ecotopianetwork

İlkelin mistikleştirilmesi – Murray Bookchin – Toplumsal Anarşizm mi, Yaşamtarzı Anarşizm mi?

Teknoloji ve uygarlık karşıtlığının sonucu, tarih öncesinin göklere çıkarılması ve o dönemin farazi masumiyetine geri dönme isteği anlamına gelen ilkelciliktir.* Bradford gibi yaşamtarzı anarşistleri ilhamlarını, yerli halklardan ve cennet­ten çıkma bir tarih öncesine dair efsanelerden alıyorlar. Ona göre, ilkel halklar “teknolojiyi reddetmişti” – “araçsal ya da uygulamalı tekniklerin göreceli ağırlığını en azda tutarak, vecd tekniklerinin önemini arttırmışlardı”. Çünkü, animistik inançlarından ötürü ilk yerli halklar, hayvan yaşamı ve vah­şi yaşam “sevgisi”ne doymuşlardı – onlar için, “hayvanlar, bitkiler ve doğal nesneler” “insandılar, hatta akrabaydılar”.1

Buna uygun olarak, Bradford, tarih öncesi gıda arayıcı kültürlerin yaşamlarını “berbat, acımasız ve göçebe, kanlı bir varolma mücadelesi” olarak gösteren “resmi” görüşe karşı çıkıyor. Daha çok, “ilkel dünya”yı Marshall Sahlins’in “orijinal bolluk toplumu” olarak nitelediği toplum olarak göklere çıkarıyor:

Zengin, çünkü ihtiyaçları az, tüm arzuları kolayca karşılana­biliyor. Aletleri seçkin ve hafif, perspektifi dilbilim açısından karmaşık ve kavram olarak derin, ancak aynı zamanda basit ve anlaşılabilir. Kültürü engin ve coşkulu. Mülkiyetsiz ve komünal (s. 54), eşitlikçi ve ortaklaşmacı… Anarşik… İşten kurtulmuş… Dans eden bir toplum, şarkı söyleyen bir toplum, kutlayan bir toplum, hayal kuran bir toplum.3

“İlkel dünyanın” sakinleri, Bradford’a göre, doğal dünyay­la uyum içinde yaşadılar ve bol bol boş zaman da dahil olmak üzere, bolluğun tüm nimetlerinden yararlandılar. “İlkel Top­lum” diye vurgular Bradford, “işten kurtulmuştu”, çünkü av­lanma ve yiyecek toplama, bugün insanların sekiz saatlik iş günlerine ayırdıklarından çok daha az çaba gerektiriyordu. İlkel toplumun “zaman zaman açlık çekebildiğini” makul gö­rerek kabul eder. Ancak, bu, “açlık”, aslında semboliktir ve bilerek yaratılır, çünkü, bilirsiniz, ilkel halklar “bazen açlığı, karşılıklı ilişkililiği çoğaltmak, oynamak ya da görüntüler görmek için [seçmişlerdir]”.4

İçindeki birkaç gerçeğin saf fanteziyle karıştırıldığı ya da sarıldığı bu gevezeliği bırakın çürütmek, anlaşılır bir hale ge­tirmek bile başlı başına bir makale konusu olur. Bradford, bize anlatılana göre, anlattıklarını “ilkel halkların ve onların torunlarının görüşlerini daha iyi anlamaya yönelen”, “daha eleştirel bir antropoloji”ye dayandırır.(5) Aslında, bu “eleştirel antropoloji”nin çoğu, Nisan 1966’da Şikago Üniversitesi’nde yapılan “Avcı İnsan” sempozyumundan kotarılmış gibi gö­rünmekte.”6 Bu sempozyuma sunulan araştırmaların çoğu oldukça değerliyse de, bazıları 1960’ların karşı kültürüne sız­mış olan -ve bugün de devam eden- “ilkelliğin” safça mistifikasyonuna uygundu. O günün birkaç antropologunu etkile­yen hippi kültürü, dünyanın geri kalanındaki toplumsal ve ekonomik güçlerin, günümüzdeki avcı-toplayıcı halkları etki­lemediğini, onların ve hâlâ Neolitik ve Paleolitik yaşam tarz­larının yalıtılmış kalıntıları olarak bozulmamış bir durumda yaşadıklarını iddia ediyordu. Dahası, avcı-toplayıcılar ola­rak, yaşamları çok sağlıklı ve huzurluydu; o zaman da bugün olduğu gibi doğanın zengin cömertliğiyle yaşıyorlardı.

Böylece, konferansa sunulan araştırmaların basımcıların­dan Richard B. Lee, “ilkel” halkların kalori alımının çok yük­sek ve yiyecek kaynaklarının da bol olduğu, insanların günde yalnızca birkaç saat yiyecek aramaya ihtiyaç duydukları bir nevi bakir “bolluk”tan söz ediyordu. “Doğal durumda yaşam (s. 55) ille de kötü, acımasız ve kısa değil” diye yazıyordu Lee. Kalahari Çölü’ndeki Kung Yerlileri, örneğin, “doğal olarak bulunan yiyecekler açısından bolluk içinde”ydiler. Lee’nin yazdıklarına göre, neolitik çağa girmek üzere olan Güney Afrika’daki Dobe bölgesi yerlileri;

… tüm Buşman** yerlilerinin daha önce yaşadıkları bölgelerin en verimsiz kısmında yaşadıkları halde bugün yabani bitki ve vahşi hayvanları yiyerek gayet iyi yaşıyorlar. Bu avcı ve toplayıcıların, Afrika’daki herhangi bir doğal çevreyi seçtikleri zamanlarda, daha zengin bir geçim temeline sahip olmaları muhtemeldir.7

Pek de öyle değil – az sonra göreceğimiz gibi.

“İlkel Yaşam”a bayılan herkes için , tarih öncesinin birkaç bin yılını üst üste yığmak çok sıradan; sanki birbirinden önemli bir biçimde farklı insansı ve insan türleri bir tek tipte toplumsal örgütlenmeyle yaşamışlar gibi. Tarih öncesi kelimesi ise oldukça belirsiz. İnsan türü birkaç farklı cinsi kapsadığına göre, 30.000 yıl önceki Aurignacian ile Magdalenian gıda arayıcılarının (Homo sapiens sapiens) “perspektif’leri ile araçları, sanatsal yetenekleri ve konuşma kapasiteleri ile çarpıcı bir biçimde farklı olan Homo sapiens neanderthalensis ve Homo erektus’unkini bir tutamayız.

