ecotopianetwork

Frontex nedir? İrfan Akalp

Yüzyıllarca Ortadoğu ve Afrika’nın yer altı ve yerüstü kaynaklarını sömüren Avrupa, kaynakları sömürülmüş bu bölgelerde yaşayan insanların iş, aş ve ekmek umuduyla Avrupa ülkelerine yönelen göç hareketlerini kontrol etmek için kısa adı Frontex olan ‘İnsan-göçmen avcıları’ birliğini 2005 yılında oluşturdu.

Frontex (Fransızca: Frontières extérieures, dış sınırlar) ya da Avrupa Birliği Sınır Güvenliği Birimi, anlamını taşıyor. Asıl amacı Avrupa Birliği’nin birliğe üye olmayan komşu ülkelerle olan sınırlarının güvenliğinin sağlanması, ulusal sınır muhafızları arasında işbirliği yapılması ve sınırlarla ilgili risk analizleri oluşturulması olsa da Frontex in faaliyetleri, Afrika’dan tekne ve botlarla gelen göçmenleri henüz daha karaya ulaşmadan Akdeniz üzerinde durdurmak. 3 Ekim 2005 tarihinde hizmete giren kurumun genel merkezi ise Polonya’nın başkenti Varşova’da bulunuyor.

Frontex, Avrupa birliği ülkelerinin polis ve ordularından oluşuyor. Frontex, Avrupa’nın dış sınırlarında güvenliği dışarıdan girişleri engellemek üzere kuruldu. 2005 yılından bu yana faaliyet gösteren Frontex, Schengen “serbest dolaşım sistemini” tamamlayıcı bir mekanizma olarak hizmet veriyor. Schengen sistemi AB içinde sınırların kaldırılmasını gerektirdiği gibi birliğin dış sınırlarının da olabildiğince yükseltilmesini öngörüyor. AB’nin söz konusu sınır politikalarını tanımlamak için kullanılan kavram ise “Kale Avrupası” (Fortress Europe). Bu kavram, AB içinde üye Devletlerarasında ulusal sınırları ortadan kaldırma savıyla AB’yi çevresinden ayıran sınırlara daha yüksek duvarlar örülmekte olduğu gerçeğini anlatmak için kullanılıyor. Rakamlar AB sınırlarının göçmenler için bir cehenneme dönüşmüş olduğunu ortaya koyuyor. Kesin rakamlar hiçbir zaman bilinemese de 1988 yılından bu yana Avrupa sınırlarında ölen göçmen sayısının yaklaşık 14 bin 700 kişi olduğu hesaplanıyor.

Frontex’in Hızlı Sınır Müdahale Ekipleri’nin yanı sıra bunları tamamlayan hava ve deniz gücü de bulunuyor. Bu küresel ordu 20 Uçak, 30 Helikopter ve 100 gemi ile faaliyetlerini sürdürüyor. Üye ülkeler Frontex’e savaş gemileriyle katılıyorlar. Frontex’in deniz gücü özellikle önemli. Çünkü böylece göçmenler henüz AB üyesi ülkelerin kara sularına girmeden (yani ulus devletlerin başına bela olmadan) uluslarası sularda durdurulabiliyorlar. Oysa İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin 14.maddesi şöyle diyor:

Madde 14

  1. Herkes zulüm karşısında başka memleketlerden mülteci olarak kabulü talep etmek ve memleketler tarafından mülteci muamelesi görmek hakkını haizdir.
  2. Bu hak, gerçekten adi bir cürüme veya Birleşmiş Milletler prensip ve amaçlarına aykırı faaliyetlere müstenit kovuşturmalar halinde ileri sürülemez.

Frontex in kullandığı teknolojiler ve tekniklerin hayata geçirilmesi tamamen militarist olduğu gibi düzensiz göçü sadece ve sadece askeri yöntemlerle çözeceği bir sorun olarak görerek sorunun sosyalojik, ekonomik, psikolojik birçok faktörünü görmezlikten geliyor. Mültecilerin bot ve teknelerini batırmak hiçbir cezai yaptırıma uğramıyor. Hareketli sınırlar içerisinde egemenliğin nasıl kurulacağı göçmenler üzerinden test ediliyor. Devletlerin düşman algısı da değişerek Devletin düşmanı insan öznesi haline geliyor.

Türkiye’nin AB üye ülkeleriyle sınırları da Frontex’in yakından ilgilendiği sınır bölgeleri arasında bulunuyor. Yunanistan’ın talebi üzerine Türkiye-Yunanistan sınırına AB’nin dış sınırlarını korumakla görevli, Avrupa’ya insan göçünü önlemek amacıyla “insan avcılığı” yapan Frontex’e bağlı timler yerleştirildi. Bu timler 200 kilometreyi aşkın sınır boyunca görev yapacaklar. Meriç sınırında devriye gezecek olan Frontex timi kendi ülkelerinin üniformalarını giyecek, AB kolluğu takacak. Tim tüfek ve tabanca taşıyabileceği gibi, silahlı bir saldırıya uğraması durumunda “karşılık vermekle yetkili” olacak. Tim herhangi bir saldırıya uğrayacak olursa yapılan saldırının Yunan askerlerine yapıldığı varsayılacak. Bu yetkilerle donatılan tim, kaçak göçmenleri rahatlıkla “avlayabilecek.”

AB’ Türkiye’yi, Frontex’in Ege’deki Avrupa deniz ve hava operasyonlarına da ortak etmeyi amaçlıyor. Konuyla ilgili açıklama AB Dönem Başkanı İsveç’ten geldi. İsveç, AB ile Türkiye arasında olası bir anlaşmaya ilişkin müzakerelerin sürdürüldüğünü belirterek, “Söz konusu anlaşmada bilgi teatisinin yanı sıra Türk makamlarının Frontex’in ortak görevlerine katılımının da öngörüleceğini” açıkladı.

İsveç tarafından yapılan açıklamanın önemli yanlarından biri, AB ile Türkiye arasında henüz içeriği kamuoyuna yansımayan sınırların korunması ve vize muafiyeti gibi konuları kapsayan görüşmelerin meyvelerini vermekte olduğunu göstermiş olması.

 AB, Türkiye’ye vize muafiyeti için iki önşart koşmuştu. Bunlardan biri biyometrik pasaport kullanımına geçilmesiydi. Türkiye bu uygulamayı başlattı. İkincisi olarak ise, Türkiye’den kaçak göçmenler konusunda yeni düzenlemeler hayata geçirmesi bekleniyor. Bu yeni düzenlemeler bugün AB ile Türkiye arasında müzakere ediliyor.

Geri Kabul Anlaşması

Düzenlemelerin başında “Geri Kabul Anlaşması” geliyor. Bu anlaşma “güvenli” olarak tanımlanan üçüncü ülkelerden transit olarak geçerek Avrupa’ya giden kaçak göçmenleri kendi ülkelerine göndermeyi öngörüyor. Anlaşmanın imzalanmasıyla Türkiye “güvenli ülke” sayılacak. Böylece Türkiye’den geçerek AB’ye girmeyi başaran kaçak göçmenler, yakalandıklarında ya da iltica talebinde bulunduklarında Türkiye AB tarafından “güvenli ülke” sayıldığı için Türkiye’ye geri gönderilecekler.

Zaman içerisinde Türkiye üzerinden Avrupa’ya geçen göçmenlerin sayısında büyük artış kaydedildi. Bu göçmenlerin güzergâhlarının başında Türkiye-Yunanistan sınırı geliyor. Türkiye’den Yunanistan’a her gün 35-40 kişi geçmeye çalışıyor. Yunanistan’a sadece 2010 yılında girmeye çalışan göçmen sayısı 128.000.Göçmenler ya deniz yoluyla Yunanistan’a geçmeye çalışıyorlar ya da Trakya-Yunanistan kara sınırını kullanıyorlar.

Avrupa göçmenleri öldürüyor

Türkiye basınında, Türkiye -Yunanistan sınırında bir toplu mezar bulunmasının gündeme gelmesi, AB’nin göçmenlere karşı insanlık dışı uygulamalarını bir kez daha akıllara getirdi.

Göçmenleri ucuz emek gücü olarak görüp zor koşullarda çalıştıran, kazandıkları az miktarda parayla oldukça güç şartlarda yaşamalarına neden olan birçok Avrupa ülkesi, mülteci kamplarındaki insanlık dışı uygulamalarla ve “sınır güvenliği” bahanesiyle görevlendirdiği silahlı askerlerle konuya kendince çözüm buluyor.

İstatistikler göçmenlerin çoğunun, kötü hava şartları, yolculukta kapılan hastalıklar, bindikleri deniz taşıtlarının aşırı yüklemeden ötürü batması gibi sebeplerden ziyade sınırlarda görev yapan güvenlik timlerinin müdahalesiyle öldüğünü ortaya koyuyor.

Yunanistan duvar çekiyor

Yunanistan’ın açıkladığı sayılara göre son 4 yılda 512.000 göçmen yasadışı yollardan Yunanistan’a giriş yaptı. Bu sayının önemli bir kısmını Türkiye üzerinden girenler oluşturuyor. 2010 yılında 50 binin üzerinde kaçak göçmenin Türkiye üzerinden Yunanistan’a geçtiği belirtiliyor. Türkiye üzerinden geçen göçmenlerin önemli bir kısmı Meriç nehri üzerinden ülkeye ulaşıyor. 2009’da 43 bin kişinin bu yolu kullandığı tahmin ediliyor. Yunanistan bu verileri sebep göstererek sınıra duvar ve tel örgü çekmeye hazırlanıyor. Yunanistan Türkiye üzerinden ülkeye giren göçmenleri engellemek için 12,5 kilometrelik tel örgü çekeceğini açıklayan Yunanistan’ın duvarı örmeye başladığı bildiriliyor.

20 yılda 15 bin göçmen öldü

Her yıl milyonlarca kaçak göçmen Avrupa’ya geçebilmek için çeşitli yollar deniyor. Ancak, Avrupa’nın köklü bir çözüm bulmak istemediği göçmen sorununda her gün yeni dramlar yaşanıyor. Fortress Europe derneğinin açıklamasına göre 1988 yılında beri Avrupa sınırları boyunca en az 15 bin insan öldü. Bunların arasında denizde kaybolan 6 bin 344 kişi de var.

Akdeniz ve Atlas mezar oldu

Kaçak mülteciler Avrupa’ya geçebilmek için en çok deniz yolunu kullanıyor. En fazla ölüm de bu yolculuklar sırasında gerçekleşiyor. Bu yolculuk sırasında denizler sadece küçük, iğreti teknelerle geçilmeye çalışılmıyor. Kayıtlı vapurlar ve kargo gemileri de kaçak göçmenleri Avrupa’ya taşıyan araçlar arasında. Kötü şartlarda yapılan bu yolculuklarda geçen yıl 153 göçmenin havasızlıktan boğularak hayatını kaybettiği biliniyor. Bunun dışında, yapılan araştırmalar son 20 yılda Akdeniz’den ve Atlas Okyanusu’ndan Avrupa’ya geçmek için kullanılan üç belirgin güzergâhta 9 bin ila 10 bin göçmenin hayatını kaybettiğini gösteriyor.

Libya ve Tunus’tan Malta ve İtalya’ya uzanan rota üzerindeki Sicilya Kanalı’nda 3 bin 118 göçmen kaybolduğu, 138 kişinin Cezayir’den ve Sardinya’ya gitmeye çalışırken boğulduğu, Moritanya, Fas ve Cezayir’den İspanya’ya ulaşmaya çalışan 4 bin 286 göçmen Cebelitarık Boğazı’nda ya da Kanarya Adaları açıklarında hayatını kaybettiği, bunların 2 bin 167’sinin hala bulunamadığı biliniyor.

 

June 16, 2011 Posted by | sistem karsitligi, somuru / tahakkum, sınırlara hayır | 1 Comment

Adaletin KÂĞITSIZ halleri: Sorular, Sorunlar ve Feminist Siyaset – Begüm Özden Fırat

 2010 Haziran’ında feminist haberleşme ağı Feminist e-mail grubuna bir e-mail düştü. E-maili atan kadın, evinde yatılı olarak çalışan Türkmenistan uyruklu bebek bakıcısının Mecidiyeköy’de devriye gezen üç polis tarafından durdurulduğunu, pasaportsuz olduğunun ortaya çıktığını, bunun üzerine kadının sınırdışı edilmek üzere Yabancılar Şubesi’ne götürülmeyi kabul etmesine rağmen Şirinevler’de  bir eve götürülüp burada tecavüze uğradığını belirtiyordu. Parası ve cep telefonu da gasp edilen kadın kendisine tecavüz eden polisin adını biliyordu ve onu teşhis etmeye hazırdı. Ertesi gün şikayetçi olmak için Mecidiyeköy karakoluna gidildi. Kadın kimseyi teşhis edemediği gibi ifadesini de geri aldı ve kimseden şikayetçi olmadığına dair yeni bir ifade verdi. Emniyette bulunan avukatın aktardığına göre karakoldaki komiser, kadının aslında özel sebebler yüzünden ülkesine dönmek istediğini, bu sebeple göçmenlerin Türkiye sınırları dışına çıkarken ödemeleri gereken maddi cezadan kurtulmak için kendisini sınırdışı ettirebilemek amacı ile yalan söylediğini iddia ederek olayı kapatmıştı. Komiserin komplo teorisine kimse inanmadı. Kadın, Kumkapı’da bulunan Geri Gönderme Merkezi’ne kapatıldı. Ardından da sınırdışı edildi. Türmenistan uyruklu çocuk bakıcısının hikayesi kamusal anlamda bu noktada sona erdi.

Tıpkı  kısacık hikayesini okuduğunuz bu kadın gibi İran, Irak, Moldova, Romanya, Bulgaristan, Rusya Federasyonu, Ukrayna, Gürcistan ve Ermenistan’dan gelen binlerce kadın yaşıyor Türkiye’de. Sovyetler Birliği’nin dağılması ve neoliberal politikaların yaygınlaşmasının bu ülkelerin ekonomilerinde yarattığı tahrifat ve artan işsizlik nedeniyle, pek çok insan çalışmak için Türkiye’ye göç ediyor. Komşu ülkelerle imzalanan esnek vize  anlaşmaları nedeniyle Türkiye’ye yasal giriş yapmış olsalar da, aslında yasal olarak ne göçmen ne de işçi olarak kabul ediliyor bu kadınlar. Onlar küresel kapitalist sistemin yarattığı yapısal şiddet, eşitsizlik ve adaletsizlik nedeniyle yaşadıkları yerleri terketmek zorunda kalan kağıtsız göçmen kadınlar. Çoğunlukla ev içi hizmet, inşaat, turizm, eğlence ve tarım gibi sektörlerde kayıtsız, güvencesiz ve sigortasız çalışıyorlar. Üstüne üstlük, yasadışı kabul edildikleri için tüm temel haklardan yoksun yaşıyorlar aramızda.

Sistemin hukuk dışına ittiği bu kadınlar, yasadışı kabul edilen yaşamlarını, özellikle sınırdışı edilme tehdidine karşı, tam bir görünmezlik içerisinde idame ettirmeye çalışıyorlar. Bu anlamda görünmezlik göçmen kadınlar için bu sınırlar içerisinde yaşamayı sağlayan yegâne strateji. Devletin idari ve kolluk birimlerinin denetleme ve kontrolünden kaçmayı başaran göçmen kadınlar aslında “bizlerin” hayatına pek çok noktada temas ediyor. Bakım ve ev işini kadınlara dayatan erkek egemen ideolojinin, sayıları gittikçe artan, kentli üst orta sınıf çalışan kadınları -devletin sağlaması gereken sosyal hizmetlerin yokluğunda ve erkekler tarafından üstlenilmedikleri müddetçe- bu işleri profesyonel bakıcı ve yardımcılara devretmeye teşvik ettiğini biliyoruz. Kağıtsız göçmen kadınlar, kendi ailelerinden zorunlu olarak özgürleşmiş oldukları ve bu nedenle yatılı hizmet verebildikleri için, ev ve bakım işlerinde ortaya çıkan ataerkil boşluğu doldurmak için yakın zamana kadar aranıp de bulunmayan işgücünü temsil ediyorlar.    

Aslında göçmen kadınlar aramızda, onları tanıyoruz, hatta bazılarımızın sıcak yuvalarında, kendilerinin olmayan bir ailenin yabancı bir parçası olarak bizlerle birlikte yaşıyorlar. Bazılarımız da uzaktan biliyor onları: bir yakınımızın kocamış ana-babasına, işyerinden arkadaşın çocuğuna bakan Maya var mesela. Maya aracı şirketler vasıtasıyla bulunur, çocuklarını memleketteki annesine bırakmıştır, gözü hep biraz yaşlıdır, ailesine para yollar. Ha bir de çok iyi yemek yapar. Kısacası geçinip gider Mayalar aramızda. Kendilerini bizzat tanımasak da hikâyelerini biliriz kağıtsız göçmen kadınların. Demem odur ki, görünmez addedilen bu kadınlar özellikle kadınlara görünürler ama genellikle garip bir suskunlukla kabul edilir varlıkları.

Feminist e-mail grubuna düşen e-mail bu suskunluğun bozulması anlamında bir ilkti. Benzer vakalar için örnek oluşturabilecek bu olayın üstü kolayca örtülmüş olsa da arkasında aynı kolaylıkla cevaplanamayacak pek çok soru bıraktı. Gelen ilk mailin ardından, benzer vakalar teker teker dile dökülmüştü mesela: birinin annesine bakan Türkmenistanlı bir kadın ve diğerinin çocuğuna bakıcılık yapan Azerbaycanlı bir başkası polis tarafından defalarca yolda durdurulmuştu. Kimi zaman paraları alınmıştı kimi zaman da telefonları. Anlaşılan bu tip durumlar yaygındı; lakin kanıksandığı için paylaşılmamıştı. Ta ki biri ses çıkarana dek. Varan 1: Yoksa hepimiz suç ortağı mıydık?

Peki olayı çözmek için ne yapmalıydık? Sınırdışı edilmesi pahasına, kadının da rızası doğrultusunda, suç duyurusunda bulunulması önerildi. İlk başta umutluydu herkes. Polislere hem gasp hem tecavüzden ceza kesilecekti, bizler de polislerin meslekten ihraç edilip edilmediğini takip edecektik. Zaten Mecidiyeköy’de MOBESE kameraları vardı Ayrıca arabalardaki GPS sistemi sayesinde Şirinevler’e giden araç hemen bulunacaktı. Olmadı. Nasıl olsundu ki?  Bu coğrafyada adalet aramayı adalete kavuşmaktan daha çok deneyimliyoruz, malum.[1] Öyleyse, varan 2: Vatandaş adalet hasretiyle yanarken hem kâğıtsız, hem kadın, hem de göçmen olan biri için adalet hiç tecelli eder miydi ki?

Adalet talep etmenin imkânsız olduğunun anlaşılmasının ardından olayın görünür kılınması ve kadının mağduriyetinin giderilmesi için neler yapılabileceği tartışıldı. Meselenin medyada yer bulmasını  sağlamak için gazetecilerle görüşülmesi önerildi. Böylece tüm kadın göçmenlerin durumu teşhir edilebilirdi. Ayrıca kadının mağduriyeti para toplanarak giderilmeliydi. İçerisinde farklı  oluşumların yer alacağı ve kağıtsız göçmen kadınlara yönelik çalisma yapacak bir platform örgütlenebilirdi. Göçmen Dayanışma Ağı’nın çağrısıyla bir toplantı yapıldı. Araya yaz girdi. Toplantıların devamı gelmedi. Varan 3: Biz feministler ne yapabilirdik?

Bu sorulara verilecek tek, kesin ve doğru bir cevap yok elbette. Zaten bu yazının amacı da herkesi her daim iyi edecek bir reçete sunmak değil. Önemli olan bu soruları hep beraber, sürekli sorabilmek. Haydi yine Zapatistalardan alalım sözü: soru sorarak yürümek gerekli. Ama herşeyden önce feminist hareketin bu yola çıkmak zorunda olduğunu kabul etmek durumundayız.

Derginin bu sayısında yayınlanan başka bir makalede bahsi geçen “anneyiz.biz” webstesindeki önerileri (“pasaportuna el koyun”, “ilk 3 ay maaşının %30 eksik ödeyin”) eminim pek çoğumuz insafsız bulmuşuzdur. Fakat görünen o ki asıl insafsız olan “kağıtsız göçmen kadın” kategorisini yaratan toplumsal ekonomik sistemin bizzat kendisi. İşveren kadın ise niyetinden bağımsız olarak, güvencesiz, kayıtsız istihdam etmek zorunda göçmen kadınları. Kuşkusuz, bu zorunluluk hali göçmen kadınların her türlü hak ve hukuktan yoksun kılınarak sistemin tam da içerisinde yer almasını sağlayan hukuksuzluk durumunu sürdürmeye yarayan temel çarklardan bir tanesi. Kadın her an sınırdışı edilebilir ya da kendi isteğiyle ülkesine geri dönebilir; çocuğunuz birden bire bakıcısız kalır. İşveren göçmen kadını ihbar edebilir veya işten kovabilir; karşılığında aranacak hak yoktur, zira hukuk yoktur. Bu nedenle, “harcanabilir” insanlarla kurulan her türlü ilişki aslında karşılıklı güvensizliğe dayanır. Yani istihdamın biçimi, benzer güvensiz, kayıtsız ilişkiler üretir. Sonuç itibariyle göçmen kadınların bilinen ama görünmeyen varoluşu etrafında süregiden sessizlik, sistemin devamının garantisidir. Bu minvalde bu kadınları istihdam edelim ya da etmeyelim, sessiz bir suç ortaklığı içindeyiz, kabul edelim.

