ecotopianetwork

Hayvanların da Hakları Vardır – Elçin Gen

İletişim Yayınları, Tom Regan’ın Kafesler Boşalsın adlı eseriyle yeni bir kitap dizisine başladı: Hayvan Hakları Dizisi. Sol çizgisiyle tanınan bir yayınevinin, solun bugüne dek en iyi ihtimalle istihzayla yaklaştığı bir meseleyi başlı başına bir dizi oluşturacak ciddiyetle gündemine alması, büyük ölçüde üst sınıf hayırseverliğine havale edilmiş hayvan hakları sorununun farklı perspektiflerden tartışılmasını sağlayacak kaynakların dilimize kazandırılacağını muştuluyor. Daha önce, yine İletişim Yayınları bünyesinde çıkan Birikim dergisinin 195. sayısında, “İnsan-Hayvan: Sorumluluk, Hak, Şefkat?” başlığıyla modern hayvan hakları hareketinin temel metinlerini biraraya getiren bir dosya hazırlandığını da hatırlatmakta fayda var.

North Carolina Üniversitesi’nde felsefe profesörü olan Tom Regan, hayvan hakları hareketinin teorik önderlerinden biri olmasının yanı sıra hareketin aktif katılımcılarından. Birikim’in “Güncel” sayfasında, hayvan deneylerinin yapıldığı bir laboratuvarda gerçekleştirdikleri eylemi anlattığı bir yazısı bulunuyor: “Hayvan Hakları Hareketi Sivil İtaatsizliğe Başvurmalı” (http://www.birikimdergisi.com/birikim/makale.aspx?mid=177). Regan, hayvan hakları kuramını ilk olarak The Case for Animal Rights (Hayvan Hakları Savunusu, 1983) adlı eserinde ortaya koydu. Birikim’in dosyasında yer alan “Hayvan Hakları İçin Temel Argümanlar” başlıklı metin bu kitaptaki tezlerin ve kilit kavramların bir özeti sayılabilir.

Regan 2006 yılında kaleme aldığı Kafesler Boşalsın’da ise, “hayvanların hakları olabilir mi” sorusunu felsefî düzeyde yanıtlamanın yanı sıra, kamuoyunun geniş kesimlerinde kayıtsızlıkla ya da tepkiyle karşılanan hayvan hakları aktivistlerinin taleplerinin hangi saiklere dayandığını açıklıyor, giyimden eğlence sektörüne kadar hayatın her alanında kullanılan hayvanların pratikte nasıl muamelelere maruz kaldıklarını gözler önüne seriyor. Hayvanların hakları olduğu savını temellendirmek için, yaş, cinsiyet, ırk, ekonomik statü ya da zeka seviyesi gibi kıstaslardan bağımsız olarak bütün insanları kapsayan insan haklarının hangi temele dayandığını irdeliyor ve bu temelin hayvanlar için de geçerli olduğunu kanıtlıyor. Hayvan hakları meselesini hem bu felsefî boyutuyla, hem mücadelenin kitleselleşmesi önündeki engeller açısından, hem de mücadelenin aciliyetini gösteren pratik zulüm örnekleriyle ele aldığı için, Kafesler Boşalsın’ın dizinin ilk kitabı olarak yerinde bir seçim olduğunu söyleyebiliriz. Kitabın çevirisini, Kitap Yayınevi’nin Doğa ve Bilim Dizisi’nden çıkan hayvan davranışlarıyla ilgili kitapların çevirisine imza atmış, hayvan hakları savunucusu Serpil Çağlayan’ın üstlenmiş olması da, Tom Regan’ı konuya vâkıf ve duyarlı bir çevirmenin kaleminden okumamızı sağlıyor.

Hayvan hakları fikri etrafında öne sürülen olumlu ya da olumsuz bütün argümanlar bir tarafa, bu fikrin yandaşlarının da karşıtlarının da üzerinde anlaştığı bir nokta var: Hayvanlara işkence çektirmenin, eziyet etmenin yanlış olduğu. “Hayvan hakları savunucusu” olarak adlandırılan insanların mücadelelerini dayandırdıkları temel ilke de bu. “Bizler bu hayvanları ‘evcil hayvanlar’ haline getirmek istemiyoruz. Bizim istediğimiz çok daha basit bir şey: İnsanların onlara feci şeyler yapmaktan vazgeçmelerini istiyoruz.” (Kafesler Boşalsın, s. 16) Peki hayvan hakları fikri, bu kadar temel ve teoride herkesçe kabul edilebilecek bir ilkeyi ifade ediyorsa, bütün bu tartışmaların ve pratikte devam eden zulmün nedeni ne?

Öncelikle “zulüm” kavramının, hayvan hakları bağlamında ancak insanların hayvanlarla ilişkisinde geçerli olabileceğini akılda tutmak gerek. Hayvan hakları aleyhine öne sürülen argümanların bazılarında, hayvanların birbirleriyle olan ilişkileri referans gösterilir ve doğanın güç dengesine dayalı ilişkilerinde büyük ölçüde vahşetin hâkim olduğu söylenir (bu argümanın bir sonraki adımı, hayvanların birbirlerinin “haklarını” umursamadıkları, hatta hakları olduğunun farkında bile olmadıkları, dolayısıyla insanların da onların haklarını umursaması için bir neden olmadığı iddiasıdır). Oysa hayvan hakları anlayışı, sosyal ve politik canlılar olarak insanların hayvanlara yönelik davranışlarını konu edinir; hayvanların birbirleriyle olan ilişkileri “zulüm” ya da “sömürü” gibi terimlerle yargılanamaz, bunlar, insan toplumuna özgü politikanın ve ahlakın alanına giren adalet anlayışının ürünü olan nitelemelerdir.

Hayvan hakları fikrini bu kadar tartışmalı kılan bir diğer nokta da, ‘insanca’ muamele gördükleri müddetçe hayvanların insan çıkarlarına hizmet edebileceğini savunan bir anlayışın hâkim olmasıdır. Tom Regan’ın, kitapta ısrarla üzerinde durduğu “hayvan refahı” ve “hayvan hakları” anlayışları arasındaki ayrım da buna dayanır. Hayvan refahı anlayışına göre hayvanların gıda, giyim, deney ya da eğlence malzemesi olarak kullanılması problem teşkil etmez, yeter ki söz konusu süreçlerde ‘zulüm’ içeren yöntemler kullanılmasın. Hayvanların sömürülmesinden rant sağlayan büyük sektörlerin bile, hayvanlara asla zulmetmediklerini, onlara ‘insanca’ muamele ettiklerini savunmaları, bu anlayışın hem ne denli yaygın olduğuna, hem de fiiliyatta hiçbir karşılığının olmadığına işaret eder. Sınaî çiftliklerin daracık kafeslerinde sefil bir hayata mahkûm edilen, yapay olarak yumurtlama döngüsüne girmeleri için aç ve susuz bırakılan tavuklardan elde edilen yumurtalar, “mutlu tavuklar” sloganıyla pazarlanır. “Spor” adı altında, zevk için hayvanları katleden avcılar, her fırsatta avlarını ne kadar “sevdiklerini”, ne denli “doğa dostu” olduklarını dile getirirler. Sirklerde anlamsız gösteriler yapmaları için yaban hayvanlarını döverek “eğiten” hayvan terbiyecileri, eğittikleri hayvanlara ne kadar bağlı olduklarını ifade ederler.

Tom Regan, “insanca yöntemler” ifadesinin bu sektörlerin temsilcileri tarafından nasıl içinin boşaltıldığını her örnekte ayrıntılı biçimde gösteriyor. Hayvanları kullanan büyük sektörlerin her birine ayırdığı bölümlerde (gıda, giyim, eğlence, yarışlar, deneyler), sözü edilen “insanca yöntemler”in fiiliyatta hiç de insanca olmadığını görüyoruz; daha da önemlisi, ne kadar sıkı denetimler uygulanırsa uygulansın, ne kadar ileri düzeyde koruma kanunları çıkarılırsa çıkarılsın, bu sektörlerin “insanca” bir varlık zemininin olamayacağını kavrıyoruz. “İnsanların hayvanlara feci şeyler yapmaktan vazgeçmeleri” gibi, görünürde basit bir talebe dayanan hayvan hakları anlayışının radikalliği de buradan ileri geliyor: “İnsanların hayvanları sömürmesi söz konusu olduğunda, hakların tanınması reformu değil, eski uygulamanın topyekûn feshedilmesini gerektirir… Hayvanları ister gıda, ister giyim, ister eğlence ya da araştırma amacıyla sömürüyor olalım, hayvan hakları hakikatinin gerektirdiği şey, kafeslerin genişletilmesi değil, kafeslerin tamamen boşaltılmasıdır.” (Kafesler Boşalsın, s. 24)

Tom Regan kitabını “bütün dünyadaki Kararsızlara” ithaf etmiş. Yani çocukluktan gelen doğal bir duyarlılıkla hayvan ürünlerini tüketmeyi reddedenlerden (Regan’ın “Da Vinciler” diye adlandırdığı insanlar), ya da hayatının bir noktasında yaşadığı bir olayın travmasıyla böyle bir duyarlılık geliştirenlerden (“Pavluslar”) farklı olarak, hayvan hakları bilincine adım adım, akıl yürütmeyle ve sorgulamayla varan insanlara. Hayvanlara zulmetmenin yanlış olduğunu düşünen herkes potansiyel birer hayvan hakları savunucusu ona göre. Gerçekten de, mezbaha ya da kürk üretim çiftliği gibi tesislerin “uzman” gözetmenler haricinde kamu denetimine kapalı olması, deney laboratuarlarında olup bitenlerin ancak radikal hayvan hakları örgütlerinin gizli kamera çekimleri sayesinde halka ulaşabilmesi, insanların çok büyük çoğunluğunun bu kapıların ardında yaşananlara karşı çıkacağının kanıtı.

Tom Regan’ın seslendiği Kararsızlar, bu kitabı okuduktan sonra, kendisinin umduğu gibi hayvan kullanımına dayanan ürünleri tüketmekten vazgeçerler mi bilemeyiz; ama adaletten, ahlaktan ve dünyayı değiştirme iradesinden dem vuran herkes, bu kitabın dayandığı değerlerin somut taşıyıcısı olmanın önemini teslim edecektir.

Birgün Kitap Eki, 15.5.2007

http://www.birikimdergisi.com/birikim/makale.aspx?mid=287&makale=Hayvanların da Hakları Vardır

October 25, 2009 Posted by | somuru / tahakkum, türcülük, doğa / hayvan özgürlüğü | Leave a comment

Hayvan Hakları Hareketi Sivil İtaatsizliğe Başvurmalı – Tom Regan

(05.06.2006)

Raleigh’teki Kuzey Carolina Devlet Üniversitesi’nde Felsefe Profesörü olan Tom Regan, ABD’nin en tanınmış hayvan hakları savunucularından biridir. Regan bu metinde, hayvanlara kötü muameleyle suçlanan bir laboratuvara federal bütçeden fon ayrılmasını protesto etmek üzere yapılan bir oturma eylemiyle ilgili deneyimini anlatıyor. Regan, bu tarz sivil itaatsizlik eylemlerinin kamuoyuna güçlü bir mesaj ilettiğini savunuyor: Kendilerini davalarına adamış bir grup insanın, hayvanlara yönelik zulme son vermek için tutuklanmayı göze almış olması…

Gandhi’ye çok şey borçluyum. Onun düşüncesi ve hayatıyla teşkil ettiği örnek yaşamımı değiştirdi – şimdi bile, arzu ettiğim gibi bir insan olmaya çalışırken, beni değiştirmeye devam ediyor. Gandhi bugün yaşıyor olsaydı, benim adım da onun izleyicileri arasında olurdu. Kimbilir, belki de zaten öyledir.

Onun ideallerine kendimi adamam, vejetaryan olma kararımla başladı. Bu hep beni bir adım öteye, sonra bir adım daha öteye götürdü, götürüyor.

ULUSAL SAĞLIK ENSTİTÜLERİ PROTESTOSU

Haziran 1985’te Ulusal Sağlık Enstitüleri yerleşkesinin 39 numaralı binasının dokuzuncu katındaki idarî ofisler şiddet içermeyen yöntemlerle işgal edildi. Bu klasik oturma eylemini tetikleyen etken, Ulusal Sağlık Enstitüleri’nin, Pennsylvania Üniversitesi’ndeki Kafa Yaralanmaları Laboratuvarı’na malî desteğini kesmeyi reddetmesiydi. Bu laboratuvarda “araştırma” adı altında yapılanlar, Unnecessary Fuss adlı filmde ifşa ediliyor. Orada gördükleriniz, bilime ve insanlığa kara bir leke sürüyor. Buna rağmen, Ulusal Sağlık Enstitüleri, protestoları geçiştirmeye karar vermişti. Laboratuvar işine devam ediyordu.

Ben Ulusal Sağlık Enstitüleri’ndeki oturma eyleminde yer alan yüz bir sivil itaatsizden biriydim. Orada dört gün kaldık. Eylem bittiğinde hiçbirimiz tutuklanmadık ve Ulusal Sağlık Enstitüleri, Penn Laboratuvarı’na ayrılan fonu bir sonraki soruşturmaya kadar askıya alma kararı aldı. Bu süre zarfında bütün fonlar durduruldu ve laboratuvar kapatıldı. Bu eylemin gerisinde, 13 aylık yoğun bir aktivizm ve o güne kadar yasayla başı derde girmemiş 100’den fazla insanın tutuklanma riskini göze alma kararı yatıyordu. Hepsi, küçük bir zafer içindi. Bir laboratuvarın kapatılması için ve bu, maymunların bilim bürokrasisine teslim edilmesi anlamına gelse bile… Şimdi onlar, şu ya da bu amaçla, şu ya da bu laboratuvarda tutuluyorlardır – muhtemelen çoktan ölmüşlerdir.

Bütün o çaba, zaman, para ve gerginlik: Buna değdi mi? Doğru cevabı kanıtlayabileceğimiz bir yol var mı, bilmiyorum. Belki de yapabileceğimiz en iyi şey, tarihin bu kesitinde rol oynamış insanlara, 39 numaralı binada yürüdükleri sırada Hayvan Hakları Hareketi Marşı’nı söylerken ne düşünüp ne hissettiklerini sormak olacaktır.

Biz hayvanlar adına konuşuyoruz,
Onların acısı bizimkiyle bir.
Biz hayvanlar için savaşacağız,
Onların hakları kazanılana kadar.

Hepimizin gözleri yaşlarla dolmuştu. Tesellinin ve gururun, umudun ve merhametin, sevginin ve dostluğun gözyaşları… Hayvan hakları davamızı kamuya duyurmak için birleşmiştik. Tutuklanma riskini göze almıştık. Herbirimiz, kendilerine seçme hakkı tanınmamış olanlar için acı çekmeye gönüllü olduğumuzu kanıtlamıştık. Eğer o gün önümüzde bir dağ olsaydı, onu bile yıkabilirdik!

Peki buna değdi mi? Bence cevap, o yüzü aşkın insanın haykırdığı bir “Evet!” O gün, hayvan hakları hareketinin görev anlamına geldiğini tüm dünyaya gösterdik. Savaş hatları daha önce hiç o kadar net çizilmemişti. Bizim içsavaşımız resmen ilan edilmişti. Sivil bir yolla yürüteceğimiz bir içsavaştı bu…

O savaş devam etmeli. Edecek de… Hayvan hakları mücadelesi yeni başladı – en güçlü silahımızın kullanılması da: Sivil itaatsizlik… Gandhi bizimle gurur duyardı.

Ancak, bir uyarı: Sivil itaatsizlik hassas bir silahtır. Yanlış bir yerde veya şiddet kullanmıyor gibi görünen şiddet yanlısı insanlar tarafından kullanılırsa, keskin ahlakî ucu körleşir ve kırılabilir…

SİVİL İTAATSİZLİĞE AKILLICA BAŞVURMA

Sivil itaatsizliğin güçlü bir destekçisiyim. Kendim de bu tarz eylemlere katılıyorum. Fakat sivil itaatsizlik akıllıca kullanılmalı. Hareketin tamamı bundan ibaret olamaz. Demek istediğim, hareket bundan fazlası olmalı, çeşitlilik içermeli. Sivil itaatsizlik temelde kamuoyunda ses getirme amacı taşır, kamuoyuna yönelik bir taktiktir….

Ben bir Gandhiciyim. Harekete de bu şekilde katıldım, Gandhi sayesinde. Toplumsal adalet için yola çıkan her harekette sivil itaatsizlik olmalı. Gandhi bunun ustasıydı. Ancak onunkisi, sivil itaatsizlikle ilgili keskin bir yaklaşım değildi. Böyle bir yaklaşım hiçbir şey kazandırmaz.

BİR KİTLE HAREKETİ

Hayvan hakları hareketine bir kurtuluş hareketi olarak kendini gerçek anlamda adamış insanlara giderek daha fazla para aktarıldıkça, hayvanlar için daha önemli zaferlere, acının ve katliamın azaldığına tanık olacağız. Ana-akım medyada, bir kitle hareketine özgü belirgin işaretler görmeye başlayacağız – bildiğimiz korumacı hayvan refahçısı bürokratlarınkinden farklı bir davaya yönelen binlerce, sonra milyonlarca insan, sokaklara çıkıp hayvanların sömürülmesine ve katledilmesine son verilmesini talep edecek, laboratuvarları ve mezbahaları işlemez hale getirecek, avcılığı ve rodeoları engelleyecek… O gün geldiğinde, hayvan kurtuluşu amacımız kelimenin tam anlamıyla gerçeğe dönüşmeye başlayacak.

Yani, sivil itaatsizliği savunuyorum dediğimde, akıllıca ve ustalıkla başvurulmuş sivil itaatsizliği savunuyorum demek istiyorum. Kazanım elde edilebilecek bir mesele söz konusu olmalı. Biz bu kazanım adına insanların tutuklunma riskini göze almaları gerektiğini söylüyoruz. Eğer biz sokağa çıkıp sadece belli bir laboratuvarda yapılan işleri protesto eder ve tutuklanırsak, kamuoyunun dikkatini biraz çekmiş oluruz ama hiçbir şeyi değiştirmemiş oluruz, çünkü hedef aldığımız bir odağımız yoktur.

Sivil itaatsizlik, bir kampanyada amaçladığımız şeye yönelik olmalı, ama kampanyanın kendisi bundan ibaret olmamalı. Diğer bir deyişle, bu gene, Gandhi’ce bir şey olmalı. Yapmaya çalıştığımız, muhalefetle işbirliği etmek. “Biz bunu yapmak istemiyoruz, istediğimizi buna başvurmadan elde etmenin yolunu bulmak istiyoruz,” vb. Ve ardından –hepsi başarısız olursa– o zaman sivil itaatsizliğe başvururuz. Kampanyada bu son seçenek olmalı, ilk değil. Her şeyden önce, bir kampanyamız olmalı. Yani bir stratejiye sahip olmak zorundayız, bir vizyona sahip olmak zorundayız, odaklanacağımız bir hedefe. Ne istediğimizi bilmek zorundayız…

KAMUOYUNDA SES GETİRMENİN ÖTESİNDE

Ancak, kamuoyunda ses getirmek uğruna keskin bir sivil itaatsizlik yaklaşımını benimsemek, kendimizi medyanın ellerine teslim etmek anlamına gelir. Halkın hareketi algılayışı, medyanın hareketi algılayışıdır. Bu nedenle, eğer biz sürekli sadece protesto etmek için sokağa çıkarsak ve bir avuç insan tutuklanırsa, bu aslında “tipik radikal hayvancı çatlaklar” olarak görülmemize yol açabilir, halk da bizde bunu görür.

Ulusal Sağlık Enstitüleri’ndeki sivil itaatsizlik eylemi, sivil itaatsizlikten nasıl yararlanacağımız hakkında bir reçete olmalı. Hayvan hakları hareketi söz konusu olduğunda, yerleşik araştırma kurumu ve kamuoyu üzerinde bunun kadar ciddi bir etki yaratmış başka bir sivil itaatsizlik vakası aklıma gelmiyor.

Sivil itaatsizliğin kamuoyunda ses getirmekten öte bir şeyler başarması için, halkın sempatisini, empatisini ve moral desteğini kazanmak zorundayız. Bizi izleyen insanlar sonunda şunu diyebilmeli: “Bence bu insanlar haklı.” Bu da, Martin Luther King Jr.’ın çok iyi becerdiği, Gandhi’nin de özellikle usta olduğu bir şey. Nihayet, politikacılar, iktidara sahip insanlar, halkın çoğunluğu, protestocuların haklı olduğuna inanır. O zaman biz konuşuruz, o zaman biz güce sahip oluruz…

VANDALİZME KARŞI

Ben vandalizme birçok nedenle karşıyım; bunlardan biri de, bunun kötü bir strateji olması. Bir laboratuvarı tahrip ettiğinizde, kamuoyuna yansıyan hikâye bu olur. Bu hikâyeye, laboratuvarda ne olduğu veya hayvanların ne durumda olduğu yansımaz; bu, “vandallar içeri girdi ve hayvanları çaldı” hikâyesidir. Bu da, araştırma kurumlarının eline koz verir. Biz Ulusal Sağlık Enstitüleri’ni terk etmeden önce yerleri süpürdük, camları sildik, her yeri cilaladık. Orayı olabileceği kadar temiz bıraktık. Bütün afişlerimizi vs. indirdik, sprey boya kullanmadık. Bu tarz şeyler sadece zarar verirdi. Biz, oturma eylemi yapan sıradan Amerikalılardık – böyle bir görüntü arz etmek ve böyle olmak çok önemlidir.

Bununla birlikte, bence hayvanları özgürleştiren insanlar için en doğru strateji ve psikoloji, bunu yapan insanlar olarak ortaya çıkmaları ve kendilerini göstermeleridir. Bu, gerçekten zor bir şey ve biliyorum, birçok insan benden bu noktada ayrılacak.

Ancak, bunun stratejik ve psikolojik açıdan doğru olmasının nedeni şu: bunu yapan insanlar, bir laboratuvara girdiklerinde kendilerine güvenlerinin tam olduğu, ifşa edecekleri şeyin kamuoyunun fikrini değiştirmek bakımından çok etkili olacağını bildikleri ve halkın onlara sempati besleyeceğinden emin oldukları mesajını verirler. Ortaya çıkıp “Bunu yapan bizdik,” demeleri, işte gerçek sivil itaatsizlik budur. Ortaya çıkıp “Bizi cezalandırın,” demeleri… Ortada, sistemin inkar ettiği, örtbas ettiği korkunç bir durum var ve bu insanlar tutuklanmayı, yargılanmayı ve hapse girmeyi göze alıyorlar. Bence bu, bu tarz aktivistlerin yüzleşmek zorunda oldukları bir bedel.

