yardım etmek, el uzatmak gibi ahlak kavramlarının da içini boşaltarak bireyin her şeye sahip olma ve bundan haz duyma dürtüsünü tetiklemiştir.
Sahip olma arzusu, modern insanın en temel boşluğu olunca; insanlık olgusu da duyarlılıklardan uzak yaşamaya, ihtiraslı olmaya, daha bireysel, daha açgözlü ve ne kadar çok şeyi olursa, o kadar mutlu olacağını sanan bir karakter tipini meydana getirmiştir. Bu durum aslında tam olarak günümüz toplumunun tarifi gibidir. Kapital sitemin en temel araçlarından olan şirketlerde bile yönetim anlayışı; satış hileleriyle tüketiciyi kandırma, medya ve reklam sektörünü kullanarak imajı ön plana çıkartma, tüketiciyi ihtiyacı olmayan şeylerin varlığıyla mutlu etme, daha çok kazanıp rakiplerini iflasa sürükleme, işçi sömürme ve daha çok servete sahip olmayı sağlayan her şeyi, her yolu deneyerek, rakiplerini ortadan kaldırmaya odaklanan kurumsal kimlik mantığına bürünmüştür. Dolayısıyla hazcılık sadece tüketen için değil daha geniş kapsamıyla üreten sitemler için de yazılı olmayan kurumsal bir kurala dönüşmüştür.
Bütün hayatını kendinden daha fazlasına sahip olanları kıskanmak ve kendinden az varlığı olanlardan da kendisi gibi olacakları korkusuyla geçiren birey ve kurumsal tanımlamalar, hazcılığa yeni bir radikal bakış açısı getirmiş; kısaca hazcılığı putlaştırmıştır. Voltaire’nin “Gerçek ihtiyaçlar olmadan gerçek hazlar olmaz.” cümlesinden hareketle, ihtiyacımız olmadan kazandığımız şeyleri sadece tüketebileceğimizi oysa asıl olanın tükenmeyen hazlar, yani gerçek ihtiyaçlara sahip olma olgusu olduğunu söyleyebiliriz. Schopenhauer’in deyimiyle yeninin ömrünü kısaltıp hemen tüketen, eskileştiren bencillik ve sahip olma dürtüsü, insanların mantık ve akıl donanımlarından öte duygularına hitap eder. Bu bencil sömürü düzeninin deşifre olmaması için tüketmeyi ve satın almayı kolaylaştıran araçları da icat eden düzene “banka kartlarını, kredi müessesini ve taksitle her ürünü satma” kurnazlığını örnek olarak verebiliriz.
Jean Baudrillard’ın başyapıtlarından biri olan “Tüketim Toplumu” kitabında dile getirdiği satırlar da hazcılık ve tüketim ilişkisini açıklarken “Gerçek ihtiyaçlar ile çağımızın yönlendirdiği sahte ihtiyaçlar arasındaki ayrımın ortadan kalktığı tüketim toplumunda, kişi tüketim mallarını satın almanın ve bunları sergilemenin toplumsal bir ayrıcalık ve prestij getirdiğine inanır. İnsan bu süreçte bir yandan kendini toplumsal olarak diğerlerinden ayırt ettiğine inanırken, bir yandan da tüketim toplumuyla bütünleşir. Dolayısıyla tüketmek birey için bir zorunluluğa dönüşür. İnsani ilişkiler yerini maddelerle ilişkiye bırakır. Artık geçerli ahlâk, tüketim etkinliğinin ta kendisidir.” cümleleriyle tüketim ve hedonizm ilişkisini toplumunda at başı giden ve birbirinden ayrılmaz yapışık ikizler olarak tanımlamıştır…
Devam edecek…
http://www.on5yirmi5.com/genc/koseyazisi.aspx?c=18025&tag=jean+baudrillard
Tüketim Toplumu Üzerine Kısa Notlar – Mutlu HAZAR
Giriş
Tüketim toplumu tabiri, Batı’da sanayileşme sonrası ortaya çıkan toplum şeklini tarif etmek için kullanılmaktadır. Seri üretimin artmasıyla hızla değişen arz-talep dengesi, üreticileri ve hükümetleri farklı politikalara itmiş, üretilenlerin hızlı tüketilmesini sağlamak maksadıyla türlü yollar denenmeye başlanmıştır.
Bu yolların en önemlileri elbette kitle iletişim vasıtalarıdır. Yazılı ve görüntülü basınla (TV) birlikte son yıllarda bu ikisini de geçeceğe benzeyen internet, tüketim toplumunu yönlendirmede ve manipule etmede kullanılan başlıca kaynaklardır.
Baudrillard’ın belirttiği gibi, artık ihtiyaçlar medya tarafından belirlenmekte, neyin ihtiyaç olduğunu düşünecek zamanı bulamayan tüketici, önüne sunulan alternatiflere ‘evet-hayır’ cevabından birisini verebilecek kadar bir zamanı ancak bularak, şuurlu olmaktan çok, gayri iradî ve şuursuz bir şekilde cevaplar üretmektedir.
A- Yeni yahut Tarihe Aykırı Diriliş
Baudrillard, tüketim toplumunun meydana gelişinin altında yatan sebepleri ortaya koyarken, şunları söylemektedir:
“Tarihte aynı olayların iki defa vuku bulduğu olur. Birincisinde bu olaylar gerçek bir tarihî değere sahipken, ikincisi birincisinin karikatürüdür ve grotesk (garip, acayip, fıtrî olmayan) bir serüvendir; efsane olmuş bir atıftan beslenir.”
Bu tespitin ardından Baudrillard, yitirdiğimiz değerleri, gerçeklerinin yerini tutamayan sunî düzenlemelerle telâfi etmeye çalıştığımızı belirtmektedir. Yeşilini yitiren hayatta yok olan insanlık, şehirlerin göbeğinde oluşturduğu sunî teneffüs borusu misali parklarla vicdanını rahatlatmaktadır. İnsanlık, tarihe karışmış bazı güzellikleri, ritüel biçiminde, zorla yeniden güncelleştirerek tüketmektedir.
Bu, tüketim toplumunun özelliğidir. Günlük haberlerin acımasız yalancılığı, kitle iletişimi yoluyla bütün felâketlerden yola çıkarak günlük hayatın sadeliğini ve sakinliğini yüceltmektedir. Cinayetler, hırsızlıklar ve tecavüzler her gün haber konusu yapılmakta, bunlardan yola çıkılarak faziletli bir topluma hasret yansıtılmaya çalışılmaktadır.
Tüketim toplumunda yayınlar paradokslarla doludur. Bir yandan asil evlilikler yüceltilirken, diğer yanda “televole” tarzı programlar ile, aldatma ve ihanet meşrulaştırılmaktadır. Ailelerin çöktüğü, toplumun felâkete sürüklendiği anlatıldıktan hemen sonra bütün ihanetlerin iç içe girdiği “yalan rüzgârları” estirilip kalan soylu kırıntılar süpürülüp atılmaktadır. Çünkü medya için önemli olan tüketim toplumuna, hızla tüketeceği malzemeyi pompalamaktır. Gâye, sahte ağlamalarla soylu tüketiciyi okşamak, ardından da bedenî hazlara ve doymaz ruhlara yalancı baharlar yaşatmaktır.
Yaşatılan baharlarda bir nostalji havası estirilir, erdemler tek tek sıralanırken, hedef, gerçeği yaşanıp bitmiş olayları sembolik olarak tekrar körükleyip tüketim kültürü oluşturmaktır: Tüketim kültürü ya da kültür tüketimi…
B- Kültürel Yeniden Çevrim (Recycling) veya Tüketilme
Yeniden çevrim herkes için, eğer dışarı atılmak, uzaklaştırılmak, yarışma dışı bırakılmak istemiyorsa, bilgisini, genelde kullanılabilir bilgi piyasasına sunma zorunluluğu doğurur. Kişi, “bilimsel” olmak ya da “dışarıda kalmamak” için kendisini bilgi gelişimi üzerinde temellendirmek ister.
Baudrillard “bilgi gelişimi” tabiriyle, bir yeniden çevrimi anlatır. Çünkü günümüzde moda, bilgidir. Enformasyon toplumunun içinde yaşayan her fert, bilgili olmak, gelişmeleri takip etmek zorundadır. Daha doğrusu öyle yapıyor görünmelidir. Yoksa aslında ortada bilgi geliştiren falan yoktur.
Günümüz insanının bilgiye ulaşma çabaları, modayı takip etme gayretiyle aynıdır. İkisinin de yaptırımı içtimaî muvaffakıyet yahut dışlanmadır. Dolayısıyla işimiz, rasyonel bir ilmî birikim süreciyle değil, rasyonel olmayan bütün diğer tüketim süreçleriyle dayanışma içindeki içtimaî yapıyladır.
Yaşadığımız çağda her şey yeniden çevrim sürecinin içindedir. Tabiat, sanat, bilim ve bunun gibi her şey…
Tabiat sevgisi, çevreyi koruma çabaları, kirliliğe karşı meydanlarda atılan nutuklar, sanki bütün kötülüklerin müsebbibi kendisi değilmiş gibi, insanoğlunun yaşanmış değerleri sunî olarak yeniden tüketme girişimidir.
Sanat eserlerinin en kıymetlisinden en bayağısına kadar aynı ortamlarda sergilendiği, kıymetsiz olanın kıymetlisine bir zarar vermediği görülür. Nadir sanat eserlerinin kopyalanıp seri olarak üretilmesinde bir mahsur yoktur. Çünkü çevrimde sıra onlara gelmiş, tüketilme zamanı medya tarafından ayarlanmıştır.
Kierkegaard’ın yüz binlerce adet satması, insanların kültür seviyesinin arttığının, onun anlaşılmaya başlandığının göstergesi değildir. Eser kendi özünü büyük ihtimalle kaybetmiş, satın alınan kitapların çoğu medyanın tesiriyle edinilmiş bir çoğu da büyük ihtimalle okunmamıştır. Çok satması, sadece çevrim sırasının ona gelmesindendir. Bu çarkın işleyişi nadiren bozulur. Halbuki fikir eserlerinin, cevherin kadrini bilecek azınlık tarafından takip edilmesi belki daha sağlıklıdır. Aksi takdirde eser, kendi referans kodunu kaybedip, harcanma sürecinde, modası gelen bir elbise ya da yeni üretilmiş bir çamaşır makinesiyle aynı semantik alanı paylaşacaktır.
Bilim için de aynı şey söz konusu olmaktadır. İnsanlar ilmî bir dergiyi okumak için aldıkları kanaatindedirler, fakat bir çoğu okunmadan kenarda bekler. Gaye, bir üst kültür seviyesinin paylaşıldığı topluluğa ait olma isteği ve gayretidir. Ortak kodları ve mesajları iletişim maksadıyla kullanabilme isteği, düşünmenin, bilgiyi kullanmanın üstündedir.
C- En Küçük Ortak Kültür
Televizyon ve radyoların düzenlediği yarışma programlarının aslında hiçbir öğretici yanı yoktur. Katılanların çoğunun heyecandan doğru cevap veremediği, ama yine de mutlu olduğu görülür. Çünkü istediklerini elde etmişlerdir; istedikleri şey paylaşımdır. Paylaşımın modern bir biçimi olan iletişim ve temas hedeflenmiş, o da başarılmıştır. Törenlerle yapılan paylaşımlar günümüzde yerini kitle iletişim araçlarıyla paylaşıma bırakmıştır.
İnsanlar, biyolojik bedenleriyle fiilî olarak bir şeyi paylaşmazlar. Paylaşılan, kitle kültürü olarak adlandırılabilecek en küçük ortak paydadır. Tüketim toplumunda ortalama ferdin sahip olması gereken en küçük standartlar ve moda olan işaretler bütününe ne kadar erişilirse, o kadar başarılı olunmuştur.
Kitle iletişimi, kültürü ve bilgiyi dışlamaktadır. Katılımlar, içi boşaltılmış semboller aracılığıyla gerçekleşir ve hayatın içinde birer merasime dönüştürülerek yüceltilir. Bunda tabiî ki yine yaygın olarak medya kullanılmaktadır.
Medya, tüketicinin davranışlarını yönetir ve insanlara zevkleri hatırlatıp, bu zevklerin nasıl olması gerektiğini öğretir. Reklâmlar, bu konuda ciddî yatırımlar yapılarak geliştirilmekte, insanların eğlenerek ve hoşlanarak seyredeceği şekle sokulmaktadır. Hâlâ “annesinin televizyonunu, margarinini, elektrik süpürgesini kullananlar” dışlanmakta, yeni modeller sunulmaktadır. Alternatiflerin sunuluşu öyle kurnazcadır ki, “alayım mı?” sorusunu sormak aklımıza bile gelmez, “hangisini almayalım?” sorusunu, farkında bile olmadan kendimize sorduğumuzu görürüz.
Reklâmlarda hep “prezentabl” (eli yüzü düzgün, gösterişli) tipler kullanılarak model insan paradigmaları oluşturularak önemli insanların “A” ürününü seçtiği ihsas edilmektedir. Tüketici bu durumda nesnenin faydalılığı ile ilgili soruya değil, nesnenin ona toplumda kazandıracağı statü ile ilgili soruya cevap vermektedir.
Netice
Sembollerle kuşatılmış sanal bir dünyada gibiyiz. Mahremiyetin dönüşümünü yaşıyor, kendimize ait bir hayat süremiyoruz. Ferdiyetçiliğin zirvesine çıkma aşkıyla yaşadığımız yılların sonunda en tepeden uçuruma yuvarlanırken, bireyselleşmeyle mahremiyetin farkını çok geç görmenin acısını çekiyoruz. Ne “ben” olarak kalabiliyor ne “biz”e ulaşıyoruz. Başkaları tarafından kurgulanmış bir hayatın figüranlığını yapıp senaryomuzu “öteki”lere yazdırıyoruz. En kötüsü de bunun farkında olmamamız.
Kaynak
– Jean Baudrillard, Tüketim Toplumu, Ayrıntı Yayınları.
Uygarlığın sonunda gezintiler… Ergin Yıldızoğlu
IPAD için birbirinin üstüne çıkan, meta manyağı yapılmış insanlar bu uygarlığın ürünü. Fukuşima’da patlama noktasına gelen reaktörler de, tüp gazla reaktör arasındaki farkı bilmeyen, fay hattına bomba kurmaya kalkan siyasetçi de bu uygarlığın ürünü. Tsunami insanları kentleri önüne katıp götürürken borsada portföy boşaltmaktan başka bir şey düşünemeyenler de…
Günlük yaşamın, tüm çözülmeden birikmeye devam eden çelişkilerine karşın, dayanılabilir bir biçimde sürebilmesi için yok sayılması gereken “şey”lerden birinin aniden ortaya çıkması halimizin (G)erçeğini kısa bir süre için de olsa gözler önüne seriyor.
Japonya depremi ve tsunami tam da böyle bir duruma işaret ediyor. Bu vesileyle başımızı kaldırıp halimizin genel durumunun, ortalıkta pıtrak gibi boy göstermeye başlayan “semptom”larına bakınca da aslında epey bir süredir kapitalist uygarlığın sonunda dolaştığımızı, bir türlü bu kabustan çıkamadığımızı görüyoruz.
Sık sık aklıma Samuel Beckett’in End Game (Oyunun Sonu) yapıtı geliyor. Kör ve kötürüm Hamm iskemlesinde oturuyor. Uşağı Clov’a soruyor “ne oluyor ne oluyor”. Clov cevap veriyor, “Bir şey kendi seyrini izliyor”. Hamm yine soruyor “Clov… Biz… Biz bir anlam kazanmaya başlamış olabilir miyiz?” Clov: “Sen ve ben? Dalga mı geçiyorsun?” Belki de ben bu konuşmayı doğru anımsamıyorum, ama bir şey fark etmiyor. Kapitalist uygarlık da kör ve kötürüm Hamm’ın yaşamı gibi artık hiçbir anlam kazanamadan, bir anlam üretemeden seyrini izliyor, dokunduğu her şeyi, insanlar dahil, kar peşinde tüketip, moloza dönüştürerek ilerliyor.
Deprem, tsunami doğal felaketler. Bunu anladık, peki patlama noktasına gelen nükleer santraller neyin ürünü? Santraller patlama noktasına gelirken, panik halinde, borsada felaketi fırsata çevirmeye çalışanlar kim? Sonra gazete köşelerinde “Yoksulluktan kurtulmak istiyorsan nükleer enerji şart” diye yazanlar bu uygarlığın sonsuza kadar devam edeceğini var saymıyorlar mı? Enerji tüketimini artırmadan zengin olunamaz. Artırmak için tek yol nükleer enerji değil mi? Bu yüzden Çin ve Hindistan 218 yeni nükleer santral yapmayı planlamıyor muydu?
Neden olmasın? Tüm göstergeler, bugünkü trendlerin, geleneksel enerji kaynaklarının, yenilenebilir kaynakların, bu uygarlığın enerji gereksinimlerini karşılamasının olanaksız olduğunu söylemiyor mu? Kapitalist uygarlıkta yaşamaya devam ettiğimiz sürece…
‘Bakın gerçekçi olmak gerekiyor. Bize acilen enerji lazım, bize acilen sermaye fazlasını emecek devasa projeler lazım. Nükleer santral bu iki gereksinime de cevap veriyor. Bu kapitalist makineyi çalıştırmak için gerekirse fay hattının üzerine bile kurarız.’ İyi de bu makine bizi öğütüyor, bize ne oluyor, bu oyunu oynamak zorunda mıyız?
Hep gelip bu gerçekçilik duvarına çarpıyoruz. Bu duvar yıkılacak gibi görünmüyor. Üniversitelerden medyaya, en bilgicinden en cahiline sesler bize hep bunu söylüyor.
Ama dört ay önce Tunus, Mısır firavunlarının devrilebileceği kimin aklına geliyordu. Gerçekçiler için 17 Aralık gününe kadar böyle bir olasılık var mıydı? Sonra her şey değişmeye başladı, bir kapı açıldı tarihte, yeni olasılıklar döküldü ortalığa. Bu kapı hala kapanmış değil ki…
İnsanı, doğayı yavaş yavaş öldüren bir uygarlığın sonunda her şeyi yok edebileceğini hayal edebiliyoruz da, sıra onu ortadan kaldırarak kendimize yeni bir yol açmaya, başka bir yaşam kurmaya gelince, aklımızın enerjisi tükeniyor, zaman ve egemenlerin boyu gözümüzün önünde uzadıkça uzuyor, dönüp gerçekçi olmak gerektiğine karar veriyoruz sonunda; günlük zamanın yeknesak akışına kendimizi terk ediyoruz ve her şeyi tüketen o makine kendine yeni yakıtlar bularak yoluna devam ediyor.
Peki, hadi gelin iyice gerçekçi olalım. Derin bir mali kriz patlak verdi. Devletler ellerindeki tüm kaynakları bu krizi çıkaranları kurtarmaya yönlendirdiler, hani her yıl kendilerine milyarlarca dolar ikramiye verenler var ya onlara… Sonra kasalar boşaldı. En azından ekonomik büyümeyi teşvik edecek bir şeyler yaparak gelirlerini arttırıp, kasalarını doldurmaya çalışabilirlerdi değil mi? Hayır bu krizden en çok zarar görenlere, yoksullaşanlara işlerini kaybedenlere ve kaybedecek olanlara dönüp, “Hadi bakalım bir şeyler verin, hep birlikte fedakarlık filan…” diyorlar; bankaları batıranlar milyarlarına milyarlar katmaya devam ediyorlar, kasa bir türlü dolmuyor. Gerçeklik bu!
Mısır’da Tunus’ta halk sokaklara döküldü ya hemen ardından yetişip yönlendirmeye ‘demokratikleştirmeye’ çalışıyorlar. Libya karışınca daha da demokrat kesilip, Kosova’da, Afganistan’da, Irak’ta toplam milyondan fazla insanın canına mal olduktan sonra iflas etmiş, “Liberal emperyalizm” zırvasını anımsayıp, askeri müdahaleye, işgale zemin yaratmaya başlıyorlar. Libya’da muhalefet “Hayır gelmeyin, bu bizim işimiz” diyor, ama kimse dinlemiyor. Ne de olsa Libya petrolü tatlı petrol, güzel petrol…
Bu arada Bahreyn’in Sünni “kralı” demokrasi talebiyle sokaklara dökülen Şii halkını tekrar geri sokmak için Suudi Kralı’nın ordusunu yardıma çağırıyor, Körfez ülkelerinden binlerce Sünni asker onlarca zırhlı araç, helikopter, uçak, tank Bahreyn’i işgal etmeye başlıyor, Kuveyt bile bu fırsatı kaçırmıyor. Gazeteler gelen askerlerin göstericileri av tüfekleriyle öldürmeye başladığını yazıyor. Sünni-Şii düşmanlığının ateşine petrol dökülüyor. Yemen despotu fırsattan istifade katliama başlıyor. Dönüp bakan yok. Gerçeklik bu.
Bu gerçeklikte başka şeyler de var. Japonya’daki felaket uluslararası şirketlerin tedarik zincirlerini kırdı. Gazetelerin aktardığına bakılırsa “IPad 2”nin stokları tükenince, dükkânların kapılarında bir gece önceden kuyruğa girenler, kim bilir içlerindeki hangi boşluğu doldurmak için metalardan medet umanlar, “şoka” girmişler. Aletin fiyatı 800 dolardan 13 bin dolara fırlamış. Kuyruktakilerden biri yerini 900 dolara satıp eve dönmüş.
O eve dönmüş ama Fukuşima santralindeki reaktörlerin patlamasını engellemek için gece gündüz aç uykusuz, kabul edilebilir radyasyonun üç katı kirlenmiş, kirlenmeye de devam eden ortamda ölümle yarışarak çalışan 300 işçinin eve dönme şansı yok. Çocuklarına ailelerine veda ederek, oraya, ailelerini, dostlarını, komşularını, yurttaşlarını hatta dünya insanını kurtarma için ölmeye gittiler. Pers imparatoruna karşı topraklarını korumak için Termopil geçidine giden 300 Ispartalı gibi… Kendilerini var eden toplum, kolektif için…
IPAD için birbirinin üstüne çıkan, meta manyağı yapılmış insanlar bu uygarlığın ürünü. Fukuşima’da patlama noktasına gelen reaktörler de, tüp gazla reaktör arasındaki farkı bilmeyen, fay hattına bomba kurmaya kalkan siyasetçi de bu uygarlığın ürünü. Tsunami insanları kentleri önüne katıp götürürken borsada portföy boşaltmaktan başka bir şey düşünemeyenler de… (Tam bu üç noktayı koymuştum ki, e-postama Japonya’da yeni yatırım fırsatlarını ballandıra ballandıra anlatan bir mesaj düştü.)
Ama bu uygarlık bu kadar değil. Karın, dondurucu soğuğun altında varlıklarını kanıtlayan Tekel İşçileri de, Tahrir Meydanı’ndakiler de ve nihayet Fukuşima’daki 300 işçi de bu yapıya ait. Ama onların hepsi, aynı zamanda, insanın, bu benmerkezci haz odaklı, kar makinesine tutsak uygarlığa bir türlü sığamayan, sığdırılamayan, her seferinde bu uygarlıktan başka bir şeyin olabileceğini bize anımsatan özelliklerini temsil ediyorlar. Biz uygarlığın sonunda dolaşırken onlar bize, gerçekçi olanın değil, gerçekliğe sığmayanın değerini anımsatıyorlar.
19 Mart 2011/Sendika.org
Stop Consuming! Boycott Everything! Renewable Energy: Alternative Consumption and the consumption of alternatives
Here’s a question for all those genetic engineers out there: What do you get if you cross new-age greenie hippies with corporate greed?…
Biodiesel of course!
Apparently loads of plants produce oils that the lazy have discovered can be used to save them having to walk or cycle anywhere. Renewable energy is the term used to describe energy sources that haven’t been conclusively shown not to be renewable.
Dr. T. N. B. Kaimal of IICT, Hyderabad, has said that many plants will provide oil, listing a variety of plants that produce it. As many 25 families of plants have been catalogued for their oil richness. As Dr. Kaimal says with respect to castor seed oil: “if 100 million hectares is brought under cultivation we can get castor seeds of 150 million tonnes out of which we can get 50 million tonnes of oil”.
A hundred million hectares is a very large size. Indeed, it is four times the size of the entire United Kingdom. Thus in order to get 50 million tonnes of fuel oil we need to plant the whole of the UK, France, Belgium, Holland and Luxembourg, with no room for anything else! If it was possible to get two crops per year out of this, we would have 100 million tonnes of oil per year. This would provide one third of the USA’s annual imports, ignoring the amount they consume of their own production. This kind of calculation really brings home the scale of our profligate use of earth’s energy.
This level of production, inadequate though it is, would neccessitate a monoculture with an incredibly high input of bioicides and fertilisers. All in all not very green. The proponents of this `solution’ fall into two groups: desperate business leaders and stupid professional environmentalists. It seems very few people are willing to actually change their lazy habits in order to allow life to continue. If you suggest that a small amount of self-discipline is an essential part of any viable solution, you will come up against the full indignant wrath of the human rights lobby.
According to Stanford University’s Paul Ehrlich, humankind has co-opted for its use about 40 per cent of the net primary productivity on the planet — that is, of the energy fixed by photosynthesis each year. The earth is straining to it’s photosynthetic limits just to provide the rich “First World” with all the wasteful packaged crap that the food adulteration industry has foisted upon us, and now the ravaged fields must provide fuel for a billion lazy entities who will do anything rather than use their own energy to get around. (That’s five billion if we are aiming for social justice, but it seems the new age will be just as bad as the old on that score.)