Bu bağlamda, feminist literatür içerisinde de sıkça tartışılan “suç ortaklığı” (complicity) kavramını gündemimize taşımakta fayda var. Kavram, en geniş anlamıyla, her birimizin egemen söylemlerin yeniden üretimindeki rolümüze, baskı ve tahakküm mekanizmalarının toplumsal işleyişindeki istemli ya da istemsiz katkımıza işaret eder. Örneğin, Ajaz Ahmad’a göre postkolonyal eleştirmenler küresel kapitalizmle, Elisabeth Grosz’a göre feministler patriarkayla, Nancy Fraser’a göre ikinci dalga feminist hareket noeliberal sistem ile, beyaz feministler is beyaz tahakkümü ile suç ortaklığı içerisindedirler.[2] Dahası, sıradan eylemlerimizle, mesela vergi vererek devletin her türlü tahakkümüne ve şiddetine sponsor oluruz, et yiyerek hayvan katliamına dayanan et endüstriyle işbirliği yaparız, giydiğimiz ayakkabı ya da kullandığımız İPod Çin’de bir terhanede üretilmiştir, emek sömürüsüne suç ortağı oluruz. Yani eylemlerimizle ya da eylemsizliğimizle mevcut toplumsal sistemin ya olduğu gibi kalmasına yardım ederiz, ya da onunla doğrudan işbirliği yaparız. Göçmen kadınları çalıştırarak ya da onların görünmez varlıklarına dair sessizliğimizi koruyarak ataerkil, milliyetçi ve militarist ideolojileri besler, emek sömürüsüne yardım ve yataklık ederiz.

Aslına bakarsanız böylesi yapısal suç ortaklığının hatlarını  belirlemek işin en kolay tarafı. Eğer suç ortaklığı tespitini bu noktada bırakırsak bizleri paralize eden, edilgen ve sinik bir tavır almak, vicdan azabı ve suçluluk duygusuyla eylemeye devam etmek işten bile değil. Buna karşılık, Gayatri Chakravorty Spivak suç ortaklığının kabulü üzerinden yükselerek alınan eleştirel bir konumun, direngen ve sorumlu bir eylem ve söylem alanı açmakta önemli ve vazgeçilmez bir aşama olduğunu belirtir.[3] Spivak bize etik ve politik pozisyonumuzu belirlemek için tahakküm mekanizmalarına olan yakınlığımızı nirengi olarak almamızı önerir. Bizi “suç ortaklığının yapıcı kabulüne” davet eder: eleştirilen fakat derinlemesine içimize işleyen yapılara yöneltilen imkansız bir “hayır”. Yani öncelikle ırk, etnisite, toplumsal cinsiyet, sınıf, din, milliyet ve vatandaşlık gibi “bizi biz yapan”, içimize işleyen yapılara olan yakınlığımızı ve suç ortaklığımızı beyan ederek yola çıkmamız gerekli.

Bu noktada örneğin vatandaşlık statüsünün yarattığı ayrımcılığın ve vatandaş olmayanın sistem dışı kalmasını sağlayan mekanizmaların nasıl işlediğini görmemiz gerekiyor. Ulusal sınırların içerisinde kimin hangi statüyle yaşayabileceğini belirleyen, kimin yasal kimin yasadışı olduğunu ilan eden, göçmenleri kağıt-sız, güvence-siz, yani hep eksik, hep “-sız” kılan, bizi cüzdanımızın içersindeki hüviyetlerimizi vererek vatandaş kılan ulus devlet fikriyatının ta kendisi. Bu minvalde, vatandaş olarak bizlerin sessiz suç ortaklığı, bizlerin ayrıcalıklı hayatlarının (yatılı profesyonel bakıcıya sahip olmak gibi) da taahhüdü haline geliyor. Dahası, bu ayrım neo-liberal ekonomik çevirim için hayati olan “atılabilir/harcanabilir” işgücünü üretmek için de bulunmaz bir fırsat.

Vatandaşlık statüsü, sürdürülebilir kağıtsızlar üretirken, kadınlar da bizzat kağıtsız göçmen kadınların kırılgan varlıkları üzerinden emek gücü sağlayarak sadece ulus-devlet ve neoliberal iktisadi ideoloji ile suç ortağı olmakla kalmıyor, aynı zamanda ataerkil sistemin de işbirlikçisi haline getiriliyor. Kadınlara genel olarak yüklenen ev içi emeğini bazı kadınların ucuz ve güvencesiz çalışabilecek başka kadınlara yüklemesi ile erkekleri tamamen devreden çıkartan stratejik bir seçim yapıyoruz. Kendi “özgürleşmemizi” “-sız” hayatları onayarak perçinliyoruz. Feminist hareket açısından bakıldığında ise, bu koşullar üzerine eylem ve söylem üretmeyerek toplumsal dışlama, sömürü ve ayrımcılık ile kolektif bir işbirliği yapar hale geliyoruz. Dahası, yukarıda bahsedilen vaka üzerinden konuşacak olursak, göçmen kadınların hasbel kader feminist hareketin gündemine kısaca da olsa girmesini sağlayan durumun bir tecavüz vakası olması, hareketin önceliklerini göstermesi açısından önem taşıyor. Biliyoruz ki Türkiye’de beyaz feminist hareket uzun süre Kürt ve müslüman kadınların özgürlük mücadelesine mesafe ile yaklaştı. Bugün de benzer şekilde işleyen farklılık paradigması göçmen kadınları görünmez kılan bir mekanizma olarak harıl harıl işlemekte. Bu mekanizma göçmenleri “tecavüze/şiddete maruz kalmasa” hakkı aranmayacak özneler olarak konumlandırıyor. Bu durum sadece feminist hareketin -belki de haklı sebeplerle – ağırlıklı olarak tek gündemli siyaset yürüttüğünü göstermekle kalmıyor, aynı zamanda ırkçı, ayrımcı devlet siyasası ve egemen söylemlerle gizli işbirliğini de açık ediyor.

Peki mevcut ya da potansiyel suç ortaklığının tanınması üzerinde yükselen, Spivak’ın tanımıyla yapıcı bir suç ortaklığı anlayışını temel alan feminist politik bir hattı nasıl kurgulayabiliriz? Tekil olaylar üzerinden, yukarıdaki vakada olduğu gibi göçmen kadının sınırdışı edilmesi pahasına, hukuka dayalı bir hak mücadelesi sürdürmek mümkün. Fakat, mevcut kağıtsızlık hali, göçmenleri hukuken tanınmaz kıldığı için hukuk sistemini ekseninde yürütülecek bir girişimin kadük kalması çok muhtemel. Beyoğlu karakolunda polis kurşunuyla öldürülen Festus Okey davasının kimlik tespiti yapılamadığı gerekçesiyle üç yıldır esasa geçilerek görülmeye başlanmaması bu durumun en bilinen örneği. Adalet, hukuk sistemi içerisinde (çoğu zaman vatandaş/kağıtsız ayrımı yapmadan) tecelli edemiyorsa, öyleyse adaletin yerini değiştirmek gerekli. Adalet eğer mülkün (devletin) temeli ise; yani adaletin yeri devletin kurumlarıysa, devletle vatandaşlık bağı olmayanlar için adalet istemek için adaletin yerini değiştirmek ve adalet kavramını yeniden tanımlamak gerekiyor. Adaleti hukuk sistemi tarafından tanınan hakların ifası ya da tanınmayanların tanınması halinde tecelli edecek biçimsel bir olgu olarak görmekten vazgeçmeli öncelikle. Diğer taraftan, adaleti toplumsal, ekonomik ve kültürel kaynakların dağıtılmasına, hak ve sorumlulukların paylaşılmasına dair bir sorunsala da indirgememe taraftarıyım. Iris Marion Young’ı takip ederek adaletin, insanların kapasitelerini gerçekleştirmesini engelleyen, kamusal hayata eşit ve özgür katılmaktan men eden kurumsallaşmış ve sistematik tahakküm ve baskı mekanizmalarından ayrı düşünülemeyeceğini savunuyorum.[4] Young’a göre günümüzde toplumsal adaletsizliğin temelinde yatan yapısal baskı mekanizmaları sömürü, marjinalize edilme, güçsüzleştirme, kültürel emperyalizm ve şiddet gibi birbirini dışlamayan farklı biçimlerde tezahür edebilir. Farklı toplumsal gruplar üzerinde yaşam ve varoluş alanlarını denetleyerek ve kısıtlayarak işleyen bu baskı mekanizmaları yasal düzenlemelerle, yeni hükümetlerin seçilmesiyle düzeltilemezler; zira ekonomik, kültürel siyasi ve toplumsal kurumlar tarafından sistematik olarak yeniden üretilirler. Tam da bu nedenle aranan adalet ancak bu kurumlara yönelik toplumsal muhalefet ve mücadele içerisinde geliştirilebilir.

Buna mukabil, hukuk sistemi tarafından tanınmayan kağıtsız göçmenleri pasif mağdurlar olarak değil ama aktif failler olarak konumlandıracak feminist bir siyaset, göçmenleri (ve dolayısıyla bizleri) sistematik baskı ve tahakküm altına alan vatandaşlık kavramını sorgulayarak yola çıkabilir. Eril, milliyetçi, militarist vatandaşlık paradigmasının da eleştirisini üzerinden yükselecek bu yaklaşım, kimin yasal kimin yasadışı olduğunu belirleyen devlet mantığının ötesinde kağıtlı/kağıtsız ayrımını yıkarak, radikal eşitlik ve özgürlük talebini yükseltebilir. Bu çerçevede göç ve göçmenlik ekseninde yürütülecek feminist mücadele şüphesiz görünür olmayan ve sesleri duyulmayan göçmenlerin adına ve onlar için yürütüldüğü anda, yine Spivak’a göndermeyle, madunun sesini çalacağını, ve bu anlamda varolan baskı ve tahakküm mekanizmalarıyla suç ortağı olacağını biliyoruz. Bu nedenle, kadın göçmenlerin özörgütlenmesini mümkün kılacak alanlar ve ortaklıklar yaratmaya çalışmakla başlayabiliriz. Örneğin Anneyiz.biz suç duyurusu sürecinde Ev İşçileri Dayanışma Sendikası Girişimi ve İmece Kadın Dayanışma Derneği tarafından kurulmaya çalışılan politik yakınlıklar bu tür bir örgütlenme potansiyeli taşımakta. Fakat en başta belirttiğim gibi, elimizde altın bir reçete yok. Göçmenlerin kırılganlıklarını da göz önünde bulundurarak kurulmaya çalışılacak bir kadın dayanışmasını birlikte örmeye ihtiyacımız var. Bu dayanışma göçmenlerin türlü mağduriyetlerini giderme amacı gütmekten ziyade “göçmen sorununun” patriyarka, kapitalizm, militarizm ve milliyetçilik mekanizmalarıyla içiçe geçtiğini, onlardan beslendiğini ve onları güçlendirdiğini ifşa eden feminist bir siyaset sayesinde mümkün olacak.

Son olarak, yılmadan tekrar etmeliyiz: herkes koşulsuz serbest dolaşım hakkına ve istediği yerde yaşama özgürlüğüne sahiptir ve kimse bu hakları kullandığı için öldürülemez, hapsedilemez ve dışlanamaz. Sorgulanması ve karşı çıkılması  gereken insanların değil, sınırlar ve o sınırları kuran ve koruyan kurumların meşruiyetidir. Bu ifadeleri ütopik sloganlar olarak görmek yerine, çıktığımız yolda somut taleplerimizi oluşturabileceğimiz temel ilkeler olarak sahiplenmek gerekiyor.

Begüm  Özden Fırat

Amargi Dergisi’nin 20 Sayısında yayınlanmıştır.

[1] Örneğin, bu yazının yazıldığı haftaya Hrant Dink için adalet talep ederek başladık. Ertesi gün yine Beşiktaş Ağır Ceza Mahkemes’i önünde Hüseyin Erdemir’ için adalet istedik. Bir gün sonra kamu vicdani adına Pınar Selek için tekrar Beşiktaş’taydık.

[2] Aijaz Ahmad,. In Theory: Classes, Nations, Literatures. London: New York, 1992; Elizabeth Grosz, “A Note on Essentialism and Difference.” Space and Place: Theories of Identity and Location. Ed. E. Carter, I. Donald and J. Squires. London: Lawrence and Wishart, 1993. 332–44; Nancy Fraser, ” “Feminizm, Kapitalizm ve Tarihin Oyunu”, Kültür ve Siyasette Feminist Yaklaşımlar, no 10, 2010.

[3] Gayatri Chakravorty Spivak, A Critique of Postcolonial Reason: Toward a History of the Vanishing Present, London and New York: Routledge, 1999.

[4] Iris Marion Young, Justice and the Politics of Difference, Princeton University Press, 1990.

May 24, 2011 Posted by | sistem karsitligi, sınırlara hayır | Leave a comment

Yeryüzünün Lanetlileri: Mülteciler

Ahali Gazetesi’nin 8. sayısında Yeryüzünün Lanetlileri: Mülteciler başlıklı bir yazı yayınlanmıştı. Önceki sayılarda da Mülteciler ile ilgili yazılara yer verdik. ilk sayıda, Mültecinin Laneti başlıklı bir yazı vardı. ardından “Lanetlenmi”ş bir mülteci ile Röportaj yaptık. Mülteciler ile alakalı gündem o kadar hızlı değişiyor ki Gazetenin 8. sayısının basılmasından bir gün sonra yazıda da bahsedilen Türkiye ile AB arasında mültecilerin geri kabulüne ilişkin anlaşma imzalanmış ve aradan geçen 2 aylık süre içerisinde özellikle Libya’da ki isyanla birlikte Akdeniz yeni trajedilere sahne olmuştu. Şu anda Avrupa bütün politik ve sosyal kurgusunu bu yeni tehdit ekseninde inşa ediyor. Arap baharı ile yoğunlaşan göçmen akınına karşı italya mültecilere şengen vizesi dağıttı. Vize sahibi mülteciler, avrupanın çeşitli noktalarına bilhassa fransaya akın etti. fransa ise sınırlarını bu mültecilere yasal bir dayanak olmaksızın kapattı. Danimarka bir adım daha ileri atarak, shengen sözleşmesini askıya alacak bir düzenleme peşinde. yani bir yerler tutuşuyor. Yeni barbarlar’ın Avrupa refahını tehdidi gün geçtikçe avrupa’nın demokrasi ve insan hakları argümanlarını zorluyor. Şu anda Avrupa görünürde hala demokrasi borazanı. ama aşağıdaki yazılarda da görüleceği üzere FRONTEX gibi örgütlü militarist kontrol aygıtlarıyla bu tehdidi her bakımdan bertaraf etmeyi amaçlıyor. Demokrasi ve insan hakları hikayelerini bırakacakları bir an mutlaka gelecek.

Yaşanan son gelişmeleri yazının sonuna ekleyip tekrar yayınlama ihtiyacı hissettik.

Kaynak: http://www.ahaligazetesi.org/2011/05/dosya-yeryuzunun-lanetlileri/

Yeryüzünün Lanetlileri: Mülteciler

İlk sayılarımızda dünyada mülteciler ve mülteci politikalarına dair bir değerlendirme yazısı yayınlamıştık. Milyonlarla ifade edilen mültecilerin istatistiklerden ibaret olmadığını göstermek için bir de hayat hikâyesi dinlemiştik. Mültecilerin Avrupa ülkeleri için bir tehdit unsuru oluşturduğunu, sermaye ve beden politikalarını alt üst ettiğini vurgulamıştık. Ve Giorgio Agamben’in ‘…mülteci, devlet/ulus/toprak teslisini menteşelerinden ayırması itibariyle siyasal tarihimizin marjinal değil, temel figürü olarak ele alınmayı hak etmektedir.’ tespitini yinelemiştik.

Şimdi o günden bu güne ne değişti ve neleri es geçtik bir bakalım. Öncelikle ekonomik krizin faturasının büyük bir kısmının mültecilere kesildiğinin altını çizelim. Bu krizle birlikte Avrupa’daki sosyal devlet anlayışının son kırıntıları da ortadan kaldırılmaya başlandı. Değişen koşullar ve standartların düşmesi yasaların daha hızlı çıkmasına neden oldu. Horkheimer’in dediği gibi ‘kapitalizm konusunda konuşmak istemeyen, faşizm konusunda da sessiz kalsın.’ Ekonomik kriz kapitalizmin krizidir. Göçmen yasalarının sertleştirilmesi, yabancı düşmanlığı ve faşizmin yükselmesi Avrupa’nın yeni yüzünü gösterecek işaretler oldu. Yasalar halk nezdinde meşru bir hale getirildi. Geçtiğimiz aylarda İngiltere eski başbakanı Gordon Brown bir ‘yeniden yapılanma’ sürecinden söz etti. İtalya’da Berlusconi neredeyse Mussolini’yle aynı politikaları izliyor. Yeniden yapılanma daha kapalı ve faşizan bir Avrupa’yı öngörüyor. Bu süreçten en çok etkilenen ise göçmenler…

Neredeyse bütün Avrupa ülkelerinde mülteci yasaları sertleştirildi. Yasa dışı yollarla Avrupa topraklarına ayak basmak dahi artık bir suç teşkil ediyor. Mültecilerin kamplarda kalma süreleri uzatıldı. İltica talebinde bulunan birçok mültecinin talebi reddedildi. Mültecilere herhangi bir şekilde yardım etmenin, yetkililere haber vermeden tedavi etmenin, yani en basit şekliyle konuya dair vicdani her edimin bedeli ağırlaştırıldı. Aşağıda yeni yasalarını ayrıntılı inceleyeceğimiz İtalya’da, kaçak bir göçmeni barındıran kişi 3 yıla kadar hapis istemiyle yargılanacak. Sözün özü Avrupa’nın kapalı, sarışın, beyaz ve arî yüzü, daha da görünür hale geldi.

Yeni Barbarlar sonuçta kapitalizmin vaad ettiği refah, huzur ve güvenin peşindeler. Kapitalizmin sunduklarını elinde tutan arî Avrupa ise sarı besili ve tok olmasını bu barbarların açlığına borçlu. Bugünlerde isyan halinde olan 3. Dünya’nın kalkışması ise tam da bu noktada anlamlı. Dikta rejimlerini sonlandıran Tunus ve Mısır halkları Avrupa ya mülteci olarak kaçmaya çalışan halklar istatistiklerinde hep en başlarda. Bu ‘devrimler’ için nesnel bir neden olur mu bilinmez ama Tunus’ta dikta rejiminin yıkılmasından hemen sonra Şubat ayı başında 4 bin kadar Tunuslu İtalya’nın Lampedusa kentinde karaya çıktı. İtalyan hükümeti olağanüstü hal ilan etti ve Avrupa’nın geri kalanının İtalya’yı bu krizde yalnız bıraktığını söyleyerek sızlanmaya başladı. Avrupa’nın korktuğu başına geldi, yüzlerce yıl “refah devleti” ve “demokrasi”  diye diye halkların boğazındaki ekmeği çalan Avrupa şimdi o ekmeği ve huzuru geri isteyen mültecileri ne yapacağını düşünüyor.

Elbette Avrupa Mültecilerin oluşturduğu tehdide epey zamandır hazırlanıyor. Geniş erimde Birlik projesinin bu ve bu gibi tehditleri devre dışı bıraktığını öngörebiliriz. Ancak Hukuki bir birlik olan Avrupa, Esas dayanak noktasını yasalardan alıyor. Gayrı Resmi ve psikolojik unsurları saymazsak Avrupa’nın çıkardığı, göçmenleri dışarıda tutmaya yönelik yasaların en somut sonucu FRONTEX…

Tam burada Frontex’in nasıl bir tehdide karşı örgütlendiğini kavrayabilmek için 2009 istatistiklerini yazalım:

2008 yılı sonunda dünyada 42 milyon insan yer değiştirmek durumunda kaldı. Bunun 15,2 milyonu mülteci, 827 bini sığınmacı ve 26 milyonu savaş ve baskı nedeniyle ülkesi içinde yerinden edilmiş kişi konumunda… 

FRONTEX

Dış Sınırlarda Avrupa İşbirliği Ajansı. 2004 yılında yasa dışı göçle mücadele, Avrupa ülkelerine göçmen akışını durdurmak için bir sınır kontrol birimi olarak kuruldu. 2007 yılından beri aktif olan, bu göçle mücadele aygıtının sermayesi Avrupa birliği ülkelerinden sağlanıyor. 15 milyon Euro bütçeyle kurulan FRONTEX’in şimdiki bütçesi 100 milyon Euro’yu aşmış durumda… Türkiye-Yunanistan sınırına gerilen tel örgülerin onaylanmasından sonra, bu güne değin denizlerde Göçmen avlayan Frontex, artık karada da faaliyette. Dolayısıyla Avrupa’ya göç eden mültecilerin ilk karşılaştıkları birim oluyor. Yunan karasularından geri gönderilen ve batırılan gemilerin baş sorumlusu yine frontextir.

Birim göçmenler üzerinde bir nevi NATO görevi yapıyor. Nato gibi çok uluslu bütçesiyle, konusunda uzman özel güvenlik görevlileri barındırıyor. Irak’ı kan gölü haline getiren Blackwater adlı özel ordunun sınır versiyonu gibi. Blackwater nasıl Irak’ta tüm kara para, uyuşturucu ve insan ticareti alanlarını ele geçirdiyse bu örgütte sınırlarda aynını yapıp uzamanı olduğu alanın ticaretini yapıyor. Kaçak insan avrupanın refah sistemi için kritik bir düzeyde. Bir miktar (ama o miktarı belirleyen Frontex değil onların efendileri) işçi, avrupa için çalışmak zorunda. Bu işi de güvenilmez insan tüccarları değil Frontex yapıyor. Yani, Göçmenlik ve kaçak iş gücü ticaretinin hepsini elinde tutmayı hedefliyor. Görevi net: Avrupa’ya mülteci girmeyecek. Bu görevi yerine getirmek için araçları da elbette gelen 3. Dünyalıların yabancısı olmadığı silah ölüm ve acı. Yasalar ya da mülteci kampları değil. Bu bakımdan Frontex’in üzerine kurulduğu sistem Avrupa birliğinin göçmen yasalarından bağımsız işliyor… Hanau İnsiyatifi temsilcisi Hagen Kopp’a göre FRONTEX’le amaçlanan kaçak ve göçmenleri kontrol altında tutarak, büyük firmaların talebi doğrultusunda kaçak işçi geçişini sağlamaktır. 