HAPSE GİRMEYE HAZIR OLMAK

Aktivistler gerçekten hareket için en önemli işlevi yerine getirecekse, yani hikâyenin devam etmesini sağlayacaklarsa, bu tarz sivil itaatsizlik en doğru stratejidir. Şimdi olduğu gibi, birileri bir yere izinsiz girer, orada yapılanlar ifşa edilir, yayılır, sonra unutulur. Peki hikâye nasıl devam edecek? Hikâyeyi sürdürecek olan, birinin cezalandırılmasıdır. Hikâye böyle canlı kalır. Doğru strateji budur. Ve bu hikâye halka şöyle der: “Devlete güvenemezsiniz. Araştırmacılara güvenemezsiniz. İşte biz buradayız, sisteme karşı ayaktayız. Araştırma kurumları hayvanlara o kadar kötü şeyler yapıyor ki, biz buna karşı çıkmak uğruna hapse girmeye hazırız.”

Janelle Rohr, Animal Rights, Greenhaven Press , San Diego, 1989

http://www.birikimdergisi.com/birikim/makale.aspx?mid=177&makale=Hayvan Hakları Hareketi Sivil İtaatsizliğe Başvurmalı

October 25, 2009 Posted by | eko-savunma, somuru / tahakkum, türcülük, doğa / hayvan özgürlüğü | Leave a comment

Ahlaklı Tüketimin Tosladığı Duvar

Ertan Keskinsoy
(20.03.2006)

Hayvanlar üzerinde deney yapmayan, Greenpeace ve Uluslararası Af Örgütü gibi sivil toplum örgütlerine destek veren, kadına yönelik şiddete karşı kampanyalar düzenleyen the body Shop’u, kozmetik sektörünün lideri L’Oréal yuttu.

Birikim’in 195. sayısında dosya konusu “İnsan-hayvan: sorumluluk, hak, şefkat?” bağlamında bir yazısı yayımlanan Peter Singer, “hayvan özgürleşmesi” kavramının 30. yılı üzerine yazdığı yazısında, kavramın ilk kullanıldığı yıl olan 1973 ile bugünün arasındaki farklara dikkat çekiyordu. Hayvan özgürleşmeci hareketin önemli örgütlerinden biri olan PETA’nın (People for the Ethical Treatment of Animals / Hayvanlara Etik Muamele için Mücadele Edenler) şu anda dünyada 800 binden fazla üyesi var. Hayvan hakları yalnızca Batılı toplumların gündeminde üst sıralara tırmanmakla kalmadı; kalkınmakta olan toplumlarda gündem olmaya başladı.

Ancak kapitalizmin kuralları işledikçe bu gelişmenin de toslayacağı duvarlar var. Post-Fordist üretim biçimi, emek ve sermaye dışında bambaşka belirleyici parametreleri de ekonomik denkleme soktu. Marka değeri, tüketici çeşitliliği, ürün portfolyosu, vb. ‘maddi olmayan’ kavramlar, üretim ilişkileri içinde belirlenen değil, belirleyen olma gücüne kavuştular.

Bu denklemde tanıtılmayan, deforme edilen, bilerek uzakta tutulan kavramlar da var. Üretim sürecinin toplumsal, çevresel, psikolojik, hatta kültürel etkileri, ‘externalities/dışsallıklar’ başlığı altında paketlenip iktisat kitaplarının köşelerine itildi. Bir üretim sürecinin toplumsal/çevresel etkisinin nasıl olup da ‘dışsal’ bir sonuç olduğu bir türlü tartışılamadı. Üretim sürecinde böyle bir ketumluk süregiderken, çevre duyarlılığı, tüketim süreçlerinde yeni bir belirleyici olarak yerini aldı.

Tüketim kalıplarındaki bu değişiklik, üretim süreçlerinde yukarıda çizdiğimiz karamsar tablonun dışında, küçük soluk alma delikleri de açtı. Sonuçta, alanında tekel ya da oligopol olan birçok büyük firma, çevresel etkileri kısmen de olsa göz önünde bulundurarak üretim süreçlerinde küçük de olsa değişiklikler yapıp ‘mutlak çevresel yıkım’dan aritmetik olarak uzaklaştılar. Ayrıca var olan sistem içinde birçok küçük firma, ‘çevre dostu’ olmayı başlı başına bir değer olarak sunup pazarda bir yer edinmeyi başardı.

Bu konudaki en göz kamaştırıcı başarı öyküsüne sahip kozmetik firması The Body Shop, sahibi Anita Roddick tarafından geçtiğimiz haftalarda sektörün büyük balıklarından L’Oréal’e yaklaşık 942 milyon avroya satıldı. Bu, zarar eden bir kuruluşun hazin yok oluş öyküsü değil. Tam tersi, çevre ilkelerine sadık kalarak kâr eden bir örgütün hisse sahipleri açısından ‘mutlu’, dikkatli müşterileri açısından ‘mutsuz’ sonu.

The Body Shop serüveni, Singer’ın çığır açıcı kitabı yayımlandıktan bir yıl sonra, tam otuz yıl önce, 26 Mart 1976’da, İngiltere’nin güneyindeki Brighton şehrinde, küçük bir mağaza olarak başlamış. Altı ay sonra ikinci mağaza, iki yıl sonra da yurtdışındaki ilk mağaza açılmış. 1980’lere gelindiğinde büyüme, ayda iki yeni mağaza gibi akıl almaz bir hıza ulaşmış. Şu anda dünyadaki toplam mağaza sayısı 2.085. Bunların 11’i Türkiye’de.

1985 yılında şirketleşen The Body Shop, aynı yıl toplumsal sorumluluk kampanyalarına da imza atmaya başladı. Bu yıl Greenpeace’in “Balinaları Kurtarın” kampanyasına destek veren şirket, bir yıl sonra kendi çevre birimini kurdu ve kampanyalar düzenlemeye başladı. 1988 yılında Uluslararası Af Örgütü ile birlikte çalışan şirket, 2000 yılından itibaren kendi İnsan Hakları Ödülü’nü vermeye başladı.

Ürünleri için gereken hammaddelerin alımında da çevreye zarar verilmemesi gibi kıstaslara önem veren şirket, hammaddelerini dünyanın dört bir yanından, aracısız alıyor. Böylece üreticilerin cebine daha fazla para giriyor, ayrıca şirketin de kar marjı yükseliyor. 25 ülkede 35 toplulukla çalışan şirket, egzotik ürünlerinin doğal hammaddelerini Hindistan ve Honduras gibi ülkelerden sağlıyor.

Fransız şirketi L’Oréal ise, kozmetik sektörünün dev markalarından biri. Firma altında yaklaşık 42 bin kişi çalışıyor; bunların 2.400’ü araştırmacı. Her yıl yaklaşık 400 buluş gerçekleştirip bunların patentlerini alıyor. Firma, yaklaşık 150 milyar dolarlık dünya kozmetik pazarının yüzde 14’ünü elinde tutuyor. Gelecek yıl 100. yılını kutlayacak olan firma, Türkiye pazarına 1989 yılında girdi ve girdikten sonra özellikle belli başlı ürünlerde pazarda ağırlığını hissettirdi. Artık kozmetik dükkânlarına dönen birçok eczanenin vitrininde gördüğünüz ürün afişlerinin hemen hepsi L’Oréal’e ait.

Zaten Türkiye kozmetik pazarının yaklaşık yüzde 60’ı yabancıların elinde. Pazarın toplam yıllık cirosunun 600 milyon ile 1 milyar dolar arasında olduğu tahmin ediliyor. Dünyada kozmetik sektörünün en hızlı büyüdüğü bölge, Türkiye’nin de içinde olduğu Doğu Avrupa. Firmanın geçtiğimiz yılki küresel büyüme ortalaması yüzde 4-5 arasında iken, bu oran Türkiye’de yüzde 26 idi.

L’Oréal’in web sitesindeki (www.loreal.com) sürdürülebilir kalkınma perspektifleri bölümüne göz atınca etkilenmemek elde değil. Bu firma da, diğer birçok uluslararası firma gibi, çevre konusunda artan duyarlılığa ayak uydurmuş. İzlenen çevre dostu üretim politikaları sayesinde, elektrik tüketimi yüzde 7.8, taşınabilir atık üretimi de yüzde 16.8 oranında azaltılmış.

Son on yıl içinde hisse senetleri beş kat değer kazanan şirket, bize göz kamaştırıcı bir başarı öyküsü sunuyor. Ancak bu öykünün arkasında, insanların biraz daha güzel görünmeleri için Draize testine tabii tutulan, acı çeken, ölüme bırakılan ya da öldürülen hayvanlar var.

50 MİLYON HAYVAN DENEK OLACAK

İnsanların hayvanlar üzerinde yaptıkları deneyleri iki başlık altında sınıflandırmak mümkün. İlki, özellikle genetik ve moleküler biyolojideki yeni buluşlar yüzünden artış gösteren, temel biyolojik araştırmalar. İkincisi ise, insanların kullandığı ilaçların denendiği toksikoloji testleri. Her iki tür test de tartışmaya açık. Hayvanlar üzerinde denenen ilaçların yüzde 85’i, klinik deneme safhasında reddediliyor.

İşin kötüsü, Avrupa Birliği bünyesinde üzerinde toksikoloji deneyi yapılacak hayvan sayısı, önümüzdeki 20 yıl içinde 50 milyonu bulabilir. Bunun nedeni, Avrupa Birliği’nin yeni Kimyasal Madde Kayıt, Değerlendirme ve İzin Yönetmeliği / REACH (Registration, Evaluation and Authorisation of Chemicals) çerçevesinde yaklaşık 100 bin kimyasal maddenin değerlendirmesinin yapılacak olması.[1]

L’OREAL’İN KARNESİ ZAYIF

L’Oréal, kozmetik alanında hayvanlar üzerinde deneyde ısrar eden firmalardan biri. Üstelik bunu, kamuoyu önünde farklı açıklamalarda bulunmasına rağmen yapıyor. Şirket, 1989’da hayvanlar üzerindeki deneyleri tamamen durdurduğunu söylese de, PETA bunun doğru olmadığını ortaya çıkardı. L’Oréal, kozmetik ürünleri değil; ancak kozmetik ürünleri oluşturan içerikleri hayvanlar üzerinde deniyor. Uluslaraşırı şirket, bu deneyleri yirmi yıl içinde sona erdireceğini taahhüt ediyor.

Kozmetik sektöründeki temiz firmalar, “FCOD (Fixed Cut-Off Date / Sabit Son Tarih” adlı bir sistem uyguluyor. Bu sisteme göre, firma bir tarih belirliyor ve bu tarihten sonra hayvanlar üzerinde denenerek üretilmiş hiçbir kimyasal maddeyi kullanmıyor. The Body Shop’un belirlediği tarih, 1990. Yani, The Body Shop, 1990’dan sonra hayvanlar üzerinde denenerek elde edilmiş hiçbir kimyasal muhtevayı kullanmıyor.

Sermayenin çevreci hareketin yaşam biçimini içselleştirip ürünler yaratması, bu ürünleri ve ürünlerin tüketici kitlesini ‘portföy çeşitlendirmesi’ başlığı altında değerlendirmesi, ya da bu çerçevede yaratılmış alanlara nüfuz etmesinin ilk örneği değil bu. L’Oréal’in CEO’su Lindsay Owen-Jones, The Body Shop’u neden aldıklarını açıkça söylüyor: “The Body Shop’un değerlerinin ve ilkelerinin yol açtığı başarıya her zaman saygı duyduk. L’Oréal’in uluslararası pazarlardaki uzmanlık ve bilgisini The Body Shop’un kültürüyle birleştirmek, her iki şirkete de yarayacaktır.”

Hisselerinin bir bölümüne Nestlé’nin sahip olduğu söylenen L’Oréal’in The Body Shop’u alacağı söylentisi, Şubat sonunda yayılmıştı. Bu, The Body Shop’un hisse fiyatlarının yüzde 10 artmasına neden olmuştu. Eh, alan mutlu satan mutlu, herkes kârlı gibi gözüküyor. Bu ikiyüzlülükler silsilesinde insanların güzelleşmesi için öldürülen hayvanlara merhamet duymak için, şunu anımsatalım: Yakında, çok yakında, kafeslerde yaşamlarına son verebilecek iğneyi yemek üzere bekleyen deney hayvanlarından bir farkımız kalmayabilir.

——————————————————————————–

[1] Toksikoloji teknolojisinin geliştirilmesiyle hayvanların kullanılmasının önüne geçileceğini savunan bir yazı için: http://www.animalaid.org.uk/viv/sbt.pdf

http://www.birikimdergisi.com/birikim/makale.aspx?mid=130&makale=Ahlaklı Tüketimin Tosladığı Duvar

October 25, 2009 Posted by | anti-kapitalizm, sistem karsitligi, tuketim karsitligi | Leave a comment

Bizlerin Felaketi Onların Karı – Dilaver Demirağ

Toplum dediğimiz şeyi oluşturan insanların çoğu aslında gündelik bilince gömülü yaşarlar. Böylesi bir yaşam biçiminin zaman algısı doğal ki şimdiki zaman ile sınırlıdır. Yaşamın rutinlerine bağlı yaşayanlar için o gün pişecek yemek, o gün elde edilen kazanç, o gün yaşanan sorunlar daha başattır.

İnsanların çoğu için hayat eğrisi doğmak, büyümek, evlenip çoluk çocuğa karışmak, sonra o çocukların çocukları ile mutlu olup. yaşamlarının son demlerinde iç huzuru ile ölmekten ibarettir.

Bir de kökleri uygarlık aşamasına dek giden entellektüeller vardır, bu insanlar soyutun içinde yaşarlar ve zaman algıları geçmişi, geleceği ve şimdiyi de içine alan süregen bir zaman olarak geniş zaman kipinde (geniş zaman malum olduğu üzere eylemin her zaman yapılabileceğini ifade eden açık uçlu bir zaman algısıdır) yaşarlar. Gündelik bilince gömülü değillerdir. Özellikle modern zamanların entellektüelleri görünen şeylerin her zaman göründüğü gibi olmayabileceği kuşkusunu içinde taşır ve önüne koyulan olguları bu anlamda sorgular.

Ancak entellektüelleri avlamak çoğu zaman sıradan yurttaşı kandırmaktan daha kolay olabilir. Çünkü entelektüel rasyonel düşünmeye alışmıştır, bu anlamda söylemek istediklerinizi rasyonel bir biçimde ifade ederseniz yani mantığına yatacak argümanlar öne sürüyorsanız entellektüelin şüpheciliği bir anda ortadan kalkabilir. Elbette kuşkuyu kolay kolay elden bırakmayan entellektüeller de vardır. Onları ikna etmeniz epeyi zordur kuşkucu sorular ile deşelerler, kolay ikna olmazlar ve hep madalyonun öteki yüzüne de dikkat kesilirler.

Fakat günümüzün bilinç endüstrisi içinde her iki grupta yani gündelik bilince gömülü yaşayan insanlar da, entelektüel denen insanlar da tehdit altındalar. Bu endüstri her iki tarafa da kolayca ikna olacağı argümanlar sunmayı biliyorlar.

Tüm bunları neden yazıyorum, şu sıralar türban tartışması geçtiğimiz yaz gündelik binicimiz içinde yer alan iklim değişimi tartışmalarından daha ön planda. İnsanların çoğu bir yandan gündelik yaşamlarındaki meseleler ile uğraşırken, diğer yandan da medyanın onların önüne koyduğu meseleler ile ilgileniyor doğal olarak. Hal böyle olunca da geçen yıl biraz gündem boşluğu, biraz da susuzluk meselesinin artık canlar yakacak bir noktaya gelmesi nedeni ile iklim değişimi olgusu gündem maddesiydi ve o sıralar yapılan kamuoyu araştırmalarında İklim Değişiminin insanlarca en önemli tehditlerden biri olarak algılandığı belirtiliyordu.

ILIK KIŞ DEĞİL, SOĞUK KIŞ NE DEĞİŞTİ?

Bu yıl haliyle kimse iklim değişimini sıcak bir gündem yapmıyor. Çünkü gündelik yaşama değen yönü şu anda ortadan kalmış bir halde gibi görünüyor.

Görünüyoru bilerek kullanıyorum. Çünkü evet bu yıl kuraklık yaşamıyoruz ama son yılların en sert kışlarından birini yaşıyoruz. Ancak bu sessizlik hali tam da iklim değişimi denen hadisenin Küresel Isınma olgusunda Isınma’dan ibaret bir algılama düzeyimiz olması.

İnsanların geneli gibi medya da gündelik bilince gömülü yaşıyor.

Oysa İklim değişikliği ile ilgili yayınlanan onca bilimsel rapor iklimde uç durumların yaşanmasından, denge durumunun ortadan kalkmasından söz eder.

Mesela Türkmenistan’daki Amu Derya nehri 39 yıldan beridir ilk defa bu yıl donmuş bir halde. Afganistan’da aşırı soğuklar nendi ile 654 kişi öldü. ABD aşırı soğuklar ile boğuşuyor. Çin son 1o yılların en sert kışını yaşıyor ciddi bir tarımsal ürün kaybı bekleniyor.

Bizde de doğu Anadolu’da eksi 37’ler hatta daha düşük sıcaklıklar ölçülebiliyor.

Kuşkunuz olmasın eğer doğuda yaşanan şartlar İstanbul’da da yaşansaydı son bilmem kaç yılın en soğuk kışı, İklim Değişimi en büyük sorumlu gibi manşetler atılıp, tartışma programlarında kış koşullarındaki bu değişim ya da uç durum nedeni ile İklim değişimi masaya yatırılmış olurdu.

Ama elbette doğu bizim taşramız orada kara altında ve sağlık altyapısının yetersizliği nedeni ile kızaklarla hasta taşınması, ya da kar araçları ile öğrenci taşınması bizi pek etkilemiyor. Ne de olsa “ateş düştüğü yeri yakıyor” ya da fazla bilinmeyen bir Anadolu deyimi ile “eldeki yara duvarda delik” hali.

Küresel ısınma üzerinden yaratılan panik havasına karşılık iklim değişimi, küresel ısınma gibi konuları kapsayan kitaplar fazla okunmuyor, TV programların ratingi ne onu bilmiyorum ama sorunun kaynağında da esas olarak tam da medyadan yansıyan panik havasının etkili olduğu söylenebilir.

Bilincimizin derinliği daha doğrusu bilinçaltımız doğal olarak yaşamaya programlı olduğundan ve ölüm karşısında unutma hali yaşandığından dünyanın 10 yılı kaldı, 5 yıl sonra büyük felaketler ile insan nesli yeryüzünden silinecek türü haberler küresel ısınma olgusunun beklenen büyük İstanbul depremi gibi tevekkül halinde beklemek duygusuna neden oluyor.

Bunun yanında ortada dolaşan çevreci söylem de sorunu algılama biçimimizi bilinç üstüne taşıyıp bir şeyler yapmamıza engel teşkil edecek konumda. Orada da hem felaket kumkumalığı yapılıyor, hem de bir sistem sorunu olan ekolojik sorunları başta da iklim değişiminin bireysel eylemlerimizle yani iyi birer tüketici olmamız halinde çözüleceği gibi yanlış bir kanaat oluşturuyorlar.

KAPİTALİZMİN DEĞİRMENİNE SU TAŞIMAK

Andre Gorz’un dilimize çevrilen Cennetin Yolları adlı kitapta bir bölüm vardı. Onların Açlığı Bizim Tabağımız başlığını taşıyor ve gıda konusundaki tüketim dengesizliğini konu ediniyordu. Bugünlerde de bizim felaketimiz onların kazancı başlığı ile benzer bir kitap hatta kitap bölümü yazılması mümkün hatta yazıldı bile. Noami Klein’nin son kitabı felaket kapitalizmi olgusunu ele alıyor. Irak’taki savaştan, Endonezydaki Tsunami felaketinden sonra ABD kökenli şirketlerin akın etmesini, Dünya Bankası ve benzeri kuruluşlarında kredilerinin felaketler sonrası yeniden inşa için özelleştirmeyi şart koşuyor.

“Kesin olan şu ki, yerkürenin yeniden inşaat faaliyeti altındaki bölgelerinin sayısı her geçen gün artıyor. Dünya; bildik, kâr amaçlı firmalardan, mühendislik şirketlerinden, dev sivil toplum örgütlerinden, hükümetlere ve BM’ye ait yardım kuruluşlarından ve uluslararası finans kurumlarından oluşan paralel bir yönetim tarafından yeniden inşa ediliyor. Irak’tan Açe’ye, Afganistan’dan Haiti’ye uzanan bu yeniden inşa alanlarında yaşayan insanlardan hep benzer bir şikâyet listesi işitilebilir: İşler çok yavaş ilerliyor, eğer ilerliyorsa o da. Yabancı danışmanlar `maliyet artı masraflar’ ve günlüğü binlerce dolarlık maaşlar alarak üst düzeyde bir hayat sürerken; yerli halk, en çok muhtaç olduğu şey olan işlerden, eğitimden ve karar alma süreçlerinden dışlanıyor.

Bugün Dünya Bankası’nın verdiği toplam borcun %20-25’i `çatışma sonrası’ ülkelere gidiyor. Bu oran 1998’de %16 idi. Bu %16 rakamı bile, Congressional Research Service araştırmasına göre, 1980’den bu yana gerçekleşen %800lük artışın sonucuydu. Savaşlara ve doğal afetlere hızlı müdahale, geleneksel olarak, acil yardım sağlama, geçici evler inşa etme vb. hizmetleri gören sivil toplum örgütleriyle ortak çalışan BM kuruluşlarının alanıydı. Fakat yeniden inşa bugün muazzam kârlar sağlayan bir endüstri oldu, yani artık BM’deki iyilikseverlere bırakılamayacak kadar önemli bir alan. Dolayısıyla, şimdi bu işleri -zaten kendisini kâr ederek yoksulluğu azaltmak ilkesine adanmış olan- Dünya Bankası yürütüyor”[1]

İklim Değişimi için de aynı olgu geçerli. Yapılan felaket çığırtkanlıkları bir yerde pazarı kızıştırmaya, etkili bir marka yönetim stratejisini andırıyor. Birileri felaketler sonucu hayatını kaybederken (Tayfunlar, Seller vb olgular İklim Değişikliği nedeni ile sıklığı ve şiddeti artış gösteren olgular olarak kabul ediliyor) birileri de karbon borsasında karbon alıp karbon satıyor. AB ülkelerinden üçüncü dünya ülkelerine “temiz teknoloji” ihraç ediliyor. Devletler şirketler adına pazarlıklar yürütüyor.

