ecotopianetwork

Yeryüzünün Lanetlileri: Mülteciler

Ahali Gazetesi’nin 8. sayısında Yeryüzünün Lanetlileri: Mülteciler başlıklı bir yazı yayınlanmıştı. Önceki sayılarda da Mülteciler ile ilgili yazılara yer verdik. ilk sayıda, Mültecinin Laneti başlıklı bir yazı vardı. ardından “Lanetlenmi”ş bir mülteci ile Röportaj yaptık. Mülteciler ile alakalı gündem o kadar hızlı değişiyor ki Gazetenin 8. sayısının basılmasından bir gün sonra yazıda da bahsedilen Türkiye ile AB arasında mültecilerin geri kabulüne ilişkin anlaşma imzalanmış ve aradan geçen 2 aylık süre içerisinde özellikle Libya’da ki isyanla birlikte Akdeniz yeni trajedilere sahne olmuştu. Şu anda Avrupa bütün politik ve sosyal kurgusunu bu yeni tehdit ekseninde inşa ediyor. Arap baharı ile yoğunlaşan göçmen akınına karşı italya mültecilere şengen vizesi dağıttı. Vize sahibi mülteciler, avrupanın çeşitli noktalarına bilhassa fransaya akın etti. fransa ise sınırlarını bu mültecilere yasal bir dayanak olmaksızın kapattı. Danimarka bir adım daha ileri atarak, shengen sözleşmesini askıya alacak bir düzenleme peşinde. yani bir yerler tutuşuyor. Yeni barbarlar’ın Avrupa refahını tehdidi gün geçtikçe avrupa’nın demokrasi ve insan hakları argümanlarını zorluyor. Şu anda Avrupa görünürde hala demokrasi borazanı. ama aşağıdaki yazılarda da görüleceği üzere FRONTEX gibi örgütlü militarist kontrol aygıtlarıyla bu tehdidi her bakımdan bertaraf etmeyi amaçlıyor. Demokrasi ve insan hakları hikayelerini bırakacakları bir an mutlaka gelecek.

Yaşanan son gelişmeleri yazının sonuna ekleyip tekrar yayınlama ihtiyacı hissettik.

Kaynak: http://www.ahaligazetesi.org/2011/05/dosya-yeryuzunun-lanetlileri/

Yeryüzünün Lanetlileri: Mülteciler

İlk sayılarımızda dünyada mülteciler ve mülteci politikalarına dair bir değerlendirme yazısı yayınlamıştık. Milyonlarla ifade edilen mültecilerin istatistiklerden ibaret olmadığını göstermek için bir de hayat hikâyesi dinlemiştik. Mültecilerin Avrupa ülkeleri için bir tehdit unsuru oluşturduğunu, sermaye ve beden politikalarını alt üst ettiğini vurgulamıştık. Ve Giorgio Agamben’in ‘…mülteci, devlet/ulus/toprak teslisini menteşelerinden ayırması itibariyle siyasal tarihimizin marjinal değil, temel figürü olarak ele alınmayı hak etmektedir.’ tespitini yinelemiştik.

Şimdi o günden bu güne ne değişti ve neleri es geçtik bir bakalım. Öncelikle ekonomik krizin faturasının büyük bir kısmının mültecilere kesildiğinin altını çizelim. Bu krizle birlikte Avrupa’daki sosyal devlet anlayışının son kırıntıları da ortadan kaldırılmaya başlandı. Değişen koşullar ve standartların düşmesi yasaların daha hızlı çıkmasına neden oldu. Horkheimer’in dediği gibi ‘kapitalizm konusunda konuşmak istemeyen, faşizm konusunda da sessiz kalsın.’ Ekonomik kriz kapitalizmin krizidir. Göçmen yasalarının sertleştirilmesi, yabancı düşmanlığı ve faşizmin yükselmesi Avrupa’nın yeni yüzünü gösterecek işaretler oldu. Yasalar halk nezdinde meşru bir hale getirildi. Geçtiğimiz aylarda İngiltere eski başbakanı Gordon Brown bir ‘yeniden yapılanma’ sürecinden söz etti. İtalya’da Berlusconi neredeyse Mussolini’yle aynı politikaları izliyor. Yeniden yapılanma daha kapalı ve faşizan bir Avrupa’yı öngörüyor. Bu süreçten en çok etkilenen ise göçmenler…

Neredeyse bütün Avrupa ülkelerinde mülteci yasaları sertleştirildi. Yasa dışı yollarla Avrupa topraklarına ayak basmak dahi artık bir suç teşkil ediyor. Mültecilerin kamplarda kalma süreleri uzatıldı. İltica talebinde bulunan birçok mültecinin talebi reddedildi. Mültecilere herhangi bir şekilde yardım etmenin, yetkililere haber vermeden tedavi etmenin, yani en basit şekliyle konuya dair vicdani her edimin bedeli ağırlaştırıldı. Aşağıda yeni yasalarını ayrıntılı inceleyeceğimiz İtalya’da, kaçak bir göçmeni barındıran kişi 3 yıla kadar hapis istemiyle yargılanacak. Sözün özü Avrupa’nın kapalı, sarışın, beyaz ve arî yüzü, daha da görünür hale geldi.

Yeni Barbarlar sonuçta kapitalizmin vaad ettiği refah, huzur ve güvenin peşindeler. Kapitalizmin sunduklarını elinde tutan arî Avrupa ise sarı besili ve tok olmasını bu barbarların açlığına borçlu. Bugünlerde isyan halinde olan 3. Dünya’nın kalkışması ise tam da bu noktada anlamlı. Dikta rejimlerini sonlandıran Tunus ve Mısır halkları Avrupa ya mülteci olarak kaçmaya çalışan halklar istatistiklerinde hep en başlarda. Bu ‘devrimler’ için nesnel bir neden olur mu bilinmez ama Tunus’ta dikta rejiminin yıkılmasından hemen sonra Şubat ayı başında 4 bin kadar Tunuslu İtalya’nın Lampedusa kentinde karaya çıktı. İtalyan hükümeti olağanüstü hal ilan etti ve Avrupa’nın geri kalanının İtalya’yı bu krizde yalnız bıraktığını söyleyerek sızlanmaya başladı. Avrupa’nın korktuğu başına geldi, yüzlerce yıl “refah devleti” ve “demokrasi”  diye diye halkların boğazındaki ekmeği çalan Avrupa şimdi o ekmeği ve huzuru geri isteyen mültecileri ne yapacağını düşünüyor.

Elbette Avrupa Mültecilerin oluşturduğu tehdide epey zamandır hazırlanıyor. Geniş erimde Birlik projesinin bu ve bu gibi tehditleri devre dışı bıraktığını öngörebiliriz. Ancak Hukuki bir birlik olan Avrupa, Esas dayanak noktasını yasalardan alıyor. Gayrı Resmi ve psikolojik unsurları saymazsak Avrupa’nın çıkardığı, göçmenleri dışarıda tutmaya yönelik yasaların en somut sonucu FRONTEX…

Tam burada Frontex’in nasıl bir tehdide karşı örgütlendiğini kavrayabilmek için 2009 istatistiklerini yazalım:

2008 yılı sonunda dünyada 42 milyon insan yer değiştirmek durumunda kaldı. Bunun 15,2 milyonu mülteci, 827 bini sığınmacı ve 26 milyonu savaş ve baskı nedeniyle ülkesi içinde yerinden edilmiş kişi konumunda… 

FRONTEX

Dış Sınırlarda Avrupa İşbirliği Ajansı. 2004 yılında yasa dışı göçle mücadele, Avrupa ülkelerine göçmen akışını durdurmak için bir sınır kontrol birimi olarak kuruldu. 2007 yılından beri aktif olan, bu göçle mücadele aygıtının sermayesi Avrupa birliği ülkelerinden sağlanıyor. 15 milyon Euro bütçeyle kurulan FRONTEX’in şimdiki bütçesi 100 milyon Euro’yu aşmış durumda… Türkiye-Yunanistan sınırına gerilen tel örgülerin onaylanmasından sonra, bu güne değin denizlerde Göçmen avlayan Frontex, artık karada da faaliyette. Dolayısıyla Avrupa’ya göç eden mültecilerin ilk karşılaştıkları birim oluyor. Yunan karasularından geri gönderilen ve batırılan gemilerin baş sorumlusu yine frontextir.

