ecotopianetwork

Solun Antroposentrik Türcü Söylemleri ve Rantçı Yaklaşımları Üzerine: HES Mücadelesi Doğa Koruma Mücadelesidir

HES Mücadelesi Doğa Koruma Mücadelesidir…

Merhaba dostlar ve yoldaşlar, 

Son birkaç aydır HES karşıtı mücadelelerin içine düştüğü durumu endişe ile takip etmekteyiz.Özellikle yıllardır eleştirmiş olduğumuz çevre STK’larının durumu, bu mücadele içerisindeki iki yüzlü tutumlarıyla daha da net ortaya çıkmıştır. Ancak HES karşıtı mücadele içerisindeki STK’lar dışında kalan grupların da geldiği nokta; bizim artık konuya müdahil olmamızı gerektirmiştir.

Daha önce yerelden gelen güçleri ile mücadele grupları kuran bu sivil oluşumlar, son dönemde ne yazık ki sol propagandanın güdümüne girmeye başlamıştır. Bizler yıllardır doğa savunma mücadelesi konusunda bu tehlikeye dikkat çekmeye çalışmış ve elimizden geldiğince buna karşı söylem ve eylem geliştirmiştik. Ancak foncu-küçük burjuva çevre STK’larına karşı alternatif olarak kurulan platformların da hantal bir solcu yapılanma haline geldiği; sol söylemlerin, dolayısıyla da türcülüğün ayyuka çıktığı yerler olmaya başladığı birçoğumuzun dikkatini çekmektedir. Ayrıca bu paltformlara destek veren meslek odalarının da birçok ulusal ve uluslararası kapitalist şirketten fon aldığını da buradan belirtmemiz gerekmektedir.Özellikle mimar ve mühendis odalarının aldıkları fonlarla binalarını yeniledikleri, bu fonları veren şirketlerin birçoğunun inşaat firması olduğu, bu firmalardan bazılarının HES inşaatlarıyla doğrudan veya dolaylı olarak ilişki içerisinde bulunduğu da göz önünde bulunan bir gerçektir.

Bizim için mücadeleyi solcunun-sağcının yapması asla sorun teşkil etmemektedir. Ancak mücadelenin doğa koruma mücadelesi değil de insanın mücadelesi şeklinde lanse edilmesine karşı bizim de susmamız mümkün değildir. HES’ler ve diğer santraller uygarlığın ve tüketim toplumunun gerekliliğinden dolayı yapılmaktadır.Yapılan her santral çevresindeki yaban hayatı alanlarını katlettiği gibi, hizmet verdiği fabrikalar ve üretim araçları ile doğanın yok edilmesine ayrıca ortam hazırlamaktadır.Alternatif ve yenilenebilir enerji kaynaklarının bile kirli olduğunun ayyuka çıktığı bir dönemde, mücadelenin insan temelli bir mücadele olduğunu savunmak abesle iştigalden öteye gitmemektedir.Sorunun temel kaynağı insanın ta kendisidir, bu santraller insanların kullanımı için yapılmakta, hizmet verdiği fabrikalar insanların ruhsal ve maddi açlıklarını doyurmak amacıyla üretim yapmaktadırlar.Ancak tüketime mahkum olmuş, doğayla uyumlu yaşamdan tamamen kopmuş şehirli bireylerin bunu anlamasının zor olduğunu da çok iyi biliyoruz.

Ancak burada atlanan bir gerçek var ve bunun bizim açımızdan önemi büyük. Solcu grupların insan merkezli türcü söylemleri, yarın öbürgün bir sosyalist devrim olduğunda bizi nasıl bir doğal yıkımla karşı karşıya bırakacak bunu endişeyle takip ediyoruz.Bugün HES yapılacak bir köydeki 50 hanede yaşayan insanların, orada evini kaybedecek yaşam ortamından sürgün olacak onbinlerce vahşi canlıdan üstün olduğunu, mücadelenin bu insanların kültür ve yaşam mücadelesi olduğunu iddia eden zihniyet; yarın öbürgün iktidarı eline aldığında “Her şey insan için” zihniyetiyle doğayı tamamen yok edecek işler yapacaktır diye bir çekincemiz var.

Bu zihniyetin sonuçlarını son 100 yılda çok büyük acılar yaşayarak gördük.Karadeniz’de ayı popülasyonlarını onbinlerden yüzlü sayıların altına indiren de “kovanımı parçalıyor,bahçemi dağıtıyor” diyerek insan merkezli düşünen zihniyet olmuş; anadolu parsı sırf köy evlerinde duvar süsü olmak adına adını aldığı ortamda yok edilmiş; kelaynaklar tarım alanlarında çok çekirge var diyerek yapılan uçak ilaçlanmaları sonucu ölmüş kısır kalmış; leylek yuvaları göç zamanı elektrik telleri kopuyor diyerek bozulmuş ve yok edilmiş; toyların ve birçok bozkır kuşunun nesli tarımda kullanılan pestisitler yüzünden yok olmaya yüz tutmuştur. Bu bahsettiğimiz olayların hepsi de insanların daha rahat yaşaması, daha rahat tarım yapması ve daha çok para kazanması uğruna meydana gelmiştir.

Her Şey İnsan İçin söylemi, aslında tamamen liberal ve kapitalist dünya düzeninin de söylemidir.Bir fabrika sahibi de açtığı fabrikanın insan istihdamı ve insanların ihtiyaçlarına hizmet ettiğini iddia eder.Bugünkü sol söylemde de insanın tanrılaştırıldığı, herşeyin hakimi olduğu yönündeki bakış açısının da bundan hiçbir farkı olmadığını görüyoruz.En son bir partinin Fındıklı gençlik kollarının yaptığı “İnsanın Kelaynak Olası Geliyor” minvalindeki afişler, bizim bahsettiğimiz tehlikenin de ne boyutta olduğunu gözler önüne seriyor.İnsanlar yüzünden nesli tükenme tehlikesi altına girmiş bir canlıyla boy ölçüşme ve ondan üstün olduğunu iddia etmenin mantıklı bir açıklamasının olamayacağını düşünüyoruz.

Bir diğer nokta da yerel grupların şehirler içine hapis olmaya başlamaları, toprağın ve doğanın mücadelesinden iyice uzaklaşmaları da gözümüzden kaçmayan bir nokta olarak karşımıza çıkıyor.Tabi bu o grupların işleyiş şeklidir karışmak haddimize düşmez, ancak şehirden toprak kurtuluşu mücadelesinin nasıl verileceği; sadece tanıdık basın kuruluşlarında yayınlanan basın açıklamalarının ve kitlesel mitinglerin ne gibi bir faydası olacağı sorusu da kafamızı kurcalamaktadır.

Son olarak da HES karşıtı mücadelelerin bazı gruplar ve kişiler tarafından propaganda ve kendilerine adam toplama yeri olarak görülmesinden bahsetmemiz gerekmektedir. Biz  yeşil anarşistler, yeryüzü kurtuluşçuları ve hayvan kurtuluşçuları olarak kendi siyasi mücadelemiz olan konuda dahi propaganda faaliyeti ve adam devşirme gibi çabalar sarfetmezken; bazı grupların mücadeleyi propaganda alanı haline getirmesine asla izin veremeyiz.Bu mücadele doğanın kurtuluşu mücadelesidir ve yapılabilecek tek propaganda “Uzlaşmasız,istisnasız ve mazeretsiz bir biçimde doğaya yapılan saldırının durdurulması” söyleminin dışına taşmamalıdır.Hele ki bugüne kadar yaşanmış büyük doğal felaketlerinin temelinin SSCB gibi ağır sanayi hamlesi yüzünden en kirli şekilde üretim yapan bir ülke ve bunun kurucusu olan zihniyet olduğunu varsayarasak, bu propagandanın inandırıcılığının olmadığını da sizler de göreceksinizdir.

Son söz olarak şunu söylemek istiyoruz. Bizler doğanın korunması için çalışan her türlü sivil ve yerel halk hareketlerine sağcı-solcu-islamcı-ülkücü demeden destek verdik ve vermeye devam edeceğiz.Bizim derdimiz doğanın savunması ve ekolojik yıkımın önlenmesidir.Ancak mücadelenin üzerinden kimsenin parsa toplamasına ve yanlış propagandalarla mücadeleyi insan merkezli noktaya getirmemesi için de elimizden geleni yapacağız. 

Vahşiye Dönüş Fanzin

February 22, 2011 Posted by | anti-endustriyalizm, anti-kapitalizm, anti-otoriter / anarşizan, bu topraklar, eko-savunma, ekoloji, ekolojist akımlar, ezilenler, isyan, sistem karsitligi, somuru / tahakkum, Su, türcülük, doğa / hayvan özgürlüğü | Leave a comment

The Climate is Changing / A Field Guide to False Solutions

If we really believed what scientists are telling us about global warming, the fire engines of every fire department would sound their sirens and race to the nearest factory to extinguish its furnaces. Every high school student would run to the thermostat of every classroom, turn it off, and tear it out of the wall, then hit the parking lot to slash tires. Every responsible suburban parent would don safety gloves and walk around the block pulling the electrical meters out of the utility boxes behind houses and condominiums. Every gas station attendant would press the emergency button to shut off the pumps, cut the hoses, and glue the locks on the doors; every coal and petroleum corporation would immediately set about burying their unused product where it came from—using only the muscles of their own arms, of course.

But we’re too out of touch to grasp what’s happening, let alone put a stop to it.

Those who learn about the destruction of the environment from books or the internet can’t hope to rescue anything. The decimation of the natural world has been going on around us for centuries now; it takes a particularly bourgeois brand of blindness to drive by felled trees, spewing smokestacks, and acres of asphalt every day without noticing that anything is happening until it shows up in the newspaper. People for whom reality is composed of news articles, rather than the world they see and hear and smell, are bound to destroy everything they touch. That alienation is the root of the problem; the devastation of the environment simply follows from it.

When profit margins are more real than living things, when weather patterns are more real than refugees fleeing hurricanes, when emissions cap agreements are more real than new developments in our own neighborhoods, the world has already been signed over for destruction. The climate crisis isn’t an event that might happen, looming into view ahead; it is the familiar setting of our daily lives. Deforestation isn’t just taking place in national forests or foreign jungles; it is as real at every strip mall in Ohio as it is in the heart of the Amazon. The buffalo used to roam right here. Our disconnection from the land is catastrophic whether or not the sea level is rising, whether or not the desertification and famine sweeping other continents have reached us yet.

As usual, the people who brought this crisis upon us are eager to explain that they are the best qualified to remedy it. But there’s no reason to believe that their motives or methods have changed. The results are in that smoking causes cancer, but they’re still trying to sell us low-tar cigarettes.

Forget about nuclear power, solar power, clean coal, and wind turbines. Forget about carbon trading, biofuels, recycling programs, organic superfoods. Forget about new legislation, along with every other inefficient, insufficient response involving ballots, petitions, or some other proxy. Our only hope is to fight with our own hands, to take a stand on the ground beneath our feet—rediscovering in the process what it means to be a part of the world, not separate from it. Every tree they try to cut down, we can stop them. Every poison they try to release into the atmosphere, we can block them. Every new “sustainable” technology they introduce, we can unmask them.

They aren’t going to stop destroying the planet until we make it too costly for them to continue. The sooner we do, the better.

 

Appendix: A Field Guide to False Solutions


from the makers of global warming—“sustainable” energy!

The Corporate Solution

Where others see hardship and tragedy, entrepreneurs see an opportunity for financial gain. Putting the “green” in greenhouse gases and the “eco” in economy, they greet the apocalypse with outstretched wallets. Are natural disasters wrecking communities? That’s great—sell the survivors disaster relief and put up luxury condominiums where they used to live. Are food supplies contaminated with toxins? Slap “organic” on some of them and jack up the price—presto, what was once taken for granted in every vegetable is suddenly a selling point! Is consumer culture devouring the planet? Time for a line of environmentally friendly products, cashing in on guilt and good intentions to move more units.

So long as being “sustainable” is a privilege reserved for the rich, the crisis can only intensify. All the better for those banking on it.

The Conservative Solution

Many conservatives deny that our society is causing global warming; of course, some still don’t believe in evolution, either. But what they themselves believe is immaterial; they’re more concerned with the question of what it is profitable for others to believe. For example, when the UN’s Intergovernmental Panel on Climate Change released its 2007 report, an ExxonMobil-funded think tank linked to the Bush administration offered $10,000+ to any scientist who would dispute its findings.

That is to say—some people consider it a better investment to bribe experts to deny that anything is happening than to take any steps to avert catastrophe. Better that the apocalypse snatches us unawares so long as they can maintain their profits one more year. Sooner the end of life on earth than the possibility of life beyond capitalism!

The Liberal Solution

Certain do-gooders would like to claim credit for bringing global warming to the attention of the public, even though radicals have been clamoring about it for decades. But politicians like Al Gore are not trying to save the environment so much as to rescue the causes of its destruction. They are pressing for government and corporate recognition of the crisis because ecological collapse could destabilize capitalism if it catches them off guard. Small wonder corporate initiatives and incentives figure so prominently in the solutions they propose.

Like their conservative colleagues, liberals would sooner risk extinction than consider abandoning industrial capitalism. They’re simply too invested in it to do otherwise—witness the Gore family’s long-running relationship with Occidental Petroleum. In this light, their bid to seize the reins of the environmentalist movement looks suspiciously like a calculated effort to prevent a more realistic response to the crisis.

The Malthusian Solution

Some people attribute the crisis to overpopulation—but how many shantytown dwellers and subsistence farmers do you have to add up to equal the ecological impact of a single high-powered executive?

The Socialist Solution

For centuries, socialists have promised to grant everyone access to middle class standards of living. Now it turns out that the biosphere can’t support even a small minority pursuing that lifestyle; one might expect socialists to adjust their notion of utopia accordingly. Instead they’ve simply updated it to match the latest in bourgeois fashions: today every worker deserves to eat organic produce and live in a “green” condominium. But these products only came to be as a marketing ploy to differentiate high-end merchandise from proletarian standard fare. If you’re going to think big enough to imagine a society without class differences, you might as well aim for a future in which we share the wealth of a vibrant natural world rather than chopping it up into inert commodities.

The Communist Solution

In practice, Marxism, Leninism, and Maoism served as a convenient means to swiftly jerk “underdeveloped” nations into the industrial age, utilizing state intervention to “modernize” peoples who still retained a connection to the land before eventually dropping them unceremoniously at the margin of the free market. Today, party communists have gotten no further than blithe assurances that new management would take care of everything. Sing along to the tune of “Solidarity Forever”:

If the workers owned the factories, climate change would not exist
All the smoke from all the smokestacks would be changed to harmless mist . . .

The Individual Solution

An individual or community can live a completely “sustainable” lifestyle without doing anything to hinder the corporations and governments responsible for the vast majority of environmental devastation. Keeping one’s hands clean—“setting an example” that no statesman or tycoon will emulate—is meaningless while others lay the planet to waste. To set a better example, stop them.

The Radical Solution

Too many radicals respond to the crisis with despair or even a kind of wrongheaded anticipation. There’s no reason to believe the exhaustion of the planets petroleum supply will put an end to patriarchy or white supremacy. Likewise, it’s all too likely that hierarchy can make it through ecological collapse intact, so long as there are people left to dominate and obey.

We’ll get out of the apocalypse what we put into it: we can’t expect it to produce a more liberated society unless we put the foundations in place now. Forget about individualistic survival schemes that cast you as the Last Person on Earth—Hurricane Katrina showed that when the storm hits, the most important thing is to be part of a community that can defend itself. The coming upheavals may indeed offer a chance for fundamental social change, but we have to come up with a compelling vision and the guts to implement it.

http://www.crimethinc.com/texts/recentfeatures/climate.php

January 1, 2011 Posted by | eko-savunma, iklim | Leave a comment

HOPA Kemalpaşa Özerk Bölgesi – Metin Yegin

Dün gazeteleri okudunuz mu? Hopa Kemalpaşa Özerk Bölgesi’nin aldığı kararlar çok önemliydi. Kemalpaşa’daki Çaykur Fabrikası’nın bahçesindeki toplantıları 65 gündür devam ediyordu. Önce, çıkan kararları okuyamayanlar için özetliyim. Bölgede artık hiçbir HES olmayacak. Bütün inşaatlar bugün itibari ile durduruluyor ve inşaatı bugüne kadar sürdüren şirketlerden doğaya verdikleri zarar nedeniyle tazminat talep ediliyor. Bu inşaatlardan sadece bir tanesi çevreye verdiği zararların gelecek nesillere gösterilmesi için saklanacak ve Şükrü Ekinci Çevre Soykırım Müzesi adı verilecek. Hatırlarsanız Şükrü Ekinci Ağustos 2010 da Fethiye Göltaş Hidroelektirik Santrali’nde çalışırken yaşamını yitiren bir işçiydi. Hopa Kemalpaşa Özerk Bölgesi başta su olmak üzere yerel kaynakların ve değerlerin hiçbir zaman devredilmeyeceğini temel anayasa kuralı olarak benimsemişti. Kendi nehirlerinde kurmaya başladıkları derelerin yapısını bozmayan elektrik dinamolarıyla önümüzdeki aydan itibaren bütün bölgede elektrik bedava olacak.

Hopa Kemalpaşa Özerk Bölgesi’nin diğer önemli kararlarından biri sürdürdükleri anadilde eğitim, Hemşince ve Lazca’nın dışında Türkçe’nin de ikinci dil olarak eğitimde yerini almasıydı. Bu arada tartışmalar sürdürülürken kurulan eğitim konseyinde, 12 yaşından küçüklerin de doğrudan söz hakkı talebi kabul edildikten sonra toplantının çoğu, eğitimin temel unsurları olan onlar tarafından belirlendi. Eğitimin duvarlar arasında hapsedilmesinden geçen yıl vazgeçen özerk yönetim, başta Çaykur binası olmak üzere, şehir stadını ve köy meydanlarını ortak eğitim alanı olarak değerlendiriyorlardı. Bu arada çoğunlukta küçüklerin oylarıyla kendi eğitim saatlerinin yüzde 70’i futbol oynamaya ve horon çekmeye ayrıldı. Kızlar futboldaki kota uygulamasının devamını ve takımların en az yüzde 30’unun kadın olmak zorunda olduğu kararını verdiler. ‘Eğitim ve hayat iç içedir’ kuralıyla hareket eden Kemalpaşa Özerk Yönetimi, zaten bütün eğitimin sadece yüzde 20’sini teorik olarak sürdürmekte.

Brezilya Topraksız İşçi Hareketi (MST) ile yapılan işbirliği ile 3 yıldır sürdürülen ‘Eleştirel Pedogojik’ eğitimin özgürleştirici pratiğin parçası olarak devamına karar aldılar. Biliyorsunuz zaten son iki yıldır, öğrenmeye ilişkin hiçbir işe yaramadığı tespit edildiğinden sınavlar kaldırılmıştı. Dolayısıyla iki yıldır hiç de kopya çekilmemekte.

En uzun toplantı çay üreticileri ile çay fabrikası işçilerinin ve kooperatiflerinin yaptıkları toplantılar oldu. Ne kadar çay yetiştireceklerine? Nasıl üreteceklerine ve nasıl dağıtacaklarına dair kararları aldılar. Bu toplantılara en fazla çay tüketicisinin bulunduğu İstanbul, İzmir ve Ankara özerk bölgeleri tüketici kooperatifleri delegeleri de katıldı. İşçilerin iş saatleri bir kez daha düşürülerek fabrikaya 200 yeni işçi alındı. Tabii ki işçi ücretleri yine düşmüyor. Son iki yıldır kendi çayını doğrudan tüketiciye sattıklarından itibaren işçiler ve üreticiler eski gelirlerinin 2 misli gelir elde etmekteler. Artık eğitime ve sağlığa da ödeme yapmadıklarından bu gelirlerin çoğunu seyahatlerinde kullanıyorlar.

Bu toplantının sürdüğü 65 gün süresinde Çaykur Fabrikası duvarlarında 5 resim, 7 fotoğraf sergisi vardı. Geceleri Kemalpaşa Film Festivali’ne katılan filmler gösterildi. 21 tane düğün yapıldı ve 11 tane sünnet düğünü. Neredeyse her saat horon tepildi. Bir de fabrikanın kapısına konulan eski seçim sandıkları büyük ilgi gördü. 3 yılda, 5 yılda bir kullanılan oy ile yapılan seçimlere, referandumlara, karikatür demokrasilere kahkahalarla gülündü.

http://gundem-online.net/haber.asp?haberid=96067

September 3, 2010 Posted by | eko-savunma, isyan, ozyonetim, yerel yönetimler, yerli - yerel halklar | Leave a comment

Vandal eylemler üzerine…

Gaziantep hayvanat bahçesinde sadece 15 milyona çalışan ve bu parayla çocuklarını beslemeye çalışan bakıcısını parçalara ayıran Safiye adlı kaplan…Bu hayvandan başka ne yapmasını beklerdiniz…sizce özgürlüğü için yapabileceği en onurlu ve doğrudan davranış değil miydi? özgür mü değil! işte vandal eylemlerde böyledir…kısa vadede sonuçsuz..fakat yoğunlaştığı oranda da devrimcidir…çünkü devrim eskisinin yerle bir edilmesidir…hiçbir şeyin eskisi gibi olmamasıdır…Tarihteki devrimler eskisinin bir adım ötesi olmuştur….fakat bizler başka bir dünyadan bahsediyoruz…doğayla uyumlu, parçalanmamış kişiliklerin ve toplulukların olduğu bir dünya..o da ancak vandal eylemlerin hedef aldığı her şeyi ortadan kaldırmakla birlikte olacaktır…

toplum karşıtlığı muğlaktır…çünkü vandallar bu topluma karşıdırlar…insanların kendi öz-topluluklarına inanırlar…bu anlamda kitle olmayan bir topluma inanırlar…ben buna toplum karşıtı olmak da diyebilirim. rahatsız olmam çünkü bugünkü toplum kavramı bir ulus adına kullanılmaktadır…bu anlamda yok edilmelidir…vandalizmin de bu anlamda topluma saldırmasını onurlu buluyorum…

ayrıca, anarşistler (bazı) olarak bizler politik bir devrim istemiyoruz…otonom direnişin varolan toplumsal yapıyı tamamen parçalara ayırmasını istiyoruz.bu da tekno-endüstriyel sisteme saldırmaktır ve onun değerlerine…

peki bu bi öncü savaşı mı hayır kesinlikle değil…aksine yerel ve otonom bir direniştir…içgüdüseldir ve en onurlusudur…içgüdüsel direnişin karşısında hiçbir mantık işleyemez…İçgüdüsel tanımı da, saldırganlıkla açıklanamaz, bu bir öz savunmadır…..çünkü eko-vandallık tabiatın ve sakinlerinin savunması için çalışır…

halkların devrim için pişmesini bekleyen devrim anlayışları geride kalmıştır…çünkü tekno sistem propaganda endüstrisiyle ve izolasyon saldırılarıyla bunu kesinlikle engelleyecektir…Taa ki, sistemin işleyişi bir şekilde kesintiye uğrayana kadar, işte o zaman bölgesel ayaklanmaları ve devrimin ne olduğunu görün…maalesef ki, insan oğlu 1800lerdeki gibi toprağa dönebilir olduğu gibi değil ve bu yüzden bir çok insan hayatı kaybedebilir…BU bir insan-karşıtı bir arzu değil.bir gerçek…ya insanlar tekno-endüstriyel yaşamayı reddedip bu sistemi yıktığında doğada yaşayabilir bir faaliyete girecek ya da , bu tekno sistemden burjuvaları kovup ele geçirerek bu merkezileşmeyi ve yaşam biçimini sürdürmeye devam edecek…

Bizler diyoruz ki, bu bir savaş..insanı insana ve doğaya kırdıran bir sistem ve bir yaşam biçimi ile bu kontrole karşı yürütülen bir direniş…bunu yok zannetmeyin…aksine var ve gittikçe artacak…sınıf militanlaşan eylemleri, yerli ayaklanmaları, eko-direnişler, cezaevi isyanları, yerel isyanlar…dünya şu an karışık durumda ve bu süreç işlemekte…vandallık ise bu ayaklanmaların sadece bir parçası…kimse bu ayaklanmaların yanlış olduğunu düşünemez…fakat direnişin daha da artması gerekiyor ve insanların tekno-endüstriyel toplum sonrasına hazırlanması gerekiyor…bunun için politik bilince değil…doğayla yeniden uyum sağlamaya çalışması gerekiyor…çünkü tekno-endüstriyel toplum eko-vandallar sayesinde olmasa da kesinlikle yıkılacak ve insanlık buna hazır olmazsa çıplak kalacak…Bugün bile tekno-sistemin kesintiye uğraması milyonların yaşamına mal olacaktır maalesef…çünkü toplumların yaşantıları tekno-üretimlere bağlıdır…halbuki insan doğayla uyumlu yaşamaya başlayabilir…bizler de bunu yaymaya çalışıyoruz…

şimdi iki seçeneğimiz var, kesinlikle bir gün yıkılacak ve insanlığın da sonu olacak bir sistemi sürdürmeye devam mı edeceğiz, yoksa insanı tekno sistem gibi kontrol mekanizmalarının insanlığı ve doğayı kendisine bağımlı ederek yokluğunda insanların yaşamlarını sürdürememelerine neden olacak bu sistemden kurtaracak mıyız? ben en mantıklısının ikincisi olduğuna inanıyorum çünkü birincisi için uzmanlara güvenmem ve kendimi onlara teslim etmem gerekiyor, bu da asla olmayacak…çünkü ben anarşistim…

UK 28. sayıdan…

k.u.

http://hasat.org/forum/Vandal_eylemler_uzerine____-k5545.html
http://www.oocities.com/yesilanarsi/yazilar/vandal_eylemler_uzerine.htm

August 23, 2010 Posted by | anti-otoriter / anarşizan, eko-savunma | Leave a comment

BATI PAPUA’NIN GÖZYAŞLARI / ALIN UYGARLIĞINIZI…

BATI PAPUA’NIN GÖZYAŞLARI
Kabile İnsanlarından Dünyaya Mesaj

Batı Papua Avustralya’nın kuzeyinde bulunan Yeni Gine Adası’nın batı yarısıdır.

– Batı Papua’nın kabile insanları öncelikle zalim Endonezya rejiminden bağımsız olmak için mücadele ediyor.
– İkincisi; bizler doğamız, kültürümüz ve ayrıca çevremiz için mücadele ediyoruz.
– Üçüncüsü; doğamızı çalan diğer ekonomik sömürgeleştirmelerden kurtulmak istiyoruz.

Batı Papua’lılar etnik olarak ne Asyalı, ne Avustralyalı ne Polinezyalı veya ne de diğer grulamalardandır, aksine bizler %100 Melenezyalıyız. Batı Papua coğrafi olarak dağlık (karla kaplı) ve tropik yağmur ormanlarıyla kaplıdır.

Batı Papua 250 farklı kabileden, dolayısıyla çok farklı kültürlerden 250 farklı dilden oluşur.

İkinci mücadelemiz kendi topraklarımızda toprak içindir, çünkü toprak bizim anamız ve orman bizim ambarımızdır. Çünkü orman bize hayat ve tüm ihtiyacımız olanı verir.

Batı Papua’ya şimdi bakarsak, sahip olduğumuz her şeyin hemen hemen yok olduğunu görürsünüz; mesela insanların öldürülmesini, ağaçların hızla kesilmesini, bizim ve tüm yaşam biçimimizin yok edilmesini görebilirsiniz.

Bizi, her ne olursak olalım yalnız bırakın, çünkü biz bin yıllardır biliyoruz. Bizler tüm Melenezya bölgesine özellikle Batı Papua’ya sizin uygarlığınız daha doğmadan çok önce yerleştik.

Batı uygarlığı dünyamıza geldiğinde- sözde gelişmenin her türlüsünü getirerek- bizlerin doğal yaşam biçimlerimizi yok etmeye başladı.

Atalarımız birbirlerine saygı duyarak uyum içinde yaşarken, doğamıza saygı duyduk, geleneklerimize saygı duyduk ve ayrıca sahip olduğumuz her şeyden emin olduk, ama şimdi bizler bunu daha farklı görüyoruz çünkü Misyonerler ve Batılı insanlar yoluyla dışarıdan yeni kültürler getiriliyor: Şimdi ise kültürümüz ve dünyamız yok oluyor.

İşte bu basit bir yaşamı istememizin nedenidir.

GELİŞME İSTEMİYORUZ
BATILI YAŞAM BİÇİMİ İSTEMİYORUZ
İNSANLARIMIZIN DAHA FAZLA SÖMÜRGELEŞTİRİLMESİNİ İSTEMİYORUZ
UYGARLIĞINIZI İSTEMİYORUZ
SADECE BİZİ YALNIZ BIRAKIN!

DeMMak’ın (Koteba Kabile Konseyi)
ve Batı Papua İnsanlarının Lideri
BennyWenda@fPcN-global.org

Benny Wenda

http://www.savaskarsitlari.org/arsiv.asp?ArsivTipID=9&ArsivAnaID=27084
http://www.oocities.com/yesilanarsi/yazilar/bati_papua.htm

2005-06-26 – 14:06:00

Alın uygarlığınızı…

Bilmem gözünüze ilişti mi? Geçenlerde Benny Wenda‘nın (DeMMak’ın-Koteba Kabile Konseyi ve Batı Papua İnsanlarının Lideri) bir mektubu yayınlandı BirGün’de. Wenda, adeta ”Alın uygarlığınızı, başınıza çalın” diyordu mektubunda.

Batı Papua, Avustralya’nın kuzeyinde bulunan Yeni Gine Adası’nın batı yarısı. Batı Papua’nın kabile insanları öncelikle ”zalim Endonezya rejiminden bağımsız olmak için, doğamız, kültürümüz ve ayrıca çevremiz için, doğamızı çalan diğer ekonomik sömürgeleştirmelerden kurtulmak için mücadele ediyoruz” diyorlar. İşte mektuptan bazı satırlar: ”Batı Papua’lılar etnik olarak ne Asyalı, ne Avustralyalı ne Polinezyalı veya ne de diğer gruplamalardandır, aksine bizler yüzde yüz Melenezyalıyız. Batı Papua coğrafi olarak dağlık ve tropik yağmur ormanlarıyla kaplıdır. Batı Papua 250 farklı kabileden, dolayısıyla çok farklı kültürlerden 250 farklı dilden oluşur. Mücadelemiz kendi topraklarımızda toprak içindir, çünkü toprak bizim anamız ve orman bizim ambarımızdır. Çünkü orman bize hayat ve tüm ihtiyacımız olanı verir. Batı Papua’ya şimdi bakarsak, sahip olduğumuz her şeyin hemen hemen yok olduğunu görürsünüz; mesela insanların öldürülmesini, ağaçların hızla kesilmesini, tüm yaşam biçimimizin yok edilmekte olduğunu görebilirsiniz.

Bizi, her ne olursak olalım yalnız bırakın, çünkü biz bin yıllardır biliyoruz. Bizler tüm Melenezya bölgesine özellikle Batı Papua’ya sizin uygarlığınız daha doğmadan çok önce yerleştik. Batı uygarlığı dünyamıza geldiğinde- sözde gelişmenin her türlüsünü getirerek- bizlerin doğal yaşam biçimlerimizi yok etmeye başladı. Gelişme istemiyoruz, Batılı yaşam biçimi istemiyoruz, insanlarımızın daha fazla sömürülmesini istemiyoruz, Uygarlığınızı istemiyoruz, Sadece bizi yalnız bırakın!..” BATI PAPUA-BENNY WENDA

NEREYE KADAR TÜKETECEĞİZ?

Bugün dünyamız tüketiyor. Hem de tüketmeyi dayatıyor. Benny Wenda‘nın dediği gibi ”Batılı yaşam biçimi” dediğimiz şey bunu emrediyor. Kurulu düzenler kar daha fazla kar kurgusu üzerine tüketimle şekilleniyor. Tüketirken neyi tüketiyoruz peki? Fiilen doğanın kaynaklarını tüketmiyor muyuz? Tüketimin başka türlüsü de olanaklı değil zaten.

Doğa özelleştiriliyor. Ya da fiilen el koyuluyor. Tüketim artıyor, çevre tükeniyor, kirleniyor. Zararlı gazların salınımı artıyor. Peki ama, nereye kadar, ne zamana kadar?

Wenda’nın kulaklarını çınlatırcasına bugünlerde ”uygarlık(!) ihraç etmek isteyenler” Dünya Mahkemesi (WTI)’nde yargılanıyor. Mahkeme, barışa ve adalete ‘evet’ diyen herkesi, bugün Irak’ta sürmekte olan işgale, canlıların kırımlarına, doğanın ve çevrenin talan edilmesine ‘hayır’ demeye davet ediyor…

http://www.sesonline.net/php/genel_sayfa_yazar.php?KartNo=32763&Yazar=Yal%E7%FDn+Erg%FCndo%F0an

August 23, 2010 Posted by | eko-savunma, yerli - yerel halklar | Leave a comment

Doğa Savunma Mücadelesinde Yöntemler – Extrip – Asiye 3.Sayı

Bundan çok değil 500 yıl öncesine kadar doğa kendi kendisini idare edebiliyor, kendi iç dinamikleriyle kendisini yenileyebiliyor ve tehditleri savuşturabiliyordu. Ancak içinde bulunduğumuz zamana geldiğimizde durum farklılaştı ve doğa kendi kendisini yenileyemez bir hale geldi.Bunun en büyük nedenlerinden biri elbette insanların nüfuslarının muazzam derecede artması, isteklerin ve tüketimlerinin tavan seviyeye gelmesi ve bu isteklerini karşılamak için modern aletlerle doğa büyük bir saldırı içine girmesi en önemli sebep olarak karşımıza çıkıyor.

İlkel toplum zamanları ve göçebe yaşamın tercih edildiği zamanlarda doğaya verilen tahribat çok azdı. İnsanlar ihtiyaçları kadar ağaç kesiyor, balık tutuyor, avlanıyor ve bitki topluyordu. Ayrıca sürekli olarak yer değiştirmelerinden dolayı bir bölgeyi terk ettiklerinde, oradaki doğa da kendi kendisini yenileme imkanı buluyordu. O dönemlerde insanların kullandığı alet edevatlar da doğaya yıkım yaratmaya zaten pek elverişli değildi; basit baltalar, taştan oyulmuş mızrak uçları, ok ve yay g,b, aletlerle zaten bu insanların doğadan alabilecekleri sınırlıydı.