Gözümüzün önünde tüm bunlar dönerken TEMA, WWF Türkiye, Doğa Deneği vb STK’lar ve tabi bu pazarlamanın en önemli aktörlerinden olan Al Gore iklim felaketinin etkilerini azaltmak için bireysel düzlemde neler yapacaklarımızı sayıyor. Mesela mümkün olduğunca yürüyüp bisikletle işe gidip gelmek “karbon ayak izimizi” önemli ölçüde azaltıyor. Uçağa daha az binmemiz halinde, evimizde daha az enerji tüketen tasarruflu ampullerden kullanmamız halinde. Evde en çok kullanılan 5 ampulü en az enerji tüketen cinslerle değiştirmemiz halinde, 2.5 milyon evde yapılan bu uygulama ile 1 yılda 800.000 aracın atmosfere verdiği sera gazına eşdeğer tasarruf yapmış olabiliyormuşuz.

Evlerdeki 2. televizyonları teke indirmemiz gerektiği belirtiliyor. Klimaların filtrelerini 3 ayda bir değiştirmemiz halinde daha az enerji harcayakmışız. Kirlenen filtreler hava akışını yavaşlatacağından cihaz daha fazla enerji harcayacaktır diye de bilgi ekleniyor.

İşyerinize veya evinize alacağınız yeni ekipmanların mutlaka enerji tasarrufu fazla olanlarını tercih etmemiz karbon emisyonlarımızı azaltacakmış.

Oysa bir termik santraldan atmosfere bizim tasarruf ettiğimizden daha çok karbon salınıyor ya da doğal gaz çevrim santralından çıkan azot oksitler evdeki ampulden daha fazla kirletiyor ampulü. Mağazaların vitrin aydınlatmaları için kullandıkları elektrik miktarları, satın aldığımız ürünlerin üretiminde harcadıkları enerji miktarı, işyerlerindeki klimaların harcadığı elektrik oranı bizim tasarruflarımızdan çok daha fazla.

Eğer birileri bir tasarruf yapacaksa bu endüstriyalizm ve onun yaratıcısı kapitalizmden başkası değil.

Sözün özü iklim değişimi bireysel önlemlerle çözümlenecek bir olgu değil bun söyleyen çevre örgütleri aslında sistemin değirmenine su taşıyarak bilgi kirlenmesi yaratıyor ve vicdanları rahatlatarak insanları bir şeyler yapmaktan alıkoyuyor. Tüm bunları yapanlara 90 yaşında hayata gözlerini yuman Ekolojist Komünalist Bookchin “yeşil kolluklu amatörler” diyordu. Ekoloji hareketinin önünde duran ve insanları sistem sorununu görmekten alıkoyarak, sistemden elde ettiği kazançlarla efendiler hizmet veren tüm bu STK’ları süpürmek için Yeşil Kolluklu Amatörler olmaktan vazgeçmemiz gerekiyor

——————————————————————————–
[1] Naomi Klein: “‘Felaket Kapitalizmi’ Engel Tanımıyor!”, http://www.8sutun.com/node/52 erişim tarihi 15-02-2008

http://www.birikimdergisi.com/birikim/makale.aspx?mid=380&makale=Bizlerin Felaketi Onların Kârı

October 25, 2009 Posted by | sistem karsitligi, somuru / tahakkum | Leave a comment

Domuzlar ve İnsanmerkezcilik – Dilaver Demirağ

“Bütün alanlarda insandışını bertaraf etmeyi herşeyi insan yargılarının egemenliği altına sokmayı hedefleyen antropolojik bir bütüncülüğe doğru gidiyoruz. İnsan hakları burcunun etkisiyle hayvanları, doğayı ve bütün türleri genel olarak insanlaştırma, ahlaki bir antropoloji ve evrensel bir ekoloji kurma çabasındayız”[1]

“Kendi lanetli yanını temizleyen her şey kendi ölümünü imzalar.”[2]

Domuz gribi bir hastalık olarak yeni moda pandemilerden (salgın halindeki bulaşıcı hastalık) birisi olarak endüstriyalizmin korku kültürünün bir parçası haline geldi. Malum, korku kültürü insanları risklerle yüzleşmek, yerine insanları riskler karşısında pasifize etmeye dayalı bir olgu. Medya, bu konuda bu kültürün en güçlü taşıyıcısı olarak sürekli panik duygusunu yayıyor.

Batı’nın politik bağışıklık sistemi, kendi bünyesindeki virüsler nedeniyle tehdit altındadır. Sömürgecilikten bu yana, farklı olan ve “öteki”ni yok etmiş olan Batı, artık “aynı”nın aynasında, kendi kendinden üreyen ve türeyen cinsiyet ve zihniyetleriyle birbirinin kopyası olan bireylerin dünyasıdır.[3]

Bu aynılık meselesi önemli. Çünkü Batının aynının evreninde ötekini kurban etmeye dayanan ontolojik emperyalizminin en büyük nesnesi başta hayvanlar. Baudrillardın deyimi ile her şeyi insanlaştıran bir antropolojinin yasası içinde hayvanlar, ancak kayıp gönderge olarak fark edilemeyen etlere dönüştüler. Malum kayıp gönderge etin pornografisinin yazarı Carol J. Adams’a ait bir kavram. Bir olgunun nedenleri ile sonuçları arasındaki bağlantının kopması sonucu bizim o olgunun dayandığı nedeni bilmeyişimiz olarak da anlaşılabilir.

Domuz gribinin de ardında hem felaket kapitalizmini hem de onun daha derininde uygarlık dediğimiz sosyal düzeni görmek mümkün. Felaket kapitalizmi dedim, çünkü bu salgın sayesinde Tamiflu satışları tavan yapıyor. Tamiflunun yol açtığı son derece olumsuz yan etkenler göz ardı edilip, bizim felaketimiz Tamiflunun hissedarlarından neo-con Donald Rumsfeld’in cebini dolduruyor. Noami Klein’in ifade ettiği felaket kapitalizmi de bu zaten. Birilerinin, bir başkalarının yıkımından para kazanması, bunu kâra dönüştürmesi. Domuz gribi de kimi şirketler için kazanç anlamına geliyor.

Ancak domuz gribinin bir buzdağı olduğunu fark etmez de sadece görünen neden olan endüstriyel kapitalizm (ya da şirket tarımcılığı ekseninde endüstriyel hayvancılık işletmeleri) ekseninde meseleyi görürsek, daha derindeki etkileri gözden kaybederiz.

Ne yazık ki Mike Davis gibi Marksist yazarlar olayın izini sürmekte son derece başarılı olmalarına, görünen nedeni son derece net ortaya koymasına rağmen asıl etkenleri ıskalıyor.[4]

Salgın hastalıkların tarihi yeni değil. İnsanoğlu bitkileri ve hayvanları evcilleştirdikten hemen sonra başladı, kentler kurulduktan sonra da hızlı bir biçimde yayıldı. Ancak salgınların bu denli çok gündeme gelmesi biraz da mevcut hayat tarzımızın hastalık ve hayat algısı ile yakından ilgili. Hastalığı yapan mikropları düşman sayan zihniyet, doğayı egemenliği altına alan zihniyet. Aydınlanmanın vaadi insanlar için hastalık ve ölümün olmadığı, belirsizlik alanı olan doğanın öngörülebilir ve idare edilebilir bir şeye dönüşmesiydi. Ancak bastırılan her semptomun bir başka yerden uç vermesi gibi hastalık da aslında tam da doğayı öngörülebilir, idare edilebilir yani üzerinde tam bir egemenlik kurmada büyük başarılar elde ettiğimiz bir dönemde salgınlar şeklinde bize karşı direnç kazanıyor.

Antropolog Jack Weatherford, Vahşiler, Barbarlar ve Uygarlık’ta “ İnsanların hayvanları evcilleştirmesinden sonraki birkaç bin yıl boyunca hayvan kaynaklı hastalıklar hiç durmadan insan nüfusunu kırdı” diye yazar. Hâlâ da kırmaya devam ediyor. Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre yaşanan salgın hastalıkların yüzde yetmişe yakını hayvanlardan kaynaklanıyor.

Kimilerini evcilleştiriyoruz, kimilerinin ise hayat alanlarına giderek onlarla yoğun temasa geçerek onların dışkılarının ya da başka atıklarının sulara, toprağa ve elbette yiyeceklerimize karışmasına olanak sağlıyoruz. Kimi zaman bir rüzgâr, toprakta biriken atık kaynaklı virüs ya da mikropların insanlara geçmesine neden oluyor. İnsanlar toplu yaşadıkları için de doğal olarak kapılan virüs ya da mikrop kaynaklı hasatlık insandan insana bulaşarak salgına dönüşüyor.

1992’de üçüncüsü yapılan Dünya Büyük Kentler Doruğunun kapanışında Tokyo Belediye Başkanı “20. yüzyıl, kentleşmenin yüzyılı oldu. 21. yüzyıl ise megapollerin yüzyılı olacak” demişti. 1995 yılında dünyada sadece 14 mega kent vardı. Bu sayının 2015 yılına kadar 21 olacağı düşünülüyor. Bu şehirlerin her birinin nüfusu 10 milyon ve üzeri ve müthiş bir kaynak tüketiyorlar. Megapoller her şey gibi hayvanları da ete dönüştüren bir devasa mideye dönüşmüş halde.

Geçmişte et bir arzu nesnesi, bir lüks tüketim ürünü, kudret ve zenginliğin sahip olduğu bir ayrıcalıktı. Ama onlar için yani egemenler için bile bugünkü ölçülerde et tüketimi söz konusu değildi. Et iktisadi bir ifade ile “kıt kaynaktı” ve her kıt kaynak gibi de pahalıydı.

Ancak modern demokrasinin liberal eşitlik ruhu ile biz eti de demokratikleştirdik. Böylece hayvanlarla olan ilişkimizi kökten dönüştürecek endüstriyel çiftçilik ve şirket tarımı için uygun bir zemin oluşmuş oldu. Sorunun bir yanında da bu yatıyor. Yani etsel demokrasinin eşitlik ruhu.

Bu kentler barındırdığı nüfus yoğunluğu bakımından salgın hastalıklar için de en büyük risk alanı. Yoğun nüfusun zorunlu kıldığı bir arada yaşam nedeni ile insanlar yakın temas içerisindeler. Bir arada çalışılan bürolar, fabrikalar, toplu konut alanları, kreşler, metro vb ulaşım araçları, eğlence yerleri salgın hastalıkların hızlı yayılmasına en elverişli bölgeler.

Elbette hastalıkların yayılmasında seyahatin de büyük payı var. Ortaçağ Avrupa’sında çok büyük bir nüfus kaybına yol açan veba ve çiçek salgınların kaynağı gemiler ve gemicilerdi. Gemilerden yayılan fareler yolu ile hastalık kapan gemicilerden kente yayılan mikrop toplu ölümlere neden oldu.

Günümüzde de hava yolu taşımacılığı bir başka salgın riski. Yıllık 1 milyarın üzerinde insanın seyahat ettiğini düşünürsek havalimanları hergün kalkıp inen uçaklar ile ciddi bir hastalık yayılım kapısı.

Kimi yazarlar son domuz gribi salgını için “NAFTA Gribi” adını veriyorlar, çünkü serbest ticaret anlaşmaları ile endüstriyel hayvancılık tesisleri daha ucuz maliyetleri olan yerlere taşınıyor, üstelik buraların çevre standartları da daha düşük ve bu yatırımcıları çevre yatırımları denen mali yükten kurtarmış oluyor.

Küreselleşme dediğimiz olgu ve hız salgınların da kürselleşmesine ve hızlı yayılımına olanak veriyor. Domuz gribi denilen olgunun nedenleri arasında tüm bunlar sayılsa da asıl sorumlu bir bütün olarak mega kentlerin doyurulması için yığınsal üretim mantığı ile işleyen hayvancılık endüstrisi.

NAFTA Gribi ya da Domuzları Kim Hasta Ediyor

Domuz gribi, Orthomyxoviridae* ailesinden olan herhangi bir virüs tarafından oluşan ve domuzlara özgü bir griptir. Hastalık tıp alanında İngilizce swine influenza virüs kelimelerinin baş harflerinin bir araya getirilmesiyle kısaca SIV olarak adlandırılır. Bilinen tüm SIV tipleri ya Influenzavirus A (çoğunlukla) ya da Influenzavirus C (ender) tipindedir.[ Nitekim Domuz gribi A tipi bir grip virüsünün yol açtığı salgın, bulaşıcı bir hastalıktır.[5] İnfluenza A virüsü insan ve domuz, kuş, at gibi hayvanlarda, influenza B sadece insanda, influenza C virüsü ise insan ve domuzlarda hastalık oluşturmaktadır. Sadece hayvanlarda hastalık oluşturan influenza A virüsünün alt tipleri de vardır. Bunun en bilinen örneği kuş gribidir.

Domuz gribinin ilkin Meksika’da patlaması hiç de rastlantı değil. Çünkü Meksika çok taraflı yatırım anlaşması sonrası küreselleşme denilen ve sermayenin maliyetleri daha çok düşürmek amacı ile seyyal, göçebe bir hale gelmesi sonucu komşusu ABD’den en çok yatırım alan bir ülke.

Meksika’nın en tanınmış günlük gazetelerinden La Jarnado’da köşesi olan Julio Hernández López, söz konusu salgınla merkezi ABD’de Virginia eyaletinde bulunan Smithfield Çiftlikleri arasında bir bağlantı olduğunu belirtiyor. Hernandeze göre sürecin başlangıcı 1985 yılına dayanıyor. Bu tarihlerde Virginia’daki Ohio ırmağının bir kolu olan Pagan Nehri kıyılarında faaliyet gösteren bu çiftlik tesislerinin, tesislerdeki domuzların dışkı atıklarını nehre boşaltıp, söz konusu nehri adeta tesisin kanalizasyonuna çevirdiği saptanınca Amerikan Çevre Koruma Ajansı EPA bu çiftliğe 12.6 milyon dolar ile tarihin en rekor cezalarından birini kesiyor.[6]

Doğal olarak bu cezadan sonra Şirket NAFTA anlaşması da imzalanınca Meksika’ya göç ediyor. Burada hem maliyetler düşük, hem de çevre yasaları ABD’de olduğu gibi sıkı değil. Nitekim salgının ilk çıktığı La Gloria’da çiftliğin yakınındaki halk salgında buradaki çiftliğin payı olduğunu söylüyorlar.

Meksika’da bulunan ve domuz gribinin ilk ortaya çıktığı yer olduğu belirtilen Granjas Carroll de Mexico (GMC) da bu türden bir endüstriyel domuz çiftliği. Bu çiftlik, kendi rakamlarına göre 2008 yılında 950 bin domuz yetiştirmiş. GCM, dünya domuz ve domuz ürünleri endüstriyel üretimi ve yetiştiriciliğinin yüzde 50’sini elinde bulunduran Vircinya Smithfield Food tekeli bünyesinde yer alıyor. Domuzlar, Kuzey Amerika Serbest Ticaret Antlaşması’na imza atmış olan Meksiko’da yetiştiriliyor ve Smithfields Food etiketiyle belirli aralıklarla buradan Amerika’daki süpermarketlere yollanıyor.[7]

Amerikan çiftlik ürünleri üretiminin düştüğü 1950’li yıllarda Rockfeller Vakfının açtığı fonlar tarafından sağlanan finansman ile maksimum üretim ve kâr elde etmek üzere domuz yetiştiriciliğine dair bir proje hazırlandı. Domuzlar endüstriyel (kapitalist) çiftliklere toplandı ve burada doğan her bir domuza sık sık antibiyotik iğneler yapıldı. Bu iğnelerin yapılmasının nedeni hayvanların hasta olması değildi. İğneler, domuzların kısa sürede maksimum düzeyde büyümeleri için yapılıyordu. Bu durum, kesimlerin ardından elde edilen kârın büyümesini ve üstünlük yakalanmasını beraberinde getiriyordu. [8]

F. William Endgahl’ın Ölüm Tohumları kitabında belirtiliyor. Bu vakfın bir anlamda dünya nüfusunu, özellikle de üçüncü dünya nüfusunu kontrol etmek gibi bir amacı olduğu da söz konusu kitapta belirtiliyor.[9]
Bir anlamda tam da bu çağa özgü, bilinçli bir kötülük amacı olduğunu söylemek çok da hatalı bir değerlendirme sayılmaz. Bu kötülüğün ardında ise dünyayı kontrol altında tutmak eksenli bir tekelci güç ve tahakküm arzusunun yattığı da bir başka gerçeklik.
Hastalığın yayılmasında, kendi dışkılarına boğulmuş, son drece kötü koşullarda yaşamaya mahkûm edilen, bağışıklık sistemleri zayıflamış, yemlerine tavuk çiftliklerinden atıkların da karıştırılması ile domuz gribinin kuş gribi ile mutasyonik etkileşimlere girmesinin de bir etken olduğu Mike Davis ve ondan da faydalanan Tayfun Özkaya tarafından vurgulanmakta.[10]
Bugün dünya tarımını dört büyük tekel kontrol etmekte ve yine bunların ellerinde olan hayvan çiftliklerinin çevresel felaketler ve salgın hastalıkları tetiklediği çok çeşitli raporlarda dile getiriliyor.
Engerdahl Bu çiftliklerin dışkıda boğulmuş halde suları nasıl zehirlediği ve hastalık riskini % 40 oranında nasıl arttırdığını belirtir.
“CAFAO’ların elindeki hayvan stokları azımsanamayacak kadar fazlaydı ve ortaya çıkan kirlilik en üst seviyedeydi. Ellerindeki onbinlerce sığır, domuz ve kümes hayvanları bulunuyordu. İnsanların yarattığının 130 katı kirlilik yaratıyorlardı. Oluşan atıklar kanallar vasıtasıyla göllere aktarılıyordu. Atıklar yüzünden göller taşıyor, sızan sularla birlikte çevreye hastalık yayıyorlardı… Daha da ötesi hayvan atıklarında bulunan salmonella, kolibasili, dışkı koliformu ve kristosporidyum gibi patojenler insan atığına göre 10 ila 100 kat daha yoğundu. Bu pislikten insana 40’tan fazla hastalık bulaşabilirdi.”[11]
Tüm bunların ardında bulunan ve şirket tarımcılığını dünyaya yaygınlaştırarak insanların üremelerini kontrol altına almayı kendi güç saplantılı Malthusçulklarının bir parçası sayan Rockfeller Vakfı.
Domuz gribi bu zalim tarımsal yöntemlerin güç saplantılı bir tahakküm odağı olan şirket çiftçiliğinin bir ürünü. Hâlihazırda dünya domuz üretiminin yüzde ellisini elinde tutan Smithfield, Tavuk Piyasasında tek olan Tesco vb. et endüstrisinde tam bir tekel konumundalar.
Hayvanların durumu ise zulüm sözcüğünün ötesinde. Terör denecek yoğunlukta bir kötülüğü içine alıyor.
Bu çiftlikler ile ilgili çeşitli raporlar yayımlandı ve bu çiftliklerin halk sağlığı bakımından bir risk, bir tehdit olduğuna değinildiği halde hiçbir önlem alınmıyor daha doğrusu alınamıyor. Çünkü bu şirketler çok güçlüler.
Özkaya endüstriyi hedefe yerleştirdiği yazısında bu çiftliklerin hastalık için kaynak olduğunu belirtiyor.
“Uzmanlar uzun yıllardır büyük boyutlu hayvancılık işletmelerinin yeni yüksek derecede zararlı grip suşlarının ortaya çıkışı ve yayılması için mükemmel bir çoğalma ortamı yarattığı konusunda uyarılar yapıyorlardı. Amerika Birleşik Devletleri Ulusal Sağlık Enstitülerinden (NIH) bir uzman 2006 yılında “yoğunlaştırılmış hayvan besleme işlemlerinin çok sayıda hayvanı bir araya getirmesi nedeniyle, virüslerin karışması ve iletilmesini kolaylaştığını” söylemişti”[12]
Hastalığın temel kaynağının şirket tarımcılığı. Bu bağlamda olayda Kapitalizmin parmak izi olduğu kesin. Ancak ihaleyi tümü ile kapitalizme yıkmak da çok kolaycılık olacaktır. Çünkü meselenin kökleri çok daha derinlerde.
İlk İktidar: Evcilleştirme ve Kölelik

Asli çelişkilerin öncelliği meselesi günümüzdeki toplumsal hareketler bazında önem taşıyor. İlk ezme, ilk çelişki saptaması mevcut sorunlardan hangisinin öncel olacağı sorusu ile de yakından bağlantılı. Bu bağlamda ilk çelişkinin ekolojik olduğunu söylemek sanırım yerinde bir saptama olsa gerek. Çünkü insanlar doğayı evcilleştirip kültüre aldığında onu insan dünyasına katmış oluyorlardı.

İlk iktidarın da doğa üzerinde ve evcilleştirme ile başladığını söyleyebiliriz. İnsanlar özellikle hayvanları evcilleştirerek doğayı yabansılıktan çıkardılar, dahası doğa ilk kez insan ihtiyaçlarının bir nesnesi oldu. Tarımla insan doğayı dönüştürürken, hayvanları evcilleştirerek ilk köleliği de hayata geçirmiş oluyordu. İnsanın diğer insanı hapsetmeyi, onu kendi ihtiyaçlarının nesnesi kılması olgusunun evcilleştirmeden öğrenilen bir şey olduğunu söylemek yanılgı olmasa gerek.

Evcilleştirme bir hayvan ya da bitki topluluğunun seçme yöntemi, başka bir hayvan ya da bitkinin kontrolüne alıştırılmasıdır. Hayvanların kendi doğasından oldukça farklı şekilde ve insanın arzu ettiği boyutlarda, yeni bir davranış yapısı kazanması olarak tarif edebileceğimiz evcilleşmede binlerce yıl süren bir seleksiyon söz konusu olmuştur.[13]

Jared Diamond evcilleşen hayvanların doğadaki akrabalarından farklı olduğunun altını çizer. Boyutları daha küçük, hareket yeteneği daha kısıtlı, daha standart hayvanlardır bunlar. Mesela keçilerin boynuzları yaban akrabalarından farklıdır, daha kıvrık ve daha küçüktür. Bugünkü endüstriyel hayvancılığın model olarak ilk ağıllardan esinlenen yerler olduğunu söyleyebiliriz. İlk ağıllarda da hayvanlar bir araya toplanıyor, beslenmeleri yapay olmasa da insan eliyle oluyordu. Bölmeler daha sonra gelişecekti ama bölmeler hücre kavramına esin kaynağı olmuş olsa gerek.