Birim göçmenler üzerinde bir nevi NATO görevi yapıyor. Nato gibi çok uluslu bütçesiyle, konusunda uzman özel güvenlik görevlileri barındırıyor. Irak’ı kan gölü haline getiren Blackwater adlı özel ordunun sınır versiyonu gibi. Blackwater nasıl Irak’ta tüm kara para, uyuşturucu ve insan ticareti alanlarını ele geçirdiyse bu örgütte sınırlarda aynını yapıp uzamanı olduğu alanın ticaretini yapıyor. Kaçak insan avrupanın refah sistemi için kritik bir düzeyde. Bir miktar (ama o miktarı belirleyen Frontex değil onların efendileri) işçi, avrupa için çalışmak zorunda. Bu işi de güvenilmez insan tüccarları değil Frontex yapıyor. Yani, Göçmenlik ve kaçak iş gücü ticaretinin hepsini elinde tutmayı hedefliyor. Görevi net: Avrupa’ya mülteci girmeyecek. Bu görevi yerine getirmek için araçları da elbette gelen 3. Dünyalıların yabancısı olmadığı silah ölüm ve acı. Yasalar ya da mülteci kampları değil. Bu bakımdan Frontex’in üzerine kurulduğu sistem Avrupa birliğinin göçmen yasalarından bağımsız işliyor… Hanau İnsiyatifi temsilcisi Hagen Kopp’a göre FRONTEX’le amaçlanan kaçak ve göçmenleri kontrol altında tutarak, büyük firmaların talebi doğrultusunda kaçak işçi geçişini sağlamaktır. 

FRONTEX’e üye ülkeler: Avusturya, Belçika, Kıbrıs, Çek Cumhuriyeti, Danimarka, Estonya, Finlandiya, Fransa, Almanya, Yunanistan, Macaristan, İzlanda, İrlanda, İtalya, Litvanya, Letonya, Luksemburg, Malta, Hollanda, Norveç, Polonya, Portekiz, Slovakya

(Türkiye ile üzerinde teknik olarak mutabakata varılan Ortak Çalışma Anlaşması resmen onaylanmayı bekliyor.)

TÜRKİYE’DE DURUM

Resmi verilere göre 50 ülkeden 143 farklı etnik gruba mensup 18 bin kayıtlı mülteci bulunuyor. Türkiye mülteciler için geçiş ve köprü konumunda. Fakat Türkiye`de mülteciler başta hukuki olmak üzere, barınma, sağlık, eğitim, polis şiddeti gibi birçok sorunla karşı karşıya.

Türkiye`de mültecilerin en büyük sorunu kanunların yetersizliği. Türkiye mülteci haklarıyla ilgili 1951 Cenevre Sözleşmesi`ni imzalayan ülkeler arasında yer alıyor, fakat diğer ülkelerden farklı olarak coğrafi sınır kısıtlaması uyguluyor. Bu kısıtlamaya göre Türkiye, sığınan kişileri mülteci olarak kabul etmiyor ve gereken haklardan yararlandırmıyor. Türkiye bu kişilerin sadece geçici olarak ülkede ikametine izin veriyor. Fakat ironik bir şekilde Avrupa’dan gelenlere mülteci statüsü verebiliyor.

Geçen yıldan beri, Türkiye Avrupa Birliğine geçiş kriterleri uyarınca, Avrupa Birliğiyle bir Geri kabul Anlaşması imzalamayı planlıyor. Bu anlaşmayla Ortadoğu, Asya ve Afrika’dan Türkiye’ye gelip Avrupa’ya geçmeyi başaran mültecileri, sınır dışı edilmeleri durumunda, kabul edecek. Bunun karşılığında Avrupa’dan istediği, Türk Vatandaşlarının Avrupa birliğine vizesiz geçişi ve kabul ettiği mülteci başına ödenek…

Son günlerde ardı ardına gelen Türk vatandaşlarına vizesiz Avrupa müjdesinin arkasındaki mesele de yine mülteciler. Şayet Türkiye “Vizesiz Avrupa” hakkını alırsa haliyle bir göçmen sorunu olacak. Dolayısıyla bir de göçmen yasası. Sınırlarını Ortadoğu’ya genişletme konusunda ayak direyen Avrupa’nın en büyük çekincesini de Türkiye devralmış oluyor. Tabi parasıyla. Kaz gelen yerden tavuk esirgenmez.

Meriç Nehri, bir nehir olarak değil Türkiye Yunanistan sınırını belirleyen bir çizgi olarak bilinir. Bu nehir bir kan nehridir aslında. Mültecilerin daha iyi bir yaşan hayallerini boğdukları yerdir. Yakın zamanda kendisi de İranlı olan bir insan tüccarının 16 mülteciyi, kendisi sınırı geçip Yunanistan’a ayak bastıktan sonra döve döve nehre attığı haberini okuduk. Türkiye sınırları ve konjonktürel durumuna ilişkin, insan ticaretinin en vahşi duraklarından biridir.

Genellikle Afganistan, Somali, İran ve Irak gibi ülkelerden gelen mülteciler, yasaların yetersizliğinden uzun yıllar sağlıksız koşullarda Türkiye`de kalmak zorunda kalıyor. Şimdiki yasal düzenlemeye göre bir kişinin Türkiye’de kalabilmesi için Birleşmiş Milletler Mülteci Yüksek Komiserliğine kayıt yaptırması gerekiyor. Ancak Türkiye’ye Asya ve Afrika’dan gelen çoğu mültecinin böyle bir uygulamadan haberi bile yok. Daha kayıt yaptıramadan sınır dışı ediliyorlar. Kayıt yaptırabilenler ise yıllarca BMMYK’den randevu almayı bekliyor. Başka bir ülkeden kabul görenlerse, Türkiye’nin Harçlar Kanunu’na göre belirlediği geçici ikamet bedelini ödemeden Türkiye’den çıkamıyor. Bu bedel kalınan her altı ay için 306.30 TL. Yani Türkiye’de bir yıl kalmak zorunda kalmış 4 kişilik bir ailenin ödemesi gereken bedel, çıkış defteri parası da eklenirse, 3000 TL’ye denk geliyor.

Bir örnek: İtalya

Öncelikle şunu belirtelim; Berlusconi partisini Mussolini’nin devamı niteliğindeki Forza İtalya Partisiyle birleştirdi. Ulusal ittifak partisi ve sağcı çoğu neofaşist 8 parti daha birleşip adını Özgürlükçü Halk Partisi koydu. İlk kurultayda Berlusconi başkan oldu. Güvenlik yasası paketi 124 redde karşılık 157 evet oyuyla kabul edildi.

2 Temmuz 2009’da İtalya’da kabul edilen güvenlik yasası paketi:

Çok yoruma gerek yok, yasanın kendisi faşist doğasını deşifre eder nitelikte.

1-    İtalya sınırları içine kaçak olarak giren ve yakalanan her kişi 5 ile 10 bin Euro para cezasına çarptırılacak.

2-    Kaçak olduğu bilinen bir göçmeni evinde barındırmak veya evini kiraya vermek 3 yıla kadar hapis istemiyle yargılanacak.

3-    Evsizler kayıt altına alınacak.