Ancak modern topluma geldiğimizde işler değişti. 10 saniyede 3 metre çapında bir ağacı deviren makinalar, tek çekişte onlarca ton balık avlayabilen balıkçı tekneleri, biçerdöverler, otomatik av silahları, oluk oluk benzin tüketen motorlu araçlar,vb. Modern aletlerle doğaya karşı neredeyse topyekün bir savaş ilan edilmiş durumda. Tabi bu adaletsizlik karşısında doğanın da yapacağı bir şey yok tabi ki…

İşte bu noktada bilinçli insanlar da doğayı korumak ve kendisini koruyamayan doğanın saflarında bulunmak amacıyla doğa ve çevre hareketlerini örgütlemeye başladılar. Zaten yazımın konusu da bu mücadelede kullanılan yöntem ve stratejileri incelemek ve hangi yöntemin daha mantıklı olduğunu tartışmaya açmak..Bu kısa girişten sonra konumuza girelim…

Mücadelenin ilk başlangıcı hiç de bizi şaşırtmayacak bir dönemde; Sanayi Devrimi sonrasında denk gelmektedir. İlk olarak İngiltere’de 1850’lerde “Back To Nature” hareketini kuran birkaç sanatçı ve bilim insanı bu konuda dikkat çekmek üzere bir mücadeleye girmişlerdi. Tabi o dönemlerde çok da ses getirecek bir mücadele olmadığını dönemin kaynaklarından öğrenebiliyoruz. Bunun en büyük nedeni elbette o dönem insanlarının yeni gelen sanayi devriminin sarhoşluğu içinde olmasını gösterebiliriz.

Ancak doğa hareketlerinin bugünkü halini almaya başlaması tam olarak 1960’ların sonu olarak karşımıza çıkıyor. Savaş Karşıtı hareketlerin içindeki birçok insan, Vietnam Savaşı’nın sona ermesi ve 68′ hareketinin bitmesinden sonra çeşitli doğa hareketlerinin kurucusu ve aktivisti olarak karşımıza çıktılar. Bu dönemde çeşitli metodları ve stratejileri benimseyen bu örgütlerin kimisi halen varlığını sürdürmekte, kimisi ise ismini tarihe gömerek mücadelenin dışında kaldı.Şimdi bu mücadele metodlarını benimseyen yapılanmaları baz alarak bu metodları başlıklar altında irdeleyelim…

Hayvan ve Toprak Kurtuluşu Mücadelesi

Bu mücadelenin ortaya çıkışı 1963 yılında İngiltere’de kurulan Hunt Saboteurs Association ile başlamaktadır. Bu mücadelenin en önemli özelliği lidersiz olması ve merkezi örgütlenmeye karşı olmasıdır. Bu mücadeleyi benimseyen insanlar kendi yerellerinde “Hücre” adı verilen küçük ve gizli yapılanmalar kurarak eylem yapmaktadırlar.

Mücadelede esas olan doğaya zarar verdiği bilinen kurum-şirket ve kişilere karşı, mal ve maddi kayba uğratıcı “doğrudan eylem” yapmaktır.Yapılan eylemlere eko-sabotaj veya kısaca “ekotaj” adı verilmektedir.Eylemciliğin temelinde hiçbir şekilde hayvanlara, insanlara (doğa dümanı olsa da) fiziki zarar verilmemesi esas alınmaktadır.Ancak yapılan eylemlerde bugüne kadar yaklaşık 20 aktivist karşı taraftan gelen saldırılar neticesinde hayatını kaybetmiştir.

Bugün dünyada bu mücadeleyi benimseyen Earth Liberation Front (Dünya Kurtuluş Cephesi) 1992’de kurulmuş ve 17 ülkede hücreye sahiptir, Animal Liberation Front (Hayvan Kurtuluş Cephesi) 1976; ki bu örgüt 1963 Yılında Hunt Saboteurs Association içerisinde çalışmaya başlamış ve1972 yılında Band Of Mercy adı altında kurulmuştur, Earth First! (Önce Dünya!) 1979 yılında kurulmuştur ve 19 ülkede örgütlüdür.

Greenpeace ilk kurulduğunda birkaç eko sabotaj eylemi yapmış olsa da daha sonra değineceğimiz pasifist eylem modelini benimsemiş ve bu eylem tarzını terketmiştir.

Eylem metodu olan ekotajlarla bugün birçok ülkede doğaya karşı yapılan saldırıları püskürtmeyi başarmışlardır.Ekotaj’da kullanılan metodlara baktığımızda hayvanları çiftliklerden alarak güvenli bir ortama kaçırma, bombalama, kundaklama, doğadan acımasızca toplanan kürk-deri vb. Maddeleri boya ile kullanılamaz hale getirme, yumurta atma, ağaçlara çıkarak kesilmelerini engellemek, iş makinelerini bozarak kullanılamaz hale getirmek gibi uygulamalar karşımıza çıkmaktadır. Genel olarak deney laboratuarları, ilaç firmaları, kereste şirketleri, mezbahalar, kürk ve besi çiftlikleri, bankalar, kargo şirketleri, sirkler ve hayvanat bahçelerini hedef almaktadırlar.

İlk başta her türden insanın bir araya gelerek kurduğu bu yapılanmalar, 1990’lı yıllardan sonra anarşist mücadeleye doğru bir kayma yaşamaya başlamış ve özellikle Yeşil Anarşist mücadeleyle etkileşim haline geçmiştir. Türkiye’de 2000’li yıllarda ilk hücreler ve eylemler yapılmaya başlamış ve bugün birçok ilde de hücreler olduğu bilinmektedir. Bu mücadele biçimi birçok devlet tarafından 2. Dereceden Terör sorunu olarak kabul edilmekte ve aktvisitler büyük hapis cezalarına çarptırılmaktadır. Ancak bu durum mücadelenin büyümesine herhangi bir olumsuz etki yapmamaktadır.

Bu mücadele biçimi şüphesiz ki en çok ses getiren ve en başarılı mücadele biçimi olarak göze çarpmaktadır. Bugün eylemlerin verdiği maddi zararlardan dolayı birçok doğa sömürücüsü tesislerini kapatmak zorunda kalmıştır. ELF’in 1998 yılında Vaşakların yoğun yaşadığı bölgeye kurulan bir kayak merkezine yaptığı saldırı sonrasında tesis 12 Milyon dolar zarara uğramıştır. Bu saldırı o kadar ses getirmiştir ki, daha sonra burada kamuoyu baskısıyla vaşaklar için koruma alanı oluşturulmak zorunda kalmıştır. Bu konuda daha ayrıntılı bilgiyi bahsettiğimiz örgütlerin internet sitelerinden takip edebilirsiniz.

Pasif Direniş 

Bu metodu kullanan örgütlerin temeli genel olarak 68’lerdeki hipi hareketi ve pasifist gruplara dayanmaktadır. Genel olarak bu örgütlerin hepsinin çalışma metodları ve yapıları birbirinin aynıdır.Zaten bu metodu benimseyen örgütlerin sayısı da çok fazla değildir.

Bu metodu uygulayan örgütlere baktığımızda karşımıza ilk olarak çıkan örgüt olarak Greenpeace çarpmaktadır. 1972 Yılında nükleer savaşa dikkat çekmek için ortaya çıkan Don’t Make A Wave Comitee hareketinin devamı olarak kurulan örgüt şu anda 42 ülkede ofise sahiptir.

İlk başta bahsettiğimiz radikal hareketlerin aksine liderlik ve hiyerarşiye sahip olan örgüt, Amsterdam merkezli olarak dünyada çeşitli kampanyalar ve eylemler yapmaktadır. 1977 yılında Paul Watson önderliğindeki bir grup, Greenpeace’i fazla uzlaşmacı ve pasifist bularak Sea Shepherd adlı örgütü kurmuşlardır.

Bu eylem metodunu kullanan bir diğer grup ise Küreselleşme Karşıtı hareketlerin içindeki eski sosyalistler ve bazı dejenere marksistlerdir. 1999 yılında Seattle ayaklanmasında anarşist grupların mücadelede aşırı şiddet kullandığını savunan bu gruplar, daha sonra yapılan küreselleşme karşıtı protestolarda pasif direniş eylem metodunu seçmişlerdir.

Diğer bir grup olan PETA’da bu metodu seçmiştir. Örgüt genel olarak eylem yaptıkları ülkelerdeki ünlü kişilere çıplak eylem yaptırarak konuyu kürk, deri ve et sanayisine çekmeye çalışmaktadır.Örgüt ayrıca vejetaryenlikle ilgili birçok bilgilendirici çalışma da yapmaktadır.

Bu metodu savunan gruplar hiçbir şekilde saldırıya uğrasalar dahi şiddete başvurmamayı tercih etmektedirler. Yaptıkları eylemlerde coplanırken, gaz yerken, gözaltına alınırken hareketsiz kalarak gözaltına alınmayı kabul ederler. Eylem şekli olarak ülkelerin ve şehirlerin büyük yapılarından iple sarkarak pankart açmak, balina gemilerinin çevresinde botlarla taciz turları atmak, kendilerini firma ve devlet kurumlarına zincirlemek, eylemlerde çan-boru-düdük çalmak ve dansetmek, çıplak eylem yapmak,vb vb..

Bu örgütlerin bir diğer özelliği de çok büyük maddi güçleri olmasıdır. Özellikle PETA ve Greenpeace gibi örgütler “destekçi” adı verdikleri bireysel bağışlardan çok büyük paralar kazanarak yukarıda belirttiğimiz eylemleri gerçekleştirmeye harcamaktadır. Yapılan büyük ve uluslarası kampanyaların sonuca ulaştığı da pek görülmemektedir.Örneğin 33 yıldır süren fok avlarına karşı kampanyada bugüne kadar olumlu bir yol alınmamıştır. Hatta durum daha da vahim bir duruma gelmiştir. Aynı şekilde balina avlarına karşı yapılan kampanyalarda da 20 yıldır herhangi bir gelişme olmamıştır. Bu metodu seçen grupların devletlerden, şirketlerden, kurumlardan sponsorluk kabul etmemelerine rağmen çok büyük maddi güce sahip olmamalarının en büyük nedeni “reklam ve lansman” güçlerinden kaynaklanmaktadır. Özellikle Greenpeace örgütü ve küreselleşme karşıtları, yer aldığı her türlü eylemi sanki kendisi yapmış gibi lanse ederek kendi reklamını yapmayı (10.000 kişilik eylemde 50 kişi bile olsalar), basına geçilen haberleri manipüle etmeyi bir yol olarak tercih eder.

Yukarıda yazdığım sebeplerden ötürü bu gruplar bugün birçok ülkede doğa korumacı diğer örgütlenmeler tarafından “istenmeyen örgütler” ilan edilmiştir.Türkiye’de de durum aynıdır.

İdeolojik Olarak Doğa Mücadelesi

Bu aslında doğa koruma mücadelesinin içindeki diğer gruplarla ilintili halde olan kişilerin temsil ettiği hareketlerdir. Yukarıda irdelediğimiz örgütlerin eylemlerini desteklemek,teorik altyapısını ve lobi faaliyetlerini yürütmek gibi amaçları vardır. Örnek vermek gerekilirse Greenpeace ile Yeşiller Hareketi’nin; Earth First’le de anarşist grupların resmi olmayan bir bağı vardır.
Genel olarak bakıldığında ilk göze çarpan politik hareket Yeşiller Hareketi olarak karşımıza çıkmaktadır. Özellikle Avrupa’da azımsanamayacak bir güce sahip olmasına rağmen, elitist yapısından dolayı gelişmekte olan ülkelerde ve 3.Dünya Ülkeleri olarak tanımlanan ülkelerde pek de taraftarı olmadığı söylenebilir. Genel olarak eskiden sosyalist olan ve daha sonra liberal mücadeleye kayan kişiler tarafından çalışmalar yapmaktadır. Lobi faaliyetleri ve kamuoyu oluşturmak gibi stratejik politikaları benimserler.
Bir diğer grup ise anarşiyi savunan gruplar tarafından mücadele eden örgütlerdir. Anarşi’nin temelinde doğayla uyum ve ekosistemin devamlılığı gibi düşünceler olsa da, bu konuda esas mücadeleyi Yeşil Anarşi hareketi içerisinde bulunan kişiler yürütmektedir.

Yeşil Anarşistler içerisinde anarko primitivistler ve sosyal ekolojistler olmak üzere iki grup öne çıkmaktadır. Burada kısaca değineceğimiz grup anarko primitivistler olacaktır. Temelde ilkelciler Uygarlık Karşıtlığı, Tekno Endüstriyel Sistemle Mücadele ve İlkele Dönüş üzerinden mücadele yürütürler. Eylem metodu olarak ekosabotaj ve doğrudan eylemi benimseyen bu gruplar, birçok açıdan Hayvan-Toprak Kurtuluşu veren örgütlerle dayanışma ve eylem birlikteliği içerisindedirler.

Sonuç Olarak…

Kısaca hem doğa koruma mücadelesi yürüten eylemci grupların kısa tarihine göz atmış olduk, hem de bu grupların metodları hakkında kısaca bilgi vermiş olduğumu düşünüyorum.Burada anlattığım gruplar dışarısında eylem grupları olmayan ve alan-tür koruma çalışmaları yapan STK’lar olduğunu da belirtmemizde fayda var.

Yukarıda anlattığımız metodlara bakarak en doğru ve işe yarar metodun ne olduğunu tartışarak en doğru yöntemi seçmemiz gerçekten de çok önemli.Ancak mantıklı bakıldığında iple sarkıp pankart asmanın ya da çıplak olarak protesto yapmanın, düdük çalmanın ne gibi bir faydası olacağını da idrak etmemiz mümkündür. Esas olarak doğa ve çevre sorunu ilk başta da anlattığım üzere bir uygarlık ve nüfus sorunudur. Bu sebeple uygarlığın yıkılması için mücadele etmeden yukarıdaki hangi yöntemi uygularsak uygulayalım kesin bir sonuca ulaşamayacak, yalnızca günü kurtarmış olmakla kalacağımızı her zaman hatırlamamız gerekmektedir. 

Bir sonraki sayıda Hayvan ve Toprak Kurtuluşu ile ilgili daha geniş bir yazı yazarak bu konuyu daha detaylı bir biçimde sizlere anlatmaya çalışacağım…

http://issuu.com/internationala/docs/asiyev3

July 26, 2010 Posted by | anti-endustriyalizm, anti-kapitalizm, anti-otoriter / anarşizan, eko-savunma, isyan, sistem karsitligi, somuru / tahakkum, türcülük, doğa / hayvan özgürlüğü | Leave a comment

Yeşil Anarşi Nedir ?

 

Bu yazılar, çeşitli yeşil anarşist düşüncelerden toplanmışlardır.

-Black and Green Network-

“…Erkeğin tarihine ve Leviathan’a karşı mücadele, yaşamla anlamdaştır; bu onu parça parça hale getiren canavara karşı Biyosfer’in kendini savunmasının bir parçasıdır. Ve mücadele hiçbir anlamda bitmemiştir; canavara yaşayan varlıklar tarafından hayat verildiği sürece bitmeyecektir.” -Fredy Perlman

Reddetmenin İdeolojisi

Net olarak şu söylenemez: ‘Yeşil anarşist’ veya ‘anarko-primitivist’ ideoloji yoktur. Anarşistler aslında şu an bulunmayan bir yaşam biçimi olarak tanımlanan bir yaşam biçimine doğru arzu ve eylemleri tarafından belirlenmişlerdir. Anarşi aslında ‘anti-otoriterlik’ anlamına gelir, ve kolaylıkla görülebildiği gibi, bu da  herkese farklı şeyler çağrıştıracaktır. Hiçbir tek ‘anarşist’ görüş yoktur.

Burada kullanılan ‘-İzmler’ geleneksel nedenleri daha büyük bir eleştiriyle tanılamak içindir.  Anarşistler egemenlikten ve hiyearşilerden yoksun ve bütün devlet gücünün ortadan kaldırıldığı bir dünya arıyorlar. ‘Yeşil’ ön eki, bu otoriter yapıların ne olduğunun bir uzantısına yani teknoloji, endüstriyelizm ve uygarlığın kendisine doğru işaret eder. (bu üç kategoriye bütün ‘yeşil anarşistler’ başvurmasa da).

Ideoloji, düşüncenin bütün alanlarına kendi bütününü taşıyan katı bir inanç sistemidir. İdeolojinin bir kritiği, eylem ve görüş planı vardır, örgütler ve platformlar tarafından  kapsanır vesaire. Yeşil Anarşist eleştirinin bir parçası bu çeşit grupça düşünme geleneğinin bir rol anlayışıdır. Sol, ideolojiyi gelecekteki devrimin bir aracı olarak sıkı tutmaktadır. Bizlerse böyle eksiksiz paketlerin insanların kendi potansiyellerini uyandırmayacağını fakat onlara içindekileri kusmak için yeni bir şeyler çıkardığını düşünüyoruz. Bizler ideolojinin insanları sabit bir devlet altında tutan uygarlaşmış düşüncenin bütününün bir parçası olan bir uygarlık aracı olarak görüyoruz. Çıkarlarımız otomat değil otonom varlıkların dünyasını meydana getirmektedir.
Bu, solculara yeşil anarşistleri örgütlenmiş olmamak ve gevşek bir görüşe sahip olmak gibi eleştiri hakkını doğurmuştur. Bununla birlikte, eğer yeniden dolu varlıklar olursak bunun önemli bir adım olduğunu düşünüyoruz.  

Anarşi Demokrasi Değildir

Popülistleri başka türlü ilerletmeyi amaçlamak adına harcanan çabalara karşın, anarşi  gerçek anlamıyla demokrasi değildir (her hangi biri istediği kadar onu doğrudan veya sosyal demokrasi olarak tanımlasa da). O yöne dikkati çekme ihtiyacıyla, bu oldukça önemsiz görünmektedir, fakat anarşist retorikte şekillenmiş olan “radikal demokrasiden” daha fazla olarak çoğunluğu görmeden büyük müktardaki anarşist literatüre bakmak zordur.
Anarşi kelimesinin Yunancasının anlamına bakalım! an-, -sız anlamına gelir, ve arkhos, hükümdar anlamına gelir. Bu kelimeleri birleştir ve karşına hükümdarsız anlamı çıkacaktır, veya daha yaygın bir dille, her hangi biçimde politik otorite yokluğu anlamı çıkacaktır ortaya.

Demokrasi, ister inanın ister inanmayın, bir yönetim biçimidir. Son ek, –cracy, ve ardından gelen Latince kelime–cratia, Yunancası –kratia güç, kuvvet anlamına gelir ve hükümet veya yasa olarak çevrilir (Yunanca: demokratia insanlar + hükümet anlamına gelir [Marks için proleterya diktatörlüğü anlamına gelir]) . Ve burada bir basamak daha inerek, bir hükümetin hükmeden veya belirli insanların bütün sosyal, ekonomik ve politik aktivitelerinin bir aracısı veya bir organizasyonu olduğunu söylemek isterim. Öyleyse gördüğümüz gibi anarşi, gerçek anlamıyla demokrasi değildir.
Anarşistler prensipte bütün otoriter kurum ve yapıların tam bir reddini savunurlar. Bütün devletler onları Gezegende ve onun üzerindeki bütün rahatsız etmektedirler.  Onlar var olduğu sürece, otonomi olamaz. Bu varoluş sonradan kurulmuştur, ortadan kaldırabiliriz.  

Yeşil Anarşiler?

Tek başına yeşil anarşi görüşü diye bir şey yoktur ve aramızda muhakkak ki her şeyde olduğu gibi bir çok bölünme vardır. Yeşil anarşistler arasındaki birleştirici prensip güç ilişkilerinin ekolojik olarak yönlendirilmiş bir kavrama gücüdür. Farklılıklar esasen, evcilleşme sürecine bağlı olan tartışmalardan kaynaklanmaktadır.
Kapasiteye gereksinimimiz var ve “yeşil anarşizmin” bütün farklı fikirlerini listelemek istiyoruz.  Bu kategorilerin isteyerek değil, basitliklerinden verilmiş olduğunu vurgulamak isteriz. İdeolojik kısıtlamalardan hiçbir çıkarımız yoktur ve böyle özetlerde hiçbir mutlak inancımız yoktur. Belirli eleştirilere ayırt etme işareti sadece basmakalıp nedenlerden dolayı kullanılmıştır!!

İşte başlıca görüşlerin bazıları;  

Anarko-Primitivizm: Bu eleştiri “insan doğası” ve kapasitesine bir bakış olarak yaşam ortaklığı içindeki insanın milyonlarca yıllık vahşi birlikteliğine bakar.  Gücün kesinlikle ahlaksızlaştırdığını düşünsek de, bundan şu sonuç çıkar ki, uygar insanın mitine zıt olarak şans verildiğinde insan kötü değildir.
Eleştiri, evcilleştirmenin bugün geldiğimiz noktanın ilk aşaması olduğunu savunur. Anlayışımız şu ki, sadece kapitalist ilişkiler zulm etmezler, ayrıca yerleşik tarım mülkiyete yol açmış ve bu da erkin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu nokta, her şeyin kendi kullanımımız/sömürümüze sunulmuş objeler olduğunu düşündüğümüz bugünkü dünyanın oluşumuna neden olan başlangıç sürecini göstermektedir. 

İddianın bazı başlıca noktaları bu eleştiriye göre bu saklı olan anlamda gizlidir.  John Zerzan uygarlığın altüst edilmesi için sembolik düşünmenin ortadan kaldırılmasını gerektirdiğini ileri sürüyor, oysa diğerleri sembolik kültürün daha büyük ve daha farkında olunması gereken bir sorun olduğunu söyler. Her iki görüş de tarımsal yerleşimden daha da geriye gidilmesi konusunda hem fikirdir.  

Uygarlık Karşıtlığı: Bu eleştiri anarko-primitivizm anlayışıyla benzerdir, fakat bütünü oluşturan unsurlar anarko-primitivizmin belirli bir insan/zamanı fazla idealleştirdiğini düşünürler.  Bu görüşün geleneği kendisini anarko-primitivizmle aynı kalıba koyulmasını istemezler. 

Yeşil Anarşizm: Yukarıdaki iki kategoriyi kullanmayanlar için genel bir terim olarak kullanılmaktadır ve kesinlikle hiçbir saf tutarlılığı yoktur ve genel başlık bu grubun tamamı için tasarlanmamıştır. 

Bu kategori içindeki fark, uygarlığın yıkıcılığının anlaşılmasını aramak için ne kadar geriye gidileceği sorularında yatmaktadır. Bazıları evcilleştirmenin ve tarımın ekolojik olarak sürdürülebileceğini veya tercih edilebilir olduğunu söyleyebilir.  Diğerleri de teknolojinin kendisinin asıl sorun olmadığını ileri sürebilir.

Birleştiren prensip, bir yıkıcı olarak mega-teknolojik Devlet’i anlamakta ve ekolojik bir temelde gizlidir.

Yukarıda bahsedilen felsefik düşüncelerin başka bir etmen tarafından eşlik edilme eğilimindedirler. Yeşil Anarşizm içinde şunları barındırır;

Devrimci Yeşil Anarşistler: Anarşistik bir dünya için araç olarak bir kitle hareketi ve devrim için uğraşırlar ve,

İsyancı Yeşil Anarşistler: Sistemi daha birey temel üzerinde yok etmek amacıyla burada ve şimdi isyan isteyenlerdir.
Burada içten bir bölünme vardır, fakat bu fark birinin bütün uygarlaşmış varlığı yok etme yaklaşımları üzerinde büyük bir etkiye yol açmaktadır.

Büyük bir iddia ardakalmaktadır ki, ikisi de ayrılmazdır ve her hangi bir isyan eylemi uygarlaştırılmış düzene darbe indirmektedir. Bazıları ayaklanmanın devrimin alt yapısını hazırladığına işaret edebilir. Bu iki görüş arasındaki tartışmaya bir örnek olarak, Ted Kaczynski’nin ‘Sisteme Yaralanacağı Yerinden Vurun’ (Green Anarchy #8) ve Saf Nefretle ‘Sisteme Yaralanacağı Yerinden Vurun’ , ya bu arada ne yapacağız’ (Green Anarchy #9) yazılarını okuyun.  

Sosyal Ekoloji Üzerine Bir Not
Sosyal Ekoloji, genel olarak Murray Bookchin ve onun Sosyal Ekoloji Enstitüsü ile ilişkilendirilir ve tipik olarak yeşil anarşinin içinde bir öğe olarak tutulur. Black and Green Network, Coalition Against Civilization, ‘Bring on the Ruckus’ Society, ve Green Anarchy dergilerinin her biri açık bir biçimde bu görüşün anarşiyle ilişkili olmadığını açıkladılar. Bob Black’ın Anarchy After Leftism (Columbia: C.A.L., 1998) kitabında ayrıca bu görüşün altında yatan otoriter prensipleri çizmiştir.
Sosyal ekoloji veya özgürlükçü belediyeler öz olarak sadece yeşil bir uygarlık yaratmaya çalışan otoriter, demokratik ütopyalardır. Bizlerin aktif olarak bu günlük yıkıcı gerçekliği reforme etmek ve sürdürmek için uğraşanlarla ilişkide bulunmak için nedenimiz yoktur.  

UYGARLIK

Şimdiden uygarlığın son noktasını görüyoruz: evvela, tam egemenlik ve çok geçmeden doğanın yıkımı. Ve, Freud’un önceden kehanette bulunduğu gibi, evrensel nevrozun devleti yaklaşıyor.
Paul Shepard insan klonlamayı içeren genetik mühendisliğine atılan adımının ilk adımda yani evcilleştirmede saklı olduğunu söylemişti. Kontrol ve yönetme tutkusu uygarlığın köşe taşıdır. Dünyaya ve yaşama karşı bu yönlendirmenin içsel mantığı üzerinde uygarlık kendi bitimine ulaşmaktadır.
Uygarlığın kurulan ruhu, işbölümü veya uzmanlaşmayı yavaş yavaş geliştirmeyle başlamaktadır. Nüfuzun haksızlığı çeşitli türde uzmanın etkileyici gücü yolu meydana gelmektedir. Uygarlık yolu, yaklaşık 2 milyon yıl hüküm sürmüş olan doğal anarşi durumuna 10,000 yıl önce son vermiş olan hayvanların, bitkilerin ve kendi atalarımızın evcilleşmesi sayesinde asfaltlanmıştır.

Uygarlıktan önce genelde bol bol yetecek kadar boş zaman, hatırı sayılır cinsiyet otonomi ve eşitliği, doğal dünyaya yıkıcı olmayan bir yaklaşım, örgütlü şiddetin yoksunluğu ve güçlü sağlık ve dinçlik vardı. 

. Uygarlığın birkaç faydasını sayacak olursak, savaşı, kadınların kontrol altına alınmasını, artan nüfusu, ağır ve sıkıcı çalışmayı, kemikleşmiş hiyerarşileri, ve neredeyse bütün bilinen hastalıkları başlatmıştır.
Uygarlık içgüdüsel özgürlük ve Eros’tan tatbik edilmiş bir vaz geçmeyle başlamakta ve ona bel bağlamaktadır. Asla reforme edilemez ve bu yüzden bizim düşmanımızdır.  

EVCİLLEŞME

Evcilleşme 12,000 yıl kadar önce – ilk olarak Yakın Doğudaki Bereketli İslam Aleminde – başladı. Fakat bu süreç birkaç bin yıl sürdü ve mülkiyet ve iktidar askeri savunmayı ve uygarlığın sosyal kontrol strajesini zorunlu kıldı, bu moderniteye öncülük eden sıradaki ilk hataydı.
Evcilleşme insan türünün diğer yaşam biçimlerini evcilleştirdiği, kontrol ettiği, yetiştirdiği ve genetik olarak değişime uğrattığı bir işlemdir. Ayrıca evvelce göçebe olan insan popülasyonlarının yerleşik bir yaşam tarzına yönlendiren bir işlemdir. Evcilleşmenin ilk şekli, insanının yaşamı kontrol etmesinin hem toprakla hem bitkilerle hem de hayvanlarla totaliter bir ilişkiyi zorunlu kıldı. Oysa gerçek vahşilik halinde, bütün yaşam kaynaklar için sınırlı bir biçimde yarışır (i.e. ihtiyacından fazla almak nadiren yaşanır); evcilleşme bu dengeyi ortadan kaldırdı. Evcilleşmiş kırlar (e.g. pastoral topraklar/tarım alanları, ve bazı boyutlara kadar– yine de daha az bir dereceye kadar– bahçecilik) kırlar üzerinde varolan veya eskiden var olmuş olan kaynakların açık paylaşımının sonunu zorunlu kılmıştır.  Evcilleşmiş kırlar “bir zamanlar bunlar herkesindi, ama şimdi benim” söyleminin kullanıldığı yerlerdir. Tartışılabilir bir şekilde bu sahiplik inancı mülkiyet ve gücün meydana çıktığı gibi sosyal hiyerarşinin kurulmasını hazırlamıştır. Evcilleşme sadece kırların ekolojisini özgürden totalitere değiştirmemiştir, evcilleştirilmiş türleri de esir etmiştir. Buğday, mısır, domuzlar ve atlar bir zamanlar doğanın kaosunda özgürce dans ederlerken, iradeleri dışında genlerini harfi harfine çarpıtan insan tutsaklığının kontrolü altına girmişlerdi. Genelde birden fazla çevre, daha az hayatta kalabilme kontrol altına alındı: yaşamdaki en ayakta kalabilir tipteki evcilleştirme doğal dönüşümlü ve daha küçük derecede çalışan bahçecilik uygulamalarıdır.
İkinci tür evcilleştirme – insanların kendilerine yaptıkları – göçebe bir biçimde toplayıcılığa oranla insanın kendinden bir çok şey vermesini içerir. Burada, göçebe toplayıcılıktan evcilleşmeye yapılan çoğu değişmelerin otonomik olarak yapılmadığını, kılıç ve silah vuruşlarıyla yapıldığı değerli bir bilgidir. Oysa sadece 2000 yıl önce avcı/toplayıcıların dünya nüfusunun çoğunluğunu oluştursa da, şimdi bu %1’dir. Bu gerçek, son vahşi ve özgür insanın kölelik ve yıkıma doğru gittiği hükmünü veren bir kolektifin sonucu değildir. 

Evcilleşme yolu, gezegenin her tarafına bir zamanlar özgür olan popülasyonların köleliğinden daha fazlasını istemiştir. Bu popülasyonu ve uygulamanın yaratıcılarını zapt etmek için sayısız patolojiler anlamına gelmektedir. Birkaç örnek çeşitli olmaya beslenmeye fazla günemekten besinsel sağlıkta bir düşüşü  içerir, evcilleştirilmiş hayvan başına hemen hemen 40-60 hastalık insan popülasyonlarına (grip, yaygın nezle, tüberkiloz, etc.), kayıtsız şartsız paylaşıma bir son veren ve mülkiyeti değişmeyerek gerektiren ve popülasyonun dengesiz bir şekilde besleyebilmek için kullanılabilen üretim fazlasının kalması, parazitler için ideal ev sahibi çevrenin yükselişi, imhadan kaynaklanan ilk problemler ve bununla ilgili dışkıya yakınlık ve hastalıkların yapay çevre tamponları doğal seçimi gibi nesilden nesile taşınması kapasitesini katar.  

ENDÜSTRİYELİZM

Endüstriyelizm  – insanların ve doğanın sömürüsü ve merkezi güç  üzerinde kurulmuş olan üretimin karmaşık mekanize sistemlerinin varlığı. Endüstiyelizmin eleştirisi, devletin anarşist eleştirisinin doğalbir uzantısıdır, endüstriyelizm öz olarak emperyalistik, soykırımsal, ekokırımsal ve ataerkildir.  Endüstriyel bir toplumu devam ettirmek için, makinelerin yakıtla çalışması ve yağlanması için yenilenemeyen kaynakları elde etmek amacıyla toprakları zaptetmek ve sömürgeleştirmek gerekiyor. Bu sömürgecilik/ emperyalizm ırkçılık, cinsiyetçilik ve kültürel şovenizm tarafından mantıklı kılınmaktadır. Bu yenilenemeyen kaynakları elde etme sürecinde, insanları kendi topraklarında göç etmeye zorlamanız gerekir. Ve insanların makineleri üreten fabrikalarda çalışmasını ya da onları madenlere girip ıkına sıkıla çalışmaya mecbur bırakma ve kendilerini yıkıcı endüstriyel sisteme tabi kılmanın aracı olarak hayatta kalmalarına bağlı olan kaynakları depolamalarını sağlamak için onları esir etmek zorundasınız. Endüstriyelizm büyük çapta bir merkezileşme olmadan var olamaz, çünkü büyük çapta uzmanlaşma olmadan var olamaz; sınıf egemenliği insanları aciz ve kolay sömürülebilir kılarak bilgiden faydalanmalarını engelleyen endüstriyel sistemin bir aracıdır. Bundan başka, endüstriyelizm kendi varlığını sürekli kılmak için kaynakların bütün küreye dağıtılmasını ister ve bu küreselcilik yerel otonomiye ve kendi kendine yeterliliğe zarar verir. Endüstriyelizm özde ataerkildir çünkü esasen yaşam karşıtıdır ve doğasına uygundur. Endüstriyelistin gözünde, kadın ve doğa erkeğin maddi kazancı için sömürülmesi amacıyla vardır. Bu endüstriyelizmin arkasından olan mekanik bir dünya görüşüdür. Bu görüş, kadının köleliğini, imhasını ve kontrol edilmesini haklı çıkarmış olan dünya görüşüyle aynıdır.  Her şey apaçık bellidir ki endüstriyelizm sadece insana zulmetmiyor, o aynı zamanda özde ekolojik olarak yıkıcıdır. Endüstriyelizm madencilik ve petrol çıkarma çalışmalarıyla; eko-sistemleri, havayı ve suyu kimyasallarla kirleterek dünyayı kurtana kadar emmek anlamına gelir. İleri Endüstriyel ekonominin omurgası olan nükleer enerji, eğer ortadan kaldırılmazsa yakında bu gezegeni ıssız bir hale getirecektir. Bu ve diğer nedenlerden dolayı, bizler sert bir biçimde endüstriyelizme karşıyız.