Evcilleştirme bir bitkiyi veya hayvanı kendi doğal dünyalarının ritminden ve işleyişinden sistematik olarak ayırma işlemidir. Evcilleştirilmiş varlıklar insan türü tarafından yaratılan ve kontrol edilen bir çevrede varolurlar ve insan emeğinin biricik faydası adına işletilmektedir.[14]

Hâsılı evcilleştirme doğada insanın hizmetinde kullanılacak köleler oluşturma ve onları varetme çabası nedeniyle iktidarın kaynağıdır.

Çünkü domuz gribi gibi nice salgının kaynağı hayvanların evcilleştirilmesi sonucu olmuştur. Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre yaşanan salgın hastalıkların yüzde yetmişe yakını hayvanlardan kaynaklanıyor. Diamond mikropların hayvanlardaki yabani ataların evrimleşmesi ile öldürücü bir nitelik kazandığına dikkat çeker.

“Yakın tarihimiz boyunca insanların ölümüne yol açmış başlıca hastalıklar-çiçek hastalığı, grip, verem, sıtma, veba, kızamık ve kolera-hayvan hastalıklarının evrimleşmiş halidir. İşin tuhaf tarafı bizim salgın hastalıklarımızın çoğunun nedeni olan mikropların büyük kısmı artık neredeyse yalnızca insanlarda görülür”[15]

Evcilleştirme insanın hayvanlar ile kurduğu özel bağı akamete uğratır. Hayvanlar artık insanın da ait olduğu topluluğun bir parçası değil, göçebe kabilelerde şefin zenginliğinin simgesi, mülkiyet erkinin bir uzantısıdır. Aslında hayvanlar ile ilgili modern tutumun da kaynağında bu mülkleştirme yatıyor.

Hayvanlara Karşı Etik Sorumluluk ilkesinin savunucularından Gary. L. Francione

“Hayvanlar hakkında söylediklerimiz ile gerçekte onlara uyguladığımız muamele arasındaki derin tutarsızlığın nedeni hayvanların bizim için mal statüsünde olmalarıdır. Hayvanlar sahibi olduğumuz ve mal sahibi olarak onlara vermeyi uygun gördüğümüz değerden başkaca bir değeri olmayan metalardır.”[16]

Meselenin özü de burada yatıyor. Sol ekolojiler (ben buna sol çevrecilik demeyi uygun görüyorum) hayvanın metalaştırılmasının kapitalizmle olan bir şey olduğu kanısındalar. Oysaki metalaştırma evcilleştirme ve uygarlaşma süreci ile başladı. İnsanlar doğadan uygarlaşma sürecinde kopmaya başladılar. Doğanın kültür tarafından içerilmesi ile doğanın araçsallaşması ve uygarlık arasında eş zamanlı ilişki vardır.

Ancak geçmişte yani modern endüstri uygarlığını yaratan ve kökleri ortaçağa uzanan gelişmelerin aydınlanma ile ulaştığı durumdan önce, uygarlığın araçsalcı bakışı ile dinsel örgütlenmenin karşı ekseni bir denge yaratıyordu. Hayvan bir yandan evcilleştirilerek insan gereksinmeleri için araçsallaştırırken, diğer yandan aşkınlık düzlemi ile hayvanın nesneleşmesinin salt bir metaya dönüşmesinin de önüne geçilmiş oluyordu. Sekülerleşme ile bunun önündeki tüm engeller ortadan kalkmış oldu ve sermaye adeta dizginlerinden boşalarak uygarlaşmanın dünyayı nesneleştirme, Perlman’ın deyimi ile dışkıya dönüştürme sürecine girdi.

Hayvan ile insan arasındaki net sınırlar çizme ve insanın hayvani doğası ile meleksi doğası arasında meleksilik lehine yaşanmaya çalışılan gelişme ile gnostiklerin hayvanları kozmolojik bir bakışla kutsama çabaları, aydınlanmacı aklın, tüm gizemleri ortadan kaldıran büyü bozumu ile ortadan kalktı. Yerini araçsal akılcılığın dünyaya fayda ekseninde yaklaşan zihni aldı.

Bu olguyu sorundan ayrı tutmak olanaklı değil. Modern endüstriyle tarımcılık ve çiftçilik ekseninde hayvan bütünü ile araçsallaşır. Hayvan sosyal mühendislik mantığı içinde sadece verimlilik hesapları içinde ele alınacak bir nesneye dönüştü. Oysa ki köy yaşamı içinde hayvanla insan arasında daha özel bir bağ kurulabiliyordu. Sarıkız inek, ya da sevimli domuzcuk olabiliyordu. Elbette bu bir çelişkiydi çünkü bu özel bağa sahip olduğu hayvanı kesebiliyordu da. Ama sonuçta endüstriyel hayvancılık içinde hayvan sadece nesne, sadece bir mal halini alırken, diğerinde bu ilişki daha çok yönlü olabiliyordu.

Kuşku yok ki evcilleşme hayvanı bir mal, insan için bir ete dönüştürmüştür ama Lewis Mumford’un da dikkat çektiği gibi din zehir ve panzehir olma özelliğini bir arada taşır. Uygarlığın nesnelleştirici soğuk akılcılığı modern öncesinde manevi olgular içinde engelleniyordu. O yüzden ekoloji hareketinin sık sık dikkat çektiği gibi sekülerleşme doğanın insan için bir araca dönüşmesinde, kapitalizmin bütünü ile başı boş kalmasında en önemli şeydir.

Modern Yamyam Özne Ve Doğanın Sorduğu Hesap

Ortaçağ felsefesi ontolojik bir zincir içinde insanı da içine alan geniş bir içkinlik alanına dayanıyordu. Kurulu düzen tıpkı göklerde dolaşan mükemmel kürelerin harmonisi yani uyumu gibiydi. Her şeyin birbiriyle iç içe girdiği bu düzende düzene dışarıdan müdahil olup ona yön verecek bir özneden de söz edilmezdi. Bu düşünme biçimi içinde her şey bir benzerlikler sistemi içinde mevcuttu. Bir şey bir başka şeye benzeyerek büyük düzeni kuruyordu. Ama bu harmonia uzun süre devam etmeyecekti.17 yüzyıl ile birlikte Descartes tarafından cogito ergo sum yani düşünüyorum öyleyse varım sözü ile paramparça olacaktı. Düşünüyorum sözü düzende bir çatlak açıyor bir varlık kendini bu düzenden ayrıştırıyordu.

Düşünen ben karşısına düşünülen nesneyi koyuyor, düşünen ben aktif, fail belirleyen nitelikleri ile bir Özne olurken diğerleri de ona hizmet etmekle yükümlü nesneler halini almaktaydı. Diğerlerinin görevi özne için olmak onun kendilerine verdiği biçimi kabul etmekti.

Levinas’a dayanarak batı düşüncesi olarak yunan-roma düşüncesinin ve onun modern uzantısı olarak hümanizm ve Aydınlanma felsefesinin varlıkbilimsel ya da kökensel bir emperyalizm inşa ettiğini söyleyebilirim.

Levinas Batı felsefesinin ötekiyle girdiği ilişkiye atfen, söz konusu felsefe içinde bilgi ve teorinin ötekini anlamaya yönelik her teşebbüsünün, ötekinin farklılığını aynının bir parçası haline getirerek ortadan kaldırdığını söyler. Levinas, ontolojik emperyalizm olarak isimlendirdiği bu durumun, sürekli bir biçimde ötekine karşı bir şiddet içerdiğini düşünür. Zira politik birtakım belirtilere de sahip olan ontolojik emperyalizm, bir güç felsefesiyle ilişkilidir ve ötekiyle ilişki ise, ötekinin aynı içerisinde bir dönüşüme tâbi tutulmasıyla mümkün olabilir.

Ekoloji hareketi içinde insan merkezcilik diye adlandırılan bu bakış açısı bu gün domuz gribi ile birlikte tekrar gündeme gelen hayvanlara karşı olan zihin anlayışımızı ortaya koymakta ışık tutucu mahiyettedir.

Benim sol hareketin sorunu alelacele kapitalizme bağlayıp, onun ötesine gitmeyen mantığına dair temel itirazım da bu nedene dayanıyor. Çünkü bu özne mantığını, bu insanın dünyaya dilediği gibi nizam verme hakkını kendinde gören kibrini imha etmedikçe, bu zihniyeti terk etmedikçe bu ve benzeri bir çok ekolojik sorunun da niteliği anlaşılmayacaktır. Kuşkusuz derin ekolojinin yaygın söylemi gibi sorunu sadece buna bağlamak ve konunun siyasal, sosyal çok boyutlu niteliklerini göz ardı etmek de solun düştüğü hataya bir başka yerden düşmektir.

Bütün bunlardan sonra şu soruyu sormak gerekiyor sanırım. Domuz gribi bir yerde biz insanların domuzlar için reva gördüğümüz tutum ve davranışların doğa tarafından dengelenmekte başvurduğu bir adalet midir? Bizlerin midesine inmek için gün sayan 65 milyon domuza karşılık ölen 86 insan bu adaletin küçük bir yansıması olur mu?[17]
Bu sorunun insan sevmezlikle ilişkili bulunup benim bir mizantrop (insan düşmanı), hatta ekofaşizan biri olduğumu düşünenler olabilir.

Ben bu olası suçlamalara şimdilik cevap vermeyeceğim. Onun yerine domuz gribi yerine domuz terörü demek isteyeceğim. Ve insanın diğerlerine karşı uyguladığı ontolojik emperyalizme Derrida ve Şiva’ya uyarak Terörizm diyeceğim.

Shiva çok haklı bir soru soruyor:

“Terörizme karşı savaş” tarım sanayinin, şiddet içeren koşullarda başvurdukları şiddet yüzünden domuzların, tavukların ve sığırların dişlerinin, gagalarının ve boynuzlarının kesilmesinin bir benzeri olabilir mi? İnsanların tutsak ve esir edilmesinin içerdiği şiddet yüzünden ortaya çıkan şiddete karşı uzun süreli çözüm, diğer hayvanlarınkiyle aynı olabilir mi? – onlara manevi özgürlük, ekolojik özgürlük için ve psikolojik özgürlük ve ekonomik özgürlük için sahip oldukları alanın geri verilmesi-”[18]

Sanırım solun artık eşitlik kavramını insandan insan olmayanlara doğru genişletecek bir bakışla kapitalizme, onun da öncesinde yamyamlık eksenli terör uygarlığı olgusuna yani uygarlık denen toplum mühendisliğinin, uygarlık denen mega makinenin, uygarlık denen totaliter şiddet biçiminin kendisine uzanan bir sorgulama etiğine gereksinmesi var.

——————————————————————————–

[1] Jean Baudrillard, İmkânsız Takas, Çev: Ayşegül Sönmezay, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2005, s22
[2] Jean Baudrillard, (1995) Kötülüğün Şeffaflığı, (Aşırı fenomenler üzerine bir deneme), Çevirenler: Emel Abora- Işık Ergüden,Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1. Basım, s:101
[3]Age: arka Kapak Yazısı
[4] Mike Davis, Kapitalizm ve Grip, http://bianet.org/biamag/saglik/114399-kapitalizm-ve-grip
* Grip virüslerinin dâhil olduğu, 80-200 nm büyüklüğünde, çok iplikli sarmal RNA içeren, kılıf üzerindeki çıkıntıları kırmızı kan hücrelerinin pıhtılaşmasına neden olan bir familya.
[5] Vikipedia, Domuz Gribi, http://tr.wikipedia.org/wiki/Domuz_gribi
[6] La Jornada: Por 14 años La Gloria ha vivido con miedo por la contamination de Granjas Carroll , http://www.mixx.com/stories/5057940/la_jornada_por_14_a_os_la_gloria_ha_vivido_con_miedo_por_la_contaminaci_n_de_granjas_carroll
[7] Domuz gribi, Tamiflu ve Endüstriyel çiftlikler. http://www.halkingunlugu.net/ceviri/domuz_gribi_tamiflu_ve_endustriyel_ciftlikler.html
[8] Agm (adı geçen makale)
[9]F. William Endengahl, (2009) Ölüm Tohumları, Kalıtımın Değiştirilmesinin Ardındaki Karanlık Oyunlar, Çev: Özgün Şulekoğlu, Bilim+Gönül Yayınları, İstanbul, s:12
[10] Mike Davis, Capitalism and the Flu, http://www.zmag.org/znet/viewArticle/21287,
Tayfun Özkaya Domuz Gribi Et Endüstrisinin Doğurduğu Yeni Bir Felakettir, http://www.tarimmerkezi.com/yazar_kose.php?hid=22950
[11] Engerdahl, age,140
[12] Özkaya, agm
[13] Köpeğin Evcilleşmesi,http://www.dobermanbuz.net/buz9.html
[14] Griffin, İnsanın Evcilleşmesi: Parçalanmanın Hastalığı, http://yabanil.net/?tag=evcillesme
[15] Diamond, age:253
[16] Gary. L. Francione, (2008) Hayvan Haklarına Giriş, Çocuğunuz mu Köpeğiniz mi?, Çev: Renan Akman, Elçin Gen, İletişim Yayınları, 1 Baskı, s:27
[17] Bu konuda Francione son derece çarpıcı veriler ortaya koyuyor. ABD tarım bakanlığı verilerine göre, yemek için yılda 8 milyarın üzerinde hayvan öldürülüyor. Hergün 23 milyon hayvan kesiliyor. Ya da şöyle diyelim. ABD ölçeğinde sadece, saatte 950 binin üzerinde, dakikada yaklaşık 16 bin, saniyede 260 tan fazla hayvan acı verici koşullarda süren hayatlarını bizim midemize inmek için sonlandırmış oluyor. (Francione, age, s:21)
[18] Vandana Shiva, Yamyamlık Olarak Terörizm, http://www.znet-turkiye.org/shiva11.htm

http://www.birikimdergisi.com/birikim/makale.aspx?mid=550&makale=Domuzlar ve İnsanmerkezcilik

October 25, 2009 Posted by | anti-endustriyalizm, sistem karsitligi, somuru / tahakkum, türcülük, doğa / hayvan özgürlüğü | 1 Comment

Hayvanlar İçin Ne Kadar Hukuk? – Dilaver Demirağ

13 Mart 2008 tarihli Radikal gazetesinde çok çimen yedikleri için ölecekler başlıklı bir haber yayımlanmıştı; haberde Avustralya’da hükümetin çok fazla çimen yedikleri gerekçesiyle başkent Canberra yakınlarında 400 kanguruyu öldürme kararı aldığı, çevreci kuruluşların da bunu önlemek için nöbete başladıkları yazılıydı. Aslında bu tür haberlerden çok var; geçenlerde de Afrika’da fil nüfusunun artması nedeni ile fillerin verdiği zararları azaltmak için avlanma kararı çıktığı bir başka gazetede yer alıyordu. Dünyanın her yerinde hayvanların yaşama hakkını hiçe sayan birçok şey yapılıyor.

Türkiye’de ise sokak hayvanları yaşam hakkı ihlallerinde başı çekiyor. Geçenlerde bir yavru köpeğin diri diri yakıldığı yazılıyordu. Bunu yapan da on iki-on üç yaşlarında bir yeniyetme. Sokak hayvanlarına dönük bu zulümde başı köpekler çekiyor. İlginçti kedilere yönelik şiddet hemen hemen yok denecek kadar az. Köpeklere dönük bu zulmün ardında ise yaratılan Kuduz paniği mevcut. Köpekler potansiyel kuduz sayıldığından ve belediyelerin de bu ‘sorun’u halletmek konusunda üzerine düşeni yapmadığını düşünen bir kısım vatandaş, hukuksuz toplumlara özgü ‘kendi işini kendin gör’ mantığıyla ‘sorun’u ‘çözmüş’ oluyor.

Türkiye gibi ‘İnsan Hakları’ gibi birinci nesil haklar konusunda bile hâlâ sicili bozuk olan, gündelik yaşamda şiddetin olağan hale geldiği yerler de hayvanlar için hak talep etmenin lüks olduğu iddia edilebilir. Ya gelişmiş batılı, medeni ülkeler? Üstelik hayvanlar için en azından bize oranla daha ciddi hukuki düzenlemeler yapılan batıda da durum pek iç açıcı değil.

Dünya ölçeğinde geçerliliği olmasa da15 Ekim 1978’de UNESCO tarafından ilan edilip 1990 yılında da halka açılmış bir Hayvan Hakları Evrensel Beyannamesi mevcut. Birçok gelişmiş ülkede de kabul edilmiş bir beyanname. Ama bu beyannameye rağmen hayvanlar bin bir çeşit eziyete maruz kalmaya devam ediyor. Bir aralar internete düşen ve Çin’de pazarlarda çekilmiş canlı canlı köpek derisi yüzme görüntüleri en ‘kanlı’ olanlarından akılda kalanı. Kürk, deney, yiyecek endüstrisi, sirkler, listeyi uzatmak mümkün.

İletişim Yayınları Hayvanların Hakları dizisinin yeni kitabı Hayvan Haklarına Giriş, Çocuğunuz mu Köpeğiniz mi? işte bu meseleler üzerinde duruyor. Ancak alışılagelmiş hayvan hakları kitaplarından farklı biçimde; Gary L. Francione, Hayvan Hakları ekseninde yapılacak hukuki düzenlemeleri son günlerin moda hukuki deyimi ile ‘yok hükmünde’ sayıyor. Çünkü ona göre hayvanlar insanların mülkiyet/hizmeti altında oldukça, insanlara bağımlı kaldıkları müddetçe hayvanlar için en mükemmel haklar tanınsa da insanların keyfi muamelesi sürecektir. Mal sahibinin çıkarlarının, maldan elde edilen faydanın, maldan daha öncelikli olacağından, bir mal statüsündeki hayvanların payına yine eziyet ve sömürü düşecek ve nasıl köleler ile ilgili hukuki statü kölelerin yazgısında bir değişikliğe neden olmayıp, sadece daha merhametlice sömürülmesi demekse, hayvanların da yazgısı ancak onların mal statüsünden çıkmaları ile gerçekleşecektir.

MALIN ÇIKARI OLMAZ

Yazar, insanca iyilikseverlik söylemlerinin aslında hayvanların köleliğini gizlediğini, böylelikle hayvanların çıkarlarını ciddiye alıyormuşuz gibi yaparak kendi vicdanlarımız rahatlattığını söylüyor. Eğer insanoğlu hayvanların çıkarlarını ciddiye almış olsa, “sırf etlerinin tadı hoşuna gidiyor diye her yıl milyonlarca hayvanı öldürmüş” olmaz, kendi yaşam koşulları iyileşsin diye onları acı verici deneylere tabi tutup, korkunç acılar içinde ölmelerine göz yummazdı. Zevk yahut statü için onların derilerini soyup bundan büyük kazançlar elde etmez, hayvan derisi giymeyi bir övünç saymazdı. Onları rodeo, sirk gibi eğlencelerde gösteri unsuru olarak kullanmazdı.

Sorgulama zincirinden Bentham gibi faydacılar ve onların hissetme yetisi argümanı da nasibini alıyor. Bentham hayvanlara acı çektirilmesini ve kötü muameleye etik yönden karşı çıkıyordu ama onların mal olmasını sorguya çekmiyordu. Bu nedenle de insanların çıkarlarıyla hayvanlarınkinin uyuşmazlığını göremeyerek, bu iki çıkar arasında bir denge noktası olan İnsanca muamele önermesini kullanıyordu. Bu ise sorunun asıl kaynağını yani hayvanların insanların çıkarları için kullanılan bir mal olduğu olgusunu gizlediğinden hiçbir işe yaramıyordu.

“Hayvanlar hakkında söylediklerimiz ile gerçekte onlara uyguladığımız muamele arasındaki derin tutarsızlığın nedeni hayvanların bizim için mal statüsünde olmalarıdır. Hayvanlar sahibi olduğumuz ve mal sahipleri olarak onlara vermeyi uygun gördüğümüz değerden başka değere sahip olmayan metalardır. Hayvanların mal statüsü, insanca muamele ilkesinin ya da hayvan refahı yasalarının gerektirdiği varsayılan her tür tartıya vurma işlemini anlamsız kılar, çünkü bizim gerçekten tartıya vurduğumuz, malları olan hayvanların çıkarları karşısında mal sahiplerinin çıkarlarıdır. Böyle bir tartının ibresinin hiçbir zaman değilse bile nadiren hayvanlardan tarafı göstereceğini kabul etmek için de öyle aman aman bir mülkiyet hukuku ya da iktisat bilgisi gerekmez. Biri size otomobilinizin ya da kol saatinizin çıkarlarını kendi çıkarlarınızla tartıya vurmanızı önerse, gayet yerinde bir tepkiyle bu öneriye saçma gözüyle bakarsınız. Otomobiliniz ve kol saatiniz sizin malınızdır. İkisinin de ahlaken önemli çıkarları yoktur; mal sahibi olarak onlara biçtiğiniz değerden başka bir değeri olmayan birer eşyadan ibarettirler. Hayvanlar, sadece mal olduklarından, genellikle çıkarlarını yok saymamıza ve ekonomik bakımdan kârlı olduğunda onlara en korkunç acı ve ıstırapları çektirmemize veya öldürmemize izin verilir.”

Tüm bu çarpıklıklara karşı verilecek tek cevap, haklar değil özgürlüktür. Hayvanlar ancak özgür olduklarında gerçekten kurtulurlar ve acıları son bulur. Bu noktada Francione, diğer etik felsefecilerden kalın bir çizgiyle ayrılıp, bir yerde derin ekolojistlerle buluşur. Çünkü Francione için özgürlük bir içsel değerdir. Malum, derin ekoloji de bizden doğanın haklarını tanımamızı, ya da doğayı sevmemizi, doğaya karşı insanca bir muamelede bulunmamızı falan talep etmez. Doğanın insanın çıkar ya da istemlerinden bağımsız, başka bir şeylerle kıyaslanamayacak kendinde bir değer taşıdığını, bu nedenle doğayı kendi yolunda ilerlemek için serbest bıraktığımız da doğanın kendi yolunu bulacağını söylerler. Hatta insanın doğanın yolundan çekilmesinin yeterli olacağını, doğanın kendini onarabileceğini söylerler. Bunun içinde ‘öteki’lerin yani doğadaki canlıların nüfusunun artabileceğini, ama insanın kendi nüfusunda fedakârlık yapmasını savunurlar.

Francione de özgürlüğün bir içsel değer olduğunu belirtir. “Tam da bu şekil de, bir özgürlük hakkı, başkalarının bu çıkara yükledikleri değerden bağımsız olarak özgür olmaktaki çıkarımızı korur.” Bu bağlam da hayvanların da özgür olmasının kıyaslanacak bir yönü yoktur. Özgür olmak hayvanların çıkarınadır o kadar.