4-    Sivil vatandaş birlikleri(mavi bereliler) olarak adlandırılan ekiplere kimlik sorma hakki verildi. Bu Mussolini’nin faşistler ekibine benziyor. Ekiplerin çoğu Casa Pound (Mussolini’nin devamı niteliğindeki sivil ekiplerden oluşan parti birliği) ve faşist Leganord partisinin gençliğinden oluşmakta. Armaları faşist Mussolini’nin armasıyla aynı, yani siyah güneş, kartal, Nazi arması… Bu ekipler genellikle kuzeyde güçlenerek büyüyüp, alanları genişliyor. Bu yasayla hükümet göçmen sorununu sivil faşistlere devretmiş oldu. Yasadan hemen sonra bu birlikler faaliyete geçti: Roma’da 5 İtalyan genç Kongolu bir göçmeni döverek hastanelik etti. Olaydan sonra yakalanan faşistlerin yaptığı açıklama “biz devletin çıkardığı yasayı kullanıp, devletin istediği şeyi yaptık” oldu. Milano’da yaşlı bir Mısırlı sopalarla dövüldü. Parma’da sivil faşist bir ekip Afrikalı siyahi birine kimlik sordu, siyahinin buna uymaması sonucu dövüldü. Bunlar gibi onlarca olay cereyan etti etmeye devam ediyor…

5-    Kaçak bir kadın, İtalya sınırları içinde doğum yaparsa, çocuğu emzirme suresince (yaklaşık 6 ay) İtalya’da çocukla beraber kalabiliyor. Ancak daha sonra anne sınır dışı edilirken, çocuk bir daha geri verilmemek üzere devlette kalıyor. Sonrada büyük ihtimalle İtalyan bir aileye verilip, bir İtalyan olarak büyüyor.

6-    Kaçak göçmenlerin kamplardaki gözaltı suresi 2 aydan 6 ay’a uzatıldı. Kamplardaki yaşam koşulları Türkiye’dekinden farksız. İtalya’nın Guantanamo’su olarak bilinen ve bugünlerde 4 bin Tunusluyu “ağırlayan” Lampedusa’daki isyanı hatırlarsınız. 700 kişilik bir kampa çoğunluğu Kuzey Afrikalı 1500 göçmen yerleştirilince, göçmenler kampın kapılarını kırıp halkla beraber isyan etmişti.

Bu yasaların en faşizanı ise ispiyonculuk yasası. Bu yasa, hastaneye başvuran hastaların doktor ve hemşireler tarafından ihbar edilmesini gerektiriyor. Yasa hâlihazırda var olan; hastaneye başvuran kaçak bir göçmenin ihbar edilmeksizin tedavi edilebileceğini öngören yasayı işlevsiz kılıyor. Bu yasayla göçmenler ölüme mahkûm ediliyor. Yasaya Berlusconi’nin rakibi sol cephedeki Demokrat Parti’den meclis grup başkan vekili Livia Turco’nun tepkisi ise şöyle: Bu yasa tedavi imkânı bulamayan pek çok kişinin, hastalık halinde hastaneye başvurmasını ve tedavi olmasını engelleyerek, yoksulluktan kaynaklanan bulaşıcı hastalıklara bizi de açık hale getiriyor.

Sol cephenin tepkisi adeta burjuva vicdanının bir suretidir. Sorun göçmenin hastalanması ya da ölmesi değil, sorun bunun İtalyanları etkileyip etkilemeyeceğidir.

İtalyadaki bu durum daha önce de tekrarlandı. Her kriz döneminde faşizm yükselip alçalıyor. Neofaşist ve neoNazilerin bütün derdi göçmenlerleydi. Genellikle yoksul kenar mahallelerde yükseliyordu bu hareket. İşsizliğin ve yoksulluğun nedeni ülkelerini istila eden yabancılardı. Bu süreç kapitalizmin doğal bir süreci ve sonucudur. Çağla beraber şekil ve boyut değiştiriyor sadece. Şimdiki faşizan yükseliş ırk temelli değil Avrupalı ve Avrupalı olmayan ayırımının bir sonucudur. Batı medeniyetinin ve ekonomisinin korunması buna bağlıdır. Günah keçisi ve tehdidin kaynağı belirlendi, göçmenler.

Oysa esas tehdit, yani, bir yerden kalkıp bir diğer yere gitmek kadar basit bir şeyi bile, suç haline getiren, kurumsal şiddet aygıtı olan devletlerdir.

Yeryüzü bir bütündür bölünemez! 

Mottomuzda ısrarla vurguladık. Sınırlar, sınıflar, yoksulluk ve yoksunluk devletlerin ve kapitalizmin ürünüdür. Yeryüzü bir bütündür bölünemez dedik; sınırı, vatanı, dini, bayrağı yüceltenlere inat ve hayalimizi bir kez daha eyleme dönüştürmek için. Kan dökerek sınırlar çizip, o sınırlar içinde doğanlara kurallar, yasalar dayatmak katil devletlerin işidir, bizim değil. Biz içine doğduğumuzun bütün bir dünya olduğunu biliyoruz. Bir devlet varsa bir sınır olduğunu, sınırın sadece toprak parçasına değil, özgürlüğümüze, düşlerimize, irademize ve davranışlarımıza çizildiğini biliyoruz. Doğayı bir bütün olarak algılayıp, yeryüzündeki bütün sınırları yıkmadan özgür olamayacağımızın farkındayız.

Bu farkındalık, bizim belirli bir ironiye gönderme yapan ifademizle barbarların akın ettiği her sınırda farklı ifade ediyor kendini. Yakın zamanda Yunanistan’da açlık grevi yapan 300 mülteci anarşistlerin gösterdiği dayanışmayla grevlerine polisin giremediği üniversitelerde devam ettiler. Yunan hükümeti, demokrasi için girilmez kıldığı üniversitelerin özerkliğini bile kaldırmayı düşündü. Yunanistan’dan başlayarak tüm Avrupa yeni koşullarını terazinin bir kefesine bu barbarları diğerine demokrasiyi koyarak örgütlüyor. Ve Avrupa’nın yeni koşulları söyledikleri demokrasi ve huzur yalanından çok ama çok farklı. Çünkü Avrupa’nın da kapitalizminde bir sınırı var.

Ve sınır varsa mülteci vardır. Sınır varsa savaş, ölüm, ırkçılık, gasp ve şiddet vardır. Mülteci bunların sonucunda hayatı elinden alınan, mağdur olandır. Aynı zamanda sınırları ihlal ederek devletlerin o en çok korktuğu şeyi yapandır. Kültürünü, dilini ve dinini yanında taşıyarak, devletin “kendi vatandaşları” için yarattığı ekonomik sistemin yanı sıra; tek bayrak, tek dil ya da tek kültürle sterilize edilerek yaratılan kontrol mekanizmasını tehdit edendir. Çünkü mülteci, varoluşu itibariyle, kontrol dışında, başka bir sınırdan aşıp gelmiş olandır ve “oraya ait olan” müreffeh vatandaş için, kötü görüntüdür.

Mülteci, aynı zamanda, burjuva kapitalist dünyasının tarihinin bir parçasıdır. Kapitalizmin bekası ve Avrupa refah devlet anlayışının sürmesi, mülteci yaratan, Ortadoğu, Asya ve Afrika’daki savaşların sürmesine bağlıdır. Sınırlar bu durumun ve bir bakıma kapitalizmin sürdürülebilir kılınmasına hizmet eder. İşte tam da bu yüzden mültecinin orada kalıp savaşması, silah satın alıp ölmesi, Avrupalının da Avrupa’da kalıp tüketmesi gerekir.

No Border! Sınırlara hayır!

No Border kampı ilk defa 1998 yılında Almanya-Polonya sınırında anarşistler ve anti otoriterler tarafından düzenlendi. O zamandan beri eylemliliklerine devam ediyor. Genellikle göçmen ve sığınmacıların sorunlarına yönelik eylemler yapıyorlar. Ancak sınırsız bir dünya gibi hedeflerinden dolayı bütün devletleri ve yasaları karşılarına almış durumdalar. Kamplarda göçmen sorunlarını gündemde tutup, yaşam alanlarını iyileştirmenin yanı sıra zaman zaman kitlesel sınır ihlalleri gibi eylemler de yapıyorlar. Kaçak göçmenleri işgal evlerinde tutmak, alternatif yaşam alanları kurmak faaliyetleri arasında yer alıyor.