TEKNOLOJİ

Teknoloji statik bir biçimden daha fazla anlamı içeren bir işlem veya kavramdır. Bu işlemi yerine getirenler için işbölümü, kaynak çıkarma ve sömürüyü kapsayan karmaşık bir sistemdir. Teknoloji basit aletlerden bir çok bakışta farklıdır. Basit bir alet, şimdiki ortamımız içinde belirli bir iş için kullandığımız bir elementin geçici kullanımıdır. Aletler kullanıcıyı eylemden yabancılaştıran karmaşık bir sistemi kapsamazlar. Teknolojide saklı olan çeşitli biçimlerde tahakküme öncülük eden “aracı bir deneyim” yaratan bu ayrılmadır.  Üzerimizdeki tahakküm, her zaman daha fazla teknoloji yaratmayı desteklemeyi, yakıtlamayı, elde etmeyi ve orijinal teknolojiyi tamir etmeyi zorunlu kıldığı gibi yaratılan yeni bir “zaman kurtarma” teknolojisini arttırmaktadır. Bu, onu yaratan insanlardan ve yaratıcıyla buluş arasındaki güç ilişkilerinin açık bir şekilde Makinenin kendisini desteklemesinden  bağımsız bir varlığa sahipmiş gibi görünen karmaşık bir teknolojik sistemin hızla kurulmasına öncülük etmiştir. Teknolojik sistemin atık yan ürünleri hem fiziksel hem de psikolojik çevremizi zehirliyor. Makinenin hizmetinde çalınmış yaşamlar ve Teknolojik Sistem yakıtlarının zehirli atık maddeleri – her ikisi de bizi boğuyor. Teknoloji şimdi kendisini mekanik ve yapay hissi andıran bir şeyle yeniliyor. Teknolojik Sistem, hızla tek başına mekanikverim ve teknolojik genişlemecilik için tasarlanmış olan yeni bir çeşit çevre düzenleyen, kendi momenti tarafından ileriye atılmış gezegene özgü bir enfeksiyon. Bu noktada yöneten sınıfın (Teknolojik Sistemden hala ekonomik ve politik çıkar elde eden) gerçekten  kendi “Frankenstein canavarları” üzerinde kontrolleri olup olmadığı sorgulanabilir. Teknolojik Sistem düzenli olarak doğal dünyayı yok eder, öldürür veya emrine alır ve gezegenin kendisinin yenilenmesine veya hatta onunla karşılıklı bir ilişkiye girilmesine izin vermez. Teknoloji makineler için ve teknolojik sistemin karşılaştığı her şeyin mekanikneşmesine çabaladığı bir ideal için bir dünya krizi yaratır. Şayet bizler hizmetçi mekanizmalar veya teknolojinin sayborg uşaklarından daha fazlası olmak istemiyorsak, o zaman onun üzerimizdeki tahakkümünün farkına varmamız ve özgür yaşam biçimlerinin değil makinelerin ihtiyaçları çerçevesinde kurulmuş sistemi parçalara ayırmak için çalışmalıyız.  

DEVRİM

Devrimlerin trajik ironisi,  modern zamanlarda başarılı olanların bir çoğunun toplumdaki özgürlük ve otantiklik seviyesini azalttığıdır. Bu, baskı ve sindirmenin kök nedenlerinin anlaşılmadığı, doğanın ilerleme/gelişme/tahakküm tanrısına belki de devrimden önce tam olarak itaat edilmediği durumdur.
Devrimlerin şimdiye dek sorgulanmamış kurumları çözmüş olması gerekiyordu. Uygarlık bütün tahakkümlerin ana kaynağıdır: ataerkilliğin, işbölümünün, yaşamın evcilleştirilmesinin, savaşın.

Bu temellere karşı suçlamada ve hareket etmede başarısız olan, teknoloji ve sermayenin bütününü yeniden düzenlemeyi ve reforme etmeyi uman  “Devrimciler”, sadece derin bir şekilde uygunsuz olanın sürdürülmesini önermektedir.
Bizim için, kelime yerindeyse sorunun bütününün parçalanması gerekiyor.   

SOLCULUK VE LİBERALİZM

Son zamanlarda iki ana değişime doğru başarısızlığı uğramış ve tükenmiş araçlar veya yaklaşımlar liberalizm ve solculuk olmaktadır.
Liberal veya reform görüş açısı hakkında daha ne söylenebilir ki? Toplum ve biyosfer ebediyen fakirleştirilirken ve harap edilirken, zaman ve enerjinin önemsiz kırıntıların izinde harcanması sonsuz bir mazoşizmdir. Neredeyse bütün pasifistleri içinde barındıranbütün liberal partiler her yerde derinleşen krizler konusunda bir inkara başlamışlardır. Bazıları  görünüşe bakılırsa yanlış olanın derinliği ve kapsamına asla gözünü açmayacaktır. Onların sıkıca sarıldığı sadık seçmenleri ve geri dönüşümcüleri aşikar olarak yanlış olan şu iddiayı dile getirir; bütün yıkıcı sistem nasıl olsa düzelcek ve yaşama hizmet edebilecek. 

Liberalizmden ayrılabilen Sola gelince, bizler onu itibardan fazla düştüğünü ve sonunun geldiğine inanıyoruz. Birey ve doğa açısından onun evrensel olarak başarısızlığa uğradığını görüyoruz.

Temel olarak iki biçimde ortaya çıkmaktadır. İlki daha radikal hedeflerin kitleleri cezp etmek için onlardan saklandığı açık bir şekilde reformist olanıdır. Manipülasyon ve şeffaflığın yokluğu (Yeşil Parti) Solculuğun bu görüşünü temsil eder. Açık olarak radikal biçimi tam otoriterliktir ve tarihteki her örnekte bu ispatlanmıştır. Sözde “küçük k” komünistler asla her yerde reddedilmiş olan bu kalıptan kurtulamazlar. Solculuk nesli tükenmeye yaklaşmıştır, en yakın zamanda da olacaktır.
Anarşistler sola tutunduğu ve kendilerini o terimlerle (anarko-sendikalistler) tanımladığı sürece hiçbir yere varamayacaktırlar. “İlerleme” gibi teknoloji, üretim, hiyerarşi, hükümet, ekolojik yıkım, ve görüşler hala solla özdeşleşmiş olanlar arasında sorgulanmamaya devam edilmektedir. Amerikan tarihinde, Sol, en elverişli durumlarında bile, berbat bir şekilde başarısızlığa uğramıştır ve bugünkü başarı ihtimali bile şimdi herkese bu sicille tanındığından daha kötüdür. Herkes farklı bir şeyin gerekliliğini biliyor.  

NÜFUS

Dünya nüfusu dengesizdir; bu sorunun üstesinden gelecek bir strateji öne sürmüyoruz, sadece bilinmesi gereken durum hakkında bilgi olduğunu düşünüyoruz. Evvela, yaklaşık son 200 yılda insan nüfusu büyüme eğrisi normal memeli “s” şeklinden daha çok virüsün yol açtığı “j” şeklini almıştır.

Aslında bunun anlamı popülasyonun ekolojik olarak öldürücü oranda dramatik olarak artagelmekte olduğu ve bu artış eylemi daha çok virüs yayılmasına benzemektedir.  (hem virüs hem de ev sahibi ölene kadar ev sahibini tüketmek gibi). Eski sosyal hareketlerin ne göz önünde tutmuş olduğu ne de göz önünde tutmak için araçları olduğu çok ciddi bir gerçekliktir.
Şimdi bizim bunu anlamamız için bir çok aracımız var ve popülasyon problemi bir çok problem gibi ileride olacak devrimden sonraya gün keserek ertelenebilecek bir konu değildir. Bu soruna hitap etmek, bununla birlikte, nüfus kontrolü araçlarını planlamayla eşit sayılabilir; daha doğrusu nüfusun farkındalığı anti-otorite bir yaklaşım olurdu. Çünkü anarşistler olarak bizler dünya popülasyonu üzerine “hayatta kalınabilir” sayıları empoze etme araçlarını aramıyoruz, bizler üzerinde temellenilmiş anti-otoriter ve otonom eylem için problemin anlaşılmasını ve anlaşılmasını neşretmeyi seçiyoruz. Nüfus sorununa yaklaşmak için gereken bağlamın anlaşılmasıdır. Bu nüfus başına tüketim alışkanlığı, var olan biyolojik bölgeler dünya popülasyonunu kapsayabilir.  Yeşil anarşistlerin buna özel önem göstermesi tüketim alışkanlıkları ve her iki sayıdaki insanın yerel limitlerinin bağlamının anlaşılması olabilir. 

Olduğu gibi ayakta daha çok kalamayacak olan popülasyonların gerçek rakamlarla baş edecek durumları yoktur, bu daha çok kültür davranış sorunudur. Milyarlarca tarımsal çiftçi – dünya nüfusunun yarısı — bir çok yerde ormansızlaşma ve toprağın verimsizleşmesinden sorumluyken, ekolojik dönemlerde, kentleşmiş ve ilk “dünyanın” kültürel davranışı (i.e. tüketim alışkanlıkları) tarafından yapılmış yıkımdan çok daha az etkilemektedir. Bugünkü popülasyonun kontrol dışı olduğu ve iflasa gittiği doğruyken, kabahat sadece tek başına sayılarda değil ekolojik yıkımdan en fazla sorumlu olan popülasyonlarda aranmak zorundadır.
Bu bağlamda, kabahat, durdurulması gereken popülasyondan daha fazlasındadır; dünyadaki endüstriyelleşmemiş popülasyon büyüme merkezlerine bir çok kere yıkıcı etkisini gösteren davranışları olan kültürlerdir.
Eninde sonunda, endüstriyelleşmiş Kuzey, sakinleri dünya nüfusunun yarısından farklı olarak toprak temelli bir hayatta kalmanın bilgisini kaybettiği gibi diğerlerinden daha fazla ayakta kalamamanın bedelini ödeyecektir.
Anti-otoriterler olarak, otonom popülasyonların ve otonom toplulukların kendi ortalamasında yaşayacaklarını umuyoruz ve emperyalizmin, kapitalizmin ve küreselleşmenin üçüncü dünyada neden olduğu dengesizliklerin, bir kere endüstriyel sistem gittiğinde ve gezegendeki yerlilerin ellerinden alınmış ve kaybedilmiş yaşamlarına dönmesiyle hızla biteceğine inanıyoruz. Ve bu dışsal otorite veya ulus-devlet üzerinde değil, kolektif otonomi ve ekolojik farkındalık üzerinde temellenecektir .  

YERLİ DAYANIŞMASI

Toprağın asıl sakinlerinin gerçekliğine hitap etmeyen devrimci bir hareket başarısızlığa mahkumdur. Geçmiş devrimci hareketlerin özgür, eşit bir toplum yaratma girişimlerinde berbat bir şekilde başarısızlığa uğradığı nedenlerden birinin yerli insanların ayrılma, özerklik ve kendi kendini yönetme haklarına dair konulara yeterince eğilememeleri olduğuna inanıyoruz.

Yerli toplumlarla eşit ilişkiler yaratmaya ve onların kendi otonomileri için mücadelelerine yardım etmeye girişmeyen hareketler o toplumların desteğini asla alamayacaklardır. Esasen, eğer sözümona “devrimci” hareketler sömürgesizleştirme konusuna eğilmezlerse, muhtemelen Yerli insanların marjinalleşmesine ve bize düşman olmalarına sebep olacağız.
Devletçi komünizm hareketleri yerli hareketlere karşı kesin olarak soykırımcı olmuşlardır. Bu hareketler, yerli insanlara sosyal evrim ve endüstriyel ilerleme yolunda “pre-kapitalist” eserler gözüyle bakmaktadırlar. Rusya’da, Çin’de, Vietnam’da, Nikaragua’da, Peru’da, Kolombiya’da ve başka yerlerdeki baş devletler ve “devrimci”-“komünist” devletler altında yerli insanların yüz yüze geldiği şartlar, kapitalist devletler altında karşılaştıkları zulmedici koşullardan çok asgari bir düzeyde farklı olmuştur.
Anarşist hareket, komünistlerle yerlilerin kontrol altında tutulması tarihini paylaşmamaktadır, fakat anarşistler yerlilerin gerçekliklerine eğilmeyi büyük ölçüde becerememiştir. Bu aşırı derecede büyük bir talihsizliktir çünkü anarşist hareket doğal müttefiklerini Yerli özerkliği hareketinde bulmaktadır.
Bir çok anarşist Yerli sorunlarını “nasyonalist” ve bu yüzden dekonu dışı görmektedir. Bu büyük ölçüde kusurludur çünkü bu fikir, bir koloniye ait güce karşı eylem yapan her hangi farklı bür kültürün “nasyonalist” olduğunu da içine alır. Bazı yerli hareketleri doğrusu milliyetçidir- ulus devlet fikrinden çok, kendi biyolojik-ortamında özgürce var olabilme hakkına sahip olan ayrı gelenekleri olan farklı bir kültür  açısından yaklaşmaktadırlar. Yerli insanların kendi özerkliklerini ilan etme çabaları desantralizasyon için anarşist istekle çoğu kez tamamen tutarlılık göstermektedir.
Bizim hareketimiz, Yerli insanların mücadelesinin kendilerini zulmün düşmanı olarak gören herkesin büyük önem göstermesi gerektiği bir konu olduğunun farkına varması gerekiyor. Yerli insanlar devlete, endüstriyel genişlemeye, şirketsel sömürüye karşı mücadeleye her zaman angaje olmuştur. Onlar doğal dünyayla diğerlerine göre uyumlu bir ilişkiyi korumuş olan tek topluluklardır. Onlar statükoya karşı etkileyici savaşlar açmayı sürdürmektedirler. Bu mücadeleler çoğu kez, keyfi olarak konulan yasaları ve Devletin koyduğu kuralları reddetmenin, insan ve hayvanların refahını tehdit eden endüstriyel gelişmeleri durdurmanın ve şirketleri kutsal topraktan çıkmaya zorlamanın aracına sahiptirler.  Bu konular anarşizmle tamamen tutarlılık göstermektedir ve burada samimi anarşistler, radikal ekolojistler ve Yerli insanlar arasında güçlü ittifaklar için bir potansiyel görmekteyiz. Yerli insanlarla anarşistlerin dayanışması bir birine her hangi bir şekilde veya biçimde benzemek zorunda değildir- Yerlilerle dayanışmanın yerlilerin geleneklerini çalmaktan ve kişisel kazanç ve kar için onları sömürmekten meydana geldiği fikri olan “New-age” kültürel kendine mal edicilerin dayanışması kötü bir örnektir. Daha doğrusu, Yerlilerle anarşist dayanışma samimi, somut ve en önemlisi eşitlikçi olmak zorundadır.  Desteğimiz onlar tarafından hoş karşılandığında, bunu kabul edip onlarla sömürgeci egemenliğe karşı mücadelenin ön saflarında birleşmeliyiz.  

EKONOMİK SABOTAJ

Bir çok isyancı anarşistin, stratejik konuları ahlaki boyuta indirerek kendilerine mülkiyete zararın ve ekonomik sabotajın “şiddet” olduğunu ve böylece kendi düşmanını tanımlayanların ve onların kurallarına karşı ayaklananların nefetini kontrol eden liberallerle enerji tüketen retorik tartışmalara girişmeleri hayret vericidir. Mülkiyete saygı, bazılarımızın reforme etmek değil yıkmak konusunda ciddi olduğu sistemin değerlerine ve kapitalizme sadakati gösterir.   Biliyoruz ki, düşmanımız mülkiyete tapmakta ve gücünün kaynağı –yarattıkları dünyada–kendi çalınmış mülkiyet ve zenginliği olmaktadır ve sistem bize zulm etmek için her ne kullanıyorsa ona saygımız yoktur. Eğer bizler bu toplumun hapsinin dışından hapishanenin içten yıkılmasına kalkışıyorsak, eğer hala zaman varken düşmanlarımızın üzerine gitmeye hazırsak, öyleyse onlara zarar verecek bir şekilde vurmalıyızdır ve oy vermeyle veya barış nöbetleriyle asla başarılamayacaktır.  Düşmanımız – endüstriyel mega-makine – tamamen yok edilebilmesi için zayıflatılmalıdır ve bu da etkili bir şekilde, Sistemin anahtar stratejik basınç noktalarına endüstriyel kanserin kendisini yayma ve yenileme yeteneğini zayıflatmak maksadıyla acımasızca sakatlayan vuruşlar indirerek başarılabilir. Earth Liberation Front gibi hareketler ekonomik sabotajın belirli endüstrilerin engellenmesinde etkili olduğunu ispatlamışlardır; görevimiz şimdi bu sistemi toptan engellemektir.   

DEVRİMCİ ŞİDDET

Çoğumuz kendimiz ve yaşamın geri kalanı arasında barışçıl ve uyumlu bir varoluş için çabalarken, bugün içinde yaşadığımız bağlamın farkında olmak önemlidir. Dünya insanının çoğu,  “uygarlaşmadığı” veya “modernleşmediği” için değil, sözde “birinci dünya” güçlerine bağımlı olarak işgücü olmaya zorlandıkları için içler acısı koşullar altında yaşamaktadırlar. “Birinci dünyada” yaşayan bizler de bu kokmuş sistemden mustaribiz. Aşırı yabancılaşmayla, fiziksel bozulmayla, psikolojik sapmayla, ve ruhsal boşlukla birlikte, hızla tek yollu bir kötü sonuca doğru yöneldiğimiz konusunda bir tereddütümüz yok. Söylemek gereksiz olsa da, ekolojik çöküşün eşiğinde olduğumuz inkar edilemez bir gerçektir. Bu söylemiş olarak, bu durum için sorumluluk almamız ve hemen eyleme geçmemiz önemlidir. . . anlayacağımız gibi zaman hızla ilerliyor!
Devrimci bir anarşist olmaktaki esas ayaklanma veya tanıtım ve özgürleşme amacıyla ayaklanma fikridir. Bu bir çok biçim alabiir, fakat tahakküm sistemlerinin reformu devrimci olarak görülemez. Anarşistlerin yaptığı eylemlerin şiddetsiz olacağı düşünülmüş olabilirken, direnişimiz üzerinde koyulmuş hiçbir kısıtlama yoktur. anarşistler olarak, nasıl direnmeyi seçeceğimizi sınırlayan her hangi bir ideolojiyi ve felsefeyi reddetmeliyiz. Otoriteyle fiziksel etkileşim pasif ve sembolik olanın ötesinde hareket etmeyi gerektirir. Aslında, bir çok anarşist devrimci şiddeti zulme karşı doğal ve zorunlu bir tepkime olarak kucaklamaktadır.  Doğal dünyada her hangi bir yere bakarsak, kendini müdafanın içgüdüsel olduğunu görürüz. Buna varsayımsal idealler tarafından engel olunamaz. Aşırı ayrıcalığın bir yerinden  kaynaklanan ideolojik sınırlamalarını sorgulamak önemlidir. Gezegendeki çoğu insanın tahakküme karşı en “erdemli” yanıtın ne olması gerektiğine karar vermeleri için rahatlıkları yoktur ve çoğu kez kararlar yaşam ve ölümdür. Bu bireysel bir düşünce veya ideolojik bir rotüş sorunu değildir; bu “yap ya da öl”dür. Bu herkesin şiddetli direnişle meşgul olması gerektiği söylemek değil, var olduğunu, bir çok durumda doğrulanabileceğini ve kınanmaması gerektiğini söylemektir. Çeşitli biçimlerdeki Devrimci şiddet, sistemin kurumlaşmış şiddetine karşı zorunlu bir yanıt ve bütün yaşamın devamı için zorunludur. Evet, uygarlık dediğimiz bu ölüm yolculuğunun neden olduğu yaraları iyileştirmemiz gerekiyor, fakat iyileştirme süreci sadece zalimler tarafından verilen yaraları durdurabilecek duruma gelene kadar başarılı olabilir. Franz Fanon’un ileri sürdüğü gibi, zalimin fiziksel olarak kaldırılmasıve isyan eylemi arasındaki bağlantıda derinleşme ve ayrıca bir çeşit katarsis vardır. Bazıları hepimizin bir silahın ucuna baktığımız gerçeğini görmekten kaçınsa da, silah tam burnumuzun ucundadır ve kendi savunmamız ve kurtuluşumuz için ona cevap vermek zorundayız.  

TEMELLERİN ARKA PLANI

Geçmişte neyin işlediğini bildiğimiz üzerinde temellenerek, bir çok anarko-primitivist (AP’ler) desantralize otonom köy benzeri toplumların endüstriyel ötesi bir geleceği tasavvur ederler. Barınma kolektifleri, halk bahçeleri, free schools, takas şebekeleri ve halk merkezleri insanların karşılıklı yardımlaşma için böyle ağları yaratmaya başlayabileceği önemli  örneklerdir. Ekolojik ayakta kalmanın doğal olarak “toplumsal devrimden” sonra geleceğini sanmak asla yeterli değildir. Ayakta kalabilirliğin çoktan var olduğunu varsaymak zorundayız. Vahşi köklerimize geri dönme ve otorite ve tahakkümü yok etme mücadelemiz tek mücadeledir.

Bazı AP’ler sadece avcı-toplayıcı köklerimize geri dönebildiğimiz zaman özgür olabileceğimize inanırlarken, diğerleri vahşi yiyecek toplayıcılığını ve uygun teknolojilerin, perma-kültürün ve doğal çiftçilik metotlarının bir çeşit harmanını endüstriyel ötesi toplumlar için iyi modeller olarak görmektedirler. Perspektiflerdeki bu farklılıklara karşın, AP’ler mega-teknoloji ve endüstriyelizm olmayan bir geleceğin zorunluluğunda  hem fikirdirler. 

Yeşil anarşist ve anarko-primitivist düşüncenin tek bir bütün uygulanabilir tarihi olduğunu söylemek yanlış olur, fakat bunları buraya koyarak insanların bazılarımızın nereden geldiği ve nelerden etkilendiği konusunda bir fikir sahibi olmalarına yardımcı oluyoruz.
Kişisel ilgimizin çoğu yaşamlarımızdan ve uygarlıkta yaşarken karşılaştığımız problemlerden gelmektedir. Bu hiddet ve tiksintiye karşı problemlerimizin sadece bizi kapsamadığını, uygarlık altında yaşayan herkese bulaştığını düşünüyoruz.
Bizim yeşil anarşist/anti-uygarlık eleştirilerimiz için önemli olarak gördüğümüz kitapların listesi için kara ve yeşil kaynakça ‘nın incelenmesini öneriyoruz.  

Yeşil Anarşinin Kökenleri

Anarko-primitivist eleştiri, anarşistik bir devlette yaşamak gibi doğal dünyayla birlikte milyonlarca yıllık insanın birlikte var olduğuna ve şimdiye kadar da var olan tek yaratık olduğuna işaret etmektedirler.  Öyleyse yeşil anarşinin kökenleri devletin kökenlerine kadar uzanmaktadır. Anarşi, her ne kadar, belirli bir takım ilişkiler olmasa da, sadece Devlet veya hiyerarşik/güç ilişkilerinin yokluğunu işaret eder. Yeşil bu yaşam biçimini mümkün kılmaya çalışan ekolojik bir hayattan bahsetmektedir. Sadece dünyayla denge içinde yaşayarak var olabiliriz, bu dengeyi kırmak bizi şu an neredeysek o hale getirir.
 ‘Yeşil Anarşinin’ kökenleri boyutları açısından küçük değildir. Uygarlaşmış yaşama zorlanan ve onu redden insanlar aynı kaotiği dışa vurmaktadır ve vahşi yaşam özgür ve otonomik bir biçimde yaşamayı yaptırmaya çalışmaktadır. Anarşi zor gibi ona karşı hareket edene karşı gelecektir. Bizler, bilgimize göre terim bugüne kadar kişisel olarak kullanılmasa da yeşil anarşist üzerinde düşünebilirdik. Köklerimizi burada aramakta, çıkarlarımız esasen bugünkü yeşil anarşist çevreye ilham vermiş olan bilinçli anarşist direnişçilerde olacaktır.   

Kızıl ve Yeşil Anarşist Ayrılığı

Anarşist çevrede olan bir problem anarşistler olarak hepimizin aynı şey için çalıştığımız fikridir. Devlete karşı olmamız aynı zamanda aynı şeyleri de düşündüğümüz anlamına gelmez. “Kızıl” anarşi, tarihsel ve toplumsal tanımlanmış olarak uygarlığı reforme etmek ve hatta hiper-teknolojik uygarlığın bugünkü durumunu daha da geliştirmek gibi Solcu amaçları hedefleyen bir hareketten söz etmektedir. Bu düşünce, kapitalist/üretimci sömürünün gücü altındaki ik dünya uluslarından çıkmaktadır. Bu düşüncenin birincil düşünürleri ve aktörleri  üretim araçlarını elegeçirmek ve toplumu yeniden yapılandırmak ve özel mülkiyetin ortadan kaldırılması için uğraşmışlardır. Yeşil anarşistler sadece çalışma ve sömürü gibi kurumları gerektiren öz olarak yıkıcı endüstriyelizmi reforme etmeyi ve devam ettirmeyi umud etme düşüncesinin bütününü suçlamıştır. Bizim gözümüzde, uygarlık ekolojik olarak yıkım yaratan bir süreçtir, ve var olduğu sürece, otonomik ve sağlıklı bir yaşam biçiminin önünde durucaktır.
“Yeşil” anarşi ekolojik olarak otonomi ve kendi kendini tayin anlayışından söz etmektedir. Çıkarımız, gezegen üzerinde geriye kalan yaşam üzerindeki birkaç kalıcı etkiye müsaade veren yıkım araçlarını ortadan kaldırmakta yatmaktadır.  Uygarlık, kendi doğasına göre,  sentetik gerçeklik ve olanaksız ütopya için geleceğe bakan insan merkezli moddaki bir yaşam tarzının karşısında duran toplum yaşamınının aksamasını gerektirir.

Anlaşmazlıklar burada sadece konularda değildir.  Her hangi bir soyut felsefe türü için kişilere karşı çıkmıyoruz, bizler yıkımın bu biçimini sürdürmek isteyen insanlarla, vahşi yaşamla yeniden ilişkiye geçmeye çalışan ve bütün yaşamın kaotik akışında akmasını isteyen insanlar arasındaki muazzem farklılıkların farkındayız.
Temeldeki bu farklılık her iki tarafta bitmek bilmeyen ileri geri tartışma ve münakaşalara neden olmuştur. Muhakkak ki hepimiz birbirimiz hakkında izinsiz konuştuğumuzda suçluyuzdur, fakat bu bizlerin aynı şeyin arkasında olduğumuz anlamına gelmiyor. İsyanın çıkarlarında, bu farklılıkların farkında olmayı ve ilerlemeyi umud ediyoruz. Bizler yaşamın bu biçimini ortadan kaldırmak için çabalıyoruz ve bizler yok eden bir şirkette veya güler bir yüzle veya uzun bir ölçekte çalışan bir işçi kooperatifi arasında hiçbir fark görmeyeceğiz. Bizler vahşi yaşam ve yaşamla yeniden ilişki kurmak için varız ve ileride bütün soyut ve yapay bölünmelere karşı duracağız.  

William Blake: İlk Yeşil Anarşist Mi?

Anarşist çevre kendi köklerini William Goldwin’de keşfederken, bizimkisi de Godwin’lerin yakın bir arkadaşı ve etkili şair ve artist olan William Blake’te (1757-1827) yatmaktadır. Godwin’lerin yaklaşımı sosyal eğilim içinde ekonomik bir liberter çizgideyken Blake bütün teknolojik-endüstriyel uygarlığın sadece yıkım yaratacağının farkındaydı.

Blake ve Godwin, hepsi Fransız ve Amerikan Devrimlerinden etkilenmiş olan küçük bir entelektüel çevrenin parçasıydılar. Blake bu devrimlerden doğru ortaya çıkan sonuçlar ve etkiler tarafından hayal kırıklığına uğratıldı, ve bunu ilerideki eleştirileri ve amaçları için bir arkaplan olarak kullandı. Onun anarşist görüşleri dünyası John Milton’un Paradise Lost (Blake, Özür Ruh ve Ademoğlu Kardeşleri çizgisi boyunca dinsel bir mezhebi savunuyordu: yasaları ve otoriteyi kurumsallaşmış din ve kültür kadar reddetmesine neden olacaktı) kitabından şiddetle etkilenmişti. Onun devrimci görüşü Godwin’in Liberter anarşizmi, Mary Wollstonecraft’ın ataerkillik eleştirisi (Godwin ve Wollstonecraft anti-teknolojik bir roman olan Frankeştaynın yazarı ve şair Percy Shelley’lekaçıp evlenen Mary Shelley’e hayat verdiler) ve Thomas Paine tarafından daha da genişledi.

Blake liberter anarşizmi alken uygarlaşmış ve somut gerçekliğin toplam eleştiri içine taşıyacaktır. Peter Marshall’ın kısa biyografisine göre (William Blake: Hayalci Anarşist, Londra: Freedom, 1994.): “O evrensel yasalar tarafından idare edilen hareket halinde bir konu olarak yüzeysel bir dünya sunan Newton’un rasyonalizmini, Bacon’un deneyselciliğini, Locke’un duygusalcılığını reddetmiştir. Onlar için dünya tartılabilir, ölçülebilir ve sınıflandırılabilir sınırlı bir nicelikten ibarettir. Blake, o zamanların baskın dünya görüşü tarafından şekillendirilmiş olan mekanik felsefesinin algılama amacının beyni, gözlemlenen şeyden gözlemciyi ayırmanın ana hatasını yapmasından dolayı suçlu bulunmuştu. ” (pg. 21)
Blake’in şiir antolojileri ve düz yazıları ileride onun anarşist görüşünü inceleyecek ve “kayıp cennete” dönmeyi umut eden sanatı kadar geniş ölçüde elde edilebilir ve tavsiye edilir. 

http://hasat.org/forum/Yesil_Anarsi_Nedir_-k451.html

June 24, 2010 Posted by | anti-endustriyalizm, anti-kapitalizm, anti-otoriter / anarşizan, eko-savunma, ekolojist akımlar, isyan, sistem karsitligi, somuru / tahakkum, türcülük, doğa / hayvan özgürlüğü | 1 Comment

21. YY DEVRİMİ – Steve Best

Arkadaşlarım, özgürlük, haklar, demokrasi, merhamet etiği, barış, türler arası adalet ve ekoloji adına girişilen mücadelede bir çok başarı kazanıyoruz. Ama savaşı kaybediyoruz.

Hırs, şiddet, çıkar, tahakküm ve talan karşı yapılan savaşı. Uluslar arası şirketlere, dünya bankalarına, ABD İmparatorluğuna, Batı’nın askeri makinelerine karşı olan savaşı. Ekonomik büyüme, teknolojik gelişmeler, aşırı üretim ve aşırı tüketimin hastalık gibi çoğalm yayılmasına karşı olan savaşı.

Son 30-40 senede yoğun ekolojik ve toplumsal mücadeleler olmasına rağmen demokrasi ve ekoloji savaşında gücümüzü kaybediyoruz.

Son 20 yıl içerisinde neoliberalizm ve küreselleşme olguları toplumsal demokrasileri yok etti, zengin ve yoksul arasındaki uçurumları daha da çoğalttı, çiftçileri işsiz bıraktı ve bütün dünyayı bir pazar haline çevirdi. O eski tip emperyalizm ve kaynak elde etme biçimleri yerine artık insanlar genetik mühendislikle, biyokorsanlıkla, gen patentiyle ve tohum tedarikinin kontrolüyle karşı karşıya. McDonaldslaştırma sonucunda tarım işi dünya çiftçilerinin çabalarını yoke diyor. Şirket iktidarı insanlar küçüldükçe daha da büyüyor.

Ekolojik çöküşün işaretlerini azalan ormanlardan balık sahalarının yok olmasına, artık yok olmak üzere olan yabandan yükselen deniz seviyelerine dek bir çok yerde görebiliyoruz. Tarih boyunca toplumlar yerel çevrelerini yok etmiştir, ancak son 20 yılda insanlık gezegenin ekolojik dengesini küresel iklim değişikliğine sebep olacak denli zorlamış durumda. Dahası, gezegenin tarihindeki 6. Yok oluş krizi döneminde yaşıyoruz, sonuncusu bundan 65 milyon yıl önce dinozorlar döneminde olmuştu. Son beşinden farklı olarak bu sonucusu insan eylemlerinin sonucu meydana gelmek züere; bizler dünyaya çarpan meteor gibiyiz. Doğal kaynakları koruma biyologları önümüzdeki 20-30 sene içerisinde dünyadaki bitki ve hayvan türlerinin üçte birinin ya da yarısının yok olabileceğini öngörüyor.

Küresel kapitalist sistem insanlara, hayvanlara ve doğaya zarar veriyor. Sürdürülebilir olması imkansızdır, ve 300 senelik endüstrileşmenin faturası kesilmektedir artık. İnsanileştirilemez, medeni bir hale getirilemez ya da yeşilci bir hal alması sağlanamaz, artık bütün katmanlarda gücü yetecek bir devrimle dönüşmesi gerekiyor- ekonomik, politik, yasal, kültürel, teknolojik, ahlaki ve kavramsal katmanlar söz konusu.

Son otuz senede çevreciliğin toplumsal adalet olmadan gerçekleşemeyeceği ve toplumsal adaletin de çevrecilik olmadan başarılı olmayacağına dair giderek çoğalan bir farkındalık söz konusu. Özellikle bu durumun ABD’de EarthFirst! Hareketinde, kereste çalışanlarında, Zapatista platformunda ve 1999 Seattle ayaklanmasında görmek mümkün.

Ancak birşeyler eksik sanki, buradaki denklemde bir eksiklik var, strateji bir türlü işlemiyor. Bir türün çıkarları ortaya konurken milyonlarca diğer tür üyesinin çıkarı sırf insanlar onları kullanacak diye görmezden geliniyor. Ancak son otuz yıl içerisinde yeni bir toplumsak hareket ortaya çıktı- hayvan özgürlüğü hareketi. Gücü ve potansiyeli henüz anlaşılamadı ama 21 .yy politikası içerisinde eşit bir temsiliyeti hakediyor gerçekten.

Barış, adalet, demokrasi ve ekoloji uğruna mücadele eden ilerici insanlar hayvan özgürlüğü hareketinin geçerliliğini ve bu harekete olan gereksinimi iki sebep dolayısıyla tanımalılar. Öncelikle ahlaki bir açısından hayvanların maruz bırakıldığı zulüm, sömürü ve acı o kadar büyük o kadar yoğundur ki merhamet, adalet, hak sahibi olmak ve şiddet karşıtlığı gibi talepleri olan herkesten politik bir tepkiyi haketmektedir. Her yıl 70 milyar kara ve deniz hayvanı gıda olmak üzere öldürülüyor; milyonlarcası deney laboratuarlarında, kürk çiftliklerinde ya da av alanlarında ve sayısız diğer öldürme alanlarında yok ediliyorlar. İkinci olarak, stratejik bir anlamda hayvan özgürlüğü hareketi insan ve hayvan özgürlüğü hareketleri için olmazsa olmaz bir konumdadır. Bir çok temel noktada insanların hayvanları tahakküm altına almış olması insanın insana tahakkümünün altında yatan gerçektir, ayrıca bu çevre krizini büyüten bir gerçektir de aynı zamanda. Dahası, hayvan özgürlüğü hareketi günümüzün en hızlı ve dinamik şekilde büyüyen ve diğer özgürlük hareketlerinin görmezden geldiği, aşağıladığı ve basit gördüğü bir toplumsal harekettir.