Önemli bir nokta da tarih öncesi çeşitli zamanlardaki avcı-toplayıcı ya da gıda arayıcıların, ne dereceye kadar hiyerarşik olmayan toplumlarda yaşamış olduklarıdır. Sungir’de (günümüz Doğu Avrupa’sında) bulunan 25.000 yıl öncesine ait olan gömütler, herhangi bir yoruma izin veriyorsa (ortada bize yaşamları hakkında bilgi verecek Paleolitik insanlar da olmadığına göre), o da iki gencin mezarında bulunan zengin mücevher, mızrak, fildişi kargı ve boncuklu giysilerin, insan­lar tarımla uğraşmak üzere yerleşik hayata geçmeden çok önce yüksek statülü ailelerin varlığını düşündürmesidir. Paleolitik dönemdeki kültürlerin birçoğu büyük olasılıkla görece eşitlikçiydi, ancak görünen o ki, Paleolitik dönemin sonlarında bile hiyerarşi vardı; bu hiyerarşi, derece, tip ve egemenlik alanı açısından, Paleolitik eşitlikçiliğe retorik zafer şarkıları düzerek anlaşılamayacak çeşitlilikteydi. (s. 56)

Diğer bir önemli nokta da, değişik çağlardaki iletişim yeteneğinin farklılığından -ilk vakalarda, yokluğundan-ortaya çıkıyor. Tarihsel dönemlere dek yazılı bir dil ortaya çıkmadığı gibi, ilk Homo sapiens sapienslerin bile dili pek de ‘kavramsal olarak derin” değildi. “İlkel” halkların geçmişe ilişkin bilgi için güvendiği resimyazılar, oyma piktograflar ve her şeyden öte ezberlenen materyal, açık kültürel sınırlara tabiydi. Kuşakların, birikimsel bilgeliğini kaydeden yazılı bir edebiyat olmadıktan sonra, bırakın ‘kavram açısından derin” düşünceleri, tarihsel hafızanın bile akılda tutulması zordur, tüm bilgiler genelde zamanla kaybolur ya da üzücü bir biçim­de çarpıtılırlar. En azından, son derece eleştirel yaklaşılması gereken sözel tarih, Bradford’un deyimiyle “ilk şairler” olmak şöyle dursun, “bilgilerini” kendi toplumsal çıkarları için kul­lanır görünen seçkin ‘kâhinlerin” ve şamanların elinde bir oyuncak haline gelir.8

Bu da bizi, kaçınılmaz olarak, aşırı bir uygarlık karşıtı, ilkelci John Zerzan’a getirir. Anarchy: A Journal of Desire Armed dergisinin sürekli yazarlarından Zerzan’a göre, konuşma, dil ve yazının yokluğu birer lütuftur. “Avcı İnsan” zaman tünelinin diğer bir sakini olan Zerzan, Future Primitive (Gelecekteki İlkel) adlı kitabında “evcilleştirme/ ta­rım öncesi yaşam, boş zamanın, doğayla içli dışlılığın, duyu­sal bilgeliğin, cinsel eşitliğin ve sağlığın yaşamıydı”9 diye öne sürer – şu farkla ki, Zerzan’ın “ilkellik” görüşü dört ayak­lı hayvan olmaya daha yakındır. Aslında, Zerzancı Paleoantropoloji’de, Homo sapiens ile Homo habilis, Homo erectus ve “çok yerilen” Nedndertaller arasındaki fark şüphelidir; tüm ilk Homo türleri, ona göre, Homo sapiens’in akılsal ve fizik­sel yeteneklerine sahiptiler ve iki milyon yıldan fazla ilkel bir saadet içinde yaşadılar.

Eğer tüm bu insansılar modern insanlar kadar zekiydilerse, diye safça sormak isteyebiliriz, neden teknolojik deği­şiklik yapmadılar? “Şu bana gayet akla yatkın geliyor” diye zekice tahminde bulunur Zerzan “avcı-toplayıcı varoluşunun başarısı ve verdiği tatminden doğan akıl, ‘vurgulanan ilerle­me’ eksikliğinin gerçek nedenidir. İş bölümü, evcilleştirme, sembolik kültür -bunlar açıkça [!] çok yakın zamanlara dek (s. 57) reddedilmişti.” Homo türleri, “uzun süre kültür yerine doğayı seçtiler” ve Zerzan burada kültür ile “temel sembolik şekille­rin işlenmesi”ni kastediyor (vurgu tarafımdan eklenmiştir) -yabancılaştırıcı bir yük. Aslında, diye devam ediyor, “şeyleşmiş zaman, dil (yazılı, elbette ve bu dönemin neredeyse tümü ya da büyük bir bölümü boyunca sözlü), sayı ve sanatın, bun­lara yeten bir aklın varlığına rağmen hiç yeri yoktu”.10

Kısaca, insansılar sembol kullanma, konuşma ve yazma yetilerine tamamıyla sahip olmalarına rağmen, birbirlerini ve çevrelerini, bunların yardımı olmadan içgüdüsel olarak anlayabildikleri için onları reddettiler. Böylece Zerzan, “San/Buşman yerlilerinin Doğa ile olan birliğini”nin “nere­deyse mistik olarak adlandırılabilecek bir deneyim düzeyi”ne vardığını düşünen antropologlara coşkuyla katılır. “Örneğin, bir fil, bir aslan, bir antilop” hatta bir baobap ağacı “olmanın neye benzediğini biliyor gibiydiler.”11

Dili, sofistike aletleri, zamana bağlılığı ve iş bölümünü reddetme yolundaki bilinçli “kararları” (tahminen denemiş ve “Pöh!” diye homurdanmışlardır) bize anlatılana göre Ho­mo habilis tarafından alınmış; burada belirtmeliyim ki, bu tür, modern insanların yarısı kadar beyin büyüklüğüne sa­hipti ve büyük olasılıkla heceli konuşma yolundaki anatomik yetiden yoksundu. Buna rağmen, Zerzan’ın üstün otoritesiyle, habilis (hatta büyük olasılıkla “iki milyon yıl önce” var olmuş olan Austuralopithecus afarensis bile) tüm bu işlevlere “tamamıyla kabil bir zekâ”ya -ne demezsiniz- sahipti ancak kullanmayı reddetti. Zerzancı paleoantropolojiye göre, ilk in­sansı ya da insanlar, keşişlerin sessizlik yemini etmelerine benzer şekilde, konuşma gibi hayati kültürel özellikleri benimseyebiliyor ya da reddedebiliyorlardı.