Geçen yıl No Border kampı 25-31 Ağustos tarihleri arasında,  Yunanistan’ın Lesvos (Midilli) adasında yapıldı. Kampın Lesvos’ta yapılmasının nedeni, Avrupa ülkelerine ulaşmaya çalışan göçmenler için adanın ilk durak olması. Lesvos’ta iki kamp var: 18 yaş altı gençlerin kaldığı Agiasos ve Pagani.  Pagani mültecilerin ilk kapatıldıkları yer. Burada genelde Afganistan, Filistin ve Afrika ülkelerinden gelen mülteciler, aylarca insanlık dışı koşullarda, gelecekleri belirsiz bir şekilde tutuluyorlar.

Pagani’de kamp boyunca aktivistlerle, mülteciler birçok eylem yaptı. Mülteci sorunlarıyla ilgili söyleşiler, fikir alış verişleri ve toplantılar düzenlendi, yeni eylem programları hazırlandı. Eylemler sırasından zaman zaman polis sert müdahalelerde bulundu. Bir ara kamp işgal edildi ve bazı göçmenlerin kaçmasına yardım edildi. Yapılan kampın ve eylemlerin en somut sonucu, bir sonraki duraklarına gitmek için, yaklaşık 300 kişinin bir aylık izin kâğıdı almasıydı. Son No Border kampı 27 Eylül 2010 tarihinde Brüksel’de yapıldı.

BİR MÜLTECİNİNLANETİ

O Kerkük’ten kaçıp Türkiye’ye sığınmış ve üçüncü bir ülkeye gönderilmek için BM’ye başvurmuş, yıllardır da başvurusunun sonuçlanmasını bekleyen bir mülteci. Bizi karşılaştıran onun mülteci oluşu olsa da konuştukça fark ettik ki o hem bir Iraklı Türkmen, hem bir mülteci, müzisyen ve inatla kendisini arzuladığı gibi var etmeye çalışan, çabalayan biri.

lamHikayeni kısaca da olsa anlatabilir misin?

Ben gözümü açtım savaşla, savaşta doğmuşum zaten. İlkokula gittiğimde savaş başladı. 91 körfez savaşı. Sokakta ölü insanları gördüm. Vurulmuş ölmüş. Dağa kaçtık. Saddam’ın zulmünden. Süleymaniye’ye geldik. Süleymaniye’de bir ilkokulda kalmıştık. Binlerce insan. Sonra kimyasal tehlikesi. Saddam oraya kimyasal atacak diye dağlara çıktık. İran’da bir kampta kaldık. Sene 91, 92. Sonra tekrar Kerkük’e döndük. Orda okuluma devam ettim. Okulda öğretmenler dövüyorlardı öğrencileri. Bende onlardan biriyim. Sinirli adam. Mesela dersimi çalışmıyorum. Kafam almıyordu artık. Baas Partili idi müdür. Küçüktüm. Küçük yaşta bir insandan ne beklersin savaşa karşı. Korku içindeydim. Annemi kaybedeceğim, babamı kaybedeceğim, akrabalarımdan birisi ölecek, ailemden birisi ölecek korkusundaydım. O yaştaki psikoloji yani. Sonra dağlara, hep böyle kaçak, nasıl söyleyeyim; Irak’tan İran’a geldik dağlardan. Kaçakçılara para verdik zamanında. İran’da yakalandık, tekrar Irak’a sınır dışı edildik. Sonra tekrar İran’a gittik.  İran’dan bu sefer Van’a geldik. Bir keresinde Van’dan da sınır dışı olmuştuk.  Bu 96 senesinde idi. Bak onu hatırlamamıştım. Şimdi hatırladım. Sıraya dizilince düşünceler insanın aklına geliyor. Van’dan sınır dışı edilmiştik o senelerde. Sonra tekrar İran’a geldik. İran’dan dayımın oğlu ile Van’a geldik 98 senesinde annemler İran’da kaldılar. O zamandan beri hep böyle, doğduğum günden beri kaçak. Daha doğru dürüst bir sigortam yok, kimliğim yok, bir güvencem yok.

Van’da nasıl bir hayatını oldu?

Van’da ağabeylerim vardı. Onlar da BM’ye başvurmuştu, mültecilerdi. Dayımın oğlu vardı. Orada Van’da ağabeyim çalışıyordu. Ben de bir mağazaya girdim.  Mağazada çalışmıştım.

Kaçak mı çalışıyordun yoksa yasal olarak çalışma izniniz var mıydı?

Hayır, o zaman Van Emniyet Müdürlüğü’ne gidip imza atıyorduk. Kaçak değildi o zamanlar. Bu anlattığım olay 98 de oluyor. Orada bir mağazada çalışmıştım. Ondan sonra otelde kalıyorduk. Kendi paramızı kendimiz veriyorduk. Sonra kabul gelmeyince İstanbul’a geldik. İstanbul’da çalışmaya başladım. Sonra da annemler geldi. Annemle babam iki seneye yakın Van’da kaldılar. BM’ye başvurdular. Bir sene bir buçuk sene. Annem hasta idi; yani acil gitmesi gerekirken, beklettiler. Orada vefat etti annem. Şu anda mezarı da kayboldu çünkü yapmadılar, yapılamadı işte toprak olarak kaldı sadece.  Yani bunların kim verecek hesabını. BM mi, Türkiye Devleti mi?

Ailen şu anda nerede yaşıyor, neler yapıyorlar?

Babam şu anda Irak’ta, geri döndü ikinci evliliğini yaptı o. Yaşıyor şu anda orada. O da hasta. Hastalandı, şeker hastalığı. Felç oldu. Altı kardeşiz. Bir tane ağabeyim Almanya’da. Bir tane ağabeyim İsveç’te. Bir tane ablam İstanbul’da. Onların kabulü geldi. Amerika’ya gidecekler. O da çocukları sayesinde. Ablam ikiz doğurdu. Bir tanesi spastik; o çocuk hasta olduğu için kabulleri geldi. Bir tane ablam da Irak’ta şu anda. Ağabeylerim kendi istekleri ile gitmişlerdi yurtdışına ablam gidemedi.  İki tane ağabeyim kaçak yollardan gitmişlerdi. Yunanistan üzerinden. BM falan göndermemişti onları.

Onların yanına gitme gibi bir şansın var mı?

Ya işte onu söyledim ben. Benim bu Türkiye’de yapabileceğim hiçbir şey yok yani kalmadı. Gitmek istiyorum yurtdışına zaten. Gidip orada müziğimi yapmak istiyorum. Müzikle uğraşıyorum. Türkiye’de yapamıyorum. Yapsan da ne kadar yapabilirsin, imkân yok.

Daha sonra İstanbul’a geldin galiba. İstanbul’da neler yaptın, nasıl yaşıyorsun? Bir de BM’e yaptığın başvuru var sanırım.

Mağaza da çalıştım. Arapça tercümanlık yaptım. Sonra işten ayrıldım. Sokak müzisyenliği yapıyordum, Beyoğlu’nda. Polislerden baya bir şiddet gördüm; kaldır diyorlar, kılıfıma tekme attılar. Araba ile kılıfımın üstünden geçiyorlar. Dönüşte tekrar ‘ben demin buradan araba ile geçerken, kılıfına bastım şimdi niye kaldırmıyorsun?’ diyor. Coplarla saldırdılar bana, dövdüler. Ayrıca duruyorum böyle, aldılar beni karakola götürdüler, karakolda beklettiler. ‘Senin niye kimliğin yok, niye böyledir…’ bir sürü böyle olaylar oluyor polislerle. Önceden oturma iznim vardı.

Van’dan giriş yaptığında mı aldın oturma iznini?

Hayır İstanbul’da. 3 aylık aldım ilk önce. 2004’te vermişler, 12. ayda. Ondan sonra 6 aylık verdiler. 2005’in 12. ayından 2006’nın 5. Ayına kadar.

