ecotopianetwork

Tüketim ve Hedonizm İlişkisine Dair

Okumak, yazmak ve yaşamak üzerine – Nurdal DURMUŞ

…..

Durun hemen gitmeyin! Madem okumaya başladınız sizlere sorularınıza cevap bulabileceğiniz ve okumak konulu araştırmalarınıza ipucu olabilecek bir kaynak kitaptan bahsetmek istiyorum.

Arthur Schopenhauer’in yaklaşık 170 yıl önce kaleme aldığı ve son iki asrın “okuma” eksenli başyapıtlarından biri olarak kabul edilen “Okumak, Yazmak ve Yaşamak Üzerine” adlı kitabından… Ünlü filozof Nietzsche’nin akıl hocası olan Arthur’un kitabını herhangi bir metinden öteye taşıyan kıymetse, 1800’lü yıllarla günümüz dünyasının en temel ‘insan, fikir ve yaşam’ problemlerinin hep aynı olduğunu; modern hayatın, ‘sıradan ve ahmak’ olanlarla ‘sofistike’ olanların aslında hiç değişmediğini, sadece çağlara göre kalıplarının üzerinde birtakım yöntem değişiklikleri olabileceği gerçeğini gösteriyor olmasından kaynaklanıyor. Örneğin Schopenhauer’in insanın varoluşu, düşünen varlık oluşu ve zihinsel gelişimiyle ilgili örneklemeleri insanın okuma, yazma ve yaşama karşısındaki hallerini anlatırken sergilediği anlatım tarzı ve saptamaları bugün de son kullanma tarihini yitirmemiş reçete olarak önümüzde durmakta.

Schopenhauer’in “Okumak, Yazmak ve Yaşamak Üzerine” isimli kitabı “İnsan Mutluluğunun İki Temel Düşmanı: Iztırap ve Can Sıkıntısı” bölümüyle başlıyor. İlk bölümde ‘sıradan ve ahmak’ olanlarla, ‘sofistike’ olanlar arasındaki can sıkıntısı ve sıkıntının niteliğinden bahseder.
Konu mutluluk: Schopenhauer “Sıradan insan, hayatının mutluluğunu kendi dışındaki şeylere, mala mülke, şana şöhrete, kadın ve çocuklara, dostlara, cemiyete ve benzerine bağlar; dolayısıyla bunları kaybettiğinde hayal kırıklığına uğrar ve mutluluğunun temeli çöker. Sadece zevkleri peşinde koşarak ömürlerini tüketirler ve vahşi bir hayvana benzerler. Her gün görülebileceği üzere; bunlar aynı zamanda servetlerini ve boş vakitlerini, kendilerine en büyük değeri kazandıran şey için kullanmadıklarından ötürü de eleştirilmelidirler.” der. Bu satırlar 1800’lerin dünyasından değil bugün yaşadığımız modern hayattan ve toplumumuzun içinde bulunduğu en büyük çıkmazdan bahsediyor gibi. Bu sözleri günümüzün tarifi olarak düşündüren durumsa, modern toplumların bugünün dünyasındaki en sinsi hastalıklarından biri olan ‘Hedonizm’i yani ‘Hazcılığı’ tarif ediyor olmasıdır.

Peki, nedir Hedonizm?

Schopenhauer’in ıztırap ve can sıkıntısı nedenlerinden yola çıkarak yaptığı sıradan insan hayatı tanımıyla ne kadar uyuşmaktadır?

Günümüzde hastalık olarak psikolojik sınıflandırmaya girmiş bu terimi uzmanlar nasıl tanımlıyor?
Kökeni nedir?

“—Ruh zenginliği hakiki zenginliktir.
Çünkü diğer bütün zenginlikler beraberinde kendilerinden daha büyük bela ve dert getiriler.”

Lukianos, Epigrammata 12

Hedonizm yunan düşünürlerinden Aristippos (İ.Ö.3.yy) ve Epikuros (Epikür) tarafından geliştirilmiş olan felsefi bir akımdır. Temel öğretisi ‘hayattaki en yüksek değerin haz (bedensel ve maddi zevkler) olduğu, ideal olan hayata bu yolla ulaşılacağı ana fikrini içermektedir. Günümüzde ise psikologların tanımıyla hazcılık; yaşamında sadece yeme-içme, eğlence ve cinsel hazzı ön planda tutan, her şeyi çok çabuk tüketen, elde etmeyi ihtiyaç düzleminden çıkartıp sahip olma hazzını tama duygusuna dönüştüren, bu uğurda karşılaştıkları engelleri aşacak tüm ahlak dışı yolları mubah gören, cemiyet hayatı, mal, mülk ve eğlencenin vazgeçilmez standartları olduğunu düşünen veya ekranlarda gördüğü bu tip ünlülere özenerek onların yaşam anlayışını benimseyip o yolda ilerlemeye çalışan, tatminsiz ve genelde kaybettiklerinde hayal kırıklığı ve mutsuzluk nedeniyle depresyona giren kişilerin durumunu tarif eden bir hastalıktır.