Bu bağlamda Hayvan Haklarına Giriş alışageldiğimiz hayvan hakları kitaplarından farklı bir düşünceyi merkeze alıyor. Bu düşünce ‘özgürlük’ olgusunu merkeze koyarak etik tartışmalarında bambaşka bir kulvar açıyor. Francione’yi farklı kılan ise onun solcu bir hayvan özgürleşmecisi olması. Sosyalizmin eşitlik ufkunu insan dışında doğru genişleterek, bir anlamda çağdaş solun başka alanları da düşünsel yönden zenginleştirmesinin önünü açıyor. Ortaya sürdüğü argümanlar insan hakları, toplumsal özgürlük gibi konulara da genişlemeye elverişli.

Son olarak, Türkiye yazılı kültürle barışık olmayan bir toplum bu da onu medyatik gösteri tarafından mıknatıslanmaya çok açık bırakıyor. Şöyle ya da böyle hayvan hakları söylemini dilinden düşürmeyen birçok ‘hayvansever’ var. Ama genel olarak okumadığımız için hayvan hakları konusunda da okunması çok önemli olan bu kitaplara gösterilen ilgi yayıncıların cesaretini kıracak kadar az. Herhalde hayvanseverlerimiz bu konu üzerine düşünmek yerine TV’lerdeki köpek yarışmalarını izlemeyi tercih ediyorlar.

Hayvan Haklarına Giriş – Çocuğunuz mu Köpeğiniz mi?
Gary L. Francione, Çeviren: Renan Akman, Elçin Gen, İletişim Yayınları, 2008, 328 sayfa

Radikal Kitap, 28.3.2008

http://www.birikimdergisi.com/birikim/makale.aspx?mid=426&makale=Hayvanlar İçin Ne Kadar Hukuk?

October 25, 2009 Posted by | somuru / tahakkum, türcülük, doğa / hayvan özgürlüğü | Leave a comment

Hayvan Sevgisinin Aslı, Astarı…


Semih Gümüş
(04.04.2008)

Hayvanları seviyor musunuz? sorusuna hemen herkes olumlu yanıt verir. Gerçekten sevmeyi bilip bilmediğimiz bile baştan kuşkuluyken, Seviyordum, öldürdüm ağbi, kültürü içinden hayvan sevgisi nasıl çıkar, bilmiyorum. Bakmayın evinde beslediği hayvanı aileden biri gibi görenlerin oranının yüzde doksanı bulmasına; yalnızca hayvan sevgisinden söz açıp ötesine bakmamak aslında bir yarım-sevgiden söz ettiğimizi, dolayısıyla hayvanları kendimizle eşit gözetmediğimizi gösterir. Bu ilişkinin öteki yüzünde kendimizi hayvanların sahipleri gibi görmekten vazgeçip doğadan gelen var olma haklarına saygı göstermemiz gerektiğini belirten hayvan hakları yazılıdır.

Bugüne dek Gary L. Francione’nin Hayvan Haklarına Giriş’ine benzer bir kitap okumamıştım. Francione, insan sevgisi, insanca davranış gibi kavramların içinin nasıl da boşaltıldığını bilenlerimizi de sarsan, düpedüz sıradışı bir düşünme biçiminin yaratıcısı. Hayvanlara mal sahibi gibi davrananların bakış açılarının hayvanlar için hiçbir değer taşımadığını anlatırken bugüne dek çaresi bulunamamış hayvan haklarının hukuku için benzersiz bir kuramsal temel atıyor.

Hayvanların acı çekip çekmediğidir Francione’nin asıl sorusu. Acı çektikleri sürece onları kendimizle eşit gözetmemiz gerektiğini anlatır bıkmaksızın; ama onun anlattıklarına, verdiği bilgilere bakınca, hayvan haklarının gerçek anlamından ne denli uzak olduğumuzu yüzümüz kızararak düşünmeye başlayacağız. Hayvan Haklarına Giriş’i belki de bir okul kitabı yapmak ya da bununla da yetinmeyip -nasıl yapılırsa yapılsın- bir halk kitabına dönüştürmek gerektiğine inanıyorum. Bu kitapla kendini eğiten bir kuşağın sonunda şimdiki kuşakları tanımak istemeyebileceğini de düşünerek…

Hayvanlara insanca davranmakla yetinmeyi değil, onların sömürüsüne toptan son verilmesi gerektiğini belirtiyor Francione. Sonunda hayvanlara insanların ettiklerinin kötü birer izleyicisi değil miyiz? Bugünlerde bir televizyon kanalında “Can Dostum” adı konmuş programı hayvan sevgisi diye sunanlar, barınak köpeklerini eğitip kandırıp televizyonda maskara ediyor. Köpeklerin sorumluluğunu üstlenen televizyon ünlüleri yaptıklarından pek hoşnut, ama birer eğlence nesnesi olarak kullanılmaktan hoşnut olup olmadıklarını bir de köpeklere sorsalar…

Bu programa yarışmacı olarak katılanların sevgiyle davrandığına inanılır elbette, ama dünyanın her yerinde eğlence için kullanılan hayvanların çok kötü davranışlarla eğitildikleri de bilinir. Sözgelimi çocukları eğlendiren sirk hayvanları kırbaçla, elektrikli copla, metal kancalarla “terbiye edilir”. Sirklerde “dans ederken” arka ayakları üstünde durmaları için bazen ayıların ön pençeleri yakılır; insanların o karnaval içinde dövüşür gibi yaptıkları hayvanların tırnakları ve dişleri sökülür. Rodeolarda hınçla ileri atılan hayvanları öfkelendirmek için elektrikli cop ve dayak sıradan eziyet araçlarından. Eğlence amacıyla kullanılan hayvanlar sonunda yaşlanıp işe yaramaz hale gelince de ya öldürülüyor ya da araştırma malzemesi yapmak gibi ahlaksızca biçimlerde kullanılıyor. Köpekleri televizyonda yarıştırmak için sıkı bir “eğitimden” geçiren iyi yürekli ünlüler de kötülük olsun diye değil, iyi yarışmaları için onları yapay yollarla şartlandırma, belki ara sıra cezalandırma yoluna gidiyor olabilir. Amaç eziyet etmek değil de, iyilik yapmak olduğu için…

Bir hayvan üreticisi de yenmek için beslediği hayvanları dağlama, onları bağlayıp ara sıra dövme, berbat barınaklarda tıkış tıkış tutma, hadım etme, sığırları kesmeden önce acı çekmesin diye elektrikle şoka uğratma, daha neler neler yapama hakkını yasalardan alıyor.

Deneylerde ve testlerde kullanılan hayvanların insanın canavarlığını nasıl sıradanlaştırdığını durup düşünmediğimiz de kuşkusuz. Yoksa hayvanların yakılması, zehirlenmesi, kör edilmesi, mekanik şiddet araçlarına dayanıklı olup olmadıklarının ölçülmesi, türlü çeşitli hastalıklara maruz bırakılmak için akla gelmedik uygulamalara uğratılması, kol ve bacaklarının kesilmesi, gözlerinin çıkarılması, uyuşturucuya alıştırılması, kullanıldıktan sonra da hemen her zaman öldürülmesi yanı başımızda bir yerlerde olmuyor mu?

Üstelik sonunda bu deneylerin insanlara yararlı olduğu da tam olarak kanıtlanamamışken. “Örneğin, hayvanları kullanarak yapılan AIDS araştırmalarına harcanan milyarlarca doların AIDS’li insanlara çok az yararı olmuştur,” diyor Francione. Hayvan deneyleri sözgelimi asbestin tehlikelerini doğrulamadığı için, ABD’de asbest kullanımı yıllarca bir kurala bağlanamadı, ama bu arada deneylerde sayısız hayvan katledildi.

İnsanın öteden beri gelen hali kendi cinsinden olanlara karşı da aynı olduğu için, hayvanlara yapılan işkenceler kapalı kapılar ardında kaldığı sürece sesimizi çıkarmıyoruz. Oysa yalnızca yemek için ABD’de bir yıl içinde 8 milyarın üstünde hayvan öldürülüyor. Teknik donatımı muazzam besi çiftliklerinde, elbette para kazanmak için, 8 milyar hayvanın hangi koşullarda tepeleme bir arada tutulduğunu da kestirmeye çalışalım, sonra da oturup onları hiçbir şey düşünmeksizin yiyelim. Sıkışık alanlarda tutulup oradan oraya nakledilen hayvanlar bu arada çeşitli hastalıklara yakalandıkları için ilaçlarla desteklenirken, gene de sözgelimi domuzların yüzde 80’i kesim gününe veremli gelirmiş. Bilmiyordum, daha nicesini, Hayvan Haklarına Giriş kitabını okumadan önce.

Bu arada tel kafeslere takılmasın diye, kanatlıların pençelerinin uçlarının kesilmesi; nakledilirken birbirilerini yaralamasınlar diye, sığırların boynuzlarının eritici merhemler, kızgın demirler, testereler ya da o iş için yapılmış kaşıklarla çıkarılması; hem uysallaşıp hem de etlerinin daha yumuşak olması için boğaların acı giderici ilaç verilmeden hadım edilmesi; yumurta üreticilerinin işine yaramayan erkek civcivlerin plastik torbalarda boğulup, başlarının kesilip, gazlanıp ya da ezilip yok edilmesi; döner bıçaklarla başları uçurulan tavukların tüylerinin kolay yolunması için bantların sonunda kaynar suya canlı daldırılması; kamyonlarda taşınırken düşüp sakatlanan ineklerin kesimhaneye geldiklerinde acılar içinde zincirlerle sürüklenmesi… Bu arada bir 40 milyon hayvan da kürkleri için öldürülüyor…

Bunlar yetmezse, hiç değilse pek çok araştırmacıya göre insanların et ya da hayvansal ürünleri yemesinin zorunlu olmadığı yolundaki görüşleri üstünde düşünmek için biraz zaman ayrılabilir. Dünyada üretilen tahılın yüzde 40’ından çoğunun, o tahılı tüketmek yerine, etlerini tüketeceğimiz hayvanlara verildiği de Francione’nin kitabından okunabilir.

İnsanların pek çoğu hayvanlara sevgiyle yaklaşırken bile onları birer mal gibi görmekten kurtulamaz. Onlar sahip olduğumuz, severken bile kullanabileceğimiz nesnelerdir. İngilizcede, İspanyolcada, Latincede “mal” sözcüklerinin karşılığı hep “davar” sözcüğünden gelmiş, Anadolu’da da davara “mal” dendiğini biliyoruz. Öyleyse insanların çıkarlarını hayvanların çıkarıyla özdeşleştirmek gerekir ki, insanlar yüreklerini serinletebilsin. Bir hayvanın çıkarının, sahibinin ekonomik çıkarıyla özdeşleştiğinde geçerli sayılacağı yaklaşımı rasyonelleştirilsin.

Hiç kuşku yok ki ücretli çalışma da hayvanların mal olarak kullanılmasından farklı olmayan bir kölelik ve mal olma anlamı taşır, ama bir farkla: fabrika sahipleri işçilerinin bazı çıkarlarını gözetirken, onları soğuk ete dönüştürüp sandviç yapıp yemeyi aklına getirmez.

Hayvanların eşit gözetilmesinin saçmalığını savunanlar yalnızca sokaktaki insanlar olmamış. Zamanında Descartes da hiçbir hayvan hakkı tanımamış; ondan bir adım ilerde duran John Locke da hayvanların eşit gözetilemeyeceğine inanmış. Oysa Aristoteles hayvanların hissetme yetisine sahip olduğunu savunurken onun selefleri Pythagoras ile Empedokles hayvanlara karşı adalet uygulanması gerektiğini, Aristoteles’in halefi Theophrastus da “hayvanların ahlaki topluluğun parçası olduğunu” belirtmiş. Bugün daha ileri bir noktada değiliz.

Hayvan Haklarına Giriş kitabının alt başlığı: “Çocuğunuz mu köpeğiniz mi?” Bu sorunun yanıtı yüzde yüze yakın bir oranda belli. Ama, “Yanan bir evden bir haftalık ömrü kalmış bir insanı mı kurtarırsınız, yoksa bir köpeği mi?” sorusunun yanıtında zorlananlar çıkabilir. “Bir şempanzeyi mi, yoksa bir yavru köpeği mi?” sorusunun yanıtı daha kolay olsa da, aynı anda yardıma gereksinimi olan, “Tanıdığınız bir köpeğe mi yardım edersiniz, yoksa tanımadığınız insana mı?” sorusunda işler gene çatallaşır.

Kendi kararlarımızı vermeyi öğrenmek için Gary L. Francione’nin kitabını okumakta büyük yarar var…

Radikal Kitap, 4.4.2008

http://www.birikimdergisi.com/birikim/makale.aspx?mid=423&makale=Hayvan Sevgisinin Aslı, Astarı…

October 25, 2009 Posted by | somuru / tahakkum, türcülük, doğa / hayvan özgürlüğü | Leave a comment

Hayvan Hakları Hareketinin Güncel Koordinatları – Gökhan Gençay


İnsanlık yeryüzünde kendine var olma, hayatını sürdürme alanı kurabildiği günden beri, evi olarak benimsediği teritoryasında kendisi dışındaki tüm canlılara faydacı, hiyerarşik derecelerle dayattığı üstünlüğü sahiplenen bir perspektifle anlam yüklemiştir. İnsanlığın hâkim, yerleşik bilincinde doğa, tüm özneleriyle birlikte topyekûn biçimde insan denen üstün, nitelikli canlının hayatını kolaylaştırmak, ona hizmet etmek, konfor kapasitesini arttırmakla yükümlüdür. Bu mantıkla adım adım inşa edilen ve kuşaklar boyunca içselleştirilen tahakküm anlayışı; dünyayı, içinde yaşayan tüm canlılarla birlikte kendi ihtiyaçlarına göre yeniden düzenlemesi gereken bir hammadde kaynağı olarak kodlamıştır.

Böylesi bir zihniyet, insan olarak ontolojik ve antropolojik bir sürekliliği edinen canlının kolektif bilinç veya bilinçaltından tutun, tabiri caizse genetik yapısına kadar nüfuz edebilmiştir. İnsanlık, doğanın içinde kendi gerçeklik ve özgünlüklerine sahip, merkezsiz bir özne olmaktansa, ‘üstün’ özellikleriyle doğaya müdahale etme gücü üzerinden kurduğu hiyerarşiyle adım adım geliştirdiği uygarlığın basamaklarında egosantrik bir kültürü yerleşik kılmayı tercih etmiştir. Hatta bu yanılsamalı, otoriter bilincin ulaştığı noktaları göz önüne aldığımızda, insanın insanı sömürmesine/zulmetmesine radikal muhalif bir pozisyondan kendini kuran grupların bile hesaplaşmadıkları veya hesaplaşmaktan kaçındıkları insan yüceltici bir iktidarın meşruiyeti meselesini apaçık görebiliriz.

Doğanın insan tahakkümünden arındırılması ve hayvanların insanlarla eşit muamele görme hakkı, genel planda kapitalizm karşıtı organizasyonların, toptan özgürlüğü ve kurtuluşu prensip olarak benimsediğini iddia eden örgütlenmelerin bile gündeminin içinde esastan yer bulmayan/bulamayan konulardır. Uygarlık anlayışını insanın dünyayı kendi iradesiyle düzenlemesinde gören muhalefetin de ne derece özgürlükçü ve radikal olduğu fazlasıyla tartışma kaldırır bir konu tabii ki!

Buraya kadar altını çizdiğimiz düşünsel satırbaşları ilk kez dillendirilmiyor, zaten doğanın ve hayvanların esaretine, sömürülmesine karşı mücadele veren, anaakım devrimci hareketlerin dışında kendine özgür alanlar yaratan birey ve gruplar tarafından defalarca propagandası yapılmış argümanlar. Bu propaganda ve vicdani çağrılar, özellikle hayvanlar bağlamında somutlananları, günümüzde farklı yaşam tarzlarına sahip çeşitli kesimlerin gözüne, kulağına bir yerlerden çalınmıştır mutlaka. Ne derece somut karşılık bulduğundan bağımsız olarak hayvanların refahına dönük ajitasyonun kamusal dolaşımının 30 sene önceki düzeyden fersah fersah ileride olduğu da tartışma götürmez bir gerçek.

İnsanlığın uygarlık olarak isimlendirdiği kadim sömürü ve yabancılaşmayı içeren yaşam anlayışının içinden karşıdan kuruculuk düzleminde üretilen türcülüğe karşı mücadelenin de pek de kısa sayılmayacak bir tarihi mevcut. İrili ufaklı birçok hayvan hakları savunucusu birey ve grup çeşitli açılardan konunun hayati mahiyetini açık ediyor, insanların bizzat sorumlusu olduğu acıların çözümü yönünde önerilerini kitlelere sunuyorlar.

Özellikle 60’lı yılların sonlarında Batı’da yükselişe geçen Yeni Sol, azınlık hakları örgütlenmeleri, radikal feminizm, Yeşiller, ekolojistler gibi hareketlere paralel olarak eski insanmerkezci paradigmayı aşmaya yönelen eğilimler dünyanın her yanında duyarlılık eşiğini –eskiye nazaran– bir hayli yükseltmiş durumdalar. Artık hayvan refahını asgari ölçülerde savunmak, hayvanlar üzerinde yapılan deneylerle üretim yapan firmaların ürünlerini tüketmemek, sokak hayvanlarına şefkat beslemek, yani en vülger anlamda ‘hayvansever’ olmak, özellikle orta sınıftan bireylerin ‘yükselen değeri’ konumunda. Hatta kendi çevremizde sık sık tecrübe edebileceğimiz kapsayıcılıkta bir hayvanlarla empati kurabilme çabası, bu tip orta sınıf ‘aktivistlerin’ vazgeçilmez özelliği olarak da gözlemlenebiliyor.

Bu eksende kolektif kabul gören ‘hayvanseverlik’, bazıları için pozitif, gerçek bir değişimin tetikleyicisi şeklinde tanımlanabilir. Hayvan hakları hareketinin vicdani hegemonyasıyla kazanılan duygusal bir mevzi değeri de biçilebilir bütün bu aşamalara. Klasik evrim-devrim teorisinin çerçevesindeki bu ‘duyarlılık’ adımlarının hakiki bir özgürlük pratiğinin önünün açılmasındaki somut evreler olduğu da iddia edilebilir. Pratik değişimlerin önce bilinçte mayalanıp, küçük gelişmelerle kartopu misali büyüyüp, yüklenip türcü tahakküm mekanizmasının üzerine düşecek çığlara dönüşeceğinin ajitasyonu kimilerini motive edebilir elbette.

Ancak ‘kazın ayağı’ gerçekten öyle midir? Bu duyarlılık biçimleri hakiki bir paradigma değişimini, en basitinden hayvanların insan konforunun nesneleri kılınma halinin toptan yıkımına yol açma gücünü haiz midir? Bu ve benzeri soruları maalesef kocaman bir ‘hayır’la yanıtlamak zorundayız. Çünkü, gündelik yaşamda söylem düzeyinde bir sempati ve şefkatin üzerinden gelişen ‘iyi niyetli’ himayecilik kendi içinde gizli bir ‘üstün insan’ önkabulünü barındırır. İnsanın düzenleyiciliğini ve kontrolünü üstlendiği bir doğa tarifi etrafında gelişen tüm muhalif kazanımlar özünde var olan sistemin sürekliliğine kan taşır. Böylesi insanmerkezli duyarlılık gruplarının teorik ve pratik ufku, yoksullukla mücadelede sadakayla çözüm arama yönteminin hakiki açlık karşısındaki ‘değeri’ kadardır.

İnsanın bireysel planda hayvanlara dönük acıma duygusuna odaklanarak hayata geçirdiği iyileştirici önlemlerin son tahlilde ulaşabileceği düzey basit bir reformizmden ilerisi olmayacaktır. Hayvanları en gaddar yöntem ve araçlarla içine alan sömürü çarkına karşı direnmenin yolu meselenin kökenlerine samimi biçimde vakıf olabilmeyi gözeten bir koordinattan geçer. Tarımın kurumsallaşmasıyla çitler, sınırlar çekilerek gem vurulan doğanın durumuna, endüstriyel gelişme ve kentleşmeyle şekillenen kadim insanlık kültürünün uygarlık paradigmasına, doğaya ve içindeki canlıların tümüne hakimiyet kurmak ve düzenlemek temel kabulüyle hüküm süren kalkınma retoriğine radikal bir karşı duruş/yanıt üretemeyenlerin hayvanseverlikleri veya hayvan hakları taraftarlıkları sahtedir.

Nitekim, içinde yaşadığımız tarihsel evrede kapitalizmin kendi sistematik işleyişinin yarattığı tahribatlara yönelik muhalif oluşumları massetme seviyesi inanılmaz düzeylere ulaştı. Kendini düzendışı, yıkıcı sanan birçok organizasyonun yaşamsal referansları tüketim kültürünün kâr kalıpları içinde kapitalizmin siyasal-ekonomik süreçlerine dahil edildi/ediliyor. Bu realitenin hayvan hakları alanındaki ağırlıklı karşılığı; endüstri haline gelmiş yerleşik üretim kodlarını sorgulamadan, salt kedi, köpek gibi insanlarla doğrudan temas kurabilecek duygusal niteliğe sahip canlılara duyulan sempatinin hayvan hakları cephesinde olabilmek için yeterli olduğu yanılsaması biçiminde tezahür ediyor. Bu derece kaba bir kavrayışın bir miktar ‘ilerisinde’ olanlar ise, hayvanlara saygı duymanın en temel problematiğini onların etinden, kanından, acısından üretilmiş ürünleri tüketmeme perspektifi ekseninde inşa ediyor. Böylesi ‘ahlaki’ seçimlerin, alternatif yaşam modellerinin oluşturduğu pazara hitap eden sağlıklı ürünler raflarda ’bilinçli tüketici’ kimliğini kuşanan new age ‘radikalleri’ bekliyor!

Hayvanlarla yatay, eşit bir ilişkinin vazgeçilmez önkoşulu vejetaryen/vegan beslenmeyi benimsemek, onların acısı pahasına piyasaya sunulan hiçbir ürünü tüketmemektir tabii ki. Ancak vejetaryen beslenmeyi seçmek de başlı başına ‘vicdanı rahat ettirmeye’ muktedir, yeterli bir duruş teşkil etmez. Hele ki, şu anda dünyada kendini vejetaryen olarak isimlendiren insanların büyük bir çoğunluğu bu seçimlerini sağlıklı, hijyenik, temiz ve uzun bir yaşam sürdürebilmek için yapmışlarsa… İnsan bünyesinin eti hazmetmeye uygun olmadığını bilince çıkararak sağlık çerçevesinde vejetaryenliği seçenlerle vicdani, etik bir sorun olarak herhangi bir canlının eziyetine, katliamına ortak olmamak, buna tavır almak için vejetaryenliği benimseyenler arasında hayati bir nitelik farkı mevcuttur kısacası. Birinci gruptakilere kendi zihniyet kalıplarını deşifre edebilmek için sorulacak en basit ve basit olduğu kadar önemli soru ise; ‘eğer sağlıklı, uzun yaşamanıza yararlı olacağına emin olsanız kendi çocuklarınızı hammadde olarak kullanan bir et endüstrisinin yanında olup yamyamlığı da meşru görecek misiniz’ sorusudur! (Aynı sorunun birincil muhatabı hayvanların maruz kaldıkları sistematik zulme ortak olarak et tüketmeyi sürdüren çoğunluktur.)