Ancak sessizlik yemini bir kere bozulduktan sonra, her şey ters gitmeye başladı. Yalnızca Tanrı’nın ve Zerzan’ın bil­diği sebeplerle:

İçkin yönetme ve kontrol etme iradesiyle, sembolik kültürün doğuşu, kısa sürede doğanın evcilleştirilmesine de kapıları açtı. Doğanın sınırları içinde diğer vahşi türlerle dengeli bir biçimde geçen iki milyon yıllık insan yaşamından sonra, tarım, yaşam tarzımızı,  uyum sağlama  biçimimizi  görülmemiş bir  şekilde (s. 58) değiştirdi. Daha önce hiçbir türde böylesine kökten bir değişik­lik, böyle hızla ve böyle bütünüyle gerçekleşmemişti… Dil, ritüel ve sanat yoluyla öz-evcilleştirme, daha sonra bitkilerin ve hay­vanların evcilleştirilmesine ilham verdi.12 (Vurgu tarafımdan eklenmiştir.)

Bu palavrada, gerçekten de ilgi çekici bir ihtişam var. Birbirlerinden çok farklı çağlar, insansı ve/veya insan türle­ri, ekolojik ve teknolojik durumlar hep birlikte “doğanın sı­nırları içinde” yaşanan ortak bir yaşama tıkıştırılıyor. Zerzan’ın, insanlar ile insan olmayan doğa arasındaki ol­dukça karmaşık diyalektiği böyle basitleştirmesi, öyle indir­gemeci ve basit bir zihniyeti ele veriyor ki, insan dehşete düşmeden edemiyor.

Elbette, yazı öncesi kültürlerden -benim Özgürlüğün Ekolojisi (The Ecology of Freedom) adlı kitabımda verdiğim adla organik toplumlardan- öğrenebileceğimiz çok şey var; özellikle de genelleyerek “insan doğası” adı verilen şeyin değişebilirliği üzerine. Onların grup içi ortak çalışma ruhları ve en iyi durumlarda da, eşitlikçi düşünce tarzları yalnızca takdire değer -ve de içinde yaşadıkları güvenilmez dünya göz önüne alındığında, toplumsal olarak gerekli- olmakla kalmı­yor, aynı zamanda, rekabet ve aç gözlülüğün doğal insan özellikleri olduğu mitinin aksine, insan davranışının şekillenebilirliği konusunda zorlayıcı kanıtlar da sunuyor. Aslında, yararlanma hakkı ve eşitlerin eşitsizliği konusundaki uygu­lamaları, ekolojik bir toplum için büyük önem taşıyor.

Ancak, “ilkel” ya da tarih öncesi halkların insan dışı doğaya “saygı gösterdiği” iddiası, en iyi olasılıkla yanıltıcı, en kötü olasılıkla da samimiyetsiz. Köyler, kasabalar ve şehirler gibi “doğal olmayan” çevrelerin yokluğunda, doğal çevreden farklı olarak “doğa” fikrinin kavramsallaştırılması gerekiyor­du – Zerzan’a göre, gerçekten yabancılaştırıcı bir deney. Uzak atalarımızın doğal dünyayı, tarihsel kültürlerdeki insanlar­dan daha az araççı bir şekilde görmüş olmaları da pek olası değil. Kendi maddi çıkarları -yaşamlarını ve sağlıklarını devam ettirme- göz önüne alındığında, tarih öncesi halklar, olabildiğince fazla avlanmış olmalıdırlar ve eğer, hayali ola­rak hayvanlar dünyasını, antropomorfik sıfatlarla (s. 59) insanlaştırmışlarsa -ki elbette yapmışlar- bunu sadece ona saygı gös­terme amacıyla değil, onu kullanma amacıyla iletişim kur­mak için yapmışlardır.

Böylece, gayet araçsal amaçlarla, “konuşan” hayvanlar, (genelde kendi toplumsal yapılarına göre düzenlenen) hay­van “kabileleri”, ve karşılık veren hayvan “ruhları” oluştur­dular. Sınırlı bilgileri göz önüne alındığında, anlaşılır bir biçimde, insanların uçup hayvanların konuşabildiği rüyala­rın gerçekliğine -gerçek sandıkları, açıklanamaz, sık sık da korkutucu hayal dünyasına- inanıyorlardı. Av hayvanlarını kontrol etmek, doğal bir çevreyi yaşamsal amaçları doğrul­tusunda kullanmak ve meteorolojik değişiklik vb. şeylerle başa çıkmak için, tarih öncesi insanlar bu fenomenleri kişileştirmek ve onlarla “konuşmak” zorundaydılar; doğru­dan, ritüel ya da eğretileme olarak.

Aslında, tarih öncesi insanlar çevrelerine olabildiğince, kararlılıkla müdahale etmiş gibi görünmektedirler. Örneğin, Homo erectus ve daha sonraki insan türleri ateşi bulur bul­maz, onu ormanları yakmak için; büyük olasılıkla av hayvanlarını, tepelerden indirmek ya da kolayca katledebilecek­leri doğal ortamlara sürmek amacıyla kullanıma sokmuş gibi gözüküyorlar. Tarih öncesi insanların “yaşama karşı saygı­ları” böylece, yiyecek kaynaklarını kontrol etmek ve arttır­mak yolundaki oldukça pragmatik bir çıkarı yansıtıyordu; hayvanlara, (hem şeytansı hem de iyi tanrıların yüce evi ola­rak pekâlâ da korkmuş olabilecekleri) ormanlara ve dağlara duyulan sevgiyi değil.13

Bradford’un “ilkel topluma” isnat ettiği “doğa sevgisi” de, iş ve av hayvanlarına oldukça zalimce davranan günümüz gıda arayıcısı halklara tam anlamıyla uymuyor; örneğin Ituri ormanındaki Pigmeler, tuzağa düşen ava oldukça sadist bir biçimde işkence ederlerdi; Eskimolar ise köpeklerine genelde kötü davranırlardı.14 Avrupa ile temas etmeden önceki Amerikan Yerlileri’ne gelince, onlar da kıtanın büyük bir bö­lümünü bahçıvanlık ve av sırasında daha iyi görüş sağlamak için ateş kullanarak değiştirmişlerdi; öyle ki Avrupalılar’ın bulduğu “cennet”, “açıkça insanileştirilmişti.”15

Kaçınılmaz bir biçimde, birçok Kızılderili kabilesi (s. 60) görünüşte yerel av hayvanlarını tüketmiş ve yaşamak için gere­ken maddi koşulları sağlamak üzere yeni alanlara göç etmek zorunda kalmıştı. Gittikleri yerlerin esas sakinlerini yerle­rinden etmek için savaşa başvurmamış olmaları da epey şaşırtıcı olurdu. Onların uzak ataları da pekâlâ, geçen buz çağına ait Kuzey Amerika’nın büyük memelilerini (özellikle mamutları, mastodonları, uzun boynuzlu bizonları, atları ve develeri) tükenme sınırına getirmiş olabilirler. Kitle katliam­larını ve “seri” kasaplığı akla getiren birikmiş bizon kemik­leri Amerika’daki birkaç kuraklaşmış vadi yerleşimlerinde hâlâ görülebilir.16