Arthur Schopenhauer’in zihinsel körlük yahut kötülüğün temelinde yatan şey, ruh boşluğu, (bönlüğü) olarak tanımladığı hedonizm günümüzde düşünceden, ideoloji, felsefe, sanat ve siyasi estetikten yoksun bir ortamda insan hayatını tüketim kuşatması altına alan en temel hastalıklardan biridir. Hazcılığın yaygınlaşması ve topyekûn hayatı kuşatmasının en temel sebeplerinden biri de hiç şüphesiz modernleşmeyle gelen tüketim ve buna dayalı yeni hayat standartlarını kabullenişimizden kaynaklanmaktadır. Modernizm, tüketim toplumu ve Hedonizm ilişkisi, bir yaşam kuramı olarak en belirgin şekilde özellikle sanayi devrimi sonrası kendini göstermiştir. Batı toplumu da sanayi devrimi sonrası tüketime endekslenmiş, düşünce algısına ve bu yeni yaşam standartlarına kapital müdahaleler yaparak satın alma algısının tanımını; ‘elde edilmek istenen ürünün yararlılığından ya da ihtiyaç olup olmamasından ziyade haz alma (tatmin) ya da sosyal statü kazanma eksenine’ kaydırmıştır.

Modern toplum olma biçimini adeta varoluş ilkelerini kaybetmek ve tüketim nesnesi konumuna indirgenmek alarak kabullenen insanlık; “Toplum, aile ve birey için iyi olan, ihtiyaç olan nedir?” sorusunu, “Sistem için ve siteme adapte olmak için iyi olan nedir?” olarak değiştirmeye zorlanmıştır. Bilinçlenme erdemini yitirmiş, kirli hayat olarak tanımlayabileceğimiz bu durum ahlak ve vicdan sorumluluğunu da şüphesiz rahatlatmaya ve tatmin etmeye ihtiyaç duymuştur. Bu sorgulamaya kılıf uydurmak için modern sitemin kapital yönlendirmeleri, “Daha ferah ve daha mutlu hayat bu yolla elde edilir.” tanımlaması getirmiş; dolayısıyla gerçeklik ve huzur da gözden çıkarılmıştır.

Modern hayatla sistemin gerektirdiği bencillik, açgözlülük ve sahip olma ihtirası gibi özelliklerin insanın varlığıyla başlayan özellikler olduğu ileri sürülerek, bunların sistemden değil, insanın doğasından kaynaklandığı kanıtlamak istemiştir. Dolayısıyla modernlik, vahye dayanan tek tanrılı dinlerin en temel özelliklerinin içini boşaltmış, her şarta şükretme ya da kanaatkâr olma durumunu da ötelemiştir. Modern hayat için önemli olan gelecek ve geçmiş kaygısı duymadan ‘şimdi’yi doya doya yaşamak, sürekli ruh zenginliği ya da huzur yerine her anı doyumsuz yapmak için durmadan yeni düşünceler geliştirerek insanların çıkarcılığını ve hazcılığını meşrulaştırmaktır. Daha vahim olan ise, bu sisteme direnen ahlak anlayışı ya da din olgusu dışlanarak, sistemin düşmanı ilan edilmiş kısaca bencilliğin, açgözlülüğün ve sahip olma ihtirasının bulunmadığı toplumlar ‘ilkel’, o toplumlarda yaşayan insanlar ise ‘çağ dışı’ ilan edilerek aşağılanmaya çalışılmıştır. Modernizmin en etkili eleştirmenlerinden Fransız yazar A. Touraine, ‘Modernliğin Eleştirisi’ kitabında “Modernlik fikri, geleneksel toplumun merkezindeki tanrı fikrinin yerine bilimi koyarak dinsel inançları ancak özel hayatın en mahrem gözeneklerine hapsetti. Siyaseti, ekonomiyi, ahlakı, bilimi, sanatı din-dışı unsurlarla inşa etti. Aynı şekilde entelektüel etkinliğin, dinsel inançlardan korunması üzerinde ısrarla durdu.” tespitiyle maneviyat ve Modernizm çatışmasına farklı bir tanım getirmiştir. Dolayısıyla ahlak ve din ekseninden uzaklaşan modern toplum algısı aynı zamanda hazcılığın temelinde yatan bencillik duygusunu körüklemiş, sadece bireyleri değil toplumun en önemli sosyal dinamiklerinden bölüşmek, yardım etmek, el uzatmak gibi ahlak kavramlarının da içini boşaltarak bireyin her şeye sahip olma ve bundan haz duyma dürtüsünü tetiklemiştir.