FRONTEX’e üye ülkeler: Avusturya, Belçika, Kıbrıs, Çek Cumhuriyeti, Danimarka, Estonya, Finlandiya, Fransa, Almanya, Yunanistan, Macaristan, İzlanda, İrlanda, İtalya, Litvanya, Letonya, Luksemburg, Malta, Hollanda, Norveç, Polonya, Portekiz, Slovakya

(Türkiye ile üzerinde teknik olarak mutabakata varılan Ortak Çalışma Anlaşması resmen onaylanmayı bekliyor.)

TÜRKİYE’DE DURUM

Resmi verilere göre 50 ülkeden 143 farklı etnik gruba mensup 18 bin kayıtlı mülteci bulunuyor. Türkiye mülteciler için geçiş ve köprü konumunda. Fakat Türkiye`de mülteciler başta hukuki olmak üzere, barınma, sağlık, eğitim, polis şiddeti gibi birçok sorunla karşı karşıya.

Türkiye`de mültecilerin en büyük sorunu kanunların yetersizliği. Türkiye mülteci haklarıyla ilgili 1951 Cenevre Sözleşmesi`ni imzalayan ülkeler arasında yer alıyor, fakat diğer ülkelerden farklı olarak coğrafi sınır kısıtlaması uyguluyor. Bu kısıtlamaya göre Türkiye, sığınan kişileri mülteci olarak kabul etmiyor ve gereken haklardan yararlandırmıyor. Türkiye bu kişilerin sadece geçici olarak ülkede ikametine izin veriyor. Fakat ironik bir şekilde Avrupa’dan gelenlere mülteci statüsü verebiliyor.

Geçen yıldan beri, Türkiye Avrupa Birliğine geçiş kriterleri uyarınca, Avrupa Birliğiyle bir Geri kabul Anlaşması imzalamayı planlıyor. Bu anlaşmayla Ortadoğu, Asya ve Afrika’dan Türkiye’ye gelip Avrupa’ya geçmeyi başaran mültecileri, sınır dışı edilmeleri durumunda, kabul edecek. Bunun karşılığında Avrupa’dan istediği, Türk Vatandaşlarının Avrupa birliğine vizesiz geçişi ve kabul ettiği mülteci başına ödenek…

Son günlerde ardı ardına gelen Türk vatandaşlarına vizesiz Avrupa müjdesinin arkasındaki mesele de yine mülteciler. Şayet Türkiye “Vizesiz Avrupa” hakkını alırsa haliyle bir göçmen sorunu olacak. Dolayısıyla bir de göçmen yasası. Sınırlarını Ortadoğu’ya genişletme konusunda ayak direyen Avrupa’nın en büyük çekincesini de Türkiye devralmış oluyor. Tabi parasıyla. Kaz gelen yerden tavuk esirgenmez.

Meriç Nehri, bir nehir olarak değil Türkiye Yunanistan sınırını belirleyen bir çizgi olarak bilinir. Bu nehir bir kan nehridir aslında. Mültecilerin daha iyi bir yaşan hayallerini boğdukları yerdir. Yakın zamanda kendisi de İranlı olan bir insan tüccarının 16 mülteciyi, kendisi sınırı geçip Yunanistan’a ayak bastıktan sonra döve döve nehre attığı haberini okuduk. Türkiye sınırları ve konjonktürel durumuna ilişkin, insan ticaretinin en vahşi duraklarından biridir.

Genellikle Afganistan, Somali, İran ve Irak gibi ülkelerden gelen mülteciler, yasaların yetersizliğinden uzun yıllar sağlıksız koşullarda Türkiye`de kalmak zorunda kalıyor. Şimdiki yasal düzenlemeye göre bir kişinin Türkiye’de kalabilmesi için Birleşmiş Milletler Mülteci Yüksek Komiserliğine kayıt yaptırması gerekiyor. Ancak Türkiye’ye Asya ve Afrika’dan gelen çoğu mültecinin böyle bir uygulamadan haberi bile yok. Daha kayıt yaptıramadan sınır dışı ediliyorlar. Kayıt yaptırabilenler ise yıllarca BMMYK’den randevu almayı bekliyor. Başka bir ülkeden kabul görenlerse, Türkiye’nin Harçlar Kanunu’na göre belirlediği geçici ikamet bedelini ödemeden Türkiye’den çıkamıyor. Bu bedel kalınan her altı ay için 306.30 TL. Yani Türkiye’de bir yıl kalmak zorunda kalmış 4 kişilik bir ailenin ödemesi gereken bedel, çıkış defteri parası da eklenirse, 3000 TL’ye denk geliyor.

Bir örnek: İtalya

Öncelikle şunu belirtelim; Berlusconi partisini Mussolini’nin devamı niteliğindeki Forza İtalya Partisiyle birleştirdi. Ulusal ittifak partisi ve sağcı çoğu neofaşist 8 parti daha birleşip adını Özgürlükçü Halk Partisi koydu. İlk kurultayda Berlusconi başkan oldu. Güvenlik yasası paketi 124 redde karşılık 157 evet oyuyla kabul edildi.

2 Temmuz 2009’da İtalya’da kabul edilen güvenlik yasası paketi:

Çok yoruma gerek yok, yasanın kendisi faşist doğasını deşifre eder nitelikte.

1-    İtalya sınırları içine kaçak olarak giren ve yakalanan her kişi 5 ile 10 bin Euro para cezasına çarptırılacak.

2-    Kaçak olduğu bilinen bir göçmeni evinde barındırmak veya evini kiraya vermek 3 yıla kadar hapis istemiyle yargılanacak.

3-    Evsizler kayıt altına alınacak.

4-    Sivil vatandaş birlikleri(mavi bereliler) olarak adlandırılan ekiplere kimlik sorma hakki verildi. Bu Mussolini’nin faşistler ekibine benziyor. Ekiplerin çoğu Casa Pound (Mussolini’nin devamı niteliğindeki sivil ekiplerden oluşan parti birliği) ve faşist Leganord partisinin gençliğinden oluşmakta. Armaları faşist Mussolini’nin armasıyla aynı, yani siyah güneş, kartal, Nazi arması… Bu ekipler genellikle kuzeyde güçlenerek büyüyüp, alanları genişliyor. Bu yasayla hükümet göçmen sorununu sivil faşistlere devretmiş oldu. Yasadan hemen sonra bu birlikler faaliyete geçti: Roma’da 5 İtalyan genç Kongolu bir göçmeni döverek hastanelik etti. Olaydan sonra yakalanan faşistlerin yaptığı açıklama “biz devletin çıkardığı yasayı kullanıp, devletin istediği şeyi yaptık” oldu. Milano’da yaşlı bir Mısırlı sopalarla dövüldü. Parma’da sivil faşist bir ekip Afrikalı siyahi birine kimlik sordu, siyahinin buna uymaması sonucu dövüldü. Bunlar gibi onlarca olay cereyan etti etmeye devam ediyor…

5-    Kaçak bir kadın, İtalya sınırları içinde doğum yaparsa, çocuğu emzirme suresince (yaklaşık 6 ay) İtalya’da çocukla beraber kalabiliyor. Ancak daha sonra anne sınır dışı edilirken, çocuk bir daha geri verilmemek üzere devlette kalıyor. Sonrada büyük ihtimalle İtalyan bir aileye verilip, bir İtalyan olarak büyüyor.

6-    Kaçak göçmenlerin kamplardaki gözaltı suresi 2 aydan 6 ay’a uzatıldı. Kamplardaki yaşam koşulları Türkiye’dekinden farksız. İtalya’nın Guantanamo’su olarak bilinen ve bugünlerde 4 bin Tunusluyu “ağırlayan” Lampedusa’daki isyanı hatırlarsınız. 700 kişilik bir kampa çoğunluğu Kuzey Afrikalı 1500 göçmen yerleştirilince, göçmenler kampın kapılarını kırıp halkla beraber isyan etmişti.

Bu yasaların en faşizanı ise ispiyonculuk yasası. Bu yasa, hastaneye başvuran hastaların doktor ve hemşireler tarafından ihbar edilmesini gerektiriyor. Yasa hâlihazırda var olan; hastaneye başvuran kaçak bir göçmenin ihbar edilmeksizin tedavi edilebileceğini öngören yasayı işlevsiz kılıyor. Bu yasayla göçmenler ölüme mahkûm ediliyor. Yasaya Berlusconi’nin rakibi sol cephedeki Demokrat Parti’den meclis grup başkan vekili Livia Turco’nun tepkisi ise şöyle: Bu yasa tedavi imkânı bulamayan pek çok kişinin, hastalık halinde hastaneye başvurmasını ve tedavi olmasını engelleyerek, yoksulluktan kaynaklanan bulaşıcı hastalıklara bizi de açık hale getiriyor.

Sol cephenin tepkisi adeta burjuva vicdanının bir suretidir. Sorun göçmenin hastalanması ya da ölmesi değil, sorun bunun İtalyanları etkileyip etkilemeyeceğidir.

İtalyadaki bu durum daha önce de tekrarlandı. Her kriz döneminde faşizm yükselip alçalıyor. Neofaşist ve neoNazilerin bütün derdi göçmenlerleydi. Genellikle yoksul kenar mahallelerde yükseliyordu bu hareket. İşsizliğin ve yoksulluğun nedeni ülkelerini istila eden yabancılardı. Bu süreç kapitalizmin doğal bir süreci ve sonucudur. Çağla beraber şekil ve boyut değiştiriyor sadece. Şimdiki faşizan yükseliş ırk temelli değil Avrupalı ve Avrupalı olmayan ayırımının bir sonucudur. Batı medeniyetinin ve ekonomisinin korunması buna bağlıdır. Günah keçisi ve tehdidin kaynağı belirlendi, göçmenler.

Oysa esas tehdit, yani, bir yerden kalkıp bir diğer yere gitmek kadar basit bir şeyi bile, suç haline getiren, kurumsal şiddet aygıtı olan devletlerdir.

Yeryüzü bir bütündür bölünemez! 

Mottomuzda ısrarla vurguladık. Sınırlar, sınıflar, yoksulluk ve yoksunluk devletlerin ve kapitalizmin ürünüdür. Yeryüzü bir bütündür bölünemez dedik; sınırı, vatanı, dini, bayrağı yüceltenlere inat ve hayalimizi bir kez daha eyleme dönüştürmek için. Kan dökerek sınırlar çizip, o sınırlar içinde doğanlara kurallar, yasalar dayatmak katil devletlerin işidir, bizim değil. Biz içine doğduğumuzun bütün bir dünya olduğunu biliyoruz. Bir devlet varsa bir sınır olduğunu, sınırın sadece toprak parçasına değil, özgürlüğümüze, düşlerimize, irademize ve davranışlarımıza çizildiğini biliyoruz. Doğayı bir bütün olarak algılayıp, yeryüzündeki bütün sınırları yıkmadan özgür olamayacağımızın farkındayız.

Bu farkındalık, bizim belirli bir ironiye gönderme yapan ifademizle barbarların akın ettiği her sınırda farklı ifade ediyor kendini. Yakın zamanda Yunanistan’da açlık grevi yapan 300 mülteci anarşistlerin gösterdiği dayanışmayla grevlerine polisin giremediği üniversitelerde devam ettiler. Yunan hükümeti, demokrasi için girilmez kıldığı üniversitelerin özerkliğini bile kaldırmayı düşündü. Yunanistan’dan başlayarak tüm Avrupa yeni koşullarını terazinin bir kefesine bu barbarları diğerine demokrasiyi koyarak örgütlüyor. Ve Avrupa’nın yeni koşulları söyledikleri demokrasi ve huzur yalanından çok ama çok farklı. Çünkü Avrupa’nın da kapitalizminde bir sınırı var.

Ve sınır varsa mülteci vardır. Sınır varsa savaş, ölüm, ırkçılık, gasp ve şiddet vardır. Mülteci bunların sonucunda hayatı elinden alınan, mağdur olandır. Aynı zamanda sınırları ihlal ederek devletlerin o en çok korktuğu şeyi yapandır. Kültürünü, dilini ve dinini yanında taşıyarak, devletin “kendi vatandaşları” için yarattığı ekonomik sistemin yanı sıra; tek bayrak, tek dil ya da tek kültürle sterilize edilerek yaratılan kontrol mekanizmasını tehdit edendir. Çünkü mülteci, varoluşu itibariyle, kontrol dışında, başka bir sınırdan aşıp gelmiş olandır ve “oraya ait olan” müreffeh vatandaş için, kötü görüntüdür.

Mülteci, aynı zamanda, burjuva kapitalist dünyasının tarihinin bir parçasıdır. Kapitalizmin bekası ve Avrupa refah devlet anlayışının sürmesi, mülteci yaratan, Ortadoğu, Asya ve Afrika’daki savaşların sürmesine bağlıdır. Sınırlar bu durumun ve bir bakıma kapitalizmin sürdürülebilir kılınmasına hizmet eder. İşte tam da bu yüzden mültecinin orada kalıp savaşması, silah satın alıp ölmesi, Avrupalının da Avrupa’da kalıp tüketmesi gerekir.

No Border! Sınırlara hayır!

No Border kampı ilk defa 1998 yılında Almanya-Polonya sınırında anarşistler ve anti otoriterler tarafından düzenlendi. O zamandan beri eylemliliklerine devam ediyor. Genellikle göçmen ve sığınmacıların sorunlarına yönelik eylemler yapıyorlar. Ancak sınırsız bir dünya gibi hedeflerinden dolayı bütün devletleri ve yasaları karşılarına almış durumdalar. Kamplarda göçmen sorunlarını gündemde tutup, yaşam alanlarını iyileştirmenin yanı sıra zaman zaman kitlesel sınır ihlalleri gibi eylemler de yapıyorlar. Kaçak göçmenleri işgal evlerinde tutmak, alternatif yaşam alanları kurmak faaliyetleri arasında yer alıyor.

Geçen yıl No Border kampı 25-31 Ağustos tarihleri arasında,  Yunanistan’ın Lesvos (Midilli) adasında yapıldı. Kampın Lesvos’ta yapılmasının nedeni, Avrupa ülkelerine ulaşmaya çalışan göçmenler için adanın ilk durak olması. Lesvos’ta iki kamp var: 18 yaş altı gençlerin kaldığı Agiasos ve Pagani.  Pagani mültecilerin ilk kapatıldıkları yer. Burada genelde Afganistan, Filistin ve Afrika ülkelerinden gelen mülteciler, aylarca insanlık dışı koşullarda, gelecekleri belirsiz bir şekilde tutuluyorlar.

Pagani’de kamp boyunca aktivistlerle, mülteciler birçok eylem yaptı. Mülteci sorunlarıyla ilgili söyleşiler, fikir alış verişleri ve toplantılar düzenlendi, yeni eylem programları hazırlandı. Eylemler sırasından zaman zaman polis sert müdahalelerde bulundu. Bir ara kamp işgal edildi ve bazı göçmenlerin kaçmasına yardım edildi. Yapılan kampın ve eylemlerin en somut sonucu, bir sonraki duraklarına gitmek için, yaklaşık 300 kişinin bir aylık izin kâğıdı almasıydı. Son No Border kampı 27 Eylül 2010 tarihinde Brüksel’de yapıldı.

BİR MÜLTECİNİNLANETİ

O Kerkük’ten kaçıp Türkiye’ye sığınmış ve üçüncü bir ülkeye gönderilmek için BM’ye başvurmuş, yıllardır da başvurusunun sonuçlanmasını bekleyen bir mülteci. Bizi karşılaştıran onun mülteci oluşu olsa da konuştukça fark ettik ki o hem bir Iraklı Türkmen, hem bir mülteci, müzisyen ve inatla kendisini arzuladığı gibi var etmeye çalışan, çabalayan biri.

lamHikayeni kısaca da olsa anlatabilir misin?

Ben gözümü açtım savaşla, savaşta doğmuşum zaten. İlkokula gittiğimde savaş başladı. 91 körfez savaşı. Sokakta ölü insanları gördüm. Vurulmuş ölmüş. Dağa kaçtık. Saddam’ın zulmünden. Süleymaniye’ye geldik. Süleymaniye’de bir ilkokulda kalmıştık. Binlerce insan. Sonra kimyasal tehlikesi. Saddam oraya kimyasal atacak diye dağlara çıktık. İran’da bir kampta kaldık. Sene 91, 92. Sonra tekrar Kerkük’e döndük. Orda okuluma devam ettim. Okulda öğretmenler dövüyorlardı öğrencileri. Bende onlardan biriyim. Sinirli adam. Mesela dersimi çalışmıyorum. Kafam almıyordu artık. Baas Partili idi müdür. Küçüktüm. Küçük yaşta bir insandan ne beklersin savaşa karşı. Korku içindeydim. Annemi kaybedeceğim, babamı kaybedeceğim, akrabalarımdan birisi ölecek, ailemden birisi ölecek korkusundaydım. O yaştaki psikoloji yani. Sonra dağlara, hep böyle kaçak, nasıl söyleyeyim; Irak’tan İran’a geldik dağlardan. Kaçakçılara para verdik zamanında. İran’da yakalandık, tekrar Irak’a sınır dışı edildik. Sonra tekrar İran’a gittik.  İran’dan bu sefer Van’a geldik. Bir keresinde Van’dan da sınır dışı olmuştuk.  Bu 96 senesinde idi. Bak onu hatırlamamıştım. Şimdi hatırladım. Sıraya dizilince düşünceler insanın aklına geliyor. Van’dan sınır dışı edilmiştik o senelerde. Sonra tekrar İran’a geldik. İran’dan dayımın oğlu ile Van’a geldik 98 senesinde annemler İran’da kaldılar. O zamandan beri hep böyle, doğduğum günden beri kaçak. Daha doğru dürüst bir sigortam yok, kimliğim yok, bir güvencem yok.

Van’da nasıl bir hayatını oldu?

Van’da ağabeylerim vardı. Onlar da BM’ye başvurmuştu, mültecilerdi. Dayımın oğlu vardı. Orada Van’da ağabeyim çalışıyordu. Ben de bir mağazaya girdim.  Mağazada çalışmıştım.

Kaçak mı çalışıyordun yoksa yasal olarak çalışma izniniz var mıydı?

Hayır, o zaman Van Emniyet Müdürlüğü’ne gidip imza atıyorduk. Kaçak değildi o zamanlar. Bu anlattığım olay 98 de oluyor. Orada bir mağazada çalışmıştım. Ondan sonra otelde kalıyorduk. Kendi paramızı kendimiz veriyorduk. Sonra kabul gelmeyince İstanbul’a geldik. İstanbul’da çalışmaya başladım. Sonra da annemler geldi. Annemle babam iki seneye yakın Van’da kaldılar. BM’ye başvurdular. Bir sene bir buçuk sene. Annem hasta idi; yani acil gitmesi gerekirken, beklettiler. Orada vefat etti annem. Şu anda mezarı da kayboldu çünkü yapmadılar, yapılamadı işte toprak olarak kaldı sadece.  Yani bunların kim verecek hesabını. BM mi, Türkiye Devleti mi?

Ailen şu anda nerede yaşıyor, neler yapıyorlar?

Babam şu anda Irak’ta, geri döndü ikinci evliliğini yaptı o. Yaşıyor şu anda orada. O da hasta. Hastalandı, şeker hastalığı. Felç oldu. Altı kardeşiz. Bir tane ağabeyim Almanya’da. Bir tane ağabeyim İsveç’te. Bir tane ablam İstanbul’da. Onların kabulü geldi. Amerika’ya gidecekler. O da çocukları sayesinde. Ablam ikiz doğurdu. Bir tanesi spastik; o çocuk hasta olduğu için kabulleri geldi. Bir tane ablam da Irak’ta şu anda. Ağabeylerim kendi istekleri ile gitmişlerdi yurtdışına ablam gidemedi.  İki tane ağabeyim kaçak yollardan gitmişlerdi. Yunanistan üzerinden. BM falan göndermemişti onları.

Onların yanına gitme gibi bir şansın var mı?

Ya işte onu söyledim ben. Benim bu Türkiye’de yapabileceğim hiçbir şey yok yani kalmadı. Gitmek istiyorum yurtdışına zaten. Gidip orada müziğimi yapmak istiyorum. Müzikle uğraşıyorum. Türkiye’de yapamıyorum. Yapsan da ne kadar yapabilirsin, imkân yok.

Daha sonra İstanbul’a geldin galiba. İstanbul’da neler yaptın, nasıl yaşıyorsun? Bir de BM’e yaptığın başvuru var sanırım.

Mağaza da çalıştım. Arapça tercümanlık yaptım. Sonra işten ayrıldım. Sokak müzisyenliği yapıyordum, Beyoğlu’nda. Polislerden baya bir şiddet gördüm; kaldır diyorlar, kılıfıma tekme attılar. Araba ile kılıfımın üstünden geçiyorlar. Dönüşte tekrar ‘ben demin buradan araba ile geçerken, kılıfına bastım şimdi niye kaldırmıyorsun?’ diyor. Coplarla saldırdılar bana, dövdüler. Ayrıca duruyorum böyle, aldılar beni karakola götürdüler, karakolda beklettiler. ‘Senin niye kimliğin yok, niye böyledir…’ bir sürü böyle olaylar oluyor polislerle. Önceden oturma iznim vardı.