Tarım yapan halkların toprağı kullanımı da ekolojik açı­dan ille de sağlıklı değildi. Meksika’nın merkezi dağlık böl­gesinde bulunan Patzcuaro Gölü çevresinde, İspanyol istilası öncesinde, “tarih öncesi toprak kullanımı, uygulamada doğal kaynakları korumaya yönelik değildi”, diye yazar Karl W. Butzer, tam tersine büyük oranda toprak erezyonuna neden oluyordu. Aslında, ilk yerlilerin çiftçilik uygulamaları “Eski Dünya’daki endüstri öncesi toprak kullanımı kadar zararlı olabiliyordu”17 Diğer çalışmalar da, ormanların yok edilme­sinin ve geçinmeye yönelik tarımın başarısızlığa uğra­masının Maya kültürünün sonunu hazırladığını gösterdi.18

Bugünün gıda arayıcı kültürlerinin yaşam tarzlarının, geçmişteki atalarımızınkini kesin olarak yansıtıp yansıt­madığını asla öğrenemeyeceğiz.*** Modern yerli kültürlerin (s. 61) binlerce yılda gelişmiş olmaları bir yana, aynı zamanda Batı­lı araştırmacılar tarafından incelenmeye başlamadan önce, diğer kültürlerden sayısız özelliklerin de katılımıyla önemli bir biçimde değişmişlerdir. Clifford Geertz’in acı bir biçimde gözlemlediği gibi, modern ilkelcilerin ilk insanlıkla ilişkilendirdiği yerli kültürlerde eskiye ait pek bir şey yok, hatta hiçbir şey yok. Geertz’e göre, “[Günümüzdeki yerlilerin bo­zulmamış ilkelliklerinin] Pigmeler, hatta Eskimolar için bile varolmadığının ve bu insanların gerçekte onları onlar yapmış olan ve yapmaya devam eden daha geniş ölçekli toplumsal değişim süreçlerinin ürünleri olduklarının geç ve istemeye­rek de olsa anlaşılması, [etnografik] alanda esaslı bir krize yol açan bir şok yarattı”.19 İçinde yaşadıkları ormanları gibi, “İlkel” halkların kendileri de, Avrupalılarla tanıştıklarında Lakota Kızılderilileri’nin (Kurtlarla Dans aksini iddia etse de) Amerikan İç Savaşı sırasında olduklarından daha “bakir” değildi. Bol bol çığırtkanlığı yapılan varolan yerlilerin “ilkel” inanç sistemlerinin çoğundaki Hıristiyan etkiler açıkça görülebiliyor. Örneğin, Kara Geyik gayretli bir Hıristiyan’dı;20 Paiute ve Lakotalar’ın 19. yüzyıl sonundaki Hayalet dansı ise, Hıristiyan Katolik Binyılcılığından**** derin bir bi­çimde etkilenmişti.

Ciddi antropolojik araştırmaların ışığında, “coşkulu” bo­zulmamış avcı fikri, “Avcı İnsan” sempozyumundan bu güne kadar geçen otuz yıla dayanamadı. “İlkel bolluk” efsanesinin hayranları tarafından anılan “zengin avcı” toplumlarının çoğu, tam anlamıyla -büyük olasılıkla arzuları dışında- bahçıvan toplumsal sistemlerden kopup gelmişti. Kalahari’ deki San halkının çöle sürülmeden önce bahçecilik yaptığı (s. 62) şimdi biliniyor. Edwin Wilmsen’e göre, birkaç yüzyıl önce San dili konuşan halklar, hayvancılık ve çiftçiliğin yanı sıra, Hint okyanusu boyunca yayılan bir ağ ile, komşu çiftçi şeflik­lerle alışverişte bulunuyorlardı. Kazıların gösterdiği üzere, 1000 yılına gelindiğinde, San halkının yaşam alanı olan Dobe, seramik yapan, demir işleyen ve sığır gütmekte olan insanların yurduydu; 1840’larda bu sığırları, büyük miktar­larda fildişiyle birlikte Avrupa’ya ihraç ettiler. Fildişlerinin çoğu San halkı tarafından avlanan fillere aitti; şüphesiz, kalın derili, dört ayaklı “kardeşlerine” karşı gerçekleştirdik­leri bu katliamı, Zerzan’ın onlara atfettiği büyük duyarlılık­la gerçekleştirmişlerdir. 1960’larda gözlemcileri öylesine bü­yüleyen San halkının marjinal gıda arayıcı yaşam biçimleri, aslında 19. yüzyılın sonunda ortaya çıkan ekonomik değişikliklere bağlıydı: Diğer taraftan “dışarıdan gözlemleyenlerin hayal ettiği uzaklık kendiliğinden değildi, ticari sermayenin çöküşü sonucu ortaya çıkmıştı.”22 “Afrika ekonomilerinin kırsal sınırındaki Sauca konuşan halkların günümüzdeki statüsü”, der Wilmsen;

… yalnızca sömürge dönemi ve sonrasının toplumsal politikaları ve ekonomilerine dayandırılabilir. Onların gıda arayıcı olarak görünmesi, içinde bulunduğumuz binyıldan önce başlayan ve bu yüzyılın başındaki on yıllarda doruğuna varan tarihsel süreçle­rin oluşumunda bir alt sınıfa indirgenmelerinin bir neticesi­dir.23

Amazon’daki Yuqui’ler de, 1960’larda yüceltilen eski gıda arayıcı toplumlardan biri olarak örnek teşkil edebilir. 1950’lere dek Avrupalılar tarafından incelenmeyen bu halk, yal­nızca domuz pençesi ile ok ve yaylardan oluşan bir alet takımına sahipti: “Ateş yakamamalarına ek olarak” diye ya­zar, onları incelemiş olan Allyn M. Stearman “hiçbir deniz taşıtları; evcil hayvanları (köpekleri bile), değerli taşları, ayin uzmanları yoktu ve sadece gelişmemiş bir kozmolojileri vardı. Yaşamları göçebe olarak, Bolivya ovalarında, kendi yetenekleriyle sağladıkları av ve diğer yiyecek kaynaklarını arayarak geçiyordu”24 Hiçbir ürün yetiştirmiyorlardı ve balık tutmak için bir çengel ile çubuğun kullanılmasına ya­bancıydılar. (s. 63)