Irak Türkmen Derneği’nden 100 milyon para istiyorlardı oturma izni için. Irak Türkmen Derneği bizi emniyete gönderiyordu. Oradan da ayrı bir para alıyorlar, 70 milyon kusur. Param olmadığı için gitmedim ben derneğe, almadım da oturma iznini. Zaten pasaportum da yoktu. Pasaport istiyorlardı ilk başta; oturma iznini pasaportsuz vermiyorlar. Ben orda anlatıyorum ki, diyorum ki; ‘kaçak gelmişim Irak’tan bu senede.’ Adamlar yok illa pasaport olacak diyorlar. Her neyse gittim pasaport çıkarttım. İkametimden baya bir süre geçmişti. 2006’nın 9. ayında çıkarttım pasaportu. ‘Ben pasaportumu da çıkardım,  geldim işte’ dedim. Bir de ismi değiştirmem gerekiyor. Pasaportu Irak kimliğine göre yaptım. Önceden ismimi … [ailesinin verdiği ad, E.N] olarak kullanıyordum çünkü ismin uzun diye değiştirebilirsin, zorlanmazsın demişlerde Irak Türkmen Derneğinden. Her neyse. Uzun diye ben değiştirip M.K [ Kendi seçtiği ad, E.N] yapmıştım. Emniyete gittiğimde bana ‘Ankara’ya gideceksin’ dediler üstünden baya bir zaman geçmiş çünkü; ‘Ankara’ya gidip Dikmen’de Emniyet Müdürlüğünün Yabancılar Şube Daire Başkanlığı’na dilekçe yazacaksın, oradan emniyete mektup gelecek, emniyetten işini halledeceğiz biz’. Tabi ben Ankara’ya geldim. İlk önce Birleşmiş Milletlere başvurdum, Dikmen’e gitmedim. Aklıma öyle bir şey geldi. Herkes mesela Iraklılar o sıralar BM’ye gidiyordu. Türkmen arkadaşlar bana gidebilirsin, başvurabilirsin demişlerdi.  Ben buraya geldim Birleşmiş Milletlere başvurdum. İçeri girdim bana bakıyorlar, bakıyorlar kimlikte isim farklı, pasaportta farklı. ‘Niye’ diyorlar ‘böyle farklı. Sen kimsin? Irak’lı değil misin yoksa?’. Sorguya aldılar beni, Birleşmiş Milletlerden iki kişi. Her neyse ben anlattım olayı. Dosya açtılar bana. Bir kâğıt yazdılar, Van’a göndereceklerdi. ‘Zamanında kaçak gelmişsin Türkiye’ye, geldiğin şehir hangisi ise oraya gitmen gerekiyor, orada kampta kalacaksın’ dediler ama ben  ‘zamanında geldim ben Birleşmiş Milletlere başvurdum. Kabulüm gelmedi. İstanbul’a geldim. İstanbul’da oturma izni aldım. Şimdi de süresi geçmiş, süre almam lazım’ dedim, o zaman avukat bana ‘alabiliyorsan süreyi İstanbul’da kalabilirsin’ dedi. Hem benim ablamlar da İstanbul’da. Kanunda, birinci dereceden yakın akraban, mesela ablan ağabeyin olabilir, birileri varsa kaldığın şehirde onlarla beraber kalabilirsin yazıyor. Sonuçta Ankara’dan bana bir kâğıt verdiler. Dikmen’e gittim, emniyete, dilekçemi yazdım. Durumu anlattım, isim soyadı değişecek, doğum tarihi değişecek, oturma izni almam gerekiyor dedim. ‘Bekle’ dediler. ‘İstanbul’a mektup göndereceğiz. Bekliyorum. Üç ay dediler. İşte bak şu kâğıt. 5 Haziranda Ankara’da Birleşmiş Milletlere başvurmuşum. 5 Hazirandan itibaren hala bekliyorum. Aradım birkaç kere, bu numarayı ara dediler. Yok, 3 ay dediler, üç ayı bekledim. 3 aydan sonra yılbaşına kadar dediler, hala bekliyorum. Şu anda ne oturma iznim var, ne Birleşmiş Milletlerden bir cevap geliyor. BM çalış diyor. Çalışma iznim yok, oturma iznim yok. Barakada kalıyorum. Vakfa ait bir yerde kalıyorum. Harabe idi ben kendim yaptım, düzelttim falan. Su yok, elektrik yok içinde.

Bu senin ilk başvurun mu BM’ye?

Bu benim ikinci başvurum BM’ye.

Peki bu başvuru süreci nasıl işliyor?

Şimdi BM dilekçede her şeyi doğru söyleyeceksin, yani tarihleri falan yanlış söylemeyeceksin diyor. Ben ilk geldiğimizde, Van’da BM’ye her şeyi doğru söylemiştim. O dilekçem neden kabul olmadı? Ben her şeyi doğru söylerken, savaştan kaçtığımı söylerken niye kabul olmadı! Yalan söyleyenleri gönderiyorlar, mesela hiçbir siyasetle ilgisi yok, maddi sıkıntıdan Irak’tan kaçmış, gelip burada ben savaştan kaçtım diyor, onları gönderiyorlar. Ben kaldım. Şimdi bir de şu var, aradan bayağı bir zaman geçmiş, ben de küçüktüm hatırlamıyorum tam seneleri. Dilekçeme yazdım ama hep eksik yazdım tarihleri. İkinci dilekçede tarihleri eksik söyledim hatırlamadığım için. Şimdi mülakata çağırsalar belki hatırlamayacağım. Tamam, 98’de giriş yapığımı hatırlıyorum. Mesela okulu hangi tarihte, hangi sebeple bıraktın diye sormuşlar. Yazdım ben de onları. Mesela okul hangi ayda açılıyor, altıncı ayda. 12. ayda mı bitiyordu. Öyle bir şeydi. Yani onları yazmıştım. Ama önemli olan bir şekilde süsleyip sunanların dilekçesinin kabul edilmesi. Şans mı diyeyim artık, şans oluyor herhalde.

Daha ikinci mülakata çağırmadılar, 8 ay geçti üstünden. Bir kez girdim, formu doldurdum. Arayacağız dediler 8 ay geçti üstünden hala aramadılar. Yani ben onları aramasam hani o zenci çocuk vardı ya neydi ismi? Festus Okey. Festus Okey gibi ölebilirdim de. Ki öyle şeyler de atlattım Taksim’de. Polisler durduk yere dayak atıyorlar, baskın yapıyorlar. Ara sokaktan geçiyorum arkadaşlarımla beraber, çeviriyorlar, pataklıyorlar. Tipten dolayı sırf. Beni de diğer şeylere benzetiyorlar, bana torbacı diyorlar, uyuşturucu kullanıyorsun diyorlar. Polisin bana söylediği şey; ‘torbacı’, ki söylemiştim de yani ben zamanında uyuşturucu da kullandım dilekçemde de yazmıştım, kullandım bıraktım.

BM’den kabul geldiği zaman seni belli bir ülkeye mi gönderiyorlar yoksa kendin gideceğin ülkeyi seçebiliyor musun?

3 tane ülke var: Amerika, Kanada, Avustralya.  Bu üç ülkeden birisine gönderecekler, ama Kanada’ya gitmek istiyorum. Çünkü dayımlar var orada. Onlar BM sayesinde gittiler. Dayımlar, dayımın oğlu var, akrabalar var. Oraya gidersem daha iyi olur. Amerika’ya gitsem zorluk çekeceğimi biliyorum.

Başvurun kabul edilir ve üçüncü bir ülkeye yerleştirilirsen ne yapmayı düşünüyorsun?

Beklentim dil öğrenmek, orada zaten okula gönderecekler. İngilizceyi öğrenip… pek bir şey yapmak istemiyorum. Müzik yapmak istiyorum. Müziğimle artık bunları sakin kafayla yazmayı, eğer maddi durumumda olursa bir karavan alıp, doğada müzik yapmayı planlıyorum kafamda. Hayatımı ne bileyim savaşları anlatarak, barışı çağrıştıracak şarkılar söyleyerek geçirmek istiyorum. Kafamda bu var yani planım.