Artık insan, hayvan ve dünya özgürlük hareketlerinin birbirilerine bağlı olduğu ve birisi özgür olmadan diğerlerinin de özgür olamayacağı biliniyor. Bu yeni bir öngörü değil, aslında bu bugüne dek kaybedilmiş bir hakikat ve bilgeliğin geri dönüşü. 2500 önce şu sözleri söylene Batılı filozof Pisagor’u hatırlayın: “insanlar hayvanları öldürdükçe bir birlerini öldürmeye devamedecek. Gerçekten de cinayet ve ızdırap tohumları ekenler neşe ve sevgi biçemezler.”

Moral bozucu bir hakikate lazer ışını gibi odaklanmaya ihtiyacımız var: dünya çapında çevreci ve hayvan haklarını savunan hareketlerin son 40 senede elde ettiği kazanımlara rağmen biyoçeşitliliği kurtarmak, yağmur ormanlarının, yüzey toprağının, mercan kayalıklarının yok edilişini yavaşlatmak ya da buna son vermek; giderek daha da kötü bir hal alan kaynak savaşlarını önlemek; hayvanlara karşı yürütülen gaddar soykırıma son vermek; politikalar ve eylemler bir yana zihinlerimizde iklim değişikliği felaketinin kavramak anlamında yürütülen mücadele kaybediliyor.

Durumun aciliyeti krizin şiddetine uygun olarak artıyor. Kurumlar aracılığıyla yapılması istenen yasal değişiklikler, ılımlılık politikaları, taviz verme ve işi ağırdan alma tarzındaki tavırların yetersizliği alenen görülebilir; çünkü bir çok insan artık daha radikal değişim taktiklerine doğru yöneliyor. Şu andaki konunumuzda “aklı selimlik” ya da “ılımlı olmak” gibi tavırlar tamamen mantık dışı ve kabul edilemez olarak görülüyor, çünkü gerekli ve uygun olan eylemlerin ancak “aşırı” ve “radikal” eylemler olduğu göze çarpıyor.

Atina’dan Paris’e ve Brezilya’ya artık bildiğimiz anlamda politikanın bir işe yaramayacağına dair bir idrak artışı görülüyor. Eğer yeni mücadele biçimleri, yeni sosyal hareketler ve yeni duyarlılıklar icat etmek yerine onların kurallarıyla oynarsak her seferinde kaybetmeye mahkumuz. Dünyayı savunmak için kesin ve kati eylemler gerekiyor: yollar tıkanmalı ,ağlar kesilmeli, kafesler boşaltılmalı. Ancak bunlar tepkisel ve anlık ölçüler oluyor, bunlara ek olarak radikal hareketler ve ittifakların insanlık, hayvanlar ve dünya adına topyekün özgürlük uğruna mücadele birliği yapması gerekiyor.

Çeviri:CemC

http://www.hayvanozgurlugu.com/news.php?extend.543

June 14, 2010 Posted by | eko-savunma, türcülük, doğa / hayvan özgürlüğü | Leave a comment

BİR YUFKA GİBİ AÇILIYOR YERYÜZÜ : KÜRESELLEŞME – Rahmi G. Öğdül

Gerçeklik tüm karmaşıklığıyla sunuyor kendisini bize. Dünya ya da evren bir oturuşta sindirilmeyecek kadar çok büyük ve çok karmaşık gözüküyor gözümüze. Bu karmaşıklığı düzenli, anlamlı hale getirmek için soyutlama yetimizi kullanıyoruz, karmaşık olandan anlamlı olacak öğeleri çekip çıkarma işlemini.

Zihinsel yetilerimiz sayesinde karmaşık gerçekliği anlamlı küçük parçalara ayırıyoruz. Aldoux Huxley’in “The Genius and The Goddes” romanında tartıştığı gibi “işlenmemiş haliyle varoluş her zaman, birbirini izleyen başbelası bir şeydir” ve bu yüzden gerçeklik asla anlam yaratmıyor; gerçekliği işlerken kullandığımız kurmaca eylemi ile dünya anlamlı hale geliyor. Romanın kahramanlarından biri “kurmacanın birliği var, biçemi var” diyerek gerçekliğin biçemsizliğinden, düzensizliğinden yakınıyor.

Dünyanın karmaşasını anlamlı hale getirme uğraşı yeni bir şey değil, insanlığın tarihi kadar eski belki de. Dünyayı anlamlandırma işi büyük ölçüde toplumsal, sınıfsal, ırksal, cinsel ve diğer konumlara bağlı olarak değişiyor. Her toplumsal küme kendine göre anlamlandırmaya çalışıyor dünyayı. Günümüzde de bu anlamlandırma, dünyaya dair kurmacalar sunma işi tüm hızıyla devam ediyor. Gerçeğin yorumları olarak kurmacaların yarattığı karmaşayla da baş etmek zorunda kalıyoruz.

Sermayenin kurmaca gerçekliği ve kentin kıvrımları

Şimdilerde neoliberal dünya düzenini hayata geçirmek isteyen sermaye, başat kurmaca olarak küreselleşmeye ikna etmeye çalışıyor bizi. Sermaye kendi soyutlamalarıyla anlamlandırdığı dünya imgesini hayata geçirirken, yeryüzünü bir kez daha kendi imgesinde yaratmaya kalkışıyor. Başka olası anlamlandırma seçeneklerinin önünü kesmek için tüm iletişim kanallarını, askeri gücünü kullanarak, insanların düşünme yetisini dumura uğratarak yapıyor bunu. Tek gerçeklik, tek seçenek olarak kendi kurmaca gerçekliğini anlatıyor durmadan.

Sermaye doğası gereği, katı olan, durağan olan, kalıplaşmış olan şeylerden hoşlanmıyor, paranın sıvılaştırıcı etkisiyle katı olan her şeyi akışkanlaştırıyor; yersizyurtsuzlaştırılmış coğrafyalara, mekanlara, bedenlere durmadan yeni kimlikler kazandırılıyor. Bir zamanların dışlanmış mekanları bu akışın içinde yer almak için yeniden düzenleniyor. Sermayenin mekanlara, coğrafyalara, bedenlere yüklediği işlevler durmadan biçim değiştiriyor. Sermaye bir kez daha yeryüzünü fethetmeye koyuluyor.

Eski dünyadan bir alıntı yapalım: Milattan sonra ikinci yüzyılda Yunan kentlerini dolaşmaya çıkan Pausanias, tüm gezginlere bir kentin nasıl gezileceğine dair bir öneride bulunuyordu. Aslında onun önerisi daha sonra modern ve postmodern dönemlerde turistlerin izleyeceği yolu, turistin tüketici bakışını tanımlamıştır bir bakıma.

Kente yaklaşırken gezgin kutsal alanlarla mezarları ziyaret ettikten sonra kenti çeviren duvarlarla karşılaşacaktır. Bu savunma duvarlarının yapısını anlamak için burada biraz oyalanmasını ister gezginden. Ana kapılardan birinden içeri girdikten sonra yol onu kentin kalbine, agoraya götürür. Kentin merkezinde görülmeye değer şeyler vardır: Tapınaklar, stoalar, heykeller, anıtlar, tiyatrolar vb. Kentin tepesinde bulunan akropol de gözden kaçırılmamalıdır. Pausanias gezginin sıradan yurttaşların sıradan evlerinin bulunduğu daracık arka sokaklar ve kirli ara yollar labirentine girmesini istemez. Burada ilgimizi çekecek, görülmeye değer şeylerin olmadığını söyler bize.

Artık böyle bir şey mümkün değil; yoksulların, sıradan insanların yaşadığı ara sokaklar da küreselleşmenin gezginci, göçebe, fetihçi gücünden kaçamıyor. Sermayenin kartal bakışı kent merkezindeki kirli arka sokaklar labirentini, kıyıda kalmış coğrafyaları düzleştirmeye, nezihleştirmeye, görülmeye değer, paranın gücüne boyun eğen yerler haline getirmeye çalışıyor. Kentin kıvrımları, kat yerleri bir yufka gibi açılıyor.

Küreselleşme imparatorluğu ve Skoptz’ler

NAFTA gibi ticaret yasalarıyla paranın önündeki engelleri kaldıran sermaye bir zamanların duvarlarını paranın her halinin sızabileceği yarı-geçirgen zarlar haline getirdi. Yarı-geçirgen, çünkü ülke sınırları, tıpkı bir biyolojik hücre zarı gibi istediğini geçiren istemediğini geçirmeyen zarlar olarak işlev görüyor.

Kanada eski Tarım Bakam Eugene Whelan’ın dediği gibi “bu anlaşmaların ticaretle alakası yok. Bu anlaşmalar, bu heriflerin nerede olursa olsun istedikleri şekilde, iş (business) yapma hakkıyla alakalı”. Neoliberaller yeryüzünü, raflarını istedikleri gibi düzenleyecekleri bir hipermarket biçiminde yeniden düzenliyor.

1 Ocak 1994 önemli bir tarih. Önemli, çünkü iki olay da bu tarihte gerçekleşti: Hem küreselleşmenin resmen ilan edildiği NAFTA anlaşması, hem de küreselleşmeye karşı direniş başlatan Zapatistaların Meksika’da San Cristobal las Casas’ı işgal etmeleri aynı güne denk geliyor. Zapatistalar bu anlaşmanın Meksikalı yerli halk ve köylüler için bir ölüm hükmü olduğunu açıkladılar.

Zapatistaların erken bir tarihte teşhis ettikleri gibi küreselleşme insanları ekonomik, politik ve hukuksal açıdan erksizleştirme sürecidir aynı zamanda. Mülksüzler, paranın akışkan gücüne yapışamayan, sınır zarlarından geçemeyen insanlar bir atık olarak her türlü projenin dışına yerleştirilip bir anlamda hadım ediliyor.

Aklıma Skoptzy’ler geliyor burada. 19. yüzyılın başlarında Rusya’da yaygın bir fanatik Hıristiyan tarikatı olan Skoptzy’ler bir öte dünya cennetine ulaşmak için kendi bedenlerini hadım ediyorlardı. Kimi üst düzey Skoptzy’ler tüm Rusya’yı bir hadım imparatorluğuna dönüştürecek projelerini Çar I. Alexander’a bile sunmuşlardı. Fabrika sahibi olan Skoptzy’ler ise aynı şeyi kendi çalışanlarına yapmaya çalıştılar.

Küreselleşmenin imparatorluğu, tüm insanlığı ekonomik ve politik açıdan erksizleştirirken Skoptz’lerin projesini kaldığı yerden devralıyor.

Evcilleştirilen” muhalefet

Zapatistaların direnişi başlattıkları tarihten bugüne, mülksüzleri erksizleştirme projesinin büyük bir direnişle karşılaştığına tanıklık ediyoruz. İktidarın her yoğunlaştığı noktada çok farklı topluluklar, gruplar bir araya gelip iktidar yoğunlaşmalarının karşısına dikiliyorlar. İktidar kendini merkezsiz bir yapılanma üzerine kurarken, direniş de merkezsiz bir boyut kazanıyor.

Peter Kropotkin ne demişti? “Uygarlık tarihimiz boyunca, iki gelenek, iki zıt eğilim birbirleriyle karşı karşıya gelmiştir: Roma geleneği ile halkçı gelenek, Emperyal gelenek ile Federalist gelenek, otoriter gelenek ile özgürlükçü gelenek.”

Bu çatışma biçim değiştirse de günümüzde de devam ediyor. Kentlerden, topraklarından sürülmeye çalışılan mülksüzler kendi direniş geleneklerini kuruyor, ağsal bir yapılanmayla birbirine bağlanıyorlar. Tek bir dünya kurmacasına karşı, doğrudan eylem, kitle seferberliği, katılımcı demokrasi yoluyla başka dünyaların da mümkün olacağını savunuyorlar.

Ekonomik sömürüye olduğu kadar cinsel ve ırksal baskıya karşı muhalefeti, ezilen halkların kendi geleceklerini belirlemesini, emperyalizme ve savaşa karşı direnişi, sosyal-ekonomik kaynakların ortak kullanımını, sosyal ekolojiyi, enternasyonalizmi, özgürlük kültürünün oluşmasını ve küresel özgürleşme hareketlerinin inşasını destekliyorlar. Halkçı, federalist, özgürlükçü gelenek direnişini dokuyor.

Yine de bu direnişin hemen yanı başında bir tehlike bekliyor bizi. Daha önceleri de gördüğümüz gibi sistem muhalif öğeleri evcilleştirip bünyesine katmasıyla da tanınıyor. Bir arkadaşın üstünde, İngilizce “Nike’ı boykot etmeye katılın, boykot tüm ülkede yayılıyor” ibaresi yazan bir tişört gördüğümde kendisini, bu şirketin yeryüzündeki sömürü ağına karşı duyarlılık gösterdiği için kutladım. Şaşırdı önce. Çünkü tişörtünde ne yazdığı umurunda değildi. Sonra şaşırma sırası bendeydi, tişörtü Nike mağazasından almıştı, yakasının arkasına baktım, doğruydu.

Dedim ya bu yeni bir şey değil. Bir zamanların iflah olmaz punk akımın bile ana akımın modası haline geldiğini görmüştük, hanım hanımcık teyzelerin punk saçlarına çoktan alıştık.

Sistemin evcilleştiremeyeceği muhalefet tarzlarını bulmamız gerekiyor galiba.

ÜÇ EKOLOJİ – Sayı 1

February 26, 2010 Posted by | anti-kapitalizm, eko-savunma, ezilenler, isyan, kooperatifler vb modeller, ozyonetim, sistem karsitligi, somuru / tahakkum, yerli - yerel halklar | Leave a comment

KAPİTALİZMİN EKOLOJİ TAHRİBATINA KARŞI KÜRESEL İSYAN!

Eğer bugün bir yeryüzü laneti varsa herhalde o da kapitalizmdir. Malların kullanım amacıyla değil, yalnız ve yalnızca pazarda alınıp satılarak kâr elde etmek için üretildiği, bu kıyasıya bir rekabet içinde gerçekleştirildiği ve her türden insani etkinliğin de bu pazarlığa tabi kılındığı, doğa ve insan sömürüsüne dayalı bir kabus.

İnsanın insan ve doğa üzerindeki her türlü tahakkümünü ve sömürüsünü her geçen gün derinleştiren kapitalizm büyük bir savurganlıkla gereksiz ürünler yaratıyor, doğayı yok ediyor ve geriye sadece zehirler ve çevreyi kirleten ürünler veriyor. Ekolojik yıkım kapitalizmin rastlantısal bir özelliği değildir: Sistemin DNA’sında vardır. Doymak bilmeyen, karları arttırma ihtiyacı reformlarla düzeltilemez. Kapitalistlerin ekolojik kriz karşısında düşünebilecekleri tek şey, krizden nasıl daha fazla kar elde edebilecekleridir. Bu yüzden ekolojik krize karşı mücadele, kapitalist sistem ortadan kaldırılmadıkça başarıya ulaşamayacaktır.

Kapitalizmle birlikte köylüler, topraklarında şirketlerin işçisi durumuna düştüler veya ücretli köleler olarak kentlerdeki ucuz işgücü ihtiyacını karşılamak için kırdan kente göç etmeye başladılar ve her geçen gün büyüyen şehirler, gelişen kapitalizmin göstergesi oldu. Şehirlerin kıyısında yaşamaya başlayan emekçi yığınları, kötü yaşam koşullarına ve köle gibi çalıştırılmaya katlanmak zorunda bırakıldılar. Büyüyen kentleri beslemek için topraktan daha fazla ürün elde etmek kaçınılmaz hale geldi. Böylelikle büyütülen “Endüstriyel tarım”; doğanın ve insanın zehirlenmesinde; kuş gribi, domuz gribi ve Sars gibi salgın hastalıkların ortaya çıkmasında ve yayılmasında da başlıca etken oldu. Toprağın doğal çevrimi bozulurken kentler; fabrikalar, hava kirliliği, asit yağmurları ve atık sorunları ile birer kirlilik kaynağına dönüştüler. Ekolojik kriz, kır ve kenti parçalayan özel mülkiyet, buna dayalı hijyen kültürü ve artık-atık üretim tarzının kendisidir.

Bilgi üretim araçlarını da kontrol eden sermayenin, politikacıları, bürokratları, ekonomistleri ve profesörleri, her birinin yolu “dünyadaki ekolojik tahribatın, serbest pazarı ve dünya ekonomisini yöneten sermaye birikim sistemini kesintiye uğratmadan da tamir edilebileceği” ana fikrinde kesişen sonsuz öneriler ileri sürmekteler. Bu rejimin vahşiliğini örten hafifletmelerin ve propaganda amaçlı yumuşatmaların tümünü reddediyoruz.

Kapitalizm köylülerin ortak topraklarını çevirerek ve insani bir etkinlik alanı olan çalışmayı metalaştırarak hakim bir sistem haline gelebildi. Bugün bu hakimiyetini son derece inceltilmiş, bilinç altına nüfuz edebilen ve yaşamın simülasyonu olmaya çalışan mekanizmalar ve yanılsamalar yaratarak devam ettirmeye çalışıyor.

Ama bunu kuşatıcı ve sistematik bir bütünsellikle gerçekleştirebilmesi için artık kendi yüzü haline gelmiş bazı kurumlara ihtiyacı var. Bu ihtiyacın büyük bir kısmını ise II. Dünya Savaşı’nın hemen akabinde oluşturulan Bretton Woods Kurumları olan IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü karşılamaktadır. Tabii her zaman olduğu gibi ruh ikizleri olan Devlet ile elele.

Bu kurumlardır toprağın sistematik olarak yağmalanmasını, küçük çiftçilerin topraklarının ellerinden alınmasını ve büyük kentlerin varoşlarının doldurulmasını sağlayan. Ve bu kurumlardır patent yasaları, terminatör tohumlar ve kimyasal ilaçlarla tarımın global işletmelerin kontrolüne verilmesini sağlayan. Bir zamanların kendine yeterli çiftçileri artık kredi ve kimyasal bağımlılarına, Afrika’nın yerli çobanı safari kamplarındaki dilencilere dönüşmüştür.

On binlerce yıldır insanlığın ortak mirası olan tohumlar yeryüzünden silinmeye başlıyor, sofralarımız ne olduğunu bilmediğimiz genetiğiyle oynanmış ucubelerle donatılıyor, içeceğimiz bir bardak su boğazımızda kalıyor. Biz bunları bir zamanlar karamsar bilim-kurgu kitaplarında okur, filmlerinde seyrederdik. Bugün bunlar artık hayal ürünü değil, hepimizin gerçek yaşam öyküleridir.

Küresel ısınma cehennemi yaşadığımız kente, mahalleye ve evimize getiriyor ve artık kaçacak yerimiz kalmadı. 3G teknolojisinin yaşadığımız mahallede daha fazla baz istasyonu kurulacağı, nükleer ve termik santrallerin, 3. köprünün, barajların, madenlerin ve kentsel dönüşümün daha fazla ekolojik ve sosyal yıkım olduğu anlamına geldiğini anladığımızda da kaçacak yerimiz kalmayacak.

Kent havası insanı özgürleştirirmiş, derler. Ama kentler artık soluk alamadığımız, toprağın üstünün betonla kaplandığı, estetikten mahrum binaların, gökdelenlerin ufku kararttığı, insanların değil taşıtların hakim olduğu bir mekan haline dönüştü.

Vahşi yaşamın git gide daraldığı, ormansızlaşmanın bir yangın gibi yayıldığı, her geçen gün yüzlerce hayvan ve bitki türünün neslinin tükendiği, iklim değişimi nedeniyle toprakların çoraklaştığı ya da seller altında kaldığı ve yeni yeni hastalıkların türediği bir çağda kapitalist endüstriyalizmin aç gözlü uygulamalarına karşı direnmek hepimiz için bir ölüm-kalım meselesine dönüşmüştür. Kapitalist dünya sistemi tarihsel olarak iflas etmiştir. Ekolojinin diliyle, son derece sürdürülemezdir ve temelden değiştirilmelidir ve yaşamaya değer bir gelecek istiyorsak yerine yenisi konmalıdır.

Hiçbir zaman “eko-savunma”ya bu kadar ihtiyacımız olmamıştı. İnsan, doğa ve barışın başlıca düşmanı olan kapitalizme yönelik “doğrudan eylem” hiçbir zaman şuankinden daha acil olmadı !

January 18, 2010 Posted by | anti-endustriyalizm, anti-kapitalizm, eko-savunma, isyan, sistem karsitligi, somuru / tahakkum, türcülük, doğa / hayvan özgürlüğü | Leave a comment

Twelve Myths About Direct Action

Direct action – that is, any kind of action that bypasses established political channels to accomplish objectives directly – has a long and rich heritage in North America, extending back to the Boston Tea Party and beyond. Despite this, there are many misunderstandings about it, in part due to the ways it has been misrepresented in the corporate media.

1. Direct action is terrorism.
Terrorism is calculated to intimidate and thus paralyze people. Direct action, on the other hand, is intended to inspire and thus motivate people by demonstrating the power individuals have to accomplish goals themselves. While terrorism is the domain of a specialized class that seeks to acquire power for itself alone, direct action demonstrates possibilities that others can make use of, empowering people to take control of their own lives. At most, a given direct action may obstruct the activities of a corporation or institution that activists perceive to be committing an injustice, but this is simply a form of civil disobedience, not terrorism.

2. Direct action is violent.
To say that it is violent to destroy the machinery of a slaughterhouse or to break windows belonging to a party that promotes war is to prioritize property over human and animal life. This objection subtly validates violence against living creatures by focusing all attention on property rights and away from more fundamental issues.

3. Direct action is not political expression, but criminal activity.
Unfortunately, whether or not an action is illegal is a poor measure of whether or not it is just. The Jim Crow laws were, after all, laws. To object to an action on the grounds that it is illegal is to sidestep the more important question of whether or not it is ethical. To argue that we must always obey laws, even when we consider them to be unethical or to enforce unethical conditions, is to suggest that the arbitrary pronouncements of the legal establishment possess a higher moral authority than our own consciences, and to demand complicity in the face of injustice. When laws protect injustice, illegal activity is no vice, and law-abiding docility is no virtue.

4. Direct action is unnecessary where people have freedom of speech.
In a society dominated by an increasingly narrowly focused corporate media, it can be almost impossible to initiate a public dialogue on a subject unless something occurs that brings attention to it. Under such conditions, direct action can be a means of nurturing free speech, not squelching it. Likewise, when people who would otherwise oppose an injustice have accepted that it is inevitable, it is not enough simply to talk about it: one must demonstrate that it is possible to do something about it.

5. Direct action is alienating.
On the contrary, many people who find traditional party politics alienating are inspired and motivated by direct action. Different people find different approaches fulfilling; a movement that is to be broad-based must include a wide range of options. Sometimes people who share the goals of those who practice direct action while objecting to their means spend all their energy decrying an action that has been carried out. In doing so, they snatch defeat from the jaws of victory: they would do better to seize the opportunity to focus all attention on the issues raised by the action.

6. People who practice direct action should work through the established political channels instead.
Many people who practice direct action also work within the system. A commitment to making use of every institutional means of solving problems does not necessarily preclude an equal commitment to picking up where such means leave off.

7. Direct action is exclusive.
Some forms of direct action are not open to all, but this does not necessarily mean they are without worth. Everyone has different preferences and capabilities, and should be free to act according to them. The important question is how the differing approaches of individuals and groups that share the same long-term goals can be integrated in such a way that they complement each other.

8. Direct action is cowardly.
This accusation is almost always made by those who have the privilege of speaking and acting in public without fearing repercussions: that is to say, those who have power in this society, and those who obediently accept their power. Should the heroes of the French Resistance have demonstrated their courage and accountability by acting against the Nazi occupying army in the full light of day, thus dooming themselves to defeat? For that matter, in a nation increasingly terrorized by police and federal surveillance of just about everyone, is it any wonder that those who express dissent might want to protect their privacy while doing so?

9. Direct action is practiced only by college students/privileged rich kids/desperate poor people/etc.
This allegation is almost always made without reference to concrete facts, as a smear. In fact, direct action is and long has been practiced in a variety of forms by people of all walks of life. The only possible exception to this would be members of the wealthiest and most powerful classes, who have no need to practice any kind of illegal or controversial action because, as if by coincidence, the established political channels are perfectly suited to their needs.

10. Direct action is the work of agents provocateurs.
This is another speculation generally made from a distance, without concrete evidence. To allege that direct action is always the work of police agent provocateurs is disempowering: it rules out the possibility that activists could do such things themselves, overestimating the powers of police intelligence and reinforcing the illusion that the State is omnipotent. Likewise, it preemptively dismisses the value and reality of a diversity of tactics. When people feel entitled to make unfounded claims that every tactic of which they disapprove is a police provocation, this obstructs the very possibility of constructive dialogue about appropriate tactics.

11. Direct action is dangerous and can have negative repercussions for others.
Direct action can be dangerous in a repressive political climate, and it is important that those who practice it make every effort not to endanger others. This is not necessarily an objection to it, however–on the contrary, when it becomes dangerous to act outside established political channels, it becomes all the more important to do so. Authorities may use direct actions as excuses to terrorize innocents, as Hitler did when the Reichstag was set afire, but those in power are the ones who must answer for the injustices they commit in so doing, not those who oppose them. Likewise, though people who practice direct action may indeed run risks, in the face of an insufferable injustice it can be more dangerous and irresponsible to leave it uncontested.

12. Direct action never accomplishes anything.
   

   Every effective political movement throughout history, from the struggle for the eight hour workday to the fight for women’s suffrage, has made use of some form of direct action. Direct action can complement other forms of political activity in a variety of ways. If nothing else, it highlights the necessity for institutional reforms, giving those who push for them more bargaining chips; but it can go beyond this supporting role to suggest the possibility of an entirely different organization of human life, in which power is distributed equally and all people have an equal and direct say in all matters that affect them.

www.crimethinc.com/tools/downloads/pdfs/direct_action_guide.pdf
http://perth.indymedia.org/uploads/0/CLIMATE_CAMP_WA_HANDBOOK_2009.pdf

January 5, 2010 Posted by | eko-savunma, isyan, sistem karsitligi | 1 Comment

Doğa Hakları ve Hukuk – Adnan Ekşigil

Son zamanlarda “çevre suçları”ndan epey sık sözedilir oldu. Örneğin geçen yazın başında Türkiye’deki çevreciliğin öndegelen isimlerinin katıldığı bir panelde, “çevrenin çöpten, çevreciliğin de çöp toplamaktan ibaret olmadığı” vurgulandıktan sonra, çevrecilik düşüncesinin ufkunun genişletilmesi gerektiği üzerinde duruldu. Bunun da bir parçası olarak, “çevre suçu kavramının geliştirilip hukuk düzenine entegre edilmesi gerektiği” savunuldu (Cumhuriyet, 14 Haziran 1994). Gerçekten de, Türkiye’deki çevreciliğe hukukî bir zemin kazandırma zamanı çoktan geldi de geçiyor bile. Bu gecikme, “insan hakları” kadar, “çevre”nin ya da “doğa”nın hakları için de aynen geçerli. Çünkü bu haklar, insan haklarından sonra gelen bir şey değil. Doğa haklarıyla ilgili her türlü çaba ve girişimin, Türkiye’de bugün insan hakları için verilen kıyasıya mücadelenin dışında, ertesinde değil, içinde, hattâ tam da göbeğinde yeralması gerektiği ortada. 

Ancak gerek doğa haklarının, gerek bu haklardan türetilebilecek çevre suçlarının, geliştirilip de hukuk sistemine entegre edilmesi şöyle dursun, ilk etapta tanımlanması bile bazı ciddî güçlükler içeriyor. Burada işte bu güçlükler üzerinde durmak istiyorum. Fakat bu yazının sınırlı çerçevesinde sözkonusu güçlükler etrafında dönen uzun tartışmalara giremeyeceğim için, hiç değilse bu güçlüklerin varlığına işaret eden bir öyküyü aktarmakla yetineceğim. 

Öykü, Amerika’da olmuş bir mahkeme ile ilgili. Bilindiği gibi, Amerika’nın kamu hayatında mahkemelerin ayrı bir önemi vardır. Bu nedenle de Amerika’nın edebî ve politik literatürü mahkeme öyküleriyle doludur. Hele son zamanlarda neredeyse tek bir Amerikan filmi yoktur ki, duruşmasız geçsin. Amerika’da mahkemeler, kötüyle iyinin çarpıştığı pitoresk tiyatrolar, evrenselle tikelin buluştuğu küçük parlamentolardır. Büyük siyasî hareketler çoğu kez oralarda filiz verir, gün ışığına çıkarlar. Anlatacağım öykü de, işte bu türden bir mahkeme hakkında. Genellikle simgeleşmiş şekilde “ağaç davası” diye anılan bu olay, Amerika’daki çevrecilik hareketinin kilometre taşlarından biri sayılır. 

AĞAÇLAR MAHKEMEDE 

1970 yılında Amerikan Orman İdaresi (The US Forest Service), Nevada dağlarının bağrında gizli kalmış güzel vadilerden birini “geliştirmesi” ve imara açması için Walt Disney şirketine izin verir. Şirket, bu izinle “Mineral King” adıyla bilinen bu vahşi vadide, Disneyland’i model alarak yüzmilyonlarca dolarlık bir yatırımla lokanta ve otel zincirleri, oyun ve eğlence merkezleri inşâ edebilecektir. Böyle bir yapılaşma hareketinin ise, her şey bir yana, vadinin sınırları içinde kalan bir yığın ulu ağacın yok edilmesine ve el değmemiş ormanların büyük yara almasına yolaçması kaçınılmazdır. Bugün de gücünden pek bir şey kaybetmemiş olan dönemin seçkin ve etkili çevre örgütü Sierra Kulübü, bu tehlike karşısında davranmakta gecikmez ve Disney projesinin “Mineral King”in doğal ve estetik dengesini bozacağı gerekçesiyle, Orman İdaresi’nin verdiği iznin iptali için derhal dava açar. Fakat mahkeme, iptal istemini reddeder: Orman İdaresi’nin izin kararını doğru bulduğu için değil, Sierra Kulübü’nü böyle bir davada taraf görmediği için. Zira mahkemeye göre, iptali istenen projenin, Sierra Kulübü’nün ve üyelerinin menfaatlerini doğrudan doğruya zedeleyen bir yönü yoktur. Bu kararın Amerikan hukuk sisteminin mantığına uygun olduğu açıktır, çünkü bu sistemde ana fikir her ne türden olursa olsun kişilere ait menfaatleri korumaktır, soyut değerleri değil. 

Girişimi sonuçsuz kalınca, Sierra Kulübü çevreci olarak tanınan Christopher Stone adında bir profesörden mahkemeye sunmak üzere “çarpıcı” bir rapor hazırlamasını ister. Üniversitede radikal ekoloji dersleri veren biri için bu hiç de zor bir iş değildir. Stone hemen kolları sıvar ve sıkı bir rapor döşenir. Daha sonraları çok yankı uyandıran bir kitaba dönüşecek olan bu raporda Stone, ağaçların ve ormanların yanısıra nehirlere, denizlere, okyanuslara ve çevremizde “doğal” diye nitelediğimiz canlı-cansız tüm nesnelere düpedüz bazı yasal haklar tanınmasını savunur – Amerikalıların deyimiyle, öyle kuyruğundan ayaklarından falan değil, doğrudan doğruya kafadan, boynuzlarından yakalar öküzü… Stone’un burada taktiği bellidir: Mineral King’in imara açılma izninin Sierra Kulübü’ne doğrudan zarar verdiğini kanıtlamak ne kadar güçse, bu iznin bizzat Mineral King’in kendisine vereceği zararı göstermek de o kadar kolaydır. Ama bu, Mineral King’in yasal haklara sahip bir özne, bir hukukî kişi olarak kabul edilmesini öngörür. Tabiî bunun etiyle kemiğiyle canlı, gerçek bir kişi olması gerekmez; tıpkı bir şirket gibi, tüzel bir kişi de olabilir. Mineral King’in kurtuluşu, bunun pekâlâ mümkün olabileceğine mahkemenin ikna edilmesine bağlıdır. Sonunda, mahkeme tamamiyle ikna edilemez, ama Stone’un taktiği de tamamiyle sonuçsuz kalmaz: Kaliforniyalı profesörün tezine toplam dokuz jüri üyesinden dördü aleyhte, ikisi çekimser, ama üçü de lehte oy verir. Bu demektir ki Mineral King –ve başlıca hazinesi o ulu ağaçlar– davayı yalnızca bir oyla kaybetmişlerdir… 

TOPLUM SÖZLEŞMESİNDEN 

DOĞA SÖZLEŞMESİNE 

Tahmin edileceği gibi, bu karar hukuk düzeninde ciddi bir çatlak yarattığı gibi, tam bir “skandal” olarak yaşanır. Ama Stone bu skandal karşısında hiç de yalnız kalmaz; aralarında bazı kalburüstü hukukçuların da bulunduğu önemli sayıda düşünür, ona destek verir. Gerçekten de, çok tartışmalı olmakla beraber, Stone’un tezi birtakım düşündürücü ve ikna edici argümanlardan yoksun değildir. Stone’a göre, “yasal haklara sahip olma”nın veya bunların “taşıyıcısı” olmanın üç koşulu vardır. Birincisi, bu niteliklere sahip bir varlığın kendi adına hukukî girişim ve eylemlerde bulunma imkânının olmasıdır. İkincisi, bir dava esnasında mahkemenin, bu varlığın bizzat kendine (sözgelimi, sahibine değil de bizzat kendine) yönelik bir zarar-ziyan olabileceği fikrini gözönünde bulundurabilmesidir. Üçüncüsü de, nihaî bir tazminattan bizzat bu varlığın yararlanabilmesidir. Stone’un bütün çalışması, ağaçların –ve diğer tüm doğal varlıkların– bu üç koşula sahip olduklarını madde madde gösterme çabası üzerine kuruludur. Tabiî vekilleri aracılığıyla temsil edilebilmelerinin kabulü şartıyla. Ki bu da, Stone’a göre, tüm hukukî özneler için geçerli bir pratiktir. Çevreci veya benzeri örgütler, ağaçların vekili olabilir; Stone, bu yönden daha da ileri gidip, ağaçlar için yasama düzeyinde bir tür nispî temsil sistemi bile öngörmekten geri durmaz! 