Van’dan giriş yaptığında mı aldın oturma iznini?

Hayır İstanbul’da. 3 aylık aldım ilk önce. 2004’te vermişler, 12. ayda. Ondan sonra 6 aylık verdiler. 2005’in 12. ayından 2006’nın 5. Ayına kadar.

Irak Türkmen Derneği’nden 100 milyon para istiyorlardı oturma izni için. Irak Türkmen Derneği bizi emniyete gönderiyordu. Oradan da ayrı bir para alıyorlar, 70 milyon kusur. Param olmadığı için gitmedim ben derneğe, almadım da oturma iznini. Zaten pasaportum da yoktu. Pasaport istiyorlardı ilk başta; oturma iznini pasaportsuz vermiyorlar. Ben orda anlatıyorum ki, diyorum ki; ‘kaçak gelmişim Irak’tan bu senede.’ Adamlar yok illa pasaport olacak diyorlar. Her neyse gittim pasaport çıkarttım. İkametimden baya bir süre geçmişti. 2006’nın 9. ayında çıkarttım pasaportu. ‘Ben pasaportumu da çıkardım,  geldim işte’ dedim. Bir de ismi değiştirmem gerekiyor. Pasaportu Irak kimliğine göre yaptım. Önceden ismimi … [ailesinin verdiği ad, E.N] olarak kullanıyordum çünkü ismin uzun diye değiştirebilirsin, zorlanmazsın demişlerde Irak Türkmen Derneğinden. Her neyse. Uzun diye ben değiştirip M.K [ Kendi seçtiği ad, E.N] yapmıştım. Emniyete gittiğimde bana ‘Ankara’ya gideceksin’ dediler üstünden baya bir zaman geçmiş çünkü; ‘Ankara’ya gidip Dikmen’de Emniyet Müdürlüğünün Yabancılar Şube Daire Başkanlığı’na dilekçe yazacaksın, oradan emniyete mektup gelecek, emniyetten işini halledeceğiz biz’. Tabi ben Ankara’ya geldim. İlk önce Birleşmiş Milletlere başvurdum, Dikmen’e gitmedim. Aklıma öyle bir şey geldi. Herkes mesela Iraklılar o sıralar BM’ye gidiyordu. Türkmen arkadaşlar bana gidebilirsin, başvurabilirsin demişlerdi.  Ben buraya geldim Birleşmiş Milletlere başvurdum. İçeri girdim bana bakıyorlar, bakıyorlar kimlikte isim farklı, pasaportta farklı. ‘Niye’ diyorlar ‘böyle farklı. Sen kimsin? Irak’lı değil misin yoksa?’. Sorguya aldılar beni, Birleşmiş Milletlerden iki kişi. Her neyse ben anlattım olayı. Dosya açtılar bana. Bir kâğıt yazdılar, Van’a göndereceklerdi. ‘Zamanında kaçak gelmişsin Türkiye’ye, geldiğin şehir hangisi ise oraya gitmen gerekiyor, orada kampta kalacaksın’ dediler ama ben  ‘zamanında geldim ben Birleşmiş Milletlere başvurdum. Kabulüm gelmedi. İstanbul’a geldim. İstanbul’da oturma izni aldım. Şimdi de süresi geçmiş, süre almam lazım’ dedim, o zaman avukat bana ‘alabiliyorsan süreyi İstanbul’da kalabilirsin’ dedi. Hem benim ablamlar da İstanbul’da. Kanunda, birinci dereceden yakın akraban, mesela ablan ağabeyin olabilir, birileri varsa kaldığın şehirde onlarla beraber kalabilirsin yazıyor. Sonuçta Ankara’dan bana bir kâğıt verdiler. Dikmen’e gittim, emniyete, dilekçemi yazdım. Durumu anlattım, isim soyadı değişecek, doğum tarihi değişecek, oturma izni almam gerekiyor dedim. ‘Bekle’ dediler. ‘İstanbul’a mektup göndereceğiz. Bekliyorum. Üç ay dediler. İşte bak şu kâğıt. 5 Haziranda Ankara’da Birleşmiş Milletlere başvurmuşum. 5 Hazirandan itibaren hala bekliyorum. Aradım birkaç kere, bu numarayı ara dediler. Yok, 3 ay dediler, üç ayı bekledim. 3 aydan sonra yılbaşına kadar dediler, hala bekliyorum. Şu anda ne oturma iznim var, ne Birleşmiş Milletlerden bir cevap geliyor. BM çalış diyor. Çalışma iznim yok, oturma iznim yok. Barakada kalıyorum. Vakfa ait bir yerde kalıyorum. Harabe idi ben kendim yaptım, düzelttim falan. Su yok, elektrik yok içinde.

Bu senin ilk başvurun mu BM’ye?

Bu benim ikinci başvurum BM’ye.

Peki bu başvuru süreci nasıl işliyor?

Şimdi BM dilekçede her şeyi doğru söyleyeceksin, yani tarihleri falan yanlış söylemeyeceksin diyor. Ben ilk geldiğimizde, Van’da BM’ye her şeyi doğru söylemiştim. O dilekçem neden kabul olmadı? Ben her şeyi doğru söylerken, savaştan kaçtığımı söylerken niye kabul olmadı! Yalan söyleyenleri gönderiyorlar, mesela hiçbir siyasetle ilgisi yok, maddi sıkıntıdan Irak’tan kaçmış, gelip burada ben savaştan kaçtım diyor, onları gönderiyorlar. Ben kaldım. Şimdi bir de şu var, aradan bayağı bir zaman geçmiş, ben de küçüktüm hatırlamıyorum tam seneleri. Dilekçeme yazdım ama hep eksik yazdım tarihleri. İkinci dilekçede tarihleri eksik söyledim hatırlamadığım için. Şimdi mülakata çağırsalar belki hatırlamayacağım. Tamam, 98’de giriş yapığımı hatırlıyorum. Mesela okulu hangi tarihte, hangi sebeple bıraktın diye sormuşlar. Yazdım ben de onları. Mesela okul hangi ayda açılıyor, altıncı ayda. 12. ayda mı bitiyordu. Öyle bir şeydi. Yani onları yazmıştım. Ama önemli olan bir şekilde süsleyip sunanların dilekçesinin kabul edilmesi. Şans mı diyeyim artık, şans oluyor herhalde.

Daha ikinci mülakata çağırmadılar, 8 ay geçti üstünden. Bir kez girdim, formu doldurdum. Arayacağız dediler 8 ay geçti üstünden hala aramadılar. Yani ben onları aramasam hani o zenci çocuk vardı ya neydi ismi? Festus Okey. Festus Okey gibi ölebilirdim de. Ki öyle şeyler de atlattım Taksim’de. Polisler durduk yere dayak atıyorlar, baskın yapıyorlar. Ara sokaktan geçiyorum arkadaşlarımla beraber, çeviriyorlar, pataklıyorlar. Tipten dolayı sırf. Beni de diğer şeylere benzetiyorlar, bana torbacı diyorlar, uyuşturucu kullanıyorsun diyorlar. Polisin bana söylediği şey; ‘torbacı’, ki söylemiştim de yani ben zamanında uyuşturucu da kullandım dilekçemde de yazmıştım, kullandım bıraktım.

BM’den kabul geldiği zaman seni belli bir ülkeye mi gönderiyorlar yoksa kendin gideceğin ülkeyi seçebiliyor musun?

3 tane ülke var: Amerika, Kanada, Avustralya.  Bu üç ülkeden birisine gönderecekler, ama Kanada’ya gitmek istiyorum. Çünkü dayımlar var orada. Onlar BM sayesinde gittiler. Dayımlar, dayımın oğlu var, akrabalar var. Oraya gidersem daha iyi olur. Amerika’ya gitsem zorluk çekeceğimi biliyorum.

Başvurun kabul edilir ve üçüncü bir ülkeye yerleştirilirsen ne yapmayı düşünüyorsun?

Beklentim dil öğrenmek, orada zaten okula gönderecekler. İngilizceyi öğrenip… pek bir şey yapmak istemiyorum. Müzik yapmak istiyorum. Müziğimle artık bunları sakin kafayla yazmayı, eğer maddi durumumda olursa bir karavan alıp, doğada müzik yapmayı planlıyorum kafamda. Hayatımı ne bileyim savaşları anlatarak, barışı çağrıştıracak şarkılar söyleyerek geçirmek istiyorum. Kafamda bu var yani planım.

Başvuru sürecinde ya da maddi olarak destek sağlayan kuruluşlar var mı?

Helsinki Yurttaşlar Derneği’ne gitmiştim. Beni yardım alabileceğim bir yere gönderdiler. O yerde kapıda bir amca ‘yardım vermiyorlar, açık çıkmış. Orda çalışanlar, Irak’tan ya da artık nereden geliyorsa, gelen yardımları cebe indirmiş’ dedi. Karitas’tı yerin adı. İtalyanlar el koyacakmış olaya. Sonra ben bunu Helsinki Yurttaşlar Derneği’ne söyledim. Güldüler.

Türkiye’de mülteci dahi olsalar Türkmenlerin farklı bir statüsü var gibi. Senin hiç ilişkin olmadı mı diğer Türkmenlerle?

Var evet, Ankara’da bayağı var. Yer de veriyorlar, okulda, üniversitede, kanalları da var Türkmeneli TV. Ben hiç girmek istemedim. Bir kere bana dernekte gel albüm çıkaralım sana müzik yapalım demişlerdi. Şarkılarda hep faşist şarkılar olacaktı. Tamam, gelirim dedim. Gidiş o gidiş. Bir daha da işim olmadı. İlk geldiğimden beri onlara karşı tepkim bu şekildeydi. Çünkü sahtecilik, yalan gördüm onlarda. Ama tabi belki ben o zaman sezilerimle düşünüyordum. Belki bende bir sorun vardı onlara karşı. Ama bir albüm yaparsam Kerkük’ün Zindanını okurum, bir şarkı söylerim Kerkük için.

İstanbul’da diğer mültecilerle ilişkilerin var mı?

Var şu anda İstanbul’da ama onlar çalışıyorlar, belli sisteme geçmiş çalışıyorlar. Uyum sağlıyorlar. Ben sağlayamıyorum uyum. Bir de tipimden dolayı çalışamıyorum. Ben müzisyen olduğum için kendime öz bir tipim var. Buna da işverenler çok karışıyor.  Sakalıma saçıma… Polis de karışıyor, işverenler de istemiyorlar böyle bir şey. Şu anda mesela hayatım burada daha da tehlikede. Irak’tan kaçmışım, oradan savaştan kaçmışım. Bir sürü tehlikeler atlatıyorum burada da. Kafamıza silah da dayandı mesela gitar çalarken Beyoğlu’nda, Oda kule’de. Adamın biri geldi kafama silahı dayadı, hiçbir şey yok ortada. ‘Kalkın lan!’ falan diyor, silahı dayıyor kafama.

Mülteci olarak müzikle uğraşmak yerine başka işlerde çalışsaydın hayatının daha farklı olacağını, sana daha farklı davranılacağını düşünüyor musun?

Yok, zannetmiyorum, ya benim bir kere zaten kalbimde bir yara var. O hiçbir zaman iyileşmeyecek. Sadece ne bileyim kendimi avutacağım herhalde.

Ben daha çok insanların, polisin, devletin ya da BM’nin yaklaşımının değişeceğini düşünüyor musun diye sormak istemiştim?

Çalışma açısından biraz rahat olabileceğine inanıyorum. Tabi gözetim altında kalacağım, zaten herhangi bir örgüte katılamazsın orada. Kapitalist sistemin içinde kalacaksın, mahkûm kalacaksın. Ama dediğim gibi pasaportu alınca o sistemin içinde değil de gidip müzik yaparım falan diye düşünüyorum. Yani belli bir şey istemiyorum, gidip orda çalışmak gibi… Yapabileceğim tek bir şey var o da müzik. Müzikle anlatabilirim. Mesela Iraklı bir heavy metal grubu var, onlar da yeni geldiler, başvurdular BM’e. Bekliyorlar. Tabi ben onlardan önce başvurmuştum. Belki onlarınki kabul olur, gönderirler. Ama benim bir grubum yok olmadığı için de saygı duymayacaklar müziğe. Tabi arkadaşlarım aynı zamanda bunlar benim.

Muhatap olmadığın bir savaştan kaçmışsın. Karşına sürekli sınırlar çıkmış. Şu anda sınır senin için ne ifade ediyor?

Benim için artık sınır öyle bir şey oldu ki sınır tanımamaya başladım. Sınır olmasın diye düşünüyorum. Geldim böyle hep. Ne bileyim hep başka ülkelerde yaşadım. İran’da olsun Türkiye’de olsun. Mesela Bulgaristan’a kaçtım. Bulgaristan’da yakalandım. Sonra işte attılar bizi Türkiye’ye. Başka ülkelerde tanımadığım yabancı ülkelerde…

Mültecinin Laneti

18 Ağustos 2007 – Urla’da Afganistan ve Pakistan uyruklu kaçak göçmenleri taşıyan bir tekne aşırı ağırlık nedeniyle battı. Teknede kaç kişinin olduğuna dair bilgiler muhtelif. 45 kişi sağ kvurtarıldı, 6 kişinin cesedine ulaşıldı. Kimi kaynaklar 5 kişinin de kaçtığını söylüyor. Kurtarılanların akıbetlerine dair bilgi yok…

20 Ağustos 2007 – Mültecilik Beyoğlu Karakolunda bir silah patladı. Nijerya’dan gelip sığınma talebinde bulunmuş Festus Okey gözaltına alındı ve o gün karakolda patlayan silahın hedefi oydu. Okey o gün, o karakolda Nijeryalı bir mülteci olarak öldü. Mahkeme olayda kasıt olmadığı sonucuna vardı. Festus Okey 20 yaşında, bir karakolda yanlışlıkla patlayan bir silahdan çıkan kurşunla kasıt güdülmeden öldürüldü.

23 Ekim 2007 – Bir ihbar üzerine Ümraniye Çamlıca gişelerinde bir tıra düzenlenen operasyonda 105 Pakistan uyruklu kişi yakalandı. Türkiye’ye kaçak giriş yapmışlardı ve hemen geri iade için Yabancılar Şubesi’ne başvuruldu ama Pakistan’da patlak veren kriz yüzünden iade edilemediler. Gözetim altında tutulmaları gerekiyordu ve karakolların nezarethanelerine yerleştirildiler. Karakollar, nezarethaneler mülteciler tarafından doldurulduğu için gözaltı gerçekleştiremediklerinden yakınıyordu. Mültecilerin şu andaki akıbetlerine dair bir bilgi yok…

10 Aralık 2007 – Seferihisar’a bağlı Sığacık beldesi açıklarında kaçak göçmen taşıyan bir tekne aşırı yük nedeniyle battı. Tekne Sakız adasına gitmekteydi. Olay Filistin uyruklu iki kişinin kıyıya yüzerek ulaşması ve olayı haber vermesi üzerine öğrenildi. Toplam 6 kişi kurtarıldı, 43 kişinin cesedine ulaşıldı. Teknede 85 kişinin bulunduğu tahmin ediliyor. Kurtarılanların geri iadesi için başvurular başladı. Akıbetleri belirsiz…

Mülteciler zaman zaman gözümüze değen, kulağımıza çarpan, kamyonlar ya da tekneler içindeki görüntüleriyle bir kare içinde önümüzde belirip kayboluveren insanlar. Onlar bu sorunla başa çıkamayan, çıkacak yollar arayan, devletlerin tanımladığı şekliyle “dini inançları, siyasi görüşleri, ait olduğu sosyal grup, ırkı veya milliyeti gibi beş sebepten biri yüzünden ülkesinde zulüm göreceğine dair haklı bir korku taşıması ve bu korku nedeniyle ülkesini terk edip”(Cenevre Sözleşmesi) başka bir ülke arayan insanlar.

Kitlesel bir fenomen olarak mülteciler I. Dünya Savaşı sonrasında Rusya, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılması ile ortaya çıktı. Ayrıca ulus-devlet modelinde yeni kurulan devletlerde de Yugoslavya ve Çekoslovakya gibi, %30 oranında azınlıklar vardı. Savaş sonrası kurulan Milletler Cemiyeti’nde konu devletler arasında ikili düzeyde çözülecek bir olgu olarak ele alındı. Birkaç yıl sonra Almanya’daki ırkçı yasalar ve İspanya İç Savaşı da yeni bir mülteci dalgası yarattı. II. Dünya Savaşı ve yayılan faşizm dalgası da milyonlarca insanın yer değiştirmesine sebep oldu. 1944- 1951 yılları arasında 20 milyona yakın insan başka topraklara göçtü. Bu atmosferde, savaş sonrasında, 10 Aralık 1948 tarihinde İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi (İHEB) yayınlandı, buna dayanarak Birleşmiş Milletler sözleşmeleri ve Bölgesel İnsan Hakları Sözleşmeleri oluşturuldu. İHEB’nin 14. maddesinde temel bir insan hakkı olarak sayılan “iltica hakkına” ilişkin Mültecilerin Hukuki statüsüne dair BM Sözleşmesi 1951 yılında Cenevre’de kabul edildi. Bu sözleşme halen günümüzde de iltica/mülteci hukukunun temel belgesi olarak kabul edilmekte. Aynı şekilde bu dönemlerde Avrupa dışında da kitlesel nüfus hareketleri görülüyordu. Ruanda ve Tanzanya´daki Mozambikli mülteciler, Hindistan´daki sayıları 10 milyonu bulan Bengalli mülteciler, Vietnam ve Kamboçyalı mülteciler, İran devrimi sonrası ülke dışına kaçan rejim muhalifi mülteciler, 1979 yılında yaşanan işgal girişiminden sonra Afganistan´dan kaçan 6 milyon mülteci (ki hala bir kısmı bir türlü bitmek bilmeyen iç savaşlardan ötürü ülke dışında kalmaya devam etmektedir), Körfez Savaşından sonra Irak´tan kaçarak İran´a sığınan 1,3 milyon, Türkiye´ye sığınan 460.000 Kürt mülteci, Bosna-Hersek ve Kosova´nın bir çok ülkeye sığınmış nüfusu ve Sudan’ın Darfur Bölgesinde yaşanan krizden ötürü bir milyonu, öncesinde ise güneyde dört milyonu aşkın yerinden edilmiş insan.

O tarihlerden bugüne milyonlarca insan sınırlar arasında, hep sınırlarda kalarak onları tanımlamış, onlara bir kimlik vermiş vatanlarından kaçarak vatansızlaştılar ve başka vatanlara ayak basmaya çalıştılar, bastılar, birçokları öldü ve ölmeye devam ediyor. Vatandaşı oldukları devletlerin verdiği pasaportları ve kimlikleri yok çoğunun yanında. Onlar, artık kendilerini tanımlayan bir kimlikten yoksunlar ve isimlerimizin, ailemizin, soyumuzun sopumuzun kayıtlarının tutulduğu, soyumuz sopumuzla bağlı olduğumuz bir ulusun devleti tarafından bize kendisine bağlılığımızı ispatlamak için verilen kimlik kartlarımızla, pasaportlarımızla varolabildiğimiz, varlığımızı kanıtlayabildiğimiz bir dünyada artık yoklar. Onlar artık vatandaş değil ve insan olmak iktidarların muhasebesinde “vatandaş” olmakla ölçüldüğünden, insan da değiller! Çünkü insan hakları dediğimiz aslında ne idüğü belirsiz, muğlâk, içi boş kavram bu ulus-devletler çağında vatandaşlıkla tanımlanıyor ancak. Vatansızlaştıkları nokta da artık kullanabilecekleri, talep edebilecekleri bir insan hakkı yok. Evet, yoklar ama fiziksel varlıkları inkâr edilemeyecek bir gerçeklik, devletler için. Çizilmiş sınırların içine, onlardan izin almadan girmiş, sınırları ihlal etmiş olan milyonlarca insan.. Bir şeyler yapmak gerekiyordu. Bu insanlar farklı renkleri, dilleri, kültürleri, tarihleri ile birer tehdit çünkü. Sınırdalar, ulus devletin üzerine kurulduğu mitleri yıkıyorlar, Agamben’in deyişiyle insan ve vatandaş, doğum ve milliyet arasındaki kimliği yıkarak egemenliğin özgün kurgusunu krize sokuyorlar. Ulus-devlet denilen mefhum ezelden beri vardı ve ebediyen olacaktı. Sınırlar haritalar üzerinde çizilirken aslında bizim kafalarımızda çiziliyordu. Bize güvenlik sağlayan, kimlik kazandıran, varlığımızı anlamlı kılan sınırlardı onlar. Dışarıdakiler, korkunç yaratıklar kimliğimizi ve bizi tehdit eden, sanki her an bozulacak bir büyü içinde yaşıyoruz aslında ezeli ve ebedi olduğuna inandığımız bu sınırlar içinde.