Yine de, eşitlikçi olmaktan çok uzak olan Yuqui’ler, top­lumlarını, ayrıcalıklı seçkin bir tabakayla hor görülen, iş gör­dürülen bir köle grubu arasında bölen, kalıtsal bir kölelik kurumunu benimsemişlerdi. Bu özellik, şu anda daha önceki bahçeciliğin getirdiği yaşam biçimlerinin bir kalıntısı olarak görülüyor. Görünene göre, Yuqui’ler, köleci bir Kolombiya öncesi toplumdan geliyorlardı ve zamanla, gezgin ve topraksız yaşama zorunluluğu nedeniyle kültürel miraslarının çoğunu kaybederek kültürsüzleşmeye maruz kaldılar. Ancak, kültürlerinin birçok öğesi kaybolduysa da, diğerleri kaybolmadı. Kölelik, açıkça, kaybolmayanlardandı.”25

Sadece “eski” gıda arayıcı efsanesi yıkılmakla kalmadı, Richard Lee’nin “zengin” gıda arayıcılarının kalori alımı ko­nusundaki verileri de Wilmsen ve arkadaşları tarafından önemli oranda çürütüldü.26 !Kung halkının ortalama yaşam süresi otuz yıldı. Çocuk ölüm oranı yüksekti ve Wilmsen’e göre, (Bradford’un söylediğinin aksine), insanlar kıraç mev­simlerde hastalık ve açlığa maruz kalıyorlardı (Lee’nin ken­disi de bu konudaki görüşlerini 1960’tan bu yana yeniden gözden geçirdi).

Tüm bunlara göre, ilk atalarımızın yaşamları mutlu ol­mak dışında her şeyle nitelenebilirdi. Aslında, yaşam onlar için oldukça çetin, genelde kısa ve maddi olarak da zordu. Yaşam süreleri üzerine yapılan anatomik analizler, yarısının çocukluğunda ya da yirmi yaşından önce öldüğünü ve çok azının elli yaşını aştığını gösteriyor.***** Büyük olasılıkla, (s. 64) avcı-toplayıcı olmaktan çok leş yiyiciydiler ve muhtemelen leopar­larla çakalların avıydılar.27

Kendi topluluklarının, kabilelerinin ve klanlarının üyele­rine karşı, tarih öncesindeki ve sonraki gıda arayıcı halklar, genelde yardımlaşmacı ve barışçıydılar ancak diğer topluluk­ların, kabile ve klanların üyelerine karşı genelde savaşçıydı­lar, hatta mallarına el koymak ve topraklarını kendilerine maletmek çabalarıyla bazen soykırım bile yapıyorlardı. İlkel­cilere inanacak olursak, atalarımız içinde en mutlusu olan Homo erectus, Paul Janssens’in özetlediği verilere göre, arka­sında insanların birbirini katletmesine dair cesaret kırıcı bir kayıt bırakmıştır.28 Çin ve Java’daki birçok bireyin volkanik patlama sonucu öldüğü iddia edilmiştir ancak ölümcül yara­lar almış ve başları kesilmiş olarak bulunan 40 kişinin kalın­tıları ışığında bu açıklamalar büyük oranda inanılırlıklarını yitirdiler, – “bir yanardağın işi olması zor” diye gözlemler Corinne Shear Wood, alaycı bir ifadeyle.29 Çağdaş gıda arayıcı­lara gelince, Amerikan yerlileri arasındaki çatışmalar sayı­lamayacak kadar çoktur – Güneydoğu’da Iroquois Konfede­rasyonunu kurmak zorunda kalan Anasazi ve Güneydoğu’ daki komşularının (birbirlerini yok etmemeleri için Konfede­rasyon açısından bir ölüm kalım meselesine dönüşmüştü) ve Huran kabilelerinin neredeyse tamamen yok olması ve ka­lanların kaçmasıyla sonuçlanan Mohawk’larla Huranlar ara­sındaki şiddetli çatışmanın tanıklık ettiği gibi.

Bradford’un iddia ettiği gibi tarih öncesi halkların “arzu­ları”, “kolayca karşılanabilir” idiyse, bunun nedeni, yaşam­larının tüm maddi koşullarının -ve böylece de arzularının- çok basit olmasıydı. Yenilik yapmak yerine uyum sağlayan, doğal çevreyi kendi isteklerine uyacak şekilde değiştirmek yerine kendisine verilmiş olan doğal çevreye uyan herhangi bir yaşam şeklinden de bu beklenirdi. Tabi ki, ilk insanlar, içinde yaşadıkları doğal çevreyi mükemmel bir biçimde anlıyorlardı – ne de olsa oldukça zeki ve hayal gücü olan can­lılardı. Yine de bu halkların “vecdi” kültürleri, kaçınılmaz olarak yalnızca neşe ve “şarkı söyleme… kutlama… hayal kurma” ile değil, batıl inançlar ve kolayca istismar edilebilen korkularla da iç içeydi. (s. 65)

Ne uzak atalarımız ne de varolan yerliler, günümüz ilkel­ciliğinin onlara atfettiği “büyülü” Disneyland fikirlerine sa­hip olsalardı, hayatta kalmayı asla başaramazlardı. Avru­palılar, yerli halklara elbette harika bir toplumsal konum sunmadı. Tam aksine; emperyalistler, yerli halkları pervasız bir sömürüye, apaçık bir soykırıma, bağışıklıklarının olma­dığı hastalıklara ve utanmazca bir yağmaya maruz bırak­tılar. Hiçbir animistik büyü bu katliamı durduramazdı, dur­duramadı; kurşunlara dayanıklı hayalet gömlekler efsanesi­nin koca bir yalan olduğunun acı bir biçimde ortaya çıka­rıldığı, 1890’daki Yaralı Diz trajedisinde de olduğu gibi.