This is by no means a new phenomenon; the idle races have been insinuating themselves into the human genome since before history began. This is just the latest advancement in the process that probably started with the enslavment of the dog and the horse. Paul Shepherd described this latter unfortunate soul as “that domestic animal which, more than any other symbolised and energised the worldwide pastoral débacle of the skinning of the earth… No wonder the horse is the end-of-the-world mount of Vishnu and Christ. As famine, death and pestilence, it was the apocalyptic beast who carried Middle East sky-worship and the sword to thousands of hapless tribal peoples and farmers from India to Mexico.” [1]
Along with hydro-electricty, wind power and tidal energy, plant fuels are the latest attempt by technocracy to stay in business. On the bright side, this does at least show that the corporations are slowly becoming aware that even they will have big problems very soon. All these so-called `solutions’ overlook the fact that energy sources are not the problem. The people who live in the third world — and that is most people — do not have anything like the amount of energy consumption that we do. Their low life expectancy and ill health is due to the fact that all the good land is taken up by western corporations to overfeed us, not because of a lack of televisions or electric toothbrushes. These people are living proof that the power consumption of the rich world is totally unnecessary. All these `renewable’ energy sources are not solutions at all, they are irrelevant to the problem.
The major problem that this planet has today is the incredible capacity a minority of humans has to consume ever increasing quantities of everything. This is the problem, yet it is never addressed; never even recognised. Instead the problem is seen as one of continuing to consume as much as possible; of finding alternative things to consume when the current consumables run out. The green gurus keep parroting out the same old crap about treading lightly on the earth, and their followers keep lapping it all up, sending in their subscriptions, buying the videos, going to the meetings, writing their letters, recycling their ideologies and reciting their platitudes — anything rather than face up to the fact that the party is over and hard times are on the way.
We are running out of slaves. There is a world shortage of slave material and the rich idle West is too deeply habituated to the `good’ life to see that it is time to face up to that reality. Never mind all the other species, we don’t even provide the whole human population with this level of consumption, most of the rest of humanity are slaves of the west too! The clever slave driver will not drive the slaves too hard; they are no use to him dead. We have not even been clever. Now we are scraping the bottom of the barrel. We have used up most of the earth’s available stored energy, and are laying into the latest deliveries. The soon-to-come shift into large scale plundering of this energy will further accellerate the already alarming rate of devastation. That these `solutions’ are being touted as `green’ is the ultimate example of Orwellian doublespeak. These people claim to be looking towards a new future — as indeed they are, with the same rapacious eye that the first colonialists viewed the `new’ world of 500 years ago.
So what is the solution then? All we need to do is to look at the problem: Consumption. It is very, very simple. We must reduce consumption. Now. Not in 2002 when the UN sets some kind of target. Not next year when the government raises some kind of tax a bit. What kind of lifeforms are we who need some kind of financial incentive to save ourselves from oblivion? Are we really so powerless that we can’t stop buying things until the government tells us we have to? Is it really the government’s fault that millions of supposedly free-thinking individuals go shopping in vast depersonalised hypermarkets miles from their homes on new bypasses built specially for that purpose? (an average of 75% of traffic on UK bypasses is local.)
I hear people whinge about how they just don’t have the time, or the local shops are too expensive… or some other feeble excuse. The worst excuse, and the most difficult one to overcome is the one about freedom of choice: “but people have the right to choose…” they whine, “you can’t tell people what to do.” Well, leaving aside their total blindness to the existence of all other life forms, what about the people in other parts of the world, who, to provide land for food to fill these supermarkets and tins to put it in, are forcibly removed from their homes to live in filthy shanty towns watching their children starve or go into prostitution? What about all the families devastated by war fought on their land over resources they will never see or even benefit from; wars to ensure the free flow of oil so that these pathetic mollycoddled perversions of humanity can excersize their `right’ to shop where they choose? Do these people really give a shit about anybody’s rights other than their own?
They claim not to know about all this, they say that they don’t boycott (old example this, sorry!) South African goods because (wait for it, mindless zombie statement no.1) “You can’t boycott everything, can you?”
So they don’t boycott anything!
Brilliant!
Blank smile, blank eyes, blank brain.
And then there are those who do their bit… “I do my bit for the environment.” they say. God, yes, perhaps I should do my bit for my dog, I won’t kick him on Thursday afternoons! They are just a load of pathetic sheep (sheep have been bred to be pathetic over thousands of years… just like a lot of humans) who can’t even be bothered to take responsibility for their own actions. If I buy a tin of food, who is responsible for the open cast mine where the tin was extracted from? Who is responsible for the pesticides used in producing the contents, or the transport infrastructre involved in getting it through the convoluted route from field to me? The government? Bill Gates?
Of course not. I must stop buying these things. I can’t extricate myself from the sick parasitic system overnight — the grip is too tight, real alternatives either don’t exist or are on the way out and very fragile. So this must be my priority. I may seek out those places, co-ops, small grocers etc and support them, find other people and work with them in the hope that we will enhance each other’s efforts. The alternatives may be difficult to get but this is of no relevance, if an alternative exists it is the thing to do, regardless of inconvenience. If no alternative exists this is usually a non-essential item.
(It is said that the main reason that community supported agriculture has not taken off is because the corporations are opposed to it. Could it perhaps be because the vast majority of the population are too apathetic to get up and find out about these things?)
I must stop working for the system, regardless of the personal hardship this may seem to entail. This is a personal thing. There is no set course, we must all find our own and help each other. No leader will be needed, we must take back our self-respect and stop relying on cult figures and green gurus, who are obviously not up to the task. We don’t need any experts to tell us what to do, we pretend that we need them because we don’t really want to do it.
Stop consuming.
It seems bad, but if we do it, maybe we will start living again.
Footnotes
[1]^ Shepherd, Paul; “A Post-Historic Primitivism” from the collection “The Wilderness Condition” ed. Max Oelschlaeger. Island Press, 1992
Namlunun Ucundaki Dünya. Ya da Sadelik Hareketinin Sorunu Ne? Derrick Jensen
Arkamızdan gelenler ya da bir zamanlar bu kültürün durdurduğu bu dünyadan geri kalanları miras alanlar- ister petrol fiyatının yükselişi, ekonomik çöküş, ekolojik çöküşle ya da doğal dünyayla ittifak halinde çarpışan cesur kadın ve erkeklerin çabaları sonucunda-sizin ya da benim hayatımızı nasıl yaşadığımızı umursamayacaklar. Ne kadar çok çabaladığımızı umursamayacaklar. İyi insanlar olup olmadığımızı umursamayacaklar. Şiddet dolu olup olmadığımız umurlarında olmayacak. Gezegenin katledilmesinden dolayı yas tutup tutmadığımızı umursamayacaklar. Aydın olup olmadığımızı da umursamayacaklar. Harekete geçmemek için ne tür bahanelerimiz (“bu meseleyi düşünemeyecek kadar stres altındaydım”, ya da “hem çok büyük hem de çok korkunç” ya da “çok meşgulüm” ya da bilerce kez duyduğumuz nice bahane gibi)olduğunu umursamayacaklar. Ne kadar sade bir hayat sürdüğümüzü umursamayacaklar. Düşüncede ve eylemde ne kadar temiz ve saf olduğumuzu umursamayacaklar. Görmeyi dilediğimiz o değişim haline dönüşüp dönüşmediğimize de aldırmayacaklar.
Oyumuzu Demokratlara, Cumhuriyetçilere, Yeşillere, Liberterlere ya da hiç kimseye verip vermediğimizi de umursamayacaklar. Bu konuda büyük kitaplar yazmamızı da umursamayacaklar. Bu ölümcül ekonomiyi sürdüren politikacılara ya da CEO’lara “merhamet” duyup duymadığımıza aldırmayacaklar. Onlar suyu içip içemediklerine, havayı soluyup soluyamadıklarına aldıracaklar. Toprağın onları besleyip besleyemeyeceğine aldıracaklar.
Birkaç ay önce bir toplantıda eylemci arkadaşlardan birisi ”eğer dünyamız çevre felaketiyle karşı karşıyaysa, nasıl yaşayacağız ?” diye sordu.
Bu soru birkaç sebepten dolayı beni etkiledi. Öncelikle bizim dünyamız değil, dünya. Dünyanın bize ait olduğu nosyonu- bizim ona ait olmamız gerekirken- sorunun önemli bir bölümünü oluşturuyor.
İkincisi, bu sorunun aslında ana akım medya içerisinde (ve hatta bazı çevreciler arasında da ) dünyanın içinde bulunduğu durum ve bizim ona verdiğimiz cevapla alakalı sorulan neredeyse tek soru olması. “Yeşil yaşam” deyimini googleda aradığınızda 7,250,000 hit veriyor, Mick Jagger ve Keith Richards aramalarından daha fazla bir sonuç bu ( ya da diğer yönden bakarsak hayati öneme sahip John A.Livingston ve Neil Everndern’den bin kat daha fazla). Çıkan websitelerine tıkladığınızda aklınıza gelen şeylerle karşılaşıyorsunuz: “Yeşil Rehber: Alış Veriş Yap, Kurtar, Muhafaza Et”, “Hepimiz İçin Kişisel Çözümler” ve ”Tüketiciler İçin Tuvalet Kağıdı Rehberi”.
Bu sorunun beni etkilemesinin üçüncü ve en önemli sebebi ise, sorunun yanlış soru olması. Sorunun nasıl yanlış olduğuna bakarak bazı doğru soruları aramaya başlayabiliriz. Bu çok önemli; çünkü yanlış sorulara doğru cevaplar bulmanın pek faydası yok.
O halde meselenin bir kısmı “çevre felaketiyle karşı karşıya olmak” deyiminde yatıyor, bu sözler sanki esas problemin çevre felaketi olduğu gibi bir hava yaratıyor. Ama değil. Bu bir semptom-bir tesir, yoksa bir sebep değil. Küresel ısınmayı ve onu “çözmek” veya “durdurmak” veya “yumuşatma” girişimlerini bir düşünün. Küresel ısınma (ya da bazılarının haklı olarak söylediği gibi”küresel iklim felaketi”) çok korkutucu olsa da, ilk ve en önemli tehdit değil. Bu bir sonuç. Pikalar yok olmayacak ya da buzullar erimiyor, ya da hava düzeni değişmiyor demiyorum; ama bu felaketler için küresel ısınmayı suçlamak , vurulan birisi için kurşun projektilini suçlamakla aynı şey. Küresel iklim felaketini çözmek, durdurmak ya da yumuşatmak için çaba göstermemeliyiz de demiyorum; ben sadece bütün bunların petrol ve gaz yakmanın, baraj inşaatının, endüstriyel tarımcılığın ve diğerlerinin önceden kestirilebilir sonuçları olduğunu kabul edersek başarma şansımızın artacağını söylüyorum. Gerçek tehdit, bunların hepsi.
Aynı şeyler dünya çapında yaşanan ekolojik çöküş için de geçerli. Ekstraktif ormancılık ormanları yok ediyor. Ekstraktif ormancılık orman toplumlarının –bitkilerin, hayvanların, mantarların, nehirlerin, toprağın ve diğerlerinin-çökmesine sebep olduğu zaman buna şaşırmak niye? Bunu daha önce de bir iki kez gördük. Irak’ı düşündüğünüzde aklınıza gelen ilk görüntü çok sık olduğu için güneş ışınlarının asla yeryüzüne ulaşamadığı sedir ormanları mı? Bu ekstraktif kültürün başlangıcından önce öyleydi; bu kültürün ilk yazılı mitlerinden birisi Gılgamış’tır, Gılgamış şehirler kurmak için Irak’ın tepe ve ovalarındaki ağaçları keser. Yunanistan da önceden yoğun ormanlardan oluşuyordu; Plato ormanları yok etmenin su kalitesine zarar verdiğini düşünüyordu(ve eminim Atina’nın su kalitesinden sorumlu olanlar da aynen bugünkü gibi düşünerek su kalitesiyle ormanları yok etmek arasında bağlantı var mı incelemek gerekir demişlerdi). Bir kültür ormanları böylesine etkili bir şekilde yok ederken orman toplumlarının hayatlarını sürdürebileceğine inanmak biraz hayalcilik oluyor.
Nehirlerde de aynı şey söz konusu. Sadece ABD’de 2 milyon baraj var, bunlardan 70 bini 6 fit yüksekliğinde, 60 bini ise 13 fitten yüksek. Buna rağmen balık topluluklarının yok olmasına şaşırıyoruz. Aynı şeyi otlaklar için de tekrar edebiliriz, ormanların yok edilme oranından fazla otlaklar tarım tarafından yok ediliyor; okyanuslarda ise plastik oranı bitkisel planktondan 10 kat fazla (ormanlar da aynı oranda plastikle doldurulsa 90 fit derinliğinde strafor olurdu); göçmen kuşlar gökdelenlerden haşere ilaçlarına dek her şey tarafından tehdit altında; liste böyle devam ediyor.
Burada önemli olan, dünya çapında yaşanan ekolojik çöküşün dışsal ve önceden kestirilemez bir tehdit olmaması- ya da yüzümüze çevrilmiş bir namlu filan olmaması. Bir tüfeğin namlusuna bakmıyoruz da değil, bakıyoruz; doğru bir şekilde tanımlarsak daha iyi olur. Eğer somon balıklarını, mersinbalığını, Kolombiya nehrini, amfibileri kastediyorsak o zaman söz konusu tüfek endüstriyel uygarlıktır.
Meselenin ikinci kısmı sorulan sorunun gelecekte başımıza gelecek bir tehditle karşı karşıya olduğumuzu varsayması-yani daha tüfek ateşlenmemiş gibi. Ama Dehşet çoktan başladı. Yaban güvercinlerine sorun. Eskimo çulluklarına sorun. Deniz kuşlarına sorun. Her yerdeki geleneksel yerli toplumlarına sorun. Bu potansiyel bir tehdit değil, tam tersine uzun zaman önce başlamış bir tehdit.
Metaforla alakalı daha büyük bir mesele, ayrıca Orion dergisindeki bu yeni sütunun da sebebi bu, en sonda sorulan soru: “Hayatımı nasıl yaşayacağım?” Buna adım adım bakalım. Tüfeğin ne olduğunu bulduk: başlangıcından beri ormanları yok eden, balıkları, suları, toprakları yok eden, her şeyi yağmalayan, yok eden bu ekstraktif kültür. Tüfeğin daha önce ateşlendiğini ve sevdiğimiz bir çok canlıyı, Carolina muhabbet kuşlarından kestane güvelerine dek bir çok canlıyı öldürdüğünü biliyoruz. Şimdi tüfek daha fazla sayıda sevdiğimiz canlıya ateş etmeye hazırlanıyor, ateşleniyor, bu sefer Sibirya kaplanlarından Hint timsahlarına, bütün okyanuslara, sizi ve beni de içine alarak aslında bütün dünyaya yöneltiliyor namlu. Eğer bu metaforu daha gerçek yaparsak, o zaman bu sorunun-diğer bir çok sorudan daha fazla sorulmuş bu sorunun- neden yanlış soru olduğunu anlayabiliriz. Eğer birisi evinizi yağmalıyor, sevdiklerinizi teker teker ( ya da hepsini birden) öldürüyorsa o zaman yüreğinizi yakan soru, hayatımı nasıl yaşamam gerekir? sorusu mu olurdu? Sizin adınıza konuşamam; ama benim soracağım soru şu olurdu: bu psikopatları nasıl etkisiz hale getirebilirim? Gerekli bütün araçları kullanarak onları nasıl durdururum?
Nihayet can alıcı noktaya geliyoruz. Arkamızdan gelenler ya da bir zamanlar bu kültürün durdurduğu bu dünyadan geri kalanları miras alanlar- ister petrol fiyatının yükselişi, ekonomik çöküş, ekolojik çöküşle ya da doğal dünyayla ittifak halinde çarpışan cesur kadın ve erkeklerin çabaları sonucunda-sizin ya da benim hayatımızı nasıl yaşadığımızı umursamayacaklar. Ne kadar çok çabaladığımızı umursamayacaklar. İyi insanlar olup olmadığımızı umursamayacaklar. Şiddet dolu olup olmadığımız umurlarında olmayacak. Gezegenin katledilmesinden dolayı yas tutup tutmadığımızı umursamayacaklar. Aydın olup olmadığımızı da umursamayacaklar. Harekete geçmemek için ne tür bahanelerimiz (“bu meseleyi düşünemeyecek kadar stres altındaydım”, ya da “hem çok büyük hem de çok korkunç” ya da “çok meşgulüm” ya da bilerce kez duyduğumuz nice bahane gibi)olduğunu umursamayacaklar. Ne kadar sade bir hayat sürdüğümüzü umursamayacaklar. Düşüncede ve eylemde ne kadar temiz ve saf olduğumuzu umursamayacaklar. Görmeyi dilediğimiz o değişim haline dönüşüp dönüşmediğimize de aldırmayacaklar.
Oyumuzu Demokratlara, Cumhuriyetçilere, Yeşillere, Liberterlere ya da hiç kimseye verip vermediğimizi de umursamayacaklar. Bu konuda büyük kitaplar yazmamızı da umursamayacaklar. Bu ölümcül ekonomiyi sürdüren politikacılara ya da CEO’lara “merhamet” duyup duymadığımıza aldırmayacaklar. Onlar suyu içip içemediklerine, havayı soluyup soluyamadıklarına aldıracaklar. Toprağın onları besleyip besleyemeyeceğine aldıracaklar.
Hepimiz büyük bir dönüşümle alakalı fanteziler kurabiliriz; ama eğer insanlar (ve insan olmayan canlı toplumları) nefes alamıyorsa o zaman hiçbir önemi yok. Bu kültürün gezegeni öldürmesinin önüne geçmekten daha önemli bir şey yok. Bunu söylemek bile utanç verici. Toprak her şeyin kaynağıdır. Eğer gezegeniniz yoksa, o zaman ekonomik sisteminiz yoktur, ruhsallığınız yoktur, bu soruyu bile soramazsınız. Eğer gezegeniniz yoksa hiç kimse soru soramaz.
Peki ben hangi soruyu sorardım? “Hayatımı nasıl yaşayacağım?” diye sormak yerine insanlar yaşadıkları toprağa, onlara hayat veren toprağa şu soruyu sorsalardı: “senin müttefiğin olmak için, seni bu kültürden korumaya yardımcı olmak için ne yapabilirim ve ne yapmam gerekiyor? Bu kültürün seni öldürmesine son vermek için beraber ne yapabiliriz?” Eğer bu soruyu sorarsanız ve dinlerseniz, toprak neye ihtiyacı olduğunu size söyleyecektir. O zaman geriye tek gerçek soru kalıyor: bunu yapmayı istiyor musunuz?
Orion dergisi
2009 Mayıs/Haziran sayısı
Çeviri:CemC http://hayvanozgurluguhareketi.wordpress.com/2010/11/06/namlunun-ucunda-dunya/
Şimdiki Teknoloji Toplumu (Erich Fromm’un Umut Devrimi kitabından)
Egemen olan ekonomi ilkesi, daha çok, daha çok üretmekse, tüketici, daha çok, daha çok istemeye -yani tüketmeye- hazır hale getirilmelidir. Sanayi, tüketicinin daha, daha çok meta almak için kendiliğinden istek duymasına umut bağlamaz. Modası geçme denen şeyi ortaya atıp kaçınılmaz kılarak, çoğu kez eskileri çok daha uzun süre dayanacakken, tüketiciyi yeni meta almaya zorlar. Ürünlerin, giysilerin, dayanıklı eşyanın hatta yiyiceğin bile şekillerinde değişiklik yaparak, kişiyi ruhsal olarak gereksinimi olabileceğinden ya da istediğinden fazlasını almaya zorlar. Ancak sanayi üretimi artırmak ihtiyacındadır ve bu ihtiyacı tüketicinin istek ve gereksimlerine güvenerek değil, büyük ölçüde tüketicinin ne istediğine karar verme hakkına büyük bir saldırı olan reklama güvenerek belirlemiştir.
[…]
Bu örgütlenme biçiminin insan üzerindeki etkisi nedir? İnsanı, makinanın bizzat kendi düzenek ve talepleri tarafından yönetilen bir uzantısı durumuna indirger. Onu, tek amacı daha fazla şeye sahip olmak ve daha fazla şey kullanmak olan bir Homo consumens’e, salt tüketiciye dönüştürür. Bu toplum pek çok yararsız şey üretmektedir, aynı ölçüde de pek çok yararsız insan üretmektedir. İnsan, bir üretim makinasının çarkının bir dişlisi olarak artık insan olmaktan çıkar, “şey” haline gelir. Vaktini, ilgisini çekmeyen insanlarla, ilgisini çekmeyen işler yapmak, ilgisini çekmeyen, onu ilgilendirmeyen şeyler üretmekle geçirir; üretim yapmadığı süre içindeyse tüketmektedir. Sonsuza dek emmek üzere ağzı sürekli açık duran, hiçbir çaba harcamaksızın, hiçbir içsel etkinlikte bulunmaksızın sıkıntı giderici (ve sıkıntı üretici) sanayinin ona zorla kabul ettirdiği şeyleri -sigara, içki, sinema, spor, konsferans- yalnızca bütçesinin el verdiği ölçüyle sınırlı olmak üzere yutmaktadır. Ama sıkıntı giderme sanayisi yani, yarasız şey satma sanayisi, otomobil sanayisi, sinema, televizyon sanayileri vd., yalnız ve yalnız, sıkıntının bilinçli hale gelmesini önlemede başarılı olabilirler. Hatta, tuzlu içecek nasıl susuzluğu artırırsa, bunlar da aynı şekilde sıkkınlığı artırırlar. Ama bilinçsiz de olsa, sıkıntı, sıkıntı olarak kalır.
Günümüz sanayi toplumundaki insanın edilginliği, onun en belirleyici özelliklerinden ve hastalığını dile getiren ögelerden biridir. Bu insan almaktadır, yemektedir, doyurulmak istemektedir, ama hareket etmez, kendiliğinden bir iş başlatmaz, yani yediklerini hazmetmez. Kendisine kalıt kalan şeyleri, üretici bir şekilde yeniden kazanmaz, onu yığar ya da tüketir. Ruhçöküntüsüne uğramış kişilerde daha ağır şekilde rastladığımız durumdan pek farklı olmayan bir ağır dizgesel sakatlık vardır bu insanlarda.
İnsan edilginliği, “yabancılaşma hastalığı belirtisi” diyebileceğimiz bir hastalık belirtileri toplamı arasında yalnızca bir belirtidir. Kişi edilgin olduğundan, kendisi ile dünya arasında etkin bir ilişki kurmaz, etkin dünyanın bir parçası olarak görmez kendini, bu nedenle kendi tapımlarına ve taleplerine boyun eğmek zorunda kalır.Dolayısıyla, kendini güçsüz, yalnız ve kaygılı hisseder. Bütünsellik ya da kimlik duygusu pek azdır. Dayanılmaz kaygıdan sakınmanın tek yolu, sürüye uymaktır ona göre -ancak çevreye uyma bile her zaman bu kaygıyı gidermez.
Erich Fromm
Bu dinamizmi hiçbir Amerikalı yazar, Thorstein Veblen’den daha açık bir şekilde algılamamıştır:
“Gerek İngiliz, gerek kıta iktisatçıları tarafından iktisat kuramında ortaya konan çözümlemelerde, araştırmanın ele aldığı insan malzemesi hazcı açıdan değerlendiriliyor; yani edilgin ve köklü bir şekilde atıl, belirlenmiş olan ve hiçbir şekilde değişmeyen insan doğası temel alınıyor… Hazcı insan kavramı, kişiyi sağa sola sürükleyen ama onu olduğu gibi bırakan bir güdünün itkisiyle hareket eden bağdaşık küçük bir mutluluk arzusu küresi gibi sarkaç yönünde gidip gelen zevk ve acıyı ölçen bir hesap makinasının ışıkları gibidir.
Bu insanın ne atası olmuştur ne de kendisinden sonra gelecek devamı. Soyutlamış, nitelikleri belirlenmiş bir veridir o; kendisini bir o yöne, bir bu yöne yerleştiren güçlerin darbe ve yumruklarını saymazsak durağan, sakin bir durumdadır. Asıl yerindeyken kendi kendini cezalandıran bu insan, kendi ruhsal ekseni etrafında simetrik olarak döner durur, sonunda bir güçler paralelkenarı onun üzerine kapanır ve kişi, çakışan karşıt kenarların oluşturduğu çizgiyi izlemeye başlar.
Etkinin gücü harcandığında, durur, artık eskisi gibi içine karalı, kendi halinde bir istekler küreciğidir gene. Tinsel olarak hazcı insan temelde hareket eden ya da ettiren değildir. Bir yaşama sürecinin merkezi değildir kendisi; ancak, kendisinin dışında ve ona yabancı olan koşulların gerektirdiği bir dizi zorunlu değişimlerin nesnesidir, o kadar.”
Tüketim Toplumu / Consumerism – Umut Koray Tuncay
Tüketicilik (Consumerism) genellikle, “ürünlerin veya hizmetlerin daha fazla miktarlarda satın alınması için sistematik arzu ve teşvik yaratmaya dayanan sosyal ve ekonomik bir düzen.” olarak tanımlanmaktadır. Günümüzde kapitalist ekonominin varlığını devam ettirmesinin birincil dayanağı olan tüketicilik kavramı, üretimden pazarlamaya, yönetimden reklamcılığa tüm iş dünyasının benimsemiş ve insanlığa dayatmış olduğu bir çeşit salgın hastalıktır.