Velhasıl kelam, hayvan hakları mücadelesi yüzeysel bir hayvanseverliğe indirgenemeyecek kadar katmanlı, derin ve hayati bir meseledir; hayvanların kurtuluşunu savunmak, sıradan bir iyicillik ölçütü değil, siyasal jargonda ifade edildiği biçimde hakiki bir ‘dava’ya denk düşer. Bu davanın en önemli ve saygın öznelerini ise otonom örgütlenen, doğrudan eylemi savunan anti-otoriter ALF (Hayvan Kurtuluş Cephesi) adlı grup oluşturur.

ALF, hayvanlar üzerinde deney yapan laboratuarlardan et endüstrisine, hayvanlara hayvanat bahçelerinde tutsak yaşamayı reva görenlerden avcılara kadar tüm tahakküm ve sömürü kurumlarının işleyişini baltalamayı önüne iş olarak koyan bir organizasyondur. ALF aktivistleri, yasalarla kendini sınırlamayan, sabotaj gibi yöntemleri dıştalamayan doğrudan eylem prensibini benimserler ve bilinen merkezi işleyişe dayanan piramidal örgüt yapısı yerine sorumluluk duyan her bireyin kendi sesini/eylemini geliştirebileceği ağ biçiminde örgütlenirler. FBI’ın ‘terör suçluları’ listelerinde yer almalarının, dünyanın birçok ülkesinde hapishanelerde eylemcilerinin on yıllara varan cezalarla tutsak edilmesinin sebebi bu özgür varoluşları ve sistem karşıtlıklarıdır.

Steven Best’in editörlüğünde ‘Lantern Books’ yayınevinden yayımlanan “Terrorists or Freedom Fighters” (Teröristler mi, Özgürlük Savaşçıları mı) adlı kitap, bütün bu mevzuları ve radikal hayvan hakları eylemciliğini, ALF’yi tüm boyutlarıyla işleyen, yetkin bir çalışma. Best, sözkonusu kitapta mevzuyu tüm taraflarıyla ve çeşitli bakış açılarıyla etraflıca serimleyerek ‘terör’ tanımının egemenler nezdinde nasıl muğlak, çıkarcı biçimlerde işlev kazandığını görünür kılıyor. Bu faydalı kitabın Türkçe çevirisinin yayımlanmasının hayvan hakları hususunda bir hayli zihin açıcı olacağı da kesin.

Hayvan hakları aktivizminin hakiki sonuçlara vesile olabilecek yolunun araçsal akılla boyunduruk altına alınan doğanın safında taraf olmaktan, değişimin insana ayrıcalık bahşeden tüm sıfat ve titrlerden soyunmaktan geçtiğinin kavrayışına sahip olanlar için ALF deneyimi ve bu deneyimi etraflıca işleyen samimi çabalar altın değerinde; insanın yeryüzünde yaşama olanağına sahip herhangi bir canlı olduğunu kabul edip, kendi zarar verme kapasitesini ıslah etmeye angaje olana kadar mücadeleye devam etmek de öyle.

Birgün Kitap, 8.3.2008, sayı 55

http://www.birikimdergisi.com/birikim/makale.aspx?mid=425&makale=Hayvan Hakları Hareketinin Güncel Koordinatları

October 25, 2009 Posted by | eko-savunma, somuru / tahakkum, türcülük, doğa / hayvan özgürlüğü | Leave a comment

Hayvanların duyguları ve bilişsel yetenekleri

Jeremy Rifkin
(22.03.2008)
Geçtiğimiz yıl üst düzey bilim çevrelerinde tartışmalar biyoteknoloji, nanoteknoloji ve bilgisayar gibi alanlardaki son gelişmeler ve evrenin yaşı gibi daha küçük bir topluluğu ilgilendiren konular üzerinde yoğunlaştı. Ama bir yandan da dünyanın çeşitli yerlerindeki laboratuvarlarda, sessiz sedasız, dünyayı algılayışımızı ve kavrayışımızı daha da derinden etkileyebilecek ilginç gelişmeler yaşanıyordu. İşin tuhafı bu araştırmaların sponsorluğunu McDonald’s, Burger King, KFC gibi fast food restoran zincirleri üstlendiler.

Hayvan hakları aktivistlerinin baskılarına ve kamuoyunun hayvanlara karşı insancıl bir yaklaşım benimsenmesi yönünde artan desteğine karşı koyamayan şirketler, diğer hayvanların duygusal, ruhsal ve davranışsal dünyalarını ve başka bazı özelliklerini aydınlatmaya yönelik araştırmalara mali destek vermeyi kabul ettiler. Araştırma bulguları son derece rahatsız edici. Görünen o ki, diğer hayvanların önemli bir bölümü bize şu ana kadar düşünegeldiğimizden daha çok benziyorlar. Fiziksel ve ruhsal acılara, strese, şefkate, heyecana, hatta sevgiye hayvanlarda da rastlanıyor.

Örneğin ABD’deki Purdue Üniversitesi’nde domuzların sosyal davranışları üzerine yürütülen araştırmalar, bu hayvanların kendilerine ilgi gösterilmesine muhtaç olduklarını ve tecrit edildiklerinde ya da birbirleriyle oynamalarına izin verilmediğinde hemen mutsuz olduklarını ortaya çıkardı. Ruhsal ya da fiziksel uyaran yoksunluğu domuzların sağlık sorunları yaşamalarına ve daha sık hastalanmalarına yol açabiliyor. AB yetkilileri, bu araştırmalardan çok etkilendiler ve 2012 yılından itibaren geçerli olmak üzere domuzları tecrit edici ahır bölmelerini yasaklayarak hayvanları rahatça dolaşabilecekleri barınaklarda tutmayı zorunlu hale getirdiler. Almanya’da hükümet domuz yetiştiricilerini her hayvana günde 20 saniye yakınlık göstermeye ve kavga etmelerini önlemek için onlara iki-üç oyuncak vermeye teşvik ediyor.

Domuzlara ilişkin araştırmalar, hayvanların duyguları ve bilişsel yetenekleri üzerine yürütülmekte olan araştırmaların yalnızca çok küçük bir kısmını oluşturuyor. Kısa bir süre önce prestijli bilim dergisi Science’ta yayımlanan, Yeni Kaledonya kargalarının kavramsal yeteneklerine ilişkin makale, araştırmacıları hayretler içinde bıraktı. Oxford Üniversitesi’nden araştırmacıların yürüttükleri kontrollü deneylerde, Betty ve Abel adındaki iki kuşun bir borunun içindeki eti çıkarmak için düz bir tel parçası ile kanca biçimindeki bir tel parçasından birini kullanmalarına izin verildi. İki kuş da kanca biçimindeki teli seçtiler. Ama erkek ve daha başat olan Abel beklenmedik bir hareketle Betty’nin kancasını kapıverdi ve ona sadece düz teli bıraktı. Pes etmeyen Betty gagasıyla teli yerdeki bir çatlağa sıkıştırdı ve yine gagasını kullanarak Abel’in çaldığına benzer bir kanca haline getirdi. Sonra kancayı kullanarak borunun içindeki yiyeceği çıkardı. Araştırmacılar Betty’ye 10 kez daha düz tel vererek deneyi tekrarladılar; Betty 9 defasında teli kanca haline getirerek gelişmiş bir alet yaratma yeteneği olduğunu ortaya koydu.

Alet yapmak ve dil becerileri geliştirmek tamamen türümüze özgü olduğuna inanageldiğimiz özelliklerden sadece ikisi. Bir diğer özellik kendinin farkında olma. Filozoflar ve hayvan davranışbilimcileri, eskiden beri, bireycilik duygusundan yoksun oldukları için diğer hayvanların kendilerinin farkında olamayacaklarını öne sürerler. Bir yığın yeni araştırmaya göre bu doğru değil. Washington Doğal Hayvanat Bahçesi’nde kendilerine ayna verilen orangutanlar bunları kullanarak vücutlarının normalde göremedikleri kısımlarını incelediler ve bir kendilik duyguları olduğunu gösterdiler. Atlanta Hayvanat Bahçesi’nde yaşayan Chantek adındaki bir orangutan, bakıcısının aktardığına göre, aynayı kullanarak dişlerini temizlemiş ve güneş gözlüklerini düzeltmiş.

Bilimciler, insanlarla diğer hayvanları kesin biçimde ayıran şeyin ne olduğu üzerine sürdürülen tartışmalarda, eskiden beri, ölülerin ardından yas tutmanın gerçek bir ayrım yarattığını ileri sürerler. Onlara göre, diğer hayvanlar ölümlü olduklarını hissedemezler ve kendilerinin de öleceği düşüncesini kavrayamazlar. Ama hayvanlar ölüm acısını hissediyor gibi görünüyorlar. Fillerin ölen akrabalarının yanında günler boyu sessizce beklemeleri, ara sıra hortumlarıyla onların vücutlarına dokunmaları sık rastlanan bir durumdur. 25 yıldır Afrika fillerini inceleyen Kenyalı biyolog Joyce Poole, ölülerine karşı davranışlarının “fillerin derin duygulara sahip oldukları ve ölümü bir dereceye kadar anladıkları konusunda kendisinde pek bir şüphe bırakmadığını” söylüyor.

Ayrıca, neredeyse tüm hayvanların, özellikle de yavruların oyun oynadıklarını biliyoruz. Köpek, kedi ya da ayı yavrularının maskaralıklarını birazcık olsun gözlemleyen birisi, bu yavrularla bizim çocuklarımızın oyun oynama biçimleri arasındaki benzerliklere fark edecektir. Sıçanların beyin kimyaları üzerine yapılan son araştırmalar, oyun oynamakta olan hayvanların beyinlerinin büyük miktarlarda dopamin salgıladığını gösteriyor. Dopamin, insanlarda haz ve heyecanla bağlantılı olduğu bilinen nörokimyasal bir maddedir.

Son araştırmalarda elde edilen bulgular, ortodoks bilimin benimsediği düşünüş biçimlerinden dağlar kadar uzak. Bilimciler çok yakın bir zamana kadar çoğu hayvanın davranışlarını tamamen içgüdülerin belirlediği ve öğrenilmiş davranış gibi görünen şeyin aslında genetik olarak programlanmış etkinlikler olduğu görüşünü öne sürmeye devam ediyorlardı. Artık, sözgelimi kazların yavrularına göç yollarını öğretmek zorunda olduklarını biliyoruz. Aslında, ebeveynin yavrulara bir şeyler öğretmesinin sanılandan çok daha yaygın bir durum olduğunu ve çoğu hayvanın sürekli deney yoluyla edinilmiş deneyimlere ve deneme-yanılma yoluyla gelişmiş bir problem çözme becerisine sahip olduğunu fark etmekteyiz.

Peki bütün bunlar diğer hayvanlara karşı benimseyeceğimiz tutumu nasıl etkilemeli? Her yıl laboratuvarlarda acı verici deneylere maruz bırakılan binlerce hayvan ne olacak? Ya hiç de insanca olmayan koşullarda yetiştirilen ve öldürülerek insanlarca tüketilen milyonlarca çiftlik hayvanı? Hayvanları bacaklarını sıkıştırarak yakalayan kapanlar yasaklanmalı mı? Kürk alımı ve satımına karşı mücadele edilmeli mi? Ya spor amacıyla hayvanları öldürmek? İngiltere’deki tilki avı, İspanya’daki boğa güreşi, Meksika’daki horoz dövüşü… Ya hayvanların eğlence amacıyla kullanılması? Aslanların hayvanat bahçelerinde kafeslere kapatılmaları, fillerin sirklerde gösterilere çıkarılmaları doğru mu?

Bu sorular artık dünyanın her yerinde mahkemelerde ve yasama organlarında sorulmaya ve tartışılmaya başlandı. ABD’de Harvard’ın da aralarında bulunduğu 25 hukuk fakültesinde hayvan hakları üzerine dersler kondu ve yargının önüne getirilen hayvan hakları davalarının sayısı giderek artıyor. Almanya, kısa bir süre önce hayvan haklarına anayasal güvence sağlayan ilk ülke oldu.

İnsanlık macerası boyunca empatinin kapsamı giderek genişledi. Başlangıçta yalnızca akrabalara ve kabilelere empati gösteriliyordu. Giderek benzer değerlere –ortak bir dine, milliyete, ideolojiye– mensup tüm insanlara karşı empati hissedilmeye başlandı. 19. yüzyılda ilk hayvanları koruma dernekleri kuruldu ve diğer hayvanlara karşı da empati duyulmaya başlandı. Bugün milyonlarca insan, hayvan hakları hareketi çerçevesinde hayvanlara karşı ilgimizi ve empatimizi daha da derinleştirmeye devam ediyorlar.

Hayvanların duyguları, bilişsel yetenekleri ve davranışları üzerine yürütülmekte olan araştırmalar insanlığın bu macerasında yeni bir aşamaya geçmesini ve empatimizi bizimle birlikte yaşayan daha geniş bir canlı topluluğunu da içine alacak şekilde genişletmemizi ve derinleştirmemizi sağlayacak.

Çeviren: HAYRULLAH DOĞAN

Jeremy Rifkin, Beyond Beef: The Rise and Fall of the Cattle Culture (Plume, 1992); The Biotech Century (Victor Gollancz, 1998); Darwin’in Çöküşü (Ufuk, 2002) adlı kitapların yazarıdır.

Birgün Kitap, 8.3.2008 sayı 55

http://www.birikimdergisi.com/birikim/makale.aspx?mid=416&makale=İnsanlar ve Diğer Hayvanlar: Diğer Hayvanların da Duyguları Var – Dolayısıyla Hakları da Olmalı

October 25, 2009 Posted by | somuru / tahakkum, türcülük, doğa / hayvan özgürlüğü | 1 Comment

Kürk Giymek Kabul Edilebilir mi?

Elif Erdoğan
(01.02.2006)

Kimsenin fark etmemiş olması mümkün değil, bu kış kürk moda. ‘80’li yıllarda kürk mantolar çoğu kadın için neredeyse bir fetişti. Bu dalga gelip geçtikten sonra kürk unutuldu, hatta komik, demode ve rüküş algılanır oldu. Bu sene ise kürk tüm “muhteşemliği” ile geri geldi. Mantolarda kullanılmasına alışık olduğumuz kürk artık sadece palto, kaban olarak değil; yaka, kol süslemeleri, çantalar, çizmeler, cüzdanlar,oyuncaklar şeklinde ortaya serildi. Bu çılgın furyanın içinde unutulan bir nokta var. Kürk bir hayvana aittir (daha doğrusu bir zamanlar aitti). Bu gerçek, ya kürk kullanan kişilerin hiç aklına gelmemekte ya da kürk giymelerine, kürkten yapılma eşyalar edinmelerine insanmerkezli bir bencillikle “ben insanım ve hayvanları kullanmaya hakkım var” şeklinde özetlenebilecek bahaneler bulmaktadırlar.

Kürk kullanan birçok insan kürk hayvanlarının maruz kaldığı şiddeti, tahayyül edilemez işkenceleri, içlerinde bulundukları yaşam koşullarını bilmiyor. Pek çok kişi hayvanların yaşadıkları bu zulmü bildikleri takdirde kürke karşı mesafeli durmak bir yana, kürkten nefret edeceklerdir. Bu yazının amacı da budur.

Kürkün elde edilmesi, işlenmesi bir sektördür ve ekonominin her alanında olduğu gibi bu endüstrinin de ilk amacı maliyetleri düşürmek ve kârın maksimize edilmesidir. Kürk hayvanı da bu endüstri için acı duyan, hissetme yetisine sahip bir canlı değil; bir girdi, bir hammadde ve bazı durumlarda ise atıktır. Kürk hayvanlarının yüzde seksenbeşi (mink, tilki, çinçila, tavşan vs. ) kürk çiftliklerinden, geri kalanı (gelincik, kunduz, kızıl kurt, sincap, lutr, misk faresi vs.) ise avlanma yoluyla elde edilir.

Hayvanların kürküne zarar gelmemesi tek kriter olduğundan, av için genelde ayak ve ağız kapanları kullanılır. Kapanlar yakalanacak ve yakalanmayacak hayvanlar arasında ayrım gözetilmeden gelişigüzel kurulduğu için kürk hayvanlarının yanısıra kürk hayvanı olmayan birçok hayvan ve yeni yavrulamış dişiler de bu kapanlara yakalanıp ölürler. Bu yanlışlık sonucu ölen hayvanlar “atık” muamelesi görür. Kurunun yanında yaş da yanar şeklinde, 1997 yılında on milyon kürk hayvanına karşılık yirmi milyon diğer hayvan tuzaklara yakalanmış ve atık işlemi görmüştür. İlkel bir yöntem olan kapana yakalanan hayvana akıl almaz bir acı verir. Tuzağa düşen çoğu hayvan avcıların gelmesinden önce kendi kendilerine zarar vererek , açlık ve susuzluktan ya da diğer bir vahşi hayvanın saldırısı sonucu ölür. Hayvan, bir kere kapana kısıldıktan sonra kurtulma amaçlı olarak ayaklarını kemirmeye başlar. Hayvanlardan azının bu şekilde kurtuldukları olur. Kurtulamayanlar ise kendilerine zarar verme sonucu kan kaybından ölür. Bu şekilde ölen hayvanların midelerinde kendi bedenlerine ait ayak parçaları, tırnak, kemik kırıntıları ve kapanları da kemirmeye çalıştıklarından diş parçaları çıkmıştır. ’90’lı yıllardan itibaren av ve kapan kullanımının tepki çekmesi nedeniyle kürk çiftlikleri ön plana çıkmıştır.

ÇİFTLİKLERDEKİ VAHŞET

Kapan ve diğer av yöntemleri ne kadar acımasızsa kürk çiftliklerinin de bunlardan farkı var sayılmaz ve daha az acı verici de değillerdir. Her şeyden önce kürk çiftliklerinin amacı hayvanların rahat etmesi , huzurlu ve mutlu olmaları değildir. Bu çiftlikler de iktisadi işletmelerdir ve hayvanlar buralarda en ucuz (dolayısıyla en rahatsız) koşullarda barındırılır ve yine en ucuz (dolayısıyla en eziyetli ) şekilde öldürülür. Mümkün olan en küçük alanda maksimum hayvanı barındırmak için hayvanlar ancak bir iki adım atabilecekleri küçük tel kafeslerde tutulurlar. Bu kafesler yanyana ve üstüste yığılı olduğundan kene, pire gibi parazitler veya herhangi bir enfeksiyon kolayca ve hızla yayılır. Bu durumda ise hasta hayvan ölüme terk edilir. Çiftlikteki kafesler genellikle açık havadadır ve hayvanlar rüzgara, sert soğuğa, aşırı sıcaklara maruz kalır. Bütün bu kötü ve hayvanların doğal ortamlarına aykırı koşullarda yaşam mücadelesi sonucu strese bağlı olarak çiftlik hayvanlarında kendi kendilerini yaralama, birbirlerine karşı yamyamlık ve yeni doğan yavruları öldürme davranışı görülür.

Hayvanları bu yaşam sayılamayacak bu sürecin sonunda ürkütücü bir ölüm beklemektedir. Kürkün kalitesini korumak yine tek amaç olduğundan ölüm şekilleri işkenceden farklı olmaz. Görece küçükçe olan yirmi civarında hayvan bir kutu içine doldurulur, bir ucu kutuya diğer ucu bir traktöre bağlı bir borudan gelen sıcak, filtrelenmemiş egzost gazıyla zehirlenirler. Bu gaz her zaman öldürücü bir etkiye sahip olmaz, bu nedenle gazdan bayılan hayvanların çoğu kürklerinin yüzülmesi esnasında bilinçlerini kazanır. Söylemeye gerek yok, canlı haldelerken derileri soyulur. Daha büyük hayvanlar ise anüslerinden içeri sokulan bir çubuk aracılığıyla elektrik verilerek öldürülür. Bir diğer teknik ise kasları çalışmaz hale getirip solunumu durduran, bu sırada dayanılmaz ağrılı kramplara sebep olan strikininle öldürmedir. Bu yaygın metodlar haricinde basınç odaları, boyun kırma, başlarından sert zemine çarpma, yere fırlatma, metal çubuklarla dövmek diğer öldürme yollarıdır.

KEDİ VE KÖPEK KÜRKLERİ

Bilindik kürk hayvanlarından kürk elde edilmesinin yanısıra dünyada kedi ve köpek kürkü ticareti de yaygınlaşmıştır. Bu ticaretin kaynağı başta Çin olmak üzere Filipinler ve Tayland’dır. Kedi ve köpek kürkü daha çok süslemeler, eldiven, şapka ve oyuncaklarda kullanılmakta ve genellikle tavşan kürkü etiketi altında pazarlanmaktadır. Vurgulamadan geçmeyelim, bu noktada çoğu zaman çelişkili bir durumla karşılaşılır. Kürk giyme konusunu kendilerine mesele yapmayan pek çok kişi, kedi ve köpeklerin de kürklerinin kullanıldığını duyunca dehşete düşer. Ama şunu idrak etmek önemlidir ki, bir tilkinin katliyle bir kedinin katli arasında hiçbir fark yoktur. Nasıl ki kimse köpeğini kaban olarak görmek istemezse, aynı şey doğal ortamında yaşayan diğer hayvanlar için de geçerli olmasın?