Burada hayati derecede önemli olan şey, yaşamtarzı anarşistleri arasındaki ilkelciliğe gerileyişin, insanlığın bir tür olarak en ayırt edici niteliklerini ve Avro-Amerikan kül­türünün potansiyel olarak özgürleştirici yönlerini reddetme­sidir. İnsanlar, çevrelerindeki dünyaya sadece uyum sağla­maktan daha fazlasını yapmalarıyla, diğer hayvanlardan önemli bir biçimde ayrılırlar; yenilikler yapar ve yalnızca insan olarak güçlerini keşfetmek için değil, aynı zamanda hem bir canlı hem de birey olarak, çevrelerindeki dünyayı gelişmelerine daha uygun hale getirmek için yeni bir dünya yaratırlar. Bu yetenek, günümüzün akıldışı toplumu tarafın­dan çarpıtılmış olsa da, dünyayı değiştirme yeteneği doğanın bir armağanı, insanın biyolojik evriminin ürünüdür; yani, teknoloji, akılcılık ve uygarlığın ürünü değildir. Kendilerine anarşist adını veren insanların; pek de gizleyemedikleri uyum sağlama ve pasiflik mesajlarıyla animalizme yaklaşan bir ilkelciliği savunmaları, yüzlerce yıllık devrimci ideal, düşünce ve pratikleri karalamak, hatta insanlığın, dar görüşlülük, mistisizm ve batıl inançlardan kurtulma ve dünyayı değiştirme yolundaki anmaya değer çabalarına iftira etmek anlamına gelir.

Yaşamtarzı anarşistlerine, hele de uygarlık karşıtı ve ilkelciliği savunanlara göre, tarihin kendisi tüm ayrımları, dolayımları, gelişme evrelerini ve toplumsal özellikleri silip süpüren, bütün tek parçadan oluşan, aşağılayıcı bir abidedir. Kapitalizm ve ona özgü çelişkiler, her şeyi yok eden bir uygarlık ve onun ayrıntı ve farklılaşmadan yoksun (s. 66) teknolojik “zorunlulukları” epifenomenine****** indirgenmiştir. Tarih, biz onu insanlığın akılcı unsurunun -özgürlük, özbilinç ve işbirliği için gelişmekte olan potansiyelin- açılımı olarak gördüğümüz sürece, insan duyarlılıklarının, kurumlarının, zekâsının ve bilgisinin işlenmesine ya da bir zamanlardaki adıyla “insanlığın eğitimi”ne dair karmaşık bir anlatımdır. Tarihi, Zerzan, Bradford ve onların yandaşlarının Martin Heidegger’e benzer bir biçimde çeşitli derecelerde yaptıkları gibi, animalistik bir “otantiklikten” sürekli bir “düşme” ola­rak ele almak, insan gelişiminin çağlarına damgasını vuran, özgürlük, bireysellik ve özbilinç ideallerini -bu amaçlara ulaşmak üzere yapılan devrimci mücadelelerin ufkunun git­tikçe genişlediğini teslim etmek gerekirken- göz ardı etmek olur.

Uygarlık karşıtı yaşamtarzı anarşizmi, 20. yüzyılın son birkaç on yılına damgasını vuran toplumsal gerileyişin tek nedeni değil. Kapitalizm, doğal tarihi, daha basit, daha az farklılaşmış bir jeolojik ve zoolojik bir döneme taşıyıp parçalamakla tehdit ederken, uygarlık karşıtı yaşamtarzı anar­şizmi de, insan ruhunu ve onun tarihini, daha az gelişmiş, daha belirsiz, prelapseryen bir dünyaya -insanlığın “masumi­yetten çıkma” öncesinde var olan, “teknoloji ve uygarlık” ön­cesinin “masum” olduğu varsayılan toplumuna- geri götür­mekle kapitalizmin suç ortaklığını yapmaktadır. Homeros’un Odysseids’ındaki lotus yiyiciler gibi, insanlar da geçmiş ve gelecek olmadan -anılar ya da fikir oluşumu tarafından ra­hatsız edilmeden, geleneksiz ve oluşun meydan okuması olmaksızın- sonsuz bir şimdiki zamanda yaşadıklarında “otan­tiktirler”.

İroniktir ki, ilkelcilerin idealize ettiği dünya, aslında Max Stirner’in bireyci mirasçılarının övdüğü radikal bireyciliğe engel olurdu. Çağdaş “ilkel” topluluklardan oldukça farklı bireyler çıksa da, zorlayıcı koşulların dayattığı geleneklerin gücü ile grup dayanışmasının güçlülüğü, egonun üstünlüğü­nü öven Stirnerci anarşistlerin talep ettiği tipte bir bireyselci davranışa pek az yer bırakır. Bugün ilkelcilikle uğraşmak, (s. 67) tamamıyla, yalnızca açlara, fakirlere ve şehir sokaklarında yaşayan “göçebe”lere değil, aynı zamanda çalışan işçiye de yasak olan fantezilerle oynamaya parası yeten zengin kentlilerin ayrıcalığıdır. Günümüzün çocuk sahibi çalışan kadını, -genelde evin gelirinin büyük bir kısmını oluşturan miktarı kazanmak üzere işe gitmeden önce yaptığı- günlük ev işlerini az da olsa rahatlatan çamaşır makinesi olmadan yapamazdı. İroniktir ki, Fifth Estate dergisini çıkaran kolek­tif de bir bilgisayarsız yapamayacağını anlamış ve bir tane edinmek “zorunda kalmıştır” – samimiyetsiz bir “ondan nef­ret ediyoruz!”30 tekzibi eşliğinde. Bir yandan ileri bir tekno­lojiyi suçlayıp diğer yandan onu teknoloji karşıtı bir litera­türü yaymakta kullanmak yalnızca samimiyetsizlik boyutu­na değil, ikiyüzlülük boyutuna da sahiptir. Bilgisayarlara duyulan böylesine bir “nefret”; daha çok, birbirinden lezzetli yiyecekleri tıkınıp, pazar dualarında yoksulluğun erdemleri­ni öven ayrıcalıklıların geğirtilerini andırır.

NOTLAR

1.  Bradford, “Civilization in Bulk”, Fifth Estate (Bahar 1991), syf. 11.

  1. A.g.e, dipnot 3.

3.  A.g.e, syf. 10.

4.  A.g.e, aynı yer.

  1. A.g.e, aynı yer.

6.  Konferanstaki araştırmalar Man the Hunter (Avcı İnsan) başlığı altında Richard B. Lee ve Irven DeVore’nin editörlüğüyle basıldı, Aidine Publishing Co., Şikago, 1968. (s. 68)

7. Lee ve DeVore, Man the Hunter içinde, “What Hunters Do for a Living, or, How to Make Out in Scarce Resouces” syf. 43.

8. Bkz., Paul Radin, The World of Primitive Man (İlkel İnsanın Dünyası), Grove Press, New York, 1953, syf. 139-150.

9. John Zerzan, Future Primitive and Other Essays (Geleceğin İlkeli ve Diğer Yazılar), Autonomedia, Brooklyn, New York, 1994, syf. 16. Zerzan’ın araştırmasına inanan okurlar kaynakçadaki ‘Cohen (1974)’ ve ‘Clark (1979)’ gibi önemli kaynakları inceleyebilir (sırasıyla 24. ve 29. sayfalarda bahsedilmiştir) – onları ve diğerlerini kesinlikle bulamayacaklardır.