Evet, bir şeyler yapmak gerekiyordu. Devletler kendi bünyeleri içinde ya da diğer devletlerle ittifak halinde birçok kuruluş oluşturdu bu gittikçe büyüyen sorunu halletmek için. Bunlar zavallı, biçare mültecilere yardım etmek için çırpınıp duruyorlar ama pek tabii ki politik bir duruşları yok devletlerin kendi elleriyle yaratılmış kuruluşlar olarak varlar. Bu halleriyle, mülteciler açısından hükümsüz kurumlar. Sadece belirli kişiler ya da olaylar bağlamında verili durum içindeki sorunları çözmek, yardım toplamak ya da dağıtmak, mülteci kampları kurmak ya da kurulu kamplardaki durumları iyileştirmek üzerinden çalışıyorlar. Mültecinin kim olduğu, neden mülteci olduğu, o sınırlar içinde yaşayan başka herhangi bir insandan ne farkı olduğu, eğer farkı yoksa neden böyle bir durumda yaşamak zorunda bırakıldığı ve devlet ile mülteciler arasındaki ilişkinin ne olduğu gibi sorulara verilecek bir cevapları yok. Devletler ve kuruluşları sorunlarla başa çıkmakta başarısız oldukça polis ve yardımsever kuruluşlar daha fazla devreye giriyor. Mülteciler kendilerini kabul etmeyen bu yeni topraklarda ya acınıp şefkat gösterilecek zavallılar ya da sürekli sorun yaratan, suç işleyen ıslah edilmesi gereken korkunç, tekinsiz eli kanlı suçlular. Bu durumu aslında değişen terimlerde de izlemek mümkün. Resmi belgelerde, başvurularda “sığınma isteyen” terimi “mülteci” ile yer değiştiriyor. Sığınma isteyen pasif, rica eden bir konumdayken mülteci tehdit veya yoksunluktan dolayı bir yerden kaçışı temsil ediyor. Sığınma isterken eylem tam anlamıyla gerçekleştirilmiş sayılmaz, bir ricada bulunulmuş ve cevabı beklenmektedir ama mülteci eylemi gerçekleştirmiştir, kaçmıştır. Her ne sebeple olursa olsun insanların kendi kafalarına göre hem de kalabalık bir halde bir yerden bir yere hareket etmeleri kabul edilebilir bir durum değildir. Bir kere coğrafi iş bölümü denilen bir şey var değil mi? Sermaye küreselleşiyor ama emeğin olduğu yerde kalması kontrollü bir şekilde hareket etmesi gerekiyor. II. Dünya Savaşından sonra yerle bir olmuş Almanya’ya işçi olarak gidilebilirdi büyük kalabalıklar halinde ya da Avustralya’ya Kanada’ya vasıflı işçi olarak ama onlar istemeden bir yerden bir yere hareket etmek pek de hoş değil! Coğrafi iş bölümünün altını oymaktır bu ve küreselleşen sermayeye bir tehdit oluşturur.

Bu tehdide karşı devletler mültecilerin nerede yaşayacaklarını seçme hakkını, paralarını nasıl harcayacaklarına karar verme hakkını bile ellerinden alıyor. Örgütlenmiş, politik olarak etkin gruplar halinde bir araya gelmelerini engellemek için ya da bu şekildeki grupları dağıtmak için mülteciler ülke genelindeki küçük, daha saldırgan şehirlerdeki kamplara dağıtılır, çalışma izinine ise zaten sahip olamazlar. Çoğunu BM’nin desteklediği bu kamplarda ancak yardımlarla hayatta kalabilirler ya da kaçak işler yaparlar ama kaçak çalıştıkları bilindiği için çoğu zaman paralarını da alamazlar. Genellikle muhafazakâr olan, kendi içine kapalı ve dışarıdan gelenlere karşı düşmanca tavırlar sergileyen bu şehirlerde zaten sürekli bir tehdit altındadırlar, bir korku içinde yaşarlar. Okula yeni başlayan ya da devam eden çocuklara kimliklerini gizlemeleri tembihlenir çoğu zaman, özellikle de dinsel kimliklerini. Bir kısmı daha rahat kabul görmek için dinlerini değiştirir. İngiltere’de örneğin mültecilerin nakit para kullanması dahi yasaktır sadece kendilerine verilen biletlerle alışveriş yapabilirler hatta para üstü olarak bile nakit para alamazlar. Böylece sadece biyolojik varlıklarını devam ettirebilecek maddelere ulaşmaları sağlanır. Varlıkları biyolojik bir varlığa indirgenir, toplumsal, tarihsel bir özne olarak kabul edilmezler ki birçoğu biyolojik olarak hayatlarını devam ettirebilecek olanaklardan dahi yoksundur. Sığınma talebinde bulunduklarında sonuçlanması yıllarca sürer ve onlar bu yılları ne olacağını bekleyerek bu kamplarda geçirir. Taleplerinin kabul edilmesi için gerekli koşullar oldukça ağırdır ve gittikçe de ağırlaşmaktadır. Neden kaçtıklarını kanıtlamaları gerekir, daha doğrusu karşılarındakileri inandırmaları. Çünkü haklarını hukuklarını tayin etmek için kendileriyle ilgili yapılmış olan yasalarda, sözleşmelerde göçün nedenleriyle ilgili ayrımlar yapılmıştır. Hayati tehlike söz konusuysa belki kabul edilebilirler ama yoksulluktan kaçıp geldilerse adları “ekonomik göçmen” olur ve kabul edilmezler eğer göç etmeye çalıştıkları devletin böyle bir talebi yoksa. Bu yüzden de doğru söyleyip söylemediklerinin anlaşılması için kendileriyle ardı ardına mülakatlar yapılır. Bu ağır koşullar altında yaptıkları her şey de suç kabul edilir, kamplardan izinsiz ayrılmaları, para kazanabilmek için çalışmaları tahmin edilebileceği gibi ağır şekilde cezalandırılır ya da öldürülürler tıpkı Festus Okey gibi ya da isimlerini bilmediğimiz binlerce insan gibi. Hatta örneğin İngiltere’de özel güvenlik şirketleri tarafından işletilen göçmen tutuklama merkezlerinde, kamplardakinden bile zor şartlarda tutulurlar. Bunca yaşanan şeyden sonra pek çoğunun sığınma talebi yeterince inandırıcı bulunmaz, reddedilir, sınır dışı edilirler, ülkelerine geri gönderilirler.

Milyonlarca insanın yer değiştirdiği, değiştirmek zorunda kaldığı bu coğrafyada Türkiye geçiş yolu işlevi görmekte. Cenevre Sözleşmesi’ni imzalamış ama coğrafi çekince koymuş olan Türkiye, doğudan gelenlere mülteci statüsü vermezken sadece batıdan gelenlere verir ki yasal bir prosedür olmasına rağmen fiiliyatta onlara da vermez. Bu yüzden de insanlar genellikle Türkiye’ye giriş yapıp, sığınma talebinde bulunuyor ve 3. bir ülkeye gönderilmeyi burada bekliyor. Türkiye’ye 2002–2006 yılları arasında toplam 15.556 kişi iltica-sığınma başvurusunda bulunmuş, bunlardan 7.212 kişinin talebi kabul edilmiş ve 3. ülkelere yerleştirilmiştir. 762 kişinin başvurusu reddedilirken 6.061 kişi halen başvurularının sonuçlanmasını beklemektedir. Ayrıca Türkiye’de yakalanan yasa dışı yabancı kişi sayısı son 5 yılda toplam 309.683’tür. Aynı zamanda, 1980–1999 yılları arasında 579. 510 kişi Türkiye´den kaçarak başka ülkeler nezdinde sığınma aramış, bu hali ile dünyada hatırı sayılır mülteci nüfuslarından birisi olmuştur. Genel olarak baktığımızda ise Uluslararası Göç Örgütü’ne göre dünya nüfusunun %3’ü göç halinde ve bu da yaklaşık olarak 191 milyon insan ediyor. Bu göçmenler içinde ise sadece 30–40 milyon kişi kaçak göçmen ve 8,4 milyonu da mülteci statüsü taşıyor.

Bu, arka arkaya sıralanan rakamlar, istatistikler yaşananların gerçek yüzünü saklıyor aslında; çünkü her mülteciyi sadece bir rakama indirgiyor ve yaşananlara dair sadece uzaktan bakmamızı, belki bir iki kere tüh tüh vah vah dememizi sonra da unutmamızı sağlıyor. Ama altında yatan hikâyeleri hiç bir zaman öğrenemiyoruz. Ya mülteci kamplarına kapatılıyorlar ya da etnik azınlık oluyorlar. Bir etnik azınlık diğerinden nefret eder hale getiriliyor. Nefret edilen, korkulan insanlar olarak, korkuyu tanıyan bilen insanlar olarak kendi aralarında da bir diğerine karşı korku yaratılıyor. Biraraya gelmemeleri, daha büyük bir tehdit olmamaları, yaşadığımız toplumu, değer diye bildiklerimizi sorgulamamıza neden olmamaları için. Çünkü yaşadığımız dünya da değişiyor. Bugün kamplarda kalanlar, hayatlarını sadece biyolojik olarak dahi devam ettirmek için çırpınanlar mülteciler ama yarın böyle olmayacak. Ezeli ve ebedi bildiğimiz ulusumuzun devleti biçim değiştirmeye devam ettikçe ulus, vatan dolayısıyla da vatandaşlık üzerinden tanımladığı bütün değerler de aşınacak. Bugün mülteciler üzerinde uygulanan kontrol yöntemleri yavaş yavaş bütün topluma yayılacak. Toplumsal, tarihsel, kendini kurmaya, arzusunu gerçekleştirmeye çalışan bir özne olmaktan çok hayatını sürdürmeye, hayatta kalmaya çalışan birer emek-gücü olacağız. Bu yüzden de mücadele ederken de çıkış noktamız zavallı, biçare mültecilere vatandaşlık verilmesi, vatandaşlığın nimetlerinden yararlanmalarının sağlanması değil her yerde mülteci öznelliğinin yaratılması olmalı; çünkü mülteciler beden üzerinden kontrol mekanizmalarının yaratılmasına, biyolojik hayat ve politik hayat arasında bir çelişki yaratılarak bunun üzerinden iktidar politikaları geliştirilmesine karşı duruyor. Sınırdışı edilmeler sırasında gerçekleştirilen müdahalelerden sınır kamplarına, mülteciler için işgal evleri kurmaya, mali destekte bulunmaya, sağlık hizmeti almalarını sağlamaya kadar dünyanın farklı yerlerinde bugüne kadar birçok yöntem geliştirildi ve gelişitirilmeye devam ediyor ve geliştirilecek. Önemli olan bu sisteme, devletlere rağmen yeni bir hayatı bugünden burada hep beraber örgütleyebilmek

Permalink to this post: http://www.ahaligazetesi.org/2011/05/dosya-yeryuzunun-lanetlileri/?postTabs=2

May 23, 2011 Posted by | anti-otoriter / anarşizan, sistem karsitligi, somuru / tahakkum, sınırlara hayır | Leave a comment

The Case Against Immigration Controls – Teresa Hayter

Illustration of an immigrant wanting to cross a border

 It is now considered axiomatic that states should have the right to stop people entering their territories, but it was not always so. It was not until the beginning of the twentieth century that immigration controls were introduced.

Previously nation states had at times expelled people whom they considered undesirable, but they had not attempted to prevent immigration. Britain, for example, expelled all Jews in the thirteenth century, but it was not until 1905 that it adopted laws to keep them out in the first place.

Failure of the Declaration of Human Rights

The growth of the culture of human rights has so far failed to assert the right of people to chose where they wish to live, except within the states whose nationality they are born with, or have obtained. Thus the United Nations’ Universal Declaration of Human Rights, adopted in 1948, asserts in its Article 13-1 that “Everyone has the right to freedom of movement and residence within the borders of each state,” which means the state in which they are officially allowed to reside. Therefore if, for example, people wish to leave an area of high unemployment and look for work where there is plenty of it, the authorities are not supposed to interfere with this wish provided it is within the boundaries of their “own” country. When, as in the Soviet Union and China, governments prevented their citizens from moving to particular areas within the country, this was considered an example of the repressive nature of these states, and widely condemned.

The Universal Declaration also states, under Article 13-2, that “Everyone has the right to leave any country, including his own, and to return to his country.” When the Soviet Union, East Germany and other states in eastern Europe prevented their citizens from leaving their countries, sometimes by arresting and even shooting them, and sometimes by building high fences and walls, perhaps reinforced with razor wire, this, again, was rightly considered shocking.

Less however is said about the walls, fences, razor wire, armed guards and other repressive devices which are supposed to stop people entering rather than leaving territories. The Universal Declaration of Human Rights has nothing to say about the right of people, who are supposed to be free to leave their own countries, to enter another. In a period when the powers of nation states are being undermined by the the forces of globalisation, states nevertheless cling tenaciously to one of their last prerogatives: the right to select which foreigners they will admit, and which they will try not to admit.

The Introduction of Immigration Controls

Historically states have needed immigration to expand their economies. In the early years of European empire, labour was obtained by varying degrees of force and compulsion. After the Second World War, in the period of reconstruction and boom, most European countries actively engaged in the recruitment of workers from abroad, first from other European countries and then from their former colonies, from North Africa, South Asia and the Caribbean, and from Turkey. But by the early 1970s, with recession and growing unemployment, the European countries which had previously imported labour had all set up controls to stop further migration for work. Legal immigration for employment largely ended. The apparatus of controls to stop people entering Europe and other rich areas without permission grew.

By the late 1990s some governments were also increasing their efforts to deport the people who had already come. In France, for example, people who had had more or less automatically renewable ten-year residence permits suddenly found that their permits were not renewed, or were given one-year permits, which meant they had either to go underground and work illegally, or leave the country in which they had lived for many years. They organised themselves as Sans papiers (undocumented people) to resist. In Britain, the government set targets for deportation, and began to increase random checks, arrests, detention and deportation of longterm British residents who had infringed some provision of the immigration laws. But as campaigners and visitors to Campsfield and other immigration prisons have discovered, in many cases those who were detained and deported had jobs, houses, wives and young children, and the latter might then lose their houses and become dependent on public funds for survival.

Undermining the Right to Asylum

One, at first legal, route for entry remained. The Universal Declaration of Human Rights, in Article 14, stated that: “Everyone has the right to seek and to enjoy in other countries asylum from persecution.” But, after objections by the British, the declaration did not give them the unqualified right to receive asylum, only to seek it. It is left to the recipient states to decide who they will or will not grant refugee status to, rather than, as would be logical and as was the practise in the nineteenth century, leaving it up to refugees themselves to decide, as they are best qualified to do, whether they need to flee. On the whole, during the Cold War, when people did succeed in leaving the Soviet Union and other east European states, they were accepted in the states they went to. Similarly, after the Cuban revolution, Cubans were allowed into the United States (but Haitians were not).

The 1951 Geneva Convention on Refugees and its 1967 Protocol incorporated the right to asylum; they also gave it a restrictive definition. A refugee is defined as: “Any person who owing to well founded fear of being persecuted for reasons of race, religion, nationality, membership of a particular social group or political opinion, is outside the country of his nationality and is unable, or owing to such fear, is unwilling to avail himself of the protection of that country.” Some governments, including the German and French, have restricted this further, saying that persecution must be by state agents in order for the applicant to qualify for asylum. And over the years states have accepted declining proportions of the number of people who claim asylum, though the claims themselves differ little. They assert that this is because the “asylum seekers” are not really fleeing persecution but are merely seeking to improve their economic situation. They have started to attack them, in Britain for example, as “bogus,” “abusive,” and “illegal” (as if a person could be “illegal”).

The authorities, rather than making it their task to examine fairly and objectively a person’s case for asylum (which itself is likely to be impossible), take on an adversarial role: immigration service officials see their role as, like prosecution lawyers, to find inconsistencies or inaccuracies in the accounts given by refugees of their reasons for fleeing, which they then say undermine the credibility of their claims. In one case in Britain, for example, a Zairean asylum seeker said in one interview that there was no window in the cell in which he had been imprisoned, and in another that there was in fact a small grille above the door to the cell; this was given as grounds for refusing his claim.(1) In another case Home Office officials gave as grounds for refusal their (incorrect) assertion that escape across
the Congo river was impossible because it was full of crocodiles.(2)

In a minority of cases these refusals are overturned at appeal. But the officials determining appeals are themselves appointed by the Home Office and are far from impartial. The process is arbitrary, a cruel farce. It is clearly influenced more by quotas and targets than by considerations of justice or truth. As a result governments turn down many asylum claims which nevertheless meet the criteria set by the international conventions to which they are signatories. They then claim, quite unjustifiably, that this is evidence that most asylum seekers are “bogus.” Asylum seekers come overwhelmingly from areas in which there are wars and severe political persecution. A few of those who, with exceptional enterprise and courage, make it to Europe and other rich areas and claim asylum may do so in order to improve their financial situation. But the reality is that nearly all asylum seekers, whatever their reasons for migrating, are highly educated and are often dissident members of the elite. Many take a large drop in their standard of living, losing jobs, houses and land as well as their families.

Smuggling as Last Resort

Having progressively undermined the right to receive asylum, governments are now attempting to make it harder for people to apply for it. They do this, above all, by imposing visa requirements on the nationals of what they call “refugee-producing” states, which of course means the states people are most likely to need to flee from. The requirement to obtain a visa means that refugees cannot travel legally to the country they wish to go to. Clearly they cannot apply for a passport to the authorities they are trying to escape from. Supposing they already have a passport, they could in theory go to a foreign embassy to apply for a visa, braving the security guards outside and the possibility they might be denounced by local employees inside. But if they then asked for a visa to apply for asylum, they would normally be quickly ejected; there is no such thing as a refugee visa. They could in theory apply for a visitor’s or student’s visa, but this would require documentary proofs and probably some funds, and would in any case constitute deception.

The usual course for refugees therefore became to buy false documents from agents. But this itself is becoming increasingly hard. Under various Carriers’ Acts, airways, ferries and other transport operators are now required to ensure that the passengers they carry have documents, and are fined if they allow them to travel without them. Governments spend large amounts of money on technology to enable carriers to become better at detecting false documents, and sometimes post their own agents at foreign airports to assist in this process. If they succeed, they hand refugees back to the authorities they are fleeing from. Refugees are therefore forced to resort to even more dangerous, clandestine methods of travel. They usually have to pay large sums of money to agents, to enable them to flee in the holds of ships, in the backs or even in the tyre casings of lorries, underneath trains and even aeroplanes, in often overcrowded and leaky boats. In the process they endure great suffering. Many thousands die each year, of suffocation or drowning. Governments then announce that they will clamp down on the illegal smuggling networks, for whose existence they are entirely responsible, and have the gall to proclaim their concern over the cruelty of the agents and traffickers organising the refugees’ escape.

Prisons for Refugees

The objective of governments is to reduce, by this and other means, the number of people seeking refuge in their countries. In Britain, for example, the Prime Minister Tony Blair set a target of halving the number of applications for asylum. This supposed that the applications were not related to the real needs of people to flee, but to the attractiveness of Britain as a place of refuge; the government said it was determined to take tough measures and not to be “a soft touch.” The government met its goal, mainly because it had set the target in relation to the month in which applications peaked, and because this peak had itself been almost entirely the consequence of the number of Iraqis fleeing the threat of US-British invasion.(3)

But governments appear to continue to believe that the way to reduce the number of refugees is not to refrain from creating the conditions which people flee from, but to make conditions harsher in the countries they are trying to flee to. They lock refugees up in prisons and detention centres, and they reduce them to destitution. Refugees are punished not for anything they have themselves done, but in the, probably largely mistaken, belief that their treatment will deter others who might follow in their footsteps. In the process governments flout a long list of human rights: the right not to be subjected to inhuman and degrading treatment, the right not to be arbitrarily arrested and imprisoned, the right to a fair trial by a properly constituted court, the right to family life, the right to work, among others. Amnesty International has said that Britain, for example, in its treatment of asylum seekers, violates article 5 of the European Convention on Human Rights, article 9 of the International Covenant on Civil and Political Rights, the UN Body of Principles for the Protection of All persons under Any Form of Detention or Imprisonment, and virtually all of the guidelines on detention of the United Nations High Commission for Refugees (UNHCR).

Immigration prisons now exist in all of the rich, or “developed,” countries to which refugees flee. The largest numbers in absolute terms are locked up in the USA. Australia, until recently, detained all those who applied for asylum. Britain was one of the first European countries to detain asylum seekers, and it remains the only west European country to do so without judicial supervision and without time limit. In theory the British government derives its right to detain asylum seekers and other migrants from its 1971 Immigration Act, which stated that they could be detained prior to removal. Although detention centres have been renamed removal centres, in practise only a small minority of those detained have had their cases finally dismissed and have removal directions. Some cannot be deported, for a variety of reasons, and therefore cannot legally be detained. Around ten per cent of those arriving at ports and claiming asylum, who are therefore not even technically “illegal immigrants,” are detained. The process is arbitrary, and has to do with filling the available spaces in detention centres and prisons; the decisions are made by junior immigration officials, who have to give only general reasons, such as “we believe that the person is likely to abscond;” one of them, asked by the author what evidence he had for this belief, merely replied “we are not a court of law.”

The numbers detained under immigration laws have increased from 250 at any one time to over 2,500 now. Some are detained in ordinary criminal prisons, subjected to prison procedures, sometimes locked in their cells for 23 hours a day, occasionally locked up with convicted prisoners. Others are detained in centres designated for immigration purposes, some of which were previously prisons and still have prison regimes, surrounded by high fences and razor wire. Most are run for profit by private security firms such as Group 4, whose guards, detainees tell us, are blatantly racist. Worse, the Labour government now imprisons children. This practise is not new, but previously the government admitted it was not legal, merely detaining thirteen-year-olds on the basis of travel documents which gave their age as thirty, and refusing to believe evidence to the contrary. It now systematically imprisons whole families, including young children, babies and pregnant women, sometimes for months at a time.(4)

Denied Social Rights

To varying degrees and in different ways, most European countries now also deliberately reduce asylum seekers who are not locked up to destitution. In most countries they are not allowed to work. Increasingly they are denied access to minimal public support, including in some cases health services. In some countries, public financial support and accommodation is denied to those who have had their claims rejected but who may still be pursuing legal avenues to avoid deportation, or who cannot be deported (because they have no papers, because conditions in their countries are recognised to be unsafe, or because transport to their areas does not exist). In France public support, of a limited nature, is available only after a claim for asylum has been lodged, which may take months.