Rıza İmalatı
Rıza İmalatı (Manufacturing Consent) ilk olarak Walter Lippmann tarafından kullanılmış bir terimdir ancak çağımızın parlak beyinlerinden Noam Chomsky tarafından ünlü edilmiştir. Temel olarak devletlerin ve şirketlerin normalde insanların karşı çıkabileceği davranışlarına olumlu bakmalarının veya tepkisiz kalmalarının nasıl sağlandığını çeşitli açılardan ele alan aynı isimli kitabından, insanların istemedikleri şeyleri istiyormuş gibi hissetmelerini, ihtiyaç duymadıkları şeylere ihtiyaç duyduklarını sanmalarını ve kabul etmeyecekleri şeylere rıza göstermelerini sağlamak olarak tanımlanabilecek Rıza İmalatı’nı şu şekilde maddeler halinde özetleyebiliriz:
“1 – Büyüklük, Mülkiyet ve Kar Yönlendirme: Piyasaya hükmeden şirketler arasındaki ticari ilişkiler, yatırımcıları kontrol etme rolü ve harici yöneticilerin birbirileri arasındaki kişisel, politik ve finansal bağlantılar.”
Yani; Büyük şirketlerin birbiri ile bağlantılı olarak piyasayı kontrol altında tutmak için birlikte hareket etmeleri.
“2 – İş Yapabilmek İçin Reklamcılık İzni: Reklam geliri bazlı haber medyası, reklam verenlerin politik peşin hükümlerine ve ekonomik isteklerine kesinlikle hitap etmelidir.”
Yani; Haber kanalları ve medyanın esas ve en büyük gelir kaynağı reklamlar olduğu için bu medya kurumlarının reklam veren şirketlere her alanda “eyvallah” demesi.
“3 – Kitlesel Medyanın Haberlerine Kaynaklık: Muhabirler hükümet kaynaklarını özel kaynaklara göre çok daha güvenilir olarak değerlendirirler. “Bu sayede büyük bürokrasilerin yönetenleri kitlesel medyaya maddi destek sağlar ve medyanın haber edinirken ve üretirkenki giderlerini hafifletmeye katkı sağlarken ayrıcalıklı erişim hakkı kazanır.”
Yani; Medyanın hükümetler tarafından satın alınması. Hükümetler tarafından sağlanan para kaynağı sebebiyle haberlere müdahale edebilme yetkisi kazanması.
“4 – Kınama ve Uygulayıcları: Güçlü, özel etki grupları (muhafazakar ya da liberal sivil toplum örgütleri gibi) resmi şirket girişimlerinin gerçeklerini ya da olaylarını çarpıtmak için muhabirlere sistematik cevaplar organize eder.”
Yani; Şirketlerle ilgili ortaya çeşitli kirli çamaşırlar döküldüğünde tartışmayı sığlaştırarak önce (sen şirketi savunuyorsun kapitalistsin – sen şirketi kötülüyorsun komünistsin) gibi taraflara maletmek, ardından tartışmanın orijininin unutulmasını sağlamak.
“5 – Anti-Komünizm: Rus-Amerikan Soğuk Savaş’ı sona erdikten sonra antikomünizm mevcut milli, dini ve sosyal kontrol mekanizması olarak “Terörle Mücadele”ye dönüştürülmüştür.”
Yani; Carl Schmitt’in “Dış Düşman Teorisi”. Özgürlükçülerin ses çıkarmasını engelleyecek, tüm toplumun din, milliyet gibi yapay terimlere tutunmasını ve koyunlaşmasını gerektirecek bir hayali düşman belirlemek veya fiziki bir düşmanı abartmak. Bu düşmanlarla “görünürde” savaşmak ancak gerçekte kaosu uzatabilmek adına canlı tutmak. Korku politikası.
Bu hemen hepsinin “dezenformasyon” ile doğrudan ilgili olduğu kolaylıkla görülebilecek beş madde efektif olarak kullanıldığı takdirde, hangi ülke ve hangi koşullar olursa olsun, tüm toplumda rıza yaratılması kaçınılmazdır. Rıza İmalatı’nın kısa bir özetinden sonra, bu kavramın tüketicilik için nasıl kullanıldığına geri dönelim.
Ne Zaman ve Neden?
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonraki ekonomik buhranlarla çökme noktasına gelen dünya ekonomisinin artık şekil değiştirmeye ihtiyacı vardı. Tüm dünyadaki üretim sektörü o zamana kadar “ihtiyaç” yani talep üzerine üretim yapmaktaydı. İhtiyacı karşılamak için yapılan üretimler yeterince kar getirmiyor, özellikle savaş ve kıtlık dönemlerinde kimse alışveriş yapmadığı için durma noktasına geliyordu. Bunun üzerine dönemin ekonomistleri yeni bir tez ile geldiler; “Tüketicilik”. İnsanların bir şeyler satın almalarının sürekli kılınması gerekliydi ve burada dünya ekonomisinin ve şirketçiliğin tam da aradığı adam devreye girecekti.
Edward Bernays
Modern anlamıyla “Halkla İlişkiler” kurumunun kurucusu, dünyaca ünlü Psikanalist Sigmund Freud’un yeğeni Edward Bernays, Freud gibi bir Psikanalistti ve özellikle topluluk psikolojisi üzerine yaptığı çalışmalarla tanınır hale gelmişti. Bernays, daha sonraları 1947’de yazacağı bir makalede (The Engineering of Consent/ Rıza Mühendisliği) belirttiği gibi, Amerikan toplumunu “güvenilmemesi gereken, kökten mantıksız insanlar” olarak görmekteydi ve ona göre bu toplum manipüle edilerek bilinçsiz tüketiciler haline getirilmeliydi.
İlk Kampanya
Tarihte tüketimi körüklemek ve ihtiyacın dışına çıkarmak, insanların kendilerini fikirleriyle değil sahip oldukları nesnelerle ifade etmelerine yol açmak için düzenlenen bilinen ilk kampanya, ileride Procter & Gamble, the American Tobacco Company, CBS, the United Fruit Company, General Electric, Dodge Motors gibi firmalarla da çalışacak Edward Bernays tarafından 1929 yılında düzenlendi. Bu kampanyada toplumda o döneme kadar sigara içmelerine kötü gözle bakılan ve ayıplanan kadınlar hedeflenmişti. ABD’nin en büyük sigara şirketlerinden Lucky Strike sponsorluğunda, kadınlara da sigara satabilmek için düzenlenen kampanyada öncelikle bir grup genç model kadının ellerinde sigaralar ve “özgürlük meşaleleri” (Torches of Freedom) yazan pankartlarla, New York’daki bir şenliğe katılmaları sağlandı. Sigaralar bir özgürlük metası olarak tanıtılıyor, daha doğrusu özgürlük gibi bir düşünce, sigara gibi bir nesneyle ilişkilendiriliyor ve meşalelerle özdeşleştiriliyordu. Ardından iş adamları arasındaki bağlantılar sayesinde bu genç modeller fotoğraflandı ve 1 Nisan 1929’da ABD’nin –ve hatta dünyanın- en nüfuzlu gazetesi the New York Times’da bu fotoğraflar, altında “bir grup genç kadın özgürlük hareketi olarak sigaralarını üflüyorlar” yorumuyla yer aldı. Kampanya geniş bir yankı buldu, kısa zamanda kadınlar üzerindeki sigara tabusu yıkıldı. O dönemde toplumda sigara satın alanların yalnızca %5’i kadın iken, daha 1929 yılında bu oran %12,5’e ve 1960’lara kadar %30’lara yükseldi.
İçgüdü ve Tüketim İlişkisi
Çalışmalarında Ivan Pavlov’un da (Pavlov’un Köpeği) birikimlerinden oldukça faydalanmış Edward Bernays, Amerikan iş dünyası otoriteleri tarafından “Yeni Çağın Makyavelli’si” olarak nitelenir. Biz de onu bu etik diye bir kavram tanımayan propaganda teknikleri sebebiyle “Kapitalizm’in Joseph Goebbels’i” olarak tanımlarsak pek de isabetsiz bir tespit olmayacaktır.
Bernays’ın en büyük icraatlarından biri, eniştesi Freud’un “insanların içgüdüleriyle hareket etmeye meyilli olduğu” tespitinin üzerine giderek, bunu tüketim için uyarlamaya çalışması ve bunda inanılmaz bir başarı elde etmesidir. Bernays’ın açtığı yol sayesinde artık sanayi yalnızca ihtiyaç halinde üretim yapmaktan kurtulmuştur. İnsanlar kendilerine yapılan propagandaya -ortada bir propaganda olduğunun farkına bile varmadan- boyun eğmeye ve toplum içerisinde tutunabilmek, statülerini koruyabilmek için ürünler almaya başlarlar.
İçgüdünün insanlara ihtiyaç duymadıkları şeyler aldırmaktaki etkisi tahmin edebildiğinizden çok daha fazladır. Şu anda bu yazıyı okurken içinde bulunduğunuz ortamda bile etrafınızdaki nesnelerin çoğunu içgüdüleriniz tahrik edildiği için almışsınızdır. Eskisi bozulmadan veya süresi geçmeden aynı işlevli aldığınız yeni aletleri ya da heveslenerek alıp da bir köşeye attığınız nesneleri düşünün.
Nesnelerin Değerleri
Ürünlerin ve nesnelerin insanların içgüdülerine hitap edebilmesi için, onlara normalde sahip olmadıkları anlamlar ve değerler yüklemek, ardından da bunu topluma kabul ettirmek gerekmektedir. 20. yüzyılın ünlü filozof ve sosyologlarından Jean Baudrillard, nesnelere değer yükleme sürecini dört aşama olarak tespit etmiştir:
– Bak tatlım, bugün bir şey aldım!
– Oh hayatım, seninle gurur duyuyorum!”
1 – Birinci değer nesnenin işlevsel değeri; aletsel amacıdır. Örnek olarak bir dolma kalem yazar ve bir buzdolabı soğutur. Karl Marx’ın “kullanım değeri” tabiri bu birinci değere oldukça benzemektedir.
2 – İkinci değer nesnenin takas değeri; yani ekonomik değeridir. Bir dolma kalem üç kara kalem edebilir ve bir buzdolabı üç aylık iş sonucu kazanılan maaş edebilir.
3 – Üçüncü değer nesnenin sembolik değeri; yani bir konunun bir nesneye başka bir konu ile alakalı değer tahsis etmesidir. Bir dolmakalem bir öğrencinin mezuniyet hediyesini veya panel konuşmacısı ödülünü sembolize edebilir ya da bir pırlanta evlilik niyetli aşkın kamuya ilanının sembolü olabilir.
4 – Son değer nesnenin imâ değeri; yani bir nesneler sistemi içerisindeki değeridir. Belirli bir dolma kalem, fazladan herhangi bir işlevsel fayda sağlamamasına rağmen, başka bir dolma kaleme göre prestiji ima edebilir ya da hiçbir işlevselliği bulunmayan bir elmas yüzük “zevk veya mevki” gibi belirli sosyal değerlere işaret edebilir.
Baudrillard’a göre ilk iki değerin diğerleriyle hiçbir alakaları yoktur ve üstelik sırayla üçüncü ve dördüncü değerler ilk iki değerin yapılarını bozarlar. İşte reklamcılık ve pazarlama yöntemlerinin esas aldığı ve günümüzde neredeyse her nesnede görebileceğiniz değer algısı Baudrillard’ın tanımıyla üçüncü ve özellikle dördüncü değerlerden başka bir şekilde değildir.
Cinsel Çağrışımlar
Tüketici insan yaratmada içgüdülere hitap etmenin birincil yolu cinsel çağrışımlar ile insanın üreme içgüdüsünü yanlış yönlendirmede yatar.
Özellikle cinsel devrim geçirmemiş, yani cinsel özgürlük bulunmayan toplumlarda aynı zamanda tüketimin de inanılmaz derecede bilinçsiz olmasının bir sebebi vardır. Açıkça “sevişemeyen” insanların cinsel açlıklarını tatmin etmek için başka yollar araması ve özellikle kendini ifade edebilmek, karşı cinse varlıklı, güçlü, sosyal statüsü yüksek ve doğurgan görünebilmek için kendisine medya ve toplum tarafından dayatılan ürünlere yönelecektir. ABD’de –ve paralel olarak küçük ABD olan ülkemizde- son 20 yılda yükselen muhafazakarlık ve cinsel baskı içeren akımlar bu amaca çok güzel hizmet etmektedir. Tüketim çılgınlığının gelişmekte olan ülkelerde ve ABD’de yine son 20 yılda patladığını bilmek bu yüzden bizleri pek şaşırtmıyor. Üstelik görsel medya gün geçtikçe ahlaksızlaşıp, estetikten yoksun, bir nevi pornografiye dönüşürken, resmi ve dini söylemlerin tam tersi baskıyı artırır yönde olması, toplumdaki cinsel açlık seviyesini tavan yaptırarak işlerin çığrından çıkmasına sebep olmaktadır.
Tam olarak bu içgüdüye ulaşmak için reklamcılık ve pazarlama sektörleri uzun yıllar araştırmalar yapmıştır. Bunların ilk örnekleri Barneys ile ortaya çıkmış olsa da, belirgin olarak 60’larda Madison Avenue reklamcıları tarafından kullanılmaya başlamıştır. Şirketler bir ürünü piyasaya sunmadan önce yaptıkları piyasa araştırmaları için anketler hazırlarlar ve bu anketlerde özellikle ilk soruları üründen ve şirketten tamamen bağımsız bir şekilde “babanızı hangi kelimelerle tanımlarsınız?”, “falanca güzel aktris sizin için ne ifade ediyor?”, “ailenizle ilişkileriniz nasıldır?” şeklinde sorarlar. Bunun üzerine ankete tabi tutulan kişiler ilk sorunun içeriği ve altında yatan cinsel çağrışımlar sebebiyle mantıklarını bir kenara bırakıp soruları içgüdüleriyle cevaplamaya başlarlar, savunmasız hale gelirler. Şirketlerin ve reklamcıların da tam olarak istedikleri budur: Ürünleri insanların mantıklarına değil içgüdülerine hitap edecek şekilde tasarlamak/pazarlamak.
Odak Grupları (Focus Group)
Sosyolog Robert K. Merton ve Freud ile yeğeni Barneys gibi Viyanalı Psikanalist ekolünden gelen Ernest Dichter tarafından birbirlerinden bağımsız olarak türetilen, ilk kez 1940’ların ortalarında denenen ancak 1960’ların sonlarına doğru efektif olarak kullanılmaya başlanan Odak Grupları, günümüzde de piyasa araştırmalarının temel öğelerinden biridir.
Yalnızca toplumun çeşitli kesimlerinden insanlarla oturup ürünler ve hizmetler üzerine sohbet etmenin ve sohbet sırasında sorulacak soruların özenle seçilmesiyle edinilecek tepkilerin odak gruplarından sonuç çıkarmaya yeteceği keşfedilmeden önce, odak grupları içersinde de birçok cinsel içerikli deney yapılmıştır.
Bunlardan ilginç bir örnek olarak 70’li yılların sonunda yapılmış bir odak grubu araştırmasında, psikiyatrların denetiminde bir emniyet kemerinin nasıl olması gerektiği ve ne ifade ettiği üzerine, yaklaşık 10 kişilik ev hanımlarından oluşan bir gruba şöyle bir yöntem uygulanır: Ev hanımlarından bazıları, diğerlerinin kucaklarına oturtulur, ardından altta kalan kadına kucağındaki kadını çapraz olarak bir emniyet kemeri gibi tutması söylenir. Süreç sırasında fiziksel temas dolayısıyla uyarılan ve histerikleşen kadınların tüm mantıksal duvarları yıkılır ve doğrudan içgüdülerinin ortaya çıktığı bir ortam sağlanır. Denetimciler psikiyatr olduğundan kadınların hareketleri ve sözleri üzerinden direk çıkarımlar yapabilirler. Buna benzer bir çok uygulama, odak grupları ve deneysel grup terapileri adı altında özellikle ABD ve İngiltere’de 70’li ve 80’li yıllar boyunca psikiyatrlar tarafından uygulanmıştır.
Günümüzde ise odak grupları bunlara göre daha “profesyonel” işlemektedir. Birbirinden alakasız, çeşitli sınıflardan ve kültürel tabakalardan seçilmiş 5 ila 10 arası katılımcı, bir anketör ile beraber ürünler üzerine sohbet ederler. Konuşmaların tümü aynı zamanda kaydedilir ve genellikle toplantının hangi şirket için yapıldığı katılımcılara söylenmez. Katılımcılara belli markalar veya ürünler ile ilgili sorular sorulurken, bu sorular daha çok işlevsellik değil markanın/ürünün/hizmetin bir insanmış gibi nasıl özelliklere sahip olduğu, eksileri ve artılarının neler olduğu, yukarıda anlattığımız “nesne değerleri”nde olduğu gibi katılımcılara ne ifade ettiği türünde seçilir. Aralarda katılımcılara kendilerini ifade etmelerine ortam sağlayacak “nelerden hoşlanırsınız”, “boş zamanlarınızda neler yaparsınız”, “arkadaşlarınız sizi hangi kelimelerle tanımlar” gibi sorular sorulur. Katılımcılar birbirilerini tanımadıklarından dolayı genellikle alt metinlerle üstünlük mücadelesine girerler. Bir nevi çapraz sorgulamaya dönüşen bu toplantılarda mantıksal savunmaları kısa sürede düşen katılımcılar, olayın ne olduğunun farkına varmadan ürünler ve hizmetler için hayati nitelikte içgüdü odaklı veriler sağlarlar. Bu toplantılar çeşitli gruplar toplanarak tekrarlanır ve pazarlama politikaları toplantılardan çıkan sonuçlara göre belirlenir.
…ve Şimdi Reklamlar
Günümüzde şehirde yaşayan bir insan ortalama olarak sadece bir günde 5000’e varan reklama maruz kalmaktadır. Bu yaklaşık 4 dakikada bir reklam anlamına gelir. Her şeyi yüzeysel bir biçimde kaydettiği düşünülen bilinçaltımız için bu inanılmaz bir yüklenme ve işin aslı düpedüz tecavüzdür. Zaten yozlaşmış değer yargıları toplumun neredeyse tamamını etkiliyorken, bir de bu kadar “statü” ve “kendini ispatlama” ürünü ve hizmetinin her an insanlara dayatılıyor olması, açıkça “tüketim çılgınlığı” diye tabir ettiğimiz duruma yol açmaktadır. Üstelik bu reklamlar sadece değer algısını ve kişisel tatmini tahrip etmez, aynı zamanda yığınla tektipleştirici (belli ürünlerin belli kitleler tarafından alınması gerektiği), seksist (çamaşır bulaşık gibi ev işleri, ev temizliği malzemesi reklamlarının sadece kadın odaklı olması veya kadınların erkekler için cinsel obje olarak sunulması) ya da yaş ayrımcısı(yalnızca genç/yaşlı odaklı ürünler) propagandaya maruz bırakır. Ekonomik ve sosyal sınıf farklılıklarını körükleyerek toplum barışını yok eder, insanların birbirilerine üstünlük sağlama hastalığını iyice maddi ve aldatıcı bir alana çeker.
Tabii ki tek beyin tecavüzü bu şekilde gerçekleşmez. Yazılı basındaki resimlerin, ünlülerle röportajların, görsel medyadaki hemen her yapımın, sinemanın yani kısacası her türlü görsel kitle iletişim aracının içerisine saklanmış “bilinçaltı mesajı (subliminal message)” dediğimiz ahlaksızlığı doruğa ulaştıran bir kavram bulunmakta. Medyatiklerin satın aldıkları ve kullandıkları eşyalar, gittikleri yerler, hayat tarzları ve bu gibi özendirici bilinçaltı reklamcılığını (subliminal advertising) bir tarafa bırakalım. Esas tecavüz standart bilincimiz ile algılayamadığımız, sabit görsellerde esas resimlerin arasına gizlenmiş, hareketli görsellerde ise milisaniyeler içerisinde yanıp sönme şeklinde uygulanan, bilinçaltımız tarafından ise istemsiz bir biçimde kaydedilen görüntülerle sağlanır. Bilinen geniş çaplı uygulanmış ilk örneği 1957 yılında bir piyasa araştırmacısı olan James Vicary tarafından şöyle uygulanmıştır:
O dönemde New Jersey’de bir sinemada gösterimde olan Picnic isimli filmin bandının üzerinde oynama yapılır. 6 hafta boyunca uygulanan deneyde izleyicilerin sinemadayken daha fazla kola ve patlamış mısır almaları hedeflenir. Film oynatılırken filmin çeşitli bölümlerinde 5 saniyelik aralıklarla saniyenin sadece 3000’de 1’i gibi çok kısa bir aralığında beliren “Coca-Cola iç” ve “Aç mısın? Patlamış mısır ye” yazıları gösterilir. Bunun üzerine bu 6 haftalık periyotta patlamış mısır ve kola satışlarının %57,8’lik artış gösterdiği saptanır.
Bilinçaltı mesajlarının da çoğunluğunun cinsel içerikli olduğunu söylemek gerekir. Genellikle çok kısa süreliğine beliren resim ve yazılar, ya da sabit resimlerin içlerine saklanmış simgeler cinsel organlar ya da cinselliği çağrıştıran kelimelerden seçilir. Bunu kaydeden bilinçaltımız da, o ürünün veya hizmetin bizlerin cinsel açlığını doyuracağını ve cinsel iktidar elde edeceğimizi benimser, mantık duvarını doğrudan aşarak bizlere o ürünleri veya hizmetleri satın aldırır.
Virütik Pazarlama (Viral Marketing)
İnternetin yaygınlaşmasıyla, iletişim devriminin bir çocuğu olarak virütik pazarlama “bilgisayar virüsleri”nden esinlenilerek ortaya konmuş bir pazarlama aracıdır. İlk örneği 1997 yılında Hotmail kullanıcılarının maillerinin hepsinin altına “Msn Hotmail’i denediniz mi?” gibi otomatik reklamlar vererek, diğer sunuculara giden maillerle çok geniş çaplı kitlelere ulaşımın sağlanmasıdır.
Virütik Pazarlama bugün bloglar, sosyal paylaşım siteleri, video siteleri, e-mailler ve anında mesajlaşma programları gibi internet araçları kullanılarak uygulanabilmektedir. Reklamların şekil biçiminden, sıradan kullanıcıların ellerinden çıkmış tavsiye yazılarına benzemeleri esas alınır. Bu şekilde tüketiciler ürünleri veya hizmetleri kendi arkadaşlarından duymuş gibi hissedip benimsediklerinden dolayı reklamlar oldukça başarılı olur.
Günümüzde bu taktiği en iyi uygulayan Hollywood’dur. Harry Potter, Pirates of the Caribbean, Iron Man, Transformers, Twilight, The Dark Knight, Avatar ve son olarak Inception gibi filmlerinin tanıtımları virütik pazarlama ile yapılmıştır. Özellikle filmin çıkmasından birkaç ay önce yayılmaya başlayan söylentilerin neredeyse tüm dünyayı dolaşması dolayısıyla Avatar filmi gelmiş geçmiş en yüksek sinema hasılatı olan 2.7 Milyar Dolar’lık gelir elde etmiştir.
Bir Tüketici Olarak Çocuk
Tüketim toplumu yaratma sürecinden gelecek nesiller de nasibini fazlasıyla alıyor. Hatta neredeyse “çocuk istismarı” olarak nitelendirilebilecek derecelerde.
Dünyaya uçsuz bucaksız merak içgüdüsüyle gözlerini açan çocuklar, gözlemleme yeteneklerinin yüzeyselliğinden, her verileni sorgulama ve mantık bariyerleri olmadan alma özelliklerinden dolayı reklamlardan en çok etkilenen insanlardır. Bugün evinde televizyon bulunan bir ailenin çocuğu yılda ortalama 50.000 reklama maruz kalmaktadır. Ancak bu reklamcılık ve pazarlama için yeterli değildir.
2000’li yıllarda ABD’li bir piyasa araştırma kurumu şöyle bir araştırma düzenler: Anne babalara, çocuklarının televizyonda gördükleri ürünlerin kendilerine alınması için ne kadar “dırdır” yaptıkları ve bu dırdırın o ürünleri aldırmada anne baba üzerinde ne kadar etkili olduğuna dair bir anket düzenlenir. Ankette eğer çocuklar o ürün için dırdır yapıyorlarsa ebeveynlerin o ürünleri alma oranlarının %20 ila %30 arasında arttığı gözlemlenir. Ancak araştırma düzenleyen kurum ve araştırmayı isteyen şirket açısından ortada şöyle bir çelişki vardır: Araştırma, çocukların ebeveynlerine ürünleri aldırmak için yaptıkları baskının, nasıl daha da artırılabileceğini bulmaya çalışmaktadır.
Tüketicilik ile Mücadele
Sistem karşıtlığı ile ilgili anlaşılması gereken bir nokta vardır ki; bu da mevcut sistemin tüm kollarını eleştirmek gerekliliğidir. Burada bahsettiğimiz Tüketicilik kavramı, yalnızca kapitalist ekonomik sistemin bir koludur. Sistem dediğimiz zaman ekonomiden politikaya, teolojiden kültüre kadar uzanan bir hayat ve düşünce tarzı bütününü kastettiğimiz anlaşılmalıdır. Eğer anti-kapitalizmden, tüketim karşıtlığından bahsediyor ancak kendinizi belirli bir ülkenin kendi içerisindeki sanal dinamikleri arasında şucu-bucu gibi bir siyasi tartışma içerisinde buluyorsanız bir yerlerde yanlışlık -daha doğrusu- eksiklik var demektir. Tekrar edelim, bizlere yukarıda anlatmaya çalıştığımız tüketiciliği dayatmaya çalışan yalnızca şirketler değil, hangi taraf olduğunu iddia ederse etsin hükümetler, devletler, sürekli “farklılıklarımızdan” bahseden milliyetçilik, ırkçılık, din, yine şirketlerin ürünü haline gelmiş bilumum televizyon, gazete, dergi, film ve hatta müziktir. Sistem hayatı bir araç gibi görmenizi ister. Hayatı, dünyayı ve sizin dışınızdaki insanları kullanarak çalışmanızı, kendi adınıza veya yüksektekiler için sömürmenizi, para kazanmanızı, kazandığınız parayı sürekli istemediğiniz şeylere harcayarak tüketmenizi ancak bunun farkına varmamanızı, kazandığınız paranın sizleri “bir gün” düze çıkaracağını sanmanızı ve sonuç olarak dünyada “zerre kadar” bir iz bırakmadan ölüp gitmenizi, bir istatistikten öteye geçmemenizi ister. Buna karşılık ise bizim mottomuz şudur; “Hayat, araç gibi görünen bir amaçtır. Bunu farkettiğinde, yaşamaya başlarsın.”