10.  John Zerzan, Future Primitive and Other Essays, syf. 23, 24.

11.  A.g.e, syf. 33, 34.

12.  A.g.e, syf. 27, 28.

13.  Tarih öncesi yaşamın bu yönüne ait literatür çok geniştir. Anthony Legge ve Peter A. Rowly’nin eserleri “Gazelle Killing in Stone Age Syria”, Scientific American, Cilt 257 (Ağustos 1987), syf. 88-95, göç eden hayvan­ların ağıl kullanımıyla katledilmiş olabileceğini gösterir. Bronislaw Malinowski’nin Myth, Science and Religion (Efsane, Bilim ve Din, Doubleday, Garden City, NewYork, 1954) adlı eseri, animizmin pragmatik yönlerini ele alan klasik bir çalışmadır. Makuna efsanelerinde olduğu gibi şamanların insani alandan insanlık dışı alana geçmesine ait birçok anlatıda manipülatif insanbiçimcilik açıkça görülür. Bkz. Kaj Ârhem, “Dance of the Water Peo­ple”, Natural History (Ocak 1992).

14.  Pigmeler konusunda, bkz. Colin M. Turnbull, The Forest People: A Study of the Pygmies of the Congo (Orman Halkları: Kongo’daki Pigmeler Üzerine Bir Araştırma), Clarion/Simon and Schuster, New York, 1961, syf. 101-102. Eskimolar için, geleneksel Eskimo kültürü hakkındaki diğer birçok eserin yanı sıra bkz. Gontran de Montaigne, Kabloona: A White Man in the Arctic Among the Eskimos (Kabloona: Kutupta Eskimolar Arasında Beyaz Bir Adam), Reynal & Hitchcock, New York, 1941, syf. 208-209.

15.  Muhtemelen Homo erectus döneminden beri dünyadaki birçok otlağın yangınlar sayesinde meydana geldiği hipotezi antropolojik literatürde yaygın bir yer edinmiştir. Bu konudaki mükemmel bir araştırma Stephen J. Pyne’in Fire İn America (Amerika’da Yangın) adlı eseridir; Princeton Uni­versity Press, Princeton, New Jersey, 1982. Ayrıca William K. Stevens’ın “An Eden in Ancient America? Not Really,” adlı yazısında [“The New York Times (30 Mart 1993)] bahsi geçen William M. Donavan’ın Annals of the American Association of Geographers (Eylül 1992) adlı eserine bakınız.

16.Çok tartışılan “ihtiyaçtan fazlasını öldürme” konusunda bkz. Pleistocene Extinctions: The Search for a Cause (Pleistosen’de Soy Tükenmeleri: Neden Arayışında) derl: P.S. Martin ve H.E. Wright Jr, Çevre etkenlerinin ve/ya da insanların “ihtiyaçtan fazlasını öldürmelerinin” Pleistosen memelilerinin yaklaşık otuz beş türünün soylarının tükenmesine yol açtığına yönelik iddi­alar burada tartışılamayacak kadar karmaşıktır. Bkz. Paul S. Martin “Prehistoric Overkill”, Pleistocene Extinctions: The Search for a Cause içinde, deri: P.S. Martin ve H.E. Wright Jr., Yale University Press, New Haven, (s. 69) 1967. Bu iddiaların bazılarını The Echology of Freedom’ın (Özgürlüğün Ekolojisi) 1991 tarihinde yenilenen baskısı için yazdığım girişte inceledim. (Black Rose Books, Montreal) Kanıtlar halen tartışma konusudur. Bir zamanlar çevre koşulları yüzünden sayılarının azaldığı düşünülen Mastodonların aslında Pleoindian avcıları tarafından romantik çevrecilerin inanmak istediğinden daha az vicdan azabı duyarak öldürülmüş olabileceği artık bilinmektedir. Bu büyük memelilerin yalnızca avcılık yüzünden yok oldukla­rını düşünmüyorum – büyük çapta bir katliam yeterli olurdu. Bizonların avlanması ile ilgili gerçeklerin bir özeti Brian Pagan’ın “Bison Hunters of the Northern Plains” Archaeology (Mayıs-Haziran 1994) syf. 38’de bulunabilir.

17.  Karl W. Butzer, “No Eden in the New World” Nature, Cilt 82 (4 Mart, 1993), syf. 15-17.

18.  T. Patrick Cuthbert, “The Collapse of Classic Maya Civilization,” The Collapse of Ancient States and Civilizations (Eski Devletlerin ve Uygar­lıkların Çöküşü) içinde, derl: Norman Yoffee ve George L. Cowgill, Univer­sity of Arizona Press, Tucson, Arizona, 1988; ve Joseph A. Tainer, The Collapse of Complex Societies (Kompleks Toplumların Çöküşü), Cambridge University Press, 1988, özellikle 5. Bölüm.

19.  Clifford Geerrtz, “Life on the Edge”, The New York Review of Books (7 Nisan 1994), syf. 3.

20.  William Powers’a göre “Black Elk Speaks kitabı 1932’de yayınlanmıştı. Bu kitapta Black Elk’in Hıristiyan yaşamına dair hiçbir iz yoktur.” Black Elk’in öyküsünün detaylı bir incelemesi için bkz. William Powers’s “When Black Elk Speaks, Everybody Listens”, Social Text, Cilt 8, No: 2, (1991), syf. 43-56.

21.  Susan Brown, The Politics of Individualism, syf. 160.

22.     Edwin N. Wilmsen, Land Filled With Flies (Sineklerle Dolu Ülke), University of Chicago Press, Şikago, 1989, syf. 127.

23.  Wilmsen, Land Filled with Fli.es, syf. 3.

24.  Allyn Maclean Stearman, Yuqui: Forest Nomads in a Changing World (Yuqui: Değişen Dünyada Orman Göçebeleri), Holt, Rinehart and Winston, Port Worth ve Şikago, 1989, syf. 23.

25.  Stearman , Yuqui, syf. 80-81.

26.  Wilmsen, Land Filled with Flies, syf. 235-39 ve 303-15.

27.  Örneğin, bkz., Robert J. Blumenschine ve John A. Cavallo, “Scavenging and Human Evolution”, Scientific American (Ekim 1992), syf. 90-96.

28.  Paul A. Janssens, Paleopathology: Diseases and Injuries of Prehistoric Man (Paleopatoloji: Tarih Öncesi İnsanın Hastalıkları ve Yaralanmaları), John Baker, Londra, 1970.