Başvuru sürecinde ya da maddi olarak destek sağlayan kuruluşlar var mı?

Helsinki Yurttaşlar Derneği’ne gitmiştim. Beni yardım alabileceğim bir yere gönderdiler. O yerde kapıda bir amca ‘yardım vermiyorlar, açık çıkmış. Orda çalışanlar, Irak’tan ya da artık nereden geliyorsa, gelen yardımları cebe indirmiş’ dedi. Karitas’tı yerin adı. İtalyanlar el koyacakmış olaya. Sonra ben bunu Helsinki Yurttaşlar Derneği’ne söyledim. Güldüler.

Türkiye’de mülteci dahi olsalar Türkmenlerin farklı bir statüsü var gibi. Senin hiç ilişkin olmadı mı diğer Türkmenlerle?

Var evet, Ankara’da bayağı var. Yer de veriyorlar, okulda, üniversitede, kanalları da var Türkmeneli TV. Ben hiç girmek istemedim. Bir kere bana dernekte gel albüm çıkaralım sana müzik yapalım demişlerdi. Şarkılarda hep faşist şarkılar olacaktı. Tamam, gelirim dedim. Gidiş o gidiş. Bir daha da işim olmadı. İlk geldiğimden beri onlara karşı tepkim bu şekildeydi. Çünkü sahtecilik, yalan gördüm onlarda. Ama tabi belki ben o zaman sezilerimle düşünüyordum. Belki bende bir sorun vardı onlara karşı. Ama bir albüm yaparsam Kerkük’ün Zindanını okurum, bir şarkı söylerim Kerkük için.

İstanbul’da diğer mültecilerle ilişkilerin var mı?

Var şu anda İstanbul’da ama onlar çalışıyorlar, belli sisteme geçmiş çalışıyorlar. Uyum sağlıyorlar. Ben sağlayamıyorum uyum. Bir de tipimden dolayı çalışamıyorum. Ben müzisyen olduğum için kendime öz bir tipim var. Buna da işverenler çok karışıyor.  Sakalıma saçıma… Polis de karışıyor, işverenler de istemiyorlar böyle bir şey. Şu anda mesela hayatım burada daha da tehlikede. Irak’tan kaçmışım, oradan savaştan kaçmışım. Bir sürü tehlikeler atlatıyorum burada da. Kafamıza silah da dayandı mesela gitar çalarken Beyoğlu’nda, Oda kule’de. Adamın biri geldi kafama silahı dayadı, hiçbir şey yok ortada. ‘Kalkın lan!’ falan diyor, silahı dayıyor kafama.

Mülteci olarak müzikle uğraşmak yerine başka işlerde çalışsaydın hayatının daha farklı olacağını, sana daha farklı davranılacağını düşünüyor musun?

Yok, zannetmiyorum, ya benim bir kere zaten kalbimde bir yara var. O hiçbir zaman iyileşmeyecek. Sadece ne bileyim kendimi avutacağım herhalde.

Ben daha çok insanların, polisin, devletin ya da BM’nin yaklaşımının değişeceğini düşünüyor musun diye sormak istemiştim?

Çalışma açısından biraz rahat olabileceğine inanıyorum. Tabi gözetim altında kalacağım, zaten herhangi bir örgüte katılamazsın orada. Kapitalist sistemin içinde kalacaksın, mahkûm kalacaksın. Ama dediğim gibi pasaportu alınca o sistemin içinde değil de gidip müzik yaparım falan diye düşünüyorum. Yani belli bir şey istemiyorum, gidip orda çalışmak gibi… Yapabileceğim tek bir şey var o da müzik. Müzikle anlatabilirim. Mesela Iraklı bir heavy metal grubu var, onlar da yeni geldiler, başvurdular BM’e. Bekliyorlar. Tabi ben onlardan önce başvurmuştum. Belki onlarınki kabul olur, gönderirler. Ama benim bir grubum yok olmadığı için de saygı duymayacaklar müziğe. Tabi arkadaşlarım aynı zamanda bunlar benim.

Muhatap olmadığın bir savaştan kaçmışsın. Karşına sürekli sınırlar çıkmış. Şu anda sınır senin için ne ifade ediyor?

Benim için artık sınır öyle bir şey oldu ki sınır tanımamaya başladım. Sınır olmasın diye düşünüyorum. Geldim böyle hep. Ne bileyim hep başka ülkelerde yaşadım. İran’da olsun Türkiye’de olsun. Mesela Bulgaristan’a kaçtım. Bulgaristan’da yakalandım. Sonra işte attılar bizi Türkiye’ye. Başka ülkelerde tanımadığım yabancı ülkelerde…

Mültecinin Laneti

18 Ağustos 2007 – Urla’da Afganistan ve Pakistan uyruklu kaçak göçmenleri taşıyan bir tekne aşırı ağırlık nedeniyle battı. Teknede kaç kişinin olduğuna dair bilgiler muhtelif. 45 kişi sağ kvurtarıldı, 6 kişinin cesedine ulaşıldı. Kimi kaynaklar 5 kişinin de kaçtığını söylüyor. Kurtarılanların akıbetlerine dair bilgi yok…

20 Ağustos 2007 – Mültecilik Beyoğlu Karakolunda bir silah patladı. Nijerya’dan gelip sığınma talebinde bulunmuş Festus Okey gözaltına alındı ve o gün karakolda patlayan silahın hedefi oydu. Okey o gün, o karakolda Nijeryalı bir mülteci olarak öldü. Mahkeme olayda kasıt olmadığı sonucuna vardı. Festus Okey 20 yaşında, bir karakolda yanlışlıkla patlayan bir silahdan çıkan kurşunla kasıt güdülmeden öldürüldü.

23 Ekim 2007 – Bir ihbar üzerine Ümraniye Çamlıca gişelerinde bir tıra düzenlenen operasyonda 105 Pakistan uyruklu kişi yakalandı. Türkiye’ye kaçak giriş yapmışlardı ve hemen geri iade için Yabancılar Şubesi’ne başvuruldu ama Pakistan’da patlak veren kriz yüzünden iade edilemediler. Gözetim altında tutulmaları gerekiyordu ve karakolların nezarethanelerine yerleştirildiler. Karakollar, nezarethaneler mülteciler tarafından doldurulduğu için gözaltı gerçekleştiremediklerinden yakınıyordu. Mültecilerin şu andaki akıbetlerine dair bir bilgi yok…

10 Aralık 2007 – Seferihisar’a bağlı Sığacık beldesi açıklarında kaçak göçmen taşıyan bir tekne aşırı yük nedeniyle battı. Tekne Sakız adasına gitmekteydi. Olay Filistin uyruklu iki kişinin kıyıya yüzerek ulaşması ve olayı haber vermesi üzerine öğrenildi. Toplam 6 kişi kurtarıldı, 43 kişinin cesedine ulaşıldı. Teknede 85 kişinin bulunduğu tahmin ediliyor. Kurtarılanların geri iadesi için başvurular başladı. Akıbetleri belirsiz…

Mülteciler zaman zaman gözümüze değen, kulağımıza çarpan, kamyonlar ya da tekneler içindeki görüntüleriyle bir kare içinde önümüzde belirip kayboluveren insanlar. Onlar bu sorunla başa çıkamayan, çıkacak yollar arayan, devletlerin tanımladığı şekliyle “dini inançları, siyasi görüşleri, ait olduğu sosyal grup, ırkı veya milliyeti gibi beş sebepten biri yüzünden ülkesinde zulüm göreceğine dair haklı bir korku taşıması ve bu korku nedeniyle ülkesini terk edip”(Cenevre Sözleşmesi) başka bir ülke arayan insanlar.