Günümüzde etrafımız fiziksel ve sanal olarak tamamen reklam ve pazarlama ile çevrili iken ve artık yargı mekanizmamız, mantığımız, düşüncelerimiz, duygularımız ve hatta bilinçaltımız bu uçsuz bucaksız propagandadan etkilenmekte ise, yapabileceğimiz şey “falanca ürünü almamak”, “filanca şirketi eleştirmek” gibi eylemlerden daha farklı olmalıdır.
En başta yapılacak şey, bu propagandanın bizlere nasıl ve hangi silahlarla ulaştığını tespit etmektir. Ancak büyük oranda bünyelerimizce içselleştirilmiş, yani “normal” olarak algıladığımız propagandanın öğelerini algılayabilirsek karşısında durabilmek için bir şansımız olacaktır. Bu yazının yazılmasındaki en büyük amaç da budur. Jiddu Krishnamurti’nin de Master Yoda edasıyla kurduğu devrik cümlesinde dediği gibi “to understand is to transform what is.”, yani “Anlamak Değişimdir”.
Olan bitenin az çok farkına vardıktan sonra insan zaten yavaş yavaş dönen çarklardan tiksinip kendini soyutlamaya başlayacaktır. Eylem önemlidir ancak eylemin bir düşünceye oturtulmuş olması o eylemi saman alevinden çıkarıp devamlı ve anlamlı kılacaktır. “Buy Nothing Day” yani “Hiçbir şey Almama Günü” gibi organizasyonlar bizlere minimum tüketim ile yaşayabilineceğini göstermesi açısından gereklidir ancak asıl önemli olan ihtiyaç duyup almamız gerektiğini düşündüğümüz şeyleri almadan önce tekrar tekrar “bu ürüne veya hizmete gerçekten ihtiyacım var mı?” diye sorgulamak, “başkalarını etkilemek için, etraftakilerde olduğu için, kendimi ifade etmek için mi satın alıyorum, yoksa bu yalnızca hayatımı sürdürmeye veya kolaylaştırmaya yarayacak bir şey mi?” gibi çok yönlü sorular sormaktır. Şimdiye kadar defalarca bilinçsiz tüketim yaptık, ancak bu “böyle gelmiş böyle gider” demek için bir bahane değildir. Çevremizden önce en başta kendimizi sorgulamamız, hatalarımızın farkına varıp onlarla yüzleşmemiz ve ardından çevremize anlatmaya başlamamız gerekir. Nedenleri anlamak, sonuçlara ulaşmak için ihtiyacımız olan zorunluluklardır.
İletişim devrimi dolayısıyla bilginin ve bilincin yayılması artık çok daha kolaylaştı. Önce sizler için hazırlanmış bu yazıyı okuyup arkadaşlarınıza göndererek ya da aşağıda kaynakçada verilen bu yazıda da faydalanılmış kitap ve belgeselleri araştırıp tavsiye ederek başlayabilirsiniz. Farkındayız, bu sistem içerisinde mutlu değiliz, asla mutlu olamayacağız ve bunun değişmesi gerekiyor. Eğer değiştirmek istiyorsanız bir şeyler yapmak için hiçbir zaman geç değildir.
Yazan: Umut Koray Tuncay
Kaynakça
Belgeseller:
Adam Curtis, (2002) The Century of the Self: http://www.imdb.com/title/tt0432232/
Bakan, Joel (2004) The Corporation: http://www.imdb.com/title/tt0379225/
Naomi Clain (2003) No Logo: http://www.imdb.com/title/tt0373193/
Achbar, Chomsky (1992) Manufacturing Consent: Noam Chomsky and the Media: http://www.imdb.com/title/tt0104810/
Annie Leonard (2007) The Story of Stuff: http://www.imdb.com/title/tt1647466/
Kitaplar:
Herman, Chomsky (1988) Manufacturing Consent: The Political Economy of the Mass Media
Jean Baudrillard (1970) The Consumer Society: Myths and Structures
Erich Fromm (1968) The Revolution of Hope, toward a humanized technology
Wikipedia Başlıkları (http://en.wikipedia.org/):
Consumerism, Anti-Consumerism, Commercialism, Consumption, Advertising, Criticitism of Advertising, Subliminal Stimuli, Viral Marketing, Postmodernism, Propaganda
Makale ve Yazılar:
Edward Bernays (1947) The Engineering of Consent
Louise Story (2007) Anywhere the Eye Can See, It’s Likely to See an Ad (the New York Times Article)
Mistaken Identity (2005) #8216905’nolu ekşi sözlük entry’si
http://www.facebook.com/note.php?note_id=137518606286522&id=569252608&ref=mf
“LÜKS CİPLER” – Yaşar ÇABUKLU
1980’ler sonrasında batıda erkeksi, agresif bir outdoor kültürüne özlem duyan yeni orta sınıftan profesyonellerin büyük, güçlü, “kaslı”, “seksi”, tehditkar, maço görünüşlü bir araca ihtiyacı vardı. Lüks cipler “neo-liberal kovboy Reagan”, Rambo, Robocop, Topgun döneminin aracıydı, Amerikan kültürünün militarizasyonunun, saldırganlaşmasının bir ürünüydü. Lüks ciplerin en büyük ve militarizmi en bariz bir biçimde simgeleyen modellerinden biri Hummer idi. Hummer ABD’nin 1989’da Panama’yı işgal ettiğinde ilk kez kullandığı Humvee askeri ciplerinin sivil versiyonuydu. Otomobil üreticileri mühendislerini erkeksi, maço görünümlü lüks cip modelleri tasarlamalarında yardımcı olabileceği düşüncesiyle Rambo filmlerini izlemeye gönderiyorlardı. Daha önce geleneksel olarak kadınsı kıvrımların egemen olduğu otomobillerden farklı olarak lüks cipler özellikle güçlü, haşin, tehditkar, maço bir görünüm taşıyacak biçimde tasarlanmıştı. Lüks ciplerin bazı modellerinin önündeki dikey metal çubuklar vahşi orman kedilerinin dişlerini andırmaktaydı. Ford’un eski bir pazar araştırmacısı lüks cip çılgınlığının, yoluna kimsenin girmesine izin vermemekle başlayıp, yoluna çıkanları defolup gitmeleri için tehdit etmeye kadar vardığını söyleyecekti. Savaş alanındaki zırhlı araçlara benzeyen lüks cipler yollarda uygar olma imkanını ortadan kaldırmaktaydı. Lüks cipler büyüğün küçüğü ezdiği orman kanununun, ABD’nin başını çektiği silahlanma yarışının otoyollardaki karşılığıydı.
http://ote-istanbul.blogspot.com/2010/03/luks-cipler-konusmac-yasar-cabuklu.html
Destructive Impact of Consumer Products on Humans, Animals, and the Earth – http://freegan.info
http://freegan.info/?page_id=176
The products that we are encouraged to buy every day have a hidden cost–exploitation of humans, animals, and the Earth. Freegans recognize that capitalist mass production is a system based on manipulating consumers into feeling compelled to work to make money to buy products, even goods that are destructive to the consumer and our world. Humans are the only animals who consume resources in great excess of our immediate needs. Industrial mass production allows the production, sale, and marketing of goods to take place on a scale that is jeopardizing the future of the planet.
Capitalism views all things in relation to their capacity to create or limit profits, and thus animals (human and nonhuman) and the Earth are simply viewed as raw materials, to be exploited in whatever way will produce the most profits. While we occasionally hear of a few high-profile abuses that have been targeted by activist campaigners, what we don’t realize is that exploitation is infused in the production of the goods that we buy at every level, to the point where it is completely inextricable.
Carefully considering the impacts of every stage of production, on living beings and the planet at every stage of production would curtail the enormous profits necessary to keep an industrial mass production system working. Moreover, the drive under capitalism for constant economic growth is also a drive for every increasing consumption and massive expenditures to create in us the desire to consume goods that wouldn’t otherwise want or need.
While boycotts and ethical consumerism campaigns are legitimate attempts to create market pressure to reform specific practices, while rewarding producers with favorable practices, they fail to address the problems inherent in the market system. Recently, Abercrombie and Fitch took a progressive stand against the cruel treatment of sheep in the Australian wool trade—but the company’s products are still made in sweatshops. Bank of America agreed to reform its environmental practices to avoid a PR black eye from Rainforest Action Network and other groups – while at almost exactly the same time announcing 12,500 layoffs as part of its merger with Fleet. Ben and Jerry’s “P.C.” image covers high detected dioxin levels in its products, the abuse of the cows that produce the milk in the company’s product, and most significantly, the fact that Ben and Jerry’s is a subsidiary of mega-corporate animal tester and polluter Unilever. Single issue campaigns at best lead to single issue reforms and at worst to corporate spin backed by no real substance.
To live in harmony with other beings and our planet, we need to go beyond “responsible shopping.” We must simplify our lives, DECREASE personal and societal consumption, and thus shrink our personal and societal economic needs. In so doing, we limit the time that we must devote to waged labor, and regain control of our time, the most precious commodity in our lives. As freegans we curtail our need to finance exploitation from our product purchase using funds from jobs where we either are exploited or exploit others.
Below are just a few examples of the hidden impacts of the products we consume and the companies we support with our dollars, harsh realities never discussed in the advertising campaigns used to market these products to us. While much of the information below comes from groups advocating the naïve “ethical shopping” approach, the information they have collected, when taken together, makes a powerful case for why we should try to divorce ourselves from shopping altogether. In those cases when we find purchasing unavoidable, this information is helpful in at least selecting lesser evils.
Multi-Issue
Boycott City Boycotts List– Where you can post your own boycott ideas and read others. This is an open bulletin board, so people of all political persuasions post. We DO NOT endorse every boycott you will see here!!!!
Third World Traveler Boycott List
What’s Wrong With Multinationals?
Top 100 Corporate Criminals of the Decade
McDonald’s: Enemy of Free Speech, Healthy Eating, Animals, the Environment, and Workers
Luxuries We Can’t Afford
Diamonds: Financing Conflict in Africa
Gold: Indigenous Genocide and Ecological Destruction
Fur: Fashion Without Compassion
Environment
Victoria’s Secret Killing Forests for Catalogs
Magazine Industry Destroying Forests
Products to Avoid to Spare Rainforests
Ford Motor Company and Global Warming
Soy and Rainforest Destruction
Labor Rights
US Retailers: Responsible for the Global Sweatshop Crisis
Behind the Label: Sweatshop Information
National Basketball Association
Coca-Cola: Killing Unionists in Colombia
Additional Info on Killer Coke
Turks Boycott British Petroleum, Shell, and Exxon Mobil over Labor Abuse
Other Human Rights Issues
Free Tibet: BoycottGoods Made in China
Diamonds: Fueling Conflict in Africa
Crazy Horse Malt Liquor/Arizona Iced Tea Demeans Native Americas
Animal Rights
Products Tested and Products Not Tested on Animals
Disease Charities That Test on Animals and Disease Charities That Don’t Test on Animals
Animal Ingredients in Consumer Products
Leather: The Skins of Tortured Animals
Fur: Fashion Without Compassion
Proctor and Gamble: Animal Testers
Women’s Issues
Marketing and Manipulation of Women’s Body Images
Petroleum Products
Oil producing mega-corporations are involved in so many destructive practices towards humans, animals, and the Earth that they merit their own section!
Shell
U.N. Report on Nigerian Human Rights Calls for Investigation of Shell
Chevron Texaco
Exxon Mobil
Exxon Mobil and Queer Discrimination
Brtish Petroleum
Otomobilleşme İdeolojisi (Otomobilin Ekolojisi) – George Martin, Peter Freund
Aşağıdaki linki tıklayarak veya sağ tıklayıp farklı kaydet ile indirebilirsiniz.
Otomobilleşme İdeolojisi (Otomobilin Ekolojisi s.115-135 – George Martin, Peter Freund
shift + ctrl + artı veya shift + ctrl + 1 ile “görünümü döndür” yapabilirsiniz.
görünüm – görünümü döndür
view – rotate view
Otomobilin ortaya çıkışından günümüze kadar geçen süre içinde, on yedi milyondan fazla insan kazalarda can vermiş, milyonlarcası da bu kazalar sonucu sakat kalmıştır. Otomobil kazalarıyla ilgili haberler, yazılı ve “görüntülü” basının kanıksanmış üslupla verdiği günlük haberlerden biri haline gelmiştir. Bu kazaların sorumlusu olarak, hâlâ hatalı otomobil kullanımı (“Trafik Canavarı”) gösterilir, ki bu belli bir ölçüde doğrudur.
Otomobil kazalarının sorumluluğunun tümüyle bireylere yüklenmesi Peter Freund ile George Martin’e göre, konuyu tek boyutuyla ele almak demektir. Hız göstergeleriyle ortalama bir yarış arabasını andıran günümüz otomobillerinin sıkışık bir trafikte bir beygir hızıyla seyretmek durumunda kalmaları, “otomobil merkezli bir ulaşım sistemi”nin tek “gülünç” çelişkisi değildir. Trafik tıkanıklıklarını gidermek için inşa edilen ek yolların, tıkanıklıkların daha da geniş bir alana yayılmasına neden olması, sürücülerin trafiğe takılma korkusu nedeniyle birçok arabanın günün büyük bir bölümünde otoparklarda konaklaması gibi örnekler, otomobilin bir ulaşım aracı olarak kendisinden beklenenleri gereği gibi yerine getiremediğini hatta hiç yerine getiremeyeceğini gösteren bir iki örnektir sadece.
Otomobile bağımlı bir ulaşım sisteminin kendi içinde yaşadığı bu çelişkilerin, kısırdöngülerin ve neden olduğu trajik kazaların yanı sıra, ekolojik dengeyi bozması, gürültü kirliliğine neden olması, erkek egemen söylemi çoğaltması ve insan sağlığına yaptığı olumsuz etkiler, göz ardı edilemeyecek denli büyük boyutludur. İnsanı, caddelerde beş duyunun beşini de kullanmaya zorlayacak açık havada hayal kurma zevkinden mahrum bırakması; sokak hayatını, komşuluk ilişkilerini, keyifliliği, kısacası insani bir kent hayatını yok etmesi “otomobil merkezli ulaşımın” en önemli açmazlarıdır.
Otomobilin Ekolojisi’nde, alternatif ulaşım tarzlarının (trenler, otoraylar, bisiklet vb.) nasıl inşa edileceği, yeni bir kent yapılaşmasının nasıl olması gerektiği, halihazırdaki örneklerden yararlanıp geleceğe yönelik projeler üretilerek irdeleniyor. Hayatımızın hemen her alanına tecavüz eden otomobilin, birçok insanın sorgusuz sualsiz kabul ettiği sistemsel doğasını acımasızca sorgulayan, merkezinde otomobilin yer aldığı bir ulaşım sisteminin dayattığı ideolojiyi çelişkileriyle gözler önüne seren bu kitapta daha insani ulaşım tarzlarına imkân tanıyacak modeller de öneriliyor.
“Maruz kalınan” bir kamusallık yerine “seçerek, razı olan” bir kamusallıktan yana olanlar için vazgeçilmez bir kaynak…
Tüketimin Kölesi Endüstrileşmiş İnsan – Ivan Illich Derlemesi (Ümit Şahin)
Aşağıdaki linki tıklayarak veya sağ tıklayıp farklı kaydet ile indirebilirsiniz.
Tüketim Kölesi Endüstrileşmiş İnsan – Ivan Illich Derlemesi
shift + ctrl + artı veya shift + ctrl + 1 ile “görünümü döndür” yapabilirsiniz.
görünüm – görünümü döndür
view – rotate view
http://www.umitsahin.net/search/label/Ivan%20Illich
http://www.meseledergi.com/content.php?cid=187&id=12
Ümit Şahin
…Evet, pek çok kaynağa göre (mesela, Wikipedia’yı açıp bakarsanız), Ivan Illich bir anarşist düşünür olarak tanımlanır. Illich, gerçekten de modern toplumun endüstriyel kurumlarını kıyasıya eleştirmekte ve kurumsallaşmayı yozlaşmanın en önemli nedenlerinden biri saymaktadır. Kurumsallaşmaya karşı duruşunun en tipik örneklerinden biri olarak, arkadaşlarıyla birlikte Meksika’da kurdukları Kültürlerarası Dokümantasyon Merkezi’ni (CIDOC), kurusluşunun onuncu yıldönümünde büyük bir şenlik yaparak kapatmaları hatırlanabilir. Merkezi kapatma sebepleri arasında ‘üniversite tipi bir kurumsallaşmaya doğru gitmesi’ ve Stanford, Cornell gibi birkaç üniversitenin, merkezi bünyelerine katmayı teklif etmeye başlamaları da vardır. Yani, merkezin ismi ve prestiji, kuruluş amacını aşmaya başlamıştır.
Illich, kurumsallaşmaya karşı çıkarken, tabanda gelişen, arkadaş çevreleri ve tartışma grupları zemininde oluşan geçici, amaca yönelik ve dostluk bağları dışında bir bürokrasinin olmadığı yapıları yaratmaya çalışıyordu. Bu anlamda Illich’in anarşizme yakın bir yönü olduğunu düşünmek yersiz olmaz. Ama anarşizmin asırlık geleneği içinde Illich’in yeri yoktur. Anarşist düşünürler ve yapılanmalar ne Illich’in referansları arasında yer alır (belki Paul Goodman gibi bir-iki istisna hariç), ne de yazılarında anarşizmin klasik problemleri olan hiyerarşi, devlet, iktidar, vb. ile tartışmalara girdiği görülür. Illich’i anarşist olarak kabul etmek için, önce anarşizmin tarihini yok saymak gerekir.
Ivan Illich’in temel problemi modern toplumladır. Endüstriyalizm terimini tam olarak yeşiller gibi kullanmasa da, içinde yaşadığımız toplumun nasıl endüstriyel bir çıkmaz yarattığını, kaçınılmaz hale getirilen ‘modern endüstriyel uygarlığın’ insanlığın tarih boyunca kurmuş olduğu ve belli bir denge içinde süren yaşama ve geçinme biçimleriyle toplumsal istikrarı nasıl tahrip ettiğini anlatır.
Aaron Falbel, “Ivan Illich Bana Amerikan Rüyasının Gerçekte Bir Kâbus Olduğunu Nasıl Gösterdi?” başlıklı yazısında şöyle der: “Illich’in söyledikleri arasında şaşırtıcı ve derinden radikal olan yan, tehlikenin sadece açık kaynaklardan değil (diyelim, ordu, ya da çokuluslu şirketler gibi), eğitim, sağlık hizmetleri, ulaşım, cinsiyet eşitliği, iletişim, kendi kendine yetme, emekten tasarruf sağlayan makineler, ekonomik kalkınma, vb. gibi modernitenin temelinde bulunan ve çoğu insanın kaçınılmaz faydalar olarak gördüğü unsurlardan geldiğini göstermesidir. Hem sağ, hem de solda bulunan siyasetçiler, bunları ilerlemenin meyveleri olarak görür ve fikir mücedelelerinde konu dışı bırakırlar. Bunlar Illich’in modern kabuller dediği şeylerdir. Ivan Illich düşünürler ve entelektüeller arasında, eleştirel bakışını net bir şekilde bu sorgulanmayan faydalar üzerinde dolaştıran ve alarm zillerini çalan tek isimdir: Corruptio optimi quae est pessima! (En iyinin yozlaşması, en kötüsüdür.)”
Illich’in moderniteye yönelik bu köklü eleştirisinin, onu bir yanıyla muhafazakâr düşüncenin kurucusu sayılan Edmund Burke’e, bir yanıyla romantizme, hatta bir yanıyla Frankfurt Okulu’ndan postmodern düşünürlere kadar Aydınlanma’nın ve modernitenin eleştirisinden yola çıkan düşünce akımlarına bağladığı düşünülebilir. Yine de, Illich’in sonsuz referansları arasında bu gelenekler pek bulunmaz.
Örneğin, endüstriyel kurumlar eleştirisinin, özellikle de sağlık sistemine yönelik analizinin Foucault’nun düşünceleriyle (örneğin Kliniğin Doğuşu’yla) ilişkisine dair bir soruya cevap verirken, Foucault’yu çok geç tanıdığını, Medical Nemesis’i6 yazdığı sırada ondan haberdar olmadığını söylemiştir. Aslında Illich, mevcut düzeni en dip noktalarından eleştirip sarsan bir kişi olarak siyasal muhafazakârlıktan ve (geleneksel toplumların kendiliğindenliğine büyük önem vermesine rağmen) kırcı bir romantizmden de bütünüyle uzaktır. Postmodernizminse ne anlama geldiğini bile anlamadığını söyler.
Ivan Illich bir sosyalist değildir. Marx’ın, üzerinde örtük bir etkisi olduğu hissedilse de, o yıllarda yaygın olan sosyalist eğilimleri (aslında daha çok sistemin temellerini anlamamakla ve bu yüzden de sistemle aynı yöne bakmakla) eleştirir. Her ne kadar yakın dostu olan Paulo Freire gibi isimlerle birlikte Latin Amerika’da devrimci mücadelenin içinde, alternatifler üreterek ve tartışma platformları yaratarak yer almış olsa da, kelimenin gerçek anlamıyla hiçbir zaman siyasal bir mücadele içine girmemiştir. 1980’lerin başında ABD’nin Batı Almanya’ya Pershing füzeleri yerleştirmek istediği sırada yaygınlaşan barış hareketi içinde yer almış, ünlü sessizlik eylemlerini başlatmıştır. Ancak özellikle 1980’lerden itibaren Illich’in keskin sosyal eleştirileri, yerini Carl Mitcham’ın deyişiyle bir ‘tarihsel mersiye’ye (historical elegy) bırakmaya başlar.7 Bu dönemde, araştırmaları ve yazıları derinleşir, ilgi alanları sadece Hıristiyan düşünce geleneğine geri dönmekle kalmaz, Platon’un philia kavramına ve İncil’deki ‘İyi Samiriyeli’ hikâyesine8 sık sık atıf yapar. Modernitenin kökenine dair sorgulamalarındaysa corruptio optimi9 fikrini hatırlatır.
Yeşil hareketleri Ivan Illich kadar derinden etkilemiş düşünür herhalde az bulunur. Illich’in özellikle Şenlikli Toplum’daki ekonomik büyüme analizleri, Enerji ve Eşitlik’teki enerji kullanımı ve ulaşım alternatifleri, çeşitli kitaplarındaki yoksulluk, teknoloji, ihtiyaçların yaratılması, tüketim kültürü ve kalkınma eleştirileri ve genel olarak yaptığı endüstriyel uygarlık tanımı olmasaydı, herhalde yeşil uyanış çok daha geç ve başka türlü olurdu. Gerçi Illich’in geliştirdiği (üstelik daha Okulsuz Toplum’da ‘kurumlar yelpazesi’ metaforuyla neredeyse bire bir tanımını yaptığı) endüstriyalizm analizine rağmen, yeşiller arasında bile endüstriyalizm hala fabrika üretimiyle eş anlamlı kullanılabiliyor. Yine de Illich’in getirdiği açılım bütün yeşil düşünceye -çok farkında olunmasa da- sinmiştir demek yanlış olmaz.
Tabii bu durum Illich’in bir yeşil ya da ekolojist olduğu anlamına gelmiyor. (Zaten yeşil düşünce üzerine yazılan akademik kitapların çoğunda Illich’den söz bile edilmez, bu alanda da akademik camia için bir hayli görünmezdir). Ekolojik krizse, Illich için bir ‘lanet’ gibi sunduğu bu modern uygarlığın kaçınılmaz sonuçlarından biridir. Illich, dostları ve takipçileri arasında çok sayıda yeşil bulunsa, Batı Avrupa ve ABD yeşil partilerinin kuruluş dönemindeki isimler üzerinde büyük etkisi olsa da (öte yandan, yeni kuşaktan yeşillerin Illich’i tanıdığına bile emin değilim), hem Hans Jonas’ın ‘sorumluluk’ felsefesini, hem de yeşillerin ‘araçsalcılığı’nı ve ‘çevreye karşı sorumluluk duyma’ propogandasını, dünyayı teknolojik yıkıma uğratmak için üretilen yeni bir bahane olarak kıyasıya eleştirmiştir.
Neticede Illich, herhangi bir ekol, düşünce akımı ya da siyasal harekete sığmaz. 20. yüzyılın en özgün düşünürlerinden biri olarak, yaşadığı dönemin ana eleştirel düşünce akımlarının çoğuyla ya ilgisiz, ya da çatışma içindedir. Akademik formasyon itibariyle ilahiyatçı, tarihçi, felsefeci, hatta doğabilimci olarak tanımlandığı görülür. Ama bu disiplinlerin hiçbirinde literatüre girecek işleri yoktur. CIDOC’un kapanmasının ardından ABD ve Almanya’da çeşitli üniversitelerde (en çok da Berkeley, Penn State ve Bremen Üniversiteleri’nde) düzenli olarak ders vermiştir. Ama öğretim üyeliği tekliflerini kabul etmemiş, Porto Riko’da rektör yardımcılığı yaptığı dört yıl dışında üniversite içinde yer almamıştır. Belki de akademik yazında bu yüzden gerektiği kadar fark edilmez.
