ecotopianetwork

EKOTOPYA “Öteki”yle Uzlaşmanın Tek Yolu Aşk Mıdır? İrem Çağıl Tütüncü

 Ütopya kelimesinin kökeninin, Yunanca “yok/olmayan” anlamındaki “ou” ve “yer/toprak”ı karşılayan “topos”dan geldiğini söyler kaynaklar. Buradan hareketle yazınsal olarak bir ütopya yaratabilmenin “olmayan bir yer”e dair yazmak olduğu söylenebilir.

Metnimize konu olan Ekotopya kitabında ise “olmayan” değil tersine yazarın kendi hayatını geçirdiği  “varolan bir yer” konu ediliyor. Kaliforniya eyaleti, kitapta, Amerika’dan ayrılarak bağımsızlığını kazanmış, Ekotopya adını almış ve toplumsal yaşamını ekolojik prensiplere göre düzenlenmiş bir “yer” olarak betimleniyor. Dolayısıyla burada yazarın “olmayan”a dair yaptığı vurgunun “yer”in kendisinde değil, bu yerde varolan “ekolojik toplumsal yaşam biçimi”nde olduğunu söyleyerek giriş yapabiliriz. Hemen ardından gelecek soru ise şu olacaktır: Bu yaşam biçimini kitabın kaleme alındığı 70’li yıllarda va hatta şimdi bile ütopik yapan nedir?

Romanın anlatıcısı William Weston, okuyucuya bu yaşama dair ipuçlarını roman boyunca verir. Ekotopya’da trafik sorununun çözüldüğünü zira araba olmadığını, onun yerine herkesin bisiklete bindiğini; toplu taşıma için elektrikle çalışan ücretsiz otobüsler olduğunu; herkesin kolayca tamir edebileceği mekanik aletleri modern olanlara yeğlediğini; bağımsızlıktan önceki zamanlardan kalan benzin istasyonlarının, süpermarketlerin yok edildiğini; insanların sentetik olmayan, bol, renkli kıyafetler giydiğini; geveze ve duygusal olduklarını; duygularını, özellikle cinsel arzularını ifade etmekten çekinmediklerini, haftada 20 saat çalıştıklarını, komünler halinde yaşadıklarını, doğal yiyeceklerle beslendiklerini; rekabete dayanan futbol, basketbol gibi sporlar yerine kampçılık,dağcılık ya da yürüyüş yaptıklarını okuruz. Romanın baş kişisi Weston, Amerika’nın önemli yayın organlarından birinde gazetecidir. Yaşam biçimleri merak konusu olan Ekotopya’lılarla ilgili bilgiler edinmek ve bunları rapor etmek amacıyla Başkan’ın direktifiyle “oraya” gönderilmiştir. Roman da Weston’ın işte bu yolculuğu sırasında tuttuğu ve “Ekotopya başkentinin caddeleri”, “Yiyecek, kanalizasyon ve kalıcılık”, “Ekotopya’nın sportif olmayan yaşamı” gibi başlıklarla bölümlediği ve orada geçirdiği zamana dair izlenimlerini tarihsel bir sırayla anlattığı seyahat günlüğünden oluşur.

Romanın ortalarına kadar Weston’ın Ekotopya’yı ve burada yaşayanların “farklılıklarını” tasvir etmeye yönelik çabalarını benzer bir tonlamayla okuruz; “Tipik Ekotopya erkeği, kolay tarif edilemeyen pantalonlarının üzerine, sıklıkla çirkin bir gömlek, süveter veya ceket giyiyor” (s.24), “Ekotopya’daki herşey benim odam gibi çelişkilerle dolu […] yatak berbat, yayı yok, tahtanın üzerine öylesine bir sünger atılıvermiş, üstüne de nedense şık bir pike örtülmüş” (s.26), “Erkek olsun kadın olsun Ekotopyalılar kendilerin rahatça hayvan olarak düşünebiliyorlar […] Defalarca yerde sevişen insanların arasından yürüyerek geçtim, bir tanesinde bile ne sıkılganlık, ne kızgınlık belirtisi gördüm; yanlışlıkla banyo yapan birisinin yanına girmekten farksızdı” (s.46).