In Britain it is not available to those who are deemed not to have claimed asylum immediately on arrival (which in effect means that two-thirds of new asylum seekers are made destitute), and to socalled “failed asylum seekers.” Although the courts have partially condemned this measure as inhuman and degrading treatment, and individuals can apply to have the decision reversed, many thousands of people, many of whom subsequently get refugee status, are currently living in various degrees of destitution with neither the right to work nor the right to receive any form of state support. The denial of public support to “failed asylum seekers” has now been extended to families; the intention (defeated after protests by social work trade unionists among others) was that this would mean that their children would be taken away from them and put into state “care.” The support which is available to others has been progressively whittled away. Asylum seekers in Britain now receive some two-thirds of the sum considered to be the minimum subsistence level for the rest of the population. They are dispersed away from their communities, lawyers and sometimes families to one “no choice” offer of accommodation, often in sub-standard housing including condemned public housing estates, where they are isolated and vulnerable to racist attacks, to the extent that some of them fear to go out.

Increased Surveillance

Immigration controls thus give rise to some of the worst abuses of human rights in Western societies. Asylum seekers suffer mistreatment of a sort to which the rest of the population is not, so far, subjected. But the abuses threaten to spread to the rest of the population, and some have talked of a creeping “fascisisation” of European countries as a result of their increasingly desperate attempts to stop people entering Europe. Denial of benefits to certain categories of people could spread to the unemployed and others considered undesirable. Police surveillance and random checks of immigration status can affect long-term residents who look “foreign.” In Britain, where politicians and others pride themselves on the long tradition of absence of the obligation to carry identity papers, many immigrants nevertheless already find it prudent to carry their papers around with them. Asylum seekers have been issued with “smart cards” which carry their photograph, finger-prints, and a statement on whether or not they are allowed to work. And finally, the government has decided that identity cards themselves are to be introduced, and made obligatory at first for foreigners.

Especially since 11 September 2001, the issues of immigration and terrorism are becoming blurred. In Britain, under an Anti-Terrorism, Crime and Security Act, indefinite detention in high security prisons has been introduced for foreigners “suspected” of terrorism, some of whom are refugees and therefore cannot be deported; in an even harsher version of what asylum seekers already suffer, they are subjected to judicial procedures which are a mockery of justice, much of them held in private and in which neither the defendants nor their lawyers have the right to hear what they are being accused of. An earlier Act, introduced in 2000, made it a criminal offence to belong to or support certain “terrorist” organisations. This means for example that Kurdish refugees from Turkey have to choose whether they wish to be prosecuted if they say they are members of the Kurdistan Workers Party (PKK), or fail to obtain refugee status if they do not. Their British supporters have also been prosecuted, and the act has been used against protestors against, among other things, the arms trade and against the invasion of Iraq.

Recruiting and Rejecting

Curiously, the escalation in the repressive apparatus of immigration controls, and the attempt to keep foreigners out, takes place at a time when European populations are declining, or forecast to decline. These declines, the ageing of the population, and the worsening ratios of working to non-working populations, are expected to cause serious economic and social problems in most European countries. The United Nations Population Division has estimated that to maintain existing ratios of young to old people, European countries would need extra immigration of several million people per year. Their governments usually accept that more, rather than less immigration is needed if their economies are to prosper. Most of them are now back in the business of recruiting foreign workers, especially skilled workers in trades such as computing and health services where there are obvious skills shortages, but also unskilled workers, mainly in sectors and jobs in which long-term residents are unavailable or unwilling to work and which cannot be transferred abroad, such as agriculture, catering, cleaning and some building work. In Britain the issue of work permits to employers, enabling them to recruit workers from abroad for specific jobs, nearly doubled between 1998 and 2002. In Germany and elsewhere there are government programmes to recruit computer specialists.

It is at first hard to understand why governments are thus recruiting and encouraging foreign workers, and at the same time redoubling their efforts to keep foreigners out; for example they recruit nurses in Zimbabwe and the Philippines, and imprison nurses who come on their own initiative to seek asylum. The explanation appears to be that they want to control, or “manage,” migration flows: to select desired migrants and reject others. But this too requires explanation. Some supporters of the free market argue, with a consistency which is absent elsewhere, that the movement of labour should be free in the same way as the movement of capital and goods is in theory supposed to be free. They do not agree that governments should determine the availability of labour to employers or attempt to set quotas according to some estimate of the needs of the economy, and believe recruitment decisions should be left to employers.

Insecurity and Exploitation

Some liberal economists also argue that, like free trade, the free movement of labour across borders as well as within countries would greatly increase prosperity; not only for the migrants themselves but also in the countries the workers migrate to and in those they migrate from, and in the world as a whole. Right-wing media such as the Wall Street Journal and the London Economist have long argued, to varying degrees, the case for the free movement of labour. Employers in the United States in particular have called for it, for the obvious reason that it would suit them to have easier access to the reserves of cheap labour that exist outside the rich countries. There is much evidence, now supported for example by recent research by the British Home Office, that immigrants make large contributions both to economic growth and to public finances, since they are mostly young, fit and educated at others’ expense.(5) Most, if they are legally permitted to and sometimes if they are not, are willing to work for long hours and in poor conditions for jobs which do not require their qualifications. Even the eugenicist Oxford professor David Coleman, main researcher for the anti-immigration lobby Migration Watch, has to admit that immigration increases income per head for the native population; he merely argues that it doesn’t do it as much as the government claims it does, and says the real problem is the threat to “social cohesion” and “British identity,” whatever that may mean.

There is one possible economic rationale for immigration controls, which is that their existence makes immigrant workers precarious, and therefore more exploitable and “flexible,” as the official euphemism has it. Most western economies, and especially the United States, are highly dependent on super-exploited immigrant workers, many millions of whom have no legal immigration status. None of the rich industrial countries of the West have signed up to the United Nations’ International Convention on the Protection of the Rights of All Migrant Workers and Members of Their Families, whose intention is to guarantee some minimum protections for migrant workers, including the prevention of inhumane working and living conditions, equal access to social services and the right to participate in trade unions, so as to ensure that migrants have equality of treatment and the same working conditions as the nationals of the countries they are working in.

Governments’ attitude to illegal working appears to be entirely negative and punitive, designed only to detect and repress it. In most cases the proposals for more government-permitted immigration are that the new workers will be admitted on short-term contracts, tied to particular employers and jobs (in Britain and some other European countries this represents a radical departure from previous labour-importing policies). Whether they are working “illegally” or on legal, but temporary, contracts, the workers are extremely vulnerable. They can be employed in exploitative conditions, at the mercy of employers, and denied basic employment rights. If they make an attempt to improve their situation, for example by joining a trade union, or to obtain redress against employers who fail to pay them the agreed amount (or at all), sexually harass them or in other ways mistreat them, they can be sacked.

In the case of the so-called “legal” workers, this will mean leaving the country or going underground. Even if they have been working entirely “legally” for many years in professional jobs, they are easy to get rid of: For example in Oxford large numbers of Filipina nurses have had their contracts suddenly, after many years, terminated, as a result, their union representatives say, of an increased supply of “local” nurses. Contract workers in the BMW Cowley factory, now an increasing proportion of the workforce and also increasingly migrants, were sacked with no notice and no redundancy payments in 2009. So-called “illegal” workers are of course in an even worse situation; the police and immigration authorities may be called in, quite often by their employers, and they may then be detained and deported. In Britain New Labour has created the new “serious criminal offence” of having false papers; those caught receive a oneyear prison sentence, followed by deportation and/or an indefinite period in immigration detention.(6)

Left-Wing Support of Migration Controls

We are told (for example by Polly Toynbee in The Guardian) that immigration may benefit the rich, who get cheap nannies and nice restaurants, but damages the interests of the working class, whose wages and conditions the immigrants may undercut. Trade unions themselves have a shameful history of calling for immigration controls, especially at the end of the nineteenth century. Others, such as left-wing alliance Respect in Britain, have an even more shameful record of refusing to call for the abolition of immigration controls on the grounds that this might “put people off” (i.e. the white working class?). However trade unions and their members, even in the United States and Britain, are increasingly coming round to the view that the way to protect their interests is not to call for more controls, but equal rights for all workers. In the recent round of unofficial strikes in Britain, the media gleefully printed pictures of workers holding up banners saying “British jobs for British workers,” but they failed to report that many of the activists were completely opposed to such xenophobia, and in particular attempts by the British National Party (BNP) to infiltrate the strikes. One worker, who was reported in media as saying that “they could not work alongside” the foreign workers, actually was complaining about the employers’ policy of keeping them apart, so that they could not organize together to demand the respect of local agreements on wages and conditions.

Immigration controls are used, quite deliberately, by governments and employers to divide and weaken the working class, and to help to create scapegoats to distract attention from their own failure to permit decent wages, employment and housing, and to facilitate the current massive increases in inequality and brazen wealth of the elite. In France the Sans papiers argue that other workers should support them not as any form of charity, but in their own interests. They say that the precariousness created by immigration controls is a deliberate policy of neo-liberal governments, designed to ensure that immigrants provide a model of flexibilisation and “precarisation” which can be spread throughout the sectors in which they work and eventually to the economy as a whole.

But it is not clear that the policy benefits the economy, and employers, as much as allowing free entry to workers from abroad would. It also does not adequately explain why governments are apparently so anxious to crack down on “illegal” immigrants, who are the ultimately exploitable workforce, and “illegal” working, and to increase the rate of deportations and deter asylum seekers. The explanation is almost certainly that governments’ attempts to prevent the entry of asylum seekers and other clandestine migrants have more to do with electoral than with economic considerations. Governments claim that the way to defeat the growth of the far right in Europe is to adopt their policies. They apparently believe they must demonstrate that they are being “tough”: that they are adopting progressively more vicious measures to deter asylum seekers and others who might come into the country (to do the dirty and dangerous jobs which employers cannot find locals to do), and that they are doing their utmost to keep them out, or to evict them if they nevertheless succeed in getting past immigration controls.

Appeasing the Racists

Ultimately, the inescapable conclusion is that immigration controls, and government repression of migrants and refugees, are explicable only by racism, or at least by attempts to appease the racists. Immigration controls certainly have their origins in racism. In Britain for example they were first introduced in 1905 as a result of agitation by racist and extreme right-wing organisations, at this time against Jewish refugees.(7) Similarly, when controls were introduced in 1962 to stop immigration, this time, for the first time, from the former British empire, their introduction again followed agitation by racist and neo-fascist organisations. Up to 1962, all mainstream politicians had proclaimed that the principle of free movement within the former British empire would never be abandoned. Government reports had found no reason for immigration controls other than the supposed “non-assimilability” of the new immigrants. The covert aim of the 1962 Commonwealth Immigrants Act was to stop “coloured” immigration; since the economy still required an expanding labour supply, the legislation was framed so as to exclude Irish workers from controls and, it was hoped, let in white British subjects from the “old” Commonwealth while excluding black ones from the “new” Commonwealth.(8)

Politicians constantly reiterate that the way to deal with racism is to demonstrate to the racists that their concerns are being met. However, immigration controls do not appease the racists – they merely legitimate racism. And they also embolden the racists to demand more. When politicians lament the recent increase in racism, they fail to acknowledge that it is precisely their own actions, including their constant complaints about the supposed “abuses” committed by “bogus” asylum seekers, that explain the rise in racism after a period when it had been in decline. Their actions and their words feed the parts of the media whose political agenda it has long been to stir up racism; these media use information, and phrases, which are often clearly derived from government sources. Governments only very rarely attempt to counter the lies propagated by the media and others, or give information which might correct the distortions and misinformation.

As a consequence, people believe, for example, that the number of immigrants and asylum seekers is far higher than it actually is. They fail to realise that asylum seekers, who have become the new object of race hate campaigns and violence, actually constitute an insignificant proportion both of the total number of  refugees in the world as a whole, and of the number of other people entering Europe. In Britain in 2002, for example, the peak year for asylum seekers arriving in Britain, there were 100 times more visitors, 18 times more returning British citizens, 4 times more new foreign students, and 3 times more foreigners given official permission to work. Since then the number of asylum seekers has declined; the government boasts that it is because of its “stronger borders,” but it is mainly because of a decline in the number of Iraqi refugees, and perhaps also because many people have decided it is better to go underground than risk getting locked up for being a refugee. It remains hard to understand why governments appear so concerned to reduce the numbers of asylum seekers, rather than of anybody else, unless their purpose is simply to appease the racists and in this way, they hope, win votes.

Equal Rights – Everywhere!

Immigration controls are inherently racist. Any scheme which tried to make them “fair” or non-racist must fail. Even if they did not discriminate, as they now do, against black people, east European Roma, the poor and anybody else who are subject to the current manifestations of prejudice, they would still discriminate against foreigners and outsiders in general. Those who demand tougher controls talk about “our” culture, whatever that may be, being swamped. Every country in the world, except perhaps in East Africa where human beings may have first evolved, is the product of successive waves of immigration. There are few places where there is any such thing as a pure, “native” culture. European culture, for example, if such a thing exists, is arguably under much greater threat from the influence of the United States, whose citizens have little difficulty in entering Europe, and from its own home-grown consumer excesses, than it is from people who might come from anywhere else. Moreover “non-racist” immigration controls, even if these were conceptually possible, would be pointless, since racism is the main reason for their existence. On the contrary, one of the very best ways to undermine the arguments of the racists would be to abolish immigration controls.

For the abolition of immigration controls to make sense, those who migrate must have the same rights as the residents of the places they migrate to. Immigrants need to have not only the right to work, but all the gains for the working class that exist in the countries they migrate to, including protection against unfair dismissal, the right to join and organise in trade unions, the right to leave their job and look for another one, the right to receive unemployment and sickness benefits and holiday pay, in the same way as everybody else. They should have full public rights, and they should of course have full access to social provision, including health provision and education for their children.

Immigrant workers do not usually take the jobs that might otherwise be available to existing residents and immigration does not usually lead to any worsening of wages and conditions in the countries they go to (on the contrary there is much evidence that it increases prosperity for all by enabling economies to expand and industries to survive). Nevertheless if there was any threat to the wages and conditions of the existing workforce, it would come from the fact that migrants, if they have no or few rights, can be forced to work in bad conditions and for low wages and cannot fight for improvements without risking deportation. They can come to constitute an enslaved underclass, which employers may hope not only to exploit directly, but to use as a means of weakening the position of all workers. The way to prevent any possibility of this happening is for trade unions, and all of us, to argue for full citizenship rights for all workers and residents, regardless of their nationality or how long they have lived in the country. This was more or less the situation, before 1962, of citizens of the UK and colonies who migrated to Britain; it accounts for their political strength, their militancy in their workplaces and their higher than average trade union membership. It is, with limitations, the situation of citizens of the European Union who migrate from one EU country to another. It is also of course the situation of United States citizens who migrate between states in the US federation. And it is the situation of people who migrate from one local authority to another within states, and receive the level of public services prevalent in the area they move to.

Free Migration is Possible

There are many who say that the abolition of immigration controls is politically impossible in a world in which there are severe international inequalities. But the argument that, without controls, there would be “floods” of migrants who would overwhelm the rich countries some of them go to is little more than scaremongering. The fact that there are huge international inequalities in material wealth does not mean that, as neo-classical economists might predict, there would be mass movements of people throughout the world until material conditions and wages equalised. It is true that if there were no controls there would probably be more migration, since the dangers and cost of migrating would be less; how much more is impossible to estimate. Immigration controls, however much money is poured into them and however much the abuses of human rights involved in their enforcement escalate, do not work well; if for example, after years of expensive and painful legal processes, asylum seekers finally have their application refused, governments often find it impossible to deport them; and with each new, and more vicious, advance in the apparatus of repression, people are forced to find new, braver and more ingenious ways of circumventing it. It might be better if more people migrated to countries where there are more jobs, wealth and available land.

But most people require powerful reasons to migrate; in normal circumstances they are reluctant to leave their countries, families and cultures. When free movement was allowed in the European Union, some feared there would be mass migration from the poorer to the richer areas; the migration did not happen, to the chagrin of the proponents of flexible labour markets. The great desire of many who do migrate is to return to their own countries, when they have saved enough money, or if conditions there improve. Immigration controls mean that they are less likely to do so, because they cannot contemplate the struggle of crossing borders again if they find they need to.

In addition, when people migrate from choice, they normally do so because there are jobs to migrate to. For example, when subjects of the former British empire were allowed to enter, settle and work in Britain without immigration controls, and had the same rights as British subjects born in Britain, as was the case until 1962, migration correlated almost exactly with employment opportunities; when job vacancies increased, more people came from South Asia and the Caribbean, and when they declined, fewer did so. Especially for the migrants from South Asia, the pattern was that families sent their young men to do a stint in hard jobs in the factories of northern Britain and then return, perhaps to be replaced by a younger member of the family. When the threat of immigration controls became real, there was for the first time a surge in immigration which did not correlate with job opportunities, to beat the ban; well over half the Indians and about three-quarters of the Pakistanis who arrived in Britain before controls did so in the 18-month period preceding their introduction; after controls were introduced, immigrants could no longer come and go, and were forced to bring their families and settle in Britain; by 1967 90 per cent of all Commonwealth immigrants were “dependants.” Similarly, there is evidence that the harder the US government makes it to brave the razor wire and other obstacles to cross the border into the USA, the more Mexican immigrants find themselves forced to make the hard decision to settle in the USA, and give up hopes of return. Finally, if people are extremely poor, they cannot raise the money to migrate, except perhaps to neighbouring countries or into cities; this will, sadly, be the case for the vast majority of so-called “climate refugees.” And people do not or cannot undertake the risks and expense and painful separations of migration, in order to live in squalor off public funds.

It is of course the case that too many people are forced to flee, if they have the means to do so. People should be free to migrate if they wish to, but they should not be forced to migrate. Supposing the governments of the rich countries were in reality concerned by the problem of forced migration, there would be more humane, and probably more sustainable and effective, ways to reduce it than by casting around for yet more brutal ways of enforcing immigration controls. Governments themselves often bear direct responsibility, and are nearly always partly responsible, for creating the conditions from which people flee. There is much that they could do, and above all not do: they could refrain from supporting and arming repressive regimes or the opposition to more progressive regimes; they could, as a minimum, not supply weapons to the participants in wars and civil conflicts; and they could cease to invade other countries. They could refrain from exploiting the peoples and resources of Third World countries; thus, for example, the conflict in East Congo, in which millions have died, and which has forced many thousands to migrate if they can, was fed by the rapacity of western corporations, which arm and finance the militias who supply them with the resources they want, especially coltrane. When the West’s corporations or its agencies the World Bank and the International Monetary Fund engage in projects which displace people or pollute their land, or impose policies which impoverish them and create unemployment, people who are made destitute or landless are unlikely themselves to have the resources to migrate, but the situation may feed war, conflict and repression which force those who can to migrate.(9)

The increases in asylum seekers in Britain, for example, in the last few years were overwhelmingly from four countries bombed and/or invaded by the West: Somalia, former Yugoslavia, Afghanistan and Iraq. In particular, while there was a steady trickle of refugees from Iraq under the Saddam regime and in the years of economic sanctions, there was a surge in numbers in response to the threat of US/British invasion. Others, for example from Angola, Mozambique, Chile, have fled from proxy forces of the West, which systematically attempts to destroy any government which might be attracted to socialism, or just carry out reforms, such as land reform, nationalisation, or any redistribution of wealth from the rich, foreign or local. The destruction of the Soviet Union and the triumphalism and excesses of neo-liberalism in the USSR and East European countries have created more refugees, some of them, for example, medical professionals who are no longer being paid.

It should be an elementary principle that human beings have the right to decide freely for themselves where they wish to live and work. Having made that decision, they should not be condemned to be second-class citizens and to virtual enslavement in exploitative conditions, divided from the rest of the population. They should have exactly the same rights as all other residents of the place they have chosen to live in. Immigration controls serve no purpose other than to make many thousands of innocent people suffer, build an escalating apparatus of repression, undermine the human rights of all of us, divide and weaken the working class, and feed racism. They should go – like slavery, apartheid, and other horrors in their time.
NOTES
1.  Asylum Aid, Adding Insult to Injury: Experiences of Zairean Refugees in England (London: Asylum Aid, 1995).
2.  Ibid.
3.  Most of the figures in this article are taken from the British Home Office, Statistical Bulletins.
4.  See for example Bail for Immigration Detainees, Pregnant Asylum Seekers and Their Babies in Detention (London: The Maternity Alliance, Bail for Immigration Detainees and London Detainee Support Group, 2003) as well as many other sources.
5.  Ceri Gott et al. (London: Home Office Research Directorate, 2001 and 2002).
6.  See for example campaigns by No Borders groups, especially in London, and by CAIC (Campaign Against Immigration Controls) and No One Is Illegal. See also Hsiao-Hung Pai, Chinese Whispers: The True Story Behind Britain’s Hidden Army of Labour (London: Penguin, 2008); Rahila Gupta, Enslaved: The New British Slavery (London: Portobello Books, 2007). Gupta, after interviewing a number of migrant workers, concludes that the one thing that would free them from effective slavery would be the removal of the threat of deportation, in other words “open borders.”
7.  See for example Steve Cohen, Standing on the Shoulders of Fascism: From Immigration Controls to the Strong State (Stoke on Trent: Trentham Books, 2006)
8.  I. R. G. Spencer, British Immigration Policy Since 1939: The Making of Multi-Racial Britain (London: Routledge, 1997).
9.  See for example Teresa Hayter, The Creation of World Poverty (London: Pluto Press, 1992).

Editorial Comment 

Published in Communalism #2 May 2010

Illustration by Trond Ivar Hansen 

http://new-compass.net/articles/case-against-immigration-controls

May 16, 2011 Posted by | sistem karsitligi, somuru / tahakkum, sınırlara hayır | Leave a comment

Border Controls and Freedom of Movement in an Age of Climate Chaos

Borders

We are here in Cochabamba partly to participate in the Migration and Climate Change working group. We are involved in the No Border network in the UK and Europe and have worked in solidarity with migrants at European and US-Mexican borders. We would like to take the opportunity of this space, to present our political positions around migration and to invite reflections and discussion with the perspectives that we find here in Bolivia.