Ivan Illich’in düşüncesini tek bir başlık altında toplamak ne kadar imkânsızsa, tek bir yönünü ele alarak anlamlı bir özet yapabilmek de o kadar zordur. Illich’in geniş araştırmalara ve çok sayıda kaynağa dayanan, yeni ve keskin sorular soran, ama genellikle çok büyük hacim tutmayan, hatta kendisinin ‘risale’ demekten hoşlandığı, küçük boyutlu kitapları çoğunluktadır. Ele aldığı konuları değil bitirmek, sorduğu sorulara bütünlüklü cevaplar getirmekle bile pek ilgilenmez. Sık sık yeni alanlara kayar, aynı gerçekliğe başka yönlerden bakar, tarihe bir de öbür taraftan eğilir. Bu yüzden de, mesela Okulsuz Toplum’un ardından, ‘okullar olmayınca peki ne olacak’ sorusunun cevabını vermek, eğitim reformuyla ve alternatif eğitimle uğraşanların tartışmalarını uzun yıllar işgal etmiştir. Illich ise bir süre sonra artık okulların ortadan kalkmasıyla değil, eğitimin toplumsal hayat üzerindeki yıkıcı etkisiyle ilgilendiğini söyleyerek bu yoğun tartışmaları kendi seyrine bırakmıştır.
Aynı şekilde, Illich’in yapıtının bütününü kapladığı söylenebilecek ‘kıtlık’ kavramı çevresindeki tartışmalar da, siyasal bir dile tercüme edilmeye kalkıldığında son derece radikal bir noktaya sürüklenir. Ekonominin tanımındaki ‘kaynakların sınırlı, ihiyaçların sınırsız olduğu’ formülü, kıtlık durumunu doğurmuştur. Yani ekonomik düzen içinde meta haline getirilen her şey (ama sadece insan üretimi olan mallar değil, su gibi sınırsız olması gereken doğal maddeler de), yine ekonominin kuralları gereği giderek daha fazla kişi tarafından ‘ihtiyaç duyulan’, bu yüzden herkese ‘yetmeyen’ mallar haline getirilir ve kıtlaşır. Böylece ekonominin, toplumu kendi diline mahkûm etmesi, içinden çıkılamaz bir cendere yaratır.
Illich, meselenin daha çok kalkınmayla olan bağına, yani Batı dışı ülkelerin de bu batağa sürüklenişine ağırlık vermiş, ekonominin geçime (subsistence) açtığı savaştan ve Homo Economicus’un nasıl norm haline getirildiğinden söz etmiştir. Shadow Work, Gender gibi kitaplarında derinleştirdiği bu gibi fikirler, en alternatif ve en devrimci siyasal akımlar için bile kolay algılanır ve programatik bir dile çevrilebilir değildir. Oysa, kapitalizmin bu düzeydeki eleştirisinden geri dönme şansımız olduğunu, hele aynı batağa giderek daha fazla saplanırken, söylemek zordur…..
Çöpe atma! Benim ona ihtiyacım var – Ayşegül Aydın
Altı yıl önce Arizona’da başlayan ve kullanılmış eşyaların karşılıksız değişimine olanak veren http://freecycle.org/ , Türkiye’de şimdilik yedi kentteki üyelerine faaliyet gösteriyor.
İçinde bulunduğumuz “tüketim çağı”nda, bir eşyanın çöpe gitmesi için eskimesi gerekmiyor. O eşyanın yeni bir modelinin piyasaya sürülmesi ya da en basitinden, modasının geçmesi yeterli olabiliyor. Peki artık kullanılamaz olarak nitelediğimiz bir nesneye, bir başkası ihtiyaç duyuyorsa? Ya da tam tersi: Bizim ihtiyacımızı bir başkasının “çöpü” karşılıyorsa? Bu iki sorunun da cevabı bir internet sitesinde buluşuyor: http://freecycle.org/
Freecycle, 2003’te Arizona’nın Tuscon eyaletinde yaşayan Deron Beal tarafından kurulmuş. Kâr amacı gütmeyen bir geri dönüşüm şirketinde çalışan Beal, insanların kullanılabilir malzemeleri sokağa atmasına dayanamıyor ve arkadaşları arasında bir değiş tokuş platformu oluşturuyor. Böylece kullanılmayan eşyalar arkadaş çevresi içinde ücretsiz el değiştiriyor. Beal’in 15- 20 kişiyle başlattığı hareket kısa zamanda güçleniyor ve 4 bini aşkın yerleşime yayılıyor. Bugün Arjantin’den Haiti’ye, Kenya’dan Nepal’e 6,5 milyon Freecycle üyesi, kullanmadığı eşyaları, karşılıksız değiş tokuş ediyor.
Hareketin Türkiye’ye gelmesi ise 2005’te gerçekleşiyor. Almanya’da yaşadığı dönemde siteden faydalanan Taner Ertuç 2005’te sitenin Türkiye’ye de gelmesini sağlıyor. İstanbul’dan başlayan “değiş tokuş” bugün Ankara, Bolu, Çanakkale, Diyarbakır, İstanbul, İzmir, Kartepe ve Sinop’u da kapsar hale geliyor. “Birinin çöpü diğerinin hazinesidir” anlayışıyla yayılmaya devam ediyor.
Siteden faydalanmak ise son derece kolay. Öncelikle açılış sayfasındaki kutuya e-posta adresinizi yazarak, gruba üye olmanız lazım. Üyelik işlemini gerçekleştirdikten sonra kullanmadığınız eşyalar için, kendi bölgenizde faaliyet gösteren “freecycle” grubuna e-posta atabiliyorsunuz. İhtiyaç sahibi de yine e-postayla size ulaşıyor. Aynı şekilde, aradığınız bir eşyayı da e-posta yoluyla gruba bildiriyorsunuz. “Az kullanılmış çekyat arıyorum” ya da “bir bebek arabasına ihtiyacım var” diyebiliyorsunuz örneğin. Kullanılmış eşyanın arzı ve talebi böylece buluşuyor. Ancak onların nasıl el değiştireceğini siz belirliyorsunuz.
Kullanıcılar için bazı kurallar söz konusu. Bunlardan en önemlisi, paylaşıma sunduğunuz eşya için asla para talep etmemek. Ayrıca gruba yollayacağınız ilk mesajın bir teklif olması, yani talep etmeden önce arz etmeniz gererekiyor. Sistemin her yaştan kullanıcıya hitap edebilmesi için “yetişkinlere özel” materyallerin, alkolün veya ilaçların değiş tokuşu yasak. Aynı şekilde uyuşturucu madde ve ateşli silah gibi yasal ya da etik sorunlara yol açabilecek şeyler de dolaşıma giremiyor. Aslında kullanıcılardan beklenen sadece iyi niyetli olmaları.
Site herkese açık. Hatta eğer sizin bölgenizde faaliyet göstermiyorsa, bunu moderatörlerle iletişime geçip kendiniz başlatabiliyorsunuz. Fakat her ihtiyaç sahibinin internete erişim olanağı bulunmaması da ayrı bir gerçek. Taner Ertunç bu noktada derneklere ve sivil toplum örgütlerine sesleniyor: “Bu yapıyı Doğu’daki okullara eşya, kitap göndermek için kullanalım. Bu tür işlerle uğraşan dernekler taleplerini bize bildirsin ve sitede yardımlar toplansın.”
Siz bunları okurken, Yeliz Hanım arkadaşı için freecycle.org’da bot arıyor. Can Bey’in ise bir yoğurt makinasına ihtiyacı var. Bulunmaz diye düşünmeyin. Fulya Hanım ikiz çocukları için playstation bulmanın sevincini paylaşırken, Sevgi Hanım da eski evindeki fırından, kuş kafesine kadar birçok eşyasının yeni sahiplerine ulaştığını müjdeliyor.
http://www.habervesaire.com/haber/1627/
http://freecycle.org/
Gift Economy against unsustainable “market economy”
Dave Pollard: The Virtuous Cycles of the Gift Economy. (2006.)
Our society puts a value on human activities only when they can be monetized – when a transaction involving an exchange of money occurs. We tend to equate our time with money: If the ‘market value’ of an hour of our time exceeds the cost of hiring someone else to mow our lawn or make a present for a loved one or look after our children or our home, we conclude that it makes sense to buy those services and to work longer hours to pay for them.
This false economy leads us to buy what we don’t need, which requires us to work harder to pay for those unnecessary goods and services, leaving us even less time to look after ourselves and our own needs and forcing us, in a vicious cycle (cycle 1 in red on the chart above) to ‘outsource’ even more of the things we might be doing for ourselves. All this phony economic activity is added to the GDP and employment data. Do-it-yourself and other ‘unpaid’ work, and things we make for ourselves, are not considered ‘economic’ activities and hence not included in the statistics that drive our society’s political and economic decisions. No surprise then that the government encourages us to buy what we don’t need and what we could provide for ourselves.
By contrast, the Gift Economy does not value monetized activity more highly than un-monetized activity. It suggests, on the contrary, that our time is invaluable and that therefore we should ‘spend’ it, as much as possible, doing things we love and things that are our personal responsibility, and only buy goods and services we cannot possibly provide for ourselves. In doing these things ourselves, we learn to do them better, more efficiently, more effectively and more economically, saving the cost of outsourcing them to a third party.
Thanks to this cost saving, we then need to work less, which gives us more time to do the things we love, creating a virtuous cycle (cycle 2 in green on the chart above) instead of a vicious one.
The economists don’t like us doing this, since this DIY work doesn’t involve the exchange of money or the employment of others to do our own work, and so is not included in GDP or employment data. This is why published trends in GDP and unemployment are meaningless, and why these data provide no useful measure of a society’s well-being.
The outcome of this virtuous cycle – more time – has another benefit as well: Some of that ‘extra’ time can be invested in Gift Economy activities that yield even greater, self-reinforcing and sustainable ‘goods’:
* Mentoring, parenting and coaching: enabling others to cope with major life challenges and problems
* Showing and teaching: enabling others to develop new capacities and skills
* Gifting, sharing and peer production: exchanging, and collaboratively designing and making stuff for mutual benefit
So under the Gift Economy, the joyful investment of this additional ‘leisure’ time spawns three more virtuous cycles (shown in blue on the chart above):
1. Mentoring, parenting and coaching others (cycle 3 on the chart) produces healthier, happier, more competent and more responsible citizens with fewer social problems and needs. This reduces the costs of health care, crime, wars etc. and also makes us better at doing things for ourselves, saving both our society and us as individuals money, so we need to work less to pay taxes and personal expenses.
2. Showing and teaching (cycle 4 on the chart) produces a more self-sufficient citizenry with more capacities and skills, who therefore need to work even less since they need buy fewer goods and services from others.
3. Gifting, sharing and peer production (cycle 5 on the chart) produces goods and services tailored for our individual needs and wants at no cost beyond that for materials that must be purchased from the ‘market’ economy. Open source, free libraries and file sharing, scientific exchange, cooperatives, social exchanges such as work bees and vacation home swaps, the Internet (and particularly blogs) and philanthropy are all examples of gifting, sharing and peer production Gift Economy activities. Umair Haque has outlined a peer production model that could take us even further, to the point ‘producers’ and ‘customers’ become indistinguishable, where they collectively invest time, ideas and energy in a trust relationship with others to co-produce goods and services precisely tailored to their mutual needs, which can then be gifted to others.
These cycles are, of course, subversive. They threaten to undermine and starve the ‘market’ economy by freeing us, the end-customers of that economy, from the need to pay money into it. They also threaten to undermine and render irrelevant political structures and institutions that exist to defend economic rights and powers, to wage wars and to mete out scarce economic resources – the Gift Economy voluntarily gives us these rights and powers, has no need of wars to defend them, and operates under a principle of generosity and abundance, not competitiveness and scarcity.
It is not surprising, therefore, that the brokers, agents, controllers of resources, marketers, politicians and other parasites who rely on the ‘market’ economy and its corporatist supporting political structures have already demonstrated a willingness to go to great lengths – alternately suing and bribing customers, ridiculing and slandering Gift Economy initiatives, and bribing and coercing lawmakers to disrupt the decentralization of power that the Gift Economy brings about and to protect ‘their’ property from being shared or given away generously.
The Gift Economy in fact represents a ‘re-naturalization’ of the economy. The ‘market’ economy is unsustainable and has shown itself to be morally bankrupt, unable to innovate, fragile and lacking in capacity to cope with rapid change. The shift to the Gift Economy has already begun, and is entirely consistent with the critical political and economic demands and needs of our time, and with way nature and ‘uncivilized’ creatures thrive in a world of abundance and a spirit of generosity (in the true ‘giving and sharing freely and trustfully’ sense of the word, not the narrow sense of charity).
All we need to do, starting within our own physical and virtual communities, is acknowledge that our time is precious and that making time to re-learn to do things for ourselves and become more self-sufficient just makes sense. Once we realize that, it will become clear to these communities that the Gift Economy offers us a better, easier, more equitable, resilient and joyful way to live, and to make a living. And, best of all, it just keeps on giving.
http://www.freeebay.net/site/index.php?option=com_content&task=view&id=593&Itemid=34
Piyasa Ekolojizmi-Ekolojik Tüketim (Haktan URAL)
Öncelikle ekolojist hareketi bir tüketim alanı olmaktan çıkarmak ve siyasal mücadele alanı haline getirmek gerekiyor.
Özgürleşme, insan bedeni ve aklını, içinde olduğu ruhani kuşatmadan arındırarak, tarihsel bir eşiğe dönüşmüştür. Bu tarihsel dönüşümün temel söylemiyse, insanı toplumsallığının öznesi olarak tanımlaması ve özgürlüğü bu temele inşa etmesidir.
Oysa, tarihsel işleyiş gösteriyor ki, toplumsal özne olarak insan, yalnızca küresel krizlerin eşiğindeyken bir özne olarak hatırlanıyor ve sosyal maliyetlerin adaletsiz bölüşüme açılması oyununa dahil ediliyor.
Dünyayı bekleyen küresel ısınma felaketinin, kitle iletişim araçlarınca nasıl bir bireysel tüketim “suç”una indirgendiği ve dolayısıyla çözümünün yine bireysel mücadele alanlarıyla kısıtlı tutulduğu, bahsi geçen tarihsellikte alışık olduğumuz bir dayatma. Yani, gereğinden fazla enerji ve su tüketimimizin doğal sonucu olan küresel ısınma, bireysel eylemliliklerle tersine çevrilecek! Peki bu dayatma, “özgür” insan aklınca nasıl kabul edilir olarak algılanıyor?
Ekolojist tüketim
Egemen anlayışın küresel ısınmayla mücadele alanlarını tanımlarken, çıkış yolunu makro ölçekte devletler arası bir programda (Kyoto Protokolü), mikro ölçekteyse egemen ekolojist tüketim kültüründe bulduğunu söyleyebiliriz. Yani; “kapitalistlerin maliyetlerinin önemli bir bölümünü başka birine ödetmeyi sürdürmeleri kesin bir zorunluluktur. Bu başka biri de tabii ki ya devlettir ya da doğrudan devlet olmasa bile toplumdur” (Wallerstein, Bildiğimiz Dünyanın Sonu, Metis).
Topluma dolaylanan ekolojik maliyetse, bireysel ekolojist bilinç, ekolojist üretim ve ekolojist tüketim olarak anlaşılabilir: Live Earth konserleri, ekolojik ürünler, geri dönüştürülmüş tüketim malzemeleri, yeniden düzenlenmiş gündelik yaşam biçimleri, vs…
Jean Baudrillard, insanın tüketme güdüsündeki nedenselliğin, faydacı bir anlayıştan uzak, farklılaşma ihtiyacına endeksli olduğunu belirtiyor. Zengin-fakir/güçlü-güçsüz’ün diyalektik varlığı üzerine kurulan farklılaşma ihtiyacı, mevcut göstergeler sistemine içkin tüketim kalıplarını oluşturuyor. Hatta, farklılaşma isteğinin kendisinin göstergeler sistemiyle yaratıldığını söylemek mümkün.
Statü göstergelerinin işaret ettiği tüketim nesneleri (ki doğrudan fiziksel karşılığı olmak zorunda değil), farklılaşmak isteyen bireyin ihtiyaçlarının da nesnesi haline geliyor. Üstelik, bu tüketim nesnelerinin faydalılığını sorguladığımızda, çoğu kez farklılaşmaktan öte bir ihtiyaca hizmet etmediğini görebiliyoruz.
Ekolojist tüketimin, göstergeler sistemindeki yerini de bu çerçeve içerisinde izlediğimizde, iki sorunla karşı karşıyayız. Birincisi, “ekolojik” etiketine sahip nesnelere duyulan ihtiyacın toplumsal bir karşılığı yok; kitle iletişiminin yarattığı yapay bir toplumsallığa sahipler. İkincisiyse, bu “ekolojist” tavrın siyasal anlamının silikleşmesi.
Ekolojist tüketim nesneleri, statü göstergeleriyle yüklenerek toplumsal bir üst tabakalaşmaya/sınıfsallaşmaya ait haline geliyorlar. Madonna’nın kürklü-limuzinli kliplerinin yerini Live Earth konserlerine bırakmasının, Şişli’nin Türkiye’nin ilk ekolojik halk pazarına ev sahipliği yapmasının, Starbucks’ta verilen peçetelerin geri dönüştürülmüş kağıtlardan üretilmiş olmasının toplumsal anlamı, bizi farklılaştırıyor olması.
Siyasal mücadelenin gerekliliği
Öte yandan, toplumsal bilincimizin uzanımı olarak benimsediğimiz ekolojist tavır, bu metalaşma süreci içinde köşeye sıkışarak etkisiz hale geliyor. Ekolojizmin kendisinin metalaşması karşısında, bu mücadelenin öznesi olan insan, “ekolojizm”i tüketmekle karşı karşıya bırakılıyor. Yani, ekolojizm siyasi anlamını yitirerek bir değer olarak diğer değerlerle rekabet etmek zorunda kalıyor. Piyasa ekolojizmi bize şunu söylüyor: Rekabet anlayışı içerisinde diğer ürünlerle birlikte satışa sunulan ekolojik ürünleri tükettiğimiz kadar ekolojist olmaya mahkumuz.
Bu alana hapsolmuş ekolojist hareketin, küresel felakete karşı toplumsal yapıyı dönüştürücü gücüyse, hiç ikna edici değil. Küresel ısınmaya çözüm diye önümüze sürülenlerin bu krizi çözebilmesi imkansız görünüyor. (Mel Barnes, Green Left Weekly, sayı 720) Çünkü, söylüyoruz ki, Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) Şubat 2007 raporu; küresel ısınmanın insan kaynaklı bir ekolojik kriz oluşu; bu krizin piyasa koşullarının sonucu olduğu anlamı taşıyor.
Dolayısıyla öncelikle ekolojist hareketi bir tüketim alanı olmaktan çıkarmak ve siyasal mücadele alanı haline getirmek gerekiyor.
Bia Haber Merkezi – İstanbul
01 Eylül 2007, Cumartesi
http://www.ekolojistler.org/piyasa-ekolojizmi-ekolojik-tuketim-haktan-ural-2.html
İMAJ VE YANILSAMA: REKLAM
Subliminal! 1957 yılında market araştırmacısı James Vicary sinema ekranında çok hızlı bir şekilde parıldayan mesajların insanların gıda üzerinde tercihlerini etkilediğini kanıtlamak amacıyla yaptığı bir araştırmada teskistoskop adı verilen bir cihazla filmlerin arasına ‘coacola iç!’ ‘patlamış mısır ye!’mesajlarını yerleştirdi. Bu mesajlar saniyenin 1/3000’i kadar kısa bir sürede görünüyor ve her 5 saniyede tekrarlanıyordu. Bu filmlerin ardından New Jersey’deki coca cola satışlarının %18 ile %57 arasında arttığı gözlemlendi. Vicary bu tekniğe ‘subliminal reklam’ adını verdi. Subliminal Türkçeye ‘eşik altı’ olarak çevrildi. Eşik altı çalışmalarının hedefi insanlara fark ettirmeden bilinçaltlarına mesaj göndermekti.
Eşik altı çalışmaları Freud’un yapısal modelini referans alarak hareket eder. Bu kurama göre bilinçdışının yöneticisi iddir ve id haz ilkesine göre çalışır. Hareket ettirici dürtüler eros ve thanatos ya da daha bilinen şekliyle cinsellik ve saldırganlıktır. Bilinçdışı cinsellik ve şiddet içeren uyarıcıları algılama eğilimindedir. Pazar araştırmacıları ve reklâmcılar sektör geliştikçe bu tekniği de geliştirdiler elbette. Artık basitçe coca cola iç yerine cinsellik, (çıplak kadın, penis, oral sex vb. imgeler)ve şiddet, (kurukafalar, kesilmiş ayak imgesi vb.) içeren, ilk bakışta algılanamayacak mesajlar yerleştirildi.( ayrıntılar için bak.Ahmet Şerif İzgören-Eşik Altı Büyücüleri)
Reklâm panoları kadın ve erkek bedenlerini açık yüreklilikle nesneleştirip, sergilerken, her ihtimale karşı araya subliminal mesajlar koyma ihmal edilmedi.Reklâmın üretim ve sunuluş biçimi, kapitalist üretim-tüketim biçiminin bir özeti gibidir aslında: Reklâmlarda subliminal gibi kesinliği net olmayan ancak insanlar üzerindeki etkisi gözlenebilen teknikler sistematik olarak kullanılır. Tekrar yoluyla nesneler arasında ilişki kurdurulup, birinin varlığı hissedildiğinde diğerine yönelim sağlanır. Klasik koşullama, edimsel koşullama model alma gibi öğrenme teknikleri kullanılarak tüketimi insanların iradeleri dışında artırma hedeflenir. Örneğin tepkisel koşullama yoluyla pazarlanan nesneyle, pazarlanırken kullanılan müzik, oynatılan aktör ya da süper kahraman arasında ilişki kurdurulur. Solo tvalet kağıdı ve müziği, Cello(Selo) ve Türkcell, WorldCard kredi kartı ile Vadaa kahramanları, Nil Karaibrahimgil ile Penti çorapları* tepkisel koşullama yoluyla ilişkilendirilmişlerdir. Maskot görüldüğünde ya da müzik duyulduğunda tepkisel olarak o nesneye yönelinir.
Kapitalizm ve iktidarlar da güçlerini sistematik olmaktan alır. Önemsenmeyen bir takım psikolojik, sosyal ve teknolojik yenilikleri sistematik olarak uygulayarak insanları kontrol altında tutmaya çalışır. İnsan zihninin karmaşıklığını, ona dair bilinen ipuçlarını kullanarak manipüle etmeye çalışır. Öte yandan yeterince propagandası yapılmış her şeyin tüketilmesi ve taraftar toplaması, insanın istem dışı öğrenebilen bir varlık olması, insanın edilgen olduğu varsayımına götürür bizi. Ancak edilgen olma fikri neredeyse herkesi rahatsız eder ve yaşamı üzerinde kontrol sahibi olduğu bilgisine sahip olmak ister. Bu bireyin etkinleşme çabasıdır. Kapitalist sistem etkin olma çabasının yönünü belirlemeye çalışır. Tüketim, serbest girişim ve diğer liberal özgürlük alanları bu yönlendirmenin unsurlarıdırlar.
Reklâm başarısını toplumu, onun ihtiyaçlarını, ulaşmak istediği hayalleri anlamaya çalışmaktan alır. Zaten bunları araştıran bir sosyal bilimciler ordusu mevcut iken yapmaları gereken tek şey bu araştırmaları değerlendirip pratikte kullanmaktır. Ama asıl hedef insanların düşlerini belirlemektir. Reklâmda hedef kitlesine imaj ve bir toplumsal kimlik vaat edilir. Güven hissi ve sosyalizasyon mesajı bilinçaltına fısıldanır. Düşlerinin gerçekleşebileceği, tükettiği bir metayla düşlerin bir adım daha yaklaşacağı hissettirilir. Tüketirken özgür olacağı, sınırsız güç ve sosyal çekicilik elde edebileceği vurgulanır.
Televizyon insanları olaylara seyirci kılarak, onları tanık ederek sürece dahil oldukları yanılsaması yaratıp, onları pasifleştirirken, aktif olma arzularının tatmini tüketirken gerçekleştirmeye yöneltir.
Reklâmlar sosyalizasyon vaat eder. Nesneyi tüketirsen ilişki kurabilirsin. Bir sevgili bulabilirsin. Sahip olduğun nesneyle daha çabuk, daha kolay etkilersin. Herhangi bir niteliğin olması gerekmez. Sahip olduğun nesne senin yerine ihtiyacın olduğu her şeyi yapar.
‘Televizyon bir mit üretme aracıdır.’** Mitler toplumsal standartlar ve davranış kalıpları oluşturmak, standartları ihlal edenlerin cezalandırılabileceğini gösterme misyonu edinmişlerdi. Belirli davranışları ve yaşam tarzını gelenek haline getirme işlevleri vardı. Bugün televizyon bu misyonu yüklenmiş durumdadır. Görev ve ödev adına hareket edilmesini sağlar. Resmi ideolojinin öngördüğü geleneği oluşturma gibi bir amacı vardır. İşbölümü, aile, çalışma, tüketim ve diğer günlük yaşam faaliyetlerinin günlük yaşama istenilen şekilde yerleşmesini sağlar. Günde beş-altı saat televizyon izleyen herhangi birinin bu davranış kalıplarından kaçabilmesi mümkün değildir.