Sahip olma arzusu, modern insanın en temel boşluğu olunca; insanlık olgusu da duyarlılıklardan uzak yaşamaya, ihtiraslı olmaya, daha bireysel, daha açgözlü ve ne kadar çok şeyi olursa, o kadar mutlu olacağını sanan bir karakter tipini meydana getirmiştir. Bu durum aslında tam olarak günümüz toplumunun tarifi gibidir. Kapital sitemin en temel araçlarından olan şirketlerde bile yönetim anlayışı; satış hileleriyle tüketiciyi kandırma, medya ve reklam sektörünü kullanarak imajı ön plana çıkartma, tüketiciyi ihtiyacı olmayan şeylerin varlığıyla mutlu etme, daha çok kazanıp rakiplerini iflasa sürükleme, işçi sömürme ve daha çok servete sahip olmayı sağlayan her şeyi, her yolu deneyerek, rakiplerini ortadan kaldırmaya odaklanan kurumsal kimlik mantığına bürünmüştür. Dolayısıyla hazcılık sadece tüketen için değil daha geniş kapsamıyla üreten sitemler için de yazılı olmayan kurumsal bir kurala dönüşmüştür.

Bütün hayatını kendinden daha fazlasına sahip olanları kıskanmak ve kendinden az varlığı olanlardan da kendisi gibi olacakları korkusuyla geçiren birey ve kurumsal tanımlamalar, hazcılığa yeni bir radikal bakış açısı getirmiş; kısaca hazcılığı putlaştırmıştır. Voltaire’nin “Gerçek ihtiyaçlar olmadan gerçek hazlar olmaz.” cümlesinden hareketle, ihtiyacımız olmadan kazandığımız şeyleri sadece tüketebileceğimizi oysa asıl olanın tükenmeyen hazlar, yani gerçek ihtiyaçlara sahip olma olgusu olduğunu söyleyebiliriz. Schopenhauer’in deyimiyle yeninin ömrünü kısaltıp hemen tüketen, eskileştiren bencillik ve sahip olma dürtüsü, insanların mantık ve akıl donanımlarından öte duygularına hitap eder. Bu bencil sömürü düzeninin deşifre olmaması için tüketmeyi ve satın almayı kolaylaştıran araçları da icat eden düzene “banka kartlarını, kredi müessesini ve taksitle her ürünü satma” kurnazlığını örnek olarak verebiliriz.

Jean Baudrillard’ın başyapıtlarından biri olan “Tüketim Toplumu” kitabında dile getirdiği satırlar da hazcılık ve tüketim ilişkisini açıklarken “Gerçek ihtiyaçlar ile çağımızın yönlendirdiği sahte ihtiyaçlar arasındaki ayrımın ortadan kalktığı tüketim toplumunda, kişi tüketim mallarını satın almanın ve bunları sergilemenin toplumsal bir ayrıcalık ve prestij getirdiğine inanır. İnsan bu süreçte bir yandan kendini toplumsal olarak diğerlerinden ayırt ettiğine inanırken, bir yandan da tüketim toplumuyla bütünleşir. Dolayısıyla tüketmek birey için bir zorunluluğa dönüşür. İnsani ilişkiler yerini maddelerle ilişkiye bırakır. Artık geçerli ahlâk, tüketim etkinliğinin ta kendisidir.” cümleleriyle tüketim ve hedonizm ilişkisini toplumunda at başı giden ve birbirinden ayrılmaz yapışık ikizler olarak tanımlamıştır…

Devam edecek…

http://www.on5yirmi5.com/genc/koseyazisi.aspx?c=18025&tag=jean+baudrillard

March 23, 2011 - Posted by | sistem karsitligi, tuketim karsitligi

1 Comment »

  1. […] *https://ecotopianetwork.wordpress.com/2011/03/23/tuketim-ve-hedonizm-iliskisine-dair/ […]

    Like

    Pingback by Hedonizm ve Sosyal Medya – Karaköy Mono | April 18, 2018 | Reply


Leave a comment