Kitlesel bir fenomen olarak mülteciler I. Dünya Savaşı sonrasında Rusya, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılması ile ortaya çıktı. Ayrıca ulus-devlet modelinde yeni kurulan devletlerde de Yugoslavya ve Çekoslovakya gibi, %30 oranında azınlıklar vardı. Savaş sonrası kurulan Milletler Cemiyeti’nde konu devletler arasında ikili düzeyde çözülecek bir olgu olarak ele alındı. Birkaç yıl sonra Almanya’daki ırkçı yasalar ve İspanya İç Savaşı da yeni bir mülteci dalgası yarattı. II. Dünya Savaşı ve yayılan faşizm dalgası da milyonlarca insanın yer değiştirmesine sebep oldu. 1944- 1951 yılları arasında 20 milyona yakın insan başka topraklara göçtü. Bu atmosferde, savaş sonrasında, 10 Aralık 1948 tarihinde İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi (İHEB) yayınlandı, buna dayanarak Birleşmiş Milletler sözleşmeleri ve Bölgesel İnsan Hakları Sözleşmeleri oluşturuldu. İHEB’nin 14. maddesinde temel bir insan hakkı olarak sayılan “iltica hakkına” ilişkin Mültecilerin Hukuki statüsüne dair BM Sözleşmesi 1951 yılında Cenevre’de kabul edildi. Bu sözleşme halen günümüzde de iltica/mülteci hukukunun temel belgesi olarak kabul edilmekte. Aynı şekilde bu dönemlerde Avrupa dışında da kitlesel nüfus hareketleri görülüyordu. Ruanda ve Tanzanya´daki Mozambikli mülteciler, Hindistan´daki sayıları 10 milyonu bulan Bengalli mülteciler, Vietnam ve Kamboçyalı mülteciler, İran devrimi sonrası ülke dışına kaçan rejim muhalifi mülteciler, 1979 yılında yaşanan işgal girişiminden sonra Afganistan´dan kaçan 6 milyon mülteci (ki hala bir kısmı bir türlü bitmek bilmeyen iç savaşlardan ötürü ülke dışında kalmaya devam etmektedir), Körfez Savaşından sonra Irak´tan kaçarak İran´a sığınan 1,3 milyon, Türkiye´ye sığınan 460.000 Kürt mülteci, Bosna-Hersek ve Kosova´nın bir çok ülkeye sığınmış nüfusu ve Sudan’ın Darfur Bölgesinde yaşanan krizden ötürü bir milyonu, öncesinde ise güneyde dört milyonu aşkın yerinden edilmiş insan.

O tarihlerden bugüne milyonlarca insan sınırlar arasında, hep sınırlarda kalarak onları tanımlamış, onlara bir kimlik vermiş vatanlarından kaçarak vatansızlaştılar ve başka vatanlara ayak basmaya çalıştılar, bastılar, birçokları öldü ve ölmeye devam ediyor. Vatandaşı oldukları devletlerin verdiği pasaportları ve kimlikleri yok çoğunun yanında. Onlar, artık kendilerini tanımlayan bir kimlikten yoksunlar ve isimlerimizin, ailemizin, soyumuzun sopumuzun kayıtlarının tutulduğu, soyumuz sopumuzla bağlı olduğumuz bir ulusun devleti tarafından bize kendisine bağlılığımızı ispatlamak için verilen kimlik kartlarımızla, pasaportlarımızla varolabildiğimiz, varlığımızı kanıtlayabildiğimiz bir dünyada artık yoklar. Onlar artık vatandaş değil ve insan olmak iktidarların muhasebesinde “vatandaş” olmakla ölçüldüğünden, insan da değiller! Çünkü insan hakları dediğimiz aslında ne idüğü belirsiz, muğlâk, içi boş kavram bu ulus-devletler çağında vatandaşlıkla tanımlanıyor ancak. Vatansızlaştıkları nokta da artık kullanabilecekleri, talep edebilecekleri bir insan hakkı yok. Evet, yoklar ama fiziksel varlıkları inkâr edilemeyecek bir gerçeklik, devletler için. Çizilmiş sınırların içine, onlardan izin almadan girmiş, sınırları ihlal etmiş olan milyonlarca insan.. Bir şeyler yapmak gerekiyordu. Bu insanlar farklı renkleri, dilleri, kültürleri, tarihleri ile birer tehdit çünkü. Sınırdalar, ulus devletin üzerine kurulduğu mitleri yıkıyorlar, Agamben’in deyişiyle insan ve vatandaş, doğum ve milliyet arasındaki kimliği yıkarak egemenliğin özgün kurgusunu krize sokuyorlar. Ulus-devlet denilen mefhum ezelden beri vardı ve ebediyen olacaktı. Sınırlar haritalar üzerinde çizilirken aslında bizim kafalarımızda çiziliyordu. Bize güvenlik sağlayan, kimlik kazandıran, varlığımızı anlamlı kılan sınırlardı onlar. Dışarıdakiler, korkunç yaratıklar kimliğimizi ve bizi tehdit eden, sanki her an bozulacak bir büyü içinde yaşıyoruz aslında ezeli ve ebedi olduğuna inandığımız bu sınırlar içinde.

Evet, bir şeyler yapmak gerekiyordu. Devletler kendi bünyeleri içinde ya da diğer devletlerle ittifak halinde birçok kuruluş oluşturdu bu gittikçe büyüyen sorunu halletmek için. Bunlar zavallı, biçare mültecilere yardım etmek için çırpınıp duruyorlar ama pek tabii ki politik bir duruşları yok devletlerin kendi elleriyle yaratılmış kuruluşlar olarak varlar. Bu halleriyle, mülteciler açısından hükümsüz kurumlar. Sadece belirli kişiler ya da olaylar bağlamında verili durum içindeki sorunları çözmek, yardım toplamak ya da dağıtmak, mülteci kampları kurmak ya da kurulu kamplardaki durumları iyileştirmek üzerinden çalışıyorlar. Mültecinin kim olduğu, neden mülteci olduğu, o sınırlar içinde yaşayan başka herhangi bir insandan ne farkı olduğu, eğer farkı yoksa neden böyle bir durumda yaşamak zorunda bırakıldığı ve devlet ile mülteciler arasındaki ilişkinin ne olduğu gibi sorulara verilecek bir cevapları yok. Devletler ve kuruluşları sorunlarla başa çıkmakta başarısız oldukça polis ve yardımsever kuruluşlar daha fazla devreye giriyor. Mülteciler kendilerini kabul etmeyen bu yeni topraklarda ya acınıp şefkat gösterilecek zavallılar ya da sürekli sorun yaratan, suç işleyen ıslah edilmesi gereken korkunç, tekinsiz eli kanlı suçlular. Bu durumu aslında değişen terimlerde de izlemek mümkün. Resmi belgelerde, başvurularda “sığınma isteyen” terimi “mülteci” ile yer değiştiriyor. Sığınma isteyen pasif, rica eden bir konumdayken mülteci tehdit veya yoksunluktan dolayı bir yerden kaçışı temsil ediyor. Sığınma isterken eylem tam anlamıyla gerçekleştirilmiş sayılmaz, bir ricada bulunulmuş ve cevabı beklenmektedir ama mülteci eylemi gerçekleştirmiştir, kaçmıştır. Her ne sebeple olursa olsun insanların kendi kafalarına göre hem de kalabalık bir halde bir yerden bir yere hareket etmeleri kabul edilebilir bir durum değildir. Bir kere coğrafi iş bölümü denilen bir şey var değil mi? Sermaye küreselleşiyor ama emeğin olduğu yerde kalması kontrollü bir şekilde hareket etmesi gerekiyor. II. Dünya Savaşından sonra yerle bir olmuş Almanya’ya işçi olarak gidilebilirdi büyük kalabalıklar halinde ya da Avustralya’ya Kanada’ya vasıflı işçi olarak ama onlar istemeden bir yerden bir yere hareket etmek pek de hoş değil! Coğrafi iş bölümünün altını oymaktır bu ve küreselleşen sermayeye bir tehdit oluşturur.