“Ne fantezi!” demek işten değil! Ama eğer bu bir fantezi ise, sonuçları hayli farklı bir fantezi. Çünkü alışılagelmiş anlamlarıyla fanteziler genelde özgül, somut bir çözüme ya düpedüz engel olurlar, ya da böyle bir çözümden kaçışı ifade ederler. Oysa burada fantezinin somut ve acil sorunların çözümüne aracılık ettiğini görüyoruz. Yukarıda aktardığım kıssanın başlıca hissesi de belki bu. Zira ortada çevreye ölümcül zararlar veren büyük “kirleticiler” var. Fakat bu zararların belirli özgül bireyler üzerindeki doğrudan etkisini saptamak çok güç. Üstelik, bazı zararlar mahalli hattâ ulusal sınırları da aşan, global etkilere sahip zararlar olduğu ölçüde, bunu yapmak büsbütün güçleşiyor. İşte doğrudan menfaat bağlantısının kurulamadığı böyle durumlarda, Stone’un tezi sözkonusu kirleticileri fiilen mahkeme önüne çıkarmaya olanak sağlıyor. Stone’un da bir yönüyle yapmak istediği tam budur. Kendi tezini zaman zaman bir “taktik”, bir manevra olarak algılamasının nedeni de budur. Yani Stone’un amacı hukuk sistemine yeni bir teorik veya ideolojik öge kazandırmaktan ya da ona bu tür bir ögeyle saldırmaktan çok, böyle yabancı bir ögenin yardımıyla belirli bir sorunu hukuk sistemi içinde çözmeye dönüktür. Kısacası, kimilerince şiddetle “fantezist” olduğu için eleştirilmesine karşın, ana motifi ve sonuçları hayli pragmatik olan bir düşüncenin ürünüdür Stone’un tezi. 

Hoş, bu tezi salt dava kazanmak için geliştirilmiş bir manevra olarak değerlendirmek elbette mümkün değil. Tezin, varoluşsal ya da daha özgül ontolojik bir düzeyde bazı önemli uzantıları olduğu muhakkak. Bu düzeyde değerlendirildiğinde, Stone ağaçlara özne statüsü tanıma fikrini uzun bir demokratikleşme sürecinin son durağı olarak görme eğilimindedir. Ona göre, çocuklara, kadınlara, karaderililere, kızılderililere, hattâ mahpuslara, delilere ve hattâ ceninlere ardarda belirli haklar tanınmasından sonra, sıranın ağaçlara ve belki genel olarak doğaya da gelmesi, insanlık tarihinin gelişim çizgisinin mantıksal bir sonucudur. Stone’un nazarında, ağaçlara bugün kişilik hakları tanınması, 19. yüzyılda siyahlara hak tanınmasından daha “tasavvur edilemez” bir şey değildir. 

Fakat Stone’un doğrusal bir gelişme çizgisi üzerinde bir durak saydığı aşamayı, bir kopuş olarak görmek de elbette mümkün. Nitekim, Stone’un kendinden de radikal bazı izleyicileri, konuya böyle bakmaktadırlar. “Derin ekoloji”nin kozmik derinliklerinden seslenen bu radikallere göre, bir ağaca hukukî planda “birey” muamelesi yapmak, yüzyıllardır tüm Batı dünyasının hukuk anlayışını belirleyen hümanizm geleneğini sorgulamayı ve onunla hesaplaşmayı öngörür. Bu hesaplaşmanın ise, insan denen varlığın “biyosfer” veya “ekosfer” ya da klasik deyimiyle “kozmos” içindeki gerçek yerine oturtulması ile sonuçlanması kaçınılmazdır: insan aslında evrendeki tek hukukî özne olmak şöyle dursun, özne sıfatını kazanabilecek sonsuz sayıda unsurdan yalnızca biri ve belki de bunların en az sevimlisidir; çünkü nefes alıp verdiği kendi yaşama alanına karşı en derbeder ve tahripkâr olanıdır.* Eğer o kaybolmuş kozmik uyuma tekrar erişilmek isteniyorsa, insanla insan (bireyle toplum) arasındaki ilişkileri düzenleyen “toplumsal sözleşme” ile artık yetinilmeyip, insanla doğa arasındaki ilişkileri açıklığa kavuşturan yeni bir “doğal sözleşme” geliştirilmelidir. Ve öyle bir sözleşme olmalıdır ki, bu sözleşme bağlamında artık ne “insan ve çevresi”nden bahsedilebilmeli, ne de “çevre” sözcüğü “çevrecilik”le anlaşılan bir hareketin kavramsal zemini olarak kalabilmelidir. 

“Derin ekologlar” tarafından insanmerkezci ve hümanist konumlara yöneltilen bu radikal eleştirilerin, hayli farklı düzey ve mahallerde süregelen bazı tartışmalarla koşutluk gösterdiğini farketmek güç değil. Anımsanacağı gibi, 1960’ların ortalarından itibaren Batı’da hümanizm geleneği yoğun bir ateş altına girmiş, bazen bilim adına, bazen bilim-ötesi bir tür yeni bilgi hattâ “karşı-bilgi” arayışı adına, bazen de düpedüz “bilime karşı toplum” adına değişik ve çoğu kez zıt yönlerden yapılan eleştirilere hedef olmuş ve sonuçta “İnsan’ın Ölümü”, özellikle Fransa’da Foucault ve izleyicileri tarafından açıkça ilân edilmişti (Nietzsche’den sonra, bu kez mutlak bir kesinlikle). Bu şiddetli anti-hümanizm akımı yalan yanlış birçok “izm”le birlikte anıldı – sözgelimi, “strüktüralizm”le birlikte; bugünse, daha geniş fakat belirsiz bir perspektif içinde, “postmodernizm”le birlikte anılmakta, hattâ postmodernizmin ana temalarından biri sayılmakta. Bu açıdan bakıldığında radikal ekolojinin, anti-hümanizmin potasında postmodernizmle buluştuğunu, örtüştüğünü, dahası postmodern bir olgu olduğunu söylemek mümkün. 

Ne var ki, bu yabancı önek ve sıfatlarla devam edersek, “premodern” bir postmodernite bu. Radikal ekolojinin tam da modern-sonrası göründüğü noktada, modern-öncesi bir konuma yerleştiği açık. Çünkü insanmerkezcilikten kaçayım derken doğaya veya doğanın varlıklarına hukukî kişilik atfetmek bir yerde, Descartes’la birlikte “ölü” kabul edilen doğayı canlı kılmak, canlılaştırmak, “nature morte”dan “nature vivante”a geçmek demek. Bu da Descartes-öncesinin yani modern-öncesinin organizmine dönmek, dahası animizmine bir yönüyle bulaşmak, hiç değilse animizmin belirli öncüllerine tutunmak demek. Fakat animizm derken, öyle çok gerilere gitmeye gerek yok: 16. yüzyılın sonlarına kadar, yani Descartes’ın doğumunun hemen arifesinde ve bizzat Descartes’ın ülkesinde, köpeklerden domuzlara, kargalardan çekirgelere kadar çoğu canlının “Tanrı’nın yaratıkları” olarak kollandıklarını ve afaroz edilmedikleri sürece papaz “vekilleri” aracılığıyla savunulduklarını, bazı mahkeme veya kilise kurul kararlarından biliyoruz.* Böyle tarihsel bir perspektif içine oturtulduğu zaman, yukarıda andığımız “ağaç davası”nın pek de “skandal” sayılacak kadar yeni bir olay olmadığı ortada. Şu halde, Amerika ve genel olarak Batı’da çevrecilik hareketinin evrimine baktığımız zaman, ilginç bir durumla karşılaşmaktayız: bu hareket, bir yandan kendi adını yadsıyacak ölçüde radikalleşme eğilimi gösterirken, diğer yandan bu radikalleşme, geleceğe dönük bir sıçrayış kadar geçmişe doğru bir dönüşüm de bazı özelliklerini taşıyor. “Devrim” ile “karşı-devrim”in ögeleri âdeta içiçe. “Postmodern durum”un gözle –veya kokuyla!– seçilebilir başlıca karakteristiği de bu belki. 

İYUK VE ÖTESİ 

Bu karmaşık durumun değerlendirmesine burada girecek değiliz. Şimdi Türkiye’ye dönersek, sadece şunu sorabiliriz: Bu ülkede ağaçlar nasıl kurtarılır? Salt hukuk mantığı açısından bakılırsa, bunu gerçekleştirmek için Prof. Stone’un izinden gitmek gerekmediği düşünülebilir. Zira yukarıda belirttiğimiz gibi, Stone’u ağaçlar adına dava açmaya zorlayan faktör, Amerikan sisteminde kişi menfaatleri ötesinde soyut değerler gibi bir kavramın bulunmayışıydı. Oysa Türk sisteminde böyle bir kavram vardır. Örneğin İdarî Yargılama Usulü Kanunu (İYUK), gerek gerçek, gerek tüzel kişilerin toplumsal yararları ve kamu düzenini zedeleyen idari işlem ve eylemlere karşı dava açabilmelerini öngörür: Kişi, kendini doğrudan etkilemese hattâ ilgilendirmese de, sözgelimi imar düzenine, çevre sağlığına veya güvenliğine uygun olmayan kamusal etkinlikler konusunda yargı yoluna başvurabilir. Geniş bir yorumla, kişinin kendi dertleri dışında “Allah’ın dağının derdi”ni de kendine dert edinme hakkı bu yasada mevcuttur. 

Türk sisteminin, çevreciliğin çıkarları açısından Amerikan sisteminden üstün olduğu düşünülebilir. Hoş, bu değer, diğer tüm gerçek ve hukuki yoksunlukların yanında bir teselli olacaksa, bu küçük teselliden bile ileride yoksun kalınabilir. Çünkü bir süredir bu yasanın değiştirilmesi için ısrarlı girişimler var. Prof. Lûtfi Duran, aylar önce, hükümetçe hazırlanıp Meclis’e sunulan “adalet reformu paketi” içindeki İYUK’ta değişiklik öngören tasarının, Adalet Komisyonu’nda görüşüldüğüne dikkat çekiyor ve bu görüşme sırasında, SHP’li (hem de SHP’li!) bir milletvekili olan komisyon başkanının, “anılan kanunun 2. maddesinde tanımlanan idari iptal ve tam yargı (tanzimat) davalarının, ancak ‘kişisel menfaatleri’ veya ‘kişisel hakları doğrudan ihlal edilenler’ tarafından açılmasına izin veren kendi kanun önerisini, kaşla göz arasında oylatarak tasarıya katmayı ve komisyondan geçirmeyi başardığını” yazıyordu (“Hukuka aykırılıkları koruma girişimi”, 30 Ocak ’94,Cumhuriyet). Duran’a göre sözkonusu tasarı yasalaştığı takdirde, “örneğin bir kimsenin oturmakta olduğu sokak ve mahallede, imar düzenine aykırı olarak belediyece verilen bir inşaat ruhsatına karşı açmak istediği iptal davası, bu işlemin ‘kişisel menfaatini doğrudan ihlal etmediği’ gerekçesiyle reddedilebilecektir.” Bu durumda, bir otel veya baraj inşaatı için bir ormanın hesapsızca katledilmesine karşı açılan davanın reddedilmesi de elbette işten değildir… Tabiî nihai yorum hukukçuların, fakat ne olduysa oldu, nihayet Haziran 1994’te kesinleşen yeni yasada sanırım Prof. Duran’ın korktukları çıkmadı. Ama tehlike hep mevcut. Siyasal ortamdaki genel eğilime koşut olarak, İYUK da sonunda özelleştirilip Anglosaksonlaştırılabilir – üstelik bu dönüşümlerle amaçlanan öze de muhtemelen kavuşamadan. 

Ancak, bu yönde hiçbir tehlike bulunmasa dahi, İYUK veya öngördüğü soyut değerler kavramının, Türkiye’deki çevreciliğin gitgide giriftleşen problemlerine hukuki bir ifade ve işlerlik kazandırmakta yetersiz kalacağı açıktır. Kalmayacak olsa, Türkiye ile benzer normlara sahip Fransa’da da kalmaz, örneğin. Oysa orada da bu yetersizlik fazlasıyla hissediliyor olmalı ki, o kemikleşmiş yapısına rağmen hukuk düzenini daha farklı ve zengin kavramların süzgecinden geçirmeye dönük ciddi çabalar var. Amerika’da patlak veren yahut yankı bulan dikenli tartışmaların da bu çabalar üzerinde hatırısayılır bir etkisi olduğu kesin. Benzer çabalara Türkiye’de de şimdiden girişmemek için bir neden yok sanırım. 

Anlaşılan Amerika’da ağaçlar kendi başlarına kurtulmayı, Türkiye’de ise insanlar tarafından kurtarılmayı bekliyor. Bugün için Türkiye’de Prof. Stone gibi ağaçlar namına dava açmak belki fazla, belki de saçma. Ama ağaçların kurtuluşunu tamamen insanların keyfine bırakmak da ne kadar doğru acaba? Ve ne kadar mümkün? 

  

(*)        Diğer pekçok kültür üreticisinin yanısıra “derin ekologlar”ın da Fransa’da sözcülüğünü yapan filozof Michel Serres’in pek sevdiği slogan-sıfatla: “en az sempatik, çünkü en az simbiyotik” (“le moins sympathique, car le moins symbiotique”). 

(*)        1545’te Fransa’nın bir köyünde çiftçiler o dönemin yetkili mahkemesi sayılan bir kilise organı nezdinde, tarlalarını ve bağlarını mahveden bir tırtıl kolonisine karşı dava açar. Dava gerekçesinde çiftçiler, “ister doğrudan doğruya aforoz yoluyla, ister başka bir etkili yolla olsun, sözkonusu ‘zararlılar’ kolonisinin bir an önce bölgelerinden defedilmesi için gerekli iznin çıkarılmasını ve bu doğrultuda acilen girişimde bulunulmasını” talep eder. Lakin mahkeme, sözkonusu zararlıların da Tanrı’nın yaratıkları olarak üzümlerden yararlanmakta insanlarla aynı hakları paylaştıklarını savunarak, onlara karşı aforoz silahını kullanmayı veya herhangi bir başka önlem almayı reddeder. Mahkeme heyetine göre, köylülerin başına gelenler aslında Tanrı’nın gazabından başka bir şey değildir. Bu gazaptan kurtulmaları, önce günah çıkarmalarına, sonra bol bol dua etmelerine ve nihayet, kiliseye de belirli tür ve miktarlarda tazminat ödemelerine bağlıdır. Köylüler bütün bunları yaparlar. Gerçekten de gün gelir, tırtılların hasarı azalır, artık hissedilmez olur. Ama kırk yıl kadar sonra, 1587’de, tırtıllar aynı köyü gene basar. Arada epey yeni günahlar işlenmiş olmalı ki, tırtılların zararı bu sefer afete dönüşmüştür. Köylüler tekrar mahkeme yolunu tutarlar. Mahkeme bu defa, tırtılların bölgeden sürülmesine karar verir. Ama bunu yaparken, uzak bir mıntıkada tırtıllara varlıklarını sınırlı düzeyde sürdürebilecekleri bir yaşama alanı ayrılması kaydını da karara eklemeyi ihmal etmez… Bu öyküyü ve benzerlerini zengin kaynaklara dayanarak renkli detaylarıyla anlatan ve bugünkü ekoloji davalarıyla karşılaştırmalı şekilde tartışan çok iyi bir çalışma için bakınız; Luc Ferry,Le Nouvel Ordre Ecologique, Grasset 1992. (Bu kitabın ufak bir bölümü Cogito dergisinin son sayısında yayımlanmış durumda.)

http://www.birikimdergisi.com/birikim/dergiyazi.aspx?did=1&dsid=65&dyid=1718&yazi=Do%f0a%20Haklar%fd%20ve%20Hukuk

January 3, 2010 Posted by | eko-savunma, ekoloji | Leave a comment

RADİKAL EKOLOJİK HAREKETLER – Yeşil Barış Değil, Yeşil Savaş !

Yusuf PUSTU
Gazi Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü Araştırma Görevlisi

GİRİŞ

Günümüzde yaşadığımız ve gittikçe daha da derinleşen ekolojik sorunların tümü toplumsal sistemden kaynaklanan sorunlardır. Dolayısı ile ekolojik sorunların çözümü için günümüzün kapitalist toplumsal sistemi sorgulanmadan mümkün görünmemektedir. Bu toplumsal sistemin bakış açısı ile doğa; bütünüyle sanayi ve teknolojinin hammadde kaynağı, üretim ihtiyaçları, için sınırsızca kullanılan bir alan olarak görülmektedir. Toplumsal sistem tahakkümcü, sürekli ilerlemeci ve maksimum kar bakış açısı ile doğayı tahrip etmektedir.

Doğanın bu şekilde sömürülmesine ve kapitalist sanayi toplumunun yapısına ve işleyişine önemli tepkiler radikal ekolojik hareketler tarafından getirilmektedir. Ekolojik hareketler, ekolojik sorunlarla ilgili yaptıkları eylemler ve yayınları ile dünya çapında ekolojik duyarlılığın geniş toplum kesimleri tarafından benimsenmesinde etkili olmaktadırlar.

1960’lı yıllarda toplumsal alanda artan çevre bilinci, mevcut çevre örgütlerinin üye sayılarını arttırırken doğaya bakış açıları ve eylemleri bakımından daha radikal yeni çevre örgütleri ortaya çıkmıştır. Friend Of Earth (Yeryüzü Dostları), Greenpeace (Yeşilbarış), Ecotage (Ekolojik Sabotaj) ve Earth First! (Önce Dünya) vb. gibi örgütlerden oluşan bu örgütlerin eylemleri ve oluşturdukları teorik altyapı radikal ekoloji düşüncesini besleyen önemli bir faktör olmuştur. Bu bağlamdan hareketle bu çalışmada yukarıda belirtilen örgütlerin yanı sıra Carolyn Merchant’ın radikal ekoloji hareketi içinde saydığı yeşil politika, sürdürülebilir kalkınma ve eko-feminizm hareketleri de incelenecektir (Bakınız. Carolyn MERCHANT, Radical Ecology, Routledge, NewYork, 1992, sayfa 157-235).

A-YEŞİL POLİTİKA

Radikal ekoloji hareketleri çerçevesinde değerlendirilen yeşil politik hareketlerden dünya genelinde ekolojik sorunlarla ilgili en etkin ve yaygın olanlar incelenecektir.

1- Friend Of Earth (Yeryüzü Dostları) Friend of Earth (Yeryüzü Dostları)
2-Greenpeace (Yeşil Barış)

3-Ekotaj (Çevresel Sabotaj)

Ekotaj hareketi, “earth liberation front”, “animal liberation front (İngiltere de başlayan ve dünyanın her yerine yayılan, hayvanları kurtaran örgüt, dünyanın çeşitli yerlerinde otonomlar seklinde bulunan küçük gruplar halinde hareket ederler. İngiltere’de terör örgütü olarak anılır ve en tehlikeli örgütler listesinde başı çeker. Laboratuarlardan, hayvanların kapatıldığı her yere, kurk mağazalarından kasaplara, hayvanların zarar gördüğü her yere, kimseye zarar vermeden, sadece hasar vererek protestolar yapar, hayvanları kurtarırlar. Kurtarılan hayvanlar doğaya dönebilecek şekildeyse onları doğaya bırakır, değillerse onlara bir ev bulurlar.)” gibi ekolojist grupların, yeşil anarşistlerin başvurduğu eylem yöntemidir. Ekotaj, biyoteknoloji ve genetik mühendisliği araştırmaları, hayvan deneyleri gibi canlı doğaya doğrudan doğruya müdahale ederek geri döndürülemez sonuçları olacak girişimleri iş işten geçmeden derhal durdurmak amacıyla, yalnızca mülkiyete zarar verme ve ilgili kuruluşun bu faaliyetlerine son vermesine yol açma prensibi ile hareket eden aktivistlerin gerçekleştirdikleri bir eylem yöntemidir (Manes,1990:174-176). Örneğin; ağaçların kesildiği alanda ağaçlara özel çiviler çakılması yoluyla ağaçları kesen araçların kullanılmaz hale gelmesini sağlamak gibi yöntemlere başvururlar. Bunun yanında lobi faaliyetleri, dava açma, boykotlar, grevler, kitle gösterileri önerilir.

Radikal akımlar tarafından benimsenen ekotaj, anti-kapitalist bir eylem biçimidir. Greenpeace’nin eylemleri ile tartışılmaya ve gündemde yer bulmaya başlayan ekolojik radikalizm, ekotaj ile gündeme ağırlığını koymaya başlamıştır. Bu eylemlerle beraber radikal ekoloji hareketi ılımlı ekoloji hareketinden tamamen farklılaşır. Radikal söylemlerde kendi içinde yöntemsel ve önerdikleri yapısal değişiklikler bazında ayrışırlar. Radikal kesimdeki bu ayrışma şu başlıklar altında özetlenebilir (Demirer,Torunoğlu,Turan,1997:112):

1-Ekolojik krize neden olan politik sistem tümüyle değiştirilmelidir.

2-Günümüz toplumunun yasal ve ekonomik kurumları köklü bir değişime gereksinim duymaktadır.

3-İnsan toplulukları doğaya karşı olan değer yargılarını ve yaklaşımlarını değiştirmelidirler.

4-Kişisel yaşam biçimleri yeniden düzenlenmelidir.

Radikal ekoloji hareketi içinde 1980’lerde, ekolojik krizi tümüyle kapitalizmin işleyişine bağlayanlar ve krizin sorumlusu olarak gördükleri endüstriyel toplumun bir devrim olmaksızın çeşitli eylemlerle aşılabileceğini savunanlar olmak üzere ikili bir ayrışma yaşandı. Bu ayrışma sonrasında Greenpeace hareketi içinde kimi radikal kesimler, Greenpeace’yi endüstriyel yatırımlara karşı şiddete başvurmadığı için radikal ekolojinin ılımlı kanadı olarak nitelemeye başladılar. Bu radikal kesim (The Monkey Wrench Gang) büyük çaplı endüstriyel yatırımlara karşı geliştirilecek doğrudan eylemleri savunuyordu.

4-EarthFirst! (ÖnceDünya!)

Derin ekoloji yanlısı bu grup 1980’de Dave Foreman tarafından kurulmuştur. Earth First’in esin kaynağı, Edward Abbey’in 1975’de yayımlanan, bir grup “eko-sabotör “ün doğayı korumak amacıyla ekotaj (ekolojik sabotaj) yöntemlerini kullanmalarını konu edinen “The Monkey Wrench Gang” (İngiliz Anahtarı Çetesi) adlı romanıdır (Manes,1990:66-67). Earht First’in öncelikli amacı insan kültürünün henüz bulaşmamış olduğu doğal alanların ve doğal hayatın korunmasıdır. Grup eylem olarak gösteri, sivil itaatsizlik ve monkeywrenching yöntemlerini kullanmaktadır (Manes,1990:71-72). Bu grup örgütsel olarak gevşek bir birlikteliğe dayanmakla beraber iletişime önem veren bir yapıya sahiptir. “Radical Environmental Journal” adlıbirsüreliyayına sahiptirler. 1980’lerin başından itibaren radikal ekolojizmin çekim merkezi Greenpeace’den Eart First! isimli gruba kaydı (Demirer, Torunoğlu, Turan, 1997:113). Bu grup radikal yöntemleri ve etkili eylemleri ile dünya kamuoyunda 1980’ler boyunca kendinden çokça söz ettirdi. Grubun söylemlerinden en önemlisi “toplumsal hayatın ekolojik öncelikler doğrultusunda yeniden düzenlenmesi” isteğidir. Önce Dünya!’nın teorik altyapısında “derin ekoloji” akımının önemli etkileri oldu (Demirer, Torunoğlu,Turan,1997: 113). Bu grubun  diğerlerinde  ayrılan  özelliği,  doğanın önceliğini yeryüzündeki insan var oluşunun bu süreçle tehdit altında olması ile açıklayan, insan merkezli akımlardan (anthropocentric) akımlardan farklı olarak ekoloji merkezli ( ecocentric ) bir yaklaşım geliştirmesidir. Bu harekete göre doğa insana ait kaygılardan bağımsız bir değerler bütünüdür.

Derin ekoloji hareketinin temsilcileri olan Arne Naess, Bill Devall ve George Seessions, Önce Dünya! Hareketinin ekolojik duyarlılığına önemli katkılarda bulunmuşlardır( Manes,1990:119).

5-Yeşiller Hareketi

Yeşil hareket 1970’li yıllarda kapitalist batı ülkelerinde şekillenmeye başladı. Hareket kapitalist sanayi düzeninin doğayı, kentsel ve toplumsal hayatı, dolayısı ile insan ilişkilerini bozan, yıpratan, yabancılaştıran etkilerine dönük tepkilerle birleşerek siyasallaşmaya yöneldi (Bora,1990:39 ). Ekosistemin yok edilmesi, sosyo-politik sınırların aşılması, her kademedeki yönetim organlarını işbirliğine zorunlu hale getirmektedir. Ekolojik sorunlara karşı, siyasal liderler hala eski klasik kuramların dar kalıplarını aşamamakta, sorunlara parçalı yaklaşım egemenliğini sürdür­mektedir. Ancak bu tür yaklaşımların hiçbir soruna çözüm getirmeyeceği ortaya konulmuştur. Bu çıkmazlar içerisinde, yeşil hareket, sorunlara çözüm bulabilmek için ortaya çıkmıştır. Yeşil hareket mevcut ekolojik sistemin ve değerlerin eleştirisine ağırlık vererek, çevre korumacılığı değil, insanların içinde yaşadıkları doğal, kentsel ve toplumsal çevrenin ve bu çevreyle ilişkilerin geliştirilmesini savundu (Özer,2001:67).

1970’lerin ikinci yarısında güncelleşen nükleer enerji sorunu ve anti-nükleer hareket, bu yönelime radikal ve popüler bir nitelik kazandırmıştır. Nükleer sanayi ekseninde oluşan otoriter-baskıcı yapı; ayrıca yüksek derecede uzmanlık isteyen bu teknolojinin kullanımını toplumun tercihlerinden uzak tutan anti-demokratik teknokrat ideolojisi yaygın bir tepkiye yol açmıştır. Geniş kitleler, çevresel sorunların otoritelerin, uzmanların keyfine bırakı­lamayacak kadar hayati ve önemli olduğunu en açık bir biçimde, anti-nükleer hareket temelinde fark ettiler(Bora, 1990:39).

Yeşil hareketin manevi değerlerinde, kültürün üç özelliği olarak kabul edilen; humanizmanın, modernliğin ve baberkil toplumun yansımaları bulunmaktadır. Hareketin görüşlerini yansıtan yeşil politika, hümanizmanın insanı en üstün tutan yönünü eleştirmektedir. İnsanların dünya yüzündeki yaşamın en üstünü olduğunu ve kontrolün kendisinde olduğunu savunması aşırı bir kendini beğenmişliktir, çünkü uzun süreçte her şeyi kontrol eden doğa olmaktadır. Yeşil politika ataerkil değerlerin de karşısında olmaktadır. Bu açıdan eko-feminizmle de benzer tarafları bulunmaktadır. Babaerkil değerler, dar anlamda erkeklerin kadınları sömürmeleri anlamına gelirken, geniş anlamda feminist ortamlarda sadece kadınlara yapılan haksızlıklar değil, doğadan kopma, ona egemen olma, hiyerarşik bir yapıyı destekleme, rekabet, her şeyde egemenlik ve alt etme duygusunu taşıma ve genel bir güvensizlik ifade etmektedir(Özer, 2000:69). Yeşil hareket çoğu ülkede, göze çarpan bir şekilde yeşil partilerle ilişki içerisindedir. Çoğunun amacı ulusal yasama meclislerine seçilebilmektir. Yeşil hareket hemen hemen bütün ülkelerde kısmen de olsa yasama sürecini etkileme olanağına sahip bulunmakta, kararların alınışında ve uygulamaya konulmasında yasama sürecini etkilemeye çalışmaktadır. Eğer yeşil parti yönetime seçilemezse, etkili bir baskı oluşturarak sürdürülebilir bir toplumun ortaya çıkarılmasını kendine görev edinmektedir(Dobson, 1990:132-133).

Yeşiller hareketi çevresel endişelerin yanında, diğer sosyal ve ekonomik sorunlarla da ilgilenmektedir. Bunun da birkaç önemli sebebi vardır: çevre sorunlarının diğer sorunlarla iç içeliği ve bunun iyi şekilde kavranmış olması sebeplerden birisidir. Onlara göre, dünyanın mevcut durumu, “endüstriyalizm” olarak tanımlanan “hakim ideoloji”nin ürünüdür. Sorunun çözümü de bütüncü bir yaklaşımı gerekmektedir.  İkincisi,  yeşil partilerin merkezi kadrolarının büyük ölçüde “sosyalist” ve “müdahaleci” geçmişe sahip olanlardan meydana gelmesidir. Yeşillerin vatandaş gözündeki imajı büyük ölçüde, doğaya, enerji kaynaklarına, silah­sızlanmaya verdikleri önemle özdeş bulunmaktadır(Öz, 1989:28) Yeşillerin temel düşünceleri, toplumun adem-i merkezileştirilmesi ve tabana dayalı demokrasi ile yönetilmesi üzerine yoğunlaşmaktadır (Özer,2001:67). Ekolojik toplumda sosyal sorumluluğa ve karşılıklı yardımlaşmaya özen gösterilmeli, şiddete karşı çıkılmalıdır. Bu toplumda insanlar sade bir yaşam sürerler, insanların kendilerine güvenleri yüksek olur, doğaya saygı ve yaşamın kutsallığı  önemlidir (Naees,1994:12-13).

Yeşil hareket 1968’lerin gençlik hareketleriyle ortaya çıkmış, daha sonra giderek siyasallaşmış, ekolojik sorunlara radikal bir bakış açısıyla yaklaşmaktaydı. Ancak yeşil hareket siyasallaşıp, yasama meclisleri içerisinde de yer almaya başladıktan sonra heyecanını kaybetmeye başladı. Özellikle Almanya’da 1990 seçimlerinde meclis dışı kalmışlardır. Yeşiller partisi gittikçe genç nesilden de uzaklaştı. Yeşillerin radikal tarafları politikaya alıştıkça azaldı. Yeşil hareket, başlangıçta yakaladığı radikal havayı sürdürememiş, özellikle siyasallaşıp meclise girdiğinde ekolojik sorunlarla ilgili görüşlerinde tutarsızlıklar oluşmaya başlamış, hareket düşünce derinliğini kaybetmiştir. Yeşil hareketin siyasallaşanları kan kaybetmiş, derin ekolojinin ortaya çıkmasına yol açmıştır

B-EKO-FEMİNİZM

1970’li yıllarda ekolojik konularla ilgilenmeye başlayan feminist hareket, sonunda eko-feminizm diye ifade edilen bir senteze ulaştı. Carolyn Merchant’ın “Doğanın Ölümü, Kadın, Ekoloji ve Bilimsel Devrim” (The Death Of Nature: Women, Ecology And Scientific Revolution) isimli kitabı eko-feminizmin çerçevesini çizen bir kitap olarak bu hareketin en önemli klasiğidir. Carolyn Mechant 1983 yılında ilk basımı yapılan bu kitabında yüzyıllardan beri kadının doğa ile özdeşleştirildiği ancak 1500-1700’lü yıllardan sonra ortaya çıkan teknolojik gelişmeler sonucu doğanın vahşice sömürüldüğünü, bu arada kadının statüsünün de gittikçe bozulduğunu anlatmaktadır.

1970’li yıllara kadar doğanın ve hayvanların kıyımına değinen ve çeşitli akımlar içinde yer alan kişiler olsa da bu terimi feminist literatüre 1974’te sokan ilk kişi Francoise d’Eaubonne’dur (Merchant,1992:184).

Ekoloji ve feminizmi bir potada eriterek, erkeklerin doğa ile kadınları özdeş tutarak, doğaya davrandıkları gibi kadınlara, kadınlara davrandıkları gibi doğaya davrandıklarına dikkat çekmiştir (Merchant,1992:185).Bu feminist düşünceye göre ataerkillik ve kapitalizm sistemi içinde doğayı yola getirme, sömürme, doğaya hâkim olma, doğaüstünde iktidar sahibi olarak üstünlük kurma düşünceleri ile erkeklerin kadınlara bakış açıları arasında bir koşutluk bulunmaktadır. Warren’e göre de yüzyıllardır kadın ve doğa aynı kaderi paylaşmış, ikisi de horgörülmüş, aşağılanmış ve ikisine de eziyet edilmiştir. Günümüzdeki çevre sorunlarının çoğunda özellikle kadınların sahip olduğu sezgi, bakım ve sentez yapma kabiliyetlerinin toplumlar tarafından göz önüne alınmamasının rolü bulunmaktadır(Warren, 1987:182). Doğanın sömürülmesi, bütün çağlar boyunca doğayla özdeşleştirilmiş bulunan kadının sömürülmesi ile el ele gitmiştir. En erken dönemlerden beri doğa ve özellikle yeryüzü- müşvik ve besleyip büyüten bir anne olarak, ama aynı zamanda vahşi ve dizginlenemeyen bir dişi olarak görülürdü (Capra,1992:38). Kadın ve doğa arasında kurulan bu antik bağ bu şekilde kadının tarihi ve çevrenin tarihiyle birbirine eklemlenmektedir. Bu bağ feminizm ve ekoloji arasında artarak kendini gösteren doğal  bir  akrabalığında  kaynağıdır(Capra,1992:39).

Francoise d’Eaubonne’dan sonra aynı yıl Shelia Colins’in “A Different Heaven and Earth” ‘ü yayınlandı. “Collins, “ırkçılık, cinsiyetçilik, sınıf sömürüsü ve ekolojik yıkımı”, “birbirine kenetlenmiş ve ataerkil yapıyı taşıyan ayaklar” olarak görüyordu”(Adams,1994:93). Bunlardan başka, Rosemary Radford Ruther “New Woman New Earth”, Marilyn French “Beyond Power”, Ynestra King “Towards an Ecological Feminism”, Karen Warren gibi kişiler eko-feminist düşüncenin yayılmasında   etkili   olmuşlardır(Merchant,1992:184-185).

www.koopkur.org.tr/pdf/karinca/831.pdf

January 3, 2010 Posted by | anti-endustriyalizm, anti-kapitalizm, eko-savunma, ekoloji, ekolojist akımlar, isyan, kadın ve doğa / ekofeminizm | 1 Comment

Fifty ideas for actions on climate change


In May and June 2001, the Rising Tide Climate Chaos Tour visited 12 cities in Britain. Some 300 people came to the Tour. In the last session of each gig people broke into small groups and brainstormed ideas for action. This is a list taken from their ideas.

This list proves that no one can argue that there’s nothing we can do about climate change. Our only problem now is choosing what to do- and when has that ever been an excuse for not doing anything?!