Bu noktada Ekotopya’nın -her ne kadar bilim-kurgu türünün bir örneği olarak ele alınsa da-, anlatısal özellikleri bakımından Anglo-Amerikan seyahat edebiyatının birçok karakteristik özelliğini içerdiğini söylemek yanlış olmaz. Seyahat edebiyatının kurucu yapısını oluşturan eserlerin çoğunda olduğu gibi, Ekotopya’da da romanın ana kişisi, bir güç odağının sponsorluğu ya da emriyle yola çıkan beyaz, eğitimli, üst-orta sınıftan bir erkektir. Bilmediği yere doğru bir yolculuk yapar, gittiği yeri ve orada yaşayanları “öteki” olarak imler ve edinmesi zaten halihazırda görevi olan, “oranın bilgisi”ni temsillerle, ikili bir karşıtlık sistemi içinde “yeniden” üretir. Gazeteci Weston, yolculuğunun daha en başlarında “Ekotopya’nın meydan okuyuşuna cehalet ve üçüncü elden edinilmiş haberlerle değil, doğruluğundan emin olduğumuz bilgilerle karşı koymalıyız (s.14)” der. Bu açık istek, tam da bize Edward Said’in Foucault’yu izleyerek bir bilgi/iktidar aygıtı olarak ortaya koyduğu Oryantalizm analizinde gösterdiği şeydir; Batılı öznenin “öteki”ni bilme arzusu, iktidar arzusuyla iç içe geçmiş bir yapı oluşturur. Burada konu edilen “yer”in Amerika’nın “doğu”sunda olması anlatıdaki söylemlerin Oryantalizm’i oluşturan dinamiklerden bağımsız olabileceği anlamına gelmez. Zira Mutman’ın altını çizdiği gibi[1] “batı” Oryantalizm’de coğrafi bir yönü değil, bilgi üzerinden “başkalarının” sınırlarını belirleyen, onu bir bilgi ve yönetme nesnesi getiren söylemsel dinamikleri temsil eder.

Romanın ortalarına gelindiğinde ise Weston’ın şüpheci ve çoğunlukla olumsuzlayan tutumu ılımlılaşır zira “cinselliğini özgürce yaşayan, vahşi ve anlaşılmaz bir yaratık” olarak tasvir edilen Marissa’yla karşılaşmış ve aşık olmuştur. Hollywood filmelerinde çokça işlenen “dünyayı aşk kurtaracak” klişesini neredeyse tekrar eden bir biçimde de kitabımız sonlanır, Ekotopyamız olumlanır. Callenbach’ın eserinin, “başka hayatlar da mümkün” ya da “hayalin gerçekleşmesinin hiç de imkansız olmadığı” gibi cümlelerle anılmasını sağlayan şeyin,  anlatıcıdaki bu değişime yüklendiğini söylemek ise sanırım yanlış olmaz.

Her ne kadar yazar kahramanımızı aşık edip işin içinden kolayca sıyrılıyor gibi gözükse de ana sorun aslında baki kalır. Bu noktada sorulabilecek ilk soru şudur: “Öteki”yle uzlaşmanın tek yolu aşk mıdır? Ya da şöyle diyelim: “Fark”ı indirgemeden olumlamak nasıl mümkün olur?

Yazar, Ekotopya’nın Amerika kıtasının içinde ama buna rağmen baskın tüketim-üretim biçimlerinden bağımsız olarak varolabilmesini, -bir noktada inandırıcı olması gerektiğini düşündüğünden olsa gerek- kendine yeten ve dışa kapalı bir ekonomik sisteme ve sınırların korunması için “nükleer santrallerden yürütülen uranyum silahları”na bağlar. Halbuki bu kapalı ve sınır-korumacı yaklaşımın aksine, kitapta anlatılan yaşam biçiminin kendine örnek aldığı ekolojik sistemin gücü, “farklılık” ve “yineleniş”tedir. Ekosistemde her bir canlı birbirinden ayrılmaz bir biçimde birbirine bağlıdır, her birinin varoluşu diğerini etkiler ve her bir canlınıın kendine özgü farklılığı, sistemin kendini her zaman yeniden üretmesini sağlar. Yaşamı sürekli kılan şey işte bu çoğulcu, akışkan oluştur.

Bir solucan, su samuru ya da yarasa gibi sadece bir parçası olmamıza rağmen kendi cinsimizin egemenliğine olan sonsuz hegemonik inancımızla yaşamın sürekliliğini tehdit eder hale geldiğimiz şu günlerde, iyi ve kötü ikiliğinin arasına sıkışıp, neyin daha ekolojik olduğunu sorup durmak yerine neleri kapı dışında bıraktığımızı sorgulamamız gerek belki de.

Son olarak yazar Callenbach’ın ilerici bir görüşle kaleme aldığı ekolojik çözümler ve yaşam biçimlerinin, yayınlanmasından 50 yıl sonra, tam da hikayenin geçtiği San Francisco’da uygulanıyor olmasının bir tesadüf olmadığını ve romanın -onca eleştirilebilecek yönüne rağmen- varolan çözümlere alternatif üretmek için insanları hayal kurmaya teşvik etmiş olabileceğini de söylemeliyiz. Bu mümkün kılma gücünün altını çizerek, edebiyata hakkını vermeyi atlamadan… 

Kitap: EKOTOPYA, Ernest Callenbach, çev.Osman Akınhay, Ayrıntı Yayınları, Ocak 1994, İstanbul, s.215


[1] der. Mutman, M.,Keyman F., Yeğenoğlu M. (1996), Oryantalizm, Hegemonya ve Kültürel Fark, İstanbul: İletişim Yayınları.

September 13, 2010 - Posted by | anti-endustriyalizm, anti-kapitalizm, ekotopya heterotopya utopyalar, sistem karsitligi

No comments yet.

Leave a comment