Bu tehdide karşı devletler mültecilerin nerede yaşayacaklarını seçme hakkını, paralarını nasıl harcayacaklarına karar verme hakkını bile ellerinden alıyor. Örgütlenmiş, politik olarak etkin gruplar halinde bir araya gelmelerini engellemek için ya da bu şekildeki grupları dağıtmak için mülteciler ülke genelindeki küçük, daha saldırgan şehirlerdeki kamplara dağıtılır, çalışma izinine ise zaten sahip olamazlar. Çoğunu BM’nin desteklediği bu kamplarda ancak yardımlarla hayatta kalabilirler ya da kaçak işler yaparlar ama kaçak çalıştıkları bilindiği için çoğu zaman paralarını da alamazlar. Genellikle muhafazakâr olan, kendi içine kapalı ve dışarıdan gelenlere karşı düşmanca tavırlar sergileyen bu şehirlerde zaten sürekli bir tehdit altındadırlar, bir korku içinde yaşarlar. Okula yeni başlayan ya da devam eden çocuklara kimliklerini gizlemeleri tembihlenir çoğu zaman, özellikle de dinsel kimliklerini. Bir kısmı daha rahat kabul görmek için dinlerini değiştirir. İngiltere’de örneğin mültecilerin nakit para kullanması dahi yasaktır sadece kendilerine verilen biletlerle alışveriş yapabilirler hatta para üstü olarak bile nakit para alamazlar. Böylece sadece biyolojik varlıklarını devam ettirebilecek maddelere ulaşmaları sağlanır. Varlıkları biyolojik bir varlığa indirgenir, toplumsal, tarihsel bir özne olarak kabul edilmezler ki birçoğu biyolojik olarak hayatlarını devam ettirebilecek olanaklardan dahi yoksundur. Sığınma talebinde bulunduklarında sonuçlanması yıllarca sürer ve onlar bu yılları ne olacağını bekleyerek bu kamplarda geçirir. Taleplerinin kabul edilmesi için gerekli koşullar oldukça ağırdır ve gittikçe de ağırlaşmaktadır. Neden kaçtıklarını kanıtlamaları gerekir, daha doğrusu karşılarındakileri inandırmaları. Çünkü haklarını hukuklarını tayin etmek için kendileriyle ilgili yapılmış olan yasalarda, sözleşmelerde göçün nedenleriyle ilgili ayrımlar yapılmıştır. Hayati tehlike söz konusuysa belki kabul edilebilirler ama yoksulluktan kaçıp geldilerse adları “ekonomik göçmen” olur ve kabul edilmezler eğer göç etmeye çalıştıkları devletin böyle bir talebi yoksa. Bu yüzden de doğru söyleyip söylemediklerinin anlaşılması için kendileriyle ardı ardına mülakatlar yapılır. Bu ağır koşullar altında yaptıkları her şey de suç kabul edilir, kamplardan izinsiz ayrılmaları, para kazanabilmek için çalışmaları tahmin edilebileceği gibi ağır şekilde cezalandırılır ya da öldürülürler tıpkı Festus Okey gibi ya da isimlerini bilmediğimiz binlerce insan gibi. Hatta örneğin İngiltere’de özel güvenlik şirketleri tarafından işletilen göçmen tutuklama merkezlerinde, kamplardakinden bile zor şartlarda tutulurlar. Bunca yaşanan şeyden sonra pek çoğunun sığınma talebi yeterince inandırıcı bulunmaz, reddedilir, sınır dışı edilirler, ülkelerine geri gönderilirler.

Milyonlarca insanın yer değiştirdiği, değiştirmek zorunda kaldığı bu coğrafyada Türkiye geçiş yolu işlevi görmekte. Cenevre Sözleşmesi’ni imzalamış ama coğrafi çekince koymuş olan Türkiye, doğudan gelenlere mülteci statüsü vermezken sadece batıdan gelenlere verir ki yasal bir prosedür olmasına rağmen fiiliyatta onlara da vermez. Bu yüzden de insanlar genellikle Türkiye’ye giriş yapıp, sığınma talebinde bulunuyor ve 3. bir ülkeye gönderilmeyi burada bekliyor. Türkiye’ye 2002–2006 yılları arasında toplam 15.556 kişi iltica-sığınma başvurusunda bulunmuş, bunlardan 7.212 kişinin talebi kabul edilmiş ve 3. ülkelere yerleştirilmiştir. 762 kişinin başvurusu reddedilirken 6.061 kişi halen başvurularının sonuçlanmasını beklemektedir. Ayrıca Türkiye’de yakalanan yasa dışı yabancı kişi sayısı son 5 yılda toplam 309.683’tür. Aynı zamanda, 1980–1999 yılları arasında 579. 510 kişi Türkiye´den kaçarak başka ülkeler nezdinde sığınma aramış, bu hali ile dünyada hatırı sayılır mülteci nüfuslarından birisi olmuştur. Genel olarak baktığımızda ise Uluslararası Göç Örgütü’ne göre dünya nüfusunun %3’ü göç halinde ve bu da yaklaşık olarak 191 milyon insan ediyor. Bu göçmenler içinde ise sadece 30–40 milyon kişi kaçak göçmen ve 8,4 milyonu da mülteci statüsü taşıyor.

Bu, arka arkaya sıralanan rakamlar, istatistikler yaşananların gerçek yüzünü saklıyor aslında; çünkü her mülteciyi sadece bir rakama indirgiyor ve yaşananlara dair sadece uzaktan bakmamızı, belki bir iki kere tüh tüh vah vah dememizi sonra da unutmamızı sağlıyor. Ama altında yatan hikâyeleri hiç bir zaman öğrenemiyoruz. Ya mülteci kamplarına kapatılıyorlar ya da etnik azınlık oluyorlar. Bir etnik azınlık diğerinden nefret eder hale getiriliyor. Nefret edilen, korkulan insanlar olarak, korkuyu tanıyan bilen insanlar olarak kendi aralarında da bir diğerine karşı korku yaratılıyor. Biraraya gelmemeleri, daha büyük bir tehdit olmamaları, yaşadığımız toplumu, değer diye bildiklerimizi sorgulamamıza neden olmamaları için. Çünkü yaşadığımız dünya da değişiyor. Bugün kamplarda kalanlar, hayatlarını sadece biyolojik olarak dahi devam ettirmek için çırpınanlar mülteciler ama yarın böyle olmayacak. Ezeli ve ebedi bildiğimiz ulusumuzun devleti biçim değiştirmeye devam ettikçe ulus, vatan dolayısıyla da vatandaşlık üzerinden tanımladığı bütün değerler de aşınacak. Bugün mülteciler üzerinde uygulanan kontrol yöntemleri yavaş yavaş bütün topluma yayılacak. Toplumsal, tarihsel, kendini kurmaya, arzusunu gerçekleştirmeye çalışan bir özne olmaktan çok hayatını sürdürmeye, hayatta kalmaya çalışan birer emek-gücü olacağız. Bu yüzden de mücadele ederken de çıkış noktamız zavallı, biçare mültecilere vatandaşlık verilmesi, vatandaşlığın nimetlerinden yararlanmalarının sağlanması değil her yerde mülteci öznelliğinin yaratılması olmalı; çünkü mülteciler beden üzerinden kontrol mekanizmalarının yaratılmasına, biyolojik hayat ve politik hayat arasında bir çelişki yaratılarak bunun üzerinden iktidar politikaları geliştirilmesine karşı duruyor. Sınırdışı edilmeler sırasında gerçekleştirilen müdahalelerden sınır kamplarına, mülteciler için işgal evleri kurmaya, mali destekte bulunmaya, sağlık hizmeti almalarını sağlamaya kadar dünyanın farklı yerlerinde bugüne kadar birçok yöntem geliştirildi ve gelişitirilmeye devam ediyor ve geliştirilecek. Önemli olan bu sisteme, devletlere rağmen yeni bir hayatı bugünden burada hep beraber örgütleyebilmek

Permalink to this post: http://www.ahaligazetesi.org/2011/05/dosya-yeryuzunun-lanetlileri/?postTabs=2

May 23, 2011 - Posted by | anti-otoriter / anarşizan, sistem karsitligi, somuru / tahakkum, sınırlara hayır

No comments yet.

Leave a comment