Introduction:

Climate change is exacerbating factors which force people to migrate such as lack of access to land and conflict. The tiny proportion who attempt the expensive and dangerous journey, are met with militarised border controls on the journey to ‘Fortress Europe’ or North America. Labelled ‘illegals,’ they are denied basic rights and struggle to live in dignity, whilst becoming scapegoats for a range of social problems. The Global North states’ historical development of capital accumulation, colonialism and carbon emissions, means they have a unique responsibility towards those who are displaced. Only those with the correct papers and commodities are free to move around the world. Those seeking a better life or moving to survive are increasingly denied this option. Failure to cut emissions is tantamount to genocide. Climate Justice means defending the principle of freedom of movement for all. Here we expand on seven main points to explain how the No Borders position can focus the debate on the root causes.

1. NATION STATES CAN NOT SOLVE THE PROBLEM OF CLIMATE CHANGE

In the same way that the straight lines that divide so much of the world were drawn by European statesmen to divide colonial possessions; the infrastructure that makes up a state has been designed and developed by the rich and powerful for the benefit of their own class. All countries are ‘imagined communities,’ members of even the smallest nation never know, meet, or even hear of most of the other people in their country. This imagined community was created as a means to control the poor, to divide working people from their natural allies of other exploited people from across the globe. One of the reasons why we see that the COP process has failed is that at its core lies the inherent contradiction that nation states, who are competing economically, come together to solve the problem of climate change, which would have massive economic implications. Climate change is a symptom of economies which do not distribute wealth and instead need to keep on growing infinitely on a finite planet. To solve the climate crisis we must change the systems of production, consumption and exploitation of both natural resources and people. This also means a rejection of nationalism and the false division between citizens and non-citizens.

2. BORDERS EXIST TO PRESERVE INEQUALITIES

As a result of the hyper-exploitation of people and planet over the last hundred years we have increasingly unequal and therefore precarious societies. The position of gross inequality where 20% of the global population are responsible for 80% of global pollution, is the result of a long history of expropriation and oppression. Border controls can be seen as an attempt to avoid the inevitable consequences of imperialist conquest. Neo-liberal globalisation has continued to perpetuate the inequalities established during the colonial period. At one end of the spectrum we have carbon intensive lifestyles and a celebrity obsessed culture which is completely alienated from its devastating impacts. At the other are all those who struggle daily to live with basic dignity and enough food to eat. Immigration controls are used as a means to control labour and to restrict the ability of all workers to unite internationally. Immigration controls reinforce, spread and normalise racist attitudes by ensuring the existence of an “other”, “aliens”, “foreigners.” By intensifying immigration controls, whether to appease racists and fascists or for other reasons, racism is exacerbated.

3. BORDER CONTROLS ARE LETHAL AND YET INEFFECTIVE

Under global policies of ‘migration management’, borders mean watchtowers and barbed wire, and migrants are reduced to mere quotas. To realise their objectives, the European agency, Frontex – armed and in possession of considerable powers – executes a merciless hunt of migrants in maritime, aerial and terrestrial areas. This only forces people to seek alternative and inevitably more fatal access routes. For this reason there were 1,508 deaths at the EU border were recorded in 2008 alone.1 The EU policy of the “free movement of persons,” within its borders has gone hand in hand with an attempt to build ‘Fortress Europe’; externalising EU borders into Africa and Asia with EU border guards patrolling the Mediterranean, Libya and off the West Coast of Africa. This entire system is overseen by the The International Organisation for Migration, (IOM) a 120 member intra- governmental organisation headed by the USA, that aims to manage migration worldwide for the benefit of capital.

Although it is not widely reported, so called non-lethal technologies on borders exist, for example semi-intelligent fences and unmanned aerial drones. In response to the projected displacement from climate change technologies are being developed based on racist assumptions, for example technologies that could target certain racial groups. The very same arms companies are not only profiting from conflicts but are now bidding for border policy contracts and internal surveillance mechanisms.

Yet despite this border controls do not work as a barrier but more of a filter, only allowing through those who are deemed useful or profitable and excluding those who are not. They can also be counter-productive to their stated aims as people who would seek to migrate temporarily are kept permanently inside, as we see on the US-Mexico border. People will continue to move whilst conditions remain intolerable. We must fight for freedom to stay while at the same time work towards open borders which allow people to mitigate for themselves the consequences of climate change and capitalism.

4. THE END OF TOLERANCE

In the UK and Europe we have seen a shift away from tolerance and human rights in relation to migration. This has been a gradual process of erosion of civil liberties through the War on Terror and increasingly repressive immigration policies. A new category of people has been developed, an underclass of so called “illegals”. We see enforced destitution, the refusal of any state support, people are prevented from working legally, and live in fear of forced deportation. Far from being a bastion of human rights and dignity, the UK is the only European country to use indefinite imprisonment of asylum seekers and foreign nationals, including children. Terror suspects are held without trial. At the same time we see the rise of far-right political parties, such as the British National Party, who position anti-immigration discourses as the solutions to environmental problems. As the global recession affects the number of low-paid jobs available we see that immigrants are increasingly scape-goated for a range of problems from lack of housing to crime and societal breakdown. All this detracts attention from the real causes; capitalism and unequal social relations.

5. THE CATEGORY OF CLIMATE REFUGEE WILL NOT ADDRESS THE PROBLEM

The debate about immigration in Europe is dominated by right-wing views. Hence there is real fear about the terms of the climate refugee debate. Many fear that to open up the Geneva convention, which still provides at least come protection to political refugees, would risk losing it all together. But there are other important considerations as we attempt to build a political struggle for those displaced by climate change. To claim asylum in the UK or Europe is a demeaning and degrading process. Individualised stories of suffering and persecution must be proved to a very high level and many times are not believed, despite scars, trauma etc. The arguments around climate refugees seem to be following this same path, people are portrayed as helpless victims. Not only does this remove people’s political agency and , but carries the risk of merely appealing to the conscience of those who already accept a high level of degrading treatment for ‘others’ in the name of preserving their national identity.

6. WE MUST FOCUS ON STRUCTURAL CAUSES

We believe that a more empowering way of talking about the issues would focus on the structural causes, in a politicised context of anti-racism, anti-fascism and anti-colonialism. We must talk about people’s situation in terms of imperial relations, free trade agreements and the role of the military. States are already responding to the “threat” of people being displaced by climate change. If we limit ourselves to the discourse of refugees we will never be able to move beyond these divisions of human beings to a more egalitarian distribution of wealth and power. Therefore, we need a strong global movement that recognises the historic role of borders and immigration controls, and fights for truly universal principles of equality and liberty. This is made even more urgent by climate change, but we must not let this current crisis be used as a vehicle for the further entrenchment of repressive authority and exploitation.

7. CREATING POLITICAL SPACE TO IMAGINE A WORLD WITHOUT BORDERS

Until we step outside of constructed national interests we can never create real solutions to climate change. We must reject claims that borders equate to security. Unless we deal with the root causes of climate change, every person on the planet is a potential climate refugee. Rather than campaigning for a further category of people which can then be arbitrarily applied by those in power, we must demand Freedom to Stay and Freedom of Movement for All.

No Borders is an anti-authoritarian position rejecting any border regime which allows for the free flow of capital, whilst limiting the movement of human beings. We support the struggles for the freedom of movement and freedom to stay for all, and an end to the exploitation of people and resources around the world for the benefit of the few. We support the radical climate justice movement which challenges the use of the threat of climate chaos as an excuse for even more harsh migration and social controls. No Borders groups and their allies organise around many concrete campaigns including, camps of radical convergence, direct action to work in solidarity with migrant struggles, resisting immigration prisons and supporting anti-deportation campaigns. We are part of a transnational network of autonomous groups calling for unity between exploited people against the rich and powerful. We imagine a future without migration controls, capitalism or the state, based on the principles of freedom and equality.

People put their bodies in motion, and this motion is a movement. A movement against the borders, against the detention camps, against the world system as it stands. Not a movement of leaders and party campaigns, but of physical crossings and antagonism.

http://ayya2cochabamba.wordpress.com/texts-and-articles/border-controls-and-freedom-of-movement-in-an-age-of-climate-chaos/

March 1, 2011 Posted by | anti-otoriter / anarşizan, sınırlara hayır | Leave a comment

Katil FRONTEX: AB Sınır Rejimine Saldırın!

 

FrontExplode: Sınır rejimine saldırın!

Bugüne kadar Avrupa sınırlarında yaptığımız Noborder Kampları’nın hiçbirinde geçen yıl Ağustos ayında Yunanistan’ın Midilli adasındaki kadar seyahat özgürlüğü için toplumsal mücadele ve politik protestonun bu kadar çaprazlamasına bağlantılı halini yaşamadık. Ve 1 Mart’ta İtalya’daki ”Göçmensiz Gün” eyleminde göçmenlerin iş mücadelesi yeni bir boyut kazandı. Her iki kampanyanın da sadece alışılmadık etkileri olmadı. Bu deneyimleri biz daha çok modern Apartheid’e karşı kapsamlı mücadelenin sağlamlaştırılması ve geliştirilmesi için köşe taşı olarak görüyoruz; ki modern Apartheit, göç rejimini, sınırdışı etme ve sınırlama ile işe alım ve sömürüyü birbirine bağlıyor.

“Hiç bir sınır sonsuz değildir” bu anlamlı cümle bir süre önce Network Welcome to Europe’un yayımladığı bir çağrının başlığıdır. Bu bir taraftan Göçmen Hareketi ve ağlarının ulus-devletlerin sistemlerine ve sabit sınır-rejimlerine karşı meydan okuma ve zayıflatma mücadelesine gönderme yapıyor. Diğer taraftan Noborder Ağı, her tarafa yayılan yapısına rağmen, 10 yıllı aşkın süredir uluslarötesi kampanyalar düzenlemekte ve merkezi olmayan faaliyetleri daha da canlanmaktadır. Bu yeni çağrı, Frontex’e karşı mücadelede ortak ve merkezi bir referans noktası ekseninde yeni mücadele halkaları oluşturmaya çalışıyor. “Beş yıl önce, Mayıs 2005’te Avrupa’nın sınır koruma ajansı tek tek pilot projelerle başladı. Bugünse Frontex, deniz ya da kara sınırlarında olsun, toplayarak sınırdışı etmelerin koordine edilmesinde olsun, sürekli askeri uygulamaları ile göçmen ve ilticacılara karşıdır. Frontex, Avrupa sınırlarının ötesinde bile, baskıcı göç kontrolünün itici gücüdür. Sözde kaçak göçe karşı mücadele onun görevidir, ki bunun için de Frontex binlerce ilticacının Akdeniz ve Atlantik’te ölümünü göze alıyor. Frontex bizim küresel seyahat özgürlüğü için mücadelemizde merkezi bir karşı güç rolünü sembolize ediyor.” (Çağrı için bkz. http://www.noborder.org) Crossing Borders’ın çok-dilli yeni sayısında Frontex’in rolü ve işleyişini bazı temel yönleriyle konu ediniyoruz. Bununla amacımız yaklaşan ve önümüzdeki aylardaki kampanya ve eylemliliklere katkıda bulunmaktır.

Bu arada, ABD’de 2006’daki büyük boykottan sonraki en büyük protesto 1 Mayıs 2010’da gerçekleşti. Binlerce göçmen ülkenin heryerinde eylemler yaptı ve ”hemen legalleştirme, hiç kimse illegal değildir ve sınırdışı etmelerin durdurulmasını” talep edip seslerini işçi olarak yükselttiler. Hareket 2006’daki kısmi başarısından sonra zayıflamış olarak görünüyordu. Ama en azından o zamana kadar gaddar bir kanun tasarısını engelleyebilmişti. Şimdi meşru beklentiler ve aciliyet yeni Arizona Kanunu’na karşı direniş yapmak için karışmıştır. Kaçak göçmenlerin yasallaştırılma devam etmekte ve bu mücadele uzun soluklu bir iştir. Ancak başka hiçbir yerde göçmen haklarının aynı zamanda işçi hakları olduğu ABD’deki kadar belirgin değildir.

Bu açık ki bizim Frontex’e karşı olan mücadelemiz uluslarötesi bir mücadeledir ve Avrupa ve Amerika’daki mücadeleyi birbirine bağlayan şey dayanışmanın ötesinde ve daha fazlasını ifade ediyor. Avrupa’nın içinde ve çevresinde olanlar, oyun masasında duran ne varsa, ve Amerika-Meksika sınırında ve dünyanın öbür sınır bölgelerinde olanlar bu bağlamda kavranmalı. İşgöçü küresel bir süreçtir. Heryerde aynı göç kontrol rejimleriyle herkesin özgürlüğünü tehdit ediyorlar. Ve işçi hareketinin zayıflıklarını hedef alıyorlar. Ama sınırlar heryerde ise biz de göç ve göçmen mücadelesini heryerde buluyoruz. Bu çok yönlü mücadelede uluslarötesi tepki vermek bize bağlı, ve bu bizim için önemli. Biz elimizden gelenin en iyisini yapalım. Destek verelim, Frontex’i yıkalım!

Frontex Sınırdışı etme Ajansı?

Frontex’in bilinen görevlerinden biri AB’nin sınırlarında ortak devriye ve operasyonlar yoluyla Göçmenlerin ‘yolunu kesme’ ve yakalanmasıdır. Ama asıl sorunlardan biri: AB üyesi ülkeler ‘yakalanan’ göçmenlerle ne yapacaklar? Onları, geldikleri AB üyesi olmayan ülkeye geri göndermek öyle kolay değil, hele bunlar transit geçiş yapan göçmenlerse ve bu ülke ile (AB arasında) bir Mülteci geri alma anlaşması yoksa. Ayrıca İnsan Hakları Örgütleri’nin eleştirilerine göre, yolu kesilip geri gönderilen göçmenlerin arasında ”gerçek” iltica/sığınma hakkına sahip olabileceklerin de var olabileceğidir. (Bu konuda bakınız: (Frontex’in) İtalya ile ortak devriyelerle Libya’ya yaptığı geri göndermelere kaşı İşkenceye Karşı Avrupa Parlamentosu Komıtesi’nin Kararı.) Göçmenleri geldikleri ülkelere geri göndermek hala çok zordur, eğer göçmenlerin (kimlik) belgeleri yoksa,ya da geldikleri ülke ile (AB arasında) bir Mülteci Gerialma Anlaşmsı yoksa. Ve hava yolu üzerinden sınır dışı etmeler pahalıdır, ve sıkçada dirnişlerle karşılaşıyor. Hemde sadece ‘sınırdışı edilecek’lerin değil, yolcu ve Mürettebatın da (direnişi) sözkonusu. Bütün bu nedenlerden dolayı AB üye ülkeleri bir dizi önlem icat ettiler:

o Elçilik ve şüpheli ‘uzmanları’ ile göçmenlerin köken/kimlik’lerini tespite çalışmak – ancak etkilenen göçmenlerin ve ırkçılık karşıtı grupların protestoları vardı.

o Üçüncü ülkelere, ‘İşbirliği Anlaşmaları’ imzalatmak için baskı uygulamak- ama burda da bir direniş vardı, ve devam ediyor. Hemde AB’deki kendi vatandaşlarının geri havalelerine ilgisi/ihtiyacı olan ülkelerden.

o ”joint return operations” (Ortak iade operasyonları) organize etmek- ancak Havaalanlarında eylem ve gösteriler vardı. Örneğin; 2008’de Hamburg, ordan Afrika ülkelerine en az sekiz Toplu sınırsışı gerçekleştirilmişti. 2009’da Londra ve 2010’da Viyana, ve Air berlin gibi Havayolları firmalarına karşı, bu (firma) Haziran 2009’da, insanların Polonya ve Almanya’da ifadeleri alındıktan sonra Vietnam gizli polisi ve Frontex’ten iki Çalışanın katılımı ile Vietnam’a sınır dışı edilmesine katıldı.

Frontex, meslek geliştirme organizasyonları, Charter sınırdışıları ve ifade alma uygulamaları, gibi önlemleri düzeltmeye ve koordine etmeye başladı. 2006’dan beri Frontex Charter sınırdışı edilmelere doğrudan katılıyor (Almanya’dan bir toplu sınırdışı uçağı burada anlatılıyor: http://www.zeit.de/2008/03/Abschiebeflug).

2009’da Frontex en az 1570 kişiyi kapsayan 32 ”joint return operations” u koordine ve (kısmen) finanse etti. Bu 2007 den beriki toplu sınır dışı etmlerin üç katı anlamına geliyor. Bu uçakların çoğunluğu Nijerya, Kamerun ve Gambia gibi Afrika ülkelerine, bir kısmıda Kosova ve Arnavutluk’a gittiler. İngiltere ve Fransa’da Irak ve Afganistan’a birlikte sınırdışı uçuşları düzenlemeye çabaladılar. 2009’da Frontex ”return cooperatıon” (Geri sürme/göndermek için birlikte çalışma) için 5,25 Milyon Avro harcadı. Bu Paranın 1,7 Milyon Avrosu, Göçmenlerin kökenleri ve kimliklerinin berlirlenmesi amacıyla ifade alımı ve (göçmenlere) Seyahat belgesi düzenlemek için harcandı. 2010 yılı için bu bütçe 9,341 Milyon Avroya yükseltildi ve Frontex istiyor ki 2009’un iki katı ortaklaşa sınırdışı uçuşlarını organize etsin ve kendi uçaklarını satın alsın.

Frontex 2009’da, Yunanistan’da ”return capacity builing” (geri gönderme kapasiteleri kurma) amaçlı, kısa adı Attika olan bir proje başlattı. Projenin amacı, (Yunanistan’da) kaçak kalan üçüncü ülke vatandaşlarının kimlik bilgileri ve aidiyetlerinin tespiti, seyahat belgeleri düzenlenmesi ve sınır dışı edilmelerini desteklemekti. Bir ana temada, konu uzmanlığını artırmak ve üçüncü ülkelerle daha iyi çalışmak için, ulusal düzeydeki geri gönderme işlemleriydi. Bu pilot proje üç ay sürdü, ve bu sürede tam kapasite çalışabilen bir Geri göndeme Koordinasyon Merkezi kuruldu. Nijerya ve Gürcistan Elçilikleri ile ilişkiler geliştirildi, ve (göçmenlerin) aidiyet ve kimlik tanımlama işlemleri artık ”düzgün” çalışıyor. Yunanistan, 22 sınır dışı edilecek göçmenle Nıjerya ve Gürcistan’a ortak sınır dışı etmelere katıldı. bu uygulamalara 2010 yılında da devam edilecek Midilli ve Sisam adası gibi Yunan adalarında Frontex çalışanları dökümanı olmayan göçmenlere yaklaşıp onların geldikleri ülkeyi tespit edebilmek ve /veya yaşı tutmayanların sınır dışı edilebilmesi için yaşını büyük göstermeye çalışmak amacıyla kendilerini İnsan hakları savunucusu, gazeteci ve ya tercüman olarak tanıtıyorlar. Yenilik, böyle bir ”Screening” (tarama-bölme) nin gerçekleşmiş olmasıdır. Bunun anlamı, Avrupa’da istenmeyenlerin, yani göçmenlerin iltica başvurusu yapmadan önce, gelir gelmez sınır dışı edilmek için taranıp ayrıştırılmasıdır. Hükümetlerin iddiası, uluslararsı İnsan hakları Sözleşmelerinin koşullarını yerine getirmektir. Ama bu gerçekten baskıcı ve selektif göçmen politikasının sadece modernize edilmesidir. Sisam adasındaki iltica kabul kampında kalan 150 göçmenden 120 si bu uygulamalara karşı ve güvenlik personelinin kötü muamelesine maruz kalan bir Göçmen için 12 Nisan 2010’da açlık grevi yaptılar )daha çok bilgi için: http://lesvos09.antira.info/2010/04/15/announcement-by-the-samos-group/ ).

Bu politikalara karşı, AB’nin değişik ülkelerrindeki Örgütler 1-6 Haziran 2010 tarihleri arasında ”sınır dışı makinesine karşı eylem haftası” adıyla herkesi eyleme çağırıyorlar (geniş bilgi için: www.noborder.org)

Deniz Operasyonları, EuroSUR ve Sınır Teknolojileri: Tekneli mültecilere ve kağıtsızlara karşı savaşın itici gücü olarak Frontex

AB Adalet ve İçişleri Komisyonu yeni beş yıllık programı için geçen Aralık ayında kabul edilen Stockholm Programı bağlamında açıkça ifade edildi: “Avrupa’nın, AB üye ülkelerin ulusal işgücü piyasalarının ihtiyaçlarını merkeze alan, esnek ve piyasa taleplerine odaklı bir işçigöçü politikasına ihtiyacı var… Avrupa stratejik olmalı, ve küresel atılımının mevcut tüm olanaklarını- göç profilleri ve projeler, göç ve kalkınma arasındaki işbirliği, hareketlilik ortaklıkları -merkezi göç güzergâhlarında seçilen üçüncü ülkelerle her düzeyde ve uzun vadeli birlikte çalışma lehinde sistematik olarak kullanmalı…” Karar verici aktör, metinde birçok defa vurgulandı: Frontex. Programa göre Avrupa Sınır Koruma Ajansı’nın güçlendirilmesi kilit bir role sahip.