Kavranılması gereken şey, nesne ya da durumu tüketirken kapitalist kültürü var ettiğimizdir. Mp3 çalar alırken asosyalliği ve aceleciliği de satın almış oluruz. Artık müziğe zaman ayırmaya gerek yoktur. Müzik başka bir şeyle yapılabilen ama asla yeterince haz alınamayan bir şeydir bizim için artık. Yürürken, otobüste yanımızda ve karşımızda birileri varken, etrafımız insanlarla doluyken yalnızlaşmayı satın almış oluruz. Karşıdakiyle iletişim kurma ya da onlarla göz göze gelmekten vazgeçmiş oluruz. Yani yabancılaşma ve yalnızlaşmaya mahkum ederiz kendimizi. Satın alınan hiçbir nesne masum değildir. Ya da hiçbir alıp satma etkinliği…
Bugün insanların birlikte yaptığı tek şey televizyon izlemektir. Birlikte bir şeyler yapmanın verdiği hazzın yerini aynı saatte aynı şeyi izlemek aldı. Öbür gün karşılaşıldığında konuşulacak şey de, o izlenen şey olacaktır kuşkusuz. İnsanlar ilk topluluklardan beri toplu hareket etme ihtiyacı hissederler. Salt ekonomik değildir bunun nedeni. Beraber bir şeyler yapmanın verdiği haz ve sinerjinin doğurduğu enerji insan varlığını pekiştiren öğelerdendir. Şimdi ise herkes kendi yalnızlığında, kendine ve dünyaya yabancılaşmış bir şekilde hareket etmektedir. Nesneyle doğrudan ilişki de söz konusu değildir. Ağaç, toprak ve taşla olan ilişkilenme yerini araba, silah ya da mp3 çalarlara bıraktı. Dayatılan ihtiyaç silsilesi içinde boğulan insan, kendi ihtiyacının ne olduğunu unuttu. İhtiyaca ve hazza yabancılaştı tıpkı kendine yabancılaştığı gibi. Ne istediği konusunda bir fikri olmayan insanlar topluluğu için haz, ihtiyaç ve istek durumları birer kavramdan ibarettir. Yanılsamalar dünyası. Öyle ki yanılsamaya bile yabancılaşma söz konusudur. Reklam ve diğer bütün tüketim göstergeleri bombardımanı kavramsal düzeyde ihtiyaç, haz ve sosyalizasyon vaat ederken aslında yaptıkları tek şey bu yanılsamayı gerçekleştirmektir. Her nesneyi bir fetiş haline getirme, toplumsal histeri yaratma derdindedir. Bunu bilinçli olarak değil işe yararlılığını gördüğü parçalar üreterek yapar. Bu parçalar bütünü bir bilinç yaratır ve sinerji kapitalist bilinç haline gelir. Kapitalist sistemde üretim, tüketim ve yeniden üretim hali birileri tarafında tasarlanarak değil kendiliğinden bir eyleme dönüşmüştür. Herkes bu bilinç durumunu bir parçasıdır. Üreten, tüketen, pazarlayan ve ihtiyaç olarak sunan herkes yanılsamalar dünyasına bir katkı sağlamıştır. O halde yapılması gereken durumu net bir şekilde analiz etmek ve bu üretim-tüketim ağının bir parçası olmaktan vazgeçmektir. Yine kapitalist tüketim sisteminin bir parçası haline gelmediğine dikkat ederek yeni yaşam alanları oluşturmaktır. Belki otonomlar, komünler ve oluşu gerçekleştirmeyi mümkün kılan dar yaşam alanları. Dar yaşam alanları, çünkü metropollerde bilinci bölünmüş bireyler ancak dar alanlarda kendileriyle yüzleşme fırsatı bulabilirler. Kendi arzularımız ve haz kaynaklarımızın yeniden keşfi için…
01 Şub 2008 tarihinde Hınder Nesazi tarafından yazılmış.
100 Ways To Undermine The Industrial Machine : The List
In the previous post, “100 Ways To Undermine The Industrial Machine : Introduction“, the basic premise behind the need for Undermining was given, along with a set of vital Rules that potential Underminers should adhere to. The remainder of the article was a list of Undermining Actions – initially about 30. Between that article being posted, and this one, the list has increased as I have researched the subject further, and various people have contributed ideas, some of them very good indeed. Therefore, in order to maintain momentum, this post will include the new list, with a view to keeping it updated in perpetuity. If you have any ideas, please write to me at keith@theearthblog.org or make a comment below.
The list below does not imply unqualified approval of your carrying out the action: that is why there is a disclaimer. When going through the list, I would also encourage you to think about what each action means in your local context, and how it might need to be adapted to be relevant, or even possible. In all cases, you must read the Introduction before embarking on any Undermining activity, even if it is in the list: you might be out of your depth without realising it, and you might also be wasting your time, effort and even liberty. Nothing is without risk, but some things are really worth it.
Disclaimer: Publication of the following list does not imply any responsibility on the author’s part – the person carrying out the listed actions takes full responsibility for the outcome of these actions. The author only condones activities that are permitted under local jurisdiction; all other activities are the personal choice of the actor.
· Change the press releases of the company you work for to tell the truth about the product or service they are offering. If releases are sent out by post, it is a lot easier to be anonymous.
· Similarly, alter promotional and advertising materials to show the environmental and social impact of the company sending them out. If you work in a printing or distribution role, this will be far safer.
· Insert contrary materials, such as flyers exposing a company or organisation’s activities, into the pages of reports, magazines and brochures.
· If you are party to confidential information that, if released, could damage the reputation of a company or public body, send it anonymously by post to one or more newspaper editors.
· Remove commercial advertising (billboards, posters, displays) from your local area or, if that’s not possible, alter it to give it a more accurate meaning.
· Switch off televisions or monitors in shops that are running adverts.
· Switch off televisions in public areas, pubs / bars and shop windows. Remote control devices are available for this.
· Subvertise commercial and government messages (adverts, promotions, campaigns) and distribute your work across the internet. Aim to make your version highly memorable.
· Undermine the reputation of politicians and corporate executives by posting mash-ups of their speeches on YouTube. The funnier they are, the more people will want to see them.
· Make up stickers, saying things like “Product of Industrial Agriculture”, “Energy Waster” or “Made in Sweatshops” and stick them on relevant items in supermarkets and large shops.
· Use radio and television blocking devices to disrupt broadcasts during advertising breaks, public “service” announcements and multi-part TV series (to discourage further watching).
· In a similar vein, set up local transmitting devices to broadcast pre-recorded anti-civilization messages on public frequencies.
· Remove commercial promotional and sponsored materials from schools.
· Refuse to vote. Encourage others not to vote either. If voting is compulsory, spoil your paper.
· Don’t do any unpaid work at all for any commercial organisation. Discourage others from doing so too.
· If you work for a school board or educational body, insert anti-civilization messages into materials, curricula and advisory notes. Remove references to things that encourage children to take part in civilized society / commercial activities.
· If you work for a company that sends out commercial materials to schools, accidentally “lose” the materials or alter them to give a contrary message.
· If you are calling a radio station about something, rather than tell them you want to give an anti-system message, start talking about something conventional, then change without warning to saying what you really want to say. Don’t swear, you will be cut off.
· Post articles or make comments on web sites suggesting that “Company X” is in financial trouble. There are all sorts of variations on this to create a lack of public / investor confidence.
· Remove adverts from public transport.
· Pretend you work for a company, and call up radio and TV stations to speak on their behalf. Expose the truth behind the company.
· Call up politicians posing as company representatives, offering them funding in exchange for political favours. Record the conversations and if they suggest impropriety, send them anonymously to media outlets.
· Buy the domain name of a fictional PR company, and send out “fake” press releases (giving real, damaging information) on behalf of companies, politicians etc. from a mail server with that domain name.
· Even easier, send out fake press releases from a webmail account (gmail, yahoo etc) with the account name of your fake PR company. Lots of people will still be taken in.
· Only use words like “consumer”, “civilized”, “progress” and “development” in negative terms, with the appropriate inflection. Make a habit of reminding others how bad these things are.
· If shopping mall, supermarket etc. car parks are locked up overnight, add your own padlocks and chains. Do the same for shopfronts / roller blinds if they are already locked.
· If you are a member of an activist group, discourage members from taking part in symbolic “actions” like marches, petitions, letter-writing and rallies. Keep asking them, “What will this achieve.”
· Stand in elections as an “Anti Civilization” candidate. Talk to potential voters about how meaningless elections are.
· If someone calls you “sir” or “madam”, or any other word of subservience, ask them not to. Talk to them using first names.
· If you are in a hierarchical organisation, encourage everyone to question the authority of the levels “above” them. Explain that it is always the people lower down the chain that suffer most from authority.
· Give produce and other home made foods away that you have a surplus of, rather than throw it away, even to people you barely know.
· Set up a food sharing scheme in your local area to help undermine the large scale distribution networks. Have meetings and discuss self-sufficiency in general.
· Set up or help promote a Freecycle network, or other household item giveaway scheme.
· Get together with other parents and set up a community home school: educate the children in the things they need for the future, not the things the Machine thinks they should know.
· Offer to run nature talks and foraging workshops for schools; tell the children about the real world vs. the commercial world, while you are doing them.
· Seedbomb places, even if they are not derelict or run down – seeds get to all sorts of places.
· It only takes a few seconds to sabotage water sprinkler systems in public areas and especially golf courses. Try doing this at the same time as seeding drought-tolerant indigenous “weeds”.
· Relabel museum exhibits to reflect the true history of Empire, Colonialism and Explotation. Also, add “Still to Come” labels to natural history exhibits, with the names of threatened species.
· Use hazard warning tape (available from lots of suppliers) to mark off car parks, entrances and any other commercial or government access route. It’s amazing how accepting people are of simple “security” measures
· When friends and family start talking about what they have recently bought, especially non-essential goods, talk about what you didn’t buy, thereby reversing the normal civilised assumption that it is a good thing to buy consumer goods.
· If you ever find yourself near to where an outside broadcast is taking place – especially those involving greasy politicians, corporate executives or broadcasters who like to put a negative spin on “bad” protests that break the law – “accidentally” trip over their cables or into their equipment, thus disrupting the broadcast. You can claim it was a trip hazard.
· Similarly, in similar circumstances, just make a nuisance of yourself, jumping up and down, holding bits of paper up with contrary messages, walking in front of the interviewee: in a public place there is nothing a broadcaster can do to stop you.
· Set up a press briefing, posing as your target of choice (such as an oil company executive, lobby group representative or economic adviser, anyone fairly nondescript), and then brief the press in a way that entirely undermines your alter-ego’s normal stance. Alternatively, make statements that even more unethical than those of your alter-ego, but still credible.
· If you don’t feel comfortable giving live press briefings, why not send letters using fake headed paper from the same alter-egos, using similarly undermining or crass messages.
· Create a dodgy corporate video that was only intended for internal use, and post it on YouTube (and Wikileaks) as a “leak”. Include information that is close enough to the truth to be credible, but edgy enough to cause a stir. Steal the introduction and ending from an existing corporate video using video capture software.
· Start referring to zoos as “animal prisons” and discourage children from attending anywhere that uses animals for profit. Take children on walks and show them real wildlife instead.
· Host a wild food dinner. Forage for food and ask guests to bring something wild of their own, or homegrown if that’s not possible – it will really make them think and if you can cook well then also maybe change their diets.
· Disrupt “legitimate” commercial activities by acting as a Rogue Trader, for instance by bidding on resources or land set aside for exploitation when you have no intention of buying (make sure there is a “cooling off” period). Use the resulting furore to publicise your reasons.
· Refuse to sign up to, or pledge alliegance to systems of authority, even when compulsory. Encourage others to do the same and make the most of your refusal in public, thus helping undermine the accepted top-down power relationship in civilized society.
· If you are web browsing, use Firefox along with Adblock Plus; an add-on that removes advertising from web sites. This effectively breaks the advertisers’ business model and ability to brainwash, so is one good piece of software to recommend to others.
(Last Updated: 14 December 2009)
Thanks to the following for tips: Earth First!, Martin Sprouse (ed. “Sabotage in the American Workplace”), AdBusters, Aquila ka Hecate (http://aquilakahecate.blogspot.com), Richard Reynolds (http://www.guerrillagardening.org), The Yes Men (http://www.theyesmen.org) and all my great correspondants.
‘ŞEYLERİN HİKAYESİ’ BELGESEL FİLMİN TAM METNİ
Bunlardan sizde var mı? Ben benimkine kafayı takmış durumdayım. Aslında tüm eşyalarıma kafayı takmış durumdayım. Aldığımız şeylerin nereden geldiğini ve attığımızda nereye gittiklerini hiç merak ettiniz mi? Ben bunu düşünmekten alıkoyamıyordum kendimi ve araştırmaya karar verdim.
Baktığım kitaplar şöyle diyordu; Kullandığımız “şeyler” farklı evrelerden geçerler: kaynak edinimi, üretim, dağıtım, tüketim ve atıkların ortadan kaldırılması. Bunun tümüne materyal ekonomisi deniliyor.
Bira daha araştırdım. Aslına bakarsanız tam 10 yıl boyunca eşyalarımızın nereden gelip nereye gittiğini araştırmak için tüm dünyayı dolaştım. Ve ne buldum biliyor musunuz? Hikayenin tamamının bu olmadığını.
Bu açıklamada eksik kalan pek çok şey var. Öncelikle bu sistem iyi işleyen bir sistem gibi görünüyor.
Hiçbir problem yokmuş gibi. Ama gerçek şu ki bu sistem bir krizin içinde.
Krizde olmasının sebebi de bunun çizgisel bir sistem olması ve bizim sınırları olan bir gezegende yaşıyor olmamız ve sınırları olan bir gezegende çizgisel bir sistemi sonsuza kadar sürdüremezsiniz.
Bu sistem her aşamada gerçek dünyayla etkileşim halinde. Gerçek yaşamda sistem bomboş beyaz bir sayfanın üstünde işlemiyor. Toplumlarla, kültürlerle, ekonomilerle, doğayla etkileşim halinde halinde. Ve tüm bu evreler boyunca sınırları zorluyor. Sınırları burada göremeyoruz çünkü bu diyagram tam değil. Öyleyse başa dönüp bir daha bakalım, boşlukları doldurup eksik kalan neymiş görelim,
Burada eksik olan en önemli şeylerden biri insanlar.Evet, insanlar.
Bu sistemin her aşamasında insanlar yaşarlar ve çalışırlar.
Ve bu sistemdeki bazı insanlar diğerlerine göre biraz daha önemlidir; bazılarının daha fazla sözü geçer. Kim mi bu insanlar?
Hükümetle başlayalım. Bazı arkadaşlarım bana hükümeti temsil için tank kullanmamı önerdiler ve bu başta bizim ülkemiz olmak üzere pek çok ülke için doğru. Ne de olsa Amerika’nın tüm federal vergi gelirlerinin % 50’si orduya gidiyor. Ama ben hükümeti temsilen bir insan kullanmayı seçtim çünkü hükümetin değerlerinin ve vizyonunun temsil ettiği halk için ve halkın yanında olması gerektiğine inanıyorum.
Bizi kollamak ve çıkarlarımızı korumak hükümetin sorumluluğudur. Bu onların işidir.
Sonra, şirket gelir. Şirketin hükümetten büyük görünmesinin sebebi şirketin hükümetten büyük olmasıdır. Yeryüzündeki en büyük 100 ekonominin 51’i şirketlerdir. Şirketlerin gücü ve boyutları büyüdükçe hükümetin tavrında bazı değişiklikler olmuştur. Artık her şeyin bizlerden çok şirketler için yolunda gitmesiyle daha çok ilgilenmeye başlamıştır.
Tamam, bakalım başka ne eksik bu resimde.
Doğal kaynakların sömürüsü anlamına gelen ve yeryüzünün tahribatı için süslü bir kelime olan “kaynak edinimi” ile başlayalım. Ağaçları kesiyoruz, maden çıkarmak için dağları deşiyoruz, tüm suyu kullanıyoruz ve hayvanları yok ediyoruz.
İşte burada ilk sınırla karşılaşıyoruz. Kaynaklar tükeniyor. Çok fazla şey kullanıyoruz. Biliyorum, duyması zor ama bu gerçek ve bu konuda bir şeyler yapmalıyız. Sadece son 30 senede yeryüzünün doğal kaynaklarının üçte biri tamamen yok oldu. Gitti.
Öyle hızlı deliyor, kesiyor, madenleri çıkarıyor, taşıyor ve tahrip ediyoruz ki yeryüzünün insanlar için yaşanabilir olma özelliğine zarar veriyoruz.
Yaşadığı yerde, ABD’de eski ormanlarımızın sadece %4’ü duruyor.
Nehirlerimizin %40’ı içilemez durumda. Ve bizim sorunumuz sadece çok fazla şey kullanmak değil, hakkımıza düşenden daha fazlasını kullanmak. ABD, dünya nüfusunun %5’ine sahip olmasına rağmen dünyadaki kaynakların %30’unu tüketiyor ve dünyadaki atıkların %30’unu yaratıyor.
Dünyadaki herkes aynı oranda tüketseydi, 3-5 tane yeryüzüne ihtiyacımız olurdu. Farkında mısınız, bizim sadece bir yeryüzümüz var.
Ve ülkemin bu sınırlamaya tepkisi gidip başkalarının kaynaklarını kullanmak! Burasi da kimilerinin dediği gibi dünya ya da başka bir deyişle bize ait olan şeylerin her nasılsa başka birinin toprağında bulunması.
Bakalım nasıl oluyor?
Aynı şey; yine tahribat,
Küresel balıkçılığın %75’i tam kapasite ya da kapasitenin uzerinde yapılıyor.
Dünyanın eski ormanlarının %80’i yok oldu. Sadece Amazon ormanlarında dakikada 2000 ağaç yok oluyor. Bu dakikada 7 futbol sahası büyüklüğünde bir alan demek.
Peki ya orada yaşayan insanlar?
Onlara göre bu insanlar burada kuşaklar boyunca yaşamış olsalar da kaynakların sihibi değiller, çünkü üretim araçlarına sahip değiller ve çok şey satın almıyorlar. Ve bu sistemde çok şeye sahip değilseniz ya da satın almıyorsanız, hiçbir değeriniz yok.
Bir sonraki aşamada, kaynaklar üretim sürecine alınır ve budara zehirli kimyasallarla doğal kaynakları karıştırıp zehirli ürünler elde etmek için enerji kullanırız. Bugün ticarette kullanılan 100 binin üzerinde sentetik kimyasal var.
Bunların sadece küçük bir kısmı insan sağlığına itkileri konusunda test edilmiş ve hiçbiri her gün maruz kaldığımız diğer kimyasallarla birlikte kullanıldıklarında insan sağlığını nasıl etkileyecekleri konusunda test edilmemiş. Yani bu zehirli maddelerin sağlığımıza ve doğaya etkilerini tam olarak bilmiyoruz. Ama bir şeyi biliyoruz: zehirli maddeler içeri, zehirli maddeler dışarı.
Üretim sürecimize bu zehirli maddeleri katmaya devam ittiğimiz sürece, evlerimize, iş yerimize ve okullarımıza aldığımız eşyalarla birlikte bu zehirli maddeleri de almaya devam edecegiz.
Ve tabi ti de vücutlarımıza! BFR, bromatlanmış ateş geciktiricileri ele alalım. Bunlar kullandığımız eşyaları ateşe dayanıklı hale getiren kimyasallar ama süper zehirliler.
Bunlar nörotoksinler, yani beyni zehirleyen maddeler. Böyle bir kimyasal kullanmayı neden isteyelim ki? BFR’ı bilgisayarlarımızda kullanıyoruz, ev aletlerinde, divanlarda, yastıklarda. Aslında, yastıkları alıyoruz, bir nörotoksine batırıyoruz ve sonra eve getirip kafamızı üzerine koyup her gece 8 saat uyuyoruz. Bilmiyorum ama bu kadar potansiyeli olan bir ülkede uyurken kafamız ateş almasın diye daha iyi bir yöntem düşünebiliriz gibi geliyor bana.
Bu zehirli maddeler gıda zincirinde birikiyor ve vücutlarımızda konsantre halde toplanıyor.
Biliyor musunuz gıda zincirinin en üstünde, en yüksek miktarda zehirli madde içerin gıda hangisi? İnsan sütü. Bu demek oluyor ki , öyle bir noktaya ulaştık ki toplumların en küçük üyeleri bebeklerimiz anne sütünden hayatlarının en zehirli kimyasal dozunu alıyorlar. Bu inanılmaz bir zarar değil mi ? Emzirmek en temel beslenme yolu olmalıdır; güvenli ve kutsal olmalıdır. Tabi ki emzirmek yine de en iyisidir ve anneler kesinlikle çocuklarını emzirmeye devam etmelidir ama bu eylemi korumalıyız.
Onlar (hükümet) korumalı. Bizi gözetiyorlar zannediyordum.
Tabii ki bu zehirli kimyasallardan en çok etkilenenler, aralarında doğurganlık döneminde olan kadınların da bulunduğu fabrika işçileri.
Pek çok reprodüktif toksikle ve kanserojen maddeyle çalışıyorlar. Şimdi size sormak istiyorum, başka bir seçeneği olsa hangi kadın doğurganlık döneminde reprodüktif toksiklere maruz kalacağı bir işte çalışır?
İşte bu sistenim “güzelliklerinden” biri de bu. Yerel doğal kaynakların ve ekonomilerin zarar görmesi başka seçenekleri olmayan bir insan kitlesini sisteme kaynak olarak sunuyor. Dünyada her gün 200 bin insan kendilerini kuşaklar boyunca besleyip yaşam kaynağı olmuş alanlardan şehirlere taşınıyor.
Pek çoğu gecekondu mahallerinde yaşıyor, ne kadar zehirli olursa olsun ne iş olursa yapıyorlar. Gördüğünüz gibi, bu sistemde sadece doğal kaynaklar harcanmıyor, insanlar da harcanıyor. Tolumlar harcanıyor.
Evet zehirli maddeler içeri, zehirli maddeler dışarı. Zehirli maddelerin büyük kısmı fabrikaları ürünler olarak terk ediyor ama daha da büyük kısmı yan ürün yada kirlilik olarak çıkıyor. Hem de ne kirlilik! Amerika’da endüstri her yıl 4 milyon tondan fazla zehirli kimyasal sağladığını kabul ediyor.
Muhtemelen salınan miktar endüstrinin kabul ettiğinden çok daha fazla. İşte bu da başka bir sınır, eh, yılda 4 milyon ton zehirli kimyasalı kim görmek ve koklamak ister? Bu durumda ne yapıyorlar?
Bu kirli fabrikaları başka ülkelere taşıyorlar, başkalarının topraklarını kirletiyorlar! Ama sürpriz bu fabrikaların yarattığı hava kirliliğin büyük bir bölümü rüzgarlarla taşınarak bize geri geliyor.
Peki bütün bu doğal kaynaklar ürünlere dönüştükten sonra ne oluyor?
Dağıtım için işte buraya gelir. Dağıtım “tüm bu zehirli ıvır zıvırı bir an önce satmak” anlamına gelir. Burada hedef fiyatları düşük tutmak, insanların almaya devam etmesini sağlamak, stoğu eritmektir.
Fiyatları nasıl düşük tutuyorlar? Mağaza çalışanlarına az para ödüyorlar ve her fırsatta sağlık sigortasından kısıyorlar. Her şey maliyeti haricileştirmekle ilgili. Bu demektir ki aldığımız şeylerin fiyatı gerçek maliyeti karşılamıyor. Bir diğer deyişle satın aldığımız şeylerin gerçek fiyatını ödemiyoruz.
Geçen gün bunun üzerine düşünüyordum.
İşe yürüyordum, haberleri dinlemek istedim ve bir radyo almak için Radio Shack’e girdim. $4.99’u çok şirin yeşil renk bir radyo buldum.
Radyoyu satın almak için sırada beklerken nasıl oluyor da $4,99 bu radyonun üretiminin ve bana kadar ulaşmasının gerçek maliyetini karşılar diye merak ediyordum. Radyodaki metal muhtemelen Güney Afrika’dan çıkarılmıştı, petrol ırak’tan gelmişti, plastik çin’de üretilmişti ve belki de tüm bu parçalar 15 yaşında bir Meksikalı tarafından Meksika’da birleştirilmişti, $4,99 bırakın bana radyoyu seçmemde yardımcı olan görevlinin maaşını ya da radyonun bana ulaşana kadar kat ettiği mesafenin masrafını karşılamayı, bu radyonun ben gelip onu alana kadar durduğu rafın kirasını bile karşılamazdı. Böylece bu radyo için aslında ödeme yapmadığımı fark ettim.
Peki öyleyse kim öduyordu?
Bu insanlar doğal kaynaklarının kaybıyla ödediler. Bu insanlar temiz havalarının kaybıyla, astım ve kanser sayısının artmasıyla ödediler.
Kongo’daki çocuklar gelecekleri ile ödediler – bugün Kongo’daki çocukların %30’u elektronik eşyalarda kullanılan kotlan madenlerinde çalışmak için okulu bıraktılar. Bu insanlar da kendi sağlık sigortalarını karşılayarak ödediler.
Bu sistem boyunca herkes benim için bu radyoyu $4,99 a alabilmem için bir şeyler ödedi. Ama bu katkıların hiçbiri, muhasebe kaydına geçmedi. İşte şirket sahiplerinin, üretim gerçek maliyetini haricileştirmeleriyle bunu kastediyorum. Ve tabi, bu, bizi tüketimin altın okuna getiriyor. Tüketim, sitemin kalbidir, ona hareket veren motordur. Bu ok öylesine önemlidir ki tüm bu bozuk sistemi ayakta tutmak için onu muhafaza etmek, hükümet ve şirket için birinci önceliktir.
Bu neden ile 11 Eylül’den sonra, ülke şoktayken, Başkan Bush, durum uygun birkaç şey önerebilecekken, yas tutun, dua edin, ümit edin gibi, alış veriş edin dedi. ALIŞ VERİŞ ETMEK Mİ?