Bütün bu yazılanların ışığında sorgusuz sualsiz kabul edilmesi gereken tek gerçek vardır: Kürkü için avlanan ve yetiştirilen hayvanlar üzerinde şiddet uygulanmaktadır. Şiddet “bedene zor uygulama, bedensel zedelenmeye neden olma, kişisel özgürlüğü zor yoluyla kısıtlama, rahatça gelişmesini ya da tamamlanmasını engellemek üzere bazı doğal süreçlere, alışkanlıklara yersiz kısıtlamalar getirme”[1] olarak tanımlanır. Buna ek olarak şiddet keyfilik ögesini içerir. Birçok kişi için böylesi bir tanımlama sadece şiddeti gören canlı, bir insan olduğunda anlamlıdır ve lanetlenecek bir davranış olarak nitelenir. İnsan türü kendisini merkez alarak çizdiği dünyayı ve ona ait dünya görüşünü sorgulamalıdır. Şiddetin tanımı o şiddete kimin maruz kaldığıyla değil, yapılan eylemle ilgilidir. Sonuçta kürk hayvanları özrü olmayacak korkunç bir şiddet görmektedir. Öte yandan insanlar kendi şiddet eylemlerini haklı görerek ve göstererek kendilerini ve kamuoyunun vicdanını rahatlatmak zorundadır. Aynen şöyle : “Dünyada zaman zaman ortaya çıkan kürk karşıtı tepkilere rağmen insanlar için kürk sosyal statü sembolü olmuştur…Çinçilla üretimine duygusal açıdan bakarak tepki göstermek akıllıca bir davranış değildir. İnsanlar yeryüzünde oldukça her türlü hayvanı eti, sütü ve postu için üretmek zorunda olacaklardır.” Böylesine bir meşrulaştırma gülünç derecede kıt ve dünyayı farklı bir gözle görebilme yaratıcılığından uzaktır.

Bu görüş kendi insan oluşuna tapan, sırf insan olmasının ona her türlü hakkı verdiğine inanan “tipik” bir insan düşüncesidir. Bu tipik insanın doğaya ve insandışı tüm hayvanlara karşı davranışları üstten ve sömürücüdür. İnsan olmasının sonucu ve hediyesi olarak gördüğü aklına ve maddi gücüne dayanarak ne pahasına olursa olsun her şeyi elde etme, kullanma, tüketme hakkını kendinde bulur. Bu hakkı muhafaza etmek için bahaneler bulur. Şiddet nasıl bir dünya görüşünün parçasıysa böylesi insanmerkezli vurdumduymaz bir yaklaşım da bir dünya görüşüdür ve şiddetle el ele gider, birbirlerini besler.

Hayvanların insanların hizmetinde olduğu görüşü kabul edilse bile bu, kürkün elde edilmesi ve kullanımı için geçerli olamaz. Kürk durumunda kullanım değil, vahşet ve öldürme söz konusudur. Herhangi bir şeyin gerekli olup olmadığı o şeyin şık oluşundan, asil görünmesinden daha fazla bir gerekçe gerektirir. Kullanılacak şey bir hayvansa ve öldürülmesi söz konusuysa gerekli olduğu iddia edilen nesnenin tam bir gereksinim sayılabilmesinin ön ve tek koşulu, söz konusu nesneyi ikame edecek farklı bir nesnenin olmaması ve bu nesnenin insanın varlığını sürdürmesi için elzem olmasıdır. Böylece insan için de kürkün bir gereklilik olmadığı ortaya çıkar. Standart bir çinçilla manto için seksen tane hayvan kullanılır. Ve bunu giyen kişi seyyar bir mezarlık halinde yüzü kızarmadan nasıl gezebilir?

İnsanlığın, insana artık tüm isteklerine uymamayı tersine onları dizginlemeyi öğretecek, kendi kendini sorgulamanın kapılarını açacak bir “sorumlu ahlak”a ihtiyacı var. Bu ahlak insantürüne ne kadar ilerleyeceğini değil; nerede ve ne zaman durması, farklı konumda ve bilinçte olana saygı duyması gerektiğini gösteren bir anlayış olmalıdır. İnsanların istekleri her geçen gün arttığı gibi, buna paralel olarak sorumlu ahlak da gelişmelidir . Aksi takdirde giderek açılan uçurumun içinden patlayacak krizlere hazır olmakta fayda var.

http://www.birikimdergisi.com/birikim/makale.aspx?mid=95&makale=Kürk Giymek Kabul Edilebilir mi?

October 25, 2009 Posted by | somuru / tahakkum, türcülük, doğa / hayvan özgürlüğü | Leave a comment

Sınırsız Zulüm: Eğlence Sektöründe Hayvanlar – Hayvan Yarışları, Sirkler… Elif Erdoğan


Güney Afrika’nın en eski yerlilerinden olan Kikuyu kabilesine mensup Sawtche, bir çiftçinin kölesiyken aşırı gelişmiş kalçaları ve cinsel organı nedeniyle genç bir cerrahın ilgisini çeker. O dönemde Avrupa’da normal dışı görünümlü, egzotik olarak addedilen farklı ırklara ait insanların sergilenmesi moda halindedir. 1810 yılında ingiliz cerrah tarafından bu genç kadın Londra’ya getirilir. Chester piskoposunun özel izniyle Saartjie Baartman olarak vaftiz edilir. Kadın kısa sürede bir gösteri, sergi nesnesi olarak defalarca alınıp satılır. İlk önce İngiltere’ye, daha sonra Hollanda’ya, en son olarak da Fransa’ya götürülür. Şov dünyasında kendisine Hotanto Venüsü ismi takılır. Sirklerde, fuarlarda, müzikhollerde, yüksek burjuvazinin salonlarında bir merak ve seks objesi olarak sergilenir. Büyük kalçaları ve anormal boyuttaki cinsel organı şehvetle karışık bir merakla izlenir. İzleyenler kadının vücudunu eller, çimdikler, kalçalarına iğneler batırırlar. Bu yabancı beden onlarda açgözlü, doymak bilmez bir ilgi uyandırdığı gibi, aynı zamanda da bir Avrupalı için “daha aşağı bir ırktan” bir insan, hatta bir hayvan olduğu için; bu yaratık kendilerini daha üstün hissetmelerini sağlar. Bir yanda medeni Avrupa diğer tarafta cahil, olsa olsa Avrupalının eğlencesi, kölesi, oyuncağı olan bir hayvansı yaratık vardır. Saartjie artık bir insan, bir doğal varlık değil, kamunun merakını tatmin eden bir nesnedir. Bir süre sonra halk bu tuhaf varlıktan bıkar. Derken bu hilkat garibesini bilimadamları incelemek ister; bu sefer de kadın bilimsel bir vakka, bir inceleme nesnesi haline gelmiştir. Dokuz ay sonra kadın alkolik bir fahişe olarak sefalet içinde ölür. Naaşı da huzura kavuşamaz. Canlıyken kendisini inceleyip bir rapor yazan zoolog ve karşılaştırmalı anatomi uzmanı Baron George Cuvier kadının cansız bedenini teşrih eder; beyni ve cinsel organı çıkartılıp kavanozlara konulur. Bedeninin alçıdan kalıbı ve vücudundan geriye kalanlar Paris’teki Musée de l’Homme’da sergilenir. 1994’te Güney Afrika’daki ırkçı rejim sonrasında Kikuyu kabilesi Nelson Mandela’dan Saartjie’nin bedeninden arta kalanları talep eder. Bu talep Fransız bilim çevreleri tarafından ilk önce reddedilir. Ancak 2002’de Fransa naaşı iade etmeyi kabul eder. 2002’nin Mayıs ayında başbakan, birçok bakan ve kabilenin ileri gelenlerinin de bulunduğu bir tören yapılır ve Saartjie’nin yeniden biraraya getirilmiş bedeni halkının adetleri gereğince bir ot yatak üzerine ateşe verilir.

Günümüz insanı için bu örnek, insanlıkdışı ve akıl almazdır. İnsanlar işlerine geldiği kadar da olsa bir insanlık onurundan, insan haklarından bahsediyor. Ama konu insan değil de hayvan olunca, az da olsa varolan bu etik kavrayış yok olup yerini ben insanım kaynaklı bir benmerkezciliğe, “her şey benim hakkım” görüşüne bırakıyor. İnsanlar eğlenmek için sirklere, hayvanat bahçelerine gidiyorlar. İspanya’ya giden bir turist boğa güreşlerini görmek için can atıyor. Değişik bir gösteriyi görmüş olmak için veya bahis amaçlı olarak at yarışları, köpek yarışları, horoz dövüşleri izleniyor. Bütün bunları yaparken nedense kişiler hep neyin içinde bulunduklarını, aslında neye hizmet ettiklerini biraz olsun sorgulamaktan uzak durur. Cevap çok da basit; dönemin Avrupalısının yerli kadına davranışının aynısı, daha da beteri sorgusuz sualsiz hayvanlara uygulanmaktadır. Hayvanlar modern insan için tüketim nesnesi olduğu kadar; görülüp,seyredilip eğlenilecek; hoş ve ilginç zaman geçirilecek, üzerlerinden para kazanılacak birer varlık konumundadır. Sirkler, hayvanat bahçeleri, deniz memelilerinin bulunduğu su parkları, kültürün bir parçası sayılan boğa güreşleri, tazı yarışları, at yarışları, horoz dövüşleri boş zaman geçirme amaçlı masum aktiviteler değil, dolaylı ya da dolaysız olarak hayvanların katledildiği zulum dolu, kanlı aktivitelerdir. Kimse kendini kandırmasın, bir fil sirkte mutlu değildir, at yarışında hiçbir at severek koşmaz, hayvanat bahçeleri kim ne kadar iddia ederse etsin bir hayvanın gereksindiği doğal ortamı yaratamaz. Bütün bunlar kâr amacı güden birer sektördür, unutulmaması gereken nokta da budur. Ekonominin her alanında olduğu gibi bu kuruluşlarda ve etkinliklerde de ilk kriter çok kazanç az maliyettir. Bu maliyetlerse hayvanlar gözden çıkartılarak, onların huzuru, sağlığı pahasına düşürülmektedir.

Hayvanların bahis veya eğlence amaçlı olarak yarıştırılmaları ülkeden ülkeye kullanılan hayvanların türlerine göre benzerlikler ya da farklılıklar gösterir. Dünyada ve Türkiye’de yaygın ve bilinen olanlar horoz, köpek dövüşleri, at ve tazı yarışlarıdır. Bunların dışında rodeo, Meksika rodeosu, boğa güreşi, kızak köpekleri yarışları (iditarod) daha yerel şekilde yapılmaktadır.

Horoz dövüşleri Türkiye için de geçerli olduğu gibi Meksika, Endonezya, Malezya, Haiti, Porto Rico, İspanya, İtalya, Fransa ve Belçika’da da kültürel bir özellik taşıyor. Dövüşte kullanılacak horozlar yumurtadan çıktıktan sonra 9-15 ay boyunca fındık, fıstık, ceviz, bal ve pişmiş yumurta ile beslenir. Bu sürenin sonunda horoza antrenman olarak otuz dakika dövüş yaptırılır. Ayrıca horozun güçlenmesi için ayak bileklerine ağırlıklar takılarak yürütülmesi de çalışmaların bir parçasıdır. Ringe çıkmadan önce, dövüş sırasında hayvan için bir engel teşkil edeceği düşünülerek horozların tüyleri yolunur, ibikleri ve ayaklarının arkasında mahmuz şeklindeki et parçaları kesilip alınır. Tüylerinden mahrum bırakılması kuş için zararlıdır: vücutlarında ter bezleri bulunmadığından tüylerinin kaybı horozu sıcağa çok duyarlı hale getirir.. Dövüştürülecek horozlar sahip oldukları “silahlara” ve ağırlıklarına göre sınıflandırılır.

Horozlar kokpit ya da sadece pit denilen dairesel veya kare alanlarda dövüştürülür. Horozlar doğal yapılarıyla ringe çıkmazlar. Rakiplerine öldürücü yaralar vermesi, rakibin gözlerini oyması, kemiklerini kırması için pençeleri zımpara ile sivriltilir, pençelerinin ucuna onları birer keskin bıçak gibi kılacak metalden mahmuzlar takılır. Horoz dövüşü seyretmiş bir kişinin anlattıkları bu sürecin ne kadar kanlı olduğunu göstermekte: “Her on beş dakikada bir su molası verildiğini öğrendiğim dövüş, en çok sekiz devre sürüyor. Horozlardan biri ya ölecek ki dövüş bitsin, yoksa berabere kabul ediliyor. Dövüş başlayalı neredeyse bir saat oldu ve kırmızı horoz vura vura diğerinin kafasını patlattı. Her tarafı kan içinde kalan kafası yarılmış horozun boyu biraz kısa olduğu için, kırmızının kafası yerine gırtlağına vuruyor.Herkes kırmızının kazanacağından emin. Mola bitiyor. İğne iplikle kafasındaki yarılan yerleri dikilen tavuk tüylü horoza, şırıngayla şekerli su verildikten sonra tekrar arenaya dönüyor. Son olarak, kanlar temizlensin diye gırtlağına tüy sokuluyor.” (http://www.boluolay.com/kose.php?id=122)

Horoz dövüşlerini meşrulaştırmak için ortaya atılan bahane dövüşün belli tür horozların doğasında olduğudur. “Hint horozuna dövüş öğretilmez, doğasında vardır……Yarıştan men edildiği takdirde soyu körelir. Bu kanatlının gıdası dövüştür. Bu dünyadan bihaber sözde hayvanseverler, tutumlarıyla Hint horozunun kökünü kuruturlar. Konu bilimsel olarak incelenmelidir. Böylece Hint horozunun nesli korunmuş olur.” (http://www.hurriyetim.com.tr/koseprinterversion/1,,nvid~274429,00.html) Gerçekten de hint horozu ve bazı diğer türler saldırgan, dövüşme güdüsü yoğun hayvanlardır. Doğal yaşantılarında bu hayvanlar yiyecek, eş, sınırlarını korumak, belli bir bölgede hakimiyetlerini kurmak için dövüşürler. Fakat bir horozu alıp doğasında varolmayan bir biçimde besleyerek, antrenmanlarla olduğundan daha vahşi hale sokup, bedenlerine müdahale ederek ve sonra da rakibini bertaraf etmesi için ringe çıkarmak, hayvanı dövüşe zorlamak bir hayvanın doğası gereği dövüşmesiyle aynı şey değildir. Doğada nadiren kendi türünden hayvanlar birbirleriyle ölümüne dövüşür, yenilmesi kaçınılmaz olan taraf kaçar gider ve haliyle dövüş de sona ermiş olur. Horoz dövüşlerinde ise kaybetmekte olan hayvanın kaçma ve kurtulma imkanı yoktur.

Dövüşlerin acı verici ve hayvanın doğasına aykırı olması dışında dövüş horozlarının yaşamları da birçok farklı amaçlarla esir tutulan hayvanlar gibi işkenceden farksızdır. Ringe çıkmadıkları veya çalıştırılmadıkları zamanlar bu hayvanlar bir ayaklarından bir yere bağlı olarak barınak niyetine yapılmış, çoğu zaman bir beton zemin üzerine konulmuş tel ya da plastik kafeslerde hareketsiz ve rahatsız bir durumdadırlar. Dövüşü kaybeden horozlar ise zaten gözden çıkartılmışlardır. Onları en iyi ihtimal ölüm bekleyebilir. Bir kere dövüşe alışan horoz normal bir yaşam süremez çünkü dövüşmekten başka bir şey elinden gelmez. Oyun alanlarından, ringlerden kurtarılan horozlar genelde bu nedenden dolayı öldürülür.

Horoz dışında köpek de dövüştürülen hayvanlardandır. Köpek dövüşlerinde dövüş süresi 15 dakika ile 2 saat arasında değişebilir. Köpek dövüşleri rakiplerden biri devam etmek istemeyinceye kadar sürer. Dövüşlere katılan köpeklerin aldıkları ve neden oldukları yaralar ciddi; hatta ölümcüldür. Fiziksel ve zihinsel olarak yeterince güçlü hemen her ırk dövüşler için kullanılabilmesine rağmen Amerikan Pit Bull Terrierler rakipleri karşısında en fazla yorulmaz yenme hırsını ve başarısını gösteren ırktır. Bu köpeklerin inanılmaz güçlü çene kuvveti, ön dişleriyle tutarken arka dişleri ile çiğnemelerine imkan verir. Bu nedenle yaralar derin kesikler hatta kırılan kemikler halindedir. Çoğu köpek kan kaybı, şok, dehidrasyon, aşırı yorgunluk ya da dövüşten saatler hatta günler sonra enfeksiyonlardan ölmektedir. Diğer hayvanlar da ayrıca dövüş adına kurban edilmektedir. Köpek sahipleri genellikle kedi, tavşan ve daha küçük köpekleri hayvanlarını dövüşe alıştırmak için kullanmaktadırlar.

Greyhound olarak da bilinen tazı yarışları, spor, eğlence adı altında hayvanlara yapılan başka bir eziyettir. Bu yarışların ardında büyük bir köpek yarışı endüstrisi mevcuttur. Yarışacak en hızlı ve bedensel açıdan en güçlü türü yaratmak için sektör fabrikasyon köpek üretimine ihtiyaç duyar. İngiltere’de sadece tazı üretmek için tasarlanmış haralar vardır. Bu şekilde İngiltere’de yılda ortalama kırkbin köpek üretilmektedir. Bunun sonucu olarak ortaya üretim fazlası çıkmakta, seri üretim sonucu çoğalan köpeklerden koşmaya, yarışmaya yeterince uygun olmayanlar sektöre kâr getirmeyeceklerinden öldürülmektedir. Yarışacak köpekleri ise zorlu ve riskli yarışlar bir yana, birçok kötü koşul bekler. Tazılar sürekli olarak bir yarıştan diğerine taşındıkları için bu köpeklerin ömürlerinin geniş bir kısmı seyahat halinde, düzgün havalandırma sistemleri olmayan, kalabalık (bir kamyonda aşağı yukarı altmış köpek taşınmaktadır) taşıtlarda, aşırı sıcağa veya soğuğa maruz şekilde geçer. Yarış köpeklerinin bedenleri kastan ibaret olup üzerinde yağ dokusu bulunmaması sebebiyle bu hayvanlar sıcak ve soğuk havaya karşı çok hassastır. Yolculuklar dışında da bu hayvanların durumu iç açıcı değildir. Sağlıksız ve rahatsız barınaklar, yorucu antremanlar, çalışma veya yarış esnasında başa gelen kazalar, yaralanmaları kemik kırıkları, kalp krizi bu köpeklerin yaşamlarının sıradan bir parçasıdır. Bir örnek verilecek olursa 2005 yılında West Virginia’da yetmiş üç greyhound bozuk klima yüzünden çıkan yangında kulübelerinde ölmüş, bundan beş yıl sonra ise aynı kişiye ait elliden fazla greyhound kötü havalandırma sistemi nedeniyle kalp krizi geçirerek ölmüşlerdir. Greyhoundlar genellikle rayların üzerinde dönen bir maket tavşanı kovalama yoluyla çalıştırılır. Bu cihaz köpeklerin yaralanmasına ve ölümlerine sebep olmaktadır.

Tazıdan en iyi verim ilk üç yılda alınır. Hızdan düşen, yaşlanmış köpekler boğularak, zehirlenerek ya da asılarak öldürülmektedir. Öldürülmeyenler araştırma laboratuvarlarına satılmakta veya yarış köpeğine ait kimlik bilgileri kulaklarına takılı olan çiplerde bulunduğundan kulakları kesilerek sokağa atılmaktadır. Verim alınamayacak köpeklerin öldürülmeleri konusunda ABD, Idaho’da yaşananlar çarpıcıdır: Idaho’da bulunan Coeur d’Alene grehound parkında ağzı klipse kapatılmış rektumundan elektrik verilerek öldürülmüş dişi bir greyhound bulunur. Şahitler bunu tek örnek olmadığını, parkta birçok köpeğin de bu şekilde öldürülmüş olduğunu söylerler. Bu olaydan sonra Idaho’da greyhound yarışları yasaklanmıştır.

Greyhound yarışlarının tek kurbanı köpekler değildir. Her ne kadar koşu idmanlarında maket tavşanların kullanımı yaygınlaşmış olsa da tavşan, kedi, gine domuzu diye bilinen kobaylar da kullanılmaktadır. Birçok ülkede greyhound yarışları zalim bir spor olarak görülmeye ve kamunun tepkisini çekmeye başlamıştır. ABD’de 34 eyalette ve Güney Afrika’da yasak olup İtalya’da son yarış pisti geçen yıl kapatılmıştır. Fransa’da ise ticari olmayan şekilde köpek koşuları yapılmasına izin vardır. Tepkilerden ötürü özel şirketler ve dünyada greyhound yarışlarının yönetim mercii olan Dünya Greyhound Yarışları Federasyonu bu yarışları ve bu köpeklerin üretimlerini Asya ülkelerine kaydırma girişimleri başlatmışlardır. Yeni yarış coğrafyası Filipinler, Kamboçya, Vietnam, Çin ve Kore’yi kapsamaktadır. Bu yeni merkezler belirleme noktasında KKTC’de köpek yarışları için yeniden düzenlenerek Ağustos ayında yarışlara açılacak Meserya Stadyumu önemlidir. Bu durum dünyadaki ve özellikle KKTC’deki hayvanseverleri de ayağa kaldırmıştır. Hayvanları Koruma Derneği, Baraka Kültür Merkezi, POST (Project Oriented Searching Team), Lefke Çevre ve Tanıtma Derneği ve tüm hayvanseverler, 14 Ağustos Cumartesi günü saat 20.00’da Mesarya Stadyumu önünde bir protesto gösterisi düzenliyor. Aynı gün açılışı yapılarak köpek yarışlarının başlayacağı Mesarya Stadyumu’nda biraraya gelecek olan hayvanseverler, tüm duyarlı kişileri, çevrecileri, hayvan hakları savunucularını protestoya katılmaya davet etti. Hayvanseverler köpek yarışlarının , hızlı köpeklerin yarıştırıldığı bir spor değil, hayvanlar üzerinden kumar oynanarak hem topluma zararı olan hem de hayvanlara yapılan bir eziyet olduğunun ve Köpek yarışlarının, gerek Hayvan Hakları Evrensel Bildirgesi’ne gerekse KKTC’de yürürlükte bulunan Hayvanlara Zulüm Yasası’na aykırı olduğunun altını çizdi.

Hayvanların bahis amaçlı yarıştırılması sözkonusu olduğunda ilk akla gelecek olan şüphesiz at yarışlarıdır. At yarışları dünyada milyarlarca dolarlık; kazanma, daha fazla kazanma hırsının ön planda olduğu bir endüstridir. Bu kazanç peşinde sektörün kurbanları ise doğdukları andan itibaren mal olarak alınıp satılan, ölümüne çalıştırılan, yarışamayacak duruma düşünce öldürülen, mezbahalara satılan atlardır. Yarış atları için emeklilik yoktur.