1. Organise a Critical Mass with a climate chaos theme
2. Set up a climate change pirate radio station (there is a tape of material already prepared)
3. Find out the sea-level rise or flood level predictions for your area (Met Office, Environment Agency) and paint/chalk this level in blue around town, on council buildings, petrol stations, etc. Accompany with flyposters/leaflets explaining the line and forecasted impacts of extreme weather
4. Take action to reduce your own energy consumption- set yourself a target. Tell everyone about it- your family, friends, neighbours and get their support (like giving up smoking!)
5. Make an empowerment video focused on weather chaos and our responses to it and distribute it and show it.
6. Agit-crop! Planting or seed sowing to spell out a message, in council flowerbeds, railway embankments, open spaces
7. Target traffic jams with leaflets about greenhouse gas emissions
8. Produce local guide to help people buy ethical local produce
9. Declare a car share or green transport week, support with posters, leaflets, actions
10. Set up an info shop/ or a stall in a busy place
11. Produce posters, distribute them, flypost them all over town
12. Talk with your friends of neighbours about what you could do collectively, such as car share, setting personal targets, planning an action, organising school transport etc.
13. Grow at least some of your own food. Reclaim some space to do this with others, get an allotment, grow stuff in pots
14. Declare a car-free zone in your town and put up car-free road signs
15. Blockade or occupy a power station. Block plans for any new power stations.
16. Make “Wanted” posters in car parks for crimes against the biosphere with pictures of cars.
17. Find out council/local authority development plans, put in your own ideas, challenge anything that doesn’t take account of reducing emissions
18. Visit electricity/electrical goods retailers, note how much effort they put put energy efficiency. Set up an info shop outside (or inside!) for the day
19. Mobilise against incinerators, make the links about greenhouse gas emissions
20. Energy reduction – raise the issue in your workplace or school
21. Take your holidays in England.
22. Hassle everyone you know to change their lightbulbs
23. Subvertise-distort the messages on adverts for climate criminals, such as car adverts, all flights! (See http://www.subvertise.org.uk for some ideas)
24. React to events- when there the next unseasonal flooding, record drought, or unexpected storm, get out on the streets protesting and making the links for people. Prepare a local phone tree to pull people together at short notice to do this.
25. Guerilla Energy Reduction! Put a brick in the cistern, turn down heating, change heating timers to come on less, swap old lightbulbs for energy efficient ones
26. Get out there and start talking! We have detailed materials on how to structure talks and do speaker trainings. Better still, get on the road and do your own version of the Rising Tide Tour.
27. If it snows people with bad insulation have no snow on their roofs- put a leaflet through their doors about climate chaos and telling how much they can save with roof insulation (plus what grants are available)
28. Prepare materials for teachers, and do talks and activities in schools
29. Buy green electricity. For details on the best companies go to http://www.foe.co.uk
30. Start a solar water heating club
31. Shut down petrol stations and offer advice on how to kick the habit – offer alternatives to oil addiction, such as free bikes
32. Put up displays at events, public places (the library, public noticeboards), or flypost. Basic display packs from Rising Tide
33. Do a 90% for 90% action- leafleting the train.
34. Give out cartoon booklets everywhere! Photocopy and flypost them
35. Fix up some bikes (universities and stations good place to ask for leftovers) and set up a local free bike scheme, like they used to have in Amsterdam.
36. Nautical Critical Mass! Put cut-out fish in trees and on car windscreens with a message/website. (see fish in the resources section of this web site)
37. Talk with people in this country who have relatives abroad already being affected by weather chaos such as people from the Pakistan, Bangladeshi communities.
38. Create images of what future climate chaos could look like in your region/town and paste them up.
39. Paint cycle lanes, or Think Bike signs on the road.
40. Take infra-red photos of public buildings during winter and confront people with the picture of how much heat is going into the air (send photos to the newspapers)
41. Put up Climate Chaos Ahead road signs on all rush-hour approaches to town
42. Write a message on the top of your umbrella so everyone can see it when it rains
43. Hang banners from bridges over motoroways and busy roads during rush hours- thousands will see them (stay with the banner or the police will remove it and not give it back!)
44. Occupy the offices of companies not reducing emissions, or part of increasing emissions Organise benefit gigs to fund more Rising Tide resources, or to support people affected by extreme weather in the global south (survivors of last years Mozambique floods sent a donation to people whose homes were flooded in Malton, Yorkshire
45. Plough up a motorway and create a park!
46. Link up with other groups/campaigns with linked concerns – such as fuel poverty groups, local local refugee/asylum seekers support groups. Plan joint work around environmental refugees.
47. Campaign for not-for-profit public transport
48. Set hosepipes on offices of oil and airline companies and flood them!
49. Start a campaign against all air flights where people can take a train (eg England to Scotland, London to Paris)
AND…..
50. Get together with other people, work out what you want to achieve, plan your actions/campaign and DO IT!

http://www.networkforclimateaction.org.uk/toolkit/action_resources.html
http://www.seedsforchange.org.uk/free/resources

December 17, 2009 Posted by | anti-kapitalizm, eko-savunma, isyan, sistem karsitligi | Leave a comment

Atomistik hayvanseverliği hayvan özgürlüğü mücadelesine dönüştürmek – Dilaver Demirağ


İnsanın yer ile kurduğu bağlar, bu bağlar içinde oluşturduğu toplumsal örgütlenmeler, kent denilen oluşumu biçimlendirir. Bir yer ya da coğrafya insanı pek çok doğal etki ile biçimlendirir, ama insan da eyleyişleri ile yaşadığı o coğrafyayı biçimlendirir. Bu anlamda mekanla insan arasında böylesine ekolojik ve diyalektik bir ilişki vardır.

Fakat bir yer sadece insanlardan oluşmaz, en insan odaklı yerleşim olan kentler bile başka sakinlerden oluşur. Bu manada kentler birer habitattırlar aynı zamanda. Örneğin İstanbul’un en eski sakinleri aslında güvercinlerdir, ağaçlardır. Belki uzun yıllar onlarla yaşamaktan olsa gerek, Türk toplumu modernleşmeden önce hayli organik bir hayat biçimi içindeydi ve bu son 20–30 yıla dek bir biçimde sürdü. Ancak son günlerde üst üste gelen köpek cinayetleri organik bir hayat algısına sahip Türk toplumunun yerel yönetimler eliyle bu organikliği tamamen sentetikliğe doğru evrilmekte olduğunu göstermekte.

Aslında ülkemizin çeşitli kentlerinde yaşanan ve kenti “cansızlaştırma” operasyonu olarak tanımlayacağımız birtakım örnekleri aklımıza getirdiğimizde yaşanan son soykırımların hiç de istisna olmadığı açık. Malatya’da kentin belli başlı merkezlerinden birinde yer alan ağaçlara konan sığırcıklar, kent halkının “çok gürültü oluyor” şikâyetlerine yol açınca, valilik sığırcıkların konduğu, yuva yaptığı ağaçları kestiriyor, yersiz kalan kuşlar da bunun üzerine vali konağının damını kendilerine mesken ediniyorlar. Denizli’de caminin önünü kapattığı düşünülen -aynı durum Konya’da Mevlana Türbesi için düşünülüyor- çınarlar kesildi.

Örnekler bir hayli fazla, bütün bu örnekler düşünüldüğünde kentlerin artık kuşlardan, köpeklerden, ağaçlardan kurtulmak istediği ve bir kenti sadece beton binalardan, alışveriş merkezlerinden ve otomobillerden, birörnek insanlardan oluşan bir yer olarak görmek istediğimiz anlaşılabiliyor. Eh zihniyet bu olunca, sokak köpekleri haydi haydi harcanabiliyor, ne de olsa “toplum sağlığını” tehdit söz konusu. Ancak köpekler için toplum sağlığını tehdit ediyor diyenlerin, her fırsatta “öteki”ni linç edenleri, okullarda yaşanan şiddet olaylarını görmezden geldiğine tanık olmaktayız, açık ki insan insanın kurdudur ve bu şartlarda toplum sağlığına en büyük tehdit yine bizzat insanın kendi türüdür.

Atomistik Hayvanseverlik

Hayvan sevgisi dediğimiz şey aslında modern öncesi toplumlar için bir şey ifade etmiyordu. Hayvanla insan arasında, tıpkı ağaçlar ve kentin bizzat kendisi, diğer insanlarla olan ilişkiler babında olduğu gibi organik bir bağ vardı. Ama bu bağ bugün bizim sevgi diye ifade ettiğimiz kavramla anlaşılır gibi değildi. Kuşkusuz hayvanla insan arasında bir duygusal ve anlamsal bağ vardı ama bu ilişkide işlevselcilik boyutu bir hayli ağır basardı. Örneğin kedilerin ilk kez Mısır’da evcilleştirildiğini biliriz, nedeni buğday ambarlarına dadanan farelerdi; yani Mısırlılar kediyi ne duygusal gelişim, ne sosyal ihtiyaçlar gibi soyut değerler uğruna değil, ürünlere ortak çıkan fareler için besliyordu. Elbette bunu anlamsal birtakım öğelerle de destekliyor, bu faydalı canlıya sevgisini vermeyi de ihmal etmiyordu -gerçi bu olgu daha çok üst sınıflara ait bir şeydi- ama sonuçta ilişkide fayda belirleyiciydi.

Aydınlanma sonrası burjuva aile modelinin gelişimiyle, özellikle de İngiltere’de hayvanseverlik olgusu, yani evde hayvan besleme pratiği gelişmeye başladı ve hayvanlar da yavaş yavaş evin bir bireyi haline geldiler. Yani bir anlamda onlar da burjuva aile değerlerinin bir unsuru oluverdiler. Günümüzde ise hayvanseverlik bir endüstri haline getirildi. Kapitalizm hayvanseverliği de bir tüketim öğesi kılmayı becerdi. Bugün “pet”, yani cins evcil hayvan endüstrisi bireyselleşmiş ve atomlaşmış toplumun tüketimci-şefkat değerlerini temsil eder konumda.

Sözlerim yanlış anlaşılmasın, ALF/HKC (Hayvan Kurtuluş Cephesi) ya da Peter Singer gibi düşünürler bazında temsil bulan hayvan hakları olgusunu burjuvaca bularak küçümseyenlerden değilim. Ama atomistik, yani yalıtılmış yalnızlaşmış bireyin “sevgi” ihtiyacını karşılamak için para basan endüstrileşmiş hayvanseverlik ile, hayvan hakları mücadelesini de aynı kefeye koymuyorum sadece.

Yaşar Çabuklu’nun bir yazısında değindiği gibi: “Günümüz toplumunda insanın hayvanlarla olan ilişkisi ev hayvanlarıyla (pet) sınırlı hale geliyor. ‘Hayvanlıktan çıkarılmış,’ sterilize edilmiş, insan dünyasının konforunu ve hafifliğini bozmayacak biçimde eğitilmiş bu hayvanlar ticari bir sektörün nesnelerini oluşturuyor. ‘Hayvan Hakları’ genellikle bu hayvanlara yönelik olarak algılanıyor, evcilleştirmenin kendisi sorgulanmıyor. Benzer bir biçimde avcılığa karşı çıkılırken milyonlarca hayvanın mezbahalarda kesimi görmezlikten geliniyor. Vejetaryenlik bir moda haline gelip ticarileşiyor. ‘Hayvanları koruma’ yaklaşımının hayvanların trajedisinin esas sorumlusu olan insan merkezciliği güçlendirdiği gerçeği göz ardı ediliyor.” Buradaki hayvan haklarını siz kesinkes tüketimci hayvanseverlik olarak okuyun, Çabuklu’nun eleştiri oklarının hedefi gerçek hayvan hakları değil çünkü.

Ama ne yazık ki steril hayvanseverlik geliştikçe, sokaklar ıssızlaşıyor ve sokak köpekleri sokak çocuklarının kaderini paylaşıyor. “Görünmezleşiyorlar”, aradaki ahlaki sorumluluk bağı kopuyor.

Yani bugün hayvanları bir gösteriş ve sergileme unsuruna dönüştüren, cins köpekler üzerinden yürüyen sosyetik hayvanseverlik, sorunun bir parçası.

Fakat sorunun diğer ucunda ise giderek nihilistleşen toplumsal duyarlıkların tümüne yabancılaşan yoksul kentliler de var. Ve onlar da sınıfsal hınçlarını köpeklerden çıkararak rahatlıyorlar.

Kentin Köpekleri

Aslında sokak hayvanları sorunu kentleşme sorununun ayrılmaz bir parçası. Metropollerde sokak öldükçe, kentli eğitimli orta sınıf çocukları sokaktan ve doğadan koptukça, sokak köpekleri de tıpkı bir dönem haklarında idam fermanı çıkarılan kavaklar gibi gözlerden ve gönüllerden düştüler. Kent binalardan, yollardan oluşan bir yığıntıya dönüşüp, kent sakinleri de kitle toplumunun bir unsuru oldukça, kentlerimiz insanî ve ekolojik yönden erozyon yaşar hale geldi.

Eskiden var olan mahalle birimleri, canlı komşuluk ilişkileri, yoksulu ve sokaktaki hayvanı da içine alan şefkat çemberi, metropolleşen kentlerle ölümü yaşamaya başladı. Önce yoksullar kaderlerine terk edildi, sonra köpekler. Kentlerimiz erkekleşti, dişi mimarînin oval kubbeleri, eril gökdelenlere terk etti yerlerini. Fabrikalarda çile dokurken bile hayatı ıskalamayan işçi sınıfının gecekondularının pencerelerinin pervazlarında sardunyalar, yanı başlarında ağaçlar ve kendi yoksul sofralarından artanlarla besledikleri köpekleri, sarman/tekir kedileri, kafeste öten sakaları kayboldu ve yerini demirli çirkinliklere bıraktı.

Kentin mekanı ayrışıp parçalandıkça, kentlilerin birbirlerinden kopuşu da hızlandı ve gettolaşan gecekondularda ilişkiler hoyratlaşmaya, kıyıcılaşmaya başladı. Töre cinayetleri arttıkça, kadınlar kapatıldıkça sokak köpekleri daha çok tekmelenmeye, makatlarına çomak sokulmaya, itlaf canilerince tecavüze uğrar olmaya başladılar.

Kısacası hayvanların yaşadığı acı ve sessizlik, dişi dünyanın içe çöküşü, yoksulların güç ilişkileri ile tüketim kültürünün üreticisi kentli orta sınıfın şımarık hayvanseverliği arasında kopmaz bağlar var.

Ve tüm bu girift ilişkileri dönüştürmek için, kenti dönüştürmek gerekiyor. Eğer halihazırda kendi parçalı yapısı ile kendi sorunlarına kilitlenmiş yapıları bir araya getirecek (Yeşiller gibi) üst bir çatı, hayvanseverliği hayvan özgürleştirmesine dönüştürecek daha politik ve bütünsel bir hayvan hakları mücadelesi olmadıkça, kendi katilimiz kendimiz olacağız. Çünkü şu anda çözüm hayvanları kısırlaştırmakta görülüyor, oysa bu zaten bir yandan belediyeler, diğer yanda AB normları ile süren kuşatmanın istediği sonuç, yani sokakların hayvanlardan temizlenmesi. Yapılan mitinglerin birinde göstericiler soruyordular “Katilim Kim” diye, cevap belli değil mi? Katil endüstriyel, kapitalist kentleşme. Bu kentleşme ise hem insanlığımızı, hem ruhumuzu betonlaştırıyor.

http://sadecehayat.blogcu.com/ne-kussuz-ne-kopeksiz/1705927

December 17, 2009 Posted by | eko-savunma, kent yasami, somuru / tahakkum, türcülük, doğa / hayvan özgürlüğü | Leave a comment

Nükleer Enerjiye Karşı Çıkmanın İlk 35 Nedeni


a- Politik gerekçeler:

1. Nükleer santrallar, endüstriyalizmin ve yüksek teknolojiye tapınmanın en uç noktalarından birini temsil eder.
2. Aşırı enerji tüketimine ve masif (büyük miktarlarda) enerji akışına olan bağımlılığı arttırır, enerji yoğunluğunun düşürülmesi girişimlerini baltalar.
3. Tüketim toplumunu, enerji israfını ve kullan at mantığını seçeneksiz hale getirir.
4. Nükleer silahlanmayla ve savaşlarla bire bir ilişkisi vardır, askeri ya da sivil reaktörlerin bazı tipleri nükleer silah hammaddesi üretir.
5. Uluslararası güç dengelerinde barışçıl olmayan stratejik bir silah olarak kullanılır.
6. Merkezi denetimi zorunlu kıldığı için enerji üretiminde ve dağıtımında merkezileşmeye neden olur.
7. Yapımına antidemokratik süreçlerle, merkezi olarak ve kamuoyunda özgürce tartışılmasına izin verilmeden karar verilir; aynı şekilde yapılır ve işletilir.
8. Toplumu ikna etmek için beyin yıkama/rıza yaratma kampanyalarını kullanır.
9. Şeffaf değildir, yatırım kararından silah yapımına, kazalardan atıklara kadar her aşamada gizlilik esastır.
10. Teknolojiyi elinde tutan, denetleyen ve dağıtan hegemonik devletlerin gücünü ve bu ülkelere olan bağımlılığı arttırır.
11. Teknokrasinin ve uzmanların egemenliğindeki toplumsal ve ekonomik düzeni pekiştirir.
12. Sabotajlara karşı korunma adına asker ve polis denetimini meşrulaştırır.
13. Özellikle yatırım aşamasında büyük rüşvetler döner.
14. Enerji verimliliği ve yenilenebilir enerji ekonomisine geçişin önünde engel oluşturur.
15. İklim değişikliğinin çözümü için asıl yapılması gerekenlere karşı kalkan olarak kullanılır.
16. Toplumda “herşeye kadir canavar ‘nükleer teknoloji’ karşısında kalıcı ruhsal hasar” oluşturur (F. Hundertwasser, 1979).
17. Enerjiyle ilgili araştırma bütçelerinin büyük bölümü yenilenebilir kaynaklar yerine nükleer enerjiye harcanır.
18. Toplumda nükleer teknolojiye karşı olağanüstü bir güvensizlik mevcuttur.

b- Nükleer enerji üretimindeki sakıncalar:

19. Teknolojisi, yapım, inşaat ve güvenlik maliyetleri çok yüksektir.
20. Riski çok büyük olduğu için sigortalanamaz ve finansal riski kamuya yüklenir.
21. Yapım süresi çok uzundur, büyük gecikmeler yaşanır ve zamanında bitmez. Geri ödeme süresi çok uzundur.
22. Uranyum madenciliği ve yakıt üretimi/zenginleştirme aşamalarında sürdürülebilir olmayan kaynak bağımlılığı yaratır.
23. İşletim ömrü 40 yıl kadardır ve bu aşamadan sonra devreye giren söküm maliyetleri çok yüksektir.
24. Yüksek düzeyde uzman iş gücü kullanır, yerel ve ulusal düzeyde anlamlı istihdam yaratmaz (kaza sonrası temizlik işleri hariç).
25. Enerji üretimi verimsizdir (soğutma sırasında büyük miktarda enerji kaybı olduğu için üretilen net enerji miktarı düşüktür).
26. Arızalarda üretim çok uzun süre durur, santral atıl hale gelir.

c- Nükleer enerji üretiminin riskleri ve tehlikeleri:

27. Kazalardan kaçınılamaz, tasarım kusurları, yıpranma, mekanik ve insani hatalar nedeniyle kaza olasılığı yapısaldır. “Yeni” diye pazarlanmaya çalışılan modeller için başka bir deneme olanağı olmadığı için toplum “kobay” olarak kullanılacaktır. Kaza ve sızıntılar, yüksek toplumsal maliyete yol açar ve sınır tanımaz.
28. Normal işleyişi sırasında farkedilmeyen sızıntılar nedeniyle çevresinde radyoaktif kirlilik yaratır.
29. Yüzbinlerce yıl radyoaktif kalan atıkların zararsız hale getirilmesi mümkün değildir.
30. Çeşitli şekillerde yarattığı radyoaktif kirlilik hastalıklara, hayvan ve bitkilerde mutasyonlara yol açar.
31. Sabotajlara açıktır.
32. Deprem sırasında kaza riski ortaya çıkar. Fay hatları yakınına reaktör kurulması ekstra risk yaratır.
33. Sel ve tayfun gibi meteorolojik afetlerde kaza riski ortaya çıkar.
34. Soğutma suyunun geri verilmesi sırasında nehirlerin, göllerin ve denizin ısıl kirlenmesine neden olur ve sudaki canlı yaşama zarar verir. Küresel ısınmaya bağlı olarak suların aşırı ısındığı dönemlerde soğutma işlemi tehlikeye girer.
35. Kapanan santrallar uzun süren söküm aşamasında nükleer atık haline gelir.

Ümit Şahin

December 9, 2009 Posted by | anti-endustriyalizm, antinükleer, eko-savunma, ekoloji | Leave a comment

ABD Başkanına Mektup: Toprak İnsana Değil, İnsan Toprağa Aittir

800pxshoshonitipis17c75li1
Bu mektup 1854 yılında, bir Kızılderili reisi olan Şef Seattle tarafından Amerika Birleşik Devletleri Başkanı’na yazılmıştır.

Bir Kızılderiliyim ve anlamıyorum… Gökyüzünü, toprağın sıcaklığını nasıl satın alabilirsiniz ya da satarsınız? Bunu anlamak bizler için çok güç! Bu toprakların her parçası halkım için kutsaldır. Çam ağaçlarının parıldayan iğneleri, vızıldayan böcekler, beyaz kumsallı sahiller, karanlık ormanlar ve sabahları çayırları örten buğu, halkımın anılarının ve geçirdiği yüzlerce yıllık deneylerin bir parçasıdır.

Ormanlardaki ağaçların damarlarında dolaşan su, atalarımızın anılarını taşır; biz buna inanırız! Beyazlar için durum böyle değildir. Bir beyaz ölüp yıldızlar alemine göç ettiği zaman, doğduğu topraklarını unutur. Bizim ölülerimiz ise bu toprakları unutmaz. Çünkü Kızılderili gerçek anasının toprak olduğuna inanır.

Washington’daki Büyük Beyaz Reis, bizden toprak almak istediğini yazıyor! Bu bizim için büyük bir fedakarlık olur. Büyük Beyaz Reis, bize rahat yaşayacağımız bir yerin ayrılacağını, bize babalık edeceğini, biz Kızılderililerin ise onun çocukları olacağımızı söylüyor. Bu önerinizi düşüneceğiz! Ama gene de bunun kolay olmayacağını itiraf ederim. Çünkü bu topraklar, bizim için kutsaldır. Nehirler ve ırmakların suyu, bizim için sadece akıp giden su değildir; atalarımızın kanıdır aynı zamanda. Bu toprakları size satarsak, bu suların ve toprakların kutsal olduğunu çocuklarınıza da öğretmeniz gerekecek. Biz, nehirleri ve ırmakları kardeşimiz gibi severiz! Siz de aynı sevgiyi gösterebilecek misiniz kardeşlerimize? Biliyorum, beyazlar bizim gibi düşünmezler! Beyazlar için bir parça toprağın diğerlerinden farkı yoktur. Beyaz adam topraktan istediğini almaya bakar ve sonra yoluna devam eder. Çünkü toprak beyaz adamın dostu değil, düşmanıdır! Beyaz adam topraktan istediğini alınca, başka serüvenlere atılır. Beyaz adam, annesi olan toprağa ve kardeşi olan gökyüzüne alıp satılacak, işlenecek, yağmalanacak bir şey gözüyle bakar. Onun bu ihtirasıdır ki, toprakları çölleştirecek ve her şeyi yiyip bitirecektir! Beyaz adamın kurduğu kentleri de anlayamayız biz Kızılderililer. Bu kentlerde “huzur” ve “barış” yoktur! Beyaz adamın kurduğu kentlerde, bir çiçeğin taç yapraklarının açarken çıkardığı tatlı sesler, bir kelebeğin kanat çırpışları duyulmaz. Belki bir vahşi olduğumdan anlayamıyorum ama benim ve halkım için önemli olan şeyler oldukça başka! İnsan bir su birikintisinin etrafında toplanmış kurbağaların, ağaçlardaki kuşların ve doğanın seslerini duymadıkça, yaşamın ne değeri olur? Bir Kızılderiliyim ve anlamıyorum!

Biz Kızılderililer, bir su birikintisinin yüzünü yalayan rüzgarın sesini ve kokusunu severiz. Çam ormanlarının kokusunu taşıyan ve yağmurlarla yıkanıp temizlenmiş meltemleri severiz. Hava önemlidir bizler için. Ağaçlar, hayvanlar ve insanlar aynı havayı koklar. Beyaz adam için bunun da önemi yoktur! Ancak size bu toprakları satacak olursak, havanın temizliğine önem vermeyi de öğrenmeniz gerekir. Çocuklarınıza, havanın kutsal bir şey olduğunu öğretmeniz gerekir. Hem nasıl kutsal olmasın ki hava? Atalarımız doğdukları gün ilk nefeslerini bunun sayesinde almışlardır. Ölmeden önce son nefeslerini de gene bu havadan almazlar mı?

Toprak satmamız için yaptığınız öneriyi inceleyeceğim! Eğer önerinizi kabul edecek olursak, bizim de bir koşulumuz var; beyaz adam bu topraklar üzerinde yaşayan bütün canlılara saygı göstersin. Ben bir vahşiyim ve başka türlü düşünemiyorum! Yaylalarda cesetleri kokan binlerce bufalo gördüm. Beyaz adam trenle geçerken vurup öldürüyor bu hayvanları! Dumanlar püskürten bu demir atın bir bufalodan daha değerli olduğuna aklım ermiyor! Biz sadece yaşayabilmek için avladık bufaloları! Bütün hayvanları öldürecek olursanız nasıl yaşayabilirsiniz? Canlıların yok edildiği bir dünyada insan ruhu yalnızlık duygusundan ölür gibi geliyor bize. Unutmayın, bugün canlıların başına gelenler yarın insanın başına gelir! Çünkü bunlar arasında bir bağ vardır.

Şu gerçeği iyi biliyoruz: Toprak insana değil, insan toprağa aittir! Ve bu dünyadaki her şey, bir ailenin fertlerini birbirine bağlayan kan gibi ortaktır ve birbirine bağlıdır. Bu nedenle de dünyanın başına gelen her felaket insanoğlunun da başına gelmiş sayılır! Bildiğimiz bir gerçek daha var: Sizin Tanrı’nız bizimkinden başka bir Tanrı değil! Aynı Tanrı’nın yaratıklarıyız. Beyaz adam bir gün belki bu gerçeği de anlayacak ve kardeş olduğumuzu fark edecektir. Siz Tanrı’nızın başka olduğunu düşünmekte serbestsiniz! Ama Tanrı, hepimizi yaratan Tanrı için Kızılderili ve beyazın farkı yoktur. Ve Kızılderililer gibi Tanrı da toprağa değer verir. Bu toprağa saygısızlık, Tanrı’nın kendisine saygısızlıktır. Beyaz adamı bu topraklara getiren ve ona Kızılderili’yi boyunduruk altına alma gücünü veren Tanrı’nın kaderini anlayamıyoruz! Tıpkı bufaloların öldürülüşü, ormanların yakılışı, toprağın kirletilişini anlayamadığımız gibi…

Bir gün bakacaksınız gökteki kartallar, dağları örten ormanlar yok olmuş. Yabani atlar ehlileştirilmiş ve her yer insanoğlunun kokusuyla dolmuş! İşte o gün insanoğlu için yaşamın sonu ve varlığını devam ettirebilme mücadelesinin başlangıcı başlamış olacak.

Kızılderili Sözleri

= Arkamda yürüme, ben öncün olmayabilirim. Önümde yürüme, takipçin olmayabilirim. Yanımda yürü, böylece ikimiz eşit oluruz. (Ute Kabilesi)
= Ölüler güç ve bilgilerini beraberinde götürmez, yaşayanlara ilave eder. (Hopi Kabilesi)
= Düşmanımı cesur ve kuvvetli yap! Eğer onu yenersem utanç duymayayım. (Apache Kabilesi)
= Şeytan hakkında konuşmayın. Gençlerin kalbinde merak uyandırır. (Siyu Kabilesi)
= Su gibi olmalıyız. Her şeyden aşağıda, ama kayadan bile kuvvetli. (Siyu Kabilesi)
= Bir düşman çok, yüz dost azdır. (Hopi Kabilesi)
= Doğum yapan her şey dişidir. Kadınların ezelden beri bildiği kainatın dengelerini erkekler de anlamaya başladıkları zaman, dünya daha iyi bir dünya olmak üzere değişmeye başlamış olacaktır. (Mohawk Kabilesi)
= Aşkı tanıdığında, yaratıcıyı da tanırsın. (Fox Kabilesi)
= Allah’ın kelimeleri meşe yaprağı gibi sararıp düşmez; çam yaprağı gibi ilelebet yeşil kalır. (Mohawk Kabilesi)
= Bir kere “Al şunu” demek, iki kere “Ben vereceğim” demekten iyidir. (Kabilesi bilinmiyor)
= Unutmayın, çocuklarınız sizin değildir. Onu yaratıcıdan ödünç aldınız. (Mohawk Kabilesi)

November 3, 2009 Posted by | antropoloji, arkeoloji, eko-savunma, yerli - yerel halklar | Leave a comment

KÜRESEL KAPİTALİZME KARŞI GEZEGENSEL İSYAN!

19-21 HAZİRAN TARİHLERİNDE SELANİK’TE GERÇEKLEŞEN EYLEMLERE DESTEK AMACIYLA İSTANBUL’DA DAĞITILAN BİLDİRİ….

Kapitalist …ler 19-21 Haziran tarihleri arasında Yunanistan’ın Selanik kentinde yine gezegenin geleceği ve nasıl sömürüleceğini tartışmak üzere bir araya gelecekler…

Her zamanki gibi gezegenin ve üzerinde yaşayan canlıların daha fazla mahvedilmesiyle sonuçlanacak kararların alınacağı bu buluşmaya karşı muhalifler, anti-kapitalistler, anarşistler ve sosyalist-komünistler de orada olacaklar. Kapitalizme karşı öfkelerini haykırırlarken kendi alternatiflerini de halklara sunacaklar. Kimisi burjuva iktidarına karşı proletarya iktidarını önerecek, kimisi daha demokratik ve devletin daha az müdahale ettiği bir kapitalizm önerecek, kimisi de bütün iktidarlara karşı işçi konseylerini, sendikalarının veya birliklerinin oluşturduğu federasyonları önerecek…

Fakat kimse (belki de çok az kişi) gezegeni tehdit eden gerçek sorunun uygarlığın ta kendisi olduğu konusunda bir şeyler söylemeyecek. Bir çok eylemci sanki sorun sadece üretim araçlarının kontrolünün kimin elinde olduğuymuş gibi, kapitalizme saldıracak fakat uygarlık, teknoloji gibi kavramlara dokunmayıp onlara özgürlükçü bir nitelik atfedecek. Çünkü bir çoğumuza göre uygarlık insan olmanın ayrıcalığı, teknoloji ise doğaya karşı verilen mücadelede kurtuluş ve özgürlük silahımızdır. Hiçbirimiz medeniyetin ve konforun cazibesinden vazgeçmek niyetinde değiliz. Konfor, kolaylık, pratiklik, rahatlık ve insan olmanın ayrıcalıklılığı bugünkü uygarlığı ve teknolojiyi karşılıklı besleyen duygulardır. Hayatımız bu duygular üzerinden döner.

Ya, doğamızda var olan vahşilik, özgürlük, insanilik, doğrudanlık ve vicdani duygularımız…? Bu duygularımızı nasıl besleyeceğiz?

Daha eskisiyle kıyasladığımızda son 10.000 yıldır gezegende ne olup bittiğine bir baksanıza…Doğadan kopuş, yabancılaşma, evcilleşme, çalışma zorunluluğu, salgın hastalıklar, ekolojik yıkım, doğal ortamların yok edilmesi, doğal ormanların katli, erkek egemenliği, toprak için savaşlar, devletler, ordular, silahlar, katliamlar, küresel ısınma, boğucu endüstriyel kentler, trafik kazaları, hormonlu yiyecekler, obezite, kar için hastalık yayan ve iyileştiren tıp, hayvan türlerinin genetik veya türsel tahakkümü veya evcilleştirilmeleri, hayvan endüstrisi, yollar, virüs gibi genişleyen kentler ve daha sayısız bir çok sorun…

Sizce bunun tek nedeni sadece Kapitalizm mi? Tabii ki, hayır. 10.000 yıl öncesine tarım hayatına geçilene kadar bu sorunlardan hiçbiriyle karşılaşılmazken, doğadan kopuşla karşılaşılmaya başlanmıştır. Kısacası bütün sorunlar Uygarlıkla birlikte ortaya çıkmıştır.

Ve bugün verilmesi gereken mücadele Uygarlığın ta kendisine karşı verilmelidir. Aksi takdirde tarih her zaman tekerrür edecektir. Artık bir iktidardan başka birine, bir tahakkümden bir diğerine geçmek yerine top yekün bir yıkım istiyoruz. Devletlerin tahakkümü yerine teknolojinin ve uygarlığın tahakkümünü istemiyoruz.

İnsanlığın doğayla iç içe, ekolojik, kendi doğal yaşam alanlarında, hayvan-insan evcilleştirilmesinin, işbölümünün, çalışmanın, fabrikaların, kentlerin, otomobillerin, toplu taşıma araçlarının, yolların hayvan çiftliklerinin, devletlerin, orduların, federasyonların, işçi konseylerinin vs. olmadığı, yaşamak için teknoloji yerine işbölümünü gerektirmeyen küçük aletlerin kullanıldığı, küresel olmayan, özgür, anarşik ve vahşi bir gezegen istiyoruz.
İSYAN EDİLECEKSE UYGARLIĞA KARŞI OLMALI!

October 31, 2009 Posted by | anti-kapitalizm, eko-savunma, isyan, sistem karsitligi, somuru / tahakkum | Leave a comment

Guatemala’da iki yerli lideri “maden şirketi” tarafından katledildi

– – 01 Ekim 2009

Guatemala’da iki gün içinde iki yerli lideri katledildi ve onlarca kişi de yaralandı. 27 Eylül günü Las Nubes’te yer alan Kanadalı HudBay Minerals’e ait Guatemala Nikel Şirketi’nin işlettiği nikel madeninin güvenlik görevlilerinin açtığı ateşte bir Qeqchi yerli lideri katledildi, bir düzine kişi de yaralandı. HudBay Minerals ise yaptığı açıklamada, katledilen kimse yokmuş gibi davranarak, madeni protesto eden göstericilerin şiddet olayları çıkararak şirketin beş güvenlik görevlisini yaraladığını iddia etti.