Biz bir tüketiciler ulusu olduk. Bizlerin birincil kimlikleri, anneler, öğretmeler, çiftçiler olmak değil, sadece tüketici olmak. İnsan olarak değerlerimizin ölçüldüğü ve topluma sunduğu yegane yol, bu oka ne kadar hızlı katkı yaptığımız ve ne kadar tükettiğimiz ile ilgili. Durum böyle olunca, biz ne yaparız?! Alışveriş yaparız ve alışveriş yaparız ve alışveriş yaparız. Mal akışına hizmet ederiz. Onlarda malları akıttıkça akıtırlar. Kuzey Amerika’da bu sistem üzerinden akan materyallerin yüzde kaçı satışından 6 ay sonra kullanılabilir haldedir tahmin edin. %50 mi? 20 mi? HAYIR. %1! Bir!
Bir diğer deyişle hasat ettiğimiz, yer altında çıkardığımız, işlediğimiz, naklettiğimiz her şeyin %99‘u, bu sistemde 6 ay içinde bir daha kullanılamayacak şekilde çöpe dönüşmektedir.
Şimdi, böylesine bir tüketim oranı ile gezegeni nasıl çekip çevireceğiz? Bu her zaman böyle değildi. Bugün ortalama bir Amerikalı, 50 yıl öncesine göre iki kat daha fazla tüketiyor. Anneannenize sorun. Onun zamanında, idareli olmak, elindekilerin kıymetini bilmek ve tutumlu olmak değerli sayılırdı.
Peki ama bu durum nasıl ortaya çıktı? Tabii, bu doğal olarak ortaya kendiliğinden çıkmadı. Tasarlandı. 2. Dünya Savaş’ından hemen sonra, bu adamlar, Amerikan ekonomisini nasıl büyüteceklerini anlamaya çalışıyorlardı. Perakende analisti Victor Lebow, tüm sistem için bir norm olacak çözümü tanımladı:”Müthiş verimli ekonomimiz, tüketimi hayat biçimimiz haline getirmemizi, alışveriş ve tüketimi kutsal törenlere dönüştürmemizi, ruhsal tatmini ve ego tatminini tüketiminde aramamızı talep ediyor. Etrafımızdaki şeylerin giderek artan bir hızla tüketilmesine, yerine yenilerinin konmasına ve çöpe atılmasına ihtiyacımız var” dedi. Ve Başkan Einsenhower’ın Ekonomik Danışmanlar Konseyi Başkanı, “Amerikan ekonomisinin Nihal amacı, daha fazla tüketim maddesi üretmektir. DAFA FAZLA TÜKETİM MADDESİ Mİ? Nihai (ekonomik) amacımız bu mu? Sağlık hizmeti veya eğitim veya güvenli taşıma veya sürdürülebilirlik veya adalet sağlamak değil de tüketim maddeleri mi?
Peki nasıl oldu da bizleri bu programın çılgın destekçileri haline getirdiler? Tabii, en etkin stratejilerden ikisi, planlanan kulanım dışı olma ve algılanan kullanım dışı olmadır. Planlana kullanım dışı olma, bir başka değişle çöpe atmak için tasarlamaktır. Bu, onların gerçekten mümkün mertebe çabuk bir şekilde ürünlerin kullanılmaz hale getirmek üzere tasarlamaları anlamına geliyor. Böylece, elimizdeki ürünü çöpe atar, koşar yenisini alırız.
Bu yöntem plastik torbalar, kahve bardakları için bariz. Fakat şimdilerde büyük ürünlerde de aynı durumda: Tekstil ürünleri, DVD’ler, kameralar, mangallar bile, her şey! Bilgisayarlar bile. Şuna dikkat ettiniz mi hiç? Şimdi bir bilgisayar satın aldığınızda, teknoloji birkaç yıl içinde öyle hızlı değişiyor ki, yeni bilgisayarlarınız iletişim için engel bile teşkil ediyor. Ben çok merak ettim ve masaüstü bilgisayarımın içini açtım baktım. Her yıl değişen parçanın, köşede duran ince, küçük parça olduğunu öğrendim. Fakat kendiniz bu küçük parçayı, yeni küçük parça ile değiştirmeniz imkansız çünkü her yıl versiyonun şekli farklı. Bu neden ile tüm bilgisayarları çöpe atıp, yenisini almak zorunda kalıyorsunuz.
Planlanan kullanım dışı olmanın gündeme gelmeye başladığı 1950’lerdeki endüstriyel tasarım dergilerinden bölümler okuyordum. Tasarımcılar, bu konuda öylesine açıklar ki! Çarçabuk bozulsa da tüketicinin sadakat ile yeniden alacağı ürün tasarımlarını nasıl yapabiliriz diye ciddi ciddi tartışıyorlar. Tamamen kasıtlı yapılmış.
Fakat tüketim maddeleri, bu oku canlı tutacak hızda bozulmaz ve bu nedenle devreye algılanan kullanın dışı olma girer. Algılanan kullanım dışı olma, bizi kullanılabilirlik açısından mükemmel durumda olan eşyaları atmaya inandırır. Bunu nasıl yaparlar? Tabi ki eşyaların görünüşünü değiştirirler. Böylece birkaç yıl önce aldığımız şeyleri gören herkes sizin son zamanlarda bu tüketim okuna katkıda bulunmadığınızı söyleyebilir. Tabii, sosyal değerlerimizi bu tüketim okuna yaptığımız katkılarla ölçtüğümüz için, düşeceğimiz durum utanç verici olabilir.
Masamın üzerinde aynı şişman beyaz bilgisayar monitörü 5 yıldır duruyor. İş arkadaşlarım daha yeni bir bilgisayar aldı. İnce parlak düz ekranlı bir monitörü var. Bu ekran, bilgisayarına yakışıyor. Telefonuna yakışıyor. Ve hatta kalem kutusuna yakışıyor. Havalı gözüküyor. Sanki uzay gemisinin merkezinde komuta eder gibi gözüküyor. Ya ben? Sanki masamın üzerinde bir çamaşır makinesi varmış gibi görünüyorum.
Moda, bu konuda diğer bir örnek. Kadın ayakkabılarının her yıl kalın topuklu, diğer iki yıl önce topuklu , sonra yine kalın topuklu olduğunu merak ettiniz mi hiç? Tabii ki bunun nedeni, hangi topuk yapısının kadınların ayakları için daha sağlıklı olduğu konusundaki tartışmalar değil.
Bu daha çok ince topuklu yılında kalın topuklu giymenizin tüketim okuna son zamanlarda hiç katkıda bulunmadığınızı ve yanı başınızdaki ince topuklu kişiye ya da daha çok reklamlardaki kişiye göre daha değersiz olduğunuz herkese göstermek içindir. Bu, yeni ayakkabılar satılsın diye tasarlanmıştır.
Reklamlar ve genel olarak medya, bunda büyük rol oynar. Amerika’da yaşayan her kişi, her gün 3 bin den fazla reklamın hedefi oluyor. Her birimiz, 50 yıl önce yaşayanların hayatları boyunca görebilecekleri reklamlardan fazlasını bir yıl içinde görüyoruz.
Bir düşünün, sahip olduklarımızda mutsuz olmamızı sağlamaktan başka bir reklamın amacı nedir? Böylece, günde 3 bin kez, saçımızın, cildimizin, kıyafetlerimizin, mobilyalarımızın, arabamızın ve hatta kendimizin yanlış olduğu ve hemen alışveriş yapmaya giderek, bütün bu yanlışlıkları düzeltebileceğimiz söyleniz bize. Medya aracı tüm bunları saklayarak duruma yardımcı oluyor.
Böylece materyal ekonomisin bize görünen tek yüzü, alışveriş olur. Topraktan çıkartma, üretim ve atıkların yok edilmesi, tamamen bizim görüş alanımızın dışında gerçekleşir. Böylece şu anda Amerika’da daha önce hiç olmadığı kadar çok şeyimiz olmasına rağmen yapılan anketlerin sonucunda görmekteyiz ki, ulusal mutluluk endeksi aslında düşüyor. Ulusal mutluluk endeksi 1950’lerde zirve yapıp sonrasında düşüşe, geçmiş tam da bu tüketim çılgınlığının patladığı dönemde. Hmmmm, ne ilginç bir tesadüf. Zannedersem bunun nedenini biliyorum.
Daha fazla eşyamız var ama kendimizi gerçekten mutlu edecek şeyler için daha az zamanımız var: ailemiz, arkadaşlarımız, kendimiz için boş zaman, Şimdiye dek olmadığı kadar çok çalışıyoruz. Bazı analistler, feodal topluluklardakinden daha az boş zamanımız olduğunu söylüyor.
Sahip olduğumuz kıt boş zamanda da yaptığımız iki ana aktivite nedir biliyor musunuz? TV seyretmek ve alışveriş yapmak. Amerika’da alışveriş için Avrupalıların 3-4 katı zaman harcıyoruz. Böylesi gülünç bir durumdayız: işe gideriz hatta iki ayrı işe bile gideriz ve eve geliriz. Yorgun halde yeni aldığımız koltuğa çökeriz ve TV seyrederiz. Reklamlar bize “CAN SIKICI” olduğumuzu söyler. Kendimizi iyi hissetmek için hemen dev alışveriş merkezine gitmek ve alışveriş yapmak zorunda kalırız. Tabii, yeni aldığımız eşyaların parsını ödeyebilmek için daha fazla çalışmamız gerekir. Daha da yorgun yine eve geliriz. Koltuğa çökeriz ve daha fazla TV seyrederiz. Reklamlar bize tekrar alışveriş merkezine gitmemizi söyler.
Çılgın bir çalışma – izleme – harcama döngüsünde sıkışmışızdır. Ve bunu sadece biz durdurabiliriz.
Ve sonunda satın aldığımız bu şeylere ne oluyor?
1970’lerden beri ortalama bir Amerikan evinin büyüklüğü iki katına çıkmış olmasına rağmen bu şekilde tüketmeye devam edersek satın aldığımız şeyler evlerimize sığamazlar. Hepsi sonuçta çöpe gidiyor.
Böylece atıkların ortadan kaldırılması aşamasına gelmiş oluyoruz. Bu, materyal ekonomisin en iyi bildiğimiz kısmı çünkü bütün ıvır zıvırı kendi elimizle çöpe atıyoruz. ABD’de her birimiz günde 2 kilo çöp üretiyoruz. Bu 30 önceki rakamın iki katı. Tüm bu çöpler – yani satın aldığımız şeyler – ya yerde kocaman bir delik olan atık gömü’ye yığılıyor ya da gerçekten çok şanssızsanız, önce bir çöp fırınında yakılıyor, sonra atık gömü’ye konuluyor. Her ikisi de havayı, toprağı, suyu kirletiyor ve unutmayın, iklimi değiştiriyor.
Çöpleri yakmak gerçekten kötü. Üretim aşamasındaki zehirli maddeleri hatırlıyor musunuz? Çöpleri yakmak bu toksinleri tekrar havaya salıyor.
Daha da kötüsü dioksin gibi yeni süper zehirli maddelerin ortaya çıkmasına yol açıyor. Dioksin insan tarafından yapılmış ve bilimsel olarak bilinen zehirli maddedir. Ve çöp yakma tesisleri bir numaralı dioksin kaynağıdır.
Bu demek oluyorki insan tarafında yapılmış bilinen en zehirli maddenin bir numaralı kaynağı sadece çöpleri yakmayı durdurarak ortadan kaldırabiliriz. Bunu bugün durdurabiliriz! Birde atık gömü veya çöp yakma tesisleri ile uğraşmak istemeyen şirketler var ki bunlar atıkları bile ihraç ediyorlar.
Ya geri dönüşüm?
Geri dönüşümün faydası var mı? Evet faydası var.
Geri dönüşüm bu uçta çöp azaltırken, diğer uçtada kaynakların tüketilmesi üzerindeki baskıyı azaltıyor. Evet evet evet hepimiz geri dönüşüm yapmalıyız. Ama geri dönüşüm yeterli değil. Geri dönüşüm hiçbir zaman yeterli olmayacak, birkaç sebepten dolayı. Birincisi, evlerimizden çıkan atıklar buzdağının sadece görünen bir parçası. Çöpe gönderdiğimiz her bir ıvır zıvırı üretim için 70 kutu atık meydana geliyor. Yani ev atıklarımızın %100’ünü bile dönüştürebilsek problem çözülmüyor. Ayrıca atıkların bir kısmı dönüştürülemiyor çünkü ya çok miktarda zehirli madde içeriyor ya da en baştan geri dönüştürülemeyecek şekilde tasarlanıyor. Mesala metal, kağıt ve plastiğin karıştırılması ile üretilen meyve suyu kutularında olduğu gibi, o maddeleri gerçek bir geri dönüşüm için ayrıştıramazsınız.
Gördüğünüz gibi bu, kriz içinde bir sistem.
Bütün yol boyunca pek çok sınırı zorluyoruz. İklim değişkenliğinden mutluluğun azalmasına, bu sisteme çalışıyor. Ama bu kadar yaygın bir problemin avantajı pek çok müdahale noktasının bulunması. Burada ormanları kurtarmaya çalışan ve temiz üretim ile ilgili çalışan insanlar var. İşçi hakları, adil ticaret, bilinçli tüketim, atık gömülerin ve çöp yakım tesislerinin bloke edilmesi ve en önemlisi hükümetin tekrar halkın yanında ve halk için olması için çalışan insanlar var. Bütün bu çalışmalar gerçekten çok önemli ama ciddi değişim, bağlantıları büyük resmi gördüğünüzde gerçekleşecek. Bu sistemin her yerindeki insanlar ortak bir amaçla bir araya geldiklerinde şu andaki doğrusal sistemi, insanları ve kaynakları harcamayan yeni bir sisteme dönüştürebileceğiz. Aslında ihtiyacımız olan bu eski kullan-at zihniyetinden kurtulmak.
Eşitlik ve sürdürülebilirlik ilkelerinden yola çıkan yeni bir düşünce sistemi var artık. Yeşil kimya, sıfır atık, kapalı döngü üretim, yenilenebilir enerji, yaşayan yerel ekonomiler. Bütün bunlar şu anda oluyor. Bazı insanlar, bu gerçekçi değil, fazla idealist, olmayacak diyorlar. Ama ben hala o eski yolda devam etmek isteyenlerin gerçekçi olmadığını düşünüyorum. Hayal görüyorlar. Unutmayın ki o eski zihniyet ve sistem de kendiliğinden ortaya çıkmadı. Yer çekimi gibi birlikte yaşamamız gereken bir gerçeklik değil. Eski sistemi insanlar yarattı. Bizde insanız. Haydi o zaman artık yeni bir sistem yaratalım.
Düzenleyen : Deniz KARTAL 20.11.2009
Kapitalistler suratımıza tükürür gibi bağırıyorlar : Satın almaktan asla vazgeçmeyen “çevreci tüketici” olun!
Kapitalistler suratımıza tükürür gibi bağırıyorlar; “şu sekiz kolay önlemi almadığınız için dünyamızın sonu geliyor” Hepimizin suçlu hissetmesini istiyorlar ve çevreye saygılı tüketiciler olmamızı, satın almaktan asla vazgeçmeyen ancak “çevreye saygılı” olarak tüketen alıcılar olmamızı istiyorlar. Hepimiz daha az araba kullanalım, buna bir diyeceğimiz yok ancak İsrail’in son Lübnan saldırısında vurduğu petrol tesislerinin yarattığı kirliliği ne yapacağız?
1970’li yıllardan beri dünyanın gündemine getirilmeye çalışılan iklim değişikliği ve küresel ısınma konuları, tüm dünyada bir anda gündemin en üst sırasına oturuverdi. Bu gelişmede Davos toplantısında küresel ısınmanın gündemin üst sırasında olmasının elbette büyük payı var. Ardı sıra açıklanan BM Raporu ve gösterimdeki “Uygunsuz Gerçek” adlı belgesel küresel ısınmanın yaygın şekilde tartışılmasına neden oldu. Medya kendisinden beklendiği biçimde tavır alarak, çevreyle yıllardır ilgilenenleri ve onların söylediklerini göz ardı ederek, sözü çevre sorunlarının çözümünü herkesin sorumluluğu ilan edenlere bıraktı. İnsanların bireysel olarak önlemler alması ve her ne sebeple olursa olsun tüketim kültüründen uzaklaşmaları elbette karşı çıkmayacağımız bir durum. Ancak çevresel sorunların çözümü için “herkesin” bir şeyler yapmasını istemek, sorunun bu hale gelmesinin sorumlusunun da “herkes” olduğu yanılsamasını yaratıyor. Çevre sorunlarının insanın doğal aktivitelerinden doğan, kaçınılmaz aktiviteler olduğunu ileri sürebilmek mümkün hale geliyor. Örneğin Garanti Bankası’nın internet sitesinde şu ibare dikkat çekiyor; “Garanti’nin kurumsal olarak desteklediği Küresel Isınmaya dikkat çeken Uygunsuz Gerçek filmi vizyona girdi.” (Bu cümleden bankanın küresel ısınmayı kurumsal olarak desteklediği anlamı çıkıyor ama onu görmezden gelelim) Siteden aynen alıyoruz; “Belgeselde, Al Gore, 1,5 saat boyunca, bu “uygunsuz gerçek”in daha şimdiden nelere mal olduğunu belgeliyor. Eğer hızla ve kesin önlem alınmazsa, küresel ısınmanın boyutlarının nerelere varacağını da anlatıyor. Yapımı United International Pictures (UPI) tarafından gerçekleştirilen Uygunsuz Gerçek; eriyen buzullar, son yıllarda sayısı ve şiddeti artan fırtınalar, aşırı kuraklıklar gibi küresel ısınmanın somut örneklerini gözler önüne seriyor. Amerikalı film sanatçısı Robert Redford’un yönetimindeki film, küresel ısınmanın dünyayı nasıl etkilediğini, ancak basit ve kararlı önlemlerle bunun önüne nasıl geçilebileceğini de gösteriyor.” Hemen altına bir link koymuşlar, iklimkrizi.net; tıkladığımızda, dünyayı kurtaracak bu basit ve kararlı önlemlerin ne olduğunu madde madde öğreniyoruz. Zor değil bunları uygulamak zira liste on maddeden ibaret, sayıverelim:
• Ampulünüzü değiştirin
• Daha az araba kullanın
• Geri dönüşüme katkıda bulunun
• Lastiklerinizi kontrol edin
• Daha az sıcak su kullanın
• Ambalajları fazla olan ürünlerden kaçının
• Su ısıtıcınızı ayarlayın
• Bir ağaç dikin
• Çözümün parçası olun
Sıcak su konusunun iki kez tekrar edildiğini ve son maddedeki anlamsız cümlenin bir madde sayılamayacağını göz önüne aldığımızda geriye 8 maddecik kalıyor. Kapitalistler suratımıza tükürür gibi bağırıyorlar; “şu sekiz kolay önlemi almadığınız için dünyamızın sonu geliyor” Hepimizin suçlu hissetmesini istiyorlar ve çevreye saygılı tüketiciler olmamızı, satın almaktan asla vazgeçmeyen ancak “çevreye saygılı” olarak tüketen alıcılar olmamızı istiyorlar. Hepimiz daha az araba kullanalım, buna bir diyeceğimiz yok ancak İsrail’in son Lübnan saldırısında vurduğu petrol tesislerinin yarattığı kirliliği ne yapacağız? Daha az sıcak su kullanalım ve lastiklerimizi kontrol edelim, bunlara da bir şey demiyoruz, yapalım ama Fransa’nın Güney Pasifik’te yaptığı nükleer denemeleri ne yapacağız? Geri dönüşüme katkıda bulunmak başlığı, ambalajlardan kaçınmamız konusu ile çelişiyor, çevreye saygılı (!) Mc Donalds’ta geri dönüşümlü kağıtla yapılmış ambalaj malzemelerini görünce kafamız karışıyor, kullanalım mı, kaçınalım mı? Medya tekelleri utanmamak konusunda o kadar rahatlar ki, yukarıdaki önerileri “uygunsuz” olarak adlandırmaktan hiç çekinmiyorlar. Bu “uygunsuz gerçekleri” dile getiren cesur (!) belgeseli iki Oscar’la ödüllendirdiler, bu ödüller gerçeğin tersyüz edilmesindeki başarıya verilmelidir. Onlara bıraksanız, “iyi yürekli” çevreciler yukarıdaki uygunsuz gerçeklerin gerçekleşmesini önleyen “kötü kalpli” patronlarla savaşmaktalar. Kötüleri yenip bu maddeleri gerçek kıldığımızda hepimizi bir ferahlık kaplayıverecek. Geçen ay yazdığımız gibi, “utanmak gericilerin harcı değil”.
Sorunun kaynağı tespit edilmelidir
İnsanların tıraş olurken daha az su kullanmaları, düdüklü tencere kullanmaları ve bulaşık makinelerini yarı dolu halde çalıştırmamalarının dünyamızın yaşadığı sorunları çözeceğini ileri sürmek, en hafif deyimiyle bizi salak yerine koymaktır. Bir adet civa oksit pilin 800.000 litre, bir litre motor yağının 1.000.000 litre içme suyunu kirlettiği bilinirken, tıraş olurken kapalı tutulan musluklardan yarar ummak hayal görmektir. Bu dezenformasyonu yaratanlar tabi ki bu kadar saf değiller. Yapmak istedikleri kirlenmeyi veya iklim değişikliğini durdurmak değil, mevcut durumun mümkün olduğunca uzun süre devam etmesini sağlamaktır. Bu sürecin tüm insanlığı yok olmanın eşiğine getireceği, üstelik bunun bizim kuşağımızın dahi görebileceği, çok yakın gelecekte olabileceği apaçık ortaya çıktığı halde bu durumu bir kar olanağı olarak görmektedirler. Yaşadığımız sorunların çözülmesi isteniyorsa öncelikle sorunların kaynağının doğru tespit edilmesi gerekiyor. Sorunun esas kaynağı geçtiğimiz iki yüzyıl boyunca dünyamızın tüm kaynaklarını meta kabul ederek, daha fazla tüketim sağlayarak daha fazla kar elde etmeye çalışan kapitalizmdir. Yaşadığımız dünyada her şey alınıp satılır hale getirilmiş ve insanların kendilerini ifade etmeleri için tüketmekten başka yolları olmadığı durmaksızın empoze edilmiştir. Yaşadığımız çevre sorunlarının çözümü için dahi tüketim dayatılmaktadır. İnsanlara, çevreye saygılı ürünler aldıkları takdirde çözümün parçası olacakları yalanı durmaksızın tekrar edilerek söylenmektedir. Evimizdeki makinelerin “çevreye saygılı” olanlarıyla değiştirilmesi istenmektedir. Ortalama zekaya sahip bir çocuk bile kullanılmakta olduğu herhangi bir makinenin yenisinin üretilmesinin çevreye getireceği yükün ve eski makinenin yaratacağı çöpün, satın alacağı yeni makinenin sağlayacağı faydanın kat kat üzerinde olduğunu rahatça kavrayabileceği halde, bu yalan da pervasızca tekrarlanmaktadır. Evimizdeki ampulleri, buzdolabımızı, çamaşır makinemizi ve fırınımızı değiştirmemizi söyleyenler, atıklar için de bir çözüm yoluna sahipler; geri dönüşüm ve atık kontrolü. Pervasızca tüketen insanlar, çöplerini plastik-kağıt ve metal olarak ayırdıklarında “çevreye saygılı insan” mertebesine yükselmektedirler. Garanti Bankası’nın yeni ürünü olan “çevreye duyarlı Bonus card”, gezegenine duyarlı insanların yapması gerekeni gösteriyor, doğaya saygılı plastikten yapılan kart; her ay Doğal Hayatı Koruma Vakfına (WWF-Türkiye) bağışta bulunarak ve ekstrelerini geri dönüşümlü kağıda basarak tüketicilerin iç huzuruyla tüketirken bir yandan bonus toplamasını sağlıyor, diğer yandan çevre sorunlarını çözüveriyor. Plastik kartlar kullanılan polietilenin yapısına göre doğada 450 ila 1500 yılda yok olduğuna göre üzerinde dünya resmi basılı olduğu için çevreye saygılı hale geliveren, doğaya saygılı Bonus kartın kaç senede yok olacağını merak ediyoruz. Zira kullandığımız kartın sözgelimi, “sadece 200 yılda” yok olacağını bildiğimizde, Bonus kullanarak tüketmek, bizi gezegenine duyarlı tüketici haline getirivermektedir.