Frontex için deniz sınırlarının özel bir anlam ifade ettiği, kurulduğu 2004 yılından beri açıkça belliydi. İlk büyük ortak operasyonlar denizde gerçekleşti, hızı ve kapsamı süreç içinde hızla gelişti. Ayrıca bütçeden de anlaşılır ki deniz operasyonları harcamaların sabit ve en büyük kısmını oluşturur. Frontex’in deniz sınırlarına verdiği özel önem, onun karakteri ile ilişkilidir: Orada sınırı belirleyen net bir sınır taşı ve sınır muhafızları yoktur. Aksine deniz, sınır yönetimi için yeni formlar bulmaya çalışan bir ajans için ideal bir deney alanı, test etmek ve sonunda kurmak için geniş ve yayılan ”adalet alanının akışkan sınırı’ bir alan olarak kalır. Göçmen hakları ve genellikle hayatları bu süreç içerisinde kaybolur. Binlerce göçmen illegal olarak geri-sınır dışı etme esnasında denizde ölüyor. Tekneli mültecileri yakalama ve geri çevirme Frontex’in günlük işidir: Batı Afrika sahillerinde (Hera Opersyonu), Ak Deniz’de (Nautilus Operasyonu) veya Ege’de Poseidon Operasyonu). Tabii ki İspanyol, İtalyan veya Yunan Sınır Polisleri, göçmen ve mültecilerin önünün kesilmesi ve Senegal’e, Libya’ya ya da Türkiye’ye geri sınırdışı etmede merkezi ve genellikle de kötü bir rol oynuyorlar. Ama militarize edilmiş Frontex Donanması sadece bu yaşamı tehdit eden, ‘insan avı’ ve haksız sınırdışı etme uygulamalarını hoşgörmekle kalmıyor. Fontex, caydırıcı bir rejim kurmak için mülteci ve göçmenlere karşı savaşın muhasebesini tutuyor, koordine ediyor ve yönetiyor.

“Ayrıca Frontex’in görevi, Avrupa Sınır Gözetleme Sistemi’nin (EuroSUR) geliştirilmesini üye ülkeler arasında koordine etmek ve 2013’e kadar doğu ve güney sınırlarındaki izleme verilerinin değiş tokuşunu temin etmektir.” (Stockholm Programı). Frontex’in bu güne kadar kara sınırlarında ve havaalanlarındaki operasyonları göreceli olarak sınırlıdır veya pilot proje bazındadır. Ama Stockholm Programı’nda özellikle vurgulandığı gibi ajans, ortak sorumluluk altında bir Avrupa sınır koruma yönetimini hızlandırmalıdır. EuroSUR, bütün teknik olanaklarla operasyon yapabilen kapsamlı ve iddialı bir izleme sisteminin adıdır. Uydular ve insansız uçaklar, bütün teknik donanımlar kullanılmalı ve bu sisteme entegre edilmelidir. Bu amaçla yüksek teknoloji firmaları uygun araçlar geliştirmek için teşvik edilmektedir. “Yeni teknolojiler, sınır koruma yönetimini daha etkili ve güvenli hale getirmek için büyük bir potansiyel sunuyorlar. Bu da diğer şeylerin yanısıra otomatik sınır geçiş kapılarını kapsıyor. Avrupa Konseyi bu alanda devam eden Frontex çalışmalarını ciddiye alıyor ve mümkün olan en iyi uygulamaları geliştirmesi için onu cesaretlediriyor…” Stockholm Programı’ndan alınan bu alıntı sadece (Avrupa’nın) dış sınırlarına vurgu yapmıyor. Gerek Avrupa Birliği Komisyonu, gerekse Frontex biliyorlar ki, AB sınırları içinde geçerli oturum belgesi olmadan yaşayanların çoğunluğu aslında yasal yollardan giriş yapmışlardı. Ama vize süreleri dolduktan sonra geri çıkış yapmadılar (overstayer). Sonuç olarak, illegal kalmaya zorlananların tespiti için her şeyden önce biyometrik teknolojiler temel alınarak devam eden Vize Bilgi Sistemi ile birlikte bir ”Entry-Exit” (Giriş-Çıkış) sistemi iki yıl önceden önerildi.

Frontex, geçmiş yıllarda giderek kirlenen imajını parlatmayı denemeye çalıştı ve öğrendi de. Frontex, sonuçta kendisini ”en iyi uygulamaları etkinleştirmek” için teknoloji sağlayan tarafsız bir kurum olarak sunuyor. Frontex insan hakları söyleminden yararlanarak, kendi önlemlerinin tekneli mültecilerin kurtarılmasına hizmet ettiğini söylüyor. Ama bunlar gerçek hedeflerin üstünü örtemeyecek kadar boş sözler. İster tekneli mültecilere karşı olsun, isterse AB içindeki ‘kağıtsız’ insanlara karşı olsun Frontex: ”yasadışı göçle mücadelede” birçok alanda oluşan anahtar bir role sahiptir. Dolayısıyla Welcome to Europe Ağı’nın yeni bildirisinde formüle ettiği şu cümle önemlidir: ”küresel hareket özgürlüğü için mücadelemizin merkezinde, Frontex karşı oyuncu rolünü temsil ediyor.” Gerekli tüm yollardan ve tüm araçlarla bu ajansa saldıralım!

Crossing Borders – Movements and Struggles of Migration Uluslarötesi Haber Bülteni 8. Sayı, Mayıs 2010′ dan alınmıştır.

http://www.noborder.org/crossing_borders/index.php

January 16, 2011 Posted by | ezilenler, somuru / tahakkum, sınırlara hayır | Leave a comment

Destroy Borders! Destroy Slavery! No Borders, No Nations; Stop Deportations!

[unwanted.gif]
  

DESTROY BORDERS, DESTROY SLAVERY!

 

This is the text of a leaflet distributed in February 2004 at Waterloo station (London), where border guards meticulously control the documents of passengers arriving from and directed to France, as they have to guarantee that no ‘illegal immigrant’ is among the respectable passengers, the commuters and the rich tourists.

 

Our abhorrence of borders extends to this whole society of slaves where each has a role to play in maintaining a system of globalized plunder. In its ruthless selection of the cheapest of everything, the latter knows no borders at all.

 

The best-loved slaves are cheerful and compliant, content to surrender their lives in exchange for status, a monthly salary, lavish expense accounts. To them we leave their illusions, determined to do our best to make them short-lived. Millions of others carry out their daily routine, clinging to what they’ve got in an uncertain world where the unions have joined the bosses under banners of ‘work mobility’ ‘flexibility’ ‘participation’. But there is a level of exploitation beyond which they will not go, a level indispensable to the smooth running of the production machinery. The supermarkets, the services industry, electronics assemblage, etc therefore all rely on a huge mass of underpaid, uprooted slaves who have nothing left but chains of debt, exclusion and fear. Housed in prison-like conditions which they pay for at extortionate rates, they work around the clock, until they drop.

 

They are the undesirables, ‘barbarians’ from far off lands ripped apart by war or famine, (natural disasters of capitalism drawn up in buildings just a stone’s throw from here), stripped of everything that qualifies them as ‘citizens’, ‘people’ or even ‘human beings’. Without them the whole death machinery of capital would collapse.

 

For a couple of hours some from all of these categories sat side by side in the Eurotrain, superb transporter of human merchandise, assisted by smiling hostesses. Now, having reached their final destination, the moment of truth is about to dawn. Because, precisely here, behind this great hall festooned with enticements of weekends in Paris for romantic lovers, lurks a place where Gestapo-style operations are constantly in act. The undesirables are identified, held, criminalised and dispatched to concentration camps surrounded by barbed wire, left to languish for months before being dispatched to their country of origin. Some of the ‘lucky’ ones are presented with papers and allowed to join the super-exploited which the bosses in this country need so much.

 

We are here because we feel a common bond with the wanderers. We too are aliens, undesirables in a world of which we want no part. We have not come to appeal to dialogue or the democratic integration of ‘papers for all’. Zenophobia, hierarchy and racism cannot be fought with such means. Nor can they be fought with fratricidal wars sworn on bibles or patriotic flags.

 

In breaking the silence and indifference of the civilized we want to widen the space for revolt, increase the possibilities for direct attack on the pillars of this world. The objectives can be seen everywhere: the concentration camps, the airline companies that deport aliens, the ‘waiting zones’, the slave traders, the lines of communication, etc etc.

 

Only through direct solidarity shall we be able to refuel the social tempest of class war, sabotage and relentless attack where the division into nationals and foreigners, legal immigrants and aliens dissolves in joyous collusion against the enemy that oppresses us all.

 

DESTROY ALL BORDERS AND PRISONS!

 

On Saturday April 8 a No Borders demonstration was held at Heathrow, which saw the presence of various groups and individuals. Pushed by their desperate situation and encouraged by the manifestation of solidarity, 120 people presently being held in Harmondsworth De tention centre began a hunger strike to draw attention to the outrage that exists within those walls.

 

Here is the text of one leaflet distributed the following days:

 

The good people of Oswiecim, better known as Auschwitz, knew little about the production of the death factory on its periphery except that sometimes ‘there was a very bad smell’ emanating from its chimneys. That shocks. Yet how many of the good people of London are aware of the ‘clean’ concentration camps that exist today and are essential in the production of segregation and slavery that are at the basis of the smooth running of capital.

 

Times have changed, the old camps have become museums and the humiliation and suffering of the millions of slaves on whose backs the present civilization was built has been dismissed in a few words of apology by statesmen and clergy. The persecuted have become persecutors, and the great wars of reciprocal carnage have given way to the massacre of peoples by the policemen of the planet using cutting edge weaponry.

 

Meanwhile, there is an undeclared civil war in act that does not heed national borders or democratic euphemism. This war is raging and taking its toll on millions of excluded all over the world in the form of ‘ecological emergencies’ resulting from intensive monocultures, nuclear testing, the plundering of the earth’s resources, climate change, post colonial political meddling, extortion rackets by the world bank, etc., etc.

 

This has led to a total mobilization of millions of exploited people coerced into moving in their search for better living conditions or simply for survival from the catastrophes imposed by economy and States. We are not talking of a passive, amorphous mass, but of millions of individuals, many of whom have struggled in their homelands against the global enemy in its local manifestation.

 

Many have been imprisoned, tortured, have escaped from massacres of epic proportions. They are the undesirables of the planetary system of profit and plunder, the ones who are no longer useful to the great migration industry which has found new raw material more suited to the needs of a flexible economy that has moved into the tertiary sector. The heavy industrial sector that was developed on the sweat of past migrants (starting from Ireland and Scotland and extending to the other colonies) can now be worked out of sight in far off lands at rock bottom costs thanks to information technology and local taskmasters free from the restrictions of the politically correct.

 

Fortress Europe is putting up its defences, walls are being erected, the barbed wire is extending. One such structure is that at Heathrow airport, known as Harmondsworth Detention Centre, which is to all extents and purposes a concentration camp. People are held within its walls for weeks, months, even years, and have no rights at all, not even the minimal ones of the worst prison in the land. As in all similar structures, the suffering of the interned is aggravated by lack of medical care, disgusting food, lack of exercise, abuse and punishment, and constant threat of repatriation.

 

Not everyone is indifferent to the sort of those whose misery mirrors our own, that of the open prison of the world of the privileged. Demonstrations and actions have taken place against concentration camps and those responsible for them in Italy, Belgium, France and Australia as well as this country. Solidarity with the immigrants exists in many forms. In Lecce, southern Italy, the camp Regina Pacis was shut down as a direct result of the constant denunciation of local anarchists. Some of them are now in prison themselves as a result, and they and others of the group are presently on trial, accused of subversive association, that all encompassing law for locking people up without the need for any concrete evidence. Similar to becoming a ‘criminal’ because you don’t have a stay permit.

 

On Saturday April 8th, a no borders demonstration was held at Heathrow which saw the presence of various groups and individuals. Pushed by their desperate situation and encouraged by the manifestation of solidarity, 120 people presently being held in Harmondsworth Detention Centre spontaneously began a hunger strike to draw attention to the outrage that exists within these walls.

 

There are thousands of ways that anyone, group or individual can show their solidarity and subvert this world of controllers and controlled. The first is deciding on which side we stand. That of the barbed wire and the negation of life in the fear of the different – or the rejection of every division that the masters of the world want to impose on us, the refusal of an existence of passivity and apprehension.

 

Forward, for the destruction of the lie and of the phantoms! Forward, for the complete conquest of individuality and of life!

 

SOLIDARITY WITH THE HARMONDSWORTH HUNGERSTRIKERS

SOLIDARITY WITH THE LECCE ANARCHISTS

FREEDOM FOR ALL!

DESTROY ALL BORDERS AND PRISONS!

random anarchists

 

BELGIUM: SOLIDARITY AGAINST ALL BORDERS

 

On January 19th, 2006, the trial began of anarchists arrested this past May in Lecce, Italy. In Belgium, solidarity leaflets and posters were distributed and put up in Kortrijk (Courtrai), Ghent, Geel, Saint-Nicolas, Antwerp, Louvain-la-Neuve, Leuven (Louvain), Bruges, and Hasselt. In Antwerp, one person was detained for 10 hours for distributing the leaflets. In Lecce, the trial will resume March 2nd, 2006.

 

Text of the leaflet distributed in Belgium:

 

On the 12th of May 2005, five anarchists were arrested in Italy during ‘Operation Nottetempo’. Today, the 19th of January 2006, their trial starts. They fought un-interrupted against the asylum camp of Lecce, against the deportations of people without papers, against raids… They chose to attack those responsible for the asylum camps and the deportations directly – their property, the banks who arranged the financial aspect of the camp, collaborators… They didn’t hesitate to support the immigrants, locked-up up in the asylum camp of Lecce, in their rebellions…

 

[Politicians are the terrorists]

Two comrades are still held in prison, the other three are under house arrest. Of course our comrades were labeled as ‘terrorists’, but we all know that those who lock up, beat up and deport others are the ones who sow the terror. This pamphlet wants foremost to explain the struggle they fought and will fight against the asylum policy in Europe. They didn’t let their struggle be blinded by empty words like ‘human rights’ and ‘charity’… used by politicians and official refugee organizations, but they held everybody who is involved in the asylum policy responsible for the incarceration, ill-treatment and deportation of people without papers. They didn’t hesitate to unmask and denounce the involvement of the Red Cross, NGO’s (Non-Governmental Organizations), politicians, charity organizations… in the management of asylum camps.

 

Every day people are drowning, choking, freezing of disappearing during their attempts to reach or survive within Fortress Europe. Every day people are deported to defend the ‘advanced’ States…. But everywhere the struggle against the asylum policies is igniting. In numerous asylum camps all over Europe, hunger strikes, insurrections and revolts are followed one after another. Deportations are facing more and more militant, determined and efficient resistance. The masks of collaborators are falling to the ground. We are not alone! Everywhere there are brothers and sisters struggling against the borders and barbed wire of Fortress Europe. Here also: the occupation of the St-Boniface church in Brussels by people without papers, the actions against deportations and razzias (raids) in Brussel and Antwerp, the growing self-organisation of people without papers (e.g. UDEP – Union for the Defence of People without Papers)…

 

Our solidarity with the arrested comrades in Italy consists of understanding their struggle, and continuing and spreading it locally, here and wherever it is possible.

 

SOLIDARITY WITH THE ARRESTED ANARCHISTS IN ITALY

 

As anarchists, we see the struggle against the asylum policy, the asylum camps and the deportations starting in the streets. More than ever before it is possible to build solidarity in the streets. In complicity with resistance against police raids; with the struggle against the constant controls which militarize our neighbourhoods; in the restless rejection of every nationalist and racist separation that the rulers of this society try to force upon us (belgians vs foreigners, legal vs illegal immigrants…)

 

As long as our sisters and brothers are being locked up in asylum camps and murdered like the boat refugees in the seas surrounding Fortress Europe, are being deported because they don’t have legal papers, as long as States and borders exist – just as long we will continue to fight and struggle for a world without barbed wire, without customs, without police and without rulers. We ask you, readers of this pamphlet, for complicity in this struggle for a free world. Long enough have politicians recuperated (like the foolery about the controls on the metro in Antwerp or the boat refugees that arrived in Antwerp) our struggle by on the one side protesting against ‘undemocratic situations’ or ‘humanitarian tragedies’, and on the other side approving in parliament the construction of new asylum camps. Long enough has the charity of those who have everything to lose destroyed our dignity and militancy. Our struggle without compromise for freedom is taking place – not only here, but in the whole of Europe and the whole world.

 

NO BORDERS, NO NATIONS; STOP DEPORTATIONS

LOVE AND STRENGTH FOR ALL PERSECUTED PEOPLE, FUGITIVES AND REBELS

 

29/01/2006, Closed Centre Vottem, 14h, Demonstration against asylum camps

25/02/2006, Brussels-North Station, 14h, Demonstration against the asylum policy

‘Let us be clear: asylum detention centres are camps. To call asylum centres where immigrants await their deportations camps is not a rhetorical stressing but a strict definition. The camps of the Nazi’s were concentration camps for people the police considered as a danger for the State. It was ‘preventive incarceration’, without any form of trial. So camps weren’t places where you had to pay for a crime. Camps were places where power imposed its exception; the legal postponement of legality.’

– Extract from the Italian anarchist magazine ‘Tempi Di Guerra’

 

HANDS OFF THE IMMIGRANTS! SOLIDARITY IS OUR WEAPON!

 

A brief communique about the situation of immigrants in Greece, the recent torture of Afghan refugees in Ag.Panteleimonas police station in Athens, and one view of the action of anarchists, antiauthoritarian and autonomous comrades who attacked the station.

 

The end of the Olympics and of the biggest part of the construction works means for the Greek state the beginning of a new period, where immigration policies are being redefined as long as large numbers of immigrants who were used as expendable slaves for the realization of the «grand idea»(1) are now considered useless. At the same time, a wider repressive attack against those who resist is in progress, in accordance with the global «anti»terrorist crusade of domination which includes the fortification of the borders to confront the waves of refugees deserting regions that have been turned into war-zones.

 

Today, an operation of «law and order» -as it was named by the minister of interior P.Pavlopoulos- is launched in order to reduce the number of immigrants, to register them and put them under control so that the interests of the bosses will be better served within an environment that is more convenient for them. An environment imposing suffocating terms of survival for the immigrants and making more effective the regulation of their movement from one country to another according to the needs of the market.

 

Practically this operation means that the forces of repression are intensifying the intimidation campaign and escalating the terrorism excercised on immigrants, and the Media are cultivating an atmosphere of defused nationalism-racism, in order to gain consent from parts of society.

 

This operation has many aspects, moments and tactics: The racist pogrom against Albanian immigrants by cops and fascist thugs of the state after a football match in the beginning of September.(2) Deportations taking place on a daily basis. Hundreds of deaths on the borders, either in minefields or shipwrecks. Numerous incidents where police guns are supposed to have «accidentaly» gone off and shot somebody in police blockades in the streets. Torture and humiliation suffered by immigrants inside police stations every day. Concentration camps. The cover up that all institutions of democracy offer to cops-pimps who rape immigrant women.(3)

 

One more moment of this campaign was the torture of dozens of Afghan refugees by the cops during the first days of December, first inside a house they live and then in Ag.Panteleimonas police station, where they were taken by force and tortured in order to give information about another Afghan immigrant who had previously escaped from that police station.

 

For days, people who could not defend themselves were chained and beaten in the cells of Panteleimonas station, suffered the torment of «phalanga» (repeated flogging of the soles of the feet until they bleed and swell), were forced to strip naked, children and juveniles threatened with rape unless they speak. Bruises and wounds on the abused bodies of people harassed and hunted, fear in the eyes of those experiencing State brutality on their skin.

 

Against the systematic violence of the State and the bosses, militants oppose tactics of social anti-violence strengthening the social-class struggle.

 

Among others, one important moment of this struggle was the demonstration of 150 enraged anarchists, antiauthoritarians and autonomous comrades on Friday 24/12/2004 from Ag.Paneleimonas square towards the police station, who attacked the station causing property damage to the building and to many police cars parked outside. It was an assault against a police station that had already been targetted in society after torture had been revealed, reminding us of Guantanamo and Abu Graib).

 

The forces of repression, after experiencing the outburst of social rage, arrested 18 persons. 17 were immediately released without any charges and one comrade, badly beaten by the cops who satisfied their vengeance on him, was finally accused. This comrade, N.M. who participated in the demonstration in solidarity with the immigrants refused all police charges. His arrest created a new wave of solidarity and on Wednesday 29/12 he was released on parole.

 

The attack against the Ag.Panteleimonas police station was an action of social justice. An action that has spread wider than the specific neighbourhood the message that social and class solidarity among the oppressed finds its significance in the struggle against the domination of the state and capital, in the struggle against the brutality and the daily crimes of authority.

 

LET’S NOT LEAVE ANY CRIME OF THE STATE AND THE BOSSES UNANSWERED

LET’S OPPOSE SOCIAL ANTI-VIOLENCE TO THE VIOLENCE OF AUTHORITY

December 30, 2004

 

Open Assembly of anarchists -antiauthoritarians

 

(1) The olympic games were referred to as the new national «grand idea» by all the political and economic bosses and their lackeys in the Media.

(2) After the albanian national football team’s victory over the greek team in a match that took place in Albania, on September 4 2004, hundreds of Albanian immigrants went out in the streets of many greek cities to celebrate. They faced a pogrom by cops and fascists – nationalists. A 21year-old Albanian worker, Gramos Palusi, was murdered and two of his friends seriously injured in Zakinthos island by a fascist who attacked them with a knife. In Athens at least 70 immigrants were taken to hospital, and in the rest of the country the wounded Albanian immigrants were more than 300.

(3) The latest incident (December 23, 2004) is the acquittal by the court of the cop Nikos Brékolias who had raped in 1998 the 19 year-oldUkranian immigrant woman Olga B. Olga was forced into prostitution after coming in Greece.

http://digitalelephant.blogspot.com/2010/08/unwanted-children-of-capital.html

January 1, 2011 Posted by | anti-otoriter / anarşizan, isyan, sınırlara hayır | Leave a comment