HudBay Minerals’in açıklamasında göstericilerin sağa sola saldırarak araçları ateşe verdiği, yerel bir polis karakolunu basarak buradan silah çaldıkları, ABDli bir STK’ya ait bir hastaneyi yerle bir ettikleri ve onlarca kişiyi yaraladıkları iddia edildi. Ancak bütün bu olaylara dönük en ufak bir iz bulunmaması ya da Guatemala polisinin iddia edilen olaylara dönük herhangi bir soruşturma açmaması, HuDBay Minerals’in yalan söylerken ayarı kaçırdığını ortaya koyuyor.

Olaya ilişkin hazırlanan ilk tutanakta şirketin güvenlik görevlilerinin madeni protesto eden yerlilere AK-47 makineli tüfeklerle ateş açtıkları ve topluluğun önde gelen kişilerini öldürmek üzere hedef gözeterek ateş ettikleri belirtilirken tutanakta, şirketin muhtemel amacının o bölgedeki yerlileri topraklarından kovmak olabileceği iddiası da yer aldı. Olayda hayatını kaybeden yerli liderinin Adolfo Ichi Chamán adlı bir öğretmen olduğu açıklandı.

Bir gün sonra bir silahlı saldırı daha

Chamán’ın cenazesinin kitlesel katılımla gerçekleştirildiği gün, yine El Estor bölgesinde yerli eğitimcileri ve aktivistleri taşıyan bir minibüse ateş açıldı. Bu saldırıda da Martin Choc adlı bir öğretmen hayatını kaybederken en az dokuz kişi de yaralandı.

Kanadalı şirketlerin sicili kabarık

Dünyada maden işletmeciliğinde neredeyse tekel konumunda olan Kanadalı maden şirketlerinin sicili oldukça kabarık. Maden işlettikleri yerlerde doğal hayatı tahrip eden, yaşayan halkı sürdüren, maden karşıtı hareketin aktivistlerini orduyla işbirliği içinde katleden şirketler, medyaya verdikleri rüşvetlerle de kamuoyu oluşturmak konusunda uzmanlaşmış durumdalar.

Madencilik faaliyetlerini yürütebilmek adına sahte ÇED (çevre etki değerlendirmesi) raporları, doğal hayatı yok etme, yanlışlıkla olan “kazalar”, yerli topluluklarının sürülmesi, rüşvet, yolsuzluk ve her türlü ahlaksızlığı hayata geçiren şirketlerin ciddi bir bütçeye sahip olmaları da Guatemala’da gayrı resmi bir saadet zinciri kurmalarını sağlıyor.

[UpsideDown World / Latinbilgi – S.T.]

http://www.latinbilgi.net/index.php?eylem=yazi_oku&no=3061

October 26, 2009 Posted by | anti-kapitalizm, eko-savunma, isyan, kir yasami, yerli - yerel halklar | Leave a comment

Hayvan Hakları Hareketi Sivil İtaatsizliğe Başvurmalı – Tom Regan

(05.06.2006)

Raleigh’teki Kuzey Carolina Devlet Üniversitesi’nde Felsefe Profesörü olan Tom Regan, ABD’nin en tanınmış hayvan hakları savunucularından biridir. Regan bu metinde, hayvanlara kötü muameleyle suçlanan bir laboratuvara federal bütçeden fon ayrılmasını protesto etmek üzere yapılan bir oturma eylemiyle ilgili deneyimini anlatıyor. Regan, bu tarz sivil itaatsizlik eylemlerinin kamuoyuna güçlü bir mesaj ilettiğini savunuyor: Kendilerini davalarına adamış bir grup insanın, hayvanlara yönelik zulme son vermek için tutuklanmayı göze almış olması…

Gandhi’ye çok şey borçluyum. Onun düşüncesi ve hayatıyla teşkil ettiği örnek yaşamımı değiştirdi – şimdi bile, arzu ettiğim gibi bir insan olmaya çalışırken, beni değiştirmeye devam ediyor. Gandhi bugün yaşıyor olsaydı, benim adım da onun izleyicileri arasında olurdu. Kimbilir, belki de zaten öyledir.

Onun ideallerine kendimi adamam, vejetaryan olma kararımla başladı. Bu hep beni bir adım öteye, sonra bir adım daha öteye götürdü, götürüyor.

ULUSAL SAĞLIK ENSTİTÜLERİ PROTESTOSU

Haziran 1985’te Ulusal Sağlık Enstitüleri yerleşkesinin 39 numaralı binasının dokuzuncu katındaki idarî ofisler şiddet içermeyen yöntemlerle işgal edildi. Bu klasik oturma eylemini tetikleyen etken, Ulusal Sağlık Enstitüleri’nin, Pennsylvania Üniversitesi’ndeki Kafa Yaralanmaları Laboratuvarı’na malî desteğini kesmeyi reddetmesiydi. Bu laboratuvarda “araştırma” adı altında yapılanlar, Unnecessary Fuss adlı filmde ifşa ediliyor. Orada gördükleriniz, bilime ve insanlığa kara bir leke sürüyor. Buna rağmen, Ulusal Sağlık Enstitüleri, protestoları geçiştirmeye karar vermişti. Laboratuvar işine devam ediyordu.

Ben Ulusal Sağlık Enstitüleri’ndeki oturma eyleminde yer alan yüz bir sivil itaatsizden biriydim. Orada dört gün kaldık. Eylem bittiğinde hiçbirimiz tutuklanmadık ve Ulusal Sağlık Enstitüleri, Penn Laboratuvarı’na ayrılan fonu bir sonraki soruşturmaya kadar askıya alma kararı aldı. Bu süre zarfında bütün fonlar durduruldu ve laboratuvar kapatıldı. Bu eylemin gerisinde, 13 aylık yoğun bir aktivizm ve o güne kadar yasayla başı derde girmemiş 100’den fazla insanın tutuklanma riskini göze alma kararı yatıyordu. Hepsi, küçük bir zafer içindi. Bir laboratuvarın kapatılması için ve bu, maymunların bilim bürokrasisine teslim edilmesi anlamına gelse bile… Şimdi onlar, şu ya da bu amaçla, şu ya da bu laboratuvarda tutuluyorlardır – muhtemelen çoktan ölmüşlerdir.

Bütün o çaba, zaman, para ve gerginlik: Buna değdi mi? Doğru cevabı kanıtlayabileceğimiz bir yol var mı, bilmiyorum. Belki de yapabileceğimiz en iyi şey, tarihin bu kesitinde rol oynamış insanlara, 39 numaralı binada yürüdükleri sırada Hayvan Hakları Hareketi Marşı’nı söylerken ne düşünüp ne hissettiklerini sormak olacaktır.

Biz hayvanlar adına konuşuyoruz,
Onların acısı bizimkiyle bir.
Biz hayvanlar için savaşacağız,
Onların hakları kazanılana kadar.

Hepimizin gözleri yaşlarla dolmuştu. Tesellinin ve gururun, umudun ve merhametin, sevginin ve dostluğun gözyaşları… Hayvan hakları davamızı kamuya duyurmak için birleşmiştik. Tutuklanma riskini göze almıştık. Herbirimiz, kendilerine seçme hakkı tanınmamış olanlar için acı çekmeye gönüllü olduğumuzu kanıtlamıştık. Eğer o gün önümüzde bir dağ olsaydı, onu bile yıkabilirdik!

Peki buna değdi mi? Bence cevap, o yüzü aşkın insanın haykırdığı bir “Evet!” O gün, hayvan hakları hareketinin görev anlamına geldiğini tüm dünyaya gösterdik. Savaş hatları daha önce hiç o kadar net çizilmemişti. Bizim içsavaşımız resmen ilan edilmişti. Sivil bir yolla yürüteceğimiz bir içsavaştı bu…

O savaş devam etmeli. Edecek de… Hayvan hakları mücadelesi yeni başladı – en güçlü silahımızın kullanılması da: Sivil itaatsizlik… Gandhi bizimle gurur duyardı.

Ancak, bir uyarı: Sivil itaatsizlik hassas bir silahtır. Yanlış bir yerde veya şiddet kullanmıyor gibi görünen şiddet yanlısı insanlar tarafından kullanılırsa, keskin ahlakî ucu körleşir ve kırılabilir…

SİVİL İTAATSİZLİĞE AKILLICA BAŞVURMA

Sivil itaatsizliğin güçlü bir destekçisiyim. Kendim de bu tarz eylemlere katılıyorum. Fakat sivil itaatsizlik akıllıca kullanılmalı. Hareketin tamamı bundan ibaret olamaz. Demek istediğim, hareket bundan fazlası olmalı, çeşitlilik içermeli. Sivil itaatsizlik temelde kamuoyunda ses getirme amacı taşır, kamuoyuna yönelik bir taktiktir….

Ben bir Gandhiciyim. Harekete de bu şekilde katıldım, Gandhi sayesinde. Toplumsal adalet için yola çıkan her harekette sivil itaatsizlik olmalı. Gandhi bunun ustasıydı. Ancak onunkisi, sivil itaatsizlikle ilgili keskin bir yaklaşım değildi. Böyle bir yaklaşım hiçbir şey kazandırmaz.

BİR KİTLE HAREKETİ

Hayvan hakları hareketine bir kurtuluş hareketi olarak kendini gerçek anlamda adamış insanlara giderek daha fazla para aktarıldıkça, hayvanlar için daha önemli zaferlere, acının ve katliamın azaldığına tanık olacağız. Ana-akım medyada, bir kitle hareketine özgü belirgin işaretler görmeye başlayacağız – bildiğimiz korumacı hayvan refahçısı bürokratlarınkinden farklı bir davaya yönelen binlerce, sonra milyonlarca insan, sokaklara çıkıp hayvanların sömürülmesine ve katledilmesine son verilmesini talep edecek, laboratuvarları ve mezbahaları işlemez hale getirecek, avcılığı ve rodeoları engelleyecek… O gün geldiğinde, hayvan kurtuluşu amacımız kelimenin tam anlamıyla gerçeğe dönüşmeye başlayacak.

Yani, sivil itaatsizliği savunuyorum dediğimde, akıllıca ve ustalıkla başvurulmuş sivil itaatsizliği savunuyorum demek istiyorum. Kazanım elde edilebilecek bir mesele söz konusu olmalı. Biz bu kazanım adına insanların tutuklunma riskini göze almaları gerektiğini söylüyoruz. Eğer biz sokağa çıkıp sadece belli bir laboratuvarda yapılan işleri protesto eder ve tutuklanırsak, kamuoyunun dikkatini biraz çekmiş oluruz ama hiçbir şeyi değiştirmemiş oluruz, çünkü hedef aldığımız bir odağımız yoktur.

Sivil itaatsizlik, bir kampanyada amaçladığımız şeye yönelik olmalı, ama kampanyanın kendisi bundan ibaret olmamalı. Diğer bir deyişle, bu gene, Gandhi’ce bir şey olmalı. Yapmaya çalıştığımız, muhalefetle işbirliği etmek. “Biz bunu yapmak istemiyoruz, istediğimizi buna başvurmadan elde etmenin yolunu bulmak istiyoruz,” vb. Ve ardından –hepsi başarısız olursa– o zaman sivil itaatsizliğe başvururuz. Kampanyada bu son seçenek olmalı, ilk değil. Her şeyden önce, bir kampanyamız olmalı. Yani bir stratejiye sahip olmak zorundayız, bir vizyona sahip olmak zorundayız, odaklanacağımız bir hedefe. Ne istediğimizi bilmek zorundayız…

KAMUOYUNDA SES GETİRMENİN ÖTESİNDE

Ancak, kamuoyunda ses getirmek uğruna keskin bir sivil itaatsizlik yaklaşımını benimsemek, kendimizi medyanın ellerine teslim etmek anlamına gelir. Halkın hareketi algılayışı, medyanın hareketi algılayışıdır. Bu nedenle, eğer biz sürekli sadece protesto etmek için sokağa çıkarsak ve bir avuç insan tutuklanırsa, bu aslında “tipik radikal hayvancı çatlaklar” olarak görülmemize yol açabilir, halk da bizde bunu görür.

Ulusal Sağlık Enstitüleri’ndeki sivil itaatsizlik eylemi, sivil itaatsizlikten nasıl yararlanacağımız hakkında bir reçete olmalı. Hayvan hakları hareketi söz konusu olduğunda, yerleşik araştırma kurumu ve kamuoyu üzerinde bunun kadar ciddi bir etki yaratmış başka bir sivil itaatsizlik vakası aklıma gelmiyor.

Sivil itaatsizliğin kamuoyunda ses getirmekten öte bir şeyler başarması için, halkın sempatisini, empatisini ve moral desteğini kazanmak zorundayız. Bizi izleyen insanlar sonunda şunu diyebilmeli: “Bence bu insanlar haklı.” Bu da, Martin Luther King Jr.’ın çok iyi becerdiği, Gandhi’nin de özellikle usta olduğu bir şey. Nihayet, politikacılar, iktidara sahip insanlar, halkın çoğunluğu, protestocuların haklı olduğuna inanır. O zaman biz konuşuruz, o zaman biz güce sahip oluruz…

VANDALİZME KARŞI

Ben vandalizme birçok nedenle karşıyım; bunlardan biri de, bunun kötü bir strateji olması. Bir laboratuvarı tahrip ettiğinizde, kamuoyuna yansıyan hikâye bu olur. Bu hikâyeye, laboratuvarda ne olduğu veya hayvanların ne durumda olduğu yansımaz; bu, “vandallar içeri girdi ve hayvanları çaldı” hikâyesidir. Bu da, araştırma kurumlarının eline koz verir. Biz Ulusal Sağlık Enstitüleri’ni terk etmeden önce yerleri süpürdük, camları sildik, her yeri cilaladık. Orayı olabileceği kadar temiz bıraktık. Bütün afişlerimizi vs. indirdik, sprey boya kullanmadık. Bu tarz şeyler sadece zarar verirdi. Biz, oturma eylemi yapan sıradan Amerikalılardık – böyle bir görüntü arz etmek ve böyle olmak çok önemlidir.

Bununla birlikte, bence hayvanları özgürleştiren insanlar için en doğru strateji ve psikoloji, bunu yapan insanlar olarak ortaya çıkmaları ve kendilerini göstermeleridir. Bu, gerçekten zor bir şey ve biliyorum, birçok insan benden bu noktada ayrılacak.

Ancak, bunun stratejik ve psikolojik açıdan doğru olmasının nedeni şu: bunu yapan insanlar, bir laboratuvara girdiklerinde kendilerine güvenlerinin tam olduğu, ifşa edecekleri şeyin kamuoyunun fikrini değiştirmek bakımından çok etkili olacağını bildikleri ve halkın onlara sempati besleyeceğinden emin oldukları mesajını verirler. Ortaya çıkıp “Bunu yapan bizdik,” demeleri, işte gerçek sivil itaatsizlik budur. Ortaya çıkıp “Bizi cezalandırın,” demeleri… Ortada, sistemin inkar ettiği, örtbas ettiği korkunç bir durum var ve bu insanlar tutuklanmayı, yargılanmayı ve hapse girmeyi göze alıyorlar. Bence bu, bu tarz aktivistlerin yüzleşmek zorunda oldukları bir bedel.

HAPSE GİRMEYE HAZIR OLMAK

Aktivistler gerçekten hareket için en önemli işlevi yerine getirecekse, yani hikâyenin devam etmesini sağlayacaklarsa, bu tarz sivil itaatsizlik en doğru stratejidir. Şimdi olduğu gibi, birileri bir yere izinsiz girer, orada yapılanlar ifşa edilir, yayılır, sonra unutulur. Peki hikâye nasıl devam edecek? Hikâyeyi sürdürecek olan, birinin cezalandırılmasıdır. Hikâye böyle canlı kalır. Doğru strateji budur. Ve bu hikâye halka şöyle der: “Devlete güvenemezsiniz. Araştırmacılara güvenemezsiniz. İşte biz buradayız, sisteme karşı ayaktayız. Araştırma kurumları hayvanlara o kadar kötü şeyler yapıyor ki, biz buna karşı çıkmak uğruna hapse girmeye hazırız.”

Janelle Rohr, Animal Rights, Greenhaven Press , San Diego, 1989

http://www.birikimdergisi.com/birikim/makale.aspx?mid=177&makale=Hayvan Hakları Hareketi Sivil İtaatsizliğe Başvurmalı

October 25, 2009 Posted by | eko-savunma, somuru / tahakkum, türcülük, doğa / hayvan özgürlüğü | Leave a comment

Hayvan Hakları Hareketinin Güncel Koordinatları – Gökhan Gençay


İnsanlık yeryüzünde kendine var olma, hayatını sürdürme alanı kurabildiği günden beri, evi olarak benimsediği teritoryasında kendisi dışındaki tüm canlılara faydacı, hiyerarşik derecelerle dayattığı üstünlüğü sahiplenen bir perspektifle anlam yüklemiştir. İnsanlığın hâkim, yerleşik bilincinde doğa, tüm özneleriyle birlikte topyekûn biçimde insan denen üstün, nitelikli canlının hayatını kolaylaştırmak, ona hizmet etmek, konfor kapasitesini arttırmakla yükümlüdür. Bu mantıkla adım adım inşa edilen ve kuşaklar boyunca içselleştirilen tahakküm anlayışı; dünyayı, içinde yaşayan tüm canlılarla birlikte kendi ihtiyaçlarına göre yeniden düzenlemesi gereken bir hammadde kaynağı olarak kodlamıştır.

Böylesi bir zihniyet, insan olarak ontolojik ve antropolojik bir sürekliliği edinen canlının kolektif bilinç veya bilinçaltından tutun, tabiri caizse genetik yapısına kadar nüfuz edebilmiştir. İnsanlık, doğanın içinde kendi gerçeklik ve özgünlüklerine sahip, merkezsiz bir özne olmaktansa, ‘üstün’ özellikleriyle doğaya müdahale etme gücü üzerinden kurduğu hiyerarşiyle adım adım geliştirdiği uygarlığın basamaklarında egosantrik bir kültürü yerleşik kılmayı tercih etmiştir. Hatta bu yanılsamalı, otoriter bilincin ulaştığı noktaları göz önüne aldığımızda, insanın insanı sömürmesine/zulmetmesine radikal muhalif bir pozisyondan kendini kuran grupların bile hesaplaşmadıkları veya hesaplaşmaktan kaçındıkları insan yüceltici bir iktidarın meşruiyeti meselesini apaçık görebiliriz.

Doğanın insan tahakkümünden arındırılması ve hayvanların insanlarla eşit muamele görme hakkı, genel planda kapitalizm karşıtı organizasyonların, toptan özgürlüğü ve kurtuluşu prensip olarak benimsediğini iddia eden örgütlenmelerin bile gündeminin içinde esastan yer bulmayan/bulamayan konulardır. Uygarlık anlayışını insanın dünyayı kendi iradesiyle düzenlemesinde gören muhalefetin de ne derece özgürlükçü ve radikal olduğu fazlasıyla tartışma kaldırır bir konu tabii ki!

Buraya kadar altını çizdiğimiz düşünsel satırbaşları ilk kez dillendirilmiyor, zaten doğanın ve hayvanların esaretine, sömürülmesine karşı mücadele veren, anaakım devrimci hareketlerin dışında kendine özgür alanlar yaratan birey ve gruplar tarafından defalarca propagandası yapılmış argümanlar. Bu propaganda ve vicdani çağrılar, özellikle hayvanlar bağlamında somutlananları, günümüzde farklı yaşam tarzlarına sahip çeşitli kesimlerin gözüne, kulağına bir yerlerden çalınmıştır mutlaka. Ne derece somut karşılık bulduğundan bağımsız olarak hayvanların refahına dönük ajitasyonun kamusal dolaşımının 30 sene önceki düzeyden fersah fersah ileride olduğu da tartışma götürmez bir gerçek.

İnsanlığın uygarlık olarak isimlendirdiği kadim sömürü ve yabancılaşmayı içeren yaşam anlayışının içinden karşıdan kuruculuk düzleminde üretilen türcülüğe karşı mücadelenin de pek de kısa sayılmayacak bir tarihi mevcut. İrili ufaklı birçok hayvan hakları savunucusu birey ve grup çeşitli açılardan konunun hayati mahiyetini açık ediyor, insanların bizzat sorumlusu olduğu acıların çözümü yönünde önerilerini kitlelere sunuyorlar.

Özellikle 60’lı yılların sonlarında Batı’da yükselişe geçen Yeni Sol, azınlık hakları örgütlenmeleri, radikal feminizm, Yeşiller, ekolojistler gibi hareketlere paralel olarak eski insanmerkezci paradigmayı aşmaya yönelen eğilimler dünyanın her yanında duyarlılık eşiğini –eskiye nazaran– bir hayli yükseltmiş durumdalar. Artık hayvan refahını asgari ölçülerde savunmak, hayvanlar üzerinde yapılan deneylerle üretim yapan firmaların ürünlerini tüketmemek, sokak hayvanlarına şefkat beslemek, yani en vülger anlamda ‘hayvansever’ olmak, özellikle orta sınıftan bireylerin ‘yükselen değeri’ konumunda. Hatta kendi çevremizde sık sık tecrübe edebileceğimiz kapsayıcılıkta bir hayvanlarla empati kurabilme çabası, bu tip orta sınıf ‘aktivistlerin’ vazgeçilmez özelliği olarak da gözlemlenebiliyor.

Bu eksende kolektif kabul gören ‘hayvanseverlik’, bazıları için pozitif, gerçek bir değişimin tetikleyicisi şeklinde tanımlanabilir. Hayvan hakları hareketinin vicdani hegemonyasıyla kazanılan duygusal bir mevzi değeri de biçilebilir bütün bu aşamalara. Klasik evrim-devrim teorisinin çerçevesindeki bu ‘duyarlılık’ adımlarının hakiki bir özgürlük pratiğinin önünün açılmasındaki somut evreler olduğu da iddia edilebilir. Pratik değişimlerin önce bilinçte mayalanıp, küçük gelişmelerle kartopu misali büyüyüp, yüklenip türcü tahakküm mekanizmasının üzerine düşecek çığlara dönüşeceğinin ajitasyonu kimilerini motive edebilir elbette.

Ancak ‘kazın ayağı’ gerçekten öyle midir? Bu duyarlılık biçimleri hakiki bir paradigma değişimini, en basitinden hayvanların insan konforunun nesneleri kılınma halinin toptan yıkımına yol açma gücünü haiz midir? Bu ve benzeri soruları maalesef kocaman bir ‘hayır’la yanıtlamak zorundayız. Çünkü, gündelik yaşamda söylem düzeyinde bir sempati ve şefkatin üzerinden gelişen ‘iyi niyetli’ himayecilik kendi içinde gizli bir ‘üstün insan’ önkabulünü barındırır. İnsanın düzenleyiciliğini ve kontrolünü üstlendiği bir doğa tarifi etrafında gelişen tüm muhalif kazanımlar özünde var olan sistemin sürekliliğine kan taşır. Böylesi insanmerkezli duyarlılık gruplarının teorik ve pratik ufku, yoksullukla mücadelede sadakayla çözüm arama yönteminin hakiki açlık karşısındaki ‘değeri’ kadardır.

İnsanın bireysel planda hayvanlara dönük acıma duygusuna odaklanarak hayata geçirdiği iyileştirici önlemlerin son tahlilde ulaşabileceği düzey basit bir reformizmden ilerisi olmayacaktır. Hayvanları en gaddar yöntem ve araçlarla içine alan sömürü çarkına karşı direnmenin yolu meselenin kökenlerine samimi biçimde vakıf olabilmeyi gözeten bir koordinattan geçer. Tarımın kurumsallaşmasıyla çitler, sınırlar çekilerek gem vurulan doğanın durumuna, endüstriyel gelişme ve kentleşmeyle şekillenen kadim insanlık kültürünün uygarlık paradigmasına, doğaya ve içindeki canlıların tümüne hakimiyet kurmak ve düzenlemek temel kabulüyle hüküm süren kalkınma retoriğine radikal bir karşı duruş/yanıt üretemeyenlerin hayvanseverlikleri veya hayvan hakları taraftarlıkları sahtedir.

Nitekim, içinde yaşadığımız tarihsel evrede kapitalizmin kendi sistematik işleyişinin yarattığı tahribatlara yönelik muhalif oluşumları massetme seviyesi inanılmaz düzeylere ulaştı. Kendini düzendışı, yıkıcı sanan birçok organizasyonun yaşamsal referansları tüketim kültürünün kâr kalıpları içinde kapitalizmin siyasal-ekonomik süreçlerine dahil edildi/ediliyor. Bu realitenin hayvan hakları alanındaki ağırlıklı karşılığı; endüstri haline gelmiş yerleşik üretim kodlarını sorgulamadan, salt kedi, köpek gibi insanlarla doğrudan temas kurabilecek duygusal niteliğe sahip canlılara duyulan sempatinin hayvan hakları cephesinde olabilmek için yeterli olduğu yanılsaması biçiminde tezahür ediyor. Bu derece kaba bir kavrayışın bir miktar ‘ilerisinde’ olanlar ise, hayvanlara saygı duymanın en temel problematiğini onların etinden, kanından, acısından üretilmiş ürünleri tüketmeme perspektifi ekseninde inşa ediyor. Böylesi ‘ahlaki’ seçimlerin, alternatif yaşam modellerinin oluşturduğu pazara hitap eden sağlıklı ürünler raflarda ’bilinçli tüketici’ kimliğini kuşanan new age ‘radikalleri’ bekliyor!

Hayvanlarla yatay, eşit bir ilişkinin vazgeçilmez önkoşulu vejetaryen/vegan beslenmeyi benimsemek, onların acısı pahasına piyasaya sunulan hiçbir ürünü tüketmemektir tabii ki. Ancak vejetaryen beslenmeyi seçmek de başlı başına ‘vicdanı rahat ettirmeye’ muktedir, yeterli bir duruş teşkil etmez. Hele ki, şu anda dünyada kendini vejetaryen olarak isimlendiren insanların büyük bir çoğunluğu bu seçimlerini sağlıklı, hijyenik, temiz ve uzun bir yaşam sürdürebilmek için yapmışlarsa… İnsan bünyesinin eti hazmetmeye uygun olmadığını bilince çıkararak sağlık çerçevesinde vejetaryenliği seçenlerle vicdani, etik bir sorun olarak herhangi bir canlının eziyetine, katliamına ortak olmamak, buna tavır almak için vejetaryenliği benimseyenler arasında hayati bir nitelik farkı mevcuttur kısacası. Birinci gruptakilere kendi zihniyet kalıplarını deşifre edebilmek için sorulacak en basit ve basit olduğu kadar önemli soru ise; ‘eğer sağlıklı, uzun yaşamanıza yararlı olacağına emin olsanız kendi çocuklarınızı hammadde olarak kullanan bir et endüstrisinin yanında olup yamyamlığı da meşru görecek misiniz’ sorusudur! (Aynı sorunun birincil muhatabı hayvanların maruz kaldıkları sistematik zulme ortak olarak et tüketmeyi sürdüren çoğunluktur.)

Velhasıl kelam, hayvan hakları mücadelesi yüzeysel bir hayvanseverliğe indirgenemeyecek kadar katmanlı, derin ve hayati bir meseledir; hayvanların kurtuluşunu savunmak, sıradan bir iyicillik ölçütü değil, siyasal jargonda ifade edildiği biçimde hakiki bir ‘dava’ya denk düşer. Bu davanın en önemli ve saygın öznelerini ise otonom örgütlenen, doğrudan eylemi savunan anti-otoriter ALF (Hayvan Kurtuluş Cephesi) adlı grup oluşturur.

ALF, hayvanlar üzerinde deney yapan laboratuarlardan et endüstrisine, hayvanlara hayvanat bahçelerinde tutsak yaşamayı reva görenlerden avcılara kadar tüm tahakküm ve sömürü kurumlarının işleyişini baltalamayı önüne iş olarak koyan bir organizasyondur. ALF aktivistleri, yasalarla kendini sınırlamayan, sabotaj gibi yöntemleri dıştalamayan doğrudan eylem prensibini benimserler ve bilinen merkezi işleyişe dayanan piramidal örgüt yapısı yerine sorumluluk duyan her bireyin kendi sesini/eylemini geliştirebileceği ağ biçiminde örgütlenirler. FBI’ın ‘terör suçluları’ listelerinde yer almalarının, dünyanın birçok ülkesinde hapishanelerde eylemcilerinin on yıllara varan cezalarla tutsak edilmesinin sebebi bu özgür varoluşları ve sistem karşıtlıklarıdır.

Steven Best’in editörlüğünde ‘Lantern Books’ yayınevinden yayımlanan “Terrorists or Freedom Fighters” (Teröristler mi, Özgürlük Savaşçıları mı) adlı kitap, bütün bu mevzuları ve radikal hayvan hakları eylemciliğini, ALF’yi tüm boyutlarıyla işleyen, yetkin bir çalışma. Best, sözkonusu kitapta mevzuyu tüm taraflarıyla ve çeşitli bakış açılarıyla etraflıca serimleyerek ‘terör’ tanımının egemenler nezdinde nasıl muğlak, çıkarcı biçimlerde işlev kazandığını görünür kılıyor. Bu faydalı kitabın Türkçe çevirisinin yayımlanmasının hayvan hakları hususunda bir hayli zihin açıcı olacağı da kesin.

Hayvan hakları aktivizminin hakiki sonuçlara vesile olabilecek yolunun araçsal akılla boyunduruk altına alınan doğanın safında taraf olmaktan, değişimin insana ayrıcalık bahşeden tüm sıfat ve titrlerden soyunmaktan geçtiğinin kavrayışına sahip olanlar için ALF deneyimi ve bu deneyimi etraflıca işleyen samimi çabalar altın değerinde; insanın yeryüzünde yaşama olanağına sahip herhangi bir canlı olduğunu kabul edip, kendi zarar verme kapasitesini ıslah etmeye angaje olana kadar mücadeleye devam etmek de öyle.

Birgün Kitap, 8.3.2008, sayı 55

http://www.birikimdergisi.com/birikim/makale.aspx?mid=425&makale=Hayvan Hakları Hareketinin Güncel Koordinatları

October 25, 2009 Posted by | eko-savunma, somuru / tahakkum, türcülük, doğa / hayvan özgürlüğü | Leave a comment

20 Ekim Salı 18:00 Soylesi – Sistemin Doga Katliaminda Aygitlari ve EGE Cevre Mucadeleleri

633624532528125000

Söyleşi 18:00 – 20:30
Arif Ali CANGI “Canlı Yaşamını Tehdit Eden Barbarlık Hukuku”
Ertuğrul BARKA “Kalkınma Masallı Sömürü”

Koza Altın İşletmesi‘nin yaşam savunucularına açtığı toplam 70.000,00 TL’lik manevi tazminat davasının 3. Duruşması 20 EKİM 2009 saat:10.30 da İstanbul 3.Asliye Hukuk Mahkemesinde (EMİNÖNÜ – SANSARYAN HAN) gerçekleştirilecektir.

Altın madeniyle yaşamımızı ve geleceğimizi kirleten ve bununla mücadele eden dostlarımıza saldıran Koza Altın işletmesine karşı, tüm dostlarımızı duruşmaya katılarak destek olmaya çağırıyoruz.

Yeşil ve Sol Çalışma Grubu, İstanbul
www.yesilvesol.org

Ege Çevre ve Kültür Platformu
www.egecep.org.tr

http://www.facebook.com/album.php?aid=111268&id=590897569&ref=nf#/event.php?eid=160618822763&ref=mf

Tarih: 20 Ekim Salı 2009
Saat : 18:00 – 20:30
Yer : Makine Mühendisleri Odası
KatipMustafa Celebi Mh. İpek Sk. No:9 Beyoglu-İstanbul

October 18, 2009 Posted by | bu topraklar, eko-savunma, ekoloji | Leave a comment

Gezegenin Savunulmasında Kitle Seferberliği

Frank Joseph Smecker
Değişim için hareket

Tüm gezegen tehlikedeyken, en önemli kararlar alınırken neden kimse kenarda durup seyretmek istesin ki? 2009 yılı gecikmesi öncesinde, dünyanın en etkili ve güçlü bireyleri birden fazla kez tüm gezegenin ekonomik ve ekolojik geleceğini tartışmak için toplanacak.<a

24- 25 Eylül boyunca, G-20 Zirvesi Pittsburgh, Pennsylvania’da gerçekleştirilecek. Yirmi en güçlü sanayi ülkesinden dünyanın en güçlü oyuncuları, "çevreci mühendislik örneği" David L. Lawrence Convention Center’da son mali çöküşün yanı sıra küreselleşmede iklim değişikliğinin ekonomik sonuçlarını görüşmek üzere toplanıyor olacaklar.

Daha sonra, bu yıl, 7- 18 Aralık’ta, aynı güçlü oyuncular küresel ısınma ve iklim değişikliğini görüşmek üzere Kopenhag’a akın edecekler. Küresel elitlerin, Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Konferansı (COP15 – Oldukça uygun kısaltmış soyadı), iklim değişikliğine çözüm bulmak yanında, 2012 yılında sona erecek beyhude Kyoto Protokolü'nün yerini alacak yeni anlaşma mekanizmaları kurmak konusunda toplantısı ilgi çekici olacaktır.

Suçluluk, dünyanın seçkin omuzlarına düşüyor.

Küreselleşmenin, post-sömürgecilik ve erken imparatorluk inşasının modern uzantısı olduğu uzun zamandır anlaşıldı. Her hareket, dünya üzerinde yerlilere yapılan soykırımın arkasında olmuştur. İnsan ve insan olmayan yaşamlar pahasına servetin bir iktidar elit azınlığın elinde merkezleşmesini kolaylaştırmıştır. Bu, ne kadar retoriksel olarak bükülmüş olsa da demokratik değildir. Çoğu durumda, küreselleşmeyi övenler doğrudan yararlananlardır. Gerçekler gerçektir: 1960’da ABD şirket CEO'ları ortalama işçi maaşının "kırk katını alıyordu; bugün ortalama işçinin aldıklarından üç yüz kere daha fazla alıyorlar. 1983 ve 1995 arası ABD’de, yüzde kırklık alt düzey hane halkı zenginliğinin yüzde seksenini kaybetti; yüzde birlik kısım ise artık tüm servetin yüzde kırklık bölümüne sahiptir". (1) Haddi zatında çoğu ABD’li borç içinde. ABD’li yüzde onluk bir kısım, tüm gayrimenkul, şirket hisse senedi ve tahvillerin üçte dördüne sahip. Başka bir rapor, benzer verileri bulur: "% 2’lik, dünyanın en zengin insanları, dünya zenginliğinin% 50'sinden fazlasına sahipken %50’lik yoksullar %1’ine sahip. Ve dünyanın en zengin 225 kişisinin geliri en yoksul 2.7 milyarın [toplu servetine] eşittir. "[2] Küresel ekonomik ilişkiler konusunda, küresel ticaret fazlalaştıkça, Üçüncü Dünya borcu yükseliyor. Birinci ve Üçüncü Dünya arasındaki zenginlik farkı ABD’dekinden çok daha devasa .