29.  Wood, Human Sickness (İnsan Hastalıkları), syf. 20.

30.     E.B. Maple, “The Fifth Estate Enters The 20th Century. We Get a Computer and Hate it!”, The Fifth Estate, cilt 28, No: 2 (Yaz 1993), syf. 6-7. (s. 70)


* Bize önemli oranda, hatta şiddetli bir biçimde teknolojimizi azaltmamızı öneren kişi, aynı zamanda, her türlü mantıkla, “taş çağı”na –en azından Neolitik ya da Paleolitik çağlara (başı, ortası ya da sonuna) – dönmemizi önerir. İlkel dünyaya geri dönemeyeceğimiz iddiasına cevap olarak, Bradford iddiaya değil de, onu ortaya atanlara saldırır: “Şirket mühendisleri ve kapitalizmin Solcu/sendikacı eleştirmenleri”, “teknolojik tahakküm üzerine tüm diğer perspektifleri (…) taş çağına dönmeye yönelik ‘gerilemeci’ ve ‘teknofobik bir arzu olarak’ reddederler” diye şikayet eder.2 Teknolojik ilerlemeden yana olmanın, kendi başına insanlar ve insani olmayan doğa üzerindeki “tahakkümün” yayılmasından yana olmak anlamına geldiği yolundaki uydurmayı bir yana bırakacağım. “Şirket mühendisleri” ile “kapitalizmin Solcu/sendikacı eleştirmenleri”, teknoloji ve onun kullanımları konusundaki yaklaşımları açısından hiçbir şekilde aynı kefeye konamazlar. “Solcu/sendikacı kapitalizm eleştirmenleri”nin övgüye değer bir biçimde, kapitalizme karşı sınıf muhalefetine bağlı olduğu düşünülünce, bugün, geniş bir emek hareketi oluşturmakta uğradıkları başarısızlık, kutlanacak bir olay değil, yas tutulacak bir trajedidir.

** Güney Afrika’da siyah ırka mensup kimse (ç.n.)

*** Bir kere daha – bu sefer de L. Susan Brown’dan – “hiçbir hiyerarşinin bulunmadığı ‘organik’ toplumlar üzerine” sunduğum21 (vurgu tarafımdan eklenmiştir). Brown’ın delil olarak gösterdiği Marjorie Cohen, “cinsel simetri ve tam eşitliğin” varolan “antropolojik kanıtlar”a dayanarak tutarlı bir biçimde gösterilebileceği ya da “cinsel temelli işbölümünün” ille de “cinsel eşitlik anlamına gelmediği” iddiasını “inandırıcı değil” şeklinde nitelendiriyorsa – tüm diyeceğim şudur; iyi! Cohen ve Brown bize hiçbir şey anlatmıyorlar, hele “inandırıcı” kanıtlar hiç sunmuyorlar. Aynı şey benim Özgürlüğün Ekolojisi adlı kitabımda ortaya attığım toplumsal cinsiyet ilişkileri için de söylenebilir. Aslında “cinsel simetri” ile ilgili tüm çağdaş “antropolojik” kanıtlar tartışmalıdır, çünkü modern yerliler, çağdaş antropologlar onlara ulaşmadan çok önce iyi ya da kötü Avrupalı kültürler tarafından koşullandırılmıştı. O kitapta sunmaya çalıştığım şey, – ne Brown’ın ne Cohen’in ne de benim bileceğimiz – tarih öncesinin ayrıntılı bir anlatımı değil, toplumsal cinsiyet eşitliği ve eşitsizliğinin bir diyalektiğiydi – gözden çıkardığı sonuçlarımın akla yatkın olduğunu göstermek için.

Brown’ın hiyerarşinin nasıl ortaya çıktığı konusundaki “kanıt”larımın yetersizliğine ısrarla dikkat çekmesine gelince; Mezoamerika’da yakın zamanda ortaya çıkarılan bulgular, Maya resimyazılarının çözülmesinden sonra, benim hiyerarşinin ortaya çıkışı konusundaki kurgumu destekliyor. Son olarak, benim hiyerarşinin büyük olasılıkla ilk şekli olarak vurguladığım yaşlıların egemenliği (gerontokrasi), antropolojik literatürde dile getirilen en yaygın hiyerarşik gelişmelerden biridir.   

**** Binyılcılık (Millennarianism): Şeytanın esir edileceği ve İsa’nın hüküm süreceği binyılın geleceği inancı. (ç.n.)

***** Bu korkunç istatistikler için bkz. Corinne Shear Wood: Human Sickness and Health: A Biocultural View (İnsan Hastalık ve Sağlığı: Biyokültürel Bir Bakış/Polo Alto, Calif: Mayfield Publishing Co, 1979, s. 17-23) Neandertaller, Zerzan’ın “aşağılanıyorlar” iddiasının aksine bugünlerde büyük ilgi görüyorlar – Christopher Stringer ve Clive Framle’ın In Search of the Neanderthals (Neandertallerin İzinde / New York: Thames & Hudson, 1993) adlı eserinde geniş bir biçimde ele alınmış. Ancak, bu yazarların vardığı sonuç şudur: “Neanderthaller, dejeneretif eklem hastalığının sıklığı, yaşadıkları zor yaşam ve bunun vücutlarında oluşturduğu yıpranma göz önüne alındığında belki normaldir. Ancak, ciddi yaralanmaların yoğunluğu daha da şaşırtıcıdır ve Neanderthal toplumlarında ‘yaşlılığa’ ulaşmayı başaramayanlar için bile yaşamın ne derece tehlikeli olduğunu gösterir.” (s. 94-95)

80.000 yıl önce Florida bataklıklarını işgal eden gıda arayıcılar gibi, tarih öncesindeki bazı bireyler şüphesiz 70’lerine kadar yaşamışlardı ancak bunlar çok nadir örneklerdir. Ancak çok ısrarcı bir ilkelci bu tür istisnaları alıp kural haline getirebilir. Evet – uygarlıkta koşullar insanların çoğu için berbat. Ama, uygarlığın sınırsız eğlence, ziyafet ve aşkla anıldığını iddia etmeye çalışan kim ki?

****** Epifenomen: Bir olaya eklendiği halde, onun üzerinde hiçbir etkisi bulunmayan olay.

Ka0s Yayınlarına teşekkür 🙂

February 1, 2010 - Posted by | anti-kapitalizm, anti-otoriter / anarşizan, antropoloji, arkeoloji, ekolojist akımlar, ekotopya heterotopya utopyalar, yerli - yerel halklar

No comments yet.

Leave a comment