Teşhir edilmesi gereken iki yalan
Bu nedenle durmaksızın söylenen bu iki yalanın da teşhir edilmesi gerekmektedir. Bir; çevreye saygılı ürün yoktur, çevreyi nispeten daha az kirleten ürün vardır. İki, geri dönüşüm çözüm değildir, ancak destekleyici olabilecek bir yöntemdir. Kapitalistlerin durmadan kullandıkları bu iki “çözüm” insanların tüketim hızlarını azaltmamalarını hedeflemektedir. Çevreye saygılı olduğu iddia edilen her ürün, çevreyi kirletir. Geri dönüşüm kaynak kullanılmaması anlamına gelmez, geri kazanım işleminin kendisi bile kaçınılmaz olarak çevreyi kirletir. Amaçladığımız şey elbette ki, tüm dünyada yeni bir sistem kurulana dek yapılacak hiçbir şeyin olmadığını söylemek değildir. İnsanların bireysel olarak daha dikkatli tüketmeleri, durmaksızın tüketmelerinden elbette daha iyidir. Ancak kilit kavram “tüketim”dir. Günümüzün doğaya tümüyle yabancılaşmış insanı kendisin ifade edebilmek için tüketmekten başka hiçbir yol bulamamaktadır, bu sayede kapitalistler her gün daha çok üretmekte ve dünyamızdaki her şeyi meta kılmayı başarabilmektedirler. Bugün bizden istedikleri farklı bir şey değildir. İddiaları basit, “çevreye saygılı üretim daha pahalı bir süreçtir, bu nedenle çevreye saygılı olan ürün daha pahalıdır. Çevreye saygılı insan; daha pahalı olmasına rağmen, “çevreci” ürünü alarak kendisini gerçekleştirmiş olacaktır.” Oysa biliyoruz ki hepimizin tüm yıl boyunca alacağı önlemlerle sağlanacak fark, petrol yüklü tek bir tankerin batmasıyla heba olacaktır. Kişisel olarak aldığımız önlemlerin bir tek yararı vardır, daha az tükettiğimiz her gün tüketime dayanan kapitalist insandan bir adım daha uzaklaşacak olmamız. Gerçek çözümler ancak dayatılan tüketim kültürünün alt edilmesiyle mümkün olacaktır. Resmin tamamını göremeyenler tüm iyi niyetlerine rağmen, kapitalizmin tüketimi körüklemek için kullandığı bir araç olmaktan kurtulamayacaklardır
“Avrupa Birliği İklim Değişikliği Masası Şefleri”
Bugün bu durumu en iyi gösteren örnek “Türkiye Kyoto’yu İmzala” kampanyasıdır. Her gün başkalarına ilettiği kedi resimlerinin arasında bir de Kyoto mailini ekleyiverenleri göz ardı etsek dahi, binlerce insan kampanyaya destek vermektedir. Fevzi Özlüer’in haklı tespitiyle söylersek, “Avrupa Birliği iklim değişikliği masa şefi” edasıyla konuşan bu insanlara göre Kyoto’yu imzalamak pek çok sorunu çözüverecektir. Kyoto Protokolü günümüzün hakim zihniyetinin dört dörtlük bir yansımasıdır. Suyu ve toprağı mala dönüştüren kapitalizm bir türlü metaya çeviremediği havanın yerine sera gazı salınımını mala dönüştürmüştür. Protokol sera gazlarını CO2 eşdeğerliğine göre sınıflandırmakta ve ülkelerin çevreyi kirletebilecekleri oranları kayıt altına almaktadır. Böylece ülkeler “havayı kirletme haklarını” güvence altına almakta, kendi “haklarının” yetersiz kaldığı durumda fakir olduğu için havayı kirletme “hakkından” istifade edemeyen ülkelerin bu “haklarını” zengin ülkelere satmasını mümkün kılmaktadır. Kyoto Protokolü’nün gelişmiş ülkelerce imzalamasını sağlamak için taviz üzerine taviz verilmiş ve sonuçta gerçekçi bir çözüm içermesi için gereken üretim azaltmasının 16 kat daha azında mutabık kalınmıştır. Bunun açık ifadesi dünyadaki tüm ülkeler Kyoto’yu imzalasa ve uygulasa dahi iklim değişikliğine sebep olacak miktarda sera gazı salınımı devam edecektir. Kaldı ki, bugün yeterli miktarda sera gazı salınımı yapamadığı için (!) bu hakkını gelişmiş ülkelere devreden boyunduruk altındaki ülkeler, bağımlılıklarını bir kat daha arttırmış olacaklardır. Bu ülkelerin “haklarını” ellerinde bulunduran ülkeler üretimlerini -gelişmiş teknolojilerine rağmen- küresel ısınmaya neden olan sera gazlarının salınımı bakımından hiçbir sıkıntı yaşamayacaklar, ancak geri kalmış ülkeler sanayileşirken “hakları” olmadığı halde sera gazı salınımına neden oldukları gerekçesiyle uluslar arası baskıya maruz kalabileceklerdir. Böylece gelişmiş ülkeler bir yandan sanayi üretimlerini havayı kirleterek devam edebilmek konusunda kendilerini güvence altına almakta ve hem de potansiyel rakiplerini havayı kirletme “haklarını” ellerinden alarak, azgelişmişliğe mahkum etmektedirler. Kullanılmaya çoktan başlanmış olan bir diğer yöntem, üretim tesislerinin fakir ülkelere taşınmasıdır. Ülkesinde yeterli sanayi olmadığı için “havayı kirletme hakkını” kullanamayan ülkede kurulacak, -o ülkeye taşınacak- olan bir üretim tesisi kendi ülkesine tanınmış olan kirletme “hakkını” fiilen rahatlıkla arttırabilecektir. Bu durum Kyoto’nun sera gazlarının salınımını artıracağını belirtenlerin haklı olduğunu göstermektedir. Ülkelerin çevreyi kirletebilecekleri oranları garanti altına almak ve bu durumu tıpkı toprak ve su gibi kısıtlı bir metaya çevirmek amacında olan bu sözleşmenin bu denli geniş kapsamlı sahiplenilmesinin altında ancak iki neden yatabilir; cehalet veya ihanet.
Kyoto, sera gazı salınım tekelleri inşa edecektir
Kitle iletişim araçlarının bombardımanı altında kalan kitlelerin iletişim çağında dahi olsak cahil kalabilmelerini, dezenformasyonun boyutlarını düşündüğümüzde, anlamak mümkündür. Ancak kendisini, “çevreci” olarak tanımlayan ve aktif olarak çalışmakta olanların durumunu cehaletle açıklamak mümkün değildir. Gözlerini fon bürümüş bu insanlar, tüm gerçekleri ve tanımları tersyüz etmekte hiçbir sakınca görmemektedirler. Onlara göre gerçek basittir; Kyoto Protokolü bir kurtuluştur ve bu protokolü imzalamayan tüm ülkeler çevre düşmanıdır. Protokolün yaptırım içermemesi nedeniyle, ülkelere gerçek anlamda bir sınır getirmiyor oluşuna bile dikkat çekmemektedirler. Oysa Kyoto, yukarıda saydığımız sakıncalarının yanı sıra protokolü imzaladığı halde sera gazı salınımını aşağı çekmeyen ülkelere herhangi bir yaptırım öngörmemektedir. Dolayısıyla Kyoto, bugünün gelişmiş ülkelerinin sera gazlarının salınım “haklarını” ellerinde toplayarak, dünyamızda mevcut durumun sürmesini garanti altına almak çabasından başka bir şey değildir.
Başta değindiğimiz konuya geri dönüp, çevreyi kirletenin adını açıkça koymak gerekmektedir. Çünkü çevreyi kirletenin kimliğini ve iklim değişikliğine de yol açan bu kirliliğin nedenlerini belirsizleştiren her eylem hatalıdır, durumun aynen muhafaza edilmesini, dolayısıyla sorunların ağırlaşmasını isteyenlere hizmet eder. Çevreyi “insan” kirletmedi. Çevreyi “kapitalist insan” kirletti. Sorunun asıl kaynağı, karını arttırmak için üretimi durmaksızın arttırmak isteyen kapitalisttir. Biz çöplerimizi özenle ayrıştırsak, gereksiz ışıkları söndürsek ve tıraş olurken muslukları kapalı tutsak bile hesapsızca tüketmeye devam ettiğimiz sürece çevre kirlenmeye devam edecektir ancak tüketicilerin bu etkisi ancak bir yan sonuçtur, sorunların asıl kaynağı kapitalist üretim sürecidir. Çözüm için görevin tüm insanlara düştüğü bu yanıyla doğrudur. İnsanlara düşen ödev; insanların tüketmedikleri halde insan muamelesi görecekleri bir düzen oluşturmak için toplumda insanın yerini yeniden tanımlamak ve toplumun yapısını, üretimi ve tüketimi buna göre yeniden düzenlemektir. Bu gerçekleşmeden çevre sorunlarını çözmek mümkün değildir.
E.5 Can ethical consumerism stop the ecological crisis?
No. At best, it can have a limited impact in reducing environmental degradation and so postpone the ecological crisis. At worse, it could accelerate that crisis by creating new markets and thus increasing growth.
Before discussing why and just so there is no misunderstanding, we must stress that anarchists fully recognise that using recycled or renewable raw materials, reducing consumption and buying “ecologically friendly” products and technologies are very important. As such, we would be the last to denounce such a thing. But such measures are of very limited use as solutions to the ecological problems we face. At best they can only delay, not prevent, capitalism’s ultimate destruction of the planet’s ecological base.
Green consumerism is often the only thing capitalism has to offer in the face of mounting ecological destruction. Usually it boils down to nothing more than slick advertising campaigns by big corporate polluters to hype band-aid measures such as using a few recycled materials or contributing money to a wildlife fund, which are showcased as “concern for the environment” while off camera the pollution and devouring of non-renewable resources goes on. They also engage in “greenwashing”, in which companies lavishly fund PR campaigns to paint themselves “green” without altering their current polluting practices!
This means that apparently “green” companies and products actually are not. Many firms hire expensive Public Relations firms and produce advertisements to paint a false image of themselves as being ecologically friendly (i.e. perform “greenwashing”). This indicates a weakness of market economies — they hinder (even distort) the flow of information required for consumers to make informed decisions. The market does not provide enough information for consumers to determine whether a product is actually green or not — it just gives them a price supplemented by (often deliberately misleading) advertising designed to manipulate the consumer and present an appropriate corporate image. Consumers have to rely on other sources, many of which are minority journals and organisations and so difficult to find, to provide them with the accurate information required to countermand the power and persuasion of advertising and the work of PR experts. This helps explain why, for example, “large agribusiness firms are now attempting, like Soviet commissars, to stifle criticism of their policies” by means of “veggie libel laws.” These laws, which in 2001 had been passed in 13 American states (“backed by agribusiness”) “make it illegal to criticise agricultural commodities in a manner inconsistent with ‘reasonable’ scientific evidence. The whole concept of ‘veggie libel’ laws is probably unconstitutional; nevertheless, these laws remain on the books.” [Eric Schlosser, Fast Food Nation, p. 266]
We should not discount the impact of PR experts in shaping the way people see the world or decide to consume. A lot of resources are poured into corporate Public Relations in order to present a green image. “In the perverse world of corporate public relations,” note critics John Stauber and Sheldon Rampton, “propagandising and lobbying against environmental protection is called ‘environmental’ or ‘green’ PR. ‘Greenwashing’ is a more accurate pejorative now commonly used to describe the ways that polluters employ deceptive PR to falsely paint themselves an environmentally responsible public image . . . Today a virulent, pro-industry, anti-environmentalism is on the rise . . . PR experts . . . are waging and winning a war against environmentalists on behalf of corporate clients in the chemical, energy, food, automobile, forestry and mining industries.” A significant amount of cash is spent (an estimated $1 billion a year by the mid-1990s) “on the services of anti-environmental PR professionals and on ‘greenwashing’ their corporate image.” [Toxic Sludge is Good for You!, p. 125] See the chapter called “Silencing Spring” in Stauber’s and Rampton’s book Toxic Sludge is Good for You! for a good summary of this use of PR firms.
Even apparently ecologically friendly firms like “The Body Shop” can present a false image of what they do. For example, journalist Jon Entine investigated that company in 1994 and discovered that only a minuscule fraction of its ingredients came from Trade Not Aid (a program claimed to aid developing countries). Entine also discovered that the company also used many outdated, off-the-shelf product formulas filled with non-renewable petrochemicals as well as animal tested ingredients. When Entine contacted the company he received libel threats and it hired a PR company to combat his story. [Stauber and Rampton, Op. Cit., pp. 74-5] This highlights the dangers of looking to consumerism to solve ecological problems. As Entine argued:
“The Body Shop is a corporation with the privileges and power in society as all others. Like other corporations it makes products that are unsustainable, encourages consumerism, uses non-renewable materials, hires giant PR and law firms, and exaggerates its environment policies. If we are to become a sustainable society, it is crucial that we have institutions . . . that are truly sustainable. The Body Shop has deceived the public by trying to make us think that they are a lot further down the road to sustainability than they really are. We should . . . no longer . . . lionise the Body Shop and others who claim to be something they are not.” [quoted by Stauber and Rampton, Op. Cit., p. 76]
Even ignoring the distorting influence of advertising and corporate-paid PR, the fundamental issue remains of whether consumerism can actually fundamentally influence how business works. One environmental journalist puts the arguments well in his excellent book on “Fast Food” (from the industrialisation of farming, to the monopolisation of food processing, to the standardisation of food consumption it). As he puts corporations will “sell free-range, organic, grass-fed hamburgers if you demand it. They will sell whatever sells at a profit.” [Eric Schlosser, Op. Cit., p. 269] He complements this position by suggesting various regulations and some role for trade unions.
Which, of course, is true. It is equally true that we are not forced to buy any specific product, which is why companies spend so much in convincing us to buy their products. Yet even ignoring the influence of advertising, it is unlikely that using the market will make capitalism nicer. Sadly, the market rewards the anti-social activities that Schlosser and other environmentalists chronicle. As he himself notes, the “low price of a fast food hamburger does not reflect its real cost . . . The profits of the fast food chains have been made possible by the losses imposed on the rest of society.” [Op. Cit., p. 261] This means that the idea that by using the market we can “reform” capitalism is flawed simply because even “good” companies have to make a profit and so will be tempted to cut costs, inflict them on third parties (such as workers, consumers and the planet). The most obvious form of such externalities is pollution. Such anti-social and anti-ecological behaviour makes perfect business sense as prices fall when costs are passed on to others in the form of externalities. Thus firms which employ debt-slaves in sweatshops while polluting the atmosphere in a third-world dictatorship will have lower costs and so prices than those employing unionised workers under eco-friendly regulations.
The amazing thing is that being concerned about such issues is considered as a flaw in economics. In fact, seeking the lowest price and ignoring the social and ecological impact of a product is “considered virtuousness” by the market and by economists for, as green economist E. F. Schumacher, pointed out “[i]f a buyer refused a good bargain because he suspected that the cheapness of the goods in question stemmed from exploitation or other despicable practices (except theft), he would be open to criticism of behaving ‘uneconomically’ which is viewed as nothing less than a fall from grace. Economists and others are wont to treat such eccentric behaviour with derision if not indignation. The religion of economics has its own code of ethics, and the First Commandment is to behave ‘economically.'” [Small is Beautiful, p. 30] And, of course, such a consumer would face numerous competitors who will happily take advantage of such activities.
Then there is the issue of how the market system hides much more information than it gives (a factor we will return to in section I.1.2). Under the price system, customers have no way of knowing the ecological (or social) impact of the products they buy. All they have is a price and that simply does not indicate how the product was produced and what costs were internalised in the final price and which were externalised. Such information, unsurprisingly, is usually supplied outside the market by ecological activists, unions, customer groups and so on. Then there is the misinformation provided by the companies themselves in their adverts and PR campaigns. The skilfully created media images of advertising can easily swamp the efforts of these voluntary groups to inform the public of the facts of the social and environmental costs of certain products. Besides, any company has the threat of court action to silence their critics as the cost in money, resources, energy and time to fight for free speech in court is an effective means to keep the public ignorant about the dark side of capitalism.
This works the other way too. Simply put, a company has no idea whether you not buying a product is based on ethical consumption decisions or whether it is due to simple dislike of the product. Unless there is an organised consumer boycott, i.e. a collective campaign, then the company really has no idea that it is being penalised for its anti-ecological and/or anti-social actions. Equally, corporations are so interlinked that it can make boycotts ineffective. For example, unless you happened to read the business section on the day McDonalds bought a sizeable share in Pret-a-Manger you would have no idea that going there instead of McDonalds would be swelling the formers profits.
Ultimately, the price mechanism does not provide enough information for the customer to make an informed decision about the impact of their purchase and, by reducing prices, actively rewards the behaviour Schlosser condemns. After all, what is now “organic” production was just the normal means of doing it. The pressures of the market, the price mechanism so often suggested as a tool for change, ensured the industrialisation of farming which so many now rightly condemn. By reducing costs, market demand increased for the cheaper products and these drove the other, more ecologically and socially sound, practices out of business.
Which feeds into the issue of effective demand and income limitations. The most obvious problem is that the market is not a consumer democracy as some people have more votes than others (in fact, the world’s richest people have more “votes” than the poorest billions, combined!). Those with the most “votes” (i.e. money) will hardly be interested in changing the economic system which placed them in that position. Similarly, those with the least “votes” will be more willing to buy ecologically destructive products simply to make ends meet rather than any real desire to do so. In addition, one individual’s decision not to buy something will easily be swamped by others seeking the best deal, i.e. the lowest prices, due to economic necessity or ignorance. Money (quantity) counts in the market, not values (quality).
Then there is the matter of sourcing of secondary products. After all, most products we consume are made up of a multitude of other goods and it is difficult, if not impossible, to know where these component parts come from. Thus we have no real way of knowing whether your latest computer has parts produced in sweatshops in third-world countries nor would a decision not to buy it be communicated that far back down the market chain (in fact, the company would not even know that you were even thinking about buying a product unless you used non-market means to inform them and then they may simply dismiss an individual as a crank).
So the notion that consumerism can be turned to pressurising companies is deeply flawed. This is not to suggest that we become unconcerned about how we spend our money. Far from it. Buying greener products rather than the standard one does have an impact. It just means being aware of the limitations of green consumerism, particularly as a means of changing the world. Rather, we must look to changing how goods are produced. This applies, of course, to shareholder democracy as well. Buying shares in a firm rarely results in an majority at the annual meetings nor, even if it did, does it allow an effective say in the day-to-day decisions management makes.
Thus green consumerism is hindered by the nature of the market — how the market reduces everything to price and so hides the information required to make truly informed decisions on what to consume. Moreover, it is capable of being used to further ecological damage by the use of PR to paint a false picture of the companies and their environmental activities. In this way, the general public think things are improving while the underlying problems remain (and, perhaps, get worse). Even assuming companies are honest and do minimise their environmental damage they cannot face the fundamental cause of the ecological crisis in the “grow-or-die” principle of capitalism (“green” firms need to make profits, accumulate capital and grow bigger), nor do they address the pernicious role of advertising or the lack of public control over production and investment under capitalism. Hence it is a totally inadequate solution.
As green Sharon Beder notes, green marketing aims at “increasing consumption, not reducing it. Many firms [seek] to capitalise on new markets created by rising environmental consciousness” with such trends prompting “a surge of advertisements and labels claiming environmental benefits. Green imagery was used to sell products, and caring for the environment became a marketing strategy” and was a “way of redirecting a willingness to spend less into a willingness to buy green products.” This means that firms can “expand their market share to include consumers that want green products. Since manufacturers still make environmentally damaging products and retailers still sell non-green products on shelves next to green ones, it is evident that green marketing is merely a way of expanding sales. If they were genuinely concerned to protect the environment they would replace the unsound products with sound ones, not just augment their existing lines.” Moreover, green marketing “does not necessarily mean green products, but false and misleading claims can be hard for consumers to detect” while the “most cynical marketers simply use environmental imagery to conjure up the impression that a product is good for the environment without making any real claims at all.” Ultimately, green consumerism “reduces people to consumers. Their power to influence society is reduced to their purchasing power.” It “does not deal with issues such as economic growth on a finite planet, the power of transnational corporations, and the way power is structured in our society.” [Global Spin, pp. 176-80]
Andrew Watson sums up green consumerism very eloquently as follows:
“green consumerism, which is largely a cynical attempt to maintain profit margins, does not challenge capital’s eco-cidal accumulation, but actually facilitates it by opening a new market. All products, no matter how ‘green’, cause some pollution, use some resources and energy, and cause some ecological disturbance. This would not matter in a society in which production was rationally planned, but in an exponentially expanding economy, production, however ‘green’, would eventually destroy the Earth’s environment. Ozone-friendly aerosols, for example, still use other harmful chemicals; create pollution in their manufacture, use and disposal; and use large amounts of resources and energy. Of course, up to now, the green pretensions of most companies have been exposed largely as presenting an acceptably green image, with little or no substance. The market is presented as the saviour of the environment. Environmental concern is commodified and transformed into ideological support for capitalism. Instead of raising awareness of the causes of the ecological crisis, green consumerism mystifies them. The solution is presented as an individual act rather than as the collective action of individuals struggling for social change. The corporations laugh all the way to the bank.” [From Green to Red, pp. 9-10]
“Ethical” consumerism, like “ethical” investment, is still based on profit making, the extraction of surplus value from others. This is hardly “ethical,” as it cannot challenge the inequality in exchange and power that lies at the heart of capitalism nor the authoritarian social relationships it creates. Therefore it cannot really undermine the ecologically destructive nature of capitalism.
In addition, since capitalism is a world system, companies can produce and sell their non-green and dangerous goods elsewhere. Many of the products and practices banned or boycotted in developed countries are sold and used in developing ones. For example, Agent Orange (used as to defoliate forests during the Vietnam War by the US) is used as an herbicide in the Third World, as is DDT. Agent Orange contains one of the most toxic compounds known to humanity and was responsible for thousands of deformed children in Vietnam. Ciba-Geigy continued to sell Enterovioform (a drug which caused blindness and paralysis in at least 10,000 Japanese users of it) in those countries that permitted it to do so. Many companies have moved to developing countries to escape the stricter pollution and labour laws in the developed countries.
Neither does green consumerism question why it should be the ruling elites within capitalism that decide what to produce and how to produce it. Since these elites are driven by profit considerations, if it is profitable to pollute, pollution will occur. Moreover, green consumerism does not challenge the (essential) capitalist principle of consumption for the sake of consumption, nor can it come to terms with the fact that “demand” is created, to a large degree, by “suppliers,” specifically by advertising agencies that use a host of techniques to manipulate public tastes, as well as using their financial clout to ensure that “negative” (i.e. truthful) stories about companies’ environmental records do not surface in the mainstream media.
Because ethical consumerism is based wholly on market solutions to the ecological crisis, it is incapable even of recognising a key root cause of that crisis, namely the atomising nature of capitalism and the social relationships it creates. Atomised individuals (“soloists”) cannot change the world, and “voting” on the market hardly reduces their atomisation. As Murray Bookchin argues, “[t]ragically, these millions [of “soloists”] have surrendered their social power, indeed, their very personalities, to politicians and bureaucrats who live in a nexus of obedience and command in which they are normally expected to play subordinate roles. Yet this is precisely the immediate cause of the ecological crisis of our time — a cause that has its historic roots in the market society that engulfs us.” [Toward an Ecological Society, p. 81] This means that fighting ecological destruction today must be a social movement rather than one of individual consumption decisions or personalistic transformation. These can go on without questioning the ecocidal drive of capitalism which “will insidiously simplify the biosphere (making due allowances for ‘wilderness’ reserves and theme parks), steadily reduce the organic to the inorganic and the complex to the simple, and convert soil into sand — all at the expense of the biosphere’s integrity and viability. The state will still be an ever-present means for keeping oppressed people at bay and will ‘manage’ whatever crises emerge as best it can. Ultimately, society will tend to become more and more authoritarian, public life will atrophy.” [Bookchin, “The Future of the Ecology Movement,” pp. 1-20, Which Way for the Ecology Movement?, p. 14]
All this is not to suggest that individual decisions on what to consume are irrelevant, far from it. Nor are consumer boycotts a waste of time. If organised into mass movements and linked to workplace struggle they can be very effective. It is simply to point out that individual actions, important as they are, are no solution to social problems. Thus Bookchin:
“The fact is that we are confronted by a thoroughly irrational social system, not simply by predatory individuals who can be won over to ecological ideas by moral arguments, psychotherapy, or even the challenges of a troubled public to their products and behaviour . . . One can only commend the individuals who by virtue of their consumption habits, recycling activities. and appeals for a new sensibility undertake public activities to stop ecological degradation. Each surely does his or her part. But it will require a much greater effort — and organised, clearly conscious, and forward-looking political movement — to meet the basic challenges posed by our aggressively anti-ecological society.”Yes, we as individuals should change our lifestyles as much as possible, but it is the utmost short-sightedness to believe that that is all or even primarily what we have to do. We need to restructure the entire society, even as we engage in lifestyle changes and single-issue struggles against pollution, nuclear power plants, the excessive use of fossil fuels, the destruction of soil, and so forth. We must have a coherent analysis of the deep-seated hierarchical relationships and systems of domination, as well as class relationships and economic exploitation, that degrade people as well as the environment.” [“The Ecological Crisis, Socialism, and the need to remake society,” pp. 1-10, Society and Nature, vol. 2, no. 3, p. 4]
Using the capitalist market to combat the effects produced by that same market is no alternative. Until capitalism and the state are dismantled, solutions like ethical consumerism will be about as effective as fighting a forest fire with a water pistol. Such solutions are doomed to failure because they promote individual responses to social problems, problems that by their very nature require collective action, and deal only with the symptoms, rather than focusing on the cause of the problem in the first place. Real change comes from collective struggle, not individual decisions within the market place which cannot combat the cancerous growth principle of the capitalist economy. As such, ethical consumerism does not break from the logic of capitalism and so is doomed to failure.
-
Archives
- August 2011 (1)
- June 2011 (9)
- May 2011 (23)
- April 2011 (3)
- March 2011 (27)
- February 2011 (24)
- January 2011 (39)
- December 2010 (12)
- October 2010 (10)
- September 2010 (10)
- August 2010 (21)
- July 2010 (12)
-
Categories
- anti-endustriyalizm
- anti-kapitalizm
- anti-otoriter / anarşizan
- antinükleer
- antropoloji, arkeoloji
- bu topraklar
- e-kitap
- eko-savunma
- ekokoy – permakultur
- ekoloji
- ekolojist akımlar
- ekotopya heterotopya utopyalar
- ezilenler
- gorsel
- iklim
- isyan
- kadın ve doğa / ekofeminizm
- kent yasami
- kir yasami
- komünler, kolektifler
- kooperatifler vb modeller
- ozyonetim
- savaş karşıtlığı
- sistem karsitligi
- somuru / tahakkum
- Su
- sınırlara hayır
- tarim gida GDO
- türcülük, doğa / hayvan özgürlüğü
- totoliterlik / otoriterlik
- tuketim karsitligi
- Uncategorized
- yerel yönetimler
- yerli – yerel halklar
- yeşil kapitalizm
-
RSS
Entries RSS
Comments RSS