Küreselleşme genellikle serbest ticaret gibi bir yaklaşımla desteklenir. Ama hepimiz, serbest ticaretin, “serbest” kelimesinin temsil ettiği gibi tehlikesizliğin yanından yöresinden geçmediğini biliyoruz. Özgürlük (serbestlik çn) zenginliğin dengesiz dağılımına hizmet etmez; özellikle servet gücün açık bir ifadesi olunca. Özgürlük, bu dünyanın en büyük finans kuruluşları ile işbirliği yapmayı reddeden ülkeler üzerine zorunlu yaptırımlara hizmet etmez. Özgürlük, siyah giyinmiş dişlerine kadar zırhlı, plastik mermi, biber spreyi, cop ve sapık vahşetin diğer silahlarıyla kuşanmış polis tarafından korunan herhangi bir özel kapalı görüşmeye hizmet etmez.

Birçoğumuz artık serbest ticaretin bir edebikelâm olduğunu, hükümetlerle iş birliği halindeki sınır ötesi şirketler tarafından dünyanın önemli finans kuruluşlarının banknot tomarlarıyla yapılan birçok hırsızlık ve cinayetlerin üstünün örttüğünün farkındayız. Küresel ticaretin kaynaklarının üzerinde yükseldiği alanın keşfedilmek üzere bekleyen boş bir alan olduğuna gerçekten inanan kimse var mı? Bu topraklar gönüllü olarak sadece Nike ve Kola karşılığında mı teslim edildi?
Pittsburgh’un G 20 delegelerini muhalif çetelerden koruyan aşırı tedbirler alması bir sürpriz mi? Çelik şehre ABD’de üç nehri koruyan sahil koruma da dahil binlerce ek polis kuvveti geliyor. Wall Street Journal’da bir makale, "Bu şehirde 900’de az polis memuru var ama 1.000 devlet-polis memurları da dahil olmak üzere toplam olarak geçici 3.100 polis memuru alıyor. Devletin Ulusal Muhafız olan 2.000 askeri bulunan yakındaki bir tugay, uyarı geldiğinde harekete geçmeye hazır bekliyor." Tüm bu ekstra güvenlik maliyeti, belediye başkanı ofisine göre 19.5 milyon doları bulabilir. Hükümet 10 milyon dolar, Pennsyvania 4.3 milyon dolar veriyor. Beklenen maliyeti 2 milyon dolar tüm polis memurları için kişisel-mali sorumluluk sigortası ve 1.2 milyon dolar yiyecek ve su buna dahil. "[3]

Bu açıkça, hükümetin emperyal kaslarını devreye sokarken, finansal kurumlar ve onların uluslararası işbirlikçi sülalelerinin kârı özelleştirip maliyeti yansıttığını, yani çaldığını göstermektedir. Her zaman olduğu gibi, kimsenin sınırları aşmaması, sanayi ve üretimin popüler talep tarafından engellenmesinin önlenmesi için devletin rolü terör tiyatrosunu yönetmektir.

Dünyanın Seçkinlerinin Hayata Karşı Suçla Mesul Tutulması

Elitist üçlü yönetim sadece ücret, toprağın ve kaynakların hırsızlığından değil aynı zamanda insan türünün yok olmasından da sorumlu. Küresel ısınma ve iklim değişikliği çağımızın en ürkütücü tehdidi belki de. Ama küresel ısınma olmasa bile, sanayi kültürü gezegeni hala öldürüyor olacaktı. Daha önce hiç görülmemiş bir ölçekte gerçekleşen türlerin yok olması hala gerçekleşebilirdi. Okyanuslardan giden büyük balıklar ve yüzde 95'i kesilmiş orijinal bitki örtülü ormanlarıyla, gezegenin çeşitliliğinin sürdürülebilirliği tartışmalı bir noktaya gelmiştir. ABD’deki her nehir, akarsu ve dere kanserojen madde ile karışmış, içme suyu dudaklarımızdan gittikçe daha uzaklara itilmiştir. Ve hatta eğer kömürü "temiz" yakmak için karbon, kükürt dioksit ve cıvayı ayırsak bile, asla temiz olmayacak: dağlar kömür erişimi için hala yedek ekskavatörler ve amonyum nitrat tarafından parça parça olacaktır. Barajlar somon ve yavrularını öldürüyor. Cep telefonu kuleleri göçmen kuşların uçuş yollarına zarar veriyor. Dioksin her anne sütünü zehirliyor. Uranyum tortusu, mayınlı topraklara zorla gönderilen yerlilere ölüm cezası dağıtıyor. En berbatı, tüm bunların ve daha fazlasının küresel ısınma ile aklın alamayacağı şekilde kötüleşmesi.

Küresel ısınma ve bütün bu umutsuz koşulların ortak noktası endüstriyel üretimin sonuçları olmasıdır. Çevre kirliliğinin yüzde doksan yedisi sanayi kaynaklıdır. Savaş zamanlarında (veya, çılgınca, bazen savaştan kaçınmak için şufa hakkı olarak) kullanılan kitle imha silahları sanayi tarafından sağlandı. İklim değişikliğine yol açan sera gazı emisyonları sanayi tarafından püskürtülüyor. Endüstri kaynaklaı sorunları istediğiniz kadar çoğaltabilirisiniz. Ve daha önemlisi, hükümetler, uluslararası şirketler ve finansal kurumlar tarafından yönetilen sanayi. Yani, G-20 gibi birliktelikler.

Küresel ısınma hâlâ bir gerçek ve sonuçları tek başına bir mezarlıktır. Eğer şimdi sera gazı emisyonlarının daha da durdurmak için hareket etmezsek, buzul ve kutuplardaki buzların erimesi, deniz seviyesinin yükselmesi, seller, kuraklık ve çölleşmenin genişlemesi karşı karşıya kalacağımız gerçeklikler. Geleceğimizin zaten, dünyanın en güçlü ve en zengin insanları tarafından tercih edilen ekonomik davranış tarafından işgal edilmiş olduğunu söylemek abartı olmayacaktır.

Yanlış Çözümlere Hayır Demek

Dünyadaki hükümetlerin, dünyanın sorunlarını çözme konusunda "eski tas eski hamam" yaklaşımın fazla bir şey olmayacak şekilde bazı anlaşmalar yapmak durumunda kalmaları ihtimali oldukça fazla. Zirve sonrasında kendi ülkelerine dönen delegelere piyasa tabanlı çözümlerin küresel topluma iletilen bir ürün olmadığına dair baskı oluşturmak insanların sorumluluğundadır.

Halk boğazına kadar yanlış çözümlere batmış durumda. Biyoyakıt, örneğin, çok tehlikeli bir kurgu. Biyoyakıta ilişkin olarak, ben Wendell Berry’nin Eylül '09 Sonrası adlı son deneme yazısından bir alıntı yapmak istiyorum:

Bazılarının şimdi yaptığı gibi, gıda üretimi yerine "biyoyakıt" üretimi için tarım arazi kullanımının doğru olup olmadığı sorusunu ortaya çıkartıyor. Birçok yiyeceğimiz için olduğu gibi bu yakıt üretildiğinde de arazi, yakın ve sevgi dolu bakım olmadan tükenebilir bir kaynak olur. Biyoyakıt bir tarla ve dünya değiştiren teknoloji ürünü olduğu gibi cehalet ve ahlaki dikkatsizlik ürünüdür de aynı zamanda. [4]

Hükümet tarafından benimsemiş olan başka bir yanlış çözüm, karbon ticareti gibi (salım) üst sınır ve ticaret modeli. Bu yöntem, Avrupa'da oldukça uzun bir yıldır kullanılıyor ve ne oluyor biliyor musunuz? Emisyonda hiçbir azalma olmamıştır. Özetle, karbon ticareti küresel ısınmadan kâr yapmanın bir yoludur – gezegen yandıkça zengin olmak için, tabiri caizse. [5]

Öte yandan, İklim Adaleti için Hareketlilik bazı temel çözümler sunar:

-Karbon ticareti ve telafisine veya nükleer enerji, agrofuels veya "temiz kömür" gibi diğer sahte çözümlere başvurmadan, bu geçişten etkilenenlerin haklarını koruyarak esaslı bir şekilde emisyon azaltmak.

– Fosil yakıtları toprakta bırakmak.

– Yeniden üretim ve tüketimi yerelleştirme, yerel marketler ve kooperatif ekonomilere öncelik vermek.

– Adem-i merkeziyetçi hizmet sistemi ve topluluk kontrollü temiz yenilenebilir enerji

– Yerlilerin toprak haklarını uygulayan kaynak koruma hakkı ve enerji, ormanlar, tohum, toprak ve su üzerinde kurumsal denetimin sonlandırılması.

-Ormanların yok olmasının ve onun altında yatan nedenlerin sonlandırılması, uluslararası yaptırımlar ve ahşap kullanma tarifeleri uygulamasıyla birlikte, öncelikle ormanda yaşayan yerli halklar tarafından yönetilen büyük bir orman restorasyonu.

– Kuzey’de ve elitler tarafından Güney’deki aşırı tüketimin sonlandırılması.

– Kuzey hükümetlerin ekolojik borçlarının ödenmesi ve Küresel Güney'deki halklar için kaynak çıkartan şirketler.

Harekete Geçmek

Gelecek hafta sonu büyük bir şeyin, gezegenin sağlığına kavuşması için mücadelenin başlangıcı olacak. Çünkü, dünyanın en etkili yirmi endüstriyel ulusların iktidar elitleri bir araya geliyor, çünkü sanayinin gezegenin ekolojik altyapısının sistematik bozulmasında su götürmez sorumluluğundan dolayı, gezegenin savunulması için mücedelenin Pittsburgh’da başlaması bir anlam ifade ediyor.

Ardından, 30 Kasım’da Seattle’da, tarihi DTÖ (Dünya Ticaret Örgütü) toplantılarının devre dışı bırakılmasının onuncu yıldönümü dolayısıyla, ABD’de iklim adaleti için pek çok kişi seferber olacak ikinci en önemli başka bir kitle seferberliği ise COP15 (Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Konferansı) çerçevesinde düzenlenecek. Herkesin bu olaylardan en az birine girmesi önemlidir. İyi bir başlangıç noktası http://www.actforclimatejustice.org ziyaret etmek olabilir.

her eylemcinin gerçekten şık bir takım elbise giymesi fena olmaz mı? Binlerce kişinin şık ve çevik görünümlü olduğunu hayal edin. Polisin aktivisleri konferansa katılanlardan ayırt etmesi oldukça güçleşir.

Çeviri: Sibel

http://www.hayvanozgurlugu.com/news.php?extend.417

October 16, 2009 Posted by | eko-savunma, ekoloji, isyan, sistem karsitligi, somuru / tahakkum | Leave a comment

Ulukışla Halkı, İnsanca Yaşam Hakkı İçin Temiz Çevre Mücadelesini Sürdürecek! (Köy Mec.ile Röportaj)

Perşembe, 01 Ekim 2009

Ulukışla Hüseyingazi Köy Meclisi Derneği ve Porsuk Köy Meclisi Derneği başkanları bölgelerinde siyanürlü maden çıkarılması sorununu anlatmak ve destek almak için Adana ve Mersin’de bulunan muhalefet örgütlerini ziyaret etti. Adana’da DİSK,TMMOB İKK, Ziraat Mühendisleri Odası, SES, BES, Kültür Sanat-Sen, Türk-İş, TTB, Halkevleri, ÖDP ve TKP’nin katıldığı toplantıda Hasangazi Köy Meclisi Dernek Başkanı Hüseyin Özçelik, Porsuk Köy Meclisi Derneği Başkanı Bülent Erdem ve emekli öğretmen Ali Rıza Baysal yörelerinde yaşadıkları sorunları anlattı.

Siyanürlü altını istemiyoruz

Niğde ilinin Maden köyünde Gümüştaş AŞ’nin siyanür linç yöntemiyle maden ayrıştırma işletmesi kurmak istediğini, fakat halkın yürüttüğü mücadele sonucunda başarısız olduğunu anlatan dernek yöneticileri, şirketin bu başarısızlığının ardından gölet yapılmak üzere daha önce kamulaştırılan Porsuk bölgesine göz diktiği söylendi.

Bölge halkının içme suyu zehirleniyor

Tamamen hukuk dışı bir uygulama ile bilimsel raporları göz ardı eden ve yöre halkının muhalefetine rağmen 16 Eylül günü İl Özel İdaresi tarafından kamulaştırılan alanın Gümüştaş AŞ’ye satıldığını söylediler. Satılan alanın yer altı sularının Adana ve Mersin’in içme suyunu oluşturan Çakıt Nehri’ne döküldüğünü söyleyen yöneticiler, sağlıklı bir yaşam mücadelesinin ortaklaşa yapılması gerektiğini vurguladılar.

Ortak mücadele çağrısı yapıldı

Adana kent muhalefetinin sözcüleri ise mücadelenin ortaklaşması önerisinin yaşamsal olduğunu ifade ederek, gerekli çalışmaların başlatılması için bir an önce bir araya gelineceği ve Adana ayağının oluşturulacağını bildirdi.

Ulukışla yöre dernekleri temsilcileri daha sonra Mersin’e geçerek Emek ve Demokrasi Platformu’nu ziyaret etti. Aynı temennilerde bulunan temsilcilere Mersin emek ve demokrasi platformu bileşenleri gerekli çalışmaların başlatılacağını, koordineli bir sürecin hemen hayat bulması gerektiğini, Mersin’de nükleer santrallere karşı yürütülen mücadeleyle bütünleştirerek siyanüre karşı da halkın temiz çevrede yaşama hakkının mücadelesini vereceklerini söylediler.

İnsanca yaşam için temiz çevre mücadelesi veren yöre derneklerinden olan Hasangazi Köy Meclisi’nin Başkanı Hüseyin Özçelik’le yürüttükleri çalışmaya dair sohbet ettik.

Sayın Özçelik; bize dernekleşme sürecinizi anlatır mısınız?

Derneğimizi 1 ay önce kurduk. Maden köyüne dadanan şirket oradan umduğunu bulamayınca gözünü bizim topraklara çevirdi, biz de köylüler olarak yaşam hakkımızı savunmak için birbirimize kenetlendik. Derneğimizi de hak mücadelesinin merkezine oturttuk. Bugün köylerimizde çıkartılmak istenen altına karşı duruş sergileyen derneğimiz aynı zamanda suyumuza sahip çıkmak için de, tarımsal havzalarımızı korumak için de çalışmalar yürütecek.

Yaşadığınız süreci bizimle paylaşır mısınız?

Ulukışla çevre köylerinin şu sıralar başı maden şirketleri ile dertte. Bolkar Dağları’nda bulunan altını maden şirketleri çıkartıp işlemek istiyor. Gümüş Taş Madencilik AŞ’nin 3 Nisan 2009 tarihinde Maden Köyü’nde yapmayı planladığı ÇED toplantısına Maden, Alihoca ve Darboğaz Kasabası’ndan topluca geldik ve “bizim altınımız kirazdır” diyerek toplantıyı yaptırtmadık. Böylelikle ilk raundu biz kazandık.
Firma yetkilileri bunun üzerine bizleri tehdit ederek işletmesini Kayseri’nin Develi bölgesine taşıyacağını ve asıl kaybedenin bizler olduğunu söyledi.

Maden Köyünde kurulmak istenen işletmenin durdurulduğundan bahsettiniz. Bunun nasıl başarıldığını bizlere anlatır mısınız?

Bütün köylüler işletmeyi bölgelerinde kurulmasını istemezse kurulmaz. ÇED toplantısının yapılacağı gün Maden Köyü, Alihoca Köyü, Hasangazi Köyü, Porsuk Köyü, Beyağıl Köyü, Aktoprak Köyü köy meclisleri olarak ortak bir eylem yaptık. Eylemimize yerelde bulunan sendikalar, demokratik kuruluşlar, siyasi partiler ve çevre örgütleri destek verdi. Ayrıca Ziraat Odası’nın genel merkezi öncülüğünde 30’u aşkın oda ve demokratik kitle örgütü mücadelemizi destekledi.

Toplantının yapılacağı salonun önünde sürdürdüğümüz kararlı duruş ihaleye girecek kişilerin apar topar bölgeden kaçmalarına neden oldu.

Süreç ondan sonra nasıl işledi?

Maden Köyü Bolklar Dağı’nın zirvesinde olan bir yer. Yapılan bilimsel araştırmalar kurulacak işletmenin çıkaracağı zehirli ve öldürücü atıkların yeraltı sularına karışacağını söylemesi ve havzada bulunan tüm köylerin muhalefeti ihalenin iptal edilmesine yol açtı. Ancak Gümüştaş AŞ bu sefer gözünü Bolklar Dağı’nın eteğinde bulunan Porsuk ve Hasangazi’ye dikti.

Porsuk Göletinin bulunduğu yer bundan 11 sene önce Porsuk, Hasangazi, Beyağıl ve İlhan köylerinin sulama ihtiyacı için Köy Hizmetleri tarafından kamulaştırılmıştı. Şimdi bu kamulaştırılan alanı İl Özel İdaresi siyanür atık havuzu olarak kullanılmak üzere şirkete satmaya çalışıyor. Anlayacağınız tamamen hukuk dışı bir uygulama. Madem köylülerden gölet yapmak için kamulaştırma yapıyorsun o zaman ya yapacaksın ya da arsayı bizlere geri vereceksin.

12 Ağustos günü Niğde İl Genel Meclisi’nin oturumunda bu satışın yapılacağını duyduk ve tüm gücümüzle İl Özel İdaresi’nin önüne gittik. Kararlı duruşumuz sayesinde toplantı gerçekleşmedi. Ardından Hükümet Konağına kadar yürüyüş düzenledik.

Toplantı yapılamayınca 2 Eylül günü İl Encümeni ihalenin 16 Eylül’de yenilenmesine karar veriyor.

Toplantının yapılamamasının ardından 6 Eylül günü Niğde Valiliği tarafından ama şirketin sponsorluğunda İzmir Bergama’ya tanıtım gezisi düzenleneceğini duyduk. Bu bizim beklediğimiz bir şeydi. Her yerde şirket aynı yöntemi uygular. Köyü ikiye bölmek ister. Bunu tehditle yapar, bunu rüşvetle yapar, bunu iş sözü vermekle yapar… Yöre muhtarları ve İl Genel Meclis üyelerinin katılımın mecburi tutulduğu gezide siyanürün zararsız olduğu gösterilmek istenir ve bunun geri dönüldüğünde köylülere anlatılması istenir.

Hemen biz de devreye girerek Bergama’ya ulaştık. Niğde’den şirket yetkilileriyle birlikte heyet geleceğini söyledik. Onlarla iletişime girmelerini, gerçekleri anlatmalarını istedik.

Ama şirket yetkilileri buna izin vermemiş. Gittikleri, gezdikleri yer işletme bölgesi olmuş. Gördükleri de havuzda yüzen iki ördek, havuzun yanında da bir ağaç. Ellerine siyanürün zararsız olduğunu anlatan broşürlerle köye geri geldiler. Köy halkını toplayıp methiyelerde bulunan muhtarların karşısına geçip, şirket yetkililerinden başka kiminle görüştüklerini sorduk. Doktorlarla, ziraat mühendisleriyle, maden mühendisleriyle, kimya mühendisleriyle, yöre halkıyla, oranın belediye başkanıyla, muhtarlarıyla görüşüp görüşmediklerini sorduk. Tabi ki “hayır” dediler. Bergama’daki şirketin hakkında açılan 73 mahkemeyi de kaybettiğini bilip bilmediklerini sorduk. Bir şey diyemediler. Muhtarlarımız şirket yetkilileri ve AKP’li meclis üyeleri tarafından korkutulmuşlar. Hizmet gelmez demişler, hükümet yardım etmez demişler. “Biz bu altın olmadan da yaşıyorduk, yarın da yaşayabiliriz” dedik. Birkaç muhtar dışında şimdi hepsi bizim yanımızda.

Porsuk’taki ihale günü neler yaşadınız?

16 Eylül günü satışın yapılacağı İl Özel İdaresi’nin önüne tekrar geldik. Önümüz polisler tarafından kesildi. İhaleye temsilci bazında girebileceğimizi söylediler. Biz de yöre derneklerimizin başkanlarıyla birlikte salona gittik. İhalenin hukuk dışı olduğunu, kamulaştırılan alanın amacına ulaşmadığını, arsa üzerine kurulacak işletmenin yöre ve bölge halkının sağlığını bozacağını söyledik. Onlar da kanunun onlara verdiği yetkiyi kullandıklarını söylediler. 27 dönümlük arsa Gümüştaş AŞ’ye 135 bin TL’ye satılıyor.
Bunu aşağıda bulunan köylü arkadaşlarımıza bildirdik ve olan oldu. Ne polisin panzeri durdurabildi köylüleri, ne de sıktıkları biber gazları. İhaleye girenler arka kapıdan son anda kaçabildi.

Satışın iptali için yapacağımız şeyin güçlü olması gerekiyordu, bizde uluslararası yol olan E-90’ı 2 saat boyunca araç trafiğine kapattık. 1000’e yakın kişiydik. İhtiyarı genci, kadını erkeği herkes yolda oturuyordu. 100 yaşına gelmiş nene bile oradaydı. Elinde de “ben 100 yaşındayım, torunum da benim kadar yaşayabilsin” yazan kâğıt tutuyordu. Bir çocuk alnına annesinin göz kalemiyle “yaşamak istiyorum” yazmıştı. Anlatılmaz bir duygusallık vardı. Uzun bir zamandır böyle bir beraberlik ortamını ne gördüm ne de duydum. Burası Türkiye’ye örnek olacak. Çünkü kendi öz gücüyle ayakta duruyor. Kimseden maddi destek görmüyor. Bu birliktelik umut verici. Onun için arsanın satılıp satılmaması o kadar önemli değil. Buraya şirketin fabrikasını kurdurtmayacağız. Canımız pahasına bile olsa.

Eylem nasıl sonlandı?

İki saat süren eylemimiz valiliğin 15 gün bizden süre istemesi üzerine bitti. Bu saatten sonra biz kimsenin ayağına gitmeyeceğiz. Onlar gelecek yanımıza.

Şimdi ne yapmayı düşünüyorsunuz?

Yapacağımız ilk iş ihtar eylemleri olacak. Bolklar Dağları Platformu Kadın İnisiyatifi 29 Eylül’de Hasangazi İlköğretim Okulu’nun önünde sabah 9’da eylem yapacak. Valiliğin istediği süre 1 Ekim günü bitiyor. Bizde 1 Ekim’e kadar çocuklarımızı okula göndermeyeceğiz. Çocuklarımızın ölüsünün okumuş olması ya da olmaması bir şeyi değiştirmiyor. Mücadelemizi büyütmeye kararlıyız. Onlar öldürmek istiyor biz yaşamak. Temiz çevrede yaşamak, insanca yaşamak. Sürekli yaptığımız köy bilgilendirme gezilerine yenilerini ekleyeceğiz. Mücadelemizi Çukurova’ya yayacağız. Oradan da Türkiye’ye.

Son olarak söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Gözünüz bizde olsun, kulağınız bizde olsun, yüreğiniz bizimle atsın. Siyanürcüleri ülkemizden defetmek için birbirimize kenetlenelim. Gönüllü doktorları, ziraat mühendislerini köyümüze bekliyoruz. Bizden daha fazla bilirler bu illetin zararlarını. Gelsinler anlatsınlar, gelsinler bizleri bilgilendirsinler. Biz kendi imkânlarımızla anlatmaya çalışıyoruz. İnternette araştırma yapıyor, önce biz öğreniyoruz sonra köylülere dilimiz döndüğünce anlatıyoruz.

Gösterdiğiniz ilgi için yöre derneklerimiz adına teşekkür ederim.

Sendika.Org
Adana

28.9.2009

http://www.ekolojistler.org/ulukisla-halki-insanca-yasam-hakki-icin-temiz-cevre-mucadelesini-surdurecek-koy-mec.ile-ropo.html

October 15, 2009 Posted by | bu topraklar, eko-savunma, ekoloji, isyan, kir yasami, yerli - yerel halklar | Leave a comment

Doğrudan Eylem Hakkında 12 Uydurmaca


http://www.sanalteori.net/index.php/ocak2009/53-dorudan-eylem-hakknda-12-uydurmaca
Sanal – Ocak 2009

Doğrudan eylemin -yani yerleşik siyasi kanallardan kaçınarak doğrudan amaçlara yönelik her tür eylem- Kuzey Amerika’da, Boston Çay Partisi’nden (kolonicilerin İngiliz egemenliğini protesto etmek için 1773’te Boston limanındaki gemilerde yüklü olan çayı Kızılderili kılığına girerek denize döktükleri eylem) bu yana uzun ve zengin bir geçmişi vardır. Buna rağmen, hakkında birçok yanlış anlama vardır, bunun nedeni de kısmen ana akım medyada yanlış tanıtılıyor olmasıdır.

1. Doğrudan Eylem Terörizmdir.

Terörizm insanları korkutup sindirmek için planlanır. Oysa, doğrudan eylem, hedeflerine kendi kendilerine ulaşabilmeleri için bireylerin sahip olduğu gücü sergileyerek insanlara esin kaynağı olup onları motive etme niyetini taşır. Terörizm, sadece kendisi için gücün peşinde olan uzmanlaşmış sınıfın alanıyken, doğrudan eylem insanlara kendi yaşamlarının denetimini ele almaları için güç vererek, yararlanılabilecek olasılıkları sergiler. Belirli bir doğrudan eylem, en fazla eylemcilerin insafsızlık yaptığını düşündükleri bir şirketin etkinliklerini engeller, ama bu da sivil itaatsizliğin biçimlerinden bir tanesidir sadece, terörizm değil.

2. Doğrudan eylem şiddettir.

Bir mezbahanın makinelerinin tahrip edilmesine veya savaşı teşvik eden bir partinin camlarının kırılmasına şiddet demek, mülkiyeti insan ve hayvan yaşamının önüne koymak demektir. Bu karşı çıkış, bütün temel meselelerden uzakta, dikkati mülkiyet haklarına yoğunlaştırarak, canlılara karşı şiddeti kurnaz bir şekilde onaylamaktadır.

3. Doğrudan eylem politik bir ifade biçimi değil, suç teşkil eden bir eylemdir.

Ne yazık ki, bir eylemin yasadışı olup olmaması, o eylemin haklı olup olmadığının zayıf bir ölçütüdür. Ne de olsa (1876-1965 yılları arasında siyahlara karşı sosyal hayattaki ayrımcılığı düzenleyen) Jim Crow yasaları da yasaydı. Yasadışı olması temelinde bir eyleme karşı çıkmak, o eylemin ahlâki olup olmadığı gibi daha önemli bir sorudan yan çizmek demektir. Her zaman yasalara uymamız gerektiğini savunmak, bu yasaların gayri ahlâki olduğunu ya da gayri ahlâki koşulları dayattıklarını düşünsek dâhi, bu yasal kurulu düzenin keyfi hükümlerinin bizim kendi vicdanlarımızdan daha yüksek ahlâki bir otorite olduğunu söylemek ve adaletsizliğe yardakçılık edilmesini talep etmektir. Yasalar adaletsizliği korudukları sürece yasadışı eylem ahlâksızlık değildir, yasalara saygılı uysallık da erdem değildir.

4. İnsanların ifade özgürlüğüne sahip oldukları yerde, doğrudan eylem gereksizdir.

Gittikçe daralan bir bakış açısına sahip bir ana akım medyanın baskın olduğu bir toplumda, bir konu üzerinde, dikkati bu konuya çekecek bir şey ortaya çıkmadığı sürece kamusal bir diyalog başlatmak neredeyse olanaksızdır. Bu tür koşullar altında, doğrudan eylem, ifade özgürlüğünü etkisiz kılan değil besleyen bir araç olacaktır. Keza, başka bir durumda bir adaletsizliğe karşı çıkabilecek olan insanların bunun kaçınılmazlığını kabul ettikleri durumda, bu adaletsizlik hakkında sadece konuşmak yetmeyecektir; birinin çıkıp bu adaletsizliğe karşı bir şeyler yapılabileceğini göstermesi gerekecektir.

5. Doğrudan eylem yabancılaştırıcıdır.

Tam aksine, geleneksel parti politikalarını yabancılaştırıcı bulan insanlar doğrudan eylemden esinlenir ve motive olurlar. Farklı insanların farklı yaklaşımları vardır; geniş tabanlı bir hareket içinde kanaatler de çeşitli olmak zorundadır. Bazen, doğrudan eylem gerçekleştirenlerin amaçlarını paylaşsalar da kullandıkları araçlara karşı çıkan insanlar, bütün enerjilerini gerçekleştirilmiş bir eylemi kötülemek için harcarlar. Böyle yaparak yenilgiyi zaferin pençesinden kurtarmış olurlar; oysa eylemin gündeme getirdiği meseleler üzerine yoğunlaşma fırsatını yakalamış olsalar daha iyi olur.

6. Doğrudan eylem yapanlar, bunun yerine yerleşik siyasi kanallar aracılığıyla çalışmalılar.

Doğrudan eylem yapan birçok insan da bir sistem dâhilinde çalışır. Sorunları çözmek için her türlü kurumsal araçtan yararlanmaya yönelik kararlılık, bu araçların yetersiz kaldıkları yerde yenilerini bulmaya yönelik benzeri eşdeğerlilikte bir kararlılığı dışlamaz.

7. Doğrudan eylem dışlayıcıdır.

Bazı doğrudan eylem biçimleri herkese açık değildir, ama bu onların değersiz olduğu anlamına gelmez. Herkesin farklı tercihleri, yetenekleri vardır ve bunlara göre davranma hakkına sahiptirler. Asıl mesele, aynı uzun vadeli hedefleri paylaşan farklı yaklaşımlara sahip birey ve grupların birbirlerini tamamlayıcı bir şekilde nasıl bütünleşecekleridir.

8. Doğrudan eylem korkaklıktır.

Bu suçlama, neredeyse her zaman, bir geri tepmeyle karşılaşmaktan korkmaksızın kamusal alanda konuşma ve eyleme ayrıcalığına sahip olanlar tarafından dillendirilir; yani toplum içinde bir güce sahip olanlar ve bu gücü itaatkârca kabullenenler tarafından. Fransız Direnişi’nin kahramanları, Nazi işgal ordusuna karşı gündüz gözüyle eyleme geçerek ve böylece kendilerini yenilgiye mahkûm ederek mi cesaretlerini ve sorumluluklarını kanıtlayacaklardı? Bu nedenle, gittikçe artan bir polis terörünün ve herkesin üzerinde federal bir gözetimin olduğu bir ülkede özel hayatlarını korumak için buna karşı çıkanların olması çok mu şaşırtıcıdır?

9. Doğrudan eylem sadece üniversite öğrencileri/ayrıcalıklı zengin çocukları/biçare yoksul insanlar/vb. tarafından yapılır.

Bu iddia, neredeyse her zaman bir karalama olarak somut olgulara dayanmaksızın öne sürülür. Aslında, doğrudan eylem uzun bir süredir toplumun her kesiminden insanlar tarafından büyük bir çeşitlilik içinde sergilenmektedir. Bunun tek olası istisnası, herhangi bir yasadışı veya çatışmalı eyleme gereksinim duymayan en zengin ve en güçlü sınıflardır, çünkü tesadüfe bakın ki, yerleşik politik kanallar onların ihtiyaçlarıyla bire bir örtüşür.

10. Doğrudan eylem ajan provokatörlerin işidir.

Bu da, genellikle somut bir delil olmaksızın yapılan başka bir spekülâsyondur. Doğrudan eylemin her zaman polis ajan provokatörlerin işi olduğunu söylemek güçten düşürücüdür; polis istihbaratının gücünü olduğundan fazla abartarak, devletin gücünün her şeye kadir olduğu yönündeki kuruntuyu pekiştirerek eylemcilerin bu tür eylemleri kendi başlarına yapabilecekleri olasılığını yok sayar. Keza, bu iddia, taktik çeşitliliğinin değerini ve gerçekliğini gözden çıkarır. İnsanlar, onaylamadıkları taktikleri polis provokasyonu olarak niteleyen temelsiz iddialarda bulundukları sürece, uygun taktikler konusundaki yapıcı diyalogu engellemiş olurlar.

11. Doğrudan eylem tehlikelidir ve başka insanlar üzerinde olumsuz sonuçlara yol açar.

Doğrudan eylem baskıcı bir siyaset ikliminde tehlikeli olabilir, eylemcilerin başka insanları tehlikeye atmamak için her türlü çabayı göstermeleri çok önemlidir. Ama bu bir engel oluşturmaz, aksine, yerleşik politik kanallar dışında eyleme geçmek tehlikeli hale geldiğinde, eyleme geçmek daha da önemli hale gelir. Aynen Hitler’in Reichstag yangınında yaptığı gibi, yetkililer masum insanları terörize etmekte doğrudan eylemleri mazeret olarak kullanabilir; ama yaptıkları adaletsizliğin hesabını vermek zorunda olanlar iktidardakilerdir, onlara karşı çıkanlar değil. Doğrudan eylem yapanlar gerçekten tehlike altında olsalar da, katlanılmaz bir adaletsizliğin karşısında, bu adaletsizliği karşı gelinmez olarak kabullenmek daha tehlikeli ve daha sorumsuzcadır.

12. Doğrudan eylem hiçbir şey başaramaz.

Sekiz saatlik iş günü mücadelesinden, kadınlara oy hakkı mücadelesine kadar tarihteki her başarılı mücadele, doğrudan eylemden yararlanmıştır. Doğrudan eylem, büyük bir çeşitlilik içinde diğer siyasi eylem biçimlerinin tamamlayıcısı olabilir. Hiç değilse, kurumsal reformlar yapılması gerektiğini, bu reformları talep edenlere daha fazla pazarlık olanağı tanıyarak ortaya koyar; ama bu destekleyici rolün de ötesine geçerek, insan yaşamının bütünüyle farklı bir şekilde örgütlenebileceğini, gücün eşit biçimde dağıtılabileceğini, bütün insanların onları etkileyen meseleler üzerinde eşit ve doğrudan bir şekilde konuşabileceklerini gösterir.

Kaynak: http://www.crimethinc.com/texts/recentfeatures/twelvemyths.php

October 14, 2009 Posted by | eko-savunma, ezilenler, isyan, ozyonetim | 1 Comment