Atlar henüz iskelet sistemleri gelişmekteyken yarışlar için hazırlanmaya başlanır. Bu dönemde taylar, kemiklerinin çok yumuşak olması nedeniyle hızlı koşabilecek, ağır yükün verdiği baskıyı kaldıracak kadar güçlü değildir. Yarışlar ve antremanlar bu hayvanlar için aşırı zorlayıcıdır. Tendonlarının gerilmesi atlara geri dönüşü olmayan hasarlar verir. Yarış atlarının yüzde ellisinde kemik kırılması ve sürtünmeye bağlı kemik aşınması görülür. Bu bir örnekle açıklanacak olursa: iki taş birbirine bir müddet sürtüldüğünde taşlardan küçük tanecikler kopacaktır. Aynı durum koşmaya ve bunun yarattığı sürtünmeye bağlı olarak atların kemiklerinde de ortaya çıkar. Bir at ortalama olarak her yirmi iki yarışın birinde yarışı tamamlayamayacak şekilde yaralanmakta, sekiz yüz at ise yarış sırasında yaralanma sonucu ölmektedir. Tıbbi bakım ve teknolojik ilerlemeler de atları iyileştirmeye yetmemektedir, bunun nedeni ise atların bedensel olarak büyük hayvanlar olması, cerrahi müdahaleye ve anesteziye dayanamamaları ve bu hayvanların, üzerlerinde alçı ya da askı gibi kısıtlayıcı gereçlere izin vermemeleridir. Zaten, yine ortalama sayılarla konuşulacak olursa, bir at dokuz yüz bin dolara satın alınmakta, yıllık gideri ise ellibin doları bulmaktadır. Bir kere bu kadar fahiş paralar gözden çıkarıldıktan sonra atların sahipleri ameliyatın ve ameliyat sonrası bakımın masraflarını karşılamaya yanaşmazlar. Yaralı at ya tedavi edilmeden koşturulur veya ölüme terk edilir. Yara almış bir atınsa koşması haliyle kolay değildir. Daha hızlı koşmaları ya da sakatlıklarına rağmen koşmaları için yarış atlarına onları birer ilaç bağımlısı haline getirecek kadar ilaç yüklenir. Hangi ilacın yasak, hangisinin olmadığı ülkeden ülkeye değişir. Bu maddelerden bazıları akciğer kanamalarını engelleyen Lasix, acıyı maskeleyip atın daha hızlı koşmasını sağlayan bir ağrı kesici görevini gören fenilbutazon ; sakat hayvanın acısını hissetmesini engellemek için kullanılan morfindir. Bu tarz ilaçların çeşitleri de çok fazla olduğu için laboratuarların bunları saptaması da kolay olmaz. At yarışları bu tarz skandalları çok yaşamış ve yaşamaktadır.

Bu eziyet dolu yaşantının ardından yarışamayacak atların sonu haliyle bir şekilde öldürülmek olur. ABD’de şu anda 3 tane at mezbahası bulunuyor ve at eti ihracatı oldukça kârlı bir iş. Mezbahalar ise “istenmeyen” atların ortadan kaldırılması gibi “yararlı” bir iş yaptıklarını savunuyorlar. Üç mezbahadan biri olan Beltex mezbahasının kayıtlarına göre, 2004 yılı bir temmuz- yirmi iki temmuz arasında, mezbahaya 1845 at gelmiştir ve bu atların arasında fazla sayıda yarış atları da vardı. (http://www.kaufmanzoning.net/horsemeat/Beltex/Number.htm) Konu ile ilgili diğer bir araştırma ise Colorado Devlet Üniversitesi’ne aittir, bu araştırmaya göre ise mezbahaya gönderilen 1348 attan 58 tanesi yarış atıdır.

Çoğu çocuğa okulda ya da ailesi tarafından yüzeysel bir şekilde hayvanları sevmesi gerektiği öğütlenir. Bu sevginin tek gerekçesi de insanların, hayvanların “etinden, sütünden, yününden” yararlanıyor olmasıdır. Hayvanlar kafalarda her zaman insanın ancak emirlerine ve isteklerine tâbi bir konumda yer alır. Hayvanların dünya üzerinde kendilerine özgü sebeplerle varoldukları, insan ihtiyaçlarını karşılasınlar diye varolmadıklarını düşünmek nedense çok aykırıdır. Bu kadının erkek için, siyahın beyaz için yaratılmış olduğu gibi hep iki kutuplu işleyen araçsal görüşün aynısıdır. Kendini akıl sahibi varlık olarak niteleyip doğadaki diğer hayvan türlerinden ayıran insan uygarlaştığından itibaren ve daha yoğun olarak da Aydınlanma hareketi ile birlikte kafasında iyi-olumlu , kötü-olumsuz şeklinde karşıtlıklar yaratmış, biri (iyi-geçerli) olan hak sahibi sayılıp diğeri pahasına ön plana çıkartılmış, öte tarafta kalan ise yürürlükte olanın sömürüsüne maruz kalmıştır. Ardından ilerleme adı verilen zihniyet değişimleriyle eski yaklaşım bırakılmış, hatalardan nedamet getirilmiş fakat yeni şekillenen bir kafa yapısına uygun olarak tekrar değişik bir sömürü nesnesi yaratılmıştır. Ne yazık ki insanlık tarihi hep böyle çalışmış ve çalışmaktadır. Peter Singer’ın sözleri ile ifade edilirse insanlığın şu an hayvanlara karşı zorbalığı ve “eşit önemseme ilkesi”nden uzak muamelesi “mevcut son ayrımcılık biçimi”dir. Bu hal karşısında insanlık hâlâ gözünü açmaya direnmekte, hayvanlara karşı kullanım odaklı bakış sürmektedir. Bu düşünme ve akıl yürütmeyi terk etmek kolay olmayacaktır. “Her özgürlük hareketi ahlaksal ufkumuzun biraz daha genişletilmesini gerekli kılar; eskiden beri doğal ve kaçınılmaz kabul edilegelen bazı uygulamaların aslında hiçbir şekilde haklı gösterilemeyecek bir önyargının sonucu olduğu ortaya çıkar ve bunun meşru bir biçimde sorgulanabilecek hiçbir yaklaşımı ya da uygulaması olmadığını kim ileri sürebilir?” (Peter Singer, Hayvan Özgürleşmesi, Ayrıntı Yayınları) Olanı, sorgulamadan yapageldiğimizi köklü bir şekilde gözden geçirmek ve alışmışı zarar görenlerin gözüyle değerlendirmek gerekir. Kısacası Foucault’nun Özne ve İktidar’da altını çizdiği gibi “bugünlerde amacımız ne olduğumuzu keşfetmek değil, ne olmuş isek onu red etmek olmalıdır”.

Hayvanlara karşı bir miktar sempati duyan, “çok da eziyet görmelerini (!)” tasvip etmeyen herhangi bir kişi olan sağduyusu sayesinde hayvan dövüşlerinden, at yarışlarından rahatsızlık duyabilir. Ama çoğu insan sirkleri, hayvanat bahçelerini, deniz memelilerinin bulunduğu parkları sevimli bulur, bunları çocukları için şirin bir eğlence, hayvan sevgisi yönünde yararlı bir etkinlik olarak değerlendirir. Gerçekten de hayvanları sevmediğini dile getiren bir kişi için bu mekanlar cazip değildir. Bu nedenle, birçok kimse bu yerlerin ve bu tarz gösterilerin hayvanlar için gerçekte ne kadar eziyet dolu, dayanılmaz bir yaşam yarattığını, arka plandaki görünmeyen sefaleti biraz olsun bilseler, bunlardan artık zevk almayacaklardır. Olumsuz koşullar, sirklerde uygulanan şiddet dolu eğitim yolları bir yana, unutulmamalıdır ki söz konusu hayvanlar insanları eğlendirmek amacıyla birer tutsak konumundadır. Hiçbir yapay müdahale, ne kadar doğaya uygun olduğu iddia edilirse edilsin hayvanlara kendi özgür ortamlarını, sosyalleşme, yiyecek arama, oyun oynama, çiftleşme gibi temel gereksinimlerini sağlayamaz. Artık daha şıklaştırılıp demir parmaklıklar, kafesler kaldırıldı diye isimleri doğal park ya da zoolojik park olarak değiştirilen hayvanat bahçelerinin sunduğu görüntü vahşi yaşamın sadece bozulmuş, çarpık bir sunumundan öte değildir.Öyle ya da böyle sirklerde olsun doğal parklarda olsun hayvan kontrol altında ve özgürlük içinde yaşama haklarından mahrumdur.

Bu ortamların esir durumda olan bazı hayvanların doğalarına ne kadar aykırı olduğunu görmek için birkaç basit bilgi yeterli olur. Filler günün on sekiz saatini aktif geçiren, günde 30 mil kadar yürüyebilen, göllerde serinlemekten hoşlanan, sürü içinde yaşayan, oldukça sosyal hayvanlardır. Ayılar kısıtlanmaya en zor dayanan hayvanlardan biridir. İyi yüzücü olan ve saate 35 mil koşabilen ayılar meraklı, enerjik fakat bir o kadar da utangaç yapıdadır. Gösteri zamanı dışında filler sirklerde günün yüzde yetmişinde, büyük kediler yüzde doksandokuzunda zincire vurulu ve kafeslere kapalıdır. Sirkte kendisi için tahsis edilen alan, bir kaplanın doğal yaşam alanından onsekizbin, aslanınkinden ise onyedibin misli dardır. Bütün bu sayısal ifadeler durumun vahametini gösterir. Rahatça hareket edememeye ve sürekli dayak tehditine bağlı olarak bu hayvanlarda strese ve psikolojik bir mahrumiyete işaret eden sürekli kafa sallama, bulundukları yerin zeminini tırmalama gibi anormal davranışlar görülür. 2001 senesinde Kelly Miller isimli bir sirke ait bir römorkta aşırı derecede aç ve susuz, volta atmaktan ayakları kan içinde kalmış 3 tane ayı bulunur. Eğitimcileri hayvanlara karşı zalimlikten ve buna bağlı dört farklı suçtan suçlu bulunur. Akuatik parklarda tutulan balina, yunus, deniz aslanı gibi deniz memelilerinin yazgıları da ehven sayılmaz. Orkalar ve yunuslar aileleri ile birlikte sürü halinde yaşarlar. İçlerinden birinin yakalanması ailenin ve sürünün bütünlüğünü bozar. Bu memelilerden ele geçirilip daha sonra tekrar denize bırakılanlar stres veya şok nedeniyle ölür. Tüm benzerleri gibi hareketli olan bu hayvanlar için de havuzlarda, su tanklarında yaşamak dayanılmazdır. Normalde kırk-elli yıllık ömürleri olan yunuslar esaret altında ancak yirmi yıl; doksan yıldan fazla yaşayabilen orkalar ise çok nadiren on yıldan fazla yaşarlar. Bu ölümlerin başta gelen nedeni ise strese bağlı ülser ve intihardır. Bu hayvanlar çoğu zaman kendilerini suyun üzerine bırakarak ya da havuzun zeminini dişleme gibi zarar verici hareketlerle hayatlarından vazgeçer. Deniz kaşifi kaptan Jean Jacques Cousteau ve oğlu tutsak yaşama dayanamayarak kendini su tankının zeminine vura vura öldüren bir yunusa şahit olduktan sonra hiçbir deniz memelisini yakalamayacaklarına dair yemin etmişlerdir. İkinci sırada gelen ölümler ise atılan bozuk paralar, havuz suyunun pis olması gibi insan ihmalkarlığı ve dikkatsizliğinin sonucudur. Ayrıca bu havuzlar güçlü kimyasallarla temizlendikleri ve içlerindeki suda yüksek oranda klor bulunduğu için hayvanlar için zarar teşkil eder.

Bütün bu olumsuzlukların arasında hayvan özgürleşmesi adına birer küçük adım sayılacabilecek gelişmelerle de karşılaşmak mümkün. 31.Mayıs.2005 ‘te alınan bir kararla Belçika’da yeni yunus parkı açılması yasaklanmıştır, bunu takiben var olan delfinaryumların ise kapatılması yönünde girişimlere başlanmıştır. Diğer karar ise sirklerle ilgilidir. Yine Belçika’da sirklerde bazı hayvanların tutulmasını yasaklayan kanun yürürlükten kaldırılmıştır. Bu değişim ilk başta olumsuz görünse de bir iyileştirme söz konusudur Çünkü bu yeni kararla 2012 yılına kadar sirklere zoolojik parklardaki standartları karşılama zorunluluğu getirilmiştir. Örnek olarak fil için zorunlu olan yüz metrekarelik dış alan genişliği bin metrekareye, kaplan için mecburi olan otuz metrekarelik dış alan ise yüz metrekareye çıkartılmıştır. Ayrıca yine bu kanuna göre sirklerde sadece tutsak doğmuş hayvanların kullanılması ve sadece gösterilerde yer alan hayvanların bulundurulması yeni zorunluluklar arasındadır. Konu hakkında alınan başka bir karar ise taşıma ve sert olmayan eğitim yöntemlerinin uygulanması ile ilgilidir.

Esaret hayatının yanı sıra sirklerdeki yaşam koşulları da berbattır. Akıldan çıkmamalıdır ki sirkler kâr amacıyla kurulmuş birer iş yeridir. Hayvanlar ise bu iş yerlerinin en alt kademedeki çalışanlarıdır. Maliyetlerse ilk elden bu hayvanların üzerinden azaltılacaktır.

Sirkler şehirden şehire ülkeden ülkeye sürekli gezdikleri ve çoğunlukla seyahat halinde olmaları nedeniyle hayvanların gereksindikleri su, yiyecek, veterinerlik hizmetleri gibi temel ihtiyaçlara erişim kısıtlıdır. Hayvanlar saatlerce küçük kafeslere tıkılmış hareketsiz ve bağlı olarak ,aşırı sıcak ya da soğuk havaya maruz kalarak yolculuk ederler. Yine de sirklerde eğitim adı altında uygulanan zalim öğretme tekniklerine kıyasla bu rahatsız yolculuklar bir dinlenme bile sayılabilir. En azından dayak, zorlama bir süreliğine de olsa ortadan kalkmıştır.

Sirk hayvanları şovlarda sergiledikleri zorlanma gerektiren numaraları isteyerek öğrenmezler. Kimse de durduk yere alevler içindeki bir çemberden atlayan bir kaplan ya da dans eden bir fil göremez. Değişen kademelerde kamçılama, elektrik şoku verme, fillere kanca şeklinde bir alet batırma veya bu aletle darp etme gibi bedensel cezalandırma teknikleri kullanılarak hayvanlar kendilerine emredileni yapmak zorunda bırakılır. Bedensel cezalandırmanın yanı sıra su, yemek vermeme, hayvanı kafesinde tek başına bırakma da direnen hayvanların direncini kırmak için başvurulan yollardandır. Zincir, kırbaç, sopalar, kanca, ip, ağızlık gibi gereçler bu canice eğitimin vazgeçilmezleridir.

Fil kancası olarak da bilinen bu alet filleri “yola getirmek” için bir eğiticinin demirbaşıdır. Bir filin derisinin kalınlığı vücudunun bölgelerine göre değişir. Bu kanca derinin ince ve bir böcek ısırığını fark edecek kadar hassas olduğu kulak araları, burnun içi, çene altı ve ayak çevrelerine batırılır.

Sirklere ve hayvanat bahçelerine danışmanlık yapan bir fil terbiyecisi olan Alan Roocroft, Managing Elephants adlı kitabında şöyle yazar: “Bir file bedensel cezalandırma uygulanırken bu ceza o şekilde zorlayıcı olmalıdır ki fil bunun gerçek bir ceza olduğunu sezebilsin. Üstün pozisyonu sağlayabilmek için eğitici fili iyice sindirmelidir. Asi bir fili zap etmek için yeterli miktarda kas gücünü temin etmek için 8 tercihen 10 yardımcıya gerek vardır. Fil bir kere hareketsiz hale getirildikten sonra tahta bir sopanın darbelerine maruz kalır.” Yine birer fil terbiyecisi olan George “Slim” Lewis ve Byron Fish konuya devam ediyorlar. “…..böyle bir durumda ise fil korku ve bıkkınlık emareleri gösterecektir: gözleri dolar ve gözlerinden yaşlar akar. En sonunda fil teslim olur….Karşısındakine kıyasla çaresiz olduğunun farkındadır.” (http://www.circuses.com/bullhooks.asp)

Fazla söze gerek yok, insanlık utancı denilen şey bu olmalıdır.

Hayvan refahı konusunda Avrupa Birliği uygulamaları ve kanunları birçok ülkeye kıyasla, insana “hiç yoktan iyidir” dedirtecek şekilde ileri sayılabilir. “1997’de imzalanan ve 1999’da yürürlüğe giren Amsterdam Anlaşması hayvanları ilk kez duygulu varlıklar olarak kabul eden ve hayvan refahına ilişkin bir protokolü içermesi bakımından önemlidir. Fakat at yarışları, boğa güreşleri, tazı yarışları, tazı ile avlanma konularında üye ülkere ulusal düzenlemeler yapma hakkı tanımıştır.” “Mart 1999’da ise hayvanat bahçelerinde tutulan vahşi hayvanlara ilişkin bir direktif bakanlar kurulunca kabul edilmiş, hayvanat bahçelerinde bulunan vahşi hayvanlara doğal davranışlarını sergileyebilmeleri için yeterli alanların ayrılması ve hayvanat bahçelerinin 2002’den itibaren ruhsat ve denetimlerinin sağlanması zorunlu hale getirilmiştir.” (http://www.ist-vho.org.tr/kurultay/ab_uyum.htm)

2004’te Avrupa Parlamentosu Konseyden sirkleri resmî olarak Avrupa kültürünün bütünleştirici bir parçası ya da sirklerde hayvan bulunmasının bir kültürel öge olarak tanınmasını istemiştir. Şu anda bu tanımlama kabul edilmiş olduğu için; hayvanların eğlence amaçlı kullanımı İsveç, Avusturya, Finlandiya ve bazı idari merkezlerde yasak olup, diğer üye ülkelere bu konuda düzenleme yapma yetkisi verilmiştir. (http://www.europarl.eu.int) Topluluğun 1 Ocak 2007’den itibaren geçerli olacak, Ekim 2005 tarihli düzenlemesiyle her sirkin kayıt altına alınması, bulunan her hayvanın kaydının yapılması; her hayvan için aşıları, geçirdikleri hastalıkları, yapılan testleri belgeleyen kimlik niteliğinde bir pasaportun çıkarılması, her yer değiştirmenin 48 saat önceden ilgili merciilere haber verilmesi ve resmî izin alınması zorunlu hale getirilmiştir.

Hayvan refahına ilişkin olarak üye ülkelerin düzenlemelerinde yer alan bazı yasaklamalar ise şöyledir:

– evcil ya da vahşi hayvanları su ve yiyecekten mahrum bırakmak,
– yaralanma ve hastalık durumlarında bakımsız bırakmak,
– kendi doğal ortamlarına uygun olmayan yerlere yerleştirilmeleri,
– mutlak zorunluluk olmadıkça kapatma, hapsetme, bağlama aygıtlarının kullanımı
– (gösterilerde) ilaç niteliğindeki maddelerin kullanımı,
– cerrahi müdahalelerle hayvanların özelliklerinin değiştirilmesi
– hayvanın, kendisine kötü muameleye yok açacak oyunlara ve faaliyetlere sokulması
– hayvanın hedef tahtası olarak kullanılması

Paulo Freire Ezilenlerin Psikolojisi isimli kitabında, ezilenleri köylü ve kentli emekçiler sınıfı, öğrenci grubu olarak ele almasına ve kesin bir insan-hayvan ayırımı çizmesine karşın, duruma sadece ezen-ezilen ilişkisi şeklinde bakıldığında, insanoğlu içindeki ezen-ezilen dengesizliğinin, ezilen hayvan-ezen insan arasındaki bağa benzerliği şaşırtıcıdır. İnsanların kendi aralarında olsun, insan-hayvan arasında olsun , bir varlığı aşağı olarak etiketleyip hükmetmek tek bütünün bir parçasıdır. Adı geçen kitapta Freire “okul içinde veya dışında, herhangi bir düzeydeki öğretmen-öğrenci ilişkisi”ni masaya yatırır. Bu ilişki bir özne (öğretmen) ve nesnelerden (öğrencilerden) oluşur ve aktarım tek tarafın (özne) elinde tuttuğu erke dayanır. Yazarın “’bankacı” eğitim’ diye nitelendirdiği modelde “bilgi, kendilerini bilen sayanların, yine onlar tarafından hiçbir şey bilmez sayılanlara verdiği bir armağandır. Başkalarını mutlak bilgisiz saymak baskı/ezme ideolojisi için karakteristiktir….”Öğretmen kendisini öğrencilere, onların zorunlu karşıtı olarak sunar; öğrencilerin cehaletini mutlak sayarak kendi varlığını gerekçelendirir.” “Bankacı” model “öğretmen düşünür,öğrenciler hakkında düşünülür.”, “öğretmen disipline eder, öğrenciler disipline sokulurlar.” , “öğretmen bilginin otoritesini,kendi mesleki otoritesiyle karıştırır ve bu otoriteyi öğrencilerin özgürlüğünün karşıtı olarak öne sürer” şeklinde özetlenebilecek bir yapıdır. (Paulo Freire – Ezilenlerin Pedadojisi, Ayrıntı Yayınları) Bu yapı ezen-ezilen ilişkisinin bulunduğu her yerde benzer şekillerde örgütlenir. Kaynağını belli bir varsayımdan alan gücün sorgulanmayışı ve bu güce sahip olanın kendine sonsuz derece hak tanır oluşu bu tarz ilişkilerin esasını oluştur. Öğretmen-öğrenci örneğinde varsayılan, öğretmenin bildiği ve karşı tarafın cahil olduğudur. Gerçekliği bir kurgu olan veya gerçekliğinden şüpheye düşülebilecek (ama düşülmeyen) bu varsayım öğretmenin tahakkümüne izin verir. Hayvan-insan ilişkisi de farklı varsayımlardan hareket ederek kurulmuş olsa bile (burada varsayılan insanın akıl sahibi olduğu ve bu aklın sömürü için yetki olduğudur). ezeni (özne-insan) ve ezileni (nesne-hayvan) karşı karşıya getirir ve içinde de dünyanın en acımasız ve geniş çaplı tahakkümünü barındırır. İşin acı yanı ise bu sömürünün kolayca geri dönüşü olmayacak biçimde rasyonalize edilmiş olmasıdır: hayvanlar insanlığın gereksinimleri ve eğlenceleri için vardırlar. Nokta burada konulduğu ve olan biten de sorgulanmadığı takdirde bu sömürü beslenme alışkanlıkları, hayvan testleri, sirkler, yarışlar olarak tekrar tekrar ortaya çıkacaktır.

http://www.birikimdergisi.com/birikim/makale.aspx?mid=236&makale=Sınırsız Zulüm: Eğlence Sektöründe Hayvanlar – Hayvan Yarışları, Sirkler…

October 25, 2009 Posted by | somuru / tahakkum, türcülük, doğa / hayvan özgürlüğü